KUR’ÂN’I NASIL ANLAYALIM...
4
ÖNSÖZ..
5
TEFSİR ÇEŞİTLERİ
6
Kur’ân’ı, Kur’ân İle Tefsir Etmek.
6
Kur’ân’ı Kerim’in Sahih Hadis İle Tefsiri
7
Hadisin Kur'ân'a Göre Konumu.
8
Kur’ân’ın Ashabın Sözleriyle Tefsiri
8
Tabiin Sözleriyle Kur’ân’ın Tefsiri
9
Kur'an'ın Arap Diline Göre Tefsiri
9
Ayetin İfade Ettiği Bazı Anlamlar:
11
KUR’ÂN’I ANLAMADA YARDIMCI HUSUSLAR..
11
İstinbât Bilgisi
11
Nüzûl Sebepleri Bilgisi
12
Nâsih ve Mensûh Bilgisi
13
Neshin Hikmeti
14
Kur’ân’ın Mekkî ve Medenî Bölümleri
14
Mekkî ve Medenî Buyrukları Bilmek.
14
Kur'ân'ın Mekkî ve Medenî Bölümlerinin Tanımı
15
Kur'an'ın Mekke'de İnen Bölümlerinin
Özellikleri
15
Medine'de İnen Kur'an Bölümlerinin Özellikleri
16
Mekkî ve Medenî Buyrukları Bilmenin Faydaları
17
Mekki sûrelerde, Medenî Ayetler ve Medenî
sûrelerde Mekkî Ayetler.
17
Kur'an-ı Kerim'in Mekke'de ve Medine'de İnmiş
Buyrukları ile Ne Zaman Amel Edilir?.
17
Biz Müslümanların Görevi
18
Kur'ân'ın Kısım Kısım İnmesi ve Bunun Hikmeti
18
Kur'an-ı Kerim'in Tedricî Bir Şekilde İndiğine
Dair Örnekler.
19
KUR'ÂN-I KERİM'İN BAZI ÖZELLİKLERİ
20
Özetle.
23
KUR'ÂN KAPSAMLI BİR KİTAPTIR..
23
KUR'ÂN'DA TUTARSIZLIK YOKTUR..
24
KUR'ÂN'IN İSİMLERİ VE NİTELİKLERİ
25
Kur'ân'ın Bazı Faziletleri
26
KUR'AN-I KERİM'DE TE’VİLİN ANLAMI VE TÜRLERİ
26
Zemmedilmiş Te’vil
27
İlimde Derinleşmiş Olanlar ile Sapanların
Müteşabih Buyruklara Karşı Tutumları
27
Kur'ân'da Müteşabih Türleri
28
Kur'an Ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih
Türlerine Ayrılmasındaki Hikmet
29
KUR'ÂN-I KERİM'DEN NASIL YARARLANABİLİRİZ?.
29
Kur'ân'ı Nasıl Okuyalım?.
30
"Kur'an ya lehine yahut aleyhine bir
delildir."
30
Kur'an'ı Terketmekten Sakınmak.
31
KUR'ÂN'IN BAZI AYETLERİNİN TEFSİRİ
32
Dinde Bid'at Çıkarmaktan Sakındırmak.
32
Bid'atçilerle Oturup Kalkmaktan Sakındırmak.
32
Şirkin Yeryüzünde Fesad Çıkarmakla İlişkisi
33
Allah'tan Başkasını Allah Gibi Sevmek Şirktir.
34
Allah Göktedir ve Arşın Üzerindedir.
34
Havf ve Reca (Korku ve Ümit).
35
Bu Ayetin Gösterdiği Yol
36
Allah Göklerin ve Yerin Nurudur.
36
Ayetten Çıkan Sonuçlar.
37
Ecel Hakında Tesbit Edilenler ve Silinenler.
38
Ömürde Artma ve Eksilme.
38
Hak Yol Birdir, Sapıklık Yolları Pek Çoktur.
39
"Hidayete Dair Ayet"in Doğru Anlamı
39
Kur'an-ı Kerim'de Hidayet Türleri
40
Bu Dört Hidayet Çeşidi Birbirleri ile
İrtibatlıdır.
41
Mü'minlerin Ruhlarının Korunması
42
Bu Ayet-i Kerime'den Şu Sonuçlar Çıkmaktadır.
42
Kur’ân Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem'in Getirdiklerini Emreder.
42
Çokça Zikir ve Çeşitleri
43
Davud Aleyhisselam'ın Fitnesinin
(Sınanmasının) Mahiyeti Nedir?.
43
Süleyman Peygamber Atlara Olan Sevgisinden
Onları Sıvazlıyor.
44
Bu Sıvazlamaktan Amaç.
45
Süleyman Aleyhisselam'ın "Fitne"sinin
Doğru Tefsiri
45
Büyü Şeytanların İşlerindendir.
46
Ayet-i Kerime'den Çıkartılan Sonuçlar.
47
İslâmda Çok Evliliğin Hükmü.
47
Özet
48
Erkeklerin Kadınlarla Karışmasının Tehlikesi
49
Bu Kıssadan Çıkartılacak Sonuçlar.
50
İsa Aleyhisselam Semada ve Diridir.
50
İsa Aleyhisselam'ın Öldürülmediğine
Delil Olan Ayetler.
51
İsa Aleyhisselam'ın Nüzulünü Ortaya
Koyan Hadisler.
52
Müslümanların Yahudilerle Savaşı
52
Ayetlerle Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar.
52
Sadece Allah Yeter.
53
Allah’ın Kitabı Gereğince Hükmetmeyi Terketmek
Belâlara Uğramaya Sebebdir.
53
Ayet ve Hadisten Sonuçlar.
54
Kur’ân-ı Kerim’in Şeytanın Desiselerinden Uzak
Tutulması
54
Ayetin Doğru Tefsiri
55
Büyük İlim Adamı Şenkîtî'nin Âyeti Mükemmel
Bir Tefsiri
56
Ayetten Çıkartılan Bazı Sonuçlar.
57
Fasıklık ve Ümmetin Helâk Edilmesindeki Etkisi
57
Ayetten Çıkartılan Bazı Sonuçlar.
57
Yüce Allah’ın: “Dalâlette İken/Şaşkınken Seni
Doğru Yola İletmedi mi?” (ed-Duhâ 93/7) Buyruğunun Anlamı
58
Kâfirlere Benzemeye Çalışmanın Yasaklanışı
58
Ayetten Çıkan Bazı Sonuçlar.
59
Rahman’ın Kullarının Nitelikleri
59
Bu Ayetlerden Çıkan Bazı Sonuçlar.
62
Yüce Allah’ın Yoluna Nasıl Davet Edilir?.
62
Bu Ayet-i Kerimeden Çıkan Bazı Sonuçlar.
62
Davet İlim Üzerinde Yükselir.
63
Ayetten ve Tefsirinden Çıkan Sonuçlar.
63
Allah’ın Rasulünün Çağrısını Kabul Ediniz.
63
Ayetten Çıkartılan Bazı Sonuçlar.
65
Yaratılmışların Zayıflığı ve Yaratıcının
Kuvveti
65
Ayetten Çıkan Bazı Sonuçlar.
66
Surelerin Başlangıçlarının Anlamı
66
Bu Harfleri Nasıl Telaffuz Ederiz.
67
Hüsran Kâfirlere, Kurtuluş Mü’minleredir.
67
Sureden Çıkartılan Bazı Sonuçlar.
67
KUR'AN'DA "LAZIM" VAKIF.
68
Bu Vakfa Bazı Örnekler.
68
KUR'ÂN-I KERİM'DEKİ SEKTELER..
69
Bir Uyarı
69
ALLAH YARATANDIR, YARATILMAMIŞTIR..
70
Kur'an ile Kudsi Hadis Arasındaki Fark.
70
Tefsirin
Çeşitleri ve Bazı Âyetlerin Açıklaması
Muhammed Cemil
Ziynû
Çeviren
M. Beşir
Eryarsoy
Şüphesiz hamd
Allah'a mahsustur. Ona hamdeder, O'ndan yardım ister, mağfiret dileriz.
Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız.
Allah'ın hidâyete ilettiğini kimse saptıramaz. Onun saptırdığını da kimse
hidâyete iletemez.
Şehâdet ederim
ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur.
Yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür.
Yüce Allah
Kur’ân-ı Kerim'i insanlara onu anlasınlar, üzerinde iyice düşünsünler,
gereğince amel etsinler diye indirmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bu ayetlerini
düşünsünler. Hem akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır
ve bereketi bol bir kitaptır."
(Sad, 38/29)
Yine Yüce Allah
bu kitaptan yararlanmak isteyen kimselere onu anlamayı kolaylaştırmıştır. O
şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki biz
Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde var mı ibret alıp düşünen?"
(el-Kamer, 54/17)
Yüce Allah bu
kitabı arapça indirmiştir ki, araplar onu akledip kavrasınlar, ona iman
etsinler, onu diğer ümmetlere tebliğ etsinler:
"Muhakkak biz
onu anlayıp düşünesiniz diye arapça bir Kur'ân olarak indirdik."
(Yusuf, 12/2)
Kur'ân'ı
anlayabilmek bazen onun tefsirini incelemeyi de gerektirebilir. Özellikle
tefsir edilmesi ve açıklanması gereken bazı ayetler için bu böyledir.
Ben okuyucuya
Kur’ân-ı Kerim'i anlamaya ve açıklamaya yardımcı olacak şekilde tefsirin
bazı türlerini sözkonusu edeceğim. Daha sonra tefsirine ve açıklanmasına
gerek duyulan mücmel birtakım âyetlerin tefsirini kaydedeceğim. Bunu
yaparken de kimi zaman delili ile birlikte müfessirlerin tercih edilen
görüşlerini ortaya koyacağım.
Allah'tan bu
çalışmam ile müslümanları faydalandırmasını ve onu kerim zatı için ihlâslı
kılmasını niyaz ederim.
Muhammed b.
Cemil Ziynû
Mekke-i
Mükerreme Şehri;
Dâru’l-Hadis
el-Hayriyye
Öğretim
Görevlisi
Kur'ân'ın,
Kur’ân ile tefsir edilmesi tefsir türlerinin en üstünüdür. Çünkü Kur’ân'ın
bir kısmı diğer bir kısmına açıklık getirmektedir.
1-
Buna örnek yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:
"Andolsun göğe
ve tarıka. Tarıkın ne olduğunu ne bildirdi sana? O, delip geçen yıldızdır."
(et-Tarık, 86/1-3)
Burada "delip
geçen yıldız" ibaresi "târık" kelimesini açıklamaktadır.
2-
Bir başka örnek yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Sana içkiyi ve
kumarı sorarlar. De ki: 'İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar
için bazı faydalar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür.'"
(el-Bakara, 2/219)
Bir başka âyet-i
kerimede ise kayıtsız ve şartsız olarak günahın haram kılındığı
belirtilmektedir. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"De ki: 'Rabbin
ancak hayasızlıkları, onların açık olanını, gizli olanını, bununla beraber
günahı, haksız isyanı... haram kılmıştır.'"
(el-A’raf, 7/33)
"Günah (ism)"
günah kazanmaya sebep olan her türlü isyanı kapsar. Özel olarak hamr (şarap)
anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu beyitinde de bu anlamdadır:
"Aklım
kayboluncaya kadar ismi (şarabı) içtim
İşte bu şekilde
ism (şarap) akılları alır gider."
Bununla birlikte
"ism (günah)" lafzının şarap (hamr) hakkında özellikle kullanıldığını ortaya
koyan herhangi bir delil bulunmamaktadır. O halde içki, hakkında “günah”
tabiri kullanılabilecek masiyetlerden birisidir.
es-Sıhâh
(adlı sözlük)de şöyle denilmektedir: Bazen hamr (şarap)a da ism (günah)
denilebilir.
3-
Bir başka örnek yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Haberiniz olsun
ki Allah'ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de
değillerdir."
(Yunus, 10/62)
Bu buyruktaki
"veliler" buyruğu: "Onlar iman edip, takvalı davrananlardır." (Yunus,
10/63) âyeti ile tefsir edilmiştir.
Bu açıklama;
“Veli, gaybı bilen yahut birtakım kerametleri bulunan yahut kabri üzerinde
kubbesi bulunan (yatır) ya da buna benzer batıl birtakım inanışların
hakkında sözkonusu edildiği kimsedir” diyenlerin görüşlerini reddetmektedir.
Buna göre
Allah'ın emirlerine itaat eden ve Allah'ın haramlarından sakınan herbir
mü'min Allah'ın velilerindendir. Keramet ise bir şart değildir. Bazen bu
keramet açıkça görülebilir, bazen gizli kalabilir.
Bazı sufiler ve
bid'atçiler tarafından garip birtakım işler ortaya konulabilir. Bu ise yüce
Allah'ın hakkında: "... Büyülerinden ötürü kendisine yürüyorlarmış gibi
geldi." (Taha, 20/66) buyruğunda sözkonusu ettiği büyü kabilindendir.
Bu gibi işler
Hindistan'da ve başka yerlerde mecusiler tarafından da gösterilmiştir.
4-
Bir başka örnek: Abdullah b. Mesud Radıyallahu anh dedi ki: Yüce
Allah'ın: "İman edenlere ve imanlarına zulüm karıştırmayanlara
gelince..." (el-En'am, 6/82) âyeti nâzil olunca bu müslümanlara ağır
geldi ve “hangimiz kendi nefsine zulmetmez ki” dediler. Bunun üzerine
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Hayır böyle
değil, kastedilen şirktir. Siz Lukman'ın oğluna söylediği: "Oğulcuğum
Allah'a şirk koşma. Muhakkak şirk büyük bir zulümdür." (Lukman,
31/13) buyruğunu hiç duymadınız mı?"
Hafız İbn Hacer,
Fethu'l-Bâri'de: "Karıştırmayanlar: Katmayanlar, bulaştırmayanlar demektir."
der.
Bu âyet ile
hadisin ifade ettiği hususlar arasında şunlar da vardır: Zulmün mertebeleri
farklı farklıdır. Masiyetlere "şirk" denilmez. Allah'a hiçbir şeyi ortak
koşmayan kimse güvenlik altındadır ve o hidâyete ermiş bir kimsedir.
5-
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten insan 'helû' olarak
yaratılmıştır." (el-Meâric, 70/19) Bu âyetin tefsiri şöyle yapılmıştır:
"Yani o
kendisine zarar erişirse feryadı basandır. Ona hayır dokunsa cimrilik edip,
infak etmeyendir."
(el-Mearic,
70/20-21)
6-
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Adem Rabbinden
bazı kelimeler belleyip aldı, o da tevbesini kabul buyurdu..."
(el-Bakara, 2/37)
Buradaki
bellediği kelimelerin tefsiri yüce Allah'ın: "Rabbimiz biz kendimize
zulmettik... dediler." (el-A’raf, 7/23) buyruğunda açıklanmaktadır.
7- Yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sizler de üç sınıf olduğunuzda..."
(el-Vâkıa, 56/7)
Burada sözkonusu
edilen "üç sınıf"ın tefsiri yüce Allah'ın şu buyruklarında yapılmıştır:
"Ashabu'l-meymene (amel defterleri sağ taraflarından verilenler) ne
ashabu'l-meymene'dir! Ashabu'l-meş'eme (amel defterleri sol taraftan
verilenler) ne ashabu'l-meş'emedir! es-Sâbikûn (ileri gidenlere) gelince,
işte onlar öne geçenlerdir."
(el-Vâkıa, 56/7)
Kur'ân'ın sahih
hadisle tefsir edilmesi oldukça önemlidir. Çünkü Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem Allah'ın muradının ne olduğunu bütün insanlardan daha
iyi bilir. O, yüce Allah'ın hakkında buyurduğu gibidir:
"O kendi
hevâsından bir söz söylemez. O(nun söyledikleri) bildirilen bir vahiyden
başkası değildir."
(en-Necm, 53/3-4)
Yüce Allah bu
kitabı ona, insanlara açıklaması için indirmiştir:
"İnsanlara,
kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye
sana da bu zikri (Kur'an'ı) indirdik."
(en-Nahl, 16/44)
Nebi
Salallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur:
"Şunu bilin ki
bana Kur’ân ve onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir."
1-
Buna örnek: Yüce Allah buyuruyor ki:
"Siz de onlara
karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın."
(el-Enfâl, 6/60)
Buradaki
"kuvvet" in tefsiri Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem’in üç defa
tekrarladığı: "Haberiniz olsun ki (kuvvet) atmaktır." buyruğunda
geçmektedir.
Kurtubi dedi ki:
Her ne kadar kuvvet atmanın dışında birtakım aletlerin hazırlanması ile
ortaya çıkıyor ise de Nebi Salallahu aleyhi vesellem’in kuvveti (ok)
atmak ile tefsir etmesi ok atmanın düşmana daha ağır kayıplar verdirmesi,
hazırlanmasının daha kolay olmasından dolayıdır. Çünkü bazen birliğin
kumandanına ok atılır, o da korkar ve arkasındakiler bozguna uğrarlar.
Şimdi bile
modern savaş aletlerinin etkisi atılmalarına bağlıdır. Bundan dolayı İslam
özellikle gençleri atış yapmayı öğrenmeye teşvik etmiştir. Keşke bunlarla
uğraşmaktan kendilerini alıkoyan diğer oyunları öğrenecek yerde, atış
yapmayı ve onunla birlikte yüzmeyi öğrenselerdi. Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Her kim ok
atmayı öğrenir, sonra onu unutursa bizden değildir. -Ya da asi olmuştur.-"
Nebi
Salallahu aleyhi vesellem Eslemlilerden birbirleriyle ok atma yarışı
yapan bir grup yanından geçerken şöyle buyurmuştur:
"Ey
İsmailoğulları ok atınız. Çünkü sizin atanız ok atıcısı idi. Ok atınız ve
ben filan oğulları ile birlikteyim.”
(Hadisin ravisi) dedi ki: İki kesimden birisi ok atmadı. Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem: “Ne diye ok atmıyorsunuz” diye
sorunca, şu cevabı verdiler: “Sen onlarla birlikte iken biz nasıl
atabiliriz?” Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
"Haydi ok atınız. Ben hepinizle birlikteyim."
2-
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Rabbiniz
buyurdu ki: 'Bana dua edin, ben de duanızı kabul edeyim. Şüphesiz bana
ibadeti büyüklüklerine yedirmeyenler, yakında hor ve hakir olarak cehenneme
gireceklerdir."
(el-Mü'min, 40/60)
Burada "bana
ibadeti" bana dua etmeyi demektir.
Peygamber
Salallahu aleyhi vesellem de buradaki ibadeti tefsir ederek şöyle
buyurmuştur:
"Dua ibadetin ta
kendisidir."
3-
Bir başka örnek yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"İhsanda
bulunanlara daha güzeli ve daha da fazlası vardır."
(Yunus, 10/26)
Rasûl-i Ekrem
Salallahu aleyhi vesellem "fazlalığı" şu buyruğu ile yüce Allah'ın
yüzüne bakmak diye tefsir etmiştir:
"Bunun üzerine
(Rab) hicab(ını) açacak. Onlara Rablerine bakmaktan daha çok sevecekleri
hiçbir şey verilmemiştir.”
Daha sonra şu: "İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha fazlası vardır."
âyetini okudu.
4-
Bir başka örnek: Yüce Allah buyuruyor ki: "Baldırın açılacağı o günde..."
(el-Kalem, 68/42)
Buhârî tefsir
bölümünde bu âyeti tefsir ile ilgili olarak aşağıdaki hadisi zikretmektedir:
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Rabbimiz
baldırını açacak, erkek kadın bütün mü'minler ona secde edecek. Dünyada
göstermek ve duyurmak için secde eden kimseler ise öylece kalacaklar. Secde
etmek isteyecekler ancak sırtları tek bir parça olacaktır."
Bu açıklamalara
göre Allah'ı yaratılmışlara benzetmek (teşbih) ya da ona cisim izafe etmek
(tecsîm) gerekmez. Çünkü "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" (eş-Şura,
42/11) Bu sebeple ehl-i sünnet ve'l-cemaat yüce Allah'ın kendi zatı hakkında
sözkonusu ettiği eller, yüz, işitmek, görmek gibi sıfatları Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem'in nisbet ettiği baldır, parmaklar ve ayak
gibi şeyleri, yüce Allah'ın zatına ve celaline yakışacak bir şekilde kabul
ederler ve fakat biz bunların nasıl olduklarını bilemeyiz derler.
1-
Hadis, Kur’ân-ı Kerim'de gelen buyruklara muvafık olur. Bu durumda Kur’ân
ile hadiste yer alan buyruklar delillerin aynı konu etrafında arka arkaya
gelip birbirlerini desteklemesi kabilindendir. Namaz kılmayı, zekat vermeyi,
ramazan orucunu tutmayı, beytullahı haccetmeyi emretmek gibi. Aynı şekilde
Allah'a ortak koşmayı, yalan şahitlikte bulunmayı, anne-babaya karşı gelmeyi
yasaklamak yine Allah yolunda cihad ve daha başka hususlar da böyledir.
2-
Hadis; Kur’ân-ı Kerim'de yer alan bir buyruğu beyan edici ve açıklayıcı
olabilir: Namaz vakitlerinin, rek’at sayılarının, zekâtın miktar ve
vakitlerinin, zekata tabi malların açıklanması gibi. Oruca dair hükümler ile
hac ibadetine dair hükümler ve buna benzer Kur’ân-ı Kerim'de mücmel (kısa ve
özlü ifadelerle) gelmiş daha başka hükümler de buna benzer.
3-
Hadis; Kur’ân-ı Kerim'in sözkonusu etmediği bir hükmü tesbit edebilir.
Kadının halası ya da teyzesi ile birlikte nikahlanmasının haram kılınması,
yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanlarının, kuşlardan da pençeli olanlarının
etlerinin haram kılınması ve buna benzer tek başına sünnetin teşri ettiği
diğer hükümler böyledir.
4-
Hadisin Kur’ân'daki mutlak ifadeye kayıt getirmesi: Hırsızın elinin nereden
kesileceğinin açıklanması gibi.
5-
Kur’ân'daki umumi ifadenin hadis ile tahsis edilmesi: Hırsızın elini kesmeyi
gerektiren miktarın tayini gibi.
İbn Abbas, İbn
Mesud ve daha başka ashab-ı kiramın tefsirleri oldukça önemlidir. Çünkü
onlar Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'e arkadaşlık etmişler,
ondan ilim öğrenmişlerdir.
1-
Mesela, yüce Allah’ın "Rahman arşa istivâ etti." (Taha, 20/5)
buyruğu ile ilgili olarak Hafız İbn Hacer, Fethu’l-Bâri'de şunları
söylemektedir: Sünnetin ihya edicisi İmam Beğavî’nin, İbn Abbas'tan ve
müfessirlerin birçoğundan naklettiğine göre bunun ( istivâ lafzının) anlamı:
"Üstüne çıktı" demektir.
Daha sonra Um
Seleme, Rabia, Malik ve başkalarının şu sözünü nakletmektedir:
"İstivâ,
bilinmeyen bir şey değildir. Nasıl olduğu ise akıl ile idrak edilemez. Bunu
kabul etmek imandır. Onu inkar küfürdür."
2-
Bir diğer örnek yüce Allah'ın: "Ya da kadınlara dokunursanız"
(en-Nisa, 4/43) buyruğudur.
İbn Kesîr,
Tefsir'inde, İbn Abbas'tan: Kasıt cimâdır, dediğini nakletmektedir.
Yine İbn Abbas
şöyle demektedir: Lems, mess (dokunmak) ve mübâşeret (tenlerin değmesi) cimâ
anlamındadır. Ancak yüce Allah dilediği lafzı kinayeli olarak kullanır.
İbn Kesîr dedi
ki: Abdullah b. Abbas'tan bu sözleri söylediği birkaç yoldan sahih olarak
rivayet edilmiştir.
Daha sonra İbn
Mesud'un: "Lems (dokunmak), cimâdan daha aşağıdadır" şeklindeki sözünü
zikretmektedir.
Arkasından İbn
Kesîr, İbn Cerir'in şu açıklamalarını zikretmektedir:
"Bu hususta iki
görüşten doğruya daha yakın olanı yüce Allah’in: "Ya da kadınlara
dokunursanız" buyruğunda, dokunmanın diğer manaları bir tarafa cimaı
kastetmiştir diyenlerin sözleridir. Çünkü Rasûlullah Salallahu aleyhi
vesellem’in hanımlarından birisini öptüğüne, sonra da abdest almaksızın
namaz kıldığına dair haber sahihtir.
Hadisin bir âyeti tefsiri ashabdan ya da tabiînden birisinin tefsiri ile
çatışacak olursa, bu iki tefsiri birbirleriyle telif etmeliyiz. Buna imkan
olmazsa yapmamız gereken Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem’in
tefsirini kim olursa olsun başkasının tefsirinin önüne geçirmektir. Çünkü
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem Allah'ın muradını başkalarından
daha iyi bilir. Hevâsından konuşmayan odur. Ayrıca yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Ey iman
edenler! Allah'ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin."
(el-Hucurât, 49/1)
Sözlü ya da
fiilî olarak öne geçmeyin, demektir. Bu açıklamayı İbn Kesîr yapmıştır.
Buna örnek
olarak şu âyet gösterilebilir: Yüce Allah buyuruyor ki:
"Baldırın
açılacağı o günde"
(el-Kalem, 68/42)
Bu âyeti Buhârî
aşağıdaki hadis ile tefsir etmektedir:
"Rabbimiz
baldırını açacak, erkek-kadın bütün mü'minler ona secde edecektir..."
İbn Abbas'tan da
bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak şöyle dediği nakledilmiştir: "O çok
büyük keder ve sıkıntı günüdür."
Buna göre, eğer
ondan gelen bu nakil sahih ise, âyet-i kerimeyi herhangi bir benzetme
(teşbih) sözkonusu olmaksızın "Allah'ın bacağı" diye tefsir eden hadis ile
bir çatışma sözkonusu değildir. Rabbimiz kıyamet gününde bacağını açacaktır
ve o gün zorlu ve sıkıntılı bir gün olacaktır.
Şöyle de
denilebilir: âyeti tefsir eden Ebu Said el-Hudri'nin rivayet ettiği bu
hadis, İbn Abbas'a ulaşmamıştır. Nitekim Sahih'te sabit olduğuna göre Ebu
Musa, Ömer Radıyallahu anh'dan içeri girmek için üç defa izin
istediği halde ona izin vermeyince geri dönüp gitmişti. Daha sonra Ömer:
“Ben Abdullah b. Kays'ın izin isteyen sesini duymadım mı? Ona izin veriniz”
dedi. Onu aradılarsa da gitmiş olduğunu gördüler. Daha sonra Ebu Musa
gelince Ömer ona: “Hangi sebeple geri döndün”, diye sordu. Ebu Musa şöyle
dedi: “Ben üç defa izin istediğim halde bana izin verilmedi. Peygamber
Salallahu aleyhi vesellem'i de şöyle buyururken dinledim:
"Herhangi
biriniz üç defa izin istediği halde ona izin verilmezse geri dönsün."
Bunun üzerine
Ömer Radıyallahu anh dedi ki: Ya buna dair bana bir delil getirirsin
yahutta canını acıtacak kadar sana vururum. Ebu Musa ensardan bir topluluğun
yanına gitti. Onlara Ömer Radıyallahu anh'ın dediklerini aktardı.
Onlar da şöyle dediler: Senin lehine (büyüklerimiz) değil de en küçüğümüz
şahitlik edecektir. Onunla birlikte Ebu Said el-Hudri kalktı ve Ömer
Radıyallahu anh'a bunu bildirdi. O da şöyle dedi:
“Çarşı-pazarda
alışverişle oyalandığımdan bunu duymamıştım.”
İbn Abbas
kendisine:
Ebu Bekir ve
Ömer'in ikisi de hacc-ı ifrad yaptılar denilince şöyle dedi:
Benim görüşüme
göre (bana bu şekilde itiraz edenler) helak olacaklardır. Ben, Rasûlullah
dedi diyorum, onlar: Ebu Bekir ve Ömer dedi, diyorlar.
Kur'an-ı
Kerim'in tabiîn sözleriyle tefsir edilmesi de aynı şekilde önemlidir. Çünkü
onlar bu bilgiyi Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'den öğrenen
ashab-ı kiram'dan öğrenmişlerdir.
Mücahid b. Cebr
dedi ki: "Ben Kur’ân-ı Kerim'i İbn Abbas'a üç defa baştan sona arzettim.
Herbir âyet sonunda duruyor ve ona ne hakkında indiğini ve onunla ilgili
neler olduğunu soruyordum."
Said b. Cübeyr,
İbn Abbas'ın azadlısı İkrime, Ata b. Ebi Rebah, Hasan el-Basri, Mesruk b.
el-Ecda’, Said b. el-Müseyyeb, Katade, ed-Dahhak b. Muzahim ve tabiînden
daha başkalarının durumu da böyledir.
1-
Buna örnek olarak Buhârî'nin tevhid bahsinde zikrettiği şu rivayeti
gösterebiliriz:
Ebu'l-Âliye dedi
ki: "Sonra göğe istivâ etti". (el-Bakara, 2/29) Yani yükseldi.
Mücahid de:
"İsteva"; arşın üzerine yükseldi demektir. demiştir.
Taberi de pek
çok görüş zikrettikten sonra "isteva" lafzını “yükselmek” diye tefsir
ederken şunları söylemektedir:
Yüce Allah'ın:
"Sonra göğe istivâ etti" buyruğu yüce Allah onların üzerine (göklerin
üzerine) yükseldi, kudretiyle onları tedbir etti ve yedi sema olarak yarattı
demektir.
Taberi er-Rabi b. Enes'den: "Sonra göğe istivâ etti" buyruğu hakkında
şunları söylediğini nakletmektedir: Semaya yükseldi demektedir.
2-
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Meyveler ve
otlaklar (ebb) bitirdik.”
(Abese, 80/31)
Dahhâk dedi ki:
Meyve dışında yerden biten her şey "ebb"dir. O da ot demek olup, davarların
yediği ot anlamındadır.
Arap diline
uygun olarak Kur’ân'ın tefsir edilmesi de önemlidir. Çünkü yüce Allah:
"Muhakkak biz onu anlayıp düşünesiniz diye arapça bir Kur'an olarak
indirdik." (Yusuf, 12/2) diye buyurmaktadır.
1-
Buna örnek olarak Hafız İbn Hacer'in, Fethu’l-Bâri'de İbn Battal'dan
naklettiği şu açıklamaları gösterebiliriz:
Burada yani:
"Sonra semaya istivâ etti." (el-Bakara, 2/29) âyetinde sözü edilen
"istiva"nın anlamı hakkında farklı görüşler vardır.
Mutezile bunun
kahretmek ve galip gelmek suretiyle istila anlamında olduğunu söylemişler ve
şairin şu beyitini delil göstermişlerdir:
"Bişr Irak'a
istivâ etti
Kılıç
kullanmadan ve kan dökmeden."
Daha sonra bu
açıklamayı şu sözleriyle reddetmektedir: Mutezile'nin bu açıklaması
tutarsızdır. Çünkü yüce Allah ezelden ebede kadar kahredici, galip ve istila
etmiştir. O her türlü eksiklikten yüce ve münezzehtir. Pek çok görüşü
sözkonusu ettikten sonra şunları söylemektedir:
"İstiva"nın
yüceldi, yükseldi diye tefsir edilmesine gelince bu sahih olan bir açıklama
şeklidir. Hak olan görüş bu olduğu gibi ehl-i sünnetin görüşü de budur.
Çünkü şanı yüce Allah kendi zatını en üstün ve en yüce olmakla nitelendirmiş
ve şöyle buyurmuştur: "O ortak tutmakta oldukları her şeyden münezzeh ve
yücedir." (Yunus, 10/18) Bu sıfat onun zati sıfatlarındandır.
Derim ki: Bu
hususta doğru olan şudur: İstiva etmek yüce Allah'ın zatına taalluk eden
fiilî sıfatlarındandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Daha sonra Hafız
İbn Hacer, Fethu’l-Bâri'de şunları söylemektedir: Ebu İsmail el-Herevî,
el-Faruk adlı kitabında senedi ile Davud b. Ali b. Halef'den şöyle dediğini
nakletmektedir: Biz Abdullah b. el-A'râbî yani lugat bilgini Muhammed b.
Ziyad'ın yanında idik. Bir adam: "Rahman arşa istivâ etti." (Taha,
20/5) (Ne demektir?) diye sordu. Abdullah dedi ki: “O haber verdiği şekilde
arşın üzerindedir”, dedi. Adam: “Ey Abdullah'ın babası bunun anlamı istilâ
etti şeklindedir” dedi. Abdullah ona: “Sus” dedi. Bir şeyi istilâ etti
tabiri ancak onun karşısında duran ve ona zıt olan halde kullanılır.
Başkası da şöyle
demektedir: Eğer bu "istilâ etti" anlamında olsaydı bu ifadenin özellikle
arş hakkında kullanılmasına gerek olmazdı. Çünkü o zaten bütün mahlukata
galip gelendir.
Hayret edilecek
şu ki Eş'arîler "istivâ" lafzını "istilâ etmek" anlamında tefsir edilmesini
Mutezile'den aldılar ve bu bazı tefsir ve tevhid kitaplarında ve çeşitli
kimselerin görüşleri arasında yaygınlık kazandı. Böylelikle âyetlerin, sahih
hadislerin, ashab’ın, tabiîn ile müçtehid imamların sözlerinin delalet
ettiği yüce Allah hakkındaki "uluvv: yücelik ve yüksekliği" inkâr etmiş
oldular. Hatta Kur’ân-ı Kerim'in nâzil olduğu arap diline dahi muhalefet
ettiler.
Allah ona rahmet
etsin İbnu’l-Kayyım şöyle der: Allah yahudilere "hıtta" demelerini emretti.
Onlar tahrif ederek hınta dediler. Yüce Allah da bize arşın üzerine "istiva"
ettiğini söyledi te’vil edenler ise bunu istila etti diye açıkladılar. Şimdi
bunların ilave ettikleri lam harfinin yahudilerin ilave ettikleri nun
harfine ne kadar benzediğine dikkat ediniz.
2-
Arap diline göre tefsire örneklerden birisi de yüce Allah'ın İbrahim
Aleyhisselam'dan söylediğini naklettiği şu buyrukların açıklamasıdır:
"Babasına ve
kavmine demişti ki: 'İbadet edip durduğunuz bu timsâller de ne oluyor?'"
(el-Enbiya, 21/52)
"Timsâller"
arapçada putlar demektir. Şevkânî'nin Fethu'l-Kadîr adlı tefsirinde de
belirttiği gibi. O şöyle diyor: Timsâller putlar demektir. Timsalin asıl
anlamı yüce Allah'ın yarattıklarından herhangi bir şeye benzer olarak
yapılan bir şeydir. Mesela, bir şeyi bir başkasının benzeri olarak ortaya
koyduğumuz takdirde: O şeyi, o şeye temsil ettim (benzettim) denilir. İşte
temsil edilen bu varlığın ismine de "timsâl" denilir.
Müşriklerin
tapındıkları putlar da birtakım velileri temsil ediyordu. Buna delil:
a.
Buhârî, İbn Abbas Radıyallahu anh'dan yüce Allah'ın: "Ve:
Tanrılarınızı sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suva, Yeğûs, Ye’ûk ve Nesri
terketmeyin, dediler." (Nuh, 71/23) buyruğunu açıklarken şunları
söylediğini nakletmektedir: Nuh kavminin ibadet ettikleri putlar araplara
geçti... Bunlar Nuh kavminden salih birtakım kimselerin isimleri idi. Bu
kişiler öldükten sonra şeytan onların kavimlerine: Bunların oturup
kalktıkları meclislerde birtakım taşlar dikiniz ve bu taşlara onların
isimlerini veriniz, diye telkin etti. Onlar da bu işi yaptılar. O vakit
bunlara ibadet edilmedi. Nihayet bu kavim helâk olup da ilim ortadan
kalkınca o putlara ibadet edildi.
Burada "ortadan
kalkınca" ifadesinden kasıt, özel olarak o suretlere, heykellere dair
bilgidir.
b.
Yine Buhârî İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Şimdi haber verin Lât ve
Uzzâ'dan" (en-Necm, 53/13) buyruğu hakkında şunları söylediğini
nakletmektedir: Lat hacılar için sevik hazırlayan bir adam idi.
Derim ki işte
bundan dolayı yüce Allah pek çok âyet-i kerimede bunlara "veliler" adını
vermiş bulunmaktadır. Bu âyetlerden birisi de: "Yoksa onlar ondan başka
veliler mi edindiler?" (eş-Şura, 42/9) buyruğudur.
Bu geçen
açıklamadan “Kur’ân’ı Kerim'in sözkonusu ettiği müşrikler taştan birtakım
putlara tapınıyorlardı ve onlar veli değillerdi” diye zanneden pekçok
müslümanın hata ettikleri anlaşılmaktadır. Bunun hata olması şundandır:
Putlar ve heykeller az önceden de geçtiği gibi salih birtakım insanları
temsil ediyordu.
3-
Arapçaya göre tefsirin bir diğer örneği yüce Allah'ın: "Onun için bil ki:
'Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur.'" (Muhammed, 47/19) buyruğudur.
"İlâh" mabud anlamındadır. Buna göre buyruk: "Allah'tan başka mabud yoktur"
demek olur. Allah'ın dışında mabudlar pek çok olduğundan ötürü, mesela
Hindistan'da Hindular ineklere tapınırlar, hristiyanlar Mesih'e ibadet
ederler, bazı müslümanlar -maalesef- evliyaya ibadet eder ve Allah'tan
başkasına dua ederler. Hadis-i şerifte:
"Dua ibadetin ta kendisidir."
denilmiştir. Bu sebeple açıklamaya "hak" kelimesinin ilave edilmesi
kaçınılmaz olmuştur. Buna göre anlamı şöyle olur: Allah'tan başka hak mabud
yoktur. Böylelikle bütün batıl mabudlar kapsam dışında kalmış olmaktadır. Bu
şekilde tefsirin delili de yüce Allah'ın: "Bunun sebebi şudur: Çünkü
Allah hakkın ta kendisidir. Ondan başka onların dua ettikleri ise bâtıldır."
(Lukman, 31/30) buyruğudur.
"İlah" lafzının
anlamına dair bu tefsirden aziz ve celil olan Allah'ın, arşının üstünde
oluşunu inkar eden çoğu müslümanın hatalı oldukları açıkça ortaya
çıkmaktadır. Onlar bu görüşlerine yüce Allah'ın: "O gökte de ilâh
olandır, yerde de ilâhtır." (ez-Zuhruf, 43/84) buyruğunu delil
gösterirler. Eğer bunu delil gösterenler "ilâh"ın ne demek olduğunu
bilselerdi bu âyeti delil göstermezlerdi. Çünkü az önce geçtiği gibi "ilah"
mabud demektir. Dolayısıyla âyetin anlamı şu olur: O semada da mabud
olandır, yerde de mabud olandır.
Ayrıca yüce
Allah'ın arşın üstünde oluşunu ispat eden âyetler pek çoktur. Bunlardan
birisi şu buyruğudur:
"Sonra arşa
istivâ etti."
(el-Araf, 7/54)
Bu da yüceldi ve
yükseldi demektir.
Yine: "La ilâhe
illallah" Allah'tan başka yaratan ve rızık veren yoktur demektir, diyen
pekçok kimsenin hatalı olduğu da ortaya çıkmaktadır. Çünkü müşrikler esasen
bunu kabul ediyorlardı. Fakat onlar "ilah"ın mabud olduğunu da biliyorlardı.
Bundan dolayı onlar la ilâhe illallah demeyi büyüklüklerine yedirmediler.
Nitekim yüce Allah onlardan şöylece sözetmektedir:
"Çünkü onlara:
'Allahtan başka ilah yoktur' denildiğinde büyüklük taslarlar ve derlerdi ki:
Biz ilahlarımızı bir şair sözü dolayısı ile mi terkedeceğiz?"
(es-Sâffât, 37/35-36)
4-
Tefsirde yardımcı olan hususlardan birisi de arap dili kuralları arasında
ifadelerde takdim ve tehir ile ilgili kuralları bilmektir. Buna örnek yüce
Allah'ın: "Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz."
(el-Fatiha, 1/5) buyruğudur.
Burada meful
olan (ve fiilden sonra gelmesi gereken:) "iyyâke: yalnız sana" birisinde
"ibadet ederiz" anlamındaki fiilden, diğerinde "yardım dileriz" anlamındaki
fiilden önce gelmiştir. Bundan maksat ise ibadeti ve yardım dilemeyi
münhasıran Allah'a tahsis etmektir. Yani biz senden başka kimseye ibadet
etmeyiz, senden başkasından yardım istemeyiz. İbadeti ve yardım dilemeyi
yalnız sana tahsis ederiz.
"Yalnız sana
ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz."
buyruğu hakkında İbnu'l-Kayyim, Medâricu's-Sâlikîn adlı eserde şunları
söylemektedir:
Yaratmanın ve
emretmenin, kitapların ve şeriatlerin, sevabın ve ikabın sırrı şu iki
kelimede ifade edilmektedir: "Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım
dileriz." Bunlar ubûdiyet ve tevhîdin de eksenini teşkil ederler. Öyle ki:
Yüce Allah
yüzdört kitap indirmiştir. Bunların hepsinin manalarını Tevrat, İncil ve
Kur’ân'da toplamıştır. Bu üç kitabın anlamını Kur’ân-ı Kerim'de bir araya
getirmiştir... Kur’ân'ın anlamlarını da Fatiha'daki: "Yalnız sana ibadet
eder, yalnız senden yardım dileriz." buyruğunda toplamıştır.
1-
Namaz, tavaf, hüküm koymak ve dua etmek gibi ibadetlerin sadece Allah için
yapılmasıdır. Çünkü Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem:
"Dua
ibadetin kendisidir."
diye buyurmaktadır.
2-
Allah'tan dilemek, O'ndan yardım istemek. Özellikle hastalara şifa vermek,
rızık talep etmek, hidâyet ve buna benzer O'ndan başka kimsenin güç
yetiremeyeceği şeyleri sadece ondan istemek. Çünkü Peygamber efendimiz:
"Dilekte bulunursan Allah'tan dile. Yardım istersen Allah'tan yardım iste"
diye buyurmuştur.
İstinbât âyetin
manasından çıkartılan ince anlayıştır.
1-
Örnek olarak yüce Allah'ın şu buyruğunu okuyalım:
"Allah'ın
yardımı ve fetih geldiğinde insanların bölük bölük Allah'ın dinine
girdiklerini gördüğünde..."
(en-Nasr, 110/1-2)
Buhârî'nin
naklettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Ömer beni Bedir'e katılan yaşlı
ashab-ı kiram ile birlikte sohbetine katıyordu. Galiba onlardan birisi içten
içe bundan rahatsız olarak dedi ki: Bizim bunun gibi çocuklarımız varken ne
diye onu bizimle birlikte huzuruna alıyorsun? Ömer dedi ki: Bunun sebebini
siz de biliyorsunuz. Bir gün onu çağırdı ve onlarla birlikte huzuruna aldı.
(İbn Abbas diyor ki): Benim görüşüme göre beni sadece onlara (aralarına beni
almaktaki) maksadını göstermek için çağırmıştı. Yüce Allah'ın: "Allah'ın
yardımı ve fetih geldiğinde" buyruğu hakkında ne dersiniz?” diye sordu.
Birileri: Allah bize yardım edip bize fetih nasip ettiğinde kendisine
hamdedip, O'ndan mağfiret dilemekle emrolunduk dedi, bazıları da hiçbir şey
demeyip sustu. Bana: Sende mi böyle diyorsun İbn Abbas? Dedi. Ben: Hayır
dedim. Peki ne dersin diye sorunca şöyle dedim: Bu Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem’in ecelini dile getiriyor. Allah ona ecelini bildirdi:
"Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde" buyruğuyla “işte bu senin
ecelinin alametidir” demiş oldu.
"Hemen Rabbini
hamd ile tesbih et ve ondan mağfiret dile! Çünkü o tevbeleri çok kabul
edendir."
(en-Nasr, 110/3)
Ömer dedi ki:
Benim de bu konuda bildiğim senin söylediğinden başkası değildir.
2-
Bir diğer örnek, İbn Kesîr'in İmam Şafiî'den yüce Allah'ın şu buyruğuyla
ilgili yaptığı nakildir:
"Yük taşıyan
hiçbir kimse başkasının (günah) yükünü yüklenmez ve insan için kendi
çalıştığından başkası yoktur."
(en-Necm, 53/38-39)
Yani kimseye
başkasının günah yükü yükletilmeyeceği gibi bizzat kendisinin kendi adına
kazandıklarından başka şeylerin ecrini de elde etmesi sözkonusu değildir.
İşte bu âyet-i kerimeden İmam Şafiî -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şu
hükmü çıkarmıştır (istinbat): Kur’ân okumanın sevabı hediye edilmekle
ölülere ulaşmaz. Çünkü bu ne ölülerin ameli, ne de onların kazancıdır.
Bundan dolayı Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem ümmetini bu işi
yapmaya teşvik etmediği gibi, herhangi bir nass ya da bir işaretle de onları
böyle bir işe yönlendirmemiştir. Herhangi bir sahabiden de böyle bir şey
nakledilmemiştir. Eğer bu iş bir hayır olsaydı şüphesiz onlar bizden önce bu
işi yaparlardı. Diğer taraftan Allah'a yakınlaştırıcı ameller ile ilgili
olarak sadece nasslarla yetinilir. Çeşitli kıyas ve görüşlerle bu hususta
herhangi bir tasarrufta bulunmak mümkün değildir.
Dua ve sadakaya
gelince, bunların (sevaplarının) ölüye ulaşacağı hususunda icmâ’ vardır ve
yasa koyucunun bu hususta nassları bulunmaktadır.
Muslim'in
Sahih'inde rivayet ettiği hadise göre Ebu Hureyre şöyle demiştir:
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"İnsan öldü mü
şu üç şey müstesnâ ameli kesilir: Kendisine dua eden salih bir evlat, yahut
kendisinden sonra devam eden cari bir sadaka, yahut kendisi ile yararlanılan
bir ilim."
İşte bu üç şey
gerçekte onun kendi çalışması, çabalaması ve amelinin bir neticesidir.
Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Kişinin en hoş
yediği şey kazancıdır ve şüphesiz kişinin evladı da onun kazancı
arasındadır."
Sadaka-i cariye
ise vakıf ve benzeri şeyler olup bunlar da kişinin amelindendir. Onun
vakfettiği şeylerdir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak biz
ölüleri diriltiriz. Onların ileri gönderdiklerini de geride bıraktıklarını
da yazarız."
(Yâsin, 36/12)
Kişinin insanlar
arasında yaydığı ve ondan sonra insanların izini takip ettikleri ilim de
aynı şekilde onun sayinin bir kısmıdır. Sahih’te sabit olduğuna göre: "Her
kim bir hidâyet yoluna davet edecek olursa ona tabi olanların ecirleri gibi
kendisinin de ecri olur. Üstelik onlardan hiçbirisinin ecrinden de bir şey
eksilmez."
Şüphesiz nüzûl
sebepleri bilgisi Kur’ân-ı Kerim'i anlamaya yardımcı olan bilgiler arasında
yer alır.
1-
Yüce Allah'ın şu buyruğunu örnek olarak gösterelim:
"De ki: 'Onu
bırakıp boş yere ilah diye zannettiklerinizi çağırın! Onlar üzerinizdeki
sıkıntıyı gideremeyecekleri gibi değiştiremezler de.'
Onların o tapındıkları da Rablerine hangisi daha yakın olacak diye yol
ararlar. Onun rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı
gerçekten sakınılmaya değer."
(el-İsrâ,
17/56-57)
İbn
Mesud'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İnsanlar bir grup, cinlerden bir
gruba ibadet ediyorlardı. Cinler İslâma girdi, diğerleri ise onlara
(cinlere) ibadete devam ettiler. Bunun üzerine: "Onların o tapındıkları da
Rablerine hangisi daha yakın olacak diye yol ararlar." buyruğu nâzil oldu.
(Buhârî ve Muslim)
Hafız İbn Hacer
dedi ki: Cinlere ibadet eden insanlar, cinlere ibadeti sürdürdüler. Cinler
ise müslüman olduklarından ötürü bu işe razı olmuyorlardı. İşte Rablerine
daha yakın olmak için yol (vesile) arayanlar onlardı. Taberî bir başka
yoldan İbn Mesud'dan naklettiği rivayette şunları da eklemektedir: "O
cinlere ibadet eden insanlar ise onların müslüman olduklarının farkına
varmamışlardı." Bu âyetin tefsirinde güvenilen açıklama budur.
"O tapındıkları"
kendilerini Rablerine yakınlaştıracak şeyleri isteyerek Allah'a yalvarıp
yakardıkları;
"Rablerine...
yol (vesile) ararlar."
Yani ona itaatle, onu razı edecek işleri yapmakla yakınlaşırlar.
"Hangisi daha
yakın olacak diye"
salih amellerle Allah'a hangileri daha yakın olacak diye.
"Onun rahmetini
umar, azabından korkarlar."
Çünkü ibadet korkmak (havf) ile ummak (reca) ile birlikte ancak tamam olur.
"Çünkü Rabbinin
azabı gerçekten sakınılmaya değer"
kulların ondan sakınmaları ve korkmaları gerekir.
Bu âyet-i kerime
Allah'tan başka peygamberlere ve velilere dua eden ve onların şahıslarını
vesile yapanların bu tutumlarını reddetmektedir. Şayet o peygamberlere olan
imanlarını ve onlara duydukları sevgilerini vesile edinmiş olsalardı caiz
olurdu.
2-
Bir başka örnek: Abdullah b. Mesud Radıyallahu anh dedi ki: "İman
edenlere ve imanlarına zulüm karıştırmayanlara gelince..." (el-En'am,
6/82) âyeti nâzil olunca Peygamber Salallahu aleyhi vesellem’in
ashabı: Hangimiz zulmetmez ki dedi. Bunun üzerine: "Allah'a şirk koşma.
Muhakkak şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyruğu nâzil oldu.
Hafız İbn Hacer,
Fethu’l-Bâri'de: "Karıştırmayanlar" (anlamındaki lafzı mealdeki gibi)
açıklamıştır.
3-
Bir başka örnek, Buhârî, Urve'den şöyle dediğini zikretmektedir:
ez-Zübeyr
ensardan bir kişi hakkında el-Harre'deki bir su hakkında davalaştı. Bunun
üzerine Peygamber Salallahu aleyhi vesellem:
"Ey Zübeyr sen
ekinini sula, sonra suyu komşuna bırak.”
Ensardan olan zat:
“Ey Allah'ın
Rasûlü, senin halan oğludur diye mi (böyle diyorsun)?” dedi. Rasûlullah’ın
rengi değişti. Sonra şöyle buyurdu:
“Ey Zübeyr
ekinini sula, sonra da suyu duvarlara geri dönünceye kadar alıkoy. Sonra
suyu komşuna sal!"
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem ensardan olan zat kendisini
kızdırınca verdiği açık hükmüyle Zubeyr'e hakkının tamamını verdi. Halbuki
daha önce ikisi için de genişlik olan bir yol göstermişti.
Zübeyr dedi ki:
Kanaatime göre şu: "Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı
içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman
etmiş olmazlar." (en-Nisa, 4/65) ayeti bu olaydan başkası
hakkında inmemiştir.
4-
Bir başka örnek: Huzeyfe'den: "Allah yolunda infak edin. Ellerinizle
kendinizi tehlikeye atmayın." (el-Bakara, 2/195) buyruğu infak hakkında
yani infakı terketmek hakkında inmiştir dedi.
Ebû Dâvûd
rivayetinde de şöyle denilmektedir: Medine'den, Konstantiniye üzerine gitmek
maksadıyla gazaya çıktık. Kumandan Abdurrahman b. Halid b. Velid idi.
Bizanslılar sırtlarını şehrin duvarlarına vermişlerdi. Bir adam düşmanın
üzerine hamle yaptı. İnsanlar: “Yazık! yazık! La ilâhe illallah!. Bu kendi
elleriyle tehlikeye atılıyor” dediler.
Bunun üzerine
Ebu Eyyub el-Ensari şunları söyledi: Bu âyet biz ensar hakkında nâzil
olmuştur. Allah peygamberine zafer nasip edip, İslâmın üstün gelmesini
sağlayınca bizler şöyle dedik: Gelin mallarınızın başında duralım ve onlara
bir çeki düzen verelim. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah yolunda infak
edin, ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." (el-Bakara, 2/195)
buyruğunu indirdi. Buna göre kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmamız
bizim mallarımızın başında durup, onlara çeki düzen verirken cihadı
terketmemiz demekti.
Ebu İmran dedi
ki: Ebu Eyyub Allah yolunda cihada devam edip durdu. Nihayet
Konstantiniyye'de defnedildi.
Kur'ân’ı Kerim'i
anlamakta yardımcı olan hususlardan birisi de nâsih ve mensûh bilgisidir.
Bunun delili yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Biz bir ayeti
nesheder veya unutturursak ya ondan daha hayırlısını, ya da onun benzerini
getiririz."
(el-Bakara, 2/106)
Nesh:
Şer'i bir hükmün daha sonra gelen şer'î bir delil ile kaldırılmasıdır.
Kaldırılan hükme
"mensuh" denilir. O hükmü kaldıran delile "nasih" denilir, hükmün
kaldırılmasına da "nesh" adı verilir.
Nasih
adı bu âyette olduğu gibi Allah hakkında kullanılır. âyet hakkında da
kullanılarak: Bu âyet şu âyeti nâsihtir (neshedicidir). denilerek, bir başka
hükmü nesheden hüküm hakkında da kullanılır.
1-
Buna örnek: Seleme b. el-Ekva’ Radıyallahu anh'dan şöyle dediği
rivayet edilmiştir:
"Yüce Allah'ın:
"Ona güç yetiremeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler."
(el-Bakara, 2/184) buyruğu nâzil olunca oruç açmak isteyen fidye verdi.
Nihayet ondan sonraki âyet nâzil olup, onu neshetti."
Bir başka
rivayette: "Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun."
(el-Bakara, 2/185) âyeti nâzil oluncaya kadar denilmektedir.
Abdullah b. Amr
Radıyallahu anhuma'da "ona güç yetiremeyenler de bir fakir doyumu
fidye versinler" (el-Bakara, 2/184) âyetini okuyarak bu nesholmuştur
demiştir.
İbn Abbas ise
âyetin mensûh olmayıp, muhkem olduğu kanaatindedir.
Buhârî'nin
Ata'dan rivayetine göre o İbn Abbas Radıyallahu anh'ı yüce Allah'ın:
"Ona güç yetiremeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler" âyetini
okuduktan sonra: "Bu nesholmuş değildir. Bu oruç tutamayan, oldukça
yaşlanmış kadın ve erkek hakkındadır. Bunlar her gün bir yoksul yedirirler."
diye açıklanmıştır. Buna göre "yutikunehu: güç yetirenler" lafzının
anlamı güçleri bu işe yetenler demek değildir. Bunun anlamı büyük bir zorluk
ve külfetle oruç tutabilenler demektir.
2-
Bir başka örnek yüce Allah'ın: "İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz
de Allah ondan dolayı sizi hesaba çeker." (el-Bakara, 2/284) buyruğudur.
Bu buyruk yüce Allah'ın: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden
başkasını yüklemez." (el-Bakara, 2/286) buyruğu ile nesholmuştur.
3-
Yüce Allah'ın: "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört
şahit getirin. Şayet şehâdet ederlerse, ölüm onları alıp götürünceye yahut
Allah onlara bir çıkar yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun.
Sizlerden fuhuş yapanların her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe edip
hallerini düzeltirlerse artık onları bırakın." (en-Nisâ, 4/15-16) âyeti
Nur sûresinde yer alan ve evlenmemiş bekârlar için celde (sopa)
cezasını öngören âyet ile nesholmuşlardır:
"Zina eden dişi
ile zina eden erkeğin herbirine yüzer değnek vurun."
(en-Nur, 24/2)
Yani (en-Nisâ
sûresindeki ayetler) evlenmemiş bekârlar için öngörülen sopa cezası
evlenmişler için sünnette öngörülen recm cezası de nesh olmuşlardır:
"...Bekâr bekâr
ile zina ederse yüz celde ve bir sene sürgün, evli evli ile zina ederse yüz
celde ve recm (ile cezalandırılırlar)."
4-
Yüce Allah'ın: "Sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa ikiyüz (kâfir)e galip
gelirler." (el-Enfal, 8/65) buyruğu yüce Allah'ın: "Şimdi Allah
zaafınız olduğunu bildiğinden sizden (o ağır yükü) hafifletti. O halde eğer
sizden sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiyi yenerler." (el-Enfal,
8/66) âyeti ile nesholmuştur.
5-
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Biz yüzünü göğe
doğru evirip çevirmeni elbette görüyoruz. Onun için andolsun, seni hoşnut
olacağın kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Harama (Kabeye) doğru
çevir."
(el-Bakara, 2/144)
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem Medine'ye gelince onaltı ya da onyedi ay
Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldı. Bununla birlikte Rasûlullah Kabe'ye
doğru yüzünü çevirmeyi arzu ediyordu. Bunun üzerine: "Biz yüzünü göğe
doğru evirip çevirmeni elbette görüyoruz..." âyeti nâzil oldu, o da
yüzünü Kabe'ye çevirdi.
1-
Kulların maslahatlarına riâyet etmek.
2-
Davetin ve insanların durumunun gelişmesine paralel olarak teşrîin
mükemmellik mertebesine doğru tekamül göstermesi.
3-
Emre uymak ya da uymamak suretiyle mükellefin sınanması ve denenmesi.
4-
Ümmet için hayrı murad etmek ve ona kolaylık sağlamak. Çünkü nesh eğer daha
ağır bir hükme doğru olmuşsa bunda sevabın artması sözkonusudur. Eğer daha
hafif hüküm gelmişse bunda da kolaylık sözkonusudur.
Şüphesiz
Kur’ân'ı anlamaya ve onu (doğru) tefsir etmeye yardımcı olan hususlardan
birisi de Kur’ân'ın Mekkî ve Medenî bölümlerini bilmektir. Bundan dolayı
ashab-ı kiram ve onlardan sonra gelenler buna önem vermişlerdir. Hatta İbn
Mesud Radıyallahu anh şöyle demiştir:
“Kendisinden
başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'a yemin ederim ki Allah'ın kitabında
nâzil olmuş herbir sûrenin ben mutlaka nerede indiğini biliyorum. Allah'ın
kitabında nâzil olmuş herbir âyetin muhakkak ne hakkında indiğini biliyorum.
Eğer Allah'ın kitabını herhangi bir kimsenin benden daha iyi bildiğini
bilsem ve deve sırtında ona ulaşacağımı kestirsem mutlaka devenin sırtına
biner, onun yanına giderim."
Ashab-ı Kiram
Radıyallahu anhum Kur’ân'dan öğrendikleri gereğince amel ediyorlardı.
Bundan dolayı İbn Mesud şöyle demiştir: "Bizden herhangi bir kimse on âyet-i
kerime öğrendi mi onların manalarını ve gereklerince amel etmeyi
öğrenmedikçe başkalarını öğrenmeye geçmezdi."
Bu uygulama ise
şöyle buyuran Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem’in buyruğunun
gereğini yerine getirmektir:
"Kur'an’i okuyun
ve ona uygun amel edin. Fakat onun vasıtası ile yemeyin..."
Bu Kur’ân-ı
Kerim ile amel etmeleri sebebiyle yüce Allah; Rasûlüne ve ondan sonra
ashabına yardım etmiş, zaferler nasip etmiştir. Bugün müslümanlar Kur’ân-ı
Kerim gereğince ameli terkedince Allah'ın yardımı onlara gelmez oldu. Bu
halleri Rablerinin kitabını öğrenmeye ve gereğince amel etmeye dönecekleri
zamana kadar devam edecektir. Dönerlerse Allah'ın yardımı da onlara döner.
İlim adamları
Mekkî ve Medenî buyrukları bilmek hususunda iki temel yönteme
dayanmışlardır:
1-
Semaî ve naklî yöntem: Bu vahye çağdaş olan, vahyin inişine tanık olan
ashab-ı kiramdan yahutta ashab-ı kiramdan bilgi öğrenen ve onlardan Kur’ân-ı
Kerim'in nüzul keyfiyetini, yerlerini, olaylarını öğrenen tabiînden gelen
sahih rivayetlere dayanır. Mekkî ve Medenî âyetler hakkında varid olmuş
rivayetlerin büyük çoğunluğu bu kabildendir. Çünkü bu hususta Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem'den herhangi bir rivayet gelmemiştir. Çünkü o
bunu açıklamakla emrolunmamıştı.
Bunun örneği
okuyucunun sûrenin başında gördüğü: "Mekki bir sûredir" yahutta "Medenî bir
sûredir" şeklindeki tesbitlerdir.
2-
Kıyasî ve içtihadî yöntem: Bu yöntem Mekkî ve Medenî buyrukların
özelliklerine dayanır. Eğer Mekkî sûrede Medine'de inen buyrukların
karakterini taşıyan yahutta Medine'de inen buyrukların olaylarından bir
şeyler ihtiva eden bir âyet bulunursa bu âyet Medenîdir derler. Eğer Medenî
bir sûrede Mekke'de inen buyrukların özelliklerini taşıyan ya da o dönemdeki
olaylardan herhangi bir husus ihtiva eden bir âyet varid olursa bu Mekkîdir
derler. Eğer sûrede Mekkî Kur’ân'ın özellikleri bulunursa sûre Mekkîdir
derler. Eğer sûrede Medenî Kur’ân'ın özellikleri bulunursa sûre Medenîdir
derler. Mesela şöyle demişlerdir: Peygamberlerin ve geçmiş ümmetlerin
kıssalarının yer aldığı her bir sûre Mekkîdir. Bir farizanın yahut bir
haccın sözkonusu edildiği herbir sûre de Medenîdir.
1-
Kur’ân'ın Mekkî bölümleri: Mekke'nin dışında bir yerde inmiş olsa dahi
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'e hicretten önce nâzil olmuş
vahiylerdir.
2-
Kur’ân'ın Medenî bölümleri: Cebrâil Aleyhisselam'ın Muhammed
Salallahu aleyhi vesellem'e hicretten sonra indirdiği buyruklardır. Veda
haccında nâzil olan buyruklarda olduğu gibi isterse Mekke'de inmiş olsun.
Buna örnek yüce
Allah'ın: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı beğenip seçtim."
(el-Mâide, 5/3) buyruğudur.
Yahudilerden bir
adam Ömer b. el-Hattab'a gelerek “ey mü'minlerin emiri dedi. Kitabınızda
okuduğunuz bir âyet vardır. Eğer bu biz yahudiler üzerine inmiş olsaydı o
günü bayram edinirdik.” Ömer: “Bu hangi âyettir” diye sordu. Yahudi:
"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslamı beğenip seçtim." (Maide: 5/3) âyetidir” dedi.
Ömer dedi ki:
“Ben bu âyetin indiği günü bu âyetin indiği yeri çok iyi biliyorum. Bu âyet
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'e Arafat'ta ve cuma gününde
inmiştir.”
Derim ki: Bu
âyet-i kerime'de İslamda bid'at-i hasene olduğunu söyleyenlerin görüşleri
reddedilmektedir. İmam Malik ise şöyle demiştir: Her kim İslâmda hasene
(güzel) olduğu görüşü ile bir bid'at ortaya atarsa hiç şüphesiz Muhammed
Salallahu aleyhi vesellem’in risalete hainlik ettiğini iddia etmiş olur.
Çünkü yüce Allah: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" diye
buyurmaktadır.
O halde, o gün
için dinden olmayan herhangi bir şey, bugün dinden olamaz.
Kur'an'ın
Mekke'de inen bölümleri konu açısından aşağıdaki hususlara gereği gibi önem
vermektir:
1-
Müşriklerin inkar ettikleri mutlak ilâhın tevhidine davet: Nitekim yüce
Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü onlara:
'Allah'tan başka ilah yoktur' denildiğinde büyüklük taslarlar ve derlerdi
ki: 'Biz ilahlarımızı deli bir şair dolayısıyla mı terkedeceğiz?'"
(es-Saffat, 37/35-36)
Çünkü araplar:
"Allah'tan başka ilâh yoktur" sözünün anlamını ve bu sözü söyleyenin
Allah'tan başkasına ibadeti terketmesi gerektiğini anlıyorlardı. Günümüzde
bazı müslümanlar ise bunun anlamını anlamıyorlar. O ise "Allah'tan başka
hakkıyla mabud yoktur" demektir. Bundan ötürü onlar dilleriyle bu sözü
söylerken, fiilleriyle ona aykırı hareket etmektedirler. Bu da Allah'tan
başkasına dua ettikleri yahut Allah'ın şeriati dışında kalan hükümlerin
hükmüne başvurdukları yahut Allah'tan başkası için adakta bulundukları ve
buna benzer şirk amellerini yaptıkları zaman ortaya çıkar.
2-
Allah'tan başkasına dua etmek gibi şirkten sakındırmak: Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Allah'tan başka
sana faydası da olmayan, zarar da veremeyen şeylere dua (ve ibadet) etme!
Eğer böyle yaparsan o takdirde şüphesiz ki sen zalimlerden olursun."
(Yunus, 10/106)
Burada
zalimlerden kasıt müşriklerdir.
3-
İbadet edenleri Allah'a yaklaştırırlar iddiasıyla, velilere ibadeti, Allah
nezdinde onların şefaatlerini istemeyi çürütmek: Çünkü yüce Allah onlara
şöyle buyurmuştur:
"Ondan başka
veliler edinenler: Biz onlara ibadet etmiyoruz, ancak bizi Allah’a
yaklaştırsınlar diye (onları velî ediniyoruz derler.) Muhakkak Allah ihtilaf
edip durdukları şeyler hakkında aralarında hüküm verecektir. Şüphe yok ki
Allah yalan söyleyen, kâfir olan hiçbir kimseye hidâyet vermez."
(ez-Zümer, 39/3)
"Onlar Allah'ı
bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere
taparlar. Bir de: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' derler.
Haşa! O, ortak tutmakta oldukları herşeyden münezzeh ve yücedir."
(Yunus, 10/18)
Böylelikle yüce
Allah dua gibi herhangi bir ibadeti Allah'tan başkasına yapan kimseler
hakkında küfür ve şirk hükmünü vermektedir. İsterse bunları yaparken Allah'a
yakınlaşmak ve Allah nezdinde olandan şefaat istemek maksadında yapmış
olsun. Böyle bir anlayış günümüzde maalesef pek çok müslümana sirayet
etmiştir. Bir müslümana: Sen bu velilere niçin dua ediyorsun, diye soracak
olursan, o size: Ben onlar vasıtasıyla Allah'a yakınlaşmak ve Allah nezdinde
onların şefaatlerini istemek istiyorum, der.
4-
Âhiret gününe, hesap için insanların kabirlerinden diriltileceklerine iman
etmeye davet etmek: Çünkü Mekke'deki müşrikler bunu inkâr ediyorlardı. Yüce
Allah ise onların bu kanaatlerini şu buyruklarıyla reddetmektedir:
"O kâfir olanlar
öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: 'Hayır,
Rabbim hakkı için elbette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz mutlaka
size haber verilecektir. Hem bu Allah'a göre pek kolaydır."
(et-Teğâbun, 64/7)
5-
Fasahatlerinin ileri derecede olmasına rağmen araplara bu Kur’ân-ı Kerim'e
benzer bir sûre getirmeleri için meydan okumak: Yüce Allah onlara: "Yoksa
onlar: 'Onu kendiliğinden uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Öyleyse eğer doğru
söyleyenler iseniz siz de onun benzeri bir sûre getirin...'" (Yunus,
10/38) buyruğu ile onlara meydan okumuştur.
6-
Nuh kavmi, Hud kavmi, Salih kavmi, Şuayb ve Musa ile daha başka geçmiş ve
peygamberlerini yalanlayan kavimlerin kıssalarını zikretmek. Yüce Allah
Mekke müşriklerini tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"Görmedin mi
Rabbinin nasıl (azap) ettiğini Ad kavmine? Yüksek direkli İrem'e? Ki onun
şehirlerde benzeri yaratılmamıştır? Ve vadilerde kayaları oyan Semûd'a; ve
kazıklar sahibi Firavun'a? Onlar ki memleketlerde azgınlık etmişlerdi. Onlar
orada fesâdı arttırmışlardı. Bundan dolayı Rabbin de onların üzerine bir
azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin gözetlemededir."
(el-Fecr, 89/6-14)
7-
Sabra teşvik etmek: Yüce Allah'ın: "Onların söylediklerine katlan ve
onlardan güzel bir şekilde ayrıl!" (el-Müzzemmil, 73/10) buyruğu gibi.
8-
Müşriklere karşı Kur’ân ile cihad etmek ve en güzel yolla onlarla mücadele
etmek: Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"...Ve onlara
karşı Kur'an'la, büyük bir cihâd yap!"
(el-Furkan, 25/52)
"Onlarla en
güzel yolla mücadeleni yap!"
(en-Nahl, 16/125)
9-
Ulûhiyetin tevhidini gerektiren, rubûbiyetin tevhidine dair kevnî ve aklî
delilleri ortaya koymak: Yüce Allah'ın şu buyrukları buna örnektir:
"Artık onlar
bakmazlar mı devenin nasıl yaratıldığına? Göğün nasıl yükseltildiğine?
Dağların nasıl dikildiklerine ve yerin nasıl yayılıp döşendiğine?"
(el-Ğâşiye, 88/17-20)
10-
Mekke'de inen Kur’ân bölümleri üslub itibariyle tehdit ve azap vurgusu ile
kulakların dikkatle dinlemesini sağlayan ağır lafızların varlığı ile ayrı
bir özelliğe sahiptir: Örnek olarak yüce Allah'ın şu buyruklarına bakalım:
"el-Karia:
Şiddetlice çalan"
(101/1)
"O kulakları
sağır edici (sâhha) geldiği zaman.”
(Abese, 80/33)
"Sana örtüp
bürüyen (Ğâşiye: kıyamet)in haberi geldi ya"
(el-Ğâşiye, 88/1)
"O vâkıa
(kıyamet) gerçekleştiği zaman..."
(el-Vâkıa, 56/1)
"Sakınsın (bu
kimse yaptığından)! Eğer vazgeçmezse -andolsun ki- şiddetlice yakalayıp
çekeriz alnından."
(el-Alak, 96/15)
Buradaki
"kella: sakınsın" edatı azarlamak ve yapılmakta olan bir işten vazgeçmek
içindir.
Medine'de inen
Kur’ân bölümleri konu itibariyle çoğunlukla aşağıdaki hususlar üzerinde
durmaktadır:
1-
Allah yolunda cihada ve şehid olmaya davet: Çünkü müslümanlar Medine'ye
hicret etmiş, orada İslâm devletini kurmuşlardı. Dolayısıyla onların
dinlerini ve devletlerini savunmaya ihtiyaçları vardı. Bundan dolayı
Kur’ân-ı Kerim'in Medine'de inen bölümlerinin onları savaşmaya teşvik
ettiğini görüyoruz. Mesela, şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz Allah
mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında-
satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler..."
(et-Tevbe, 9/111)
2-
İslâm ahkâmının açıklanması: Yüce Allah'ın terketmeyenlere karşı savaş ilan
ettiği faizin hükmü ile ilgili buyruk; buna örnektir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Ey iman
edenler! Eğer mü'minler iseniz Allah'tan korkun, faizden arta kalanı da
bırakın. Şayet yapmaz (bırakmaz)sanız Allah'ın ve Rasûlünün size savaş
açtıklarını bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeleriniz yine sizindir.
(Böylece) ne zulmetmiş, ne de zulme uğramış olursunuz."
(el-Bakara,
2/278-279)
3-
Hadlere dair hüküm koymak: Toplumda güvenliği ve istikrarı sağlayan zina,
hırsızlık ve benzeri suçların had cezaları gibi. Meselâ yüce Allah zina
edenin haddi hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Zina eden dişi
ile zina eden erkeğin herbirine yüzer değnek vurun."
(en-Nur, 24/2)
Hırsızlık haddi
hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Hırsızlık eden
erkekle, hırsızlık eden kadının o kazandıklarına bir karşılık ve Allah
tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin. Allah mutlak
galiptir, mutlak egemen ve hükmünde hikmet sahibidir."
(el-Mâide, 5/38)
4-
Münafıkları rezil etmek, iç yüzlerini açığa çıkarmak, niteliklerini
sözkonusu etmek: Meselâ, yüce Allah onların münafıklıklarını açığa çıkarmak
hususunda şunları söylemektedir:
"Münafıklar sana
geldiklerinde dediler ki: 'Şehâdet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın
Rasûlüsün' Allah da biliyor ki sen hiç şüphesiz onun Rasûlüsün ve Allah
şahidlik eder ki muhakkak münafıklar yalancıdırlar."
(el-Münafikûn, 63/1)
5-
Yahudileri ve diğer kitap ehlini susturmak ve onlara karşı delil ortaya
koymak amacıyla onlarla tartışmak: Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu
gibi:
"Aralarından
zulmedenler müstesnâ olmak üzere kitap ehli ile ancak en güzel yolla
mücadele edin..."
(el-Ankebût, 29/46)
6-
Mü'minlerin düşmanlarıyla yaptıkları savaşlarda zaferin tahakkuku: Yüce
Allah'ın şu buyruğunda görüldüğü gibi:
"Andolsun ki siz
zayıfken Allah size Bedir'de yardım etmişti..."
(Al-i İmran, 3/123)
1-
Kur’ân tefsirinde bu bilgiden yararlanmak: Şüphesiz ki buyrukların indikleri
yeri bilmek, âyet-i kerimeyi sağlıklı bir şekilde anlayıp yorumlamaya yardım
eder. Her ne kadar muteber olan sebebin özelliği değil, lafzın umumi oluşu
ise de bu böyledir. Müfessir iki âyetin anlamı arasında bir çatışma gördüğü
takdirde bunun ışığında hangisinin neshedici, hangisinin mensûh olduğunu
ayırdedebilir. Çünkü sonra gelen buyruk, önceki buyruğu neshedicidir.
2-
Kur’ân'ın üsluplarının zevkine varmak ve yüce Allah'a davet üslubunu
oluştururken bunlardan yararlanmak: Çünkü herbir konumun kendisine göre bir
söz söyleme tarzı vardır. Durumun gerektirdiğini gözönünde bulundurmak ise
belağatin en özel alanlarındandır. Kur’ân-ı Kerim'de Mekke ve Medine'de inen
buyrukların özelliği onları inceleyen kimseye yüce Allah'a davet yolunda
muhatabın ruhi durumuna uyan hitap yolları için bir yöntem verir. Çünkü
davetin herbir aşamasının kendisine göre konuları ve üslûbları vardır. Bu
husus, Kur’ân-ı Kerim'in mü'minlere yahut müşriklere, münafıklara ve kitap
ehline hitabı esnasında kullandığı çeşitli üsluplarda açıkça ortaya
çıkmaktadır.
3-
Kur’ân’î âyetler ışığında Peygamber efendimizin sîretine vakıf olmak: Çünkü
Kur’ân-ı Kerim Peygamber efendimizin sîretinin aslî kaynağıdır.
4-
Mekkî sûrelerin sayısı: 82 sûredir.
Medeni sûreler
ise yirmi tanedir. Mekkî mi, Medenî mi olduğu hususunda ihtilaf bulunan
sûreler 12 tanedir. 114 sûre vardır. Kur’ân âyetlerinin sayısı ise 6236
âyettir.
Medeni sûrelerde
bulunan Mekkî âyetler: Bir sûrenin Mekkî yahut Medenî olduğunu söylemekten
kasıt onun tamamının böyle olduğunu söylemek değildir. Kimi zaman Mekkî bir
sûrede bazı Medenî âyetler bulunabildiği gibi Medenî bir sûrede bazı Mekkî
âyetler de bulunabilir. O halde bu o sûrenin âyetlerinin çoğunluğuna göre
sözkonusu olan bir niteliktir. Bundan dolayı sûrenin ismi ile birlikte filan
sûre Mekkîdir, şu âyetler ise Medenîdir. Filan sûre Medenîdir, ancak şu
âyet(ler) Mekke'de inmiştir denilir. Nitekim mushaflarda bunu böyle
görmekteyiz.
Medeni bir
sûrede Mekkî âyetlerin bulunduğuna örnek: Enfal sûresi Medenî bir sûredir.
Fakat çoğu ilim adamı yüce Allah'ın şu buyruğunu istisna etmiştir:
"Hani o kafirler
seni tutup bağlamak yahut öldürmek yahut seni (Mekke'den) çıkarmak için)
sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken Allah da bunun
karşılığında kendilerine tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranlara karşılık
verenlerin en hayırlısıdır."
(el-Enfâl, 8/30)
Mukatil dedi ki:
Bu âyet-i kerime Mekke'de inmiştir. Zahiri de böyle göstermektedir. Çünkü bu
âyet-i kerime hicretten önce Mekkeli müşriklerin Daru'n-Nedve'de Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem hakkında konuşup komplo hazırlamalarını
sözkonusu etmektedir.
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye, eziyetlere karşı sabra davet eden, kâfirlere karşı
cepheleşmemeyi isteyen Kur’ân-ı Kerim'in Mekke'de inen âyetlerinin,
müslümanların zayıflık halinde uygulanacağı görüşündedir. Cihada ve güce
çağıran Kur’ân-ı Kerim'in Medine'de inen âyetlerininse müslümanların güçlü
hallerinde uygulanacağını kabul eder. O bu görüşünü şu sözleriyle
açıklamaktadır:
"Artık bu
âyetler Allah'ın ve Rasûlünün dinine eliyle de, diliyle de yardım etme
imkânı bulamayan mustazaf herbir mü'min hakkındadır. Bu durumda olan bir
kimse gücünün yettiği şekilde kalbi ile ve benzeri yollarla Allah'ın dinine
destek verir. Muahidler (zımmiler) hakkındaki küçüklük âyeti
Allah'ın ve Rasûlünün dinine eliyle yahut diliyle yardım edebilmeye güç
yetirebilen bütün mü'minler hakkında (uygulanması) istenir. Müslümanlar bu
ve benzeri âyetlerle Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem’in
hayatının son dönemlerinde ve Raşid Halifeleri döneminde amel ediyorlardı.
Kıyametin kopacağı güne kadar bu böyle olacaktır. Her zaman Allah'ın ve
Rasûlünün dinine tam anlamıyla yardım eden hak üzere bulunan bir kesim bu
ümmetten bulunagelecektir. Mü'minlerden kendisinin mustazaf bulunduğu bir
yerde yahutta mustazaf olacağı bir zamanda olan bir kimse ise, kitap
ehlinden ve müşriklerden Allah'a ve Rasûlüne eziyet verenleri affedip
bağışlamak ve sabretmek (ile ilgili) âyetlerle amel etsin. Güç ve kudret
sahibi kimseler ise dine saldıran, küfrün önderleri ile savaşma âyeti ile
kitap ehliyle cizyeyi kendileri küçülmüşler olarak kendi elleriyle verinceye
kadar savaşmayı emreden âyet ile amel etsin.
Derim ki:
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye'nin bu sözünü yüce Allah'ın şu buyruğu
desteklemektedir:
"Mü'minlere de
ki: Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar. Çünkü Allah herbir
topluluğa kazanageldiklerinin karşılığını verecektir."
(el-Casiye, 45/14)
Yüce Allah
Rasûlüne mü'minlere Mekke'de hicretten önce müslümanların zayıf oldukları
günlerde şöyle demesini emretmektedir: Kâfirlerden sizlere eziyet verenleri
affedin, bağışlayın. Size yapılan eziyetin karşılığını misliyle vermeyin.
İşte bu müslümanların zaaf halinde kafirlere karşı müsamahalı davranmanın
meşruiyetine delildir.
Keşke İslâmî
cemaatler Allah'ın yardımı gelinceye kadar sabredip, affetmeye çağıran
Kur’ân-ı Kerim'in Mekke döneminde inen buyruklarını uygulasalardı.
1-
Şer'i hükümleri kendi nefsimize uygulamalıyız. Çünkü bazı kimselerin bu
hükümleri kendi nefislerine uygulamadıkları halde cihâda ve İslâmın egemen
olmasına çağırdıklarını görüyoruz.
2-
Müslümanların yöneticilerini ve onların yardımcılarını İslâmın hükümlerini
uygulamak üzere hikmetle, güzel öğütle ve yumuşak sözle davet etmeliyiz.
-Musa ve Harun’un (ikisine de selâm olsun) Firavun'a yaptıkları gibi-
3-
Zayıflık halinde cihadımız Peygamber efendimizin şu buyruğu ile amel ederek
malla ve dille olmalıdır:
"Müşriklerle
mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihâd ediniz."
4-
İslâm ümmetini ferd ve toplum olarak İslâmın hükümlerini kendilerine
uygulamaya davet etmeliyiz ki İslâm hükmünü severek ve kendi topraklarında
onu uygulamayı arzu ederek yetişsinler.
Çağdaş İslâm
davetçilerinden birisi de şöyle demiştir: "İslam devletini kalplerinizde
kurunuz ki sizin için yeryüzünde de kurulsun."
5-
Önce akide mi yoksa hakimiyet mi? Büyük davetçi Muhammed Kutub bu soruya
Daru'l-Hadis el-Mekkiyye'de verdiği bir konferansta cevap vermiştir. İşte
soru ve cevap:
Soru:
Bazıları diyor ki: İslâm hakimiyet yolu ile geri gelecektir. Bazıları da:
İslâm akidenin tashih edilmesi ve toplumsal terbiyle yoluyla geri dönecektir
diyor. Hangileri doğrudur?
Cevap:
Eğer akideyi tashih edecek ve akideye doğru bir şekilde iman edecek, dinleri
uğrunda belâlara maruz kalıp sabredecek, Allah yolunda cihad edecek,
davetçiler bulunmayacak olursa, bu dinin hakimiyeti nereden gelecek de.
Allah'ın dini yeryüzünde hükmedecek? Gerçekten bu çok açık bir meseledir.
Hüküm gökten inmez. Hüküm gökten indirilmez. Evet, herşey semâdan gelir,
fakat yüce Allah'ın insanlara yerine getirmelerini farz kıldığı bir gayret
neticesinde:
"Eğer Allah
dileseydi elbette onlardan intikam alırdı. Fakat kiminizi kiminizle sınamak
için (cihadı emretti)."
(Muhammed, 47/4)
Akideyi tashih
etmekten ve sahih akideye göre eğitilmiş bir nesil ortaya çıkarmaktan işe
başlamamız kaçınılmazdır. Bu nesil belâlara maruz kalacak fakat birinci
nesil nasıl sabrettiyse, o da öylece belâlara sabredecek.
Kur'an-ı Kerim
çeşitli olay ve münasebetlere uygun olarak Rasûlullah Salallahu aleyhi
vesellem'e kısım kısım indirilmiştir. Bunun pek büyük hikmetleri vardır:
1-
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem'in kalbine sebat vermek:
Kâfirlerin Kur’ân-ı Kerim'in kısım kısım indirilmesine itiraz etmelerine de
yüce Allah, yine bu hikmeti göstererek şu buyruğuyla cevap vermiş
bulunmaktadır:
"Kâfirler
dediler ki: 'Ona bu Kur'an topluca birden indirilmeli değil miydi?' Biz
onunla senin kalbine sebat verelim diye böyle yaptık ve onu ağır ağır
okuduk."
(el-Furkan, 25/32)
Büyük ilim adamı
Ebu Şâme diyor ki: "Eğer Kur’ân'ın kısım kısım indirilişindeki sır nedir?
Niçin diğer kitaplar gibi toptan indirilmedi? diye sorulursa cevabımız şu
olur: Bu yüce Allah'ın cevaplandırmayı üzerine aldığı bir sorudur. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kafirler
dediler ki: 'Ona bu Kur'an topluca birden indirilmedi değil miydi?"
(el-Furkan, 25/32)
Onlar bu
sözleriyle, niçin daha önceki peygamberlere indirildiği gibi (toptan)
indirilmedi demek istiyorlar. Yüce Allah onlara şu buyruğuyla cevap
vermektedir: "Biz onunla" yani onu kısım kısım indirmekle "kalbine sebat
verelim diye böyle yaptık" kalbini pekiştirelim diye böyle yaptık. Çünkü
vahiy herbir olay sırasında yenilendikçe kendisine risalet verilenin kalbini
daha çok pekiştirir ve ona daha çok itina gösterilmiş olur. Bu durum da
meleğin ona çokça inmesini ve tekrar tekrar onunla buluşmasını gerektirir. O
aziz zattan gelmiş olan beraberinde getirdiği risalet ile yeniden
buluşmasını sağlar. Bunun neticesinde ifade edilemeyecek kadar büyük
sevinçlere mazhar olur. Bundan dolayı Peygamber efendimizin en çok cömert
olduğu dönemler ramazan ayına rastlardı. Çünkü Cebrail ile çokça
karşılaşırdı."
2-
Meydan okuma ve İcaz (aciz bırakmak): Kafirler Kur’ân'ın onlar hakkında
belirttiği gibi kısım kısım indirilişine itiraz etmişlerdir. Onlar Kur’ân'ın
kısım kısım indirilişine hayret ettiklerinden ötürü yüce Allah da onlara
onun gibi bir sûre getirmeleri için meydan okudu. Onlar ise bundan âciz
kaldılar. Kısım kısım inmiş haliyle Kur’ân ile onlara meydan okumak bir
defada indirilmiş haliyle meydan okumaktan daha güçlü ve delil olarak daha
ileri bir delildir. Çünkü kısım kısım inmiş haliyle onun bir sûresinin
benzerini meydana getirmekten âciz kalanların topluca indirilmesi halinde
benzerini meydana getirmekten âciz kalmalarına göre daha önceliklidir.
İşte İbn
Abbas'ın Kur’ân'ın nüzulü ile ilgili naklettiği hadisin rivayetlerinden
birinde bu hikmete işaret edilmektedir: "Müşrikler yeni bir şey ortaya
attılar mı yüce Allah da onlara yeni bir cevap veriyordu."
3-
Kur’ân'ı ezberlemenin ve anlamanın kolaylaştırılması:
Kur'ân-ı
Kerim'in kısım kısım indirilmesi insanların onu ezberlemelerini ve
anlamalarını kolaylaştırır. Özellikle Kur’ân'ın dilleriyle araplar gibi ümmi
bir toplum iseler. Bu sebeple Kur’ân'ın kısım kısım indirilmiş olması onlar
için Kur’ân'ı ezberlemeleri ve âyetlerini anlamaları açısından daha büyük
bir destek ve kolaylık idi. Bir ya da bir kaç âyet indikçe ashab-ı kiram onu
ezberlerler, anlamları üzerinde düşünürler, gereğince amel ederlerdi. Bundan
dolayı Ömer Radıyallahu anh şöyle demiştir: "Kur'an'ı beşer âyet,
beşer âyet olarak öğreniniz. Çünkü Cebrail Peygamber Salallahu aleyhi
vesellem'e Kur’ân'ı beşer âyet beşer âyet olarak indirirdi."
4-
Kur’ân-ı Kerim'den inen buyrukları kabul etmeye ve gereklerince amel etmeye
mü'min ruhlarda şevk uyandırmak:
Çünkü
müslümanlar âyetlerin nuzulüne şevk duyuyorlardı. Özellikle de ifk (Aişe
validemize iftira) ve li’ân (kocanın şahid getiremeden karısının zina
ettiğini ileri sürmesi halinde yapılan lanetleşme) ile ilgili âyetlerde
olduğu gibi ihtiyaç duyulmuşsa.
5-
Teşrî’de olayların akışını ve tedriciliği gözönünde bulundurmak:
Kur'an-ı
Kerim'in nüzulünde bir tedricilik sözkonusu idi. Kur’ân daha önemli olanı,
önemli olana takdim ediyordu.
a.
Kur’ân-ı Kerim öncelikli olarak Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
rasûllerine, âhiret gününe, âhiret gününde sözkonusu olacak ölümden sonra
diriliş, hesap, cennet, cehennem gibi. İman esaslarına ve bu esaslara dair
delilleri -müşriklerin kalplerindeki bozuk itikadları kökünden kazımak ve o
kalplere İslâm akidesini yerleştirmek için- ortaya koymaya önem vermiştir.
b.
Daha sonra güzel ahlâkı emretmeye ve hayasızlıkları ve münkeri yasaklamaya
koyuldu. Böylelikle kötülüğün ve şerrin köklerini kazımak istiyordu.
Yiyeceklerde, içeceklerde, mal, namus, can ve benzeri hususlarda helâl ve
harama dair kaideleri açıkladı.
c.
Kur’ân-ı Kerim müslümanların yüce Allah'ın kelimesini yüceltmek için
giriştikleri uzunca cihâd döneminde karşı karşıya kaldıkları olaylara uygun
iniyor ve bu hususta onları teşvik ediyordu.
1-
Mekkî bir sûre olan En'âm sûresi iman esaslarını, tevhidin delillerini
açıklamak, şirkten sakındırmak, helal ve haram olan hususları beyan etmek
üzere nâzil oldu. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: 'Gelin!
Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak
koşmayın. Anaya-babaya iyilik edin. Yoksulluk endişesinden dolayı
çocuklarınızı öldürmeyin. Çünkü sizin de onların da rızkını biz veririz..."
(el-En'âm, 6/151)
Bundan sonra bu
hükümler Medine'de inen buyruklar ile genişçe açıklandı. Borçlanma âyeti,
faizi haram kılan âyet gibi. Zina esas itibariyle Mekke'de haram kılınmıştı.
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Zinaya
yaklaşmayın O gerçekten bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur."
(el-İsrâ, 17/32)
Bununla ilgili
cezalar ise Medine'de indi.
2-
Teşrî’deki tedricîliğin en açık örneklerinden birisi de içkinin haram
kılınmasıdır. Yüce Allah'ın: "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden de
içki çıkarır ve onlardan güzel bir rızık edinirsiniz." (en-Nahl, 16/67)
buyruğu ile rızkı güzel olmakla nitelendirirken içki ve sarhoşluğu bu
şekilde nitelendirmemektedir. Bu da içkinin yerilmesine bir işarettir. Daha
sonra yüce Allah:
"Sana içkiyi ve
kumarı sorarlar. De ki: 'İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar
için bazı faydalar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür.'"
(el-Bakara, 1/219) buyruğu nâzil oldu. Âyet-i kerime içkinin geçici
faydaları ile birlikte içki içmenin günahını ve bundan ortaya çıkan bedene
zararları, aklı bozması, malı boşa harcatması, hayasızlık ve isyana götüren
sebepleri körüklemesi şeklinde ortaya çıkan günahtaki zararları birlikte
sözkonusu etti. Daha sonra zararlarının faydalarından daha çok olduğu
belirtilerek âyet-i kerime içkiden nefret ettirip, uzaklaştırdı. Daha sonra
yüce Allah'ın şu buyruğu indi:
"Ey iman
edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar... namaza yaklaşmayın."
(en-Nisa, 4/43)
Böylelikle namaz
vakitlerinde içkinin haram olduğunu öğrenmiş oldular. Daha sonra yüce
Allah'ın şu buyruğu indi:
"Ey iman
edenler! Şarap (içki), kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis
işlerindendir. Artık bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz."
(el-Maide, 5/90)
3-
Bu hikmete Aişe Radıyallahu anha'nın şu sözleri açıklık
getirmektedir:
"Şüphesiz ilk
inen (Kur'ân'ın) Mufassal diye bilinen bölümlerinden bir sûredir. O sûrede
cennet ve cehennem sözkonusu edilmiştir. Nihayet insanlar İslâma yönelince
helal ve haram hükümleri indi. Eğer ilk olarak, şarap içmeyin buyruğu inmiş
olsaydı, biz kesinlikle şarabı terketmeyiz derlerdi ve eğer zina etmeyin
(buyruğu ilk olarak) nâzil olsaydı onlar: Ebediyyen zinayı bırakmayız,
derlerdi."
1-
Kur'an Rasûlümüz Muhammed Salallahu aleyhi vesellem'e indirilen
Fatiha sûresi ile başlayıp, Nas sûresi ile sona eren Allah'ın kelâmıdır.
2-
Namaz ve namaz dışında Kur’ân okumakla ibadet olunur ve Kur’ân okunduğu için
sevap alınır. Çünkü Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmaktadır:
"Kim Allah'ın
kitabından bir harf okursa onun için o harfin karşılığında bir hasene
vardır. Her bir hasene de on misli ile mükâfatlandırılır. Ben sizlere "elif,
lam, mim" bir harftir demiyorum. Fakat elif bir harf, lam bir harf ve mim
bir harftir."
Kur'ân-ı
Kerim'in çeşitli sûrelerinin okunmasına dair sahih hadisler varid olmuştur
Bakara, Al-i İmran, Mülk ve muavvizeler ile daha başka sûreler hakkında
varid olmuş hadisler gibi.
3-
Kur’ân okumadan namaz sahih olmaz. Çünkü Nebi Salallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur:
"Fatihatu'l-Kitab'ı okumayanın namazı yoktur."
4-
Kur’ân tahrif ve tebdil edilmemiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphe yok ki
Zikri biz indirdik. Onu koruyacak olan elbette biziz."
(el-Hicr, 15/9)
Tevrat ve İncil
gibi diğer semavî kitapları ise yahudiler ve hristiyanlar tahrif
etmişlerdir.
5-
Kur’ân-ı Kerim'de çelişki yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hala onlar
Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o Allah'tan başkasından
gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı."
(en-Nisâ, 4/82)
6-
Kur’ân'ın ezberlenmesinin kolaylaştırılması: Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Andolsun biz
Kur'an'ı öğüt almak (ve hatırlanmak) için kolaylaştırdık."
(el-Kamer, 54/40)
7-
Kur’ân-ı Kerim mucizdir (âciz bırakıcıdır). Kimse onun gibi bir sûre dahi
getiremez. Yüce Allah araplara meydan okumuş ve onlar âciz düşmüşlerdir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa onlar onu
kendiliğinden uydurdu mu diyorlar. Deki: Öyleyse eğer doğru söyleyenler
iseniz siz de onun benzeri bir sûre getirin."
(Yunus, 10/38)
Kur'an-ı Kerim'i
okuyanlar üzerine sekinet (huzur ve sükun) ile rahmet nâzil olur. Çünkü
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Eğer bir
topluluk Allah'ın evlerinden birisinde bir araya gelip de Allah'ın kitabını
okusalar ve kendi aralarında onu tedris etseler, mutlaka üzerlerine sekînet
(huzur ve sükûn) nâzil olur. Rahmet onları bürür, melekler etraflarını
kuşatır, Allah onları kendi nezdinde bulunanlar arasında anar."
9-
Kur’ân diriler içindir, ölüler için değil. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim
hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Ta ki o diri
olan kimseleri korkutup uyarsın."
(Yasin, 36/70)
"İnsan için
kendi çalıştığından başkası yoktur."
(en-Necm, 53/39)
İmam Şafiî bu
âyet-i kerimeden Kur’ân okumanın sevabının ölülere hediye edilmesinin
ulaşmayacağı sonucuna varmıştır. Çünkü böyle bir iş onların amelleri de
değildir, kazancı da değildir.
Babanın
anne-babası için okumasına gelince, onun Kur’ân okumasının sevabı onlara
ulaşır. Çünkü çocuk hadis-i şerifte varid olduğu üzere babasının çalışması
(ameli) kapsamına girer:
"...Şüphesiz
kişinin çocuğu da kendi kazancındandır."
10-
Kur’ân şirk, münafıklık ve benzeri daha başka hastalıklardan kalpleri şifaya
kavuşturur. Onda bazı âyet-i kerimeler ve sûreler bedenler için bir şifadır.
Fatiha sûresi, Felak ve Nas sûreleri ve bunların dışında sahih sünnette
sabit olan daha başka buyruklar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar!
Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa, mü'minler için de
bir hidayet ve rahmet gelmiştir."
(Yunus, 10/57)
"Kur'an'dan
mü'minler için bir şifa ve rahmet olanı kısım kısım indiririz."
(el-İsrâ, 17/82)
11-
Kur’ân kendisini okuyana şefaat edecektir. Çünkü Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:
"Kur'an okuyunuz
çünkü o kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak gelir."
12-
Kur’ân kendisinden önceki kitaplara karşı hakim konumundadır. Yüce Allah
şöyle buyuruyor:
"Biz sana da
kitabı hak ile kendinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve onlara
karşı bir şahit olmak üzere gönderdik."
(el-Mâide, 5/48)
İbn Kesîr
buradaki "onlara karşı bir şahit" buyruğunu açıklarken çeşitli görüşleri
sözkonusu ettikten sonra şunları söylemektedir:
"Bütün bu sözler
anlam itibariyle birbirlerine yakındır. Çünkü "müheymin (bir şahit)" bütün
bunları kapsar. O kendisinden önceki bütün kitaplara karşı bir emin, bir
şahit ve bir hakimdir. Kitapların sonuncusu ve sona erdiğini bildiren bu pek
büyük kitap, bütün semavî kitapların en kapsamlısı, en büyüğü ve en mükemmel
olanlarıdır. Çünkü bu kitapta kendisinden önceki bütün güzellikler
toplandığı gibi, başkasında bulunmayan pekçok kemal özelliği de vardır.
Bundan dolayı yüce Allah kendisinden önceki kitaplara karşı Kur’ân'ı şahit,
emin ve hakim kılmış ve Allah onu korumayı üzerine almıştır."
13-
Kur’ân-ı Kerim'in verdiği haberler doğru, hükümleri de adaletlidir. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Rabbinin sözü
doğruluk ve adalet bakımından eksiksizdir."
(el-En'âm, 6/115)
Katade dedi ki:
O kitabın söyledikleri doğru, hükümleri adaletlidir. Verdiği haberlerde
doğruyu söyler, istekleri de âdildir. O neyi haber verdiyse haktır. Onda
herhangi bir tartışma ve tereddüt sözkonusu değildir. Her neyi emrederse
ötesinde adaletin sözkonusu olamayacağı kadar adaletlidir. Her neyi
yasakladıysa o da bâtıldır. Çünkü o ancak kötülüğü ve fesadı yasaklar.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine
iyiliği emreden, onları kötülükten alıkoyan, onlara temiz olan şeyleri
helal, pis şeyleri de haram kılan... ümmi peygamber olan o rasûle uyarlar."
(el-Araf, 7/157)
14-
Kur’ân-ı Kerim'deki kıssalar hakikattir, hayal değildir. Mesela Musa
Aleyhisselam'ın Firavun ile kıssası gerçek bir vakıadır. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Biz sana Musa
ve Firavun'un haberinden bazısını hak ile okuyacağız."
(el-Kasas, 28/3)
Kehf ashabı ile
ilgili kıssa da böyledir. O da bir hakikattir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Biz sana
onların kıssalarını gerçek şekli ile anlatalım."
(el-Kehf, 18/13)
Kısacası yüce
Allah'ın Kur’ân-ı Kerim'de anlattığı bütün kıssalar hakkın ta kendisidir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İşte budur o
kıssaların en doğru anlatılışı."
(Âl-i İmran, 3/62)
15-
Kur’ân-ı Kerim dünyada istenecek şeyleri de, âhirette istenecekleri de bir
arada sözkonusu eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah'ın sana
verdiği ile âhiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah sana
ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et."
(el-Kasas, 28/77)
16-
Kur’ân-ı Kerim'de insanların gerek duyacakları akide, ibadet, ahkâm,
muamelât, ahlak, siyaset, iktisat ve daha başka toplum için gerekli hayatı
ilgilendiren herbir husus bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Biz o kitapta
hiçbir şeyi eksik bırakmadık."
(el-En'am, 6/38)
Yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Ve biz sana bu
kitabı herşeyi açıklayan bir hidayet, bir rahmet ve müslümanlara bir müjde
olmak üzere kısım kısım indirdik."
(en-Nahl, 16/89)
a.
Kurtubî yüce Allah'ın: "Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."
(el-En'âm, 6/38) buyruğunu açıklarken şunları söylemektedir: Levh-i Mahfuzda
eksik bırakmadık, demektir. Şanı yüce Allah orada meydana gelecek herbir
hadiseyi tespit etmiştir. Bir diğer açıklamaya göre Kur’ân'da hiçbir şeyi
eksik bırakmadık demektir. Yani din ile ilgili Kur’ân-ı Kerim'de hakkında
delil getirmedik hiçbir şey bırakmadık. Getirdiğimiz bu delalet ya geniş
geniş açıklanmıştır yahutta toplu bir şekilde ifade edilmiş olup, ona dair
açıklama rasûlden yahut icmâ’ yoluyla ya da kitabın nassı ile sabit olmuş
kıyas yoluyla öğrenilecektir.
Daha sonra şunları söylemektedir: Böylelikle yüce Allah'ın kitapta hiçbir
şeyi -ya tafsilâtlı olarak ya da ona dair esas hükümler itibariyle-
açıklamadan bırakmamış olduğuna dair haberi doğrunun ta kendisidir.
b.
Taberî de yüce Allah'ın: "Ve biz sana bu kitabı herşeyi açıklayan...
olmak üzere kısım kısım indirdik." (en-Nahl, 16/89) buyruğunu açıklarken
şunları söylemektedir:
Ey Muhammed! Bu
Kur’ân senin üzerine insanların gerek duyacakları herbir şeyi açıklamak
üzere indirilmiştir. Helâl ve harama dair bilgi, mükâfat ve ceza,
sapıklıktan hidâyet, onu tasdik eden, ondaki Allah'ın hududları, emirleri ve
yasakları gereğince amel ederek helâlini helal bilen, haramını haram kabul
eden kimseler için de bir rahmet olarak gönderdik.
"Müslümanlara
bir müjde olmak üzere" buyruğunda yüce Allah diyor ki: Allah'a itaat eden ve
onu tevhid ile ona boyun eğen itaat ile onun emirlerine bağlı kalan
kimselere de âhiretteki pek bol mükâfatlarını ve pek büyük lütuflarını
müjdeler.
17-
Kur’ân-ı Kerim insanların da, cinlerin de ruhları üzerinde güçlü bir etkiye
sahiptir.
a.
İslâmın ilk dönemlerinde müşriklerden pekçok kimse Kur’ân-ı Kerim'den
etkilenmiş ve İslâma girmişlerdir. Günümüzde de, mesela ben şahsen İslâma
girmiş hristiyan bir genç ile karşılaştım ve bana kasetten dinlediği
Kur’ân-ı Kerim'den etkilendiğini söylemiştir.
b.
Cinlere gelince onlardan bir kesim şöyle demiştir:
"Dediler ki:
Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik. O doğruya götürüyor,
bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak
tutmayacağız."
(el-Cin, 72/1-2)
c.
Müşriklere gelince onların pekçoğu Kur’ân'ı dinlediklerinde etkisi altında
kalmışlardır. Hatta Velid b. Muğire şöyle demiştir: "Allah'a andolsun o ne
şiirdir, ne sihirdir, ne de delilerin hezeyanıdır. Şüphesiz onun sözü
Allah'ın kelâmındandır. Onun kendine has bir tatlılığı, bir parlaklığı
vardır. O hep yükseklerdedir. Onun üstüne asla çıkılamaz."
18-
Kur’ân-ı Kerim'i öğrenen ve insanlara öğreten Nebi Salallahu aleyhi
vesellem’in şu buyruğu dolayısıyla onların hayırlısıdır:
"Sizin en
hayırlınız Kur’ân'ı öğrenen ve öğretendir."
19-
"Kur'an'ı maharetle okuyan bir kimse son derece üstün ve hayırlı
meleklerle birliktedir. Okurken zorlanan ve kendisine ağır gelen bir kimse
için ise iki ecir vardır."
20-
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim'i hidâyete ileten ve müjdeleyen bir kitap olarak
göndermiştir:
"Gerçekten bu
Kur'an en doğru olana iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere kendileri
için muhakkak büyük bir mükâfat olduğunu da müjdeler."
(el-İsra, 17/9)
21-
Kur’ân-ı Kerim kalplere sükunet verir, yakîni sağlamlaştırır. Mü'minler onun
yakînin verdiği huzur ile kalplere sükûnet veren en büyük bir mucize
olduğunu çok iyi bilirler. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Bunlar iman
edenlerdir. Gönülleri Allah'ın zikriyle huzura kavuşanlardır. Haberiniz
olsun ki kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."
(er-Ra’d, 13/28)
Müslüman
herhangi bir keder, üzüntü ya da bir hastalığa maruz kalırsa, Minşevî ve
daha başkaları gibi sesi güzel iyi bir okuyucudan Kur’ân-ı Kerim
dinlemelidir. Çünkü Nebi Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Kur'an'ı seslerinizle güzelleştiriniz. Çünkü güzel sesli bir kimse
Kur’ân'ın güzelliğini arttırır."
22-
Kur’ân-ı Kerim sûrelerinin birçoğunda tevhide çağırır. Özellikle ibadet, dua
ve yardım dilemekte yüce ilâhı tevhide davet eder. Fatiha sûresinin başında:
"Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz" diye
buyurulduğunu görüyoruz. Yani senden başkasına ibadet etmez, senden
başkasından yardım dilemeyiz.
Kur'an-ı
Kerim'in sonlarındaki sûreler olan İhlâs, Felak ve Nas sûrelerinde de şu
buyruklarda açıktan açığa tevhidin sözkonusu edildiğini görüyoruz:
"De ki O
Allah'tır. Bir tektir."
; "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım.";
"De ki: İnsanların Rabbine sığınırım."
Cin sûresinde de
yüce Allah'ın: "De ki: Ben ancak Rabbime ibadet ederim, hiç kimseyi de
ona ortak koşmam." (el-Cin, 72/20) ve; "Şüphesiz ki mescidler de
Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve
ibadet) etmeyin." (el-Cin, 72/18) diye buyurmaktadır.
Kur'an-ı
Kerim'in diğer sûrelerinde de tevhide dair pekçok âyet-i kerime vardır.
Hayret edilecek
şu ki, şeyhlerden birisi bu âyet-i kerimeyi mescidin kapısında yazılı
görünce şöyle demiş: Bu vahhabilerin âyetidir. Çünkü Allah'tan başkasına dua
etmeyi yasaklıyor.
Mutasavvıf bir
doktor da bana şöyle demişti: "Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden
yardım dileriz" âyeti vehhabi bir âyettir. Çünkü bu âyet-i kerime yalnız
Allah'tan yardım dilemeye çağırıyor.
23-
Kur’ân-ı Kerim İslâm şeriatinin birinci kaynağıdır. Allah onu efendimiz
Muhammed Salallahu aleyhi vesellem'e insanları küfür, şirk ve
cehaletin karanlıklarından iman, tevhid ve ilmin nuruna çıkartsın diye
indirmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bu, insanları
Rablerinin izniyle karanlıklardan nura yegane galip, hamde layık olan
(Allah)ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır."
(İbrahim, 14/1)
24-
Kur’ân-ı Kerim ancak vahiy ile bilinebilecek gelecekte olacak birtakım
olayları da haber vermektedir. Yüce Allah'ın:
"Yakında o
topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır."
(el-Kamer, 54/45)
Gerçekten de
müşrikler Bedir günü bozguna uğradılar ve savaştan kaçtılar.
Kur'an-ı Kerim
daha önce gerçekleşen pek çok hususları haber vermiştir. Bizanslıların
Farslara galip geleceği gibi.
25-
Yüce Allah'ın şu buyruğu gereği Kur’ân-ı Kerim okumaya başlanınca istiâzede
bulunmalıdır:
"Kur'an'ı
okuyacağın zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın."
(en-Nahl, 16/98)
26-
Namazda imama uyan kimseler için ve cuma hutbelerinde Kur’ân'ı dinlemek
farzdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kur'an okunduğu
zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız."
(el-Araf, 7/204)
Size Kur’ân
okunduğu zaman onu susup dinleyin ki âyetlerini anlayasınız. Dikkatle
dinleyin ki, onu akledesiniz ve böylelikle Rabbiniz de size rahmet buyursun.
Kur'an-ı
Kerim'in özellikleri pekçoktur. Şanı yüce Allah onu şu buyruklarıyla
nitelendirmektedir:
"Halbuki o hiç
şüphesiz eşsiz bir kitaptır. Önünden de, arkasından da bâtıl ona erişemez.
Her hamde layık olan tarafından indirilmiştir."
(Fussilet, 41/41-42)
Yüce Rasûl de
Kur’ân hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Aranızda iki
şey bıraktım. Onlara bağlı kaldığınız sürece asla sapmazsınız: Allah'ın
kitabı ve benim sünnetim. İkisi de Havzda benimle beraber bir arada
bulunacakları vakte kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır."
İngiltere eski
başbakanı Gladstone da şöyle demiştir: Bu Kur’ân varolduğu sürece Avrupa
müslüman şarka egemen olamayacaktır.
Kur'ân-ı Kerim
emir, nehy, vaad, tehdit, hikmetler, meseller, öğüt, kıssalar, gaybî
hususlar, kevnî bilgiler, yaratma, öldükten sonra diriliş ve haşrın
delilleri ve daha başka önemli ve çeşitli pekçok konuyu ele almıştır.
Bütün bu konu ve
hususlarda Kur’ân üzerinde iyice düşündüğümüz takdirde, bu konuların son
derece belâgatli, son derece göz alıcı, son derece insicamlı, uyumlu ve
birbiriyle mütenasip bir şekilde ele alındıklarını, başının sonuna
benzediğini, güzelliği itibariyle birbirini andırdığını, okuyanın
usanmadığını, tecvid ile kıraat eyleyenin sıkılmadığını, üzerinde dikkatle
düşünenin şüpheye düşmediğini, takvâ sahiplerinin hidâyetini, mü'minlerin
imanını arttırdığını görürüz. Bunun sebebi son derece irtibatlı, birbiri ile
içiçe geçmiş, başının sonunu tasdik edici özellikte oluşundan dolayıdır.
Şüphesiz
Kur’ân-ı Kerim'in bildiğimiz şekildeki bu düzeni telif edilmiş kitapların
sistemlerinden ayrı ve farklı olmakla birlikte mana, kalıp ve konuları
itibariyle âyet ve sûreleri arasında belli bir münasebet vardır. Sanki o
birbirini tamamlayan tek bir söz dizisi gibidir. Onun bu durumu insan
tarafından ortaya konulmuş beşerî bir kitap olmadığının çok açık bir
delilidir. Beşerî bir kitabı ortaya koyan bir kimse oturur ve bilgileri
arasında belli bir ilişki bulunan herbir bilgi grubunu bir bölümde toplar.
Bu bölümlerin arka arkaya getirilmesiyle kitabın bir kısmını meydana
getirir. Kur’ân böyle değildir. O hikmetin gerektirdiği, maslahatın
öngördüğü ilâhi vahiyden doğru yolu gösteren bir demettir. Bunda herhangi
bir tutarsızlık ve bir çelişki bulunamaz. Aksine tek bir konu imiş gibi
âyetler adeta birbiriyle sarmaş dolaş olmuştur.
Şeyh ez-Zerkani
de şöyle diyor: “Herbir sûrede yahut herbir bölümde bulduğumuz bu son derece
letafetli içiçeliğin Kur’ân okuyanın lezzet alışında, onu dinleyenin şevke
getirilmesinde, yararlanacak olanın çeşitli şekillerde ondan fayda
sağlamasında çok büyük bir etkisi vardır. Kur’ân-ı Kerim'in herbir bölümü
pek güzel bir bahçeye ne kadar benziyor! İnsan bu bahçenin dalları arasında
gezinirken hertürlü meyveden istifade eder ya da Kur’ân-ı Kerim'i çok
çeşitli yemeklerle dolup taşan bir sofraya da benzetebiliriz. Aç olan bir
kimse ihtiyaç duyduğu şekilde bütün çeşitlerden doyar."
Dr. Muhammed
Abdullah Derrâz diyor ki: Birbiriyle insicamlı uzunca bir sûreyi okuduğunuz
zaman, bilgisiz bir kimse bu sûrenin içi boş anlamlarla gelişigüzel
düzenlendiğini, gelişigüzel bir şekilde dağınık ifadelerin bir araya
getirildiğini zanneder. Oysa düşünülecek olursa onun birbiriyle sıkı sıkıya
bağlı tek bir yapı olduğu anlaşılır. Onun yapısı belli esas ve ilkeler
üzerinde yükselen genel maksatlardan vücuda gelmiştir. Onun herbir esası
üzerinden pekçok bölüm ve kısım bina edilmiştir. Bizler onun parçaları
arasında dolaşıp dururken tıpkı tek bir binadaki odalar ve salonlar arasında
geçiş yapar gibi oluyoruz. Bu binanın projesi bir defada ortaya koyulmuştur.
Hiçbir zaman yapılan bölümlemelerden ve bu bölümler arasındaki uyumdan
ortaya çıkan manzara hiçbir şekilde yadırganmaz. Bir yoldan öbürüne geçerken
herhangi bir ayrılık hissedilmez. Aksine çeşitli türler arasında tam bir
kaynaşma görülür. Aynı cinsin bireyleri arasında sonsuz kaynaşma ve
benzerlik görüldüğü gibi.
Bütün bunların
ötesinde sûrenin geneli belli bir istikamette yolunu alır, sûre bütünüyle
özel bir maksadı gerçekleştirir. Tıpkı vücudun tek bir yapı olması ve
organlarının çeşitli görevlerine rağmen genel yapısı ile tek bir maksadı
yerine getirmek üzere birbiriyle dayanışması gibi.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Hala onlar
Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkasından
gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı."
(en-Nisâ, 4/82)
1-
Taberî bu âyetin tefsirinde şunları söylemektedir: Şanı yüce Allah: "Hala
onlar Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?" buyruğunda şunu
kastetmektedir: Ey Muhammed! Senin söylediklerinden başka şeyleri geceleyin
planlayanlar Allah'ın kitabı üzerinde iyiden iyiye düşünerek sana itaat
etmek ve emrine uymak hususunda Allah'ın onlara karşı ortaya koyduğu bu
delili bilmeyecekler mi? Senin Rableri tarafından kendilerine getirmiş
olduğun, sana indirilen bu kitabın manalarının uyumu, hükümlerinin
birbirleriyle uygunluğu, bir bölümünün diğer bir bölümünü tasdik ile
desteklemesi, bir kısmının diğer kısmını hak oluşuna tanıklık etmesini
görmüyorlar mı? Hiç şüphesiz eğer Allah'tan başkası tarafından gelmiş
olsaydı, hükümleri arasında farklılıklar ortaya çıkar, anlamları birbiriyle
çelişir, bir bölümü diğer bir bölümünün bozukluğunu, tutarsızlığını açıkça
ortaya koyardı.
İbn Cerir,
Katade'den senedini kaydederek şunları söylediğini nakletmektedir: "Yani
Allah'ın sözü arasında tutarsızlık olmaz. O haktır, onda bâtıl yoktur. Asıl
insanların sözleri arasında tutarsızlık olur."
İbn Zeyd'den de
senedini kaydederek şunları söylediğini nakletmektedir: "Kur'an'ın bir
bölümü, diğer bir bölümünü yalanlamaz. Eğer insanlar herhangi bir hususunu
bilmeyecek olurlarsa şüphesiz ki bu onların akıllarının eksikliği ve
bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır dedikten sonra yüce Allah'ın: "Eğer
o Allah'tan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok
şeyler bulurlardı." (en-Nisâ, 4/82) buyruğunu okudu.
(Devamla) dedi
ki: O halde mü'minin görevi; "hepsi Allah tarafındandır" diyerek müteşâbih
olanına iman etmeli. Onun bir bölümünü, diğer bir bölümü ile
çatıştırmamalıdır. Herhangi bir hususu bilmeyecek ve anlamayacak olursa:
Allah'ın dediği haktır demeli, yüce Allah'ın, söylediği bir sözü nakz
etmeyeceğini bilmeli ve Allah'tan gelenin hakikatine iman etmelidir."
2- Hafız İbn
Kesîr de âyetin tefsirinde şunları söylemektedir:
"Yüce Allah
onlara Kur’ân-ı Kerim üzerinde iyice düşünmelerini emrederek, ondan yüz
çevirmelerini, muhkem anlamlarını beliğ lafızlarını kavramaya çalışmaktan
yüz çevirmeyi yasaklayarak Kur’ân-ı Kerim'in lafızları arasında herhangi bir
tutarsızlık, bir çelişki ve bir çatışma olmayacağını haber vermektedir.
Çünkü o hikmeti sonsuz ve her türlü hamde layık olan tarafından
indirilmiştir. Dolayısıyla o, haktan gelen bir haktır. Bundan dolayı yüce
Allah: "Onlar Kur'an'ı iyiden iyiye düşünmezler mi? Yoksa kalpleri
üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24) diye buyurmaktadır.
Daha sonra yüce
Allah: "Eğer Allah'tan başkasından gelseydi" yani cahil müşrik ve
münafıkların içten içe söyledikleri gibi uydurulmuş bir kitap olsaydı, onda
birçok tutarsızlıklar yani çelişkiler, birbirini tutmaz ifadeler bulurlardı.
Bu da; bu kitap her türlü tutarsızlıktan uzak olduğuna göre Allah tarafından
gelmiş bir kitaptır demektir. Nitekim yüce Allah ilimde derinleşmiş kimseler
hakkında: "Biz ona inandık. Hepsi Rabbimiz nezdindendir." (Al-i
İmran, 3/7) dediklerini aktarmaktadır. Yani biz onun muhkemi
ile müteşabihin
ile hak olduğuna inandık. Bundan dolayı müteşabih buyrukları muhkemin
ışığında anlayarak hidâyet bulmuşlardır. Kalplerinde eğrilik bulunanlar ise
muhkem olanı müteşabihin ışığında anlamaya çalıştıklarından sapıtmışlardır.
Bu sebeple yüce Allah ilimde derinleşmiş olanları överken kalplerinde
eğrilik olanları yermiş bulunmaktadır.
3-
Şatıbî de şunları söylemektedir: Kur’ân-ı Kerim'in özü itibariyle
tutarsızlık ihtiva etmediği sabit olduğuna göre ihtilafa düşenlerin tümü
arasında hakem olması da doğru bir hüküm olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü o
aslı itibariyle hak olan bir hususu ortaya koymaktadır. Hak ise kendi yapısı
içerisinde tutarsızlık göstermez. Dolayısıyla mükellef kimseler arasında
ortaya çıkan herbir ihtilâf hakkında Kur’ân hüküm verecek konumdadır. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah'a ve
âhiret gününe inanıyorsanız herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz,
onu Allah'a ve Rasûlüne götürünüz. Bu hem hayırlı, hem de sonuç itibariyle
daha güzeldir."
(en-Nisâ, 4/59)
İşte bu buyruk,
bu kitapta hakkın oldukça açık olduğunun, ondaki açıklamaların her türlü
rahatsızlığa şifa olacağının, onun dışında onun yerini tutacak hiçbir şey
olmadığının açık bir delilidir. Esasen ashab-ı kiram da böyle
davranmışlardır."
1-
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim'e pekçok isim vermiştir. Bunlardan bazıları:
Kur'an, Furkan,
Kitap, Tenzîl... Bu isimlerin Kur’ân-ı Kerim'den delilleri de vardır.
2-
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim'i çeşitli âyetlerde birtakım vasıflarla
nitelendirmiştir. Bu vasıfların bazıları şunlardır: Bu hidâyet, öğüt, şifa,
rahmet, mübarek, mübin, buşra, aziz, mecid, beşir, nezir, kerim ve
ahsenu’l-hadistir.
Yüce Allah
kitab-ı azizini nitelendirirken şunları söylemektedir:
"Allah sözün en
güzelini müteşâbih, tekrar edilen (mesânî) bir kitap halinde indirmiştir.
Ondan dolayı Rablerine kalbten saygı duyanların derileri ürperir. Sonra
Allah anıldığı için derileri ve kalpleri yumuşar. Bu Allah'ın hidayetidir.
Onunla dilediğine hidayet verir."
(ez-Zümer, 39/23)
Sözün en güzeli:
En beliği, en doğrusu ve en mükemmeli Kur’ân'dır demektir.
Müteşâbih:
Mucize oluşu, hidâyete iletmesi ve özellikleri itibariyle güzellikte bir
kısmı, diğer kısmına benzer.
Tekrar edilen
(mesânî): Kendisinde hükümler, öğütler, kıssalar ve adaba dair hükümler
tekrar edilmiştir.
Derileri
ürperir: Deriler titrer ve harekete geçer.
Derileri
yumuşar: Huzur ve sükûn bulur, yumuşak olup sıkıntılı olmaz.
3-
Kur’ân-ı Kerim'in niteliklerine dair bir dereceye kadar zayıf olmakla
birlikte anlamları itibariyle sahih olan birtakım hadisler de varid
olmuştur.
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
a.
"Şüphesiz bu Kur’ân Allah'ın bir ziyafetidir. Onun ziyafetini gücünüz
yettiğince öğreniniz. Gerçekten bu Kur’ân Allah'ın ipidir. O apaçık nurdur,
fayda veren şifadır. Ona sımsıkı sarılan korunur, ona uyan kurtulur. O
herhangi bir şekilde eğriltilmez ki doğrultulsun. Sapmaz ki düzeltilsin.
Onun hayret verici özellikleri bitip tükenmez. Çokça okunduğundan ötürü
eskiyip yıpranmaz. Onu okuyunuz, çünkü Allah onu okumanız dolayısıyla herbir
harf için size on hasene mükâfat verir. Ben "elif, lam, mim" bir harftir,
demiyorum fakat elif için on, lam için on, mim için on (hasene) ecir
verilir."
b.
"Şunu bilin ki, pek yakında birtakım fitneler başgösterecektir.” Ben:
“Peki o
fitnelerden kurtuluş ne ile olacaktır” diye sordum. Peygamber:
“Allah'ın kitabı
(ile)”
diye buyurdu. “Allah'ın kitabı: Onda sizden öncekilerin bilgisi, sizden
sonrakilerin haberi, aranızdaki (anlaşmazlık)ların hükmü vardır. O hakkı
batıldan ayırdeder, o ciddiyetsiz (bir söz) değildir. O öyle bir kitaptır
ki, bir kimse zorbalık ederek onu terkedecek olursa Allah onun belini kırar.
Her kim onun dışında hidâyet arayacak olursa Allah onu saptırır. O Allah'ın
sapasağlam ipidir. O hikmeti sonsuz zikirdir, o sırat-ı müstakimdir. O
hevaların saptıramadığı ve dillerin onunla karışmadığı bir kitaptır. Alimler
ondan doymaz. Çokça okunduğundan ötürü yıpranmaz. Hayret verici özellikleri
bitip tükenmez. O cinlerin, işittikleri vakit: "Gerçekten biz hayrete
düşüren bir Kur'an dinledik." (el-Cin, 72/1) demekten kendilerini
alıkoyamadıkları bir sözdür. O gereğince söz söyleyenin doğru söylediği,
gereğince hükmedenin adalet yaptığı, gereğince amel
edenin ecir
kazandığı bir kitaptır. O kitaba davet eden de, sırat-ı müstakime iletilir."
1-
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine
verdiğimiz kitabı gereği gibi okuyanlar (var ya) işte bunlar ona
(kitaplarına) iman ederler."
(el-Bakara, 2/121)
Kitabı gereği
gibi okumak, helalini helal, haramını haram kabul edip indirildiği gibi
okumak demektir.
2-
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Kur'an'ı
okuyunuz. Çünkü o kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak
gelecektir."
3-
Yine Nebi Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:
"Her kim
Kur’ân'ı okuyup gereğince amel ederse onun anne-babasına kıyamet gününde
dünya evlerindeki güneş ışığından daha güzel bir taç giydirilecektir. Peki
ya onunla amel eden hakkındaki düşünceniz nedir?"
4-
Yine Nebi Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz
Allah'ın insanlar arasından ahalisi vardır.”
“Onlar kimlerdir
ey Allah'ın Rasûlü?” diye sordular. O:
“Bunlar Kur’ân
ehlidirler, bunlar Allah'ın ehli ve özel kimseleridir”
diye buyurdu."
5-
Yine Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kur'an okumakta
maharetli bir kimse hayırlı, şerefli meleklerle birliktedir. Kur’ân'ı okuyup
da onda zorlanan ve Kur’ân okuması kendisine ağır gelen kimsenin de iki ecri
vardır."
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Sana kitabı
indiren odur. Onun bir kısım ayetleri muhkemdir, bunlar kitabın anasıdır.
Diğer bir kısmı da müteşabihtir ama kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf
fitne aramak ve onu te’vil etmeye kalkışmak için onun müteşabih olanına
uyarlar. Halbuki onun (müteşabih ayetlerin) te’vilini Allah'tan başkası
bilmez. İlimde derinleşmiş olanlar ise: 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz
nezdindendir' derler. Olgun akıllılardan başkası ibretle düşünemez."
(Al-i İmran, 3/7)
A-
Te’vil: Tefsir anlamındadır. Bu anlamı anlaşılıncaya kadar lafzın kendisi
ile açıklandığı sözdür. İbn Cerir, Taberî ve benzeri müfessirlerin
ıstılahında çoğunlukla anlaşılan budur.
B-
Te’vil: Sözün sonunda varıp dayandığı hakikat demektir. Buna göre yüce
Allah'ın kendi zatı ve sıfatlarına dair haber verdiği hususlar, mukaddes
zatının hakikati ve zatının taşıdığı sıfatların hakikatleridir. Allah'ın
âhiret günü hakkında bildirdiklerinin te’vili ise âhiret gününde olacak
şeylerin kendileridir.
1-
Yüce Allah'ın: "Ama kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve
onu te’vil etmeye kalkışmak için onun müteşabih olanına uyarlar. Halbuki
onun te’vilini Allah'tan başkası bilmez." buyruğu üzerinde durak
yapanlar ve "ilimde derinleşmiş olanlar" buyruğunu da yeni bir cümle
olarak değerlendirenler bu haliyle te’vilin ikinci anlamını kastetmiş
olurlar. Yani sözün sonunda ulaşacağı hakikat demek olur. O halde yüce
Allah'ın zatının hakikati, künhü, isim ve sıfatlarının keyfiyeti ve
vaadolunanların hakikatini Allah'tan başka hiç kimse bilemez.
2-
Yüce Allah'ın: "Halbuki onun te’vilini Allah'tan ve ilimde derinleşmiş
olanlardan başkası bilmez" buyruğunun başında yer alan vav’ı atıf için
kabul edip, istinaf (yeni bir cümle başı) olmadığını söyleyip, burada vakıf
yapanlar ise bununla te’vilin birinci manası olan tefsiri kastetmiş olurlar.
Buna göre Mücahid'den o müteşabih olan buyrukların te’vilini bilir diye
bahsedildiği takdirde maksat onun tefsirini bildiğidir.
Böylelikle sonuç
itibariyle her iki görüş arasında bir çelişki olmadığı açıkça ortaya çıkar.
Mesele te’vilin anlamı ile ilgili görüş ayrılığı ile alakalıdır.
3-
İbn Abbas Radıyallahu anh dedi ki: Tefsir dört türlüdür:
1.
Anlaşılması hususunda kimsenin mazeretinin kabul edilmeyeceği tefsir. (Helal
ve haramı bilmek gibi)
2.
Arapların dillerinden anlamını bildikleri tefsir. (İlahın manasının mabud
anlamına geldiğini bilmek gibi)
3.
İlimde derinleşmiş olanların bildikleri tefsir. (İstivânın uluv: Üstüne
çıkmak anlamına geldiğini bilmek gibi)
4.
Allah'tan başkasının bilmediği tefsir. (Yüce Allah'ın zatının ve
sıfatlarının keyfiyetini bilmek gibi)
C-
Zemmedilmiş te’vil; sözü tercih edilen ihtimali bırakıp, beraberindeki bir
delil dolayısıyla tercih olunmayan ihtimale göre yorumlamaktır. Sıfatlara
dair nassların te’vili hususunda müteahhir (sonraki) ilim adamlarının
çoğunluğunun kastettikleri te’vil budur. Onların böyle bir te’vile
sığınmalarının sebebi, kendi kanaatlerine göre yüce Allah'ı yaratılmışlara
benzemekten tenzih etmekte aşırıya kaçmalarıdır. Bu ise batıl bir iddia olup
onları kendisinden kaçtıkları tehlikenin bir benzerine ya da daha ağır bir
tehlikeye düşürmüştür. Çünkü onlar mesela "yed: el" i kudret ile te’vil
ettikleri vakit yaratana el nisbet etmekten kaçmak istemişlerdir. Çünkü
yaratılmışların da bir eli vardır. Bu sefer “el” lafzı onlara müteşabih
görününce kudret diye onu te’vil etmişlerdir. Bu ise onların bir
çelişkisidir. Zira onların kabul ettikleri mana hakkında da iddialarının bir
benzerini kabul etmek zorundadırlar. Yani onların reddettikleri manayı kabul
etmek zorunda kalırlar. Çünkü kulların da bir kudreti vardır. (O halde Allah
ile yaratılmışlar arasında benzerlik sözkonusudur.) Eğer onların tespit
ettikleri kudret hak ve mümkin bir şey ise, dolayısıyla yüce Allah için eli
kabul etmek de aynı şekilde hak ve mümkündür. Eğer yüce Allah hakkında eli
kabul etmek -onların iddialarına göre teşbihi gerektirdiğinden ötürü- batıl
ve imkansız bir şey ise, aynı şekilde kudreti kabul etmek de batıl ve
imkansızdır. Dolayısıyla böyle bir lafız tercihe değer ihtimal bırakılarak
tercih olunmayan bir ihtimale göre yorumlanır anlamı ile müevveldir (tevil
edilir), demek caiz olmaz. Selefin ve başkalarının ileri gelen alimlerinden
te’vil yapanların yerildiğine dair nakledilmiş rivayetler işte kendileri
için müteşabih görünen lafızları -başkaları için müteşabih olmamakla
birlikte- olmadık şekilde te’vil eden bu gibi kimseler hakkındadır.
Sapanların
müteşâbih buyruklara karşı tutumlarını yüce Allah'ın sapanlar hakkındaki:
"Ama kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve onu te’vil etmeye
kalkışmak için onun müteşâbih olanına uyarlar." buyruğu;
İlimde
derinleşmiş olanların tutumunu da:
"İlimde
derinleşmiş olanlar ise: Biz ona inandık, hepsi Rabbimizin nezdinderdir
derler."
buyruğu açıklamış bulunmaktadır.
Buna göre
kalplerinde eğrilik bulunanlar bu müteşabih âyetleri yüce Allah'ın kitabına
dil uzatmak için ve insanları bu kitaptan uzaklaştırıp, yüce Allah'ın
kastetmediği şekilde te’vil etmek için bir yol edinirler. Böylece kendileri
de saparlar, başkalarını da saptırırlar.
İlimde
derinleşmiş olanlar ise yüce Allah'ın kitabında yer alan bütün buyrukların
hak olduğuna, onda herhangi bir tutarsızlık ve bir çelişki olmadığına iman
ederler. Çünkü o kitap Allah'tan gelmiştir.
"Eğer o
Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok
şeyler bulurlardı."
(en-Nisâ, 4/82)
Müteşabih olarak
gelen buyrukları da hepsi muhkem olsun diye muhkem buyrukların ışığında
anlarlar.
1-
Birinci örnek hakkında şöyle derler: Şüphesiz yüce Allah'ın gerçek anlamda
onun celal ve azametine yakışan fakat yaratılmışların ellerine benzemeyen
elleri vardır. Tıpkı onun yaratılmışların zatına benzemeyen bir zatının
bulunduğu gibi. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onun benzeri
hiçbir şey yoktur. O herşeyi işitendir, görendir."
(eş-Şûrâ, 42/11)
Yüce Allah'ın
arşının üstünde oluşu da onun celaline layık bir şekildedir.
Yarattıklarından hiçbir kimse ona benzemez. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Rahman arşa istivâ etti." (Tâhâ, 20/5)
2-
İkinci örnek hakkında da şöyle derler: İyilik de, kötülük de yüce Allah'ın
takdiri iledir, fakat iyiliğin sebebi yüce Allah'ın kullarına lütufta
bulunmasıdır. Kötülüğün sebebi ise kulun kendi fiilidir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Size isabet
eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir, çoğunu da
affeder."
(eş-Şûrâ, 42/30)
Burada kötülüğün
kula izafe edilmesi bir şeyin sebebine izafe edilmesi türündendir. Yoksa onu
takdir edene izafet edilmesi türünden değildir. İyiliğin ve kötülüğün yüce
Allah'a izafe edilmesi ise, bir şeyin o şeyi takdir edene izafe edilmesi
türündendir. Böylelikle iki âyet arasında tutarsızlık olduğu vehmi ortadan
kalkmaktadır. Çünkü (ilgili âyetlerde) izafet cihetleri farklı farklıdır.
3-
Üçüncü örnek hakkında da şöyle derler: Peygamber Salallahu aleyhi
vesellem kendisine indirilen buyruklar hakkında asla şüphe etmemiştir.
Hatta o, onu en iyi bilen ve aralarında yakîni (kendisine indirilenlere
kesin inancı) en güçlü olan odur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: 'Ey
insanlar, eğer benim dinimden bir şüphe içinde iseniz (bilin ki), ben sizin
Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam."
(Yunus, 10/104)
Yani eğer sizin
bu kitap hakkında bir şüpheniz varsa ben onun hakkında kesin bir kanaate,
bir inanca sahibim. Bundan ötürü sizin Allah'tan başka taptıklarınıza
tapmam, aksine onları inkâr ediyor, Allah'a ibadet ediyorum.
Yüce Allah'ın:
"Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen..." (Yunus, 10/94) buyruğu
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'in şüphe etmesinin mümkün
olduğunu yahut fiilen şüphe etmiş olmasını gerektirmez. Nitekim yüce
Allah’ın: "De ki: Rahman’ın bir evladı olsaydı, ibadet edenlerin ilki ben
olurdum." (ez-Zuhruf, 43/81) buyruğundaki bu ifadeler yüce Allah'ın
evlat sahibi olmasının mümkün ya da fiilen vukua gelmiş olması gerektirir
mi?
Asla! Böyle bir
şey yüce Allah hakkında ne mümkündür, ne de husule gelmiştir. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Halbuki
Rahman’a evlat edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Rahmanın
huzuruna ancak kul olarak gelecektir."
(Meryem, 19/92-93)
Yüce Allah'ın:
"O halde sakın şüphe edenlerden olma." (Yunus, 10/94) buyruğu,
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'in gerçekten şüphe etmiş
olmasını gerektirmez. Çünkü bir şeyi yasaklamak bazan o işi hiçbir şekilde
yapmayana da yöneltilebilir. Nitekim yüce Allah: "Allah'ın ayetleri sana
indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar ve (insanları)
Rabbine davet et, asla müşriklerden olma." (el-Kasas, 28/87) buyruğuna
dikkat edelim. Bilindiği gibi onlar Peygamber efendimizi Allah'ın
âyetlerinden alıkoyamadılar. Peygamber Salallahu aleyhi vesellem de
hiçbir şekilde şirk koşmamıştır. Böyle bir işi yapmayana, böyle bir yasak
koymaktan maksat, bu işi yapanları ayıplamak ve tuttukları yolda gitmekten
onları sakındırmaktır. Bu yolla müteşabihlik ve Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem'e hakkında yakışmayan zan ihtimali ortadan kalkmaktadır.
Kur'an-ı
Kerim'deki müteşabihlik iki çeşittir:
Birincisi,
gerçek müteşabihlik olup, insanların bilmelerine imkan bulunmaz. Yüce
Allah'ın sıfatlarının gerçek mahiyetini bilmek gibi. Bizler her ne kadar bu
sıfatların anlamını biliyor isek de bunların hakikatlerini ve keyfiyetlerini
bilemeyiz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar ise
bilgileriyle onu kuşatamazlar."
(Tâhâ, 20/110)
"Gözler onu
idrak edemez. O ise bütün gözleri kuşatmıştır. O lütuf sahibidir, herşeyden
haberdardır."
(el-En'âm, 6/103)
Bu sebeple İmam
Malik (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'e yüce Allah'ın: "Rahman arşa
istivâ etti." (Taha, 20/5) buyruğu ile ilgili olarak: Nasıl istivâ etti,
diye sorulunca şu cevabı vermiştir: İstiva bilinmeyen bir şey değildir.
Fakat keyfiyetini aklımızla kavrayamayız, ona iman etmek farzdır, buna dair
soru sormak ise bid'attir.
Bu tür
müteşabihin bilgisine ulaşmaya imkân bulunmadığından ötürü açıklanmasına
dair soru sorulmaz.
İmam Malik'in
sözünden istivânın keyfiyetinin/nasıllığının bizim için bilinmez olduğu
fakat istivânın sözlük anlamı itibariyle yücelik ve üstte oluş anlamına
geldiği bilinmektedir.
İkinci tür ise
nisbî müteşâbihtir. Bu da bazı insanlar için müteşâbih olmakla birlikte,
bazıları için böyle olmayan buyruklardır. Buna göre ilimde derinleşmiş
olanlar tarafından bilinirken, başkaları bunu bilemezler. Bu tür müteşâbihin
açıklanmasına dair soru sorulabilir. Çünkü bunun bilgisine ulaşmak
mümkündür. Zira Kur’ân-ı Kerim'de anlamı hiçbir kimse tarafından
anlaşılmayacak buyruk bulunmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bu insanlar
için bir açıklama, takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür."
(Âl-i İmran, 3/138)
"Ve biz sana bu
kitabı herşeyi açıklayan... olmak üzere kısım kısım indirdik."
(en-Nahl, 16/89)
"O halde biz onu
okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy. Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz
bize aittir."
(el-Kıyame, 75/18-19)
"Ey insanlar!
Size Rabbinizden bir burhan (apaçık delil ve belge) geldi. Size apaçık bir
nur da indirmişizdir."
(en-Nisâ, 4/174)
Bu türün
örnekleri pek çoktur. Yüce Allah'ın: "Onun benzeri hiçbir şey yoktur."
(eş-Şura, 42/11) buyruğu bu kabildendir. Çünkü ta'til ehli (Allah'ın
sıfatlarını kabul etmeyenler) bu buyruktan yüce Allah'ın sıfatlarının
bulunmadığı anlamını çıkarmışlar ve sıfatlarının olmasını onun
yaratılmışlara benzemesini gerektireceği iddiasında bulunarak Allah'ın
sıfatlarının bulunduğuna delalet eden pekçok âyet-i kerimeden yüz
çevirmişlerdir. Anlamın aslını kabul etmenin benzerliği gerektirmediğini de
kabul etmemişlerdir.
Buna örnek yüce
Allah'ın şu buyruğudur:
"Kim bir mü'mini
kasten öldürürse cezası orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona
gazap etmiş, lanet etmiş ve ona pek büyük bir azap hazırlamıştır."
(en-Nisâ, 4/93)
Onlar bu
husustaki tehdit konusunda şüpheye düşmüş (buyruk onlara müteşâbih gelmiş)
ve ondan kasten mü'mini öldüren kimsenin cehennemde ebedî kalacağını
anlayarak, bunu büyük günah işleyen herkes için geçerli kabul edip şirkten
aşağı herbir günahın (azabının) yüce Allah'ın meşietine bağlı olduğuna
delâlet eden başka âyetlerden yüz çevirmişlerdir.
Bunlardan birisi
de yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Bilmez misin ki
Allah, gökte ve yerde olan herşeyi bilir. Şüphesiz ki bunlar bir kitaptadır.
Gerçekten bu Allah'a çok kolaydır."
(el-Hac, 22/70)
Cebriyeciler bu
buyruktan ötürü şüpheye düşerek ondan kulun amelini işlemeye mecbur olduğu
anlamını çıkartmışlar ve kulun onun bu işi yapmaya herhangi bir irade ve
kudretinin sözkonusu olmadığını iddia ederek, kulun bir irade ve kudret
sahibi olduğunu ve yine kulun fiillerinin ihtiyarî olan ve olmayan olmak
üzere iki tür olduğunu ortaya koyan âyetlerden yüz çevirmişlerdir.
İlimde
derinleşmiş olan akıl sahibi kimseler ise, müteşâbih olan bu tür âyetlerin
anlamlarını nasıl açıklayacaklarını, diğer âyetlerle bağdaşan bir şekilde
nasıl anlamlandıracaklarını bilirler. Böylelikle Kur’ân-ı Kerim'in tamamı
müteşabihi bulunmayan muhkem bir kitap olarak karşımıza çıkar.
Eğer Kur’ân
bütünüyle muhkem olsaydı, onu tasdik ve gereğince amel etmek ile denemek
şeklindeki hikmeti ortadan kalkardı. Çünkü anlamı açıkça ortada olur, onun
tahrif edilmesine ve fitne kastı ile onu olmadık şekilde te’vil etmek
maksadıyla müteşabih olanına sarılmaya imkân kalmazdı. Eğer tümü müteşabih
olsaydı, onun insanlar için bir açıklama ve bir hidâyet olması sözkonusu
olmazdı. Gereğince amel edilemez ve üzerine sağlıklı bir akide kurulamazdı.
Fakat yüce Allah hikmeti gereği onun birtakım âyetlerini muhkem kılmıştır.
Müteşabihlerin görülmesi halinde bunlara başvurulur. Diğer bir kısım
âyetlerini de müteşabih kılmıştır. Bunların böyle olması ise imanında samimi
olan ile kalbinde eğrilik bulunanların birbirlerinden ayırdedilmesi amacıyla
imtihan edilsinler diyedir. Çünkü imanında samimi olan bir kimse Kur’ân'ın
bütünüyle yüce Allah tarafından geldiğini bilir. Allah'tan gelen ise haktır.
Onda batıl ya da çelişkinin bulunmasına imkân yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Önünden de,
arkasından da bâtıl ona erişemez. (Çünkü o) hikmeti sonsuz, her hamde layık
olan tarafından indirilmiştir."
(Fussilet, 41/42)
"Eğer o
Allah'tan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok
şeyler bulurlardı."
(en-Nisâ, 4/82)
Kalbinde eğrilik
bulunan kimse müteşabihi muhkem buyrukları tahrif etmek ve haberler hakkında
şüphe uyandırmakta ve ahkama karşı büyüklenmek hususunda hevâya tabi olmaya
vesile edinir. Bundan dolayı itikad ve amel bakımından sapıtmış pekçok
kimsenin bu sapıklıklarına bu tür müteşabih âyetleri delil gösterdiklerini
görüyoruz.
Aişe
Radıyallahu anha'dan dedi ki: Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem
şu: "Sana kitabı indiren odur. Onun bir kısım ayetleri muhkemdir. Bunlar
kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir. Ama kalplerinde eğrilik
bulunanlar sırf fitne aramak ve onu te’vil etmeye kalkışmak için onun
müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun te’vilini Allah'tan başkası bilmez.
İlimde derinleşmiş olanlar ise: 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz
nezdindendir' derler. Olgun akıllılardan başkası ibretle düşünemez."
(Al-i İmran, 3/7) âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Eğer sen onun
müteşabih olanlarına tabi olanları görecek olursan işte Allah'ın sözünü
ettiği kimseler onlardır, sen de onlardan sakın."
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Muhakkak ki
bunda kalbi olan veya kendisi şahid olarak (gafil olmayıp) dikkatle kulak
veren kimse için elbette öğüt vardır."
(Kaf, 50/37)
Kur'an'dan
yararlanmak istiyorsak onu okuduğumuz vakit bütün dikkatlerimizi toplamalı,
ona iyice kulak vermeli ve ona muhatap olanın uyanıklığı ile dinlemeliyiz.
Çünkü o şanı yüce Rabbimizin Rasûlü aracılığıyla bize hitabıdır.
Etkinin tamam
olması, bu etkiyi gerektiren bir etken, bu etkiyi kabul eden bir yer, bu
etkinin meydana gelmesi için bir şart ve bu etkiyi önleyen hususların
bulunmamasına bağlı olduğundan ötürü, âyet-i kerime bütün bunları en özlü,
en açık ve maksada en çok delalet eden lafızlarla dile getirmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Muhakkak ki bunda... bir öğüt vardır." buyruğu Kaf sûresinin
başından buraya kadar geçen bütün hususlara bir işarettir. İşte etken budur.
"Kalbi olan"
buyruğu da bu etkiyi kabul edecek, etkilenecek yeri ifade eder. Bundan
maksat ise, Allah'tan gelen buyrukları akleden, anlayan diri kalptir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O ancak bir
zikir (öğüt) ve apaçık bir Kur'andır. Diri olan kimseleri korkutup, uyarması
içindir."
(Yasin, 36/69-70)
Burada diriden
kasıt da kalbin diri olmasıdır.
Yüce Allah'ın:
"Dikkatle kulak veren kimse" buyruğunda, kendisine söylenenlere kulak
veren, söylenenleri iyice dinleyen kimse kastedilmektedir. Bu da sözden
etkilenmek için bir şarttır.
"Şahit olarak"
kalbi gafil olarak değil de kalbi hazır olarak dinleyen demektir.
İbn Kuteybe
diyor ki: Sen kalbi ve anlaması hazır bir halde iken Allah'ın kitabına kulak
ver. Onu dinlerken gaflet ve yanılma içerisinde olma.
İşte bu etkinin
gerçekleşmesini önleyen engele işarettir. Bu engel kalbin yanılması,
kendisine söylenenleri akletmeyip, onlar hakkında düşünme ve tefekkürü
terketmesidir.
Buna göre etken
olan Kur’ân-ı Kerim, etkiyi kabul eden yer olan diri kalp bulunur, dinlemek
olan şart var olur, kalbin başka şeylerle meşgul olması ve hitabın
anlamından uzaklaşması ve başka bir şeye yönelmesi demek olan anlamayı
engelleyen hususta bulunmazsa etki gerçekleşir. Bu etki ise Kur’ân-ı Kerim
ile yararlanmak ve ondan öğüt ve ibret almaktır.
Yüce Allah:
"Kur'ân'ı da tane tane, anlaşılır bir sûrette oku." (el-Müzzemmil, 73/4)
diye buyurmaktadır. Onu ağır ağır, acele etmeden oku! Böylesi Kur’ân'ı
anlamana ve onun üzerinde iyice düşünmene yardımcı olacaktır.
Um Seleme'ye,
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'in Kur’ân okuyuşu hakkında soru
soruldu da o, şöyle dedi:
Peygamber
Salallahu aleyhi vesellem Kur’ân okumasını âyet âyet bölerdi. (Şöyle):
"Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile. (der ve dururdu) Hamd alemlerin Rabbi
Allah'ındır. (der ve dururdu) Rahman, rahim(dir). (der ve dururdu) Din
gününün maliki(dir.)..."
Kur'an'ın tertil
ile (ağır ağır ve tane tane) okunması, sesin güzelleştirilmesi ve okurken
acele etmemek müstehabtır.
Nebi
Salallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Kur'an'ı
seslerinizle güzelleştiriniz. Çünkü güzel ses Kur’ân'ın güzelliğini
arttırır."
İbn Mesud dedi
ki: "Kur'an'ı kum tanelerini saçar gibi saçmayınız. Şiir okur gibi alelacele
okumayınız. Hayret verici buyrukları üzerinde durunuz, onunla kalbleri
harekete getiriniz. Sizden herhangi bir kimsenin bütün gayesi sûreyi
bitirmek olmasın."
Kur'an okumanın
bitirilmesinden sonra "sadakallahulazîm" demek caiz değildir. Çünkü Kur’ân
okumak bir ibadettir. Ona şari tarafından nassın varid olması hali dışında
bir şey ilave etmek caiz değildir. Bu hususta ise herhangi bir şey varid
olmamıştır.
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem İbn Mesud'dan Kur’ân dinlemiştir. O yüce
Allah'ın: "...Bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman halleri
nice olur." (en-Nisa, 4/41) buyruğuna varınca Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem ona: "Bu kadar yeter" dedi.
Fakat İbn Mesud "sadakallahulazim" demediği gibi, Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem da ona bunu söylemesini emretmemiştir.
Bu bid'at bir
sünneti ortadan kaldırmış, ölümüne sebep olmuştur. Bu da Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem'in şu buyruğunda sözünü ettiği gibi dua
etmektir: "Kur'an okuyan kimse onunla Allah'tan dilekte bulunsun."
O halde Kur’ân
okuyan bir kimse kıraatinden sonra dilediği şekilde dua etsin ve okuduğu ile
Allah'a tevessül etsin. Çünkü o duanın kabulüne sebep teşkil eden salih
ameller arasındadır. Şu duayı okumak da münasiptir:
“Allah'ım, ben
senin kulunum, senin kölenin ve cariyenin oğluyum. Alnım senin elindedir.
Hükmün bende geçerlidir. Hakkımdaki hükmün de adalettir. Kendi zatına isim
olarak verdiğin yahut kitabında indirdiğin yahut kullarından birisine
öğrettiğin yahut gayb ilminde nezdinde kendine sakladığın herbir isim ile
senden istiyorum: Kur’ân-ı Kerim'i kalbimin baharı, gözümün nuru, kederimi
yok eden, üzüntümü, gamımı gideren kıl!"
Muslim'in
rivayet ettiği sahih bir hadis olan bu buyruk Kur’ân okuyanları iki kısma
ayırmaktadır:
1-
Kur’ân'ı okuyan ve kıyamet gününde Kur’ân'ın lehine delil teşkil edeceği
kimse Kur’ân'ın emirlerini yerine getiren, yasaklarından uzaklaşarak
helalini helal, haramını haram bilen, Kur’ân gereğince hüküm veren, onun
hükmüne başvuran, hükmüne razı olan, yüce Allah'ın: "(Bu) ayetlerimi
düşünsünler, tam akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır
ve bereketi bol bir kitaptır." (Sad, 38/29) buyruğu ile amel ederek
anlamları üzerinde iyice düşünen, onu çokça okuyup ezberleyen, başkasından
dinleyen, bilhassa Kur’ân-ı Kerim yayını yapan radyolardan ve Sıddık
Minşavî, Husari ve daha başka meşhur Kur’ân okuyucularının kasetlerini çokça
dinleyerek ailesi ile birlikte onun tilavetinden ve tefsirinden faydalanan,
yüce Allah'ın: "Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahidden dolayı
sorumluluk vardır." (el-İsra, 17/34) buyruğunu okuyup yahut
dinlediğinde, Rabbine ve kardeşlerine olan ahidlerini ve vaadlerini yerine
getirmek için elini çabuk tutan kimsedir.
2-
Kur’ân-ı Kerim'i okumakla birlikte Kur’ân'ın aleyhine delil teşkil ettiği
kimse ise emirleri gereğince amel etmeyen, onun yasaklarından kaçınmayan,
helalini helal, haramını haram bilmeyen, Kur’ân ile hükmetmeyen, Kur’ân'ın
hükmüne başvurmayan, Kur’ân'ın hükmüne razı olmayan, Kur’ân'ı anlamayı,
üzerinde düşünüp, hükümlerini uygulamayı önemsemeyen kimsedir. Böyle bir
kimse yüce Allah'ın: "Sonra dua ve niyaz edelim de Allah'ın lanetinin
yalan söyleyenlerin üzerine olmasını isteyelim." (Al-i İmran, 3/61)
buyruğunu okunduğu ya da dinlediği zaman, onun insanlarla konuşmasında yalan
söylediğini, sözünde durmadığını, ilişkilerinde, akitlerinde onları
aldattığını görürüz. Üzücü hadiselerden birisi de karşılıklı ilişkilerinde,
akidlerinde ve verdikleri sözlerde doğruluktan ayrılmayan kâfirlerin
bulunduğunu da görmektir. Benim oğlumun anlattığına göre o Paris'te hayvanat
bahçesini gezerken orada iki eli bulunan bir hayvan görmüş. Bir insan o
hayvana bir şey attı mı onu eliyle tutarmış. Bahçeyi gezenlerden birisi ona
atacak bir şey bulamamış. Ona hiçbir şey atmaksızın eliyle ona atar gibi
işarette bulunmuş. Bahçe görevlisi olan Fransız onu görmüş ve bu müslümana
gelerek, hayvana yalan söylediğinden ötürü azarlamış.
Bu olay bize
İmam Buhârî’nin -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- başından geçmiş bir
olayı hatırlatmaktadır. O hadis naklettiğini duyduğu bir adamdan hadis almak
üzere uzakça bir şehire gitmiş. Uzunca ve zorlu bir yolculuktan sonra o
adamın yanına ulaşmış. Bir hayvana eliyle ve elbisesinin eteği ile işaret
ederek seslendiği halde, bunlarda bir şey yokmuş. Buhârî o hadisi ondan
nakletmeksizin geri dönmüş. Çünkü hayvana yalan söyleyen bir kimse
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem hakkında da yalan söyler. Pek
çok kimsenin şaka diyerek yalan söylediğini yahut çocuğuna yalan söylediğini
ve bunun ise amelleri arasında aleyhine kaydedildiğini farketmez. Hadiste
şöyle denilmektedir:
"Şaka yaparken
dahi olsa yalan söylemeyi terkeden kimseye cennetin ortasında bir evinin
olacağına ben kefilim."
O halde müslüman
kardeşim, okuduğun ve dinlediğin Kur’ân ile amel etmelisin ki Kur’ân senin
aleyhine değil, lehine delil olsun. Özellikle Kur’ân hafızları, Kur’ân
ilimleri ve tefsiri ile uğraşanlar böyle olmalıdır. Çünkü Kur’ân'ı
ezberleyen ve tefsiriyle uğraşanların pek çoğunun Kur’ân'ın direktiflerine,
adabına bağlı kalmadıkları görülmektedir.
Diğer taraftan
Kur’ân'ı ezberlemekle, onun tefsiri ile uzun bir süre uğraşmakla birlikte
yalan söylemekten, kardeşlerine en çirkin hasletleri iftira edip
yakıştırmaktan, çirkin sözler konuşmaktan -bunları gerektiren herhangi bir
sebep olmaksızın- kendisini alıkoymamaktadır. Öyle ki selefî akideye sahip,
üstün, değerli ve muhaddis bir ilim adamı hakkında cehennem ateşinde
yanacağına dair hüküm veren ve Mekke haremi dahilinde bir kardeşine hücum
ederek ona: Ey cahil, ey sapık sen mi bana cevap veriyorsun diyenlerini dahi
görüyoruz. Üstelik bu kimseye kardeşi öğüt vermiş ve yumuşak bir üslupla
hatalarını açıklamıştır. Fakat böyle bir kimseyi günahkârlıkla kibir duygusu
yakalamış, Beytullah'ın civarında düşmanlık ederek haddi aşmıştır. Halbuki
İslâmdan önceki müşrikler bile ona saygı gösteriyorlardı. Babasının katilini
dahi Harem'de gördü mü Allah'ın evine saygısından ötürü ondan yüz çevirirdi.
Fakat böyle bir adam Kur’ân'ı ezberlemenin, onun tefsiriyle uğraşmanın
faydasını göremedi. Şüphesiz ki doğru sözlü ve doğru sözlü olduğu tasdik
edilen o yüce zattan varid olduğu üzere Kur’ân aleyhine delil olacaktır:
Kur’ân ise senin ya lehine ya da aleyhine bir delildir."
Kur'an hafızları
arasında ölülere Kur’ân okumayı meslek edinen, karşılığında mal almak ve
sofralarda yemek yemek için vasıta edinen kimseleri biliyorum. Oysa
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem ümmetini sakındırarak şöyle
buyurmuştur:
1-
"Kur'an'ı okuyunuz, onunla amel ediniz, ondan uzak kalmayınız. Onda aşırı
gitmeyiniz. Onun vasıtasıyla yemek yemeyiniz. Onun vasıtası ile mallarınızı
çoğaltma cihetine gitmeyiniz."
2-
"Kur'an'ı okuyan ve onun vesilesiyle insanlardan isteklerde bulunacak
topluluklar gelmeden önce Kur’ân'ı okuyun ve onun vesilesiyle Allah'tan
dileklerde bulunun."
"Rasûl: 'Ya Rab
gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terketti" dedi."
(el-Furkan,
25/30)
Yüce Allah
Rasûlü ve Peygamberi Muhammed Salallahu aleyhi vesellem'den: "Ya Rab
gerçekten benim kavmim, bu Kur’ân'ı terketti" dediğini haber vermektedir.
"Çünkü müşrikler kafir olanlar dediler ki: 'Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve o
okunurken anlamsız sesler çıkarın. Belki baskın çıkarsınız." (Fussilet,
41/26) buyruğunda belirttiği gibi onu dinlemiyor, ona kulak vermiyorlardı.
Onlara Kur’ân okunduğu vakit onu dinlememek için gelişigüzel konuşuyor,
gürültüler çıkarıyorlardı. İşte bu Kur’ân'ı terketmektir, ona imanı, ona
tasdik etmeyi terketmek de onu terketmektir. Onun üzerinde düşünmeyi, onu
anlamaya çalışmayı terketmek de onu terketmek, ondan uzaklaşmaktır.
Gereğince amel etmeyi, emirlerine uymayı, yasaklarından uzak kalmayı
terketmek de onu terketmektir. Kur’ân'ı bırakıp şiir, söz, şarkı, eğlence
yahut çeşitli görüşlere ya da Kur’ân'ın dışından alınmış herhangi bir yola
yönelmek de onu terketmektir.
Cömert, lütufkar, gücü herşeye yeten Allah'tan bizleri, kendisini
gazaplandıran herşeyden kurtarmasını, kendisini razı edecek, kitabını
ezberlemek, onu anlamak, gece vakitlerinde, gündüzün çeşitli anlarında onun
seveceği ve razı olacağı şekilde gereğince amel etmemizi sağlamasını niyaz
ederiz. Şüphesiz ki o keremi pek bol olandır, bağışları sonsuz olandır.
Kur'an'ı
terkedip uzak kalmanın çeşitli şekilleri vardır:
1-
Kur’ân'ı dinlemeyi, ona iman etmeyi, ona kulak vermeyi terketmek.
2-
Kur’ân'ı okusa ve ona iman etse dahi gereğince amel etmeyi, onun helal ve
haram hükümlerine uymamak.
3-
Dinin esaslarında, fer'î hükümlerinde Kur’ân'ı hakim kılmayı ve hükümlerine
başvurmayı terketmek, onun kesin bilgi ifade etmediğine, delillerinin ilme
ulaştırmayan lafzi delillerden ibaret olduğuna inanmak.
4-
Kur’ân-ı Kerim üzerinde iyice düşünmeyi, onu anlamaya çalışmayı, o
buyrukları söyleyenin ondan neyi murad ettiğini bilmeyi terketmek.
5-
Bütün kalbî hastalıklarda onunla şifa ve tedavi aramayı terkederek bu
hastalığının şifasını Kur’ân'dan başka yerlerde aramak, onunla tedaviyi
bırakmak. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın: "Rasûl: 'Ya Rab! Gerçekten
benim kavmim bu Kur'an'ın terketti, dedi." (el-Furkan, 25/30) buyruğunun
kapsamına girer.
Bununla birlikte
bu terkin kimi çeşidi, kiminden daha hafiftir.
Yüce Allah İsa
Aleyhisselam hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Ona uyanların
kalplerinde rikkat (incelik) ve merhamet koyduk. Kendiliklerinden ortaya
koydukları ruhbanlığa gelince, biz onu üzerlerine farz kılmadık. Ancak
Allah'ın rızasını aramak için (kendileri ortaya çıkarmışlardı.) Sonra da ona
hakkıyla riayet etmediler..."
(el-Hadîd, 57/27)
"Ruhbanlık"
buyruğu onlar bir ruhbanlık uydurdular, demektir. Bu buyrukta tam vakıf
"merhamet koyduk" anlamındaki lafız üzerinde olup, daha sonra
"kendiliklerinden ortaya koydukları ruhbanlığa gelince" (anlamındaki) buyruk
ile okumaya devam edilir. Yani biz ruhbanlığı onlar için teşri etmedik,
onlara farz yazmadık. Aksine onlar kendiliklerinden onu bid'at olarak ortaya
koydular. (Sözkonusu edilenler hristiyanların rahipleridir.)
Yüce Allah'ın:
"Ancak Allah'ın rızasını aramak için" anlamındaki buyrukta (aramak
anlamındaki lafzın) nasbedilmesi hususunda üç görüş bulunmaktadır:
Doğrusu bunun
munkatı istisnâ olarak nasbedildiğidir. Yani onlar ruhbanlığı ancak Allah'ın
rızasını aramak için uydurdular. Buna da yüce Allah'ın: "Kendiliklerinden
(bid'at olarak) ortaya koydular." buyruğu delil teşkil etmektedir. Bundan
sonra ise onları bu ruhbanlığı uydurmaya iten sebebi sözkonusu etmekte olup,
bu da Allah'ın rızasını aramak idi. Arkasından gereği gibi ona riayet etmeyi
terkettiklerinden onları yermektedir."
Şeyh Hamid
el-Fakî bu açıklama ile ilgili olarak şu notu düşmektedir:
Ayetin önceki ve
sonraki buyruklarıyla birlikte siyaktan anlaşılan şu ki şanı yüce Allah
dinde bid'atler ortaya koymayı yermek ve bunun fıtrata aykırı olduğunu beyan
etmek maksadındadır. Bir bid'at ortaya koyan herkes fıtrat gereği o bid'atin
gereğini yerine getirmek gücünü bulamaz ve bu gücünü kaybeder. Çünkü ortaya
konulan o bid'at fıtrata ve selim akla muhalif ve uzaktır. Herşeyi bilen ve
hikmeti sonsuz olan alemlerin Rabbi Allah'ın kulları üzerindeki nimetini
tamamlamak için teşri buyurduğu din ise insanlığı ıslah etmek, insanlığı
yüce Allah'ın insanları yaratılışlarında sahip kıldığı fıtratlarıyla sırat-ı
müstakime iletmek içindir. Ruhbanlık: İnsan tabiatını karşı cins, yiyecek,
giyecek, rahat, uyku ve buna benzer haklarından mahrum etmek olup, fıtrata
aykırıdır. İnsanın bunu yerine getirebilmesi ve hakkına gerektiği gibi
riayet etmesi imkansız bir şeydir.
Bundan dolayı
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem böyle bir işe kalkışanlara
oldukça kızmıştır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"De ki:
'Allah'ın kulları için çıkardığı zîneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram
kılmıştır."
(el-Araf, 7/32)
Pek çok âyette
böyle bir işe kalkışmanın şeytanın kendi dostlarına yaptığı telkinlerden
olduğu sözedilmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bazı sufiler
rahiplere benzeyerek yünden dokunmuş elbiseler giydiler, kendi nefislerini
Kur’ân'a ve Rasûlullah’ın hidâyetine muhalefet ederek hoş ve temiz şeylerden
mahrum ettiler.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"...Eğer şeytan
sana unutturursa artık hatırladıktan sonra o zalimler topluluğu ile oturma."
(el-En'âm, 6/68)
Bundan maksat
ümmetin herbir ferdinin Allah'ın âyetlerini tahrif eden ve onları olmaları
gereken yere koymayan yalanlayıcılarla birlikte oturup kalkmamasıdır.
Derim ki:
"Zalimler topluluğu" müşrikleri, sapıkları ve dinde bid'at ortaya koyanları
kapsar. İbnu'l-Kayyim onlardan sakındırarak şunları söylemektedir:
Dördüncü kısım:
Kendisiyle oturup kalkmak bütünüyle helak edici olan ve kendileriyle oturup
kalkmanın zehir yemek seviyesinde olduğu kimselerdir. Eğer onu yiyen bir
kimse zehiri etkisiz kılan bir panzehir bulursa kurtulabilir. Aksi takdirde
o kimse için başsağlığı dilemekten başka yapacak bir şey kalmaz. İnsanlar
arasında bu kabilden olanlar ne kadar da çoktur! -Allah onları arttırmasın-
Bunlar bid'at ve dalâlet ehli kimselerdir. Allah'ın ve Rasûlullah’ın
sünnetinden alıkoyanlar, o sünnete aykırı olan yollara çağıranlar, Allah'ın
yolundan gidilmesini engelleyip onun eğrilmesini isteyenlerdir. Böylelikle
bunlar bid'ati sünnet, sünneti bid'at, marufu münker, münkeri maruf
gösterirler.
1-
Eğer onlar arasında katıksız bir tevhidi söz konusu edersen: Sen Salih evliya
hazretlerinin değerini düşürdün, derler.
2-
Eğer sadece Allah Rasûlüne uymak gereğinden söz edersen: Sen kendilerine tabi
olunması gereken önderleri heder ettin, derler.
3-
Eğer yüce Allah'ı, kendi zatını kendisinin ve Rasûlünün nitelendirdiği
şekilde nitelendirir, bu hususta ileri de gitmez, kusurlu da davranmazsan,
sen müşebbihecilerdensin derler.
4-
Eğer Allah ve Rasûlünün emrettiği marufu emreder, Allah ve Rasûlünün
yasakladığı münkeri yasaklarsan sen fitneye düşmüşlerdensin, derler.
5-
Eğer sünnete uyar, sünnete muhalif olan şeyleri terk edersen: Sen saptırıcı
bid'at ehlindensin, derler.
6-
Yalnızca yüce Allah'ın rızasına yönelip de dünya leşi ile onları başbaşa
bırakırsan: Sen hakkı batıla karıştıranlardansın, derler.
7-
Eğer izlemekte olduğun yolu bırakır, onların hevalarına uyarsan Allah
nezdinde hüsrana uğrayanlardan, onlara göre ise münafıklardan olursun. O
halde onları öfkelendirmek pahasına da olsa Allah ve Rasûlünün rızasını
aramaya, onların eşikleri ile ve sitemleri ile uğraşmamaya dikkat et.
Onların yerilmelerine, nefret etmelerine aldırma. Çünkü bu senin bizatihi
kemalin demektir. Çünkü durum şu beyitte anlatıldığı gibidir:
"Şayet sana
eksik bir kimse tarafından benim yerildiğim haberi ulaşırsa,
Bil ki o, benim
fazilet sahibi bir kimse olduğuma dair bir şehadettir."
Derim ki: Bu
gibi kimseleri en güzel yol ile hakka davet etmek kaçınılmaz bir şeydir.
Böylelikle onlara karşı delil ortaya konulmuş olur. Bunu da Rasûl-i Ekremine
şöyle hitap eden yüce Allah'ın emrine uymak üzere yapmak gerekir:
"Onlarla en
güzel yolla mücadeleni yap!"
(en-Nahl, 16/125)
"Sabret, senin
sabrın ancak Allah('ın yardımı) iledir. Onlar için üzülme, kurmakta
oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntıya düşme. Çünkü Allah sakınanlarla ve
daima iyi davrananlarla beraberdir."
(en-Nahl, 16/127-128)
8-
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Rabbinin yoluna
hikmetle, güzel öğütle davet et."
(en-Nahl, 16/125)
Yüce Allah
Rasûlü Muhammed Salallahu aleyhi vesellem'e insanları Allah'ın yoluna
hikmet ile davet etmesini emir buyurmaktadır. Hikmet: Ona indirilen Kitap ve
Sünnettir. Güzel öğüt ise onları içinde bulundukları yanlışlıklardan
alıkoyacak türden öğütlerdir.
9-
Yine yüce Allah: "Onlarla en güzel yolla mücadeleni yap!" (en-Nahl,
16/125) diye buyurmaktadır. Yani onlardan herhangi bir tartışma ya da
mücadeleye ihtiyacı olan kimseler olursa onunla güzel yol olan yumuşaklık ve
güzel hitapla tartış. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Aralarından
zulmedenler müstesna olmak üzere kitap ehli ile ancak en güzel yolla
mücadele edin..."
(el-Ankebut, 29/46)
Yüce Allah ona
yumuşak davranmasını emretmektedir. Nitekim Musa ve Harun (ikisine de selam
olsun)'u Firavun'a gönderdiği vakit de şu buyruğunda görüldüğü gibi aynı
emri vermişti:
"Ona yumuşak söz
söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar."
(Tâhâ, 20/44)
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Orası ıslah
edilmişken yeryüzünde fesad çıkarmayın."
(el-Araf, 7/56)
Müfessirlerin
birçoğu şöyle demiştir: Yüce Allah yeryüzünü Rasûller göndermekle, şeriatı
onlar vasıtasıyla açıklamakla, Allah'a itaate çağırmakla ıslah etmişken
sizler orada masiyetler çıkarmakla, Allah'tan başkasına itaat etmeye
çağırmakla fesad çıkarmayın. Çünkü Allah'tan başkasına ibadet etmek, O'ndan
başkasına ve O'na ortak koşmaya çağırmak yeryüzündeki fesadın en büyüğüdür.
Hatta hakikatte yeryüzündeki fesad, ancak O'na şirk koşmaktır, O'nun emrine
muhalefet etmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İnsanların
kendi elleriyle kazandıklarından ötürü karada ve denizde fesad başgösterdi."
(er-Rûm, 30/41)
Özetle şirk
Allah'tan başkasına çağırmak, O'ndan başka bir mabud göstermek, Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem'in dışında emrine itaat edilen ve uyulan
kimseler göstermek, yeryüzünde en büyük fesaddır. Yeryüzünün ve orada
yaşayanların düzelmeleri ancak sadece Allah'ın mabud kabul edilmesi,
başkasına değil yalnızca O'na ibadete davet olunması, başkasına değil sadece
Rasûlüne itaat edilip, ona uyulması ile mümkündür. Rasûlün dışındaki
kimselere gelince ancak Rasûle itaati emrettiği takdirde ona itaat etmek
gerekir. Eğer ona isyanı ve onun getirdiği şeriate aykırı hususlar emrederse
onun dinlenmek ve itaat edilmek hakkı yoktur. Şüphesiz Allah yeryüzünü
Rasûlü ve dini ile, tevhid edilmesini emretmekle ıslah etmiş, kendisine şirk
koşmak ve Rasûlüne muhalefet etmek sûretiyle orada fesad çıkarmayı
yasaklamıştır.
Dünyanın halleri
üzerinde dikkatle düşünen bir kimse yeryüzündeki herbir ıslahın sebebinin
Allah'ın tevhidi, O'na ibadet ve Rasûlüne itaat olduğunu, yeryüzündeki
herbir kötülük, fitne, bela, kıtlık, düşmanların musallat kılınması ve daha
başka kötülüklerin sebebinin de Rasûlüne muhalefet ve Allah'tan ve
Rasûlünden başkasına davet etmek olduğunu görecektir.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"İnsanlardan kim
ide Allah’ın dûnundakileri Allah’a denk tutarlar. Ve o kimseleri Allah gibi
severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha şiddetlidir"
(el-Bakara, 2/165)
İbnu'l-Kayyim
dedi ki: Yüce Allah şunu haber vermektedir: Bir kimse yüce Allah'ı sever
gibi Allah'tan başka bir şeyi sevecek olursa, o Allah'ın dışında Allah'a eş
edinen kimselerdendir. Bu yaratmak ve rubûbiyet bakımından değil de sevgide
eş edinmektir. Yeryüzünde yaşayan hiçbir kimse yaratma ve rububiyette
Allah'a eş koşmamıştır fakat sevgide eş koşmak böyle değildir.
Yeryüzündekilerin çoğunluğu Allah'ın dışında birtakım varlıkları sevgi ve
tazim noktasında ona eş edinmişlerdir.
Yüce Allah'ın:
"Ve o kimseleri Allah gibi severler" buyruğu Allah'ı sevdikleri gibi
onları severler demektir. Dolayısıyla Allah’a karşı olması gereken sevgiyi
Allah’ın dışındakilere yöneltmiş olmaktadırlar. Onlar bu sevgilerinde Allah
ile birlikte başkalarını eş koşmaktadırlar.
Daha sonra:
"İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha şiddetlidir" diye
buyurmaktadır.
Yani iman
edenlerin Allah'a olan sevgileri eş koşanların eş koştukları varlıklara;
Allah'tan başka sevdikleri ve tazim ettikleri ilâhlarına duydukları sevgiden
çok daha şiddetlidir.
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye şu sözleriyle bu tefsiri tercih ettiğini ortaya koymaktadır:
Bunların
yerilmelerinin sebebi Allah ile ortak koştukları varlıkların sevgide ortak
koşmaları ve mü'minlerin yaptıkları şekilde sevgilerini Allah'a halis
kılmamalarıdır. İşte sevgide bu eş koşmak yüce Allah'ın onların ateşte iken
söyleyeceklerini haber verdiği şu buyruğunda da sözkonusu edilmektedir.
Onlar ateşte kendi ilâhlarına ve ortak koştukları varlıklara, ortak
koştukları varlıklar da kendileri ile birlikte ateşte hazır edilmişlerken
şöyle diyeceklerdir:
"Allah'a yemin
olsun ki biz gerçekten apaçık bir sapıklıktaydık. Çünkü sizi alemlerin Rabbi
ile bir tutmuştuk."
(eş-Şuara, 26/97-98)
Bilindiği gibi
onlar yaratmak ve rububiyet bakımından ortaklarını alemlerin Rabbi ile eş
koşmuyorlardı. Onlar sevgi ve tazimde o varlıkları ona eş koşmuşlardı.
Derim ki sufiler
arasındaki bazı müslümanlar Allah'ı sevdikleri gibi, şeyhlerini sever ve
tazim ederler. Onlar bu halleriyle birinci âyet-i kerimede Allah'ın
kendilerini yerdiği müşriklere benzemektedirler. Kimi müslümanlar da
-maalesef- Allah'a dua ettikleri gibi veli kabul ettiklerine dua
etmektedirler. Bunlar böyle yapmakla dua da onlarla Allah'ı eşit kılmış
oluyorlar. Bu ise Allah'tan başkasına yapılması caiz olmayan ibadet
türündendir. Bu durumda son âyet-i kerime onlara uyar. Hadiste de:
"Dua
ibadetin ta kendisidir."
diye buyurulmaktadır.
Mutasavvıflar
arasında bazı kimseler -Dımaşk'da kabri bulunan İbn Arabi gibi- Allah ile
mahlukatını eşit görürler. O şöyle diyor:
"Rab kuldur. Kul
da Rabdır.
Keşke bilsem
mükellef kimdir?"
Yüce Allah
onların söylediklerinden pek yüce ve münezzehtir.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Göklerde de,
yerde de Allah sadece O'dur. Gizlinizi de, açığınızı da bilir. O ne
kazanacağınızı da bilir."
(el-En'am, 6/3)
Bir çok
müslümana: “Allah nerededir” diye sorulsa, o size “her yerde” diye cevap
verir, sonra da bu âyeti ya da bir başkasını delil gösterir. Eğer bu
müslüman bu âyetlerin tefsirini doğru bilseydi hatalı cevabına bunları delil
diye göstermezdi.
İbn Kesîr der
ki: Bu âyeti tefsir edenler, âyeti bu şekilde yorumladıkları için “O her
yerdedir” diyen (ve sapık bir fırka olan) cehmiyenin -ki yüce Allah onların
sözlerinden pek yücedir- görüşünü reddetmek üzere ittifak halinde olmakla
birlikte bu âyet-i kerimenin tefsiri hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
1-
Bu görüşlerin en sahih olanı: O göklerde de, yerde de Allah diye kendisine
dua edilendir. Yani göklerde ve yerde bulunanlar ona ibadet eder, onu tevhid
ederler. Göklerde ve yerde bulunan kimseler onun uluhiyetini kabul eder, onu
Allah diye adlandırır, korku ve ümitle ona dua ederler. İnsanlardan ve
cinlerden kafir olanlar müstesnadır. Bu görüşe göre bu âyet-i kerime yüce
Allah'ın: "O gökte de ilah olandır, yerde de ilahtır." (ez-Zuhruf,
43/84) buyruğuna benzemektedir. Yani o gökte bulunanların da, yerde
bulunanların da ilâhıdır. Buna göre yüce Allah'ın: "Gizlinizi de,
açığınızı da bilir" buyruğu haber ya da haldir. (Hal oluşuna göre:
"Göklerde de, yerde de Allah olan, gizlinizi de, açığınızı da bilen odur
demek olur."
2-
İkinci görüşe göre buyruktan maksat şudur: O göklerde ve yerde bulunan
gizli, açık herşeyi bilen Allah'tır. Buna göre "bilir" buyruğu "göklerde de,
yerde de" buyruğuna müteallik olup, takdiri şöyle olur: O Allah'tır,
göklerde ve yerde gizlinizi de, açığınızı da bilir ve sizin neler
kazanacağınızı da bilir.
3-
Üçüncü görüşe göre "göklerde Allah odur" anlamındaki buyruk üzerindeki vakıf
tam bir vakıftır. Daha sonra yüce Allah haber cümlesini başlatarak şöyle
buyurmaktadır: "Yerde de sizin gizlediğinizi de, açığınızı da bilir." İbn
Cerir'in tercih ettiği budur. Buna göre "o ne kazanacağınızı da bilir"
buyruğu hayrıyla, şerriyle bütün amellerinizi bilir demektir.
4-
Yüce Allah'ın: "Nerede olursanız o sizinle beraberdir" buyruğuna
gelince, İbn Kesîr bu âyeti aşağıdaki şekilde tefsir etmektedir: "O sizi
görüp gözeten, amellerinize tanık olandır. İster karada, ister denizde,
ister gece, ister gündüz, ister evlerin içinde, ister açıkta bulunun. Bilmek
açısından hepsi onun için birdir. O her yerde olanı görür ve işitir. Buna
göre sizin konuşmanızı işitir, bulunduğunuz yeri görür, gizlinizi ve
fısıldaşmanızı da bilir."
5- Allah her
yerdedir deyip, bununla o bizimle birlikte olup, bizi işitir ve görür
anlamını kasdediyor ise doğrudur. Eğer o zatıyla her yerdedir demek
isterlerse bu büyük bir yanlışlıktır. Çünkü hamamlar, çöplükler gibi necis
ve pis yerler de vardır. Aklı başında bir müslüman Allah oradadadır demez.
Şanı yüce Allah bundan münezzehtir.
Bazı müslümanlar
şöyle der: Allah mü'min kulunun kalbindedir. Bunu söylerken de asılsız hadis
diye nakledilen bir rivayete dayanırlar: "Ben semaya da, arza da sığmadım.
Ben mü'min kulumun kalbine sığdım." Allah'ın -haşa- insanların kalplerine
hulul ettiğini söyleyen bir kimse bunu sadece mesih İsa için öngören
hristiyanlardan daha da kafirdir.
Doğrusu ise yüce
Allah'ın semanın üzerinde, arşın üstünde olduğudur. Buna delil aşağıdaki
buyruklardır:
a.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra göğe istivâ etti." (el-Bakara,
2/29) Buhârî'de yer alan Mücahid ve Ebu'l-Aliye'nin tefsirine göre "üstüne
çıktı ve yükseldi" demektir.
b.
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem cariyeye: “Allah nerededir?”
diye sorunca, cariye: “Göktedir” diye cevap vermiştir. Peygamber efendimiz
ona: "Ben kimim?" diye sorunca, cariye: “Allah'ın Rasûlü Muhammed”
diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem
cariye sahibine: "Onu azad et çünkü o mü'minedir." diye buyurdu.
Hadisten:
Allah'ın semada olduğuna inanmayan kimsenin mü'min olmadığı anlaşılmaktadır.
"Semada" olması ise semanın üstünde olması demektir.
Yüce Allah'ın
semanın üstünde olmasına inanmak ashabın, tabiînin, müçtehid imamların ve
onların yolundan gidenlerin itikadıdır.
1-
Şafiî dedi ki: Şüphesiz yüce Allah seması üstünde arşının üzerindedir. O
kullarına dilediği şekilde yaklaşır ve şüphesiz Allah dünya semasına nasıl
isterse öylece iner.
2-
Ebu Hanife dedi ki: Bir kimse ben Rabbim semada mıdır, yerde midir
bilmiyorum diyecek olursa kafir olur. Çünkü yüce Allah: "Rahman arşa
istivâ etti" diye buyurmaktadır. Onun arşı ise yedi semanın üstündedir.
Şayet: O arşın üzerindedir demekle birlikte ben arş semada mıdır, yoksa
arzda mıdır bilmiyorum diyecek olursa yine o kimse kafirdir. Çünkü Allah'ın
semanın üstünde olduğunu inkar etmiş olur. Allah'ın semanın üstünde olduğunu
inkar eden de kafir olur. Çünkü yüce Allah yüceler yücesidir ve ona yukarıya
doğru yönelinerek dua edilir, aşağıya yönelerek dua edilmez.
3-
İmam Malik'e Allah'ın arşı üzere nasıl istivâ ettiğine dair soru sorulunca
şu cevabı vermiştir: "İstiva bilinen bir lafızdır, keyfiyet/nasıllığı ise
bilinmez. Ona iman etmek farz, ona (istivanın keyfiyetine) dair soru sormak
bid'attir. Şu bid'atçiyi dışarı çıkartınız."
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Ona korkarak ve
umarak dua edin."
(el-Araf, 7/56)
Yüce Allah
kullarına kendilerinin yaratıcısına ve mabudlarına cehenneminden ve
azabından korkarak, cennetini ve nimetlerini ümid ederek dua etmelerini emir
buyurmaktadır. Nitekim Hicr sûresinde: "Kullarıma haber ver ki: 'Ben!
Gerçekten ben günahları pekçok bağışlayanım ve çok merhametli olanım ve hiç
şüphesiz benim azabım da elbette can yakacak bir azabdır.'" (el-Hicr,
15/49-50) diye buyurmaktadır.
Çünkü Allah'tan
korkmak kulu Allah'a isyanı gerektiren hususlardan ve onun yasak kıldığı
şeylerden uzak durmaya iter. Onun cennet ve rahmetini ümit etmek de salih
amel işlemeye, Rabbini razı edecek herbir işi yapmaya iter.
1-
Kul, kendisini yaratan Rabbine dua etmelidir. Onun duasını işiten ve duasını
kabul eden O'dur.
2-
Allah'tan başkasına dua etmemelidir. İsterse bu bir peygamber, bir veli ya
da bir melek olsun. Çünkü dua namaz gibi bir ibadettir, Allah'tan başkasına
yapılması caiz değildir.
3-
Kul Rabbine cehennem ateşinden korkarak, cennetini ümid ederek dua
etmelidir.
4-
Âyet-i kerime ile Allah'a ondan korkarak yahutta ondaki nimetleri ümid
ederek ibadet etmediklerini söyleyen mutasavvıfların görüşleri
reddedilmektedir. Çünkü korku ve ümit ibadet çeşitlerindendir. Yüce Allah
insanların en seçkinleri olan peygamberleri överken şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz bunlar
hayırlı işler yapmaya koşarlar, umarak, korkarak bize dua ederlerdi. Bize
gönülden derin saygı duyarlardı."
(el-Enbiya, 21/90)
5-
Âyet-i kerimede "ameller ancak niyetler iledir" hadisini "el-Erbain
en-Neveviye" adlı eserinde açıklarken Nevevî’nin kullandığı şu ifadeleri de
reddetmektedir:
Amel ile
birlikte niyette bulunduğu takdirde üç hali olur:
Birincisi yüce
Allah'tan korkarak bu amelde bulunmak. Bu kulların ibadetidir.
İkincisi bu
ameli cennet ve sevap isteyerek yapmasıdır. Bu da tüccarların ibadetidir.
Üçüncüsü ise
bunu Allah'tan haya ederek kulluk hakkını ve şükrü eda etmek için yapar. Bu
da hürlerin ibadetidir.
Şeyh Muhammed
Reşid Rıza bu sözler ile ilgili olarak "Mecmuatu'l-Hadis en-Necdiyye" adlı
eserde şunları söylemektedir:
Böyle bir taksim
hadis fukahasının sözlerinden çok mutasavvıfların sözlerine benzemektedir.
Tahkik sonucu şudur: Kemal; O’nun “kulların ibadeti” -ki hepimiz Allah'ın
kullarıyız- adını verdiği korku ile “tüccarların ibadeti” adını verdiği
Allah'ın sevabını ve lütfunu ümidi birarada bulundurmaktır.
Şeyh Mütevelli
eş-Şar’avi de kitaplarında sufilerin akidesini benimsemektedir. Çünkü o sözü
geçen bu taksimi kaydetmekte, hatta "ve Rabbine ibadetinde kimseyi ortak
koşmasın" (el-Kehf, 18/110) buyruğunu reyiyle açıklarken daha ileriye
giderek: "Cennet de bu ortak koşulan şeylerden biridir" demektedir. (Bu
sözleriyle yüce Allah'a cennetini isteyerek ibadet etmenin şirk olduğunu
saçmalamaktadır.)
Şa’ravi
"el-Muhtar min Tefsiri'l-Kur'ani'l-Azim" adlı eserinde de şunları
söylemektedir:
Üçüncü tür: Yüce
Allah'a ibadet etmeye müstehak olduğu için ibadet etmektir. Buna da şu kudsi
hadisi delil göstermektedir:
"Eğer ben cennet ya da cehennem yaratmamış
olsaydım ibadete layık olmayacak mıydım?"
Şa’ravi bu hadisin derecesini sözkonusu etmemektedir. Fakat göründüğü kadarı
ile bu hadis uydurmadır. Çünkü Kur’ân'a muhaliftir. Kitabında sözünü ettiği
bu açıklama Televizyon ekranlarında âyet-i kerimeyi tefsir ederken söylediği
"cennet de bu ortak koşulan şeylerden biridir" sözünü desteklemektedir.
Bir kimse:
Şar’avi bu sözüyle cennete ibadet eden Allah'a şirk koşmuş olur demek
istemiştir derse ona şöyle deriz: Dünyada ben cennete ibadet ediyorum diyen
hiçbir kimse yoktur fakat Şar’avi'nin bu tefsiri kendisinin kitaplarında
benimsediği sufi akideyi örtüp, gizlemektir. Sufiler de diyor ki: Biz sadece
Allah'a ibadet ederiz, cennetine ümid ederek yahut ateşinden korkarak değil.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Allah göklerle
yerin nurudur. Nurunun misali içinde kandil bulunan bir kandil yuvasına
benzer. O kandil de bir cam içindedir. O cam (ve kandil) ise doğuya da,
batıya da nisbeti olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulan,
parıltısı inciyi andıran bir yıldız gibidir. O ağacın yağı neredeyse
kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir. Nur üstünde nurdur.
Allah dilediği kimseyi nuruna hidayet eder. Allah insanlar için misaller
getirir. Allah herşeyi çok iyi bilendir."
(en-Nur, 24/35)
1-
İbnu'l-Kayyim yüce Allah'ın: "Allah göklerle yerin nurudur" buyruğunu
gökleri ve yeri nurlandıran, göklerde ve yerde bulunanlara hidâyet veren
diye tefsir etmiştir. Onun nuru ile göklerde ve yerde bulunanlar hidâyet
bulur. Bu onun fiili ile olan bir şeydir yoksa nur onun vasıflarındandır,
onunla kaimdir. Esma-i Hüsna'dan birisi olan en-Nur adı da buradan ona isim
olarak türetilmiştir.
Yüce Allah bu
nura, nurun bulunduğu yere, onu taşıyana ve onun maddesine kandil yuvasını
örnek vermiştir. Bu da duvarın içerisinde oyuk şeklindeki özel yerdir. Bu
yönüyle göğse benzer. Bu kandil yuvasında en arı duru camlardan bir cam
bulunmaktadır. Öyle ki beyazlığında ve arı duru oluşunda parıl parıl
aydınlık saçan yıldıza benzetilmiştir. Bu da kalbe benzer. Kalp de cama
benzetilmiştir. Çünkü bu cam mü'minin kalbinde bulunan birtakım nitelikleri
toplamıştır. Bunlar da arı duruluk, rikkat ve metanettir. O arı ve duruluğu
ile hakkı ve hidâyeti görür. Rikkati sebebiyle de acıması, merhamet ve
şefkati ortaya çıkar. Metaneti ile de yüce Allah'ın düşmanlarına karşı cihad
eder, onlara sert davranır, hakta metin olur ve metanetini kaybetmez. Onun
sahip olduğu bir nitelik bir diğerini ortadan kaldırmadığı gibi onunla
çatışmaz da. Aksine yüce Allah'ın mü'minleri nitelendirirken şu buyruğunda
olduğu gibi herbir nitelik diğerine yardımcı olur ve onu destekler:
"Onlar kafirlere
karşı sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler."
(el-Feth, 48/29)
Camın içerisinde
bir kandil vardır. Bu da fitilde bulunan aydınlığa denilir ve onu taşır. Bu
nurun bir maddesi vardır. Bu nur günün başında ve sonunda güneş alan en
mutedil yerlerdeki bir zeytinden sıkılıp çıkarılmış yağdır. Bunun yağı
yağların en temizidir, en tortusuzudur. Saflık ve temizliğinden ötürü
nerdeyse ona ateş değmeksizin dahi aydınlık saçacaktır. İşte kandilin
aydınlığının maddesi de budur.
Mü'minin
kalbindeki kandilin aydınlığını sağlayan madde de böyledir. O bereketi
herşeyden daha büyük ve sapmaktan en uzak olan vahyin ağacındandır. Bu ağaç
en mutedil, en dengeli ve en faziletli işleri temsil eder. Hristiyanlığın
da, yahudiliğin de sapması gibi sapma göstermez. Aksine o her hususta
yerilmiş iki (aşırı) ucun ortasındadır. İşte mü'minin kalbindeki iman
kandilinin maddesi budur. Bu zeytinyağı son derece arı duru olduğundan ve
neredeyse kendiliğinden aydınlık saçacak durumda iken ona ateş isabet
edince, daha da aydınlığı artar ve ondaki aydınlık saçan madde güçlenir,
bunun sonucunda o nur üstüne nur olur.
İşte mü'min de
böyledir. Onun kalbi aydınlıktır. Etrafı da aydınlatır. O hemen hemen
fıtratıyla ve aklıyla hakkı bilecek durumdadır fakat bizzat kendisinden
gelen bir maddesi yoktur. Bundan ötürü vahiy maddesi gelerek onun kalbine
girmiştir. Böylelikle vahiy sayesinde yüce Allah'ın yaratırken fıtri olarak
ona verdiği nurun üstüne vahiy ile nurunu arttırmış olur. Bunun sonucunda o
fıtratın nuruna ek olarak vahiy nurunu da elde etmiş olur.
İşte akıllı bir
kimse bu pek büyük âyet ve bu âyetin bu üstün manalara mutabakatı üzerinde
düşünmelidir. Yüce Allah göklerde ve yerdeki nurunu, mü'min kullarının
kalbindeki nurunu yani basiret ve kalp diye ün salmış akli nur ile yüce ve
alt alemin her tarafının kendisiyle aydınlattığı gözle görülen maddi nuru
sözkonusu etmektedir. Bunların ikisi de pek büyük nurlardır, biri diğerinden
daha büyüktür.
Bunlardan
herhangi birisi bir yerde bulunmayacak yahutta bir mekanda yer almayacak
olursa orada bir insan da veya bir başka varlık da yaşamaz. Çünkü canlı
varlık nurun (aydınlığın) bulunduğu yerde olur. Aydınlığın doğmadığı
karanlık yerlerde ise canlı yaşamaz ve asla bulunmaz.
İşte vahiy ve
iman nurunun bulunmadığı bir ümmet de aynı şekilde ve kaçınılmaz olarak ölü
bir ümmettir. Böyle bir nurun bulunmadığı bir kalp de kesinlikle ölü bir
kalptir. Onda hayat emaresi görülmez. Tıpkı aydınlığın bulunmadığı bir yerde
yaşayan bir canlının bulunmayacağı gibi.
2-
Taberî yüce Allah'ın: "Allah dilediği kimseyi nuruna hidâyet eder"
buyruğunu şöylece açıklamaktadır:
Allah bu Kur’ân
demek olan kendi nurunu izlemeye kullarından dilediği kimseyi muvaffak
kılar.
"Allah insanlar
için misaller getirir"
buyruğu da şu demektir: Allah bu Kur’ân-ı Kerim'de insanlara mü'minin
kalbinde cam içindeki kandili ve bu âyetteki diğer misalleri verdiği gibi
daha başka misaller verir, benzetmeler yapar.
"Allah herşeyi
çok iyi bilendir."
Allah bu ve benzeri diğer misalleri verirken ilim sahibi olarak verir.
1-
Yüce Allah mü'mine aydınlığında hidâyet bulacağı bir nur yaratmıştır.
2-
Allah kullarından dilediği kimseyi imana iletir.
3-
Bu hidâyet ilâhi tevfike mazhar kılma hidâyetidir.
4-
İlahi tevfike mazhar kılmak hidâyeti Allah'ın elindedir, ona başka kimsenin
gücü yetmez.
5-
Anlatılmak istenen hususların daha iyi anlaşılıp, kavranabilmesi için
misaller vermek güzel bir şeydir.
6-
"en-Nur" yüce Allah'ın isimlerindendir.
7-
Nur iki türlüdür. Birisi güneş ışığı gibi maddi nur olup, insan, hayvan ve
bitki onsuz yapamaz, diğeri manevi nur olup bu da yüce Allah'ın nur adını
verdiği Kur’ân-ı Kerim'dir. Güzel bir hayat arzu eden hiçbir kimse onsuz
yapamaz.
8-
Yüce Allah'ın yarattığı güneşin maddi nuru ortaya çıktığı takdirde
kandillerin, mumların sözedilmeye değer bir ışıkları olmaz. Aynı şekilde
yüce Allah'ın kulları için indirmiş olduğu İslâm nuru -ki o da manevi bir
nurdur- ortaya çıkacak olursa ona muhalif her türlü ilkenin de ortadan
kalkması gerekir. Laiklik, masonizm, kapitalizm, kominizm ve daha başka
insan tarafından ortaya konmuş sistemler. Kominizm sona erdi, ortadan
kalktı. Yüce Allah'ın izniyle İslâma aykırı diğer sistemler de ortadan
kalkacaktır. Şairin şu beyitleri ne kadar da doğrudur:
"Allahu ekber
Muhammed'in dini ve kitabı
En güçlüdür,
sözü en doğrudur,
Diğer kitapların
sözü edilmez onun yanında
Çünkü sabah oldu
artık, kandili söndürüver."
Yüce Allah
buyurdu ki:
"Allah
dilediğini siler ve (dilediğini) bırakır. Ana kitap ise onun nezdindedir."
(er-Ra’d, 13/39)
Taberi der ki:
Bu âyetin te’vili hakkında sözkonusu edilmiş görüşlerin en uygunu ve doğruya
en yakın olanları bizim el-Hasen ve Mücahid'den naklettiğimiz görüştür. Buna
göre yüce Allah Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'den ceza ile
ilgili alametleri ve onlarla tehdit edilmelerinin gerçekleştirilmesini
istediler. Yüce Allah da onlara: "Allah'ın izni olmaksızın herhangi bir
ayeti (bir mucizeyi) getirmek hiçbir peygamberin yapabileceği bir iş
değildir." (er-Rad, 13/38) diye buyurdu. Bununla yüce Allah onlara
haklarındaki kaza ve hükmünün bir kitapta tespit edilmiş bir vadesi olduğunu
bildirmektedir. İşte onlar bu vadenin geleceği vakte kadar ertelenmiş
bulunuyorlar. Daha sonra onlara şöyle buyurmaktadır: "İşte o vade zamanı
geldi mi yüce Allah eceli gelmiş, rızkı bitmiş ya da helak edilme zamanı
gelmiş yahut yüksek bir mevkiden aşağıya alınması yahut bir malının helak
edilmesi vakti gelmiş kimselerin bu hükümlerini yaratmayı takdir eder. İşte
"silme" budur. Eceli, rızkı ve yiyeceği bitirmemeyi dilediği kimseleri (yani
henüz dünyada kalmaktan ve rızıktan yana payı bulunanları) halleri üzere
bırakır, onları silmez."
Taberi yüce
Allah'ın: "Ana kitap ise onun nezdindedir" buyruğu hakkında şunları
söylemektedir: Bu hususta da en doğru görüş: "Kitabın aslı ve özü onun
nezdindedir" diyenlerin görüşüdür. Çünkü yüce Allah bu kitabı sözkonusu
etmekte ve onun dilediğini silip, dilediğini bıraktığını haber vermekte,
daha sonra da arkasından: "Ana kitap ise onun nezdindedir" diye
buyurmaktadır. Böylelikle bunun şu anlama geldiği açıkça ortaya çıkmaktadır:
Kendisinden tespit olunanın ve silinenin aslı ve özü onun nezdindeki bir
kitaptadır.
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye âyetin tefsirinde şunları söylemektedir:
İlim adamları
der ki: Silmek ve bırakmak meleklerin sahifelerindedir. Şanı yüce Allah'ın
ilminde ise değişiklik olmaz. Daha önce bilmediği bir hususu sonradan
farketmez. Dolayısıyla onun ilmi hakkında silmek ya da bırakmak sözkonusu
değildir.
Levh-i mahfuz'da
silmek ve bırakmak var mıdır? Bu hususta iki görüş bulunmaktadır. Doğrusunu
en iyi bilen yüce Allah'tır.
İlim adamlarının
bu tefsiri bu âyeti şaban ayının ortasında (berat gecesinde) yüce Allah'ın
bu gece dilediğini siler, dilediğini bırakır iddiası ile okuyan
bid'atçilerin görüşlerini reddetmektedir.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Uzun ömürlünün
ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmesi de ancak bir kitaptadır."
(Fatır, 35/11)
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye diyor ki: Burada kastın ömür verilenlerin cinsi olduğu
söylenmiştir. Yani kendisine ömür verilen herbir insan ile ömrü eksik herbir
insan kastedilmektedir. Diğer taraftan ömrün uzatılması (tamir) ve
kısaltılması (taksîr) ile iki şey kastedilmektedir:
1-
Birincisi birisinin ömrü uzun, diğerinin ömrü kısa olmaktadır. Bu durumda
ömrü kısa olanın kısaltılması başkasına nispetledir. Nitekim uzun ömürlünün
ömrünün uzun olması da böyledir. Birinin ömrü kısa gelirken, onun kısalığı
başkasına nispetle kısalık olur. Tıpkı birisinin ömrünün uzun olmasının
başkasına nispetle böyle olması gibi.
2-
Bununla yazılıp takdir edilmiş ömrün kısaltılması da kastedilebilir. Tıpkı
artış ile yazılmış ömrün uzatılmasının kastedilmesi gibi. Buhârî ve
Muslim'de Peygamber Salallahu aleyhi vesellem'den şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir:
"Rızkının
genişletilmesinden, eserinin (ecelinin) geciktirilmesinden hoşnut olan kimse
akrabalık bağını gözetsin."
Bazıları şöyle
demiştir: Bundan maksat ömürdeki berekettir. Kişi kısa bir zaman içerisinde
başkasının ancak uzunca bir süre içerisinde yaptıkları şeyleri yapabilir.
Çünkü rızık ve ecel yazılmış ve takdir edilmiş şeylerdir. (Artışları,
eksilmeleri olmaz) derler. Böylelerine şu cevap verilir: Böyle bir bereket
ve artış ameldedir. Fayda da aynı şekilde takdir edilmiş ve yazılmıştır.
Dolayısıyla herbir şeyi de kapsar.
Tahkik sonucu
verilecek cevap şudur: Kul için Allah meleklerin sahifelerinde belli bir
ecel yazar. O akrabalık bağını gözetirse, bu yazılanı arttırır. Eğer
eksilmeyi gerektirecek bir iş yaparsa yine orda yazılandan eksiltilir. Bu
anlamın bir benzeri Tirmizî ve başkalarında yer alan Peygamber efendimizin
şu buyruğudur:
"Âdem Allah'tan
kendisine soyumdan gelecek peygamberlerin sûretini göstermesini isteyince,
Allah da ona onları gösterdi. Aralarında parıltısı olan bir adam gördü. Ya
Rab bu kim diye sordu. Oğlun Davud diye buyurdu. Âdem onun ömrü kaç yıldır
diye sordu. Allah kırk yıldır diye buyurdu. Adem: Peki benim ömrüm ne
kadardır diye sordu, Allah bin sene diye buyurdu. Adem: Ben ona ömrümden
altmış yıl bağışladım dedi. Bunun üzerine buna dair bir kitap (belge)
yazıldı. Melekler de buna şahitlik etti. Adem'in ölüm vakti gelince: Benim
ömrümden daha altmış yıl var dedi. Onlar bunu oğlun Davud'a bağışlamıştın ya
dedilerse de o bunu inkar etti. Bunun üzerine o kitabı (yazılı belgeyi)
çıkardılar.”
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Âdem de unuttu,
bu sebeple onun soyundan gelenler de unuttu, Âdem inkar etti, onun soyundan
gelenler de inkar etti."
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu
benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, başka yollara uymayın. Sonra sizi
onun yolundan ayırırlar. İşte sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye
etti."
(el-En'am, 6/153)
İbn Mesud dedi
ki: "Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem bize eliyle bir çizgi
çizdi, sonra şöyle buyurdu: “Bu dosdoğru haliyle Allah'ın yoludur.”
Sağına ve soluna da birtakım çizgiler çizdi, sonra şöyle buyurdu: “İşte
bu yolların herbirisinin üzerinde mutlaka ona çağıran bir şeytan vardır.”
Sonra da yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur"
âyetini okudu."
Görüldüğü gibi
(ayet) "sırat" lafzını ve "hadis" de sebîl (ikisi de yol anlamındadır)
lafzını tekil olarak kullanmışlardır. Buna karşılık Allah'ın yoluna muhalif
diğer yollar ise çoğul olarak kullanılmıştır. Çünkü Allah'a ulaştıran yol
birdir. Bu yol da, onun rasûlleri ile gönderdiği ve kitaplarında indirdiği
yoldur. Hiç kimse ona bu yoldan başkası ile ulaşamaz. İsterse insanlar bütün
yolları izlesin ve herbir kapının açılmalarını istesinler. İzleyecekleri
bütün yollar çıkmazdır, bütün kapılar kapalıdır. Ancak ona bu tek yoldan
gidilebilir, sadece bu yol Allah'a ulaşır ve sadece bu yol Allah'a
ulaştırır:
"Benim uymayı
taahhüt ettiğim dosdoğru yol budur."
(el-Hicr, 15/41) yani bana ulaştıran yol budur demektir. Mücahid dedi ki:
"Hak Allah'a racidir ve onun yolu hak üzeredir. Başka hiçbir şeyle ilgisi
yoktur." Bu görüş âyet ile ilgili açıklamaların en sahih olanıdır. Buradaki
"uymayı taahhüt ettiğim" anlamı verilen lafzın vücub ifade ettiği
söylenmiştir. Yani açıklamayı, tanımlamayı ve kendisini göstermeyi (delalet
etmeyi) taahhüt ettiğim yol budur, demektir. Bu iki görüş en-Nahl sûresinde
yer alan: "Doğru yolu göstermek Allah'a aittir." (en-Nahl, 16/9)
âyetinde ifade edilene benzemektedir. Bu âyet hakkındaki doğru açıklama da
el-Hicr sûresinde yer alan âyet hakkındaki doğru açıklama gibidir: Doğru yol
-ki müstakim ve itidalli yol demektir- Allah'a döner ve Allah'a ulaştırır.
Bu âyet-i kerime
ile bu hadis-i şeriften müslüman için şu gerçek açıklık kazanmış olur: Hak
yol birdir, o da yüce Allah'ın kendisine uymayı emretmiş olduğu dosdoğru
yoludur. Dosdoğru yol (sırat) ise kitap ve sahih sünnette ifadesini bulan
İslâmdır. Bunlara sımsıkı sarılan bir kimse dosdoğru yola (sırat-ı
müstakime) hidâyet bulur.
Ayet ve hadis-i
şerif sapıklık yollarının pekçok olduğu ifade edilmektedir. Sapıklık yolları
ise kitap ve sünnetten uzak olan ve İslâmın kabul etmediği birtakım
bid'atleri ortaya koymuş ve karanlıklarda yürüyen yüce Allah'ın nur ve
hidâyet ihtiva eden dosdoğru yolunu terkedenlerin yoludur. Bundan dolayı
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah iman
edenlerin velisi (dost ve yardımcısı)dir. Onları karanlıklardan nura
çıkarır, kâfirlerin dostları ise tağuttur. Onlar da onları nurdan
karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliktirler. Onlar orada temelli
kalıcıdırlar."
(el-Bakara, 2/257)
Bu âyet-i
kerimede de nur yolu tek, karanlıklar yolu ise çoğul olarak gelmiştir. Tıpkı
birinci âyette ve az önce kaydettiğimiz hadiste geçtiği gibi. Bu da hakka
giden yolun bir olduğunu, sapıklık yollarının ise çok olduğunu
göstermektedir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Muhakkak ki sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin fakat Allah dilediğine hidayet verir ve o
hidayet bulanları en iyi bilendir."
(el-Kasas, 28/56)
Bir insana öğüt
verip, onu hidâyete çağırmak istediğin vakit hemen bazıları: Bırak onu çünkü
sen sevdiğini hidâyete iletemezsin deyiverirler. Şayet itiraz eden bu kişi
bu âyetin, bu âyetteki hidâyetin anlamını ve âyetin nüzul sebebini bilmiş
olsaydı böyle bir söz söylemezdi.
1-
Büyük ilim adamı el-Kasımi bu âyetin tefsirinde şunları söylemektedir:
"Muhakkak ki sen
sevdiğini hidâyete erdiremezsin."
Yani sen kavminden olsun, başkalarından olsun İslâma girmesini sevdiğin,
arzu ettiğin herkesi İslâma girdirmek gücüne sahip değilsin. "Fakat Allah
dilediğine hidâyet verir." hidâyet vermek dilediği kimseyi inayetiyle
İslâma girdirir. "Ve o hidâyet bulanları en iyi bilendir." Onların
istidadlarını ve kalplerine mühür vurulmamış olduğunu bildiğinden ötürü
hidâyeti kabil olanları en iyi bilendir."
2-
Âyetin nüzul sebebine gelince, Hafız İbn Kesîr tefsirinde şunları
zikretmektedir:
Buhârî ve
Muslim'de sabit olduğuna göre âyet Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'in
amcası Ebu Talib hakkında inmiştir. Ebu Talip, Peygamber efendimizi himaye
ediyor, ona yardım ediyor, onun safında yer alıyor, onu -şer'i anlamıyla
değil, tabiatı itibariyle çokça seviyordu. Ölümü yaklaşıp, eceli gelip
çatınca Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem onu imana ve İslâma
girmeye davet etti. Fakat hakkındaki ilâhi kader tahakkuk etti, onu elinden
alıp gitti. Daha önceki küfür halini sürdürdü. Sonsuz hikmet Allah'ındır.
3-
İmam Muslim de âyetin nüzul sebebini Sahih'inin iman bahsinde şu başlık
altında zikretmektedir:
Ölümü yaklaşmış
kimsenin gargara diye bilinen ruhun alınma halinden önce İslâma girmesinin
sahih olduğuna, müşriklere mağfiret dilemenin nesholduğuna ve müşrik olarak
ölenin cehennemliklerden olduğuna ve hiçbir vesilenin bu durumdan onu
kurtaramayacağına dair delil.
Daha sonra nüzul
sebebini uzun uzadıya sözkonusu etmektedir. Özetle şöyledir: Ebu Talib'in
ölümü yaklaşınca Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem yanına gelerek
ona dedi ki:
"Amca! La ilâhe
illallah de. Bu kelime ile ben senin lehine Allah huzurunda şahidlik
edeyim."
Ancak o, la ilâhe illallah demeyi kabul etmedi. Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem dedi ki:
"Allah'a yemin
ederim. Bana yasaklanmadığı sürece senin için mağfiret dileyeceğim."
Bunun üzerine yüce Allah: "O çılgın ateşlikler oldukları açıkça ortaya
çıktıktan sonra akrabaları dahi olsalar müşriklere peygamberin de,
mü'minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir." (et-Tevbe, 9/113)
âyetini indirdi.
Yüce Allah Ebu
Talib hakkında da buyruk indirerek Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'e:
"Muhakkak ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin." (el-Kasas, 28/56)
diye buyurdu.
Hadisteki "Ebu
Talib'in ölümü yaklaştığında" sözünden kasıt ölümün belirtilerinin görülmeye
başlanmasıdır. Bu da kişinin âhiretteki yerini görmesinden ve ruhunun
kabzedilmeye başlamasından öncedir. Eğer âhiretteki yerini gördüğü ve ruhu
kabzedildiği halde (iman edilirse) imanın o kimseye faydası olmaz.
Derim ki bu âyet ve bu hadis-i şerif Ebu Talib'in kafir olduğunu
ispatlamaktadır. Ebu Talib'in kurtuluşunu kabul edenlerin görüşleri de
açıkça reddedilmektedir. Özellikle Abdu'l-Muttalib'in oğlu Abbas'ın şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, senin Ebu Talib'e herhangi
bir faydan oldu mu? Çünkü o seni koruyor ve senin için öfkeleniyordu.
Peygamber şöyle buyurdu:
"Evet, o
sığ bir ateşte olacaktır. Eğer ben olmasaydım, ateşin en derin yerinde
olacaktı."
Bir rivayette de
şöyle buyurulmaktadır:
"Ateşin pek
derin olmayan bir yerine konulacaktır. Onun topuklarına ulaşacaktır. Bundan
dolayı da beyni kaynayacaktır."
4-
"Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin" buyruğunda sözü
edilen hidâyet yüce Allah'a has olan tevhid hidâyetidir. İnsanları İslâma
davet etmek anlamıyla hidâyet ise bu Allah, Rasûlü ve bütün davetçiler
hakkında umumidir. Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem Ebu Talib'i
hidâyete ve İslâma davet etmekle birlikte o İslâma girmeyi kabul etmeyip,
kafir olarak öldü. Bunun üzerine bu âyet indi. Bizler de insanları hidâyete
iletmek maksadıyla onlara davette bulunuruz. Eğer yüz çevirecek olurlarsa
ilâhî tevfik ile hidâyetleri için dua ederiz. Onları davet etmeyi bırakmamız
da caiz değildir ve bu hususta da bu âyet-i kerimeyi delil gösteririz. Ancak
Ebu Talib'in olayına benzer bir hal olması müstesnâ. Bir kâfiri İslâma davet
ettiğimiz halde onun bunu kabul etmeyip, kâfir olarak ölmesi gibi.
Yüce Allah'ın
insana hidâyeti dört türlüdür. Rağıb el-Isfahânî bunları şöylece
zikretmektedir:
1-
Herbir mükellefe genel olarak verdiği türden olan hidâyet. Akıl, zekâ,
bundan da daha önemli olan kesin bilgiler. Herbir şeye bunu alabildiği
kadarıyla vermiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Rabbimiz bütün
herşeye hilkatini verip, sonra da hidâyeti (doğru yolu) gösterendir dedi."
(Tâhâ, 20/50)
2-
İnsanları peygamberler aracılığıyla Kur’ân'ı indirmekle ve buna benzer
yollarla kendisine davet ettiği hidâyet. Yüce Allah'ın: "Onları emrimizle
hidayeti (doğru yolu) gösteren önderler kıldık." (el-Enbiya, 21/73)
buyruğundan maksat budur.
3-
Yüce Allah'ın sadece hidâyet bulanlara tahsis ettiği ilâhi tevfikin
hidâyeti. Yüce Allah'ın şu buyruklarıyla kastedilen hidâyet türü budur:
"Hidâyeti
bulanların ise hidâyetlerini arttırmış ve kendilerine takvalarını
vermiştir."
(Muhammed, 47/17)
"Kim Allah'a
iman ederse onun kalbine hidayet verir."
(Teğabun, 64/11)
"İman edip,
salih amel işleyenlere gelince, imanları sebebiyle Rableri onlara hidayet
verir. (Doğru yola iletir)."
(Yunus, 10/9)
"Uğrumuzda cihad
edenleri elbette biz onları yollarımıza iletiriz. (Hidayet veririz)."
(el-Ankebut, 29/69)
"Allah hidayete
erenlerin hidayetini arttırır."
(Meryem, 19/76)
"İşte Allah
böylece izniyle iman edenleri hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka iletti.
(Hidayet verdi)."
(el-Bakara, 2/213)
4-
Yüce Allah'ın şu buyruklarında kastedilen âhirette cennete hidâyet (cennete
iletmek):
"Onlara hidayet
verecek ve hallerini ıslah edecektir."
(Muhammed, 47/5)
"Biz onların
kalblerinde kin türünden ne varsa söküp atacağız. Altlarından ırmaklar akar.
'Bizi buna ileten (hidayet veren) Allah'a hamdolsun. Allah bizi bu yola
iletmeseydi (hidayet etmeseydi) kendiliğimizden onu bulmuş olamazdık."
(el-Araf, 7/43)
a.
Birinci hidâyet çeşidine sahip olamayanlar için ikinci tür hidâyet sözkonusu
olmaz. Hatta böylelerinin mükellefiyetleri sahih dahi değildir.
b.
İkinci tür hidâyete sahip olmayanlar için üçüncü ve dördüncüsünün elde
edilmesi sözkonusu olmaz.
c.
Dördüncü hidâyete nâil olan bir kimse için önceki üç hidâyet türü de
gerçekleşmiş demektir.
d.
Üçüncü hidâyet türünü elde eden ondan önceki iki hidâyet türüne de nail
olur.
e. Bundan
sonrası için ise bunun aksi sözkonusudur. Yani kişi bazen birinci tür
hidâyete sahip olmakla birlikte ikincisini elde edemeyebilir ve üçüncüsünü
de elde edemez. İnsan başkasını ancak davet etmek ve ona yolları tanıtmak
ile hidâyete iletebilir, diğer hidâyet türlerini kendisi gerçekleştiremez.
1-
Davet etmek ve yolları tanımlamak demek olan ikinci tür hidâyete yüce Allah
şu buyruklarıyla işaret etmektedir:
"Ve muhakkak ki
sen dosdoğru yola iletirsin (hidayet edersin)."
(eş-Şura, 42/52)
"Herbir
topluluğun bir yol göstericisi (hidayet edicisi) olmuştur."
(er-Rad, 13/7) davet edici demektir.
2-
Diğer hidâyet türlerine de yüce Allah: "Muhakkak ki sen sevdiğini
hidayete erdiremezsin fakat Allah dilediğine hidayet verir." (el-Kasas,
28/56) buyruğunda işaret etmektedir.
3-
Yüce Allah'ın zalimlere ve kafirlere nasip etmediğini belirttiği herbir
hidâyet ikinci tür hidâyettir. Bu da sadece hidâyete erenlere ait olan
tevfik hidâyetidir.
4-
Âhiretteki mükafat ve cennete koymak anlamındaki dördüncü hidâyet yüce
Allah'ın şu buyruklarında ve benzerlerinde dile getirilmektedir:
"O peygamberin
hak olduğuna şehadet edip, kendilerine apaçık deliller gelmiş iken
imanlarından sonra küfre giren bir topluluğa Allah nasıl hidayet eder. Allah
zalimler topluluğuna hidayet vermez."
(Al-i İmran, 3/76)
Yüce Allah'ın şu
buyruğu da buna örnektir:
"Bunun sebebi
onların dünya hayatını âhiretten daha çok sevmeleri ve Allah'ın hiç şüphesiz
kafirler topluluğuna hidayet vermemesidir."
(en-Nahl, 16/107)
Yüce Allah'ın
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem'in ve insanların sahip olmadığını
belirttiği herbir hidâyet -ki bu onların buna güç yetiremediklerini ifade
eder- davet etmek ve yolu tanımlamaya has hidâyetin dışındaki bir
hidâyettir. Bu da akıl vermek, hidâyet tevfiki ve cennete koymak gibi, yüce
Allah'ın şu buyruklarında sözkonusu edilmiştir:
"Onların
hidayete ermesi senin üzerine bir borç değildir. Fakat Allah dilediği
kimseye hidayet verir."
(el-Bakara, 2/272)
"Allah dileseydi
onları muhakkak hidayet üzere toplardı."
(el-En'am, 6/35)
"Sen kör
olanları sapıklıklarından hidayete iletecek de değilsin."
(er-Rûm, 30/53)
"Onların
hidayete ermeleri için (ne kadar) hırs göstersen de şüphesiz Allah dalâlette
bırakmayı dilediği kimseye hidayet vermez."
(en-Nahl, 16/37)
"Allah'ın
saptırdığını hidayete iletecek kimse bulunmaz."
(el-Mü'min, 40/33)
"Allah kime
hidayet verirse onu da saptıracak olmaz."
(ez-Zümer, 39/37)
"Muhakkak sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidâyet verir."
(el-Kasas, 28/56)
Yüce Allah şu
buyruklarıyla da bu manaya işaret etmektedir:
"Artık sen iman
etsinler diye insanları zorlayıp duracak mısın?"
(Yunus, 10/99)
"Allah kime
hidayet verirse o doğru yola erdirilmiş demektir, kimi de saptırırsa artık
onun için doğru yola erdirecek bir veli (dost ve yardımcı) bulamazsın."
(el-Kehf, 18/17)
Yani hidâyeti
isteyen ve araştıran kimseye Allah muvaffakiyet verir ve onu cennete götüren
yola iletir. Yoksa Allah'ın saptırdığı ve dalalet ve küfür yolunu
araştıranlar için durum böyle değildir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında
olduğu gibi:
"Allah kafirler
topluluğuna hidayet vermez."
(el-Bakara, 2/264)
"Şüphe yok ki
Allah yalan söyleyen, kafir olan hiçbir kimseye hidayet vermez."
(ez-Zümer, 39/3)
Yalan söyleyen,
kafir olan ise Allah'ın hidâyetini kabul etmeyendir. Bu da lafız bu maksatla
kullanılmamış olsa bile neticede buna racidir. Allah'ın hidâyetini kabul
etmeyen kimseye de Allah hidâyet vermez: Benim hediyemi kabul etmeyen
kimseye ben de hediye vermem, benim bağışımı kabul etmeyen kimseye ben de
bağış yapmam, benden yüz çeviren kimseye de ben de dönüp bakmam demeye
benzer.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Onlar, kâfir
olanlar, sizleri Mescid-i Haram'dan, bekletilen kurbanlarınızı yerlerine
varmaktan alıkoyanlardır. Eğer (Mekke'de) bilmediğiniz mü'min erkeklerle,
mü'min kadınlar olmayaydı ve siz onları bilmeyip, çiğnemeyecek ve size
onlardan dolayı bir vebal isabet etmeyecek olsaydı. (Onlardan ellerinizi
çekmezdi) ta ki Allah dilediği kimseyi rahmetine soksun. Eğer onlar ayrılmış
olsalardı, ötekilerden kafir olanları elbette acıklı bir azab ile
azablandırmış olacaktık."
(el-Feth, 48/25)
1-
Mekkeli müşrikler müslümanları umre yapmak üzere Mekke'ye girmelerini
engellediler. Müslümanlarla birlikte boğazlanmaları için tahsis edilen
yerlerine ulaşmaları engellenen kurbanlıkları da vardı.
2-
Aralarında mü'minler varken saldırgan kâfirlerle savaşmak -kasti olmayarak
mü'min erkek ve kadınların kaybedilmesi korkusuyla- caiz değildir. Bu
durumda savaşan mü'minler günaha maruz kalırlar ve utanılacak bir hale
düşerler. Bu buyruk İslâmın mü'min erkek ve kadınların -az olsalar dahi-
hayatta kalmalarına ne kadar dikkat ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. İbn
Kesîr, Tefsirinde diyor ki: O sırada Mekke'de bulunan mü'min erkek ve
kadınların sayısı dokuz kişi idi. Bunlar yedi erkek, iki kadındı. İşte yüce
Allah'ın: "Eğer bilmediğiniz mü'min erkeklerle, mü'min kadınlar olmayaydı
ve siz onları bilmeyip, çiğnemeyecek ve size onlardan dolayı da bir vebal
isabet etmeyecek olsa idi (onlardan ellerinizi çekmezdi)." buyruğunun
ifade ettiği anlam budur.
3-
Yüce Allah aralarından dilediği kimseler İslâma girsin diye müşriklerin
cezalandırılmasının tehir edilmesi. Fiilen ortaya çıkan da bu olmuştu. İbn
Kesîr, Tefsirinde Habib b. Sibâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Ben günün
başında Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'e karşı kâfir olarak
savaştım, günün sonunda ise onunla birlikte mü'min olarak savaştım."
İşte yüce Allah:
"Ta ki Allah dilediği kimseyi rahmetine soksun." buyruğu ile buna
işaret etmektedir.
4-
Kâfirler arasında onlarla birlikte olmayıp ayrı bulunan ve onlarla karışık
vaziyette olmayan kâfirlerle savaşmanın caiz olduğu. Bu da yüce Allah'ın:
"Eğer onlar ayrılmış olsalardı, ötekilerden kâfir olanları elbette acıklı
bir azap ile azaplandırmış olacaktık." buyruğunun anlamı budur.
5-
Keşke genel olarak bütün müslümanlar, özel olarak aralarından cihad edenler
bu âyet-i kerimeyi uygulasalar ve kendileriyle savaşmak istedikleri kimseler
arasında karışık halde bulunan müslüman erkek ve kadın kardeşlerinin
varlığını gözönünde bulundursalar. Şayet ilk müslümanlar, müşrikler
kendilerini Mekke'ye girmekten alıkoydukları vakit onlarla savaşmayı
erteledikleri gibi erteleyecek olsalardı, mü'min erkek ve kadınların
kardeşlerini korurlar, günahkârlara boyunlarını vurmak fırsatını ve
ırzlarını ayaklar altına alma imkânını vermemiş olurlardı.
Yüce Allah
buyurdu ki:
"Hem peygamber
size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının."
(el-Haşr, 59/7)
İbn Kesîr diyor
ki: Size her neyi emrederse onu yapınız ve size her neyi yasaklarsa ondan
uzak durunuz. Çünkü o, ancak hayır emreder ve ancak bir şerri yasaklar.
Abdullah b. Mesud Radıyallahu anh'dan dedi ki: Allah dövme yapan
kadınlara da, dövme yaptıran kadınlara da, kaşlarını aldıranlara, güzellik
için yüce Allah'ın hilkatini değiştirerek dişlerini törpületip, inceltenlere
lanet eylemiştir. Abdullah'ın bu sözü evinde bulunan ve Um Yakup diye
bilinen Esed oğullarından bir kadına ulaştı. Ona gelerek şöyle dedi: Bana
ulaştığına göre sen şöyle şöyle demişsin. Abdullah dedi ki: Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem'in lanet ettiği ve yüce Allah'ın kitabında da
(lanetle) sözkonusu edilen kimseleri ben ne diye lanetlemiyeyim? Kadın: Ben
hiç şüphesiz Kur’ân'ı baştan sona okuyor ve biliyorum. Senin bu dediğini
bulamadım. Abdullah dedi ki: Şayet sen Kur’ân'ı gerçekten okumuş olsaydın,
onu bulacaktın. Sen "Hem peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak
etti ise de sakının" buyruğunu okumadın mı? Kadın: Evet deyince, şöyle
dedi: Peygamber bu dediklerini yasakladı. Bu sefer kadın: Görüşüme göre
senin ailen bu işi yapıyor, dedi. Abdullah: Git ve bak, dedi. Kadın gitti
fakat dediği şekilde bir şey bulamadı. Kadın gelerek: Hayır dediğin gibi
görmedim deyince Abdullah şöyle dedi: Eğer dediğin gibi olsaydı bizimle
birlikte olmazdı.
Peygamber
Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Ben size bir emir
verecek olursam, ondan gücünüz yettiği kadarını yapınız. Size bir işi
yasaklayacak olursam, ondan da uzak durunuz."
Bu âyet-i kerime
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'in emrettiği doğruluk, emanet,
ahde vefa, verilen sözü yerine getirmek, sakalı salıvermek ve daha başka
bütün emirleri kapsar. Uzun seneler öncesinde Mekke'de Mescid-i Haram'da
ders veriyor, hacılara Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'in
emrettiği şekilde sakallarını salmalarını, bıyıklarını kesmelerini
öğütlüyordum. Derste bulunanlardan bir adam kalktı ve benden bunun vücubuna
dair Kur’ân-ı Kerim'den delil getirmemi istedi. Ben de kendisine yüce
Allah'ın: "Hem peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise
de sakının." (el-Haşr, 59/7) âyetini okudum. Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem bize sakalı salıvermeyi emretmiş bulunuyor, dedim. O da
bana: Doğru söyledin dedi. Bir kaç gün sonra da sakalını saldı.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Ey iman
edenler! Allah'ı pekçok anın."
(el-Ahzab, 33/41)
Zikre (anmaya ve
hatırlamaya) devam etmek, sevginin devamına sebeb olduğundan yüce Allah da
kemal derecesinde sevgiye, ubûdiyete, tazime ve tebcile en lâyık olduğundan
onu çokça anmak kul için en faydalı işlerdendir. Ekin için, su hatta su
olmadıkça yaşayamayan balık için su ne ise kalp için de zikir odur. Zikrin
birkaç çeşidi vardır:
1-
Şanı yüce Allah'ı isim ve sıfatlarıyla zikretmek ve bunlarla ona övgülerde,
senâlarda bulunmak.
2-
Yüce Allah'ı tesbih etmek, O'na hamdetmek, tekbir ve tehlil etmek, şanını
yüceltmek. Sonraki alimler tarafından zikir lafzının kullanılması suretiyle
çoğunlukla kastedilen budur.
3-
Yüce Allah'ı hükümleriyle, emirleriyle, yasaklarıyla anmak. Bu da ilim
ehlinin zikridir. Hatta bu üç tür onların Rablerini anma türlerini ifade
eder.
4-
Yüce Allah'ı, kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim okuyarak anmak. Bu da zikrin en
faziletlisi kabul edilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kim benim
zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu
kıyamet gününde kör olarak haşrederiz."
(Tâhâ, 20/124)
Burada yüce
Allah'ın "zikr"inden kasıt Rasûlüne indirdiği kelâmıdır.
Yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Bunlar iman
edenlerdir, gönülleri Allah'ın zikriyle huzura kavuşanlardır. Haberiniz
olsun ki kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."
(er-Ra’d, 13/28)
5-
Yüce Allah'a dua ederek, ondan mağfiret dileyerek, ona yakararak onu anmak.
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem'in anılıp hatırlanması da yüce Allah'ı anmaya
tabidir. İşte bunlar zikrin beş çeşidini teşkil eder.
Allah'ı
zikretmek (anmak) Allah'ın teşrî buyurduğu ve Rasûlünün ümmetine öğrettiği
şekilde olur. Sufilerin uydurma ve bid'at olarak ortaya koydukları çeşitli
zikirler ile bid'at şekillerle olmaz. Mesela onlar "hu hu (o, o)" derler ve
bunu Allah'ın isimlerinden kabul ederler. Oysa bu doğru değildir. Aynı
şekilde Peygamber Salallahu aleyhi vesellem’e salât getirmek de ancak
sünnette vârid olmuş şekilde olur. Salâvât-ı İbrahimiyye (Allahumme salli
ala Muhammed....) gibi ancak sünnette vârid olmuş ve sünnete uygun benzeri
lafızlarla yapılabilir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Sana şu
hasımların haberi geldi mi hani onlar duvarı tırmanarak namaz kıldığı yere
inmişlerdi. Hani onlar Davud'un yanına girmişlerdi de o bunlardan korkmuştu.
Onlar: 'Korkma iki davacıyız birimiz diğerine haksızlık etmiştir. Aramızda
hak ile hükmet. Zulmetme ve bizi doğru yola ilet' dediler. (Biri dedi ki):
'Bu benim kardeşimdir. Onun doksandokuz koyunu vardır. Benim ise bir koyunum
var. O koyunu bana ver dedi ve söz söylemede de beni yendi.' Dedi ki:
'Andolsun ki o senin bir koyununu koyunlarına (katmak) istemekle sana
zulmetmiş. Muhakkak katan (ortak)ların çoğu şüphesiz birbirlerine haksızlık
ederler. İman edip salih amel işleyenler müstesnâ. Böyleleri ise ne de
azdır!' -Bunun üzerine Davud bizim kendisini imtihan ettiğimizi sandığından
hemen Rabbinden mağfiret istedi, rukû ederek yere kapanıp (Allah'a) döndü.
Biz de ona bunu mağfiret ettik. Şüphesiz onun nezdimizde bir yakınlığı ve
güzel bir dönüş yeri vardır. Ey Davud! Biz seni gerçekten yeryüzünde bir
halife kıldık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Sakın hevaya uyma!
O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah'ın yolundan
sapanlara hesap gününü unuttuklarından, onlar için çok çetin bir azap
vardır."
(Sâd, 38/21-26)
Müfessirler bu
âyet-i kerime hakkında farklı görüşlere sahiptirler:
1-
Taberî der ki: Bu Davud Aleyhisselam'ın ibadet ettiği yere duvarı
aşarak gelen davacının, verdiği bir misaldir. Şöyle ki denildiğine göre
Davud'un doksandokuz tane hanımı varmış. Öldürülünceye kadar gazaya
gönderdiği adamın ise tek bir hanımı varmış. Nakledildiğine göre bu kişi
öldürülünce Davud onun hanımını nikâhlamış. Daha sonra iki davacı hakkında
hüküm verince kendisinin sınanmış olduğunu anladı, günahının bağışlanmasını
diledi. Allah için secdeye kapandı, Rabbinin rızasına yöneldi ve günahından
tevbe etti.
Daha sonra
Taberî onun kıssasını uzunca senedi ile birlikte zikretmektedir. Bu kıssada
anlatılanların bir bölümü şu anda elde bulunan Tevrat'ta anlatılanlara
benzemektedir.
2-
Suyuti, el-İklil'de şunları söylemektedir: Kadın hakkında anlatılan ve
Davud'un o kadını beğendiği, kocasını da öldürülünceye kadar savaşlara
gönderdiği şeklindeki kıssayı İbn Ebi Hatim, Enes'in rivayet ettiği merfu
bir hadis olarak kaydetmektedir. Hadisin isnadında İbn Lehia vardır. İbn
Lehia'nın durumu bilinen bir kimsedir. O Ebu Yezid er-Rukaşi'den
nakletmiştir. Bu da zayıf bir ravidir. Ayrıca bu kıssayı İbn Abbas'ın mevkuf
(İbn Abbas'ın sözü olarak) da rivayet etmiştir.
Derim ki
Taberî'nin ve diğer müfessirlerin nakli ve akli delillerin zayıflığına
rağmen bu görüşü nakletmeleri hayret edilecek bir husustur.
3-
İbn Hazm, el-Fisal adlı eserinde şunları söylemektedir: Yüce Allah'ın Davud
Aleyhisselam hakkında anlattıkları doğru ve sahihtir, fakat
yahudilerin ürettikleri birtakım hurafelere yapışan yalancı ve alay
edicilerin söylediklerinin hiçbirisi delil değildir. Bu davacılar şüphesiz
Adem oğullarından idiler. Bunlar gerçekten aralarında birtakım dişi koyunlar
hakkında davalaşmışlardı. Bunların birisi diğerine -ayetin de belirttiği
üzere- haksızlık etmişti. Bunların kadınların durumunu üstü kapalı işaret
eden melekler olduklarını söyleyen kimseler yüce Allah'a iftira etmiş
olurlar. Onun söylemediğini ona söyletmiş oluyorlar, Kur’ân'da olmayan bir
şeyi ilave etmiş olurlar.
Allah'a yemin
ederim. Bizden herbir kimse kendisini ve halini korumaya çalışan komşusunu,
komşusunun karısına aşık olmaktan, sonra da kocasını hanımıyla evlensin diye
ölüme maruz bırakmaktan kendisini korur.
4-
el-Bikâî tefsirinde şöyle demektedir: Bu ve benzeri kıssalar yahudilerin
yalanlarındandır. Onlardan İslâma girmiş birisinin bana bildirdiğine göre
onlar Davud Aleyhisselam hakkında bunu kasten söylerler. Çünkü İsa
Aleyhisselam onun zürriyetinden gelmiştir. Böylelikle ona dil uzatmak
için bir fırsat yakalamış olurlar.
Daha sonra
şunları söylemektedir: Yüce Allah'ın: "Biz de ona bunu mağfiret ettik"
buyruğu davacılardan birisinin sözünü dinlemeden ona zulüm isnad etme
mahiyetini ifade eden sözler söylemesini bağışladık demektir. Bu dava Davud
Aleyhisselam'a hüküm vermek konusunda verilmiş bir eğitimdir. Bunun
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem'e zikredilmesi de sürekli olarak
ve bütün işlerinde itinalı ve dikkatli hareket etmek için bir eğitimdir.
Yüce Allah'ın bu kıssayı sözkonusu etmesi Davud Aleyhisselam'ın
makamı hakkında nisbeten olumsuz bazı vehimler uyandırabilme ihtimalini
önlemek için: "Şüphesiz onun nezdimizde bir yakınlığı ve güzel bir dönüş
yeri vardır" diye buyurmaktadır. O halde kıssanın sözkonusu edilmesinin
tek sebebi kemal mertebelerinde daha çok ilerlemeyi sağlamak içindir. Sözünü
ettiğim hususun ilk delili de böyle bir sınamanın hüküm vermek hususunda bir
eğitimi ihtiva etmesidir. Bunun bir kadınla veya başkasıyla bir ilgisi
yoktur. Kadın ile ilgili sözkonusu edilen kıssa meşhur olsa bile batıldır.
Çünkü nice meşhur zikredilmiş batıl var ki, bizatihi uydurmanın kendisidir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Biz Davud'a
Süleyman'ı lutfettik. O ne güzel kuldu. Çünkü o (Allah'a) çokça dönen idi.
Hani ona öğleden sonra bir ayağını tırnağı üzere dikip, üç ayağı üzere duran
hızlı koşan atlar sunulmuştu ve demişti ki: 'Ben ancak hayır sevgisi ile
(atları sevmekle) meşgulken Rabbimi anmaktan uzak kaldım.' Nihayet o
perdenin arkasına girince 'onları bana getirin' dedi. Boyunlarını ve
ayaklarını sıvazlamaya başladı."
(Sâd, 38/30-33)
Müfessirlerin
birçoğu atların, Süleyman Aleyhisselam'ı güneş batıncaya kadar
uğraştırarak ikindi namazını geçirdiğini sözkonusu etmektedir. Bunun üzerine
o da yüce Allah'a yakınlaşmak amacıyla bu atların bacaklarının kesilmesini
ve boğazlanmalarını emretti. Bu hususta kullandıkları lafızlar farklı
olmakla birlikte hepsi bu anlam etrafında dönüp dolaşmaktadır. Bu tefsire
karşı birtakım mülahazalar sözkonusudur:
Yüce Allah'ın:
"Rabbimi anmaktan uzak kaldım" buyruğunda sözkonusu olan "Rabbi
anma"nın ikindi namazı olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Çünkü
buradaki "an: den, dan" lafzı bazan "min: den, dan, türünden" anlamına da
gelebilir. Nitekim Şevkani tefsirinde İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Rabbimi
anmaktan" buyruğunu Rabbimi anmak türünden anlamında olduğunu söylemiştir.
Buna göre atlar Allah'ı anmak türündendir. Bu kabildendir. Çünkü atlar cihad
yapmakta yardımcıdırlar. Bundan dolayı yüce Allah atların bağlanıp
beslenmesini emir buyurmaktadır:
"Siz de onlara
karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet (savaş malzemesi) ve bağlanıp beslenen
atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve
bunlardan başka sizlerin bilmeyip de, Allah'ın bildiği diğerlerini
korkutasınız."
(el-Enfal, 8/60)
Günümüzde
atların yerini tanklar, uçaklar, zırhlılar, füzeler ve daha başka icadlar
tutmaktadır.
Buna göre
atların cihad için hazırlanması istenen ibadetlerdendir. Hatta en
faziletlilerindendir. Bundan dolayı atlar sahih pek çok hadiste öğülmüş
bulunmaktadır.
"Nihayet o
perdenin arkasına girince"
buyruğundan kasıtın güneş olduğunun da delili yoktur. Çünkü uzakta, yakında
güneşten sözedilmemektedir. En yakın anılan varlıklar atlardır. Buna buyruk:
Nihayet atlar saklanıp, Süleyman Aleyhisselam'ın göremeyeceği şekilde
(uzaklaşıp) gizlendi, demek olur.
Bundan da
önemlisi müfessirlerin: "Boyunlarını ve ayaklarını sıvazlamaya başladı"
buyruğunu ayaklarını ve boyunlarını kesti diye açıklamış olmalarıdır.
Böylelikle onlar "sıvazlama (mesh)" lafzını kesmek diye tefsir
etmektedirler. Bunun da delili yoktur. Özellikle bu yolla hayvana azab
edilmekte ve mal telef edilmektedir.
Daha uygunu bizim âyet-i kerimeyi zahirinden anlaşıldığı şekilde
yorumlamamızdır. Taberî, İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Boyunlarını ve
ayaklarını sıvazlamaya başladı" buyruğu ile ilgili şu açıklamasını
nakletmektedir: Süleyman atlara olan sevgisi dolayısıyla yelelerini ve
bacaklarını sıvazlamaya koyuldu.
İbn Abbas'tan
naklettiğimiz bu görüş âyetin te’viline en uygun açıklamadır. Çünkü Allah'ın
bir peygamberi yüce Allah'ın izni ile bacaklarını keserek hayvanlara azap ve
işkence etmez, sebebsiz yere malını telef etmez.
İbn Abbas'ın bu
tefsiri sahih olandır. Süleyman Aleyhisselam'ın atlara olan sevgisi
dolayısıyla askeri bir geçit yaptırmakta olduğu söylenebilir. Atlar önünden
geçip görmeyeceği bir şekilde uzaklaşıp kaybolunca tekrar geri
döndürülmelerini istedi. Bu sefer atların bacaklarına ve boyunlarına
bulaşmış olan tozları toprakları -şimdi at besleyenlerin yaptığı gibi-
silmeye koyuldu.
İbn Hazm dedi
ki: âyetin onlarla uğraşıp namazı geçirdiği için atları kesip boğazladığı
şeklinde yorumlanması oldukça soğuk, değersiz, uydurulmuş, yalan bir
hurafedir. Çeşitli bakımlardan tutarsız görüşler ihtiva etmektedir. Çünkü
burada günahsız atların cezalandırılması ve organlarının kesilmesi, anlamsız
yere kendisinden yararlanılan bir malın telef edilmesi, mürsel bir
peygambere namazı geçirmenin nispet edilmesi, sonra da atları günahları
sebebiyle değil, kendisinin işlediği bir günah dolayısıyla cezalandırdığı
sözkonusu edilmektedir.
Ayetin anlamı
şudur: O Rabbini anmak için hayrı sevmiştir. Nihayet güneş yahutta bu asil
atlar perdenin gerisinde kayboldu. Arkasından o da bunların geri
getirilmesini emredince, eliyle -onlara şefkati ve onlara ikram olmak üzere-
boyunlarını ve bacaklarını sıvazladı. Âyet-i kerimenin zahirinden anlaşılan
ve başka bir anlamın kastedilme ihtimali olmayan manası budur. Kesinlikle
onun atları öldürdüğü ve namazı geçirdiğine dair yapılan açıklamalara hiçbir
işaret yoktur. Halbuki bütün bunları müslümanlardan güvenilir kimseler de
söylemiş bulunuyor. Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'in sözü
dışında hiçbir kimsenin sözü delil olmazken bunları nasıl söylemiş
olabilirler!
Fahru'd-Din
er-Râzî âyet hakkında şunları söylemektedir: Şüphesiz atları bağlayıp
beslemek, onların da dininde teşvik edilmiş bir şeydi. Nitekim bu İslâm
dininde de böyledir. Diğer taraftan Süleyman Aleyhisselam'ın gazaya
ihtiyacı vardı. Onun için oturup atların hazırlanmasını ve yürütülmelerini
emretti ve şunu söyledi: Ben bu atları dünya için ve nefsimin payı için
sevmiyorum. Ben bunları ancak Allah'ın emri ve onun dinini güçlendirmek
istediğim için seviyorum. İşte yüce Allah'ın: "Rabbimi anmaktan" buyruğundan
kasıt da budur. Daha sonra o atların geri getirilmelerini ve yürütülmelerini
emretti. Nihayet perde arkasında kayboldular yani onları göremez oldu. Daha
sonra seyislere atları geri çevirmelerini emretti, atlar onun yanına geri
gelince boyunlarını ve bacaklarını sıvazlamaya başladı.
1-
Atların üstünlüklerine ve değerlerine işaret etmektir. Çünkü atlar düşmanı
savmakta en büyük destektir.
2-
O bu davranışıyla yönetimi ve mülkü disiplin altında tuttuğunu ve birçok işi
bizzat kendisinin yaptığını göstermek istemiştir.
3-
Atların durumlarını, hastalıklarını, kusurlarını o daha iyi bilen birisi
idi. Bu sebeble o atları deniyor, onların bacaklarını boyunlarını
sıvazlıyor. Böylelikle onlarda bir hastalık belirtisi olup olmadığını
anlamaya çalışıyordu.
Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Andolsun biz
Süleyman'ı imtihan ettik ve bu sebeble tahtı üzerine bir ceset bırakmıştık.
Sonra o döndü."
(Sâd, 38/34)
Bu âyet-i
kerimeyi Nebi Salallahu aleyhi vesellem’in şu hadisi tefsir
etmektedir:
"Süleyman
Aleyhisselam dedi ki: Bu gece yüz hanımı dolaşacağım. Herbir hanımın Allah
yolunda savaşacak bir erkek doğuracak. Melek ona: İnşaallah de dediyse de o
unuttuğundan demedi. Hanımları dolaştı. Aralarından sadece birileri yarım
bir insan doğurdu."
Bir
rivayette: "Onlardan bir hanım
dışında kimse hamile kalmadı. O da yarım bir insan doğurdu."
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Eğer: İnşaallah
demiş olsaydı yeminini bozmuş olmazdı ve isteğinin gerçekleşme ihtimali daha
yüksek olurdu." Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir:
"Eğer inşaallah demiş olsaydı, onların
herbirisi ata binen ve Allah yolunda savaşan bir erkek doğuracaktı."
Şeyh Muhammed
Emin eş-Şenkıti, Edvau'l-Beyan adlı tefsirinde şunları söylemektedir:
Bu hususu
öğrendiğimize göre şunu da belirtelim ki bu sahih hadis yüce Allah'ın:
"Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik ve bu sebeble tahtı üzerine bir cesed
bırakmıştık" buyruğunu açıklamaktadır. Süleyman'ın sınanması onun
"inşaallah" demeyi unutmasından dolayı idi. O kadınlar arasından sadece
birisi doğum yaptı, o da yarım insan doğurdu. Yüce Allah'ın: "Bu sebeble
tahtı üzerine bir cesed bırakmıştık" buyruğunda sözü edilen ve ölümünden
sonra tahtı üzerine bırakıldığı belirtilen ceset bu yarım insandır.
Müfessirlerin
yüce Allah'ın: "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik" buyruğunu
tefsir esnasında sözünü ettikleri şeytanın mührü alarak Süleyman'ın tahtı
üzerine oturduğu ve Süleyman'ı mülkünden kovup, uzaklaştırdığı bu halinin
mührünü balığın karnında buluncaya kadar devam ettiği, sözkonusu bu balığın
da krallığından uzaklaştırılmış halde iken yanında ücretle çalıştığı
kimsenin kendisine verdiği balık olduğuna ve kıssanın diğer teferruatına
gelince, bunun batıl ve asılsız olduğu açıkça ortadadır. Nübuvvet makamına
böyle bir şeyin yakışmadığı açıkça görülen bir husustur. Bunlar batıl olduğu
açıkça belli olan İsrailiyat türündendir. Âyetin zahirinden anlaşıldığına
göre mana bizim aktardıklarımızdır. Sahih sünnet te genel olarak buna
delâlet etmektedir. Muhakkiklerin bazısı da bunu tercih etmiştir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Onlara Allah
tarafından yanlarındakini doğrulayıcı bir peygamber geldiği her seferinde
kendilerine kitap verilenlerden bir fırka sanki (gerçeği) bilmiyorlarmış
gibi Allah'ın kitabını arkalarına atmış (ondan yüz çevirmiş)lerdir.
(Yahudiler) şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylere
uydular. Halbuki Süleyman (büyü yaparak) kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar
kâfir oldular. İnsanlara büyüyü ve Babil'deki iki meleğe -Harut ve Marut'a-
indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek: "Biz ancak imtihan
(için)iz. Sakın küfre girme" demedikçe kimseye büyü öğretmezlerdi. İşte
ikisinden kendisi ile koca ve karısının arasını ayıracak şeyler
öğrenirlerdi. Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar
verebilecek değillerdi. Onlar ise kendilerine zarar verecek ve fayda
sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar büyüyü satın alan
kimsenin âhirette bir nasibi olmadığını muhakkak biliyorlardı. Keşke onlar
(büyü öğrenmekle) kendilerini cidden kötü bir şeye karşılık sattıklarını
bilmiş olsalardı. Eğer iman edip, sakınmış olsalardı, elbette Allah'ın
sevabı daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi."
(el-Bakara, 2/101-103)
1-
Muhammed Salallahu aleyhi vesellem, yahudilerin beraberlerinde
bulunan Tevrat'ı tasdik edici olarak gelince onu yalanladılar. Kur’ân'ı da,
Tevrat'ı da arkalarına atıp terkettiler ve gereklerince amel etmediler. Buna
karşılık yahudiler şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları
iftiraları ve büyüleri takip ediyorlardı. Çünkü şeytanlar büyüyü çıkartmış
ve Süleyman Aleyhisselam'ın büyücülük yaptığını ve pek büyük mülkünü
onun vasıtası ile elde ettiğini iddia ettiler. Yüce Allah onları yalanladı
ve Süleyman Peygamberin küfür ve zarar ihtiva eden büyüden uzak olduğunu
açıkladı, büyüyü ve küfrü onu yahudilere öğreten şeytanlara isnad etti ve bu
büyüyü yüce Allah'ın iki melek olan Harut ile Marut'a indirmediğini
açıkladı.
Âlûsi yüce Allah'ın: "İki meleğe... indirilen şeyler" buyruğu "büyü"
anlamındaki lafza atfedilmiştir demektir. (Buna göre şeytan hem büyüyü, hem
de iki meleğe indirilenleri öğretiyordu demek olur.) Bu atfın faydası
onların sihir olan ile Allah tarafından sınanmak için indirilenleri birarada
bildiklerini ortaya koymaktır. Böylelikle onların yasak olan bir işi
işlediklerinden ötürü iki bakımdan yerildiklerini ifade etmektedir. Şöyle
buyurulmuş gibidir: Onlar kitaplarda yazılmış ve başka yerlerdeki büyüye
tabi oldular. Bu iki melek ise yüce Allah'tan bir sınav olmak üzere
insanlara büyüyü öğretmek için indirildiler. Büyüyü öğrenip büyü ile amel
eden kâfir olur, buna karşılık büyüyü öğrenip büyü yapmaktan sakınan ise,
iman üzere sebat etmiş olurdu. Yüce Allah kullarını dilediği gibi sınamak
hakkına sahiptir. Nitekim o Talut kavmini ırmakla sınamıştır. Büyü ile
mucizeyi birbirinden ayırdetmek için böyle sınanmışlardır. Çünkü o dönemde
büyü yaygınlık kazanmış, büyücüler garip karşılanacak birtakım işler ortaya
koymuş, bunun neticesinde nübuvvet hakkında şüpheler uyanmıştı. Bunun
üzerine yüce Allah o iki meleği insanlara çeşitli büyüleri öğretmek üzere
gönderdi. Böylelikle şüpheleri ortadan kaldırsınlar, yolda rahatsızlık veren
unsurları gidersinler diye. (Alusi,
Ruhu'l-Meani, I, 306)
2-
Taberî dedi ki: "Harut ve Marut'a indirilen şeyleri" buyruğundaki
"ma: şeyler" lafzı "ellezi" anlamında (yani ism-i mevsul)dur. Harut ile
Marut da iki meleğin kimliklerini açıklamaktadır. Eğer dediklerimiz anlam
karışıklığına sebep oluyorsa ve: Allah'ın melekleri insanlara kocayı eşinden
ayıracak şeyleri öğretmeleri nasıl caiz olur yahut yüce Allah'ın bunu
meleklere indirmesi nasıl sözkonusu edilebilir diye sorulursa şöyle cevap
verilir: Allah kullarına vermiş olduğu bütün emirleri ve onlara koyduğu
bütün yasakları öğretmiştir. Büyü de Allah'ın Adem oğullarından olan
kullarına yasakladığı şeylerdendir. Dolayısıyla yüce Allah'ın onu ismini
verdiği ve Adem oğullarından kulları için bir sınav aracı kıldığı bu iki
meleğe öğretmiş olması kabul edilmeyecek bir şey değildir. Bu iki melek
vasıtasıyla yüce Allah onları yasaklamış olduğu kişi ile eşini birbirinden
ayırmalarını ve büyü yapmalarını yasakladığı kullarını bu iki melekle
sınamak istemiştir. Bu yolla bu iki melekten öğrenmeyi terkeden mü'min
kullarını arındıracak, buna karşılık bu ikisinden büyüyü ve küfrü öğrenerek
kâfir olanları rüsvay edecektir.
3-
Ebu Şuhbe, el-İsrailiyat ve'l-Mevduat adlı eserinde diyor ki: İndirilen ile
kastedilen şey iki meleğin insanlara öğretmek üzere indikleri büyüdür. Ta ki
insanların büyüden sakınma imkanını bulmaları kast edilmişti. O halde o iki
meleğin indirilmesinin sebebi: İnsanlara birtakım büyü çeşitlerini
öğretmektir. Bu yolla insanlar büyü ile peygamberlik arasındaki farkı
öğrenmiş olacaklardır.
1-
Kitap ve sünnetten yüz çevirmek, kötülüğü, fesadı, zulmü ve büyüyü ortaya
çıkartır.
2-
Büyü yapan kâfirdir. Büyüyü öğrenmek ve büyü yapmak haramdır.
3-
Büyünün birtakım zararları vardır. Felak ve Nas'ın okunması ile ve yalnızca
yüce Allah'a dua etmekle önlenir.
4-
Kahin, arraf ve sihirbazın tasdik edilmesi haramdır. Çünkü Nebi Salallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Kim bir kâhine
yahut bir arrafa gider de onu tasdik ederse Muhammed'e indirilene kâfir
olur."
"Her kim bir
arrafa gider de ona bir şeye dair soru sorarsa, kırk gün süre ile onun
hiçbir namazı kabul edilmez."
Arraf ve kâhin
ise yalan yere gaybı bildiklerini iddia edenlere denir.
5-
Büyücü için de, başkası için de -kafir dahi olsa- tevbe kapısı açıktır.
6-
Yüce Allah kullarından kimin isyankâr, kimin itaatkâr olduğunu ortaya
çıkarmak için kullarını hayır ve şer ile sınar. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Biz sizi şer ve
hayırla imtihan olmak üzere deneriz. Sonunda bize döndürüleceksiniz."
(el-Enbiya, 21/35)
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Eğer yetim
kızlara adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız size helal olan
kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın. Şayet adalet
yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman (ya) bir tane alın yahut sahibi
olduğunuz cariye(ler) ile yetinin. Bu sizi haksızlıktan daha çok alıkoyar."
(en-Nisâ, 4/3)
Bazıları bu
âyet-i kerimenin erkek için taaddudi zevcatı (birden çok kadınla evlenmeyi)
ancak dar şartlarda mübah kıldığını hastalık ya da kısırlık gibi şartlara
bağlı olduğunu anlamaktadırlar. Eğer bunlar ilim adamlarının bu âyet-i
kerimeyi nasıl tefsir ettiklerine bakacak olurlarsa bu yanlış anlayışları da
ortadan kalkar.
İbnu'l-Cevzi
Tefsirinde şöyle demektedir: Müfessirler âyetin iniş sebebi ve te’vili
hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
a.
Araplar cahiliye döneminde çok sayıda kadınla evlenirler ve aralarında
adaleti terketmekten sakınmazlar, yetimler hakkında da herhangi bir
haksızlıktan çekinmezlerdi. Bu âyet-i kerimede onlara: Yetimler hakkında
adalet yapmamaktan nasıl sakınıyor iseniz kadınlar arasında da adalet
yapmamaktan öylece sakınınız, denilmektedir.
Bu anlam İbn
Abbas, Said b. Cübeyr, ed-Dahhak, Katade, es-Süddi ve Mukatil'den rivayet
edilmiştir.
b.
Bir başka açıklamaya göre âyetin anlamı şudur: Ey yetimlere velilik
yapanlar. Eğer yetim kızları nikahladığınız takdirde onlara vereceğiniz
mehirlerde adalet yapmayacağınızdan korkacak olursanız Allah'ın size helal
kıldığı onların dışında diğer kadınları nikahlayınız. Bu mana Aişe
Radıyallahu anha'dan rivayet edilmiştir:
Buhârî ve
Muslim'in rivayetine göre Urve b. ez-Zübeyr, Aişe Radıyallahu anha'ya
yüce Allah'ın: "Eğer yetim kızlara adaletli davranamayacağınızdan
korkarsanız..." buyruğu hakkında soru sorunca şöyle demiş: Kızkardeşimin
oğlu burda sözkonusu edilen velisinin himayesinde ve malı velisinin malıyla
bir arada bulunan malı ve güzelliği velisinin hoşuna gittiğinden ona
başkasının verdiğinin benzeri bir mehir verip ona adaletli bir mehir
vermeden onunla evlenmek isteyen yetim kız hakkındadır. Onlara karşı
adaletli davranmaları ve mehirde benzerlerinin en yüksek miktarına
ulaşmaları hali dışında bu uygulamaları yasaklandı. Bu sebeple onlara
onların dışında kalan kadınlardan kendilerine helal olanları nikahlamakla
emrolundular.
Kurtubî dedi ki: Kur’ân ilimleriyle uğraşan herkes yüce Allah'ın: "Şayet
adalet yapamayacağınızdan korkarsanız" buyruğunun muhalif mefhumunun
alınmayacağını ittifakla kabul etmiştir. Çünkü yetim kızlar hakkında adalet
yapmaktan korkmayan kimsenin, tıpkı korkan kimse gibi birden çok, iki, üç ya
da dört kadın nikahlayabileceğini icmâ’ ile kabul etmişlerdir.
İşte bu âyet-i
kerimenin bu işten korkan kimselere cevap olarak indiğini ve hükmünün bundan
daha genel olduğunu göstermektedir.
Yüce Allah'ın:
"Şayet adalet yapamayacağınızdan korkarsanız o zaman bir tane alın"
buyruğunun anlamına gelince Şevkânî bunun tefsiri hakkında şunları
söylemektedir:
Yani eğer sizler
günleri paylaştırmak ve benzeri hususlarda eşleriniz arasında adalet
yapamayacağınızdan korkarsanız tek bir kadın nikahlayınız. Bu buyruk adalet
yapamamaktan korkan kimse için birden fazla kadın nikahlamasının
menedildiğini de ifade etmektedir.
"Yahut sahibi
olduğunuz cariye(ler) ile yetinin."
Yani erkek, adalet sınırlandırması sözkonusu olmadan cariyelerinden
nikâhlayabilir.
"Bu sizi
haksızlıktan daha çok alıkoyar."
Yani eğer sizler eşler arasında adalet yapamamaktan korkarsanız size
emrolunan bu durumda haksızlık yapmama ihtimaliniz daha yüksektir.
Kur'an-ı
Kerim'de adalet kavramı (eşler arasında) nafaka ve gecelemek hususlarında
adalettir. Eşlerinden herbirisine diğerine yaptığı harcamanın bir benzerini
yapacaktır ve herbirisi yanında ittifaklarına göre bir ya da daha fazla gece
kalmakla da adalet yapılmalıdır. Kalbi sevgi ve cimaa gelince, bu insanın
elinde olan bir şey değildir. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ne kadar
isteseniz bile kadınlar arasında adalet yapamazsınız. Öyleyse büsbütün
(birisine) meyledip de ötekini askıdaymış gibi bırakmayın. Eğer arayı
düzeltir ve (haksızlıktan) sakınırsanız, şüphe yok ki Allah çok mağfiret
edicidir, rahmet sahibidir."
(en-Nisâ, 4/129)
İmam Şevkânî bu
âyetin tefsirinde şunları söylemektedir: Yüce Allah en ufak bir sapmanın
sözkonusu olmayacağı bir şekilde kadınlar arasında adalet yapmanın erkekler
için mümkün olmadığını haber vermektedir. Çünkü insan tabiatı birisine
diğerine göre daha çok meyledebilir, birini ötekinden daha çok sevebilir,
diğerini daha az sevebilir. Bu ise yaratılışla alakalı bir şey olup, bu
hususta onlar kalplerine hakim olamayabilirler ve eşitlik sağlamak
noktasında kendilerini zabtedemeyebilirler. Bundan dolayı Âişe
Radıyallahu anha şöyle demiştir: Peygamber Salallahu aleyhi vesellem
hanımları arasında paylaştırmayı yapar ve adaletli davranır, sonra da şöyle
derdi:
"Allah'ım sahip
olduğum imkânlar içerisinde benim paylaştırmam budur. Benim sahip
olamadığım, senin sahip olduğun hususlarda ise beni kınama."
Bununla kalbi
kastetmektedir, hadisin senedi sahihtir.
Bu hususta çokça gayret etseler ve aşırıya gitseler dahi bu işe hakkıyla güç
yetiremeyeceklerinden dolayı yüce Allah onlara birilerine büsbütün
meyletmelerini yasaklamıştır. Çünkü böyle bir işi terketmek ve büsbütün
zulümden kaçınmak onların yapabilecekleri bir şeydir, takatleri
içerisindedir. O halde birilerine meylederken ötekini kocası var mı yoksa
boşanmış mı belli olmayacak şekilde askıda imiş gibi bırakırcasına ihmal
etmemelidirler. Bu buyruğuyla yüce Allah askıda bulunan ve belli bir kararı
bulunmayan bir şeye hallerini benzetmektedir.
"Eğer arayı
düzeltirseniz"
kadınlarla geçim ve aralarında adalet yapmak gibi. Göreviniz olmakla
birlikte terkettiğiniz ve dolayısıyla ifsad ettiğiniz halleri düzeltir ve
size yasak olan bir tarafa büsbütün meyletmekten "sakınırsanız şüphe yok
ki Allah çok mağfiret edicidir ve rahmet sahibidir." O vakit
kusurlarınızdan dolayı sizi sorumlu tutmaz.
Hafız İbn Kesîr
âyetin tefsirinde şunları söylemektedir: "Yani ey insanlar sizler bütün
yönleriyle kadınlar arasında eşitlik sağlayamazsınız. Bir gece ve bir gece
şeklinde bir paylaştırma yapsanız bile sevgi, şehvet ve cima bakımından
farklılık mutlaka olacaktır."
Uluslararası
liderlerden Anna Bizant diyor ki: "Bizler bu işleri dosdoğru adalet terazisi
ile tartacak olursak kadınları giyim ve gıda ihtiyaçlarını karşılayan ve
koruyan, İslâmî şekliyle çok evliliğin batıdaki fuhuş sisteminden çok daha
ağır bastığını açıkça görürüz. Çünkü batıdaki bu sistem erkeğin sadece
şehevi ihtiyaçlarını karşılamak için bir eş edinmesine, sonra da
ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra bu kadını sokağa atmasına müsaade
edebilmektedir."
Derim ki: İşte
bu kâfir bir kadının tanıklığıdır. Fazilet ise düşmanların tanıklığı ile
kabul edilendir.
1-
Birden çok kadınla evliği (taaddud-i zevcâtı) mübah kılan, hikmeti sonsuz
İslâm erkeklerden önce kadınların maslahatına olan bir dindir. Bu din
kızların ve dulların ihtiyaçlarını karşılayacak kimselerin evlerinde bir
muhtaç olmaları yerine kocalarının evlerinde şerefli bir yaşayışı
garantilemektedir.
2-
Birden çok kadınla evlenme karşıtı propagandalar hiç şüphesiz neslin
azalmasına sebeb teşkil eder. İslâm düşmanları da müslümanların sayılarını
azaltmak ve onları zelil kılmak için çalışırlar. Aynı şekilde kız ve dul
evde kalanların sayılarının çokluğu onları fitne ve fesada maruz bırakır.
Çünkü yapılan istatistiklere göre kadınlar sayıca erkeklerden fazladır.
Özellikle erkekler savaşlarda ve cephelerde ölüme maruz kaldıkları
zamanlarda bu böyledir. Birinci dünya savaşından sonra Almanya'da kadınlar
yaptıkları bir mitingde taaddudi zevcata müsade edilmesini istemişlerdir.
3-
Birden çok kadınla evlilik bu çağa da uygundur. Çünkü toplumlar nüfuslarına
göre değerlendirilirler. Nüfusları arttıkça, güçleri de artar.
Afganistan'da, İran'da, Filistin'de, Lübnan'da, Irak'ta ve diğer İslâm
ülkelerindeki savaşlar erkeklerin azalması, kocalarını kaybeden dul
kadınların çoğalması sonucunu vermiştir. İslâm müslümanlardan bu kadınları
açlığa, fitneye ve fesada terketmemelerini ister.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Andolsun ki o
kadın ona niyetlemişti. O da o kadına niyetlemişti. Eğer Rabbinin burhanını
görmemiş olsaydı... Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık.
Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı."
(Yusuf, 12/24)
Müfessirler
Yusuf Aleyhisselam'ın o kadını "niyetleme"sinin mahiyeti hakkında
farklı görüşlere sahiptirler:
Birinci görüşe
göre onun niyetlemesi kadının niyetlemesi türündendi. Eğer Allah onu
korumamış olsaydı, o bu işi yapacaktı.
İkincisi kadın
Yusuf'un kendisi ile beraber olmasını istemişti. Yusuf da ona niyetlenmişti.
Yani kendisine zevce olması temennisinde bulunmuştu.
Üçüncüsü;
ifadede bir takdim ve tehir vardır. Andolsun o kadın ona meyletmişti. Eğer o
Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, o da ona meyledecekti. Fakat burhanı
görünce, o meyletmedi. Buna göre burada "...saydı" edatının cevabı daha önce
gelmiş olmaktadır. Nitekim: Sen helâk edilenlerden olurdun. Eğer filan kişi
seni kurtarmamış olsaydı demeye benzer.
Dördüncü görüşe
göre o kadına kendisinden uzaklaştırmak için vurmak istemişti. Rabbinden
gördüğü burhan ise şu idi. Yüce Allah ona eğer kadına vuracak olursa ona
vurması, kendisinin aleyhine bir delil olacaktı. Çünkü: O benden murad almak
istedi. Ben de ona karşı koyunca beni vurdu diyebilecekti.
Derim ki: Bu son
görüşü Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru'l-Menar'da tercih etmiştir. Aynı şekilde
şu açıklamaları yapan Ebu Bekir el-Cezairi de bu görüşü tercih etmiş
görünmektedir. "Andolsun ki o kadın ona niyetlemişti. O da o kadına
niyetlemişti. Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı..." Yani kadın
uzun süre devam eden çeşitli tedbirlere rağmen isteğini kabul ettiremeyince
ona vurmak istedi. O da kendisini korumak üzere ona vurmak istedi. Ancak
yüce Allah ona kendi nefsinde bir burhan gösterdi ve bu sebeple onu vurmadı.
Bunun yerine evin dışına kaçmayı tercih etti. Kendisi de onu geri çevirmek
amacıyla arkasından koşarak ona yetişti.
İfadelerin
akışının delalet ettiği görüş de budur. Bundan önceki âyet-i kerimede şöyle
buyurulmaktadır:
"Evinde
bulunduğu kadın kendisinden murad almak istedi. Kapıları sımsıkı kapadı ve:
'Sana söylüyorum, çabuk yanıma gel' dedi..."
(Yusuf, 12/23)
Burada "murad
almak (el-muravede)" kadının Yusuf'tan kapıları kapatmasından sonra kendisi
ile birlikte olmasını istemesi anlamında olup, bu isteğini ortaya koymuş ve
ona: Yanıma gel çünkü ben seninle birlikte olmak istiyorum demişti. Yusuf
Aleyhisselam'ın cevabı ise:
"Allah'a
sığınırım. Doğrusu o benim efendimdir. O bana iyi bakmış, iyi bir mevki
vermiştir. Gerçekten zalimler kurtuluşa ermezler' dedi."
(Yusuf, 12/23)
Yusuf
Aleyhisselam'ın bu kesin cevabı suratına bir tokat gibi inmiş,
emellerini boşa çıkarmış ve emrine aykırı idi. Özellikle o azizin karısı bir
hanımefendi idi. Yusuf ise yanında hizmet eden bir delikanlıydı. Bundan
dolayı onu te'dib etmek maksadıyla onu vurmak istedi. Belki bu yolla
-yumuşak sözlerle ve teşvik edici ifadelerle isteğini kabul etmemişken-
istediğini yerine getirebilirdi.
Kadının ona
yetişmesine gelince bu da bir sonraki âyet-i kerimede sözkonusu
edilmektedir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim
diye böyle yaptık." (Yusuf, 12/24)
Buna göre ondan
kötülüğün etkisini gideren yüce Allah'tı. Sözkonusu kötülük ise onun da
kadına vurması idi. Kadına vurmuş olsaydı bu da onun zararına olurdu. Bu
sebeple ona ithamda bulunmak kolaylaşırdı. Yüce Allah ondan -azizin karısı
ile zina etmek demek olan- fuhşu gidermiş ve önlemişti. Buna gerekçe olarak
da yüce Allah: "Çünkü o ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı." (Yusuf,
12/24) diye buyurmaktadır.
Buna göre Yusuf
Aleyhisselam Allah'ın ihlâsa erdirdiği, risaleti için seçtiği,
kötülüklerden ve hertürlü hayasızlıklardan kendilerini koruduğu
kullarındandı. Yusuf Aleyhisselam'ın kötülüğe ve fuhşa düşmesine
imkân yoktu. Çünkü yüce Allah bu işi ondan uzaklaştırmıştı. Bundan dolayı
yüce Allah: "Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık"
diye buyurmakta, onu fenalıktan ve fuhuştan uzak tutalım diye buyurmamıştır.
Bu da Yusuf Aleyhisselam'ın kendisinin de azizin karısına aynı
şekilde meyletmek konumuna düştüğünü söyleyenlerin görüşlerini
reddetmektedir.
Buradaki
"meyletme"nin dövmek diye tefsir edilebileceğinin bir diğer delili de şudur:
Yusuf Aleyhisselam kendisini dövmek isteyince kadından kurtulmak
maksadıyla kaçmak istemişti. Kadın ise onu tutmak ve kuvvetle yakalamak için
arkasından yetişmiş, bunun için gömleğini arkasından yakalayınca gömleği
yırtılmıştı. Bu da yüce Allah'ın: "İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın
onun gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı..." (Yusuf, 12/25)
buyruğunda ifade edilmektedir.
1-
Hizmetçi, sürücü ve diğer erkeklerin kadınlarla karışmasından
sakındırılmakta, onların yanlarına girerek onlarla başbaşa kalmamaları
gerektiği anlatılmaktadır. Böylelikle kadınların da azizin karısının düştüğü
durumun bir benzerine düşmeleri önlenir. Özellikle ev sahibi (bey) ortada
yoksa. Ayrıca kadınların da yabancı erkeklerle karışması özellikle de
evlerde çalışan işçiler, sürücüler... ile karışmaması gerekir.
2-
Sürücüler, hizmetçiler, öğretmenler, Allah'ın koruduğu Yusuf ile kıyas
edilemezler. Rabbinin rahmetiyle esirgedikleri müstesnâ hayasızlıklara
düşebilirler.
3-
Kadınlar azizin karısının düştüğü kocasına ihanet durumuna düşmekten
sakındırılmaktadır. Onun bu durumunun haberi diğer kadınlara kadar ulaşmış
ve onlar o kadını apaçık bir sapıklık içerisinde görmüşlerdir.
4-
Yusuf Aleyhisselam'a uyarak zina ve zinayı çağrıştıran sebeplerden
uzak durmak gerekir. Özellikle dini bu işleri kendisine haram kılan müslüman
için bu böyledir.
Yüce Allah İsa
Aleyhisselam hakkında şunları söylemektedir:
"Hani Allah
şöyle buyurmuştu: 'Ey İsa! Muhakkak ben seni vefat ettireceğim, seni kendime
yükseltecek, seni o kâfirler arasından tertemiz çıkaracağım...”
(Al-i İmran, 3/55)
Bazı kimseler bu
âyet-i kerimenin zahirinden İsa Aleyhisselam'ın vefat ettiği ve
öldüğü yanılgısına kapılabilirler. Eğer güvenilir müfessirlerin bu âyet-i
kerimeyi tefsir ederken yaptıkları açıklamalara başvursalar böyle bir
yanılgı da ortadan kalkar. Âyet hakkında müfessirlerin değişik görüşleri
vardır:
1-
Yanılma buradaki "seni vefat ettireceğim" buyruğundaki "vefat ettirme"nin
öldürme anlamına geldiğini kabul etmekten ve bu işin semaya yükselmeden önce
gerçekleştiğini kabul etmekten kaynaklanmaktadır. Buna aşağıdaki şekilde
cevap verilebilir:
Yüce Allah'ın:
"Seni vefat ettireceğim" buyruğu vakit tayin etmediği gibi, bunun geçmişte
olduğunu da ifade etmemektedir. Elbette Allah-u Teala bir gün onu vefat
ettirecektir. Fakat bu işin geçmişte olduğuna dair bir delil yoktur. Yüce
Allah'ın: "Seni kendime yükseltirim" buyruğunun "seni vefat
ettireceğim" buyruğuna atfedilmesinde de delil olacak bir taraf yoktur.
Çünkü dilbilginlerinin büyük çoğunluğunun görüşüne göre "vav" ne tertibi
(atfedilen ile üzerine atfedilen arasında sıralamayı), ne de cem'i (yani
ikisinin birarada olmasını) ifade eder. "Vav: ve" atıf edatı (bağlacı) ancak
hükümde ortaklığı ifade eder. Buna delil de yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Dediler ki o
dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölürüz ve diriliriz."
(el-Câsiye, 46/24)
Böylelikle
âyet-i kerime "vav"ın tertib ifade etmediğini göstermektedir. Çünkü burada
atfedilen lafız olan "hayat" (lafzan daha önce geçen) matufu'n-aleyh olan
"ölüm"den önce sözkonusu olmaktadır.
Buna göre âyetin
manası şöyle olur: "Ben seni kendime yükselteceğim ve seni vefat
ettireceğim." Ayrıca sağlam delillerle İsa'nın semada hayatta olduğu,
inip Deccal'i öldüreceği, salib'i (haçı) kıracağı ve -ileride geleceği
üzere- daha başka görevler de ifa edeceği, bundan sonra da Allah'ın onu
vefat ettireceği (yani canını alacağı) sabit olmuştur.
2-
İkinci açıklamaya göre burdaki vefattan kasıt, semaya yükseltilmesi için
uyku anlamındaki bir vefat ettirmedir. Ona göre âyeti: "Ben seni uyutacağım
ve seni kendime yükselteceğim" demek olur.
Kur'an-ı
Kerim'de "vefat" lafzının "uyku" hakkında kullanıldığını şu buyruklarda
görüyoruz:
"O geceleyin
sizi vefat ettiren, gündüzün de ne kazandığınızı bilendir."
(el-En'âm, 6/60)
"Allah ölümleri
vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini de uykusunda (alır)."
(ez-Zümer,
39/42)
Nebi
Salallahu aleyhi vesellem de uykudan kalktığında şöyle derdi:
"Bizi
öldürmüşken tekrar dirilten ve ölümden sonra dirilişin huzuruna
gerçekleşeceği Allah'a hamdolsun."
Hem kitapta, hem
sünnette "vefat" lafzı "uyku" hakkında kullanılmasının doğruluğu sabittir.
Buna göre İsa Aleyhisselam'ın uykuda iken semaya yükseltilmesi
Hasan-ı Basri'nin açıkladığı üzere ona yapılan şefkatli bir muamelenin bir
sonucudur.
3-
Üçüncü tefsir: İbn Ebi Hatim, Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Bu buyruk mukaddem ve muahhar kabilindendir. Yani ben seni yükselteceğim ve
sonra da kıyamet gününden önce yeryüzüne dönüşünden sonra yeryüzünde seni
vefat ettireceğim. Bu dönüşün ise kıyametin alametlerinden birisi olacaktır.
el-Ferra ile
ez-Zeccac'ın görüşü de budur. Onun vefat ettirileceğinin kendisine
bildirilmesindeki fayda da semaya yükseltilmesinin ölümüne engel
olmayacağını ona bildirmektir.
4-
Dördüncü açıklamaya göre "seni vefat ettireceğim" buyruğundaki "vefat
ettirmek" lafzı bir şeyi kabzedip, aldığı ve ona ödediği zaman kullanılan
"teveffi: vermek, ödemek" fiilinden ism-i faildir. Nitekim araplar: "Filan
kişi borcunu tamamen aldı" derken bu fiili kullanırlar. İbn Kuteybe,
Garibu'l-Kur'an adlı eserinde: "Seni vefat ettireceğim" yani ölmeden yerden
seni kabzedip alacağım demektir.
İmam İbn Cerir et-Taberi dedi ki: "Bilindiği gibi eğer yüce Allah onu
öldürmüş olsaydı, onu bir defa daha öldürmeyecekti. Çünkü o takdirde onu iki
defa öldürmüş olurdu. O halde âyetin te’vili şudur: Ey İsa ben seni
yeryüzünden kabzedeceğim, kendime doğru yükselteceğim ve seni kâfir olup,
peygamberliğini inkar edenlerden temizleyip arındıracağım."
Derim ki geçen
bu şekillerin hepsiyle âyetin tefsiri doğrudur. Şu kadar var ki tercihe
değer olan dördüncü tefsirdir. O da yüce Allah'ın: "Ben seni vefat
ettireceğim ve kendime yükselteceğim" buyruğundan kastın: Sen hayatta iken
ölmeden ve uykuya da dalmadan yerden şahsını kabzedeceğim anlamında
olduğudur. "Kendime yükselteceğim" buyruğu da vefat ettirmenin türünü tayin
etmektedir. Az önce geçtiği gibi Taberî ve İbn Kuteybe'nin tercih ettiği
görüş de budur. Alusi'nin, Ruhu'l-Meani adlı tefsirinde belirttiği üzere İbn
Abbas'tan gelen sahih rivayet de budur.
Buna göre yüce
Allah'ın: "Seni vefat ettireceğim" buyruğunun "seni öldüreceğim" anlamında
yorumlanmasına imkan yoktur. Yüce Allah'ın: "Seni yükselteceğim" buyruğu da
bazılarının zannettiği gibi ruhunu yükselteceğim demek değildir. Buna sebep
ise az önce "vefat ettirmek" anlamına dair kaydedilen çeşitli tefsir
şekilleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
1-
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Halbuki onlar
onu öldürmediler, onu asmadılar da. Ancak (asılan) kendilerine (İsa'ya)
benzer gösterilmişti. Gerçekten onun (öldürülmesi) hakkında anlaşmazlığa
düşenler ondan (onu öldürmüş olmaktan) yana şüphe içindedirler. Onların
zanna uymaktan başka buna dair bilgileri yoktu. Onlar onu gerçekten
öldürememişlerdir. Bilakis Allah onu kendi katına kaldırmıştır. Allah
azîzdir, hakîmdir."
(en-Nisâ, 4/157-158)
Yüce Allah'ın:
"Onlar onu gerçekten öldürememişlerdir. Bilakis Allah onu kendi katına
kaldırmıştır" buyruğu onun öldürülmesini de inkar etmekte, semaya
yükseltildiğini ortaya koymaktadır. Bu nass Mesih Aleyhisselam'ın
hayatta olduğu halde semaya yükseltildiği konusunda kesin bir delalete
sahiptir. Te’vil edilme ihtimali yoktur. Çünkü "ben: bilakis" lafzı nefyden
sonra gelirse ondan sonra gelen ifadelerin daha öncesinde geçen nefyi tesbit
etmesi anlamını ifade eder. Eğer yükseltmek sadece ruhun yükseltilmesi diye
yorumlanacak olursa bu daha önceden nefyedilen öldürme ve asmaya zıtlık
teşkil etmez. Çünkü öldürmek ile ruhun yükseltilmesi birarada sözkonusu
olabilir. Aynı zamanda böyle bir açıklama bundan önceki nefyin de hükümsüz
olmasını gerekli kılmaktadır.
Buna göre âyet-i
kerime İsa Aleyhisselam'ın ruhu ve bedeni ile birlikte semaya ve
canlı olarak yükseltildiği hususunda gayet açıktır.
2-
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kitap ehlinden
ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur. O da kıyamet günü
aleyhlerinde bir şahid olacaktır."
(en-Nisâ, 4/159)
"Ölümünden
evvel"
buyruğu İsa Aleyhisselam'ın ahir zamanda ölümünden evvel demektir.
Nitekim bu açıklama şekli İbn Abbas, Abdu'r-Rahman b. Zeyd, Ebu Hureyre,
Hasan(-ı Basri) ve Katade'den rivayet edilmiştir. Bu açıklamayı İbn Cerir
et-Taberi de tercih etmiş olup, İbn Kesîr de şöyle demektedir:
Şüphesiz bu
görüş hak olan görüştür. Yahudilerin İsa Aleyhisselam'ı öldürüp
asmaları ve cahil hristiyanlardan dediklerini kabul edenlerin iddialarının
batıl olduğunu anlatan âyetler sadedinde bu buyruğun yer almasından maksatın
da bu olduğunu göstermektedir. O halde maksat İsa Aleyhisselam'ın
varlığını onun semada hayatta olduğunu ve kıyamet gününden önce yeryüzüne
ineceğinin açıklanmasıdır.
3-
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Şüphesiz ki “O”
saatin ilmidir."
(ez-Zuhruf,
43/61)
İbn Abbas'tan
gelen merfu rivayete göre yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki “O” saatin ilmidir"
buyruğu hakkında (Peygamber efendimiz) şöyle buyurmuştur: Yani kıyamet
gününden önce Meryem oğlu İsa'nın inmesi...
İbn Kesîr dedi
ki: Bu açıklamayı diğer kıraat de desteklemektedir. Çünkü diğer kıraat
"şüphesiz ki “O” saat için bir alemdir." Yani kıyametin gerçekleşeceğine
dair bir emare ve bir delildir. Mücahid dedi ki: Onun kıyamet için bir alem
olması kıyametin alameti, kıyamet gününden önce Meryem oğlu İsa'nın ortaya
çıkmasıdır demektir.
Derim ki bu
âyet-i kerimeler İsa Aleyhisselam'ın diri olarak kaldığının
delilidir. Ayrıca o kıyamet alametlerinden birisidir. Kitap ehli ona onun
Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna iman edecekler ve İslâm şeriatini kabul
edeceklerdir.
1-
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
“Nefsim elinde
olana yemin olsun ki Meryem oğlunun aranızda adaletli bir hakem olarak
ineceği zaman pek yakındır. O haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi
kaldıracak, mal dolup taşacaktır. Öyle ki kimse onu kabul etmeyecektir.
Hatta tek bir secde dahi (herkes için) dünyadan ve dünyadaki herşeyden
hayırlı olacaktır.”
Daha sonra Ebu Hureyre dedi ki: Arzu ederseniz yüce Allah'ın: "Kitap
ehlinden ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur. O da kıyamet günü
aleyhlerinde bir şahid olacaktır." (en-Nisâ, 4/159) buyruğunu okuyunuz."
Bu hadis İsa
Aleyhisselam'ın semada ve hayatta olduğunu, ahir zamanda ineceğine ve
ineceği vakit de İslâm şeriati ile hükmedeceğine açık bir delildir.
2-
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"İmamınız sizden iken aranıza Meryem oğlu
ineceği vakit haliniz ne olacak (nasıl karşılayacaksınız)?"
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Biz kitapta
İsrailoğullarına şunu hükmettik: 'Siz yeryüzünde iki defa fesad çıkaracak ve
muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz.' İşte o ikisinden birincisinin
(ceza) vakti gelince üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik. Onlar da
evlerin(izin) aralarına kadar girip araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir
vaad idi. Sonra size bunlara karşı tekrar üstünlük verdik. Mallarla,
oğullarla yardımınıza yetiştik, sayınızı da çoğalttıkça çoğalttık.
Eğer iyilik
ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük ederseniz kendi
(aleyhi)nize. Artık diğerinin (ikinci fesadın ceza) vakti gelince, kederiniz
yüzünüzden belli olsun. Mescide ilk defa girdikleri gibi girsinler ve
üstünlük sağlayıp da ele geçirdikleri herşeyi mahvettikçe etsinler diye
(ikinci defa düşmanlarınızı üzerinize saldık.)
(Tevbe
ederseniz) Rabbinizin size merhamet edeceğini umabilirsiniz. Eğer dönerseniz
biz de döneriz. Öyle ya biz cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık."
(el-İsra, 17/4-8)
Yüce Allah
İsrailoğullarına kitapta yeryüzünde iki defa fesad çıkaracaklarını,
bunlardan birincisinin zamanı geldiği vakit Allah'ın üzerlerine pek güçlü
kullarını göndereceğini, bunların da ülkelerini işgal edip onlara işkenceler
yapacağını, ikincisinin vadesi gelince bir kavmi üzerlerine göndereceğini,
bundan dolayı kederlerinin yüzlerinden okunacağını, bu kavmin daha önce
birinci defa mescide girildiği gibi tekrar mescide gireceklerini ve ellerine
geçirdikleri herbir şeyi tahrip edeceklerini haber verdikten sonra "eğer
dönerseniz biz de döneriz" diye buyurmaktadır.
Yüce Allah böylelikle onların üçüncü bir defa fesad çıkarmaya tekrar dönecek
olurlarsa şanı yüce Allah'ın da düşmanlarını üzerlerine musallat kılmak
suretiyle onlardan tekrar intikam alacağını açıklamaktadır. Bunu da yüce
Allah: "Eğer dönerseniz biz de döneriz" buyruğu ile açıklamaktadır.
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem de buyuruyor ki:
"Müslümanlar
yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Müslümanlar yahudileri
öldürecektir. Öyle ki herbir yahudi bir taşın ya da bir ağacın arkasında
saklanacaktır. Ağaç ya da taş: Ey müslüman, ey Allah'ın kulu, işte arkamda
bir yahudi var, gel de onu öldür diyecektir. Bundan sadece garkat ağacı
müstesnadır. O yahudilerin ağaçlarındandır."
1-
Yeryüzünde zulüm ve fesad çıkarmanın dünya ve âhiretteki kötü akıbeti
açıklanmaktadır.
2-
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem efendimiz müslümanların
yahudilerle savaşacağını, müslümanların onlara karşı zafer kazanacağını
haber vermektedir. Bu da onların dinlerine sımsıkı sarılacakları zaman
olacaktır. Yahudilerin Filistin'de gelip toparlanmaları da müslümanların
onları öldürmelerini kolaylaştıracaktır. Bu da yüce Allah'ın izniyle yakında
gerçekleşecek olan Nebi Salallahu aleyhi vesellem‘in
belgelerindendir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Ey Peygamber!
Sana da, sana uyan mü'minlere de Allah yeter."
(el-Enfal, 8/64)
İbnu'l-Kayyim
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- âyetin tefsirinde birtakım görüşleri
nakletmektedir:
1-
Yani yalnızca yüce Allah sana da, sana uyanlara da yeter. Onunla birlikte
başka hiçbir kimseye ihtiyacınız yoktur.
2-
"Sana yeter" sana kafi gelir anlamındadır. Yani Allah sana da
kafidir, sana uyanlara da kafidir, yeterli gelir. Nitekim araplar (ayetteki
cümle kuruluşuna benzer bir anlatım ile): "Sana da, Zeyd'e de bir dirhem
yeter" derler. Bu, bu husustaki iki açıklamanın en doğru olanıdır. Yani sana
tabi olan mü'minlere de Allah yeter demektir.
3-
Buyruk sana Allah ve sana tabi olanlar yeter demektir. Her ne kadar bazıları
böyle açıklamış iseler de bu katıksız bir yanlışlıktır, âyetin bu şekilde
anlaşılması caiz değildir. Çünkü yeterli olmak ve kafi gelmek yalnızca
Allah'a mahsustur, tıpkı tevekkül, takva ve ibadet gibi. Yüce Allah:
"Eğer seni aldatmak isterlerse muhakkak Allah sana yeter, o seni yardımıyla
ve mü'minlerle destekleyendir." (el-Enfal, 8/62) diye buyurmaktadır.
Burada görüldüğü
gibi "yeterli gelmek" ile "desteklemek" arasında fark gözetilmiştir. Yeterli
gelmek sadece Allah'a ait olarak gösterilmişken, ona destek vermenin
Allah'ın yardımı ve kulları ile olduğu belirtilmiştir. Nitekim yüce Allah da
tevhid ve tevekkül ehli kullarını yalnızca Allah'ın kendilerine yeterli
olacağını söylediklerinden ötürü onları övmüş bulunmaktadır:
"Onlar öyle
kimselerdir ki, insanlar kendilerine '(düşmanınız olan) insanlar size karşı
bir ordu hazırladılar. O halde onlardan korkun' dediler de bu onların
imanlarını arttırdı ve 'Allah bize yeter, o ne güzel vekildir' dediler."
(Âl-i İmran, 3/173)
Onların Allah ve
Rasûlü bize yeter dediklerini görmüyoruz.
Onlar böyle
söyledikleri için yüce Rabbimiz de onları övdüğüne göre onun Rasûlüne nasıl
olur da sana Allah ve sana tabi olanlar yeter, diyebilir? Halbuki ona
uyanlar da yalnızca yüce Rabbin kendilerine yeterli geleceğini
söylemişlerdir. Bu hususta Allah'a Rasûlünü ortak kılmamışlardır. O halde
yüce Allah'ın kendisi nasıl olur da rasûlüne kendisi ile birlikte ona tabi
olanların yeterli gelmekte ortaklıklarını sözkonusu edebilir? Şüphesiz ki bu
imkansızı da imkânsızı, batılın da batılıdır.
Bunun bir
benzeri de yüce Allah'ın: "Allah kuluna yetmez mi?" (ez-Zümer, 39/36)
buyruğudur.
Yüce Allah
böylelikle yalnızca kendisinin kuluna yettiğini ona bildirmektedir. Nasıl
olur da bu yeterli gelişte Allah ile birlikte ona uyanları da sözkonusu
edebilir.
Böyle bir
te’vilin geçersiz olduğunu ortaya koyan deliller ise burada sayılamayacak
kadar çoktur.
"De ki: 'O size
üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da sizi
birbirinize katıp, kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadir olandır.
İyice idrak etsinler diye ayetleri nasıl açıkladığımıza bir bak."
(el-En'am, 6/65)
Yüce Allah'ın:
"Deki: 'O size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap
göndermeye... kadir olandır" buyruğu nâzil olunca Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem: "Senin vechine sığınırım" diye
buyurdu. "Ya da sizi birbirinize katıp, kiminize kiminizin hıncını
tattırmaya kadir olandır" buyruğunu okuyunca Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem: "Bu ikisi daha ehven ya da daha kolaydır" diye
buyurdu.
Yine Peygamber
efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah yeryüzünü
benim için bir araya getirdi (ve gösterdi). Onun doğularını da, batılarını
da gördüm. Benim ümmetimin mülkü, yerden bana küçültülüp gösterilen yerlere
kadar ulaşacaktır. Bana kırmızı (altın) ve beyaz (gümüş) iki hazine verildi.
Rabbimden ümmetim adına: Ümmetimi umumi bir kıtlık ile helâk etmemesini,
üzerlerine canlarına, mallarına musallat olacak kendilerinden olmayan bir
düşmanı musallat kılmamasını niyaz ettim. Rabbim de şöyle buyurdu: Ey
Muhammed! Ben bir işe hüküm verecek olursam, şüphesiz ki o geri çevrilemez
ve ben sana ümmetin için onları genel bir kıtlıkla helâk etmemeyi ve
mallarını ve canlarını mübah kabul edecek, kendilerinin dışından bir düşmanı
üzerlerine musallat etmeme isteğini verdim. İsterse yeryüzünün her tarafında
bulunan insanlar üzerlerine toplanmış olsun. Ya da şöyle buyurdu: İsterse
onun her tarafından kimseler biraraya gelmiş olsun, diye buyurdu. Ta ki
onların bir kısmı diğer bir kısmını helak edinceye, bir kısmı diğerini esir
alıncaya kadar."
Yine Nebi
Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Rabbimden üç
şey istedim. Bana iki şeyi verdi fakat birisini vermedi. Rabbimden: Ümmetimi
genel bir kıtlık ile helak etmemesini diledim bu isteğimi verdi. Yine ondan
ümmetimi suda boğularak helak etmemesini istedim onu da bana verdi. Yine
ondan bir kısmını diğer bir kısmına kırdırmamasını istedim onu bana
vermedi."
Müslümanlar
arasında görülecek bu hal, Peygamber efendimizin şu buyruğu ile kayıtlıdır:
"İmamları
(yöneticileri) Allah'ın kitabı ile hükmetmeyip, Allah'ın indirdiklerinden
(bir kısmını) hayırlarına gördükleri için seçmeye kalkışacak olurlarsa
mutlaka Allah da onları birbirlerine kırdırır."
Ebu Davud,
ikinci hadiste şu fazlalığı da zikretmektedir:
"Ve şüphesiz ben
ümmetim adına saptırıcı imamlardan (yöneticilerden) korkuyorum. Ümmetimin
arasına kılıç da konuldu mu (birbirlerini öldürmeye başladılar mı) kıyamet
gününe kadar üzerlerinden kaldırılmayacaktır. Ümmetimden bazı kabileler
müşriklere katılmakça ve ümmetimden bazı kabileler putlara tapmadıkça
kıyamet kopmayacaktır. Hiç şüphesiz ümmetimin arasında herbirisi peygamber
olduğunu iddia edecek otuz tane yalancı ortaya çıkacaktır. Halbuki ben
peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber olmayacaktır. Bununla
birlikte ümmetimden hak üzere muzaffer, kendilerine muhalefet edenlerin
kendilerine zarar vermeyeceği Allah'ın emri gelene kadar böyle kalacak bir
taife de bulunacaktır."
Taberi der ki:
Bu âyette sözü edilen bütün bu hususlarla bu ümmeti kastettiğini belirterek
âyeti tefsir edenlere gelince, benim görüşüme göre onlar bu ümmet arasında
Allah'a isyan edecek ve Allah'ı gazaplandıracak şeyleri izleyecek kimselerin
geleceği şeklinde yorumlamışlardır. Bunlara göre bu ümmetten bu işleri
yapanlar daha önceki ümmetlerin yaptıkları şekilde emirlerine muhalefet
edecekler, onu inkâr edeceklerdir. Bunun üzerine de onlardan öncekilerin
başına gelen çeşitli azap ve intikamların bir benzeri de Muhammed ümmetinin
başına gelecektir.
1-
Şanı yüce Allah ümmetlere üstlerinden de, ayaklarının altından da azap
göndererek onları mahv ve helak etmeye kadirdir. Rasûlullah Salallahu
aleyhi vesellem ümmetine suda boğulmak ve buna benzer böyle bir azabın
indirilmesinden Rabbine sığınmıştır.
2-
Hadiste yüce Allah için teşbîh sözkonusu olmaksızın ona yakışacak şekilde
bir vech (yüz) nisbet edilmektedir. Yüce Allah: "Onun gibi hiçbir şey
yoktur." (eş-Şura, 42/11) diye buyurmaktadır.
3-
Bir ümmet, Allah'ın şeriatı ile hükmetmeyi terkedecek ve o şeriata muhalif
kanunları alacak olursa, yüce Allah o ümmeti gruplara, fırkalara ayırıp
parçalamaya ve onların bir kısmını diğerine musallat kılmaya muktedirdir.
Maalesef şu anda görüldüğü gibi.
4-
Yüce Allah Rasûlü Muhammed Salallahu aleyhi vesellem'e yeryüzünün
doğularını ve batılarını göstermek için onu bir arada toplu olarak
göstermeye kadirdir. Onun ümmetinin mülkü de yeryüzünden kendisine toplanıp
birarada gösterilen kadar olacaktır.
5-
Yüce Allah İslâm ümmetine merhametlidir. Onu kökten imha edecek bir azap
göndermeyecektir. Onlar için kıtlık sözkonusu olsa dahi umumi olmaz. Hatta
İslâm topraklarının geri kalan bölümlerine nisbetle küçük bir yerde olur.
6-
Yüce Allah İslâm ümmetine karşı merhametlidir. O üzerlerine onları imha
edecek harici bir düşman musallat etmez. Aksine onların birini diğerine
musallat etmiştir. Bu ise öncekinden daha ehvendir.
7-
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem ümmeti adına kitap ve sünneti
uygulamayan saptırıcı önder ve yöneticilerden korkmuş ve onlardan
sakındırmıştır.
8-
Kılıç bu ümmet arasında yer etti mi, şu anda da olduğu gibi kıyamete kadar
üzerlerinden kaldırılmayacaktır.
9-
Bu ümmet arasında şirk vardır. Şirk ise dua, Allah'ın indirdiklerinden
başkasıyla hükmetmek ve buna benzer şeylerle Allah'tan başkasına ibadet
kastıyla yönelmektir.
10-
Yalancı olduğu halde peygamber olduğunu ileri sürecek kimselerin
varolacaklarını peygamber haber vermiştir. İlk dönemlerde
Müseylimetu'l-Kezzab, son dönemlerde Gulam Mirza Ahmed gibi. Oysa Peygamber
efendimizden sonra peygamber gelmeyecektir.
11-
Bu ümmetten bir kesim kıyamet gününe kadar hakka, İslâma ve tevhide sımsıkı
sarılmaya devam edecektir.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Senden önce ne
kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek o bir şey okumak istediği zaman şeytan
mutlaka onun okumasına bir şey katmak istemiştir. O şeytanın katacağını
Allah iptal eder. Sonra Allah kendi ayetlerini sapasağlam yerleştirir. Allah
herşeyi bilendir, hükmünü icra edendir. Ta ki şeytanın koyacağı şeyi
kalblerinde
hastalık bulunan ve kalbleri gayet katı olanlar için Allah bir imtihan
(sebebi) kılsın. Muhakkak zalimler (haktan) uzak bir ayrılık içindedirler ve
ta ki kendilerine ilim verilenler bunun Rabbinden gelen hak olduğunu bilip
ona iman etsinler ve onunla kalpleri rahat ve huzur bulsun. Muhakkak Allah
iman edenleri dosdoğru yola iletendir." (el-Hac, 22/52-54)
Aralarından
Celaleyn Tefsirine haşiye yazan el-Mahallî'nin de bulunduğu bazı müfessirler
batıl bir tefsiri sözkonusu ederek: "Şeytan onun okumasına Kur’ân'dan
olmayan fakat kendilerine peygamber olarak gönderilenlerin hoşuna gidecek
şeyler bırakmıştır” diye açıklamışlardır. Peygamber Salallahu aleyhi
vesellem Necm sûresinde Kureyşlilerin bir toplantısında: "İmdi haber
verin Lat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan." (en-Necm,
53/19-20) buyruğunu okuduktan sonra şeytanın onun dili ile ve onun bilgisi
dışında: "Ve işte bunlar yüksek putlardır. Şüphesiz onların şefaatleri
umulur" sözlerini bıraktığını, bunun üzerine de Kureyşlilerin memnun
olduklarını belirtmektedirler. Daha sonra güya Cebrail şeytanın onun
ağzından söylediği bu sözleri ona haber vermiş, o da bu işe çok üzülmüş, bu
âyet-i kerime ile teselli edilmiştir.
2-
Onun bu sözü bâtıldır. İlim adamları ittifakla şunu kabul etmişlerdir:
Sözünü ettiği bu Garanik kıssası hem metin, hem sened itibariyle batıldır.
Bu zındıklar tarafından uydurulmuştur. Kadı Iyad, eş-Şifa adlı eserinde Ebu
Bekir, İbnu'l-Arabi, İbn Kesîr ve başkaları bunu kesinlikle reddetmişlerdir.
Dolayısıyla bu kıssadan gereği gibi sakındırmak icab eder. Çünkü İslâm
düşmanları ve müsteşrikler burdan hareketle Kur’ân'a dil uzatmak
istemektedirler. Ayrıca şeytanın Kur’ân'a ondan olmayan şeyleri sokabileceği
belirtilmektedir. Muhaddis el-Albâni bu kıssayı reddetmek için şu isimle
değerli bir risale telif etmiştir: "Nasbu'l-Mincinik li Nesfi
Kıssati'l-Garanik: Garanîk kıssasını havaya uçurmak için mancınık kurmak" Bu
eser basılmıştır.
Bu âyetin
tefsiri ile ilgili yapılan en güzel açıklama Dr. Ebu Şuhbe'nin "el-Mavduat
ve'l-İsrailiyat fi't-Tefsir" adlı eserinde bu âyetin tefsirine dair yaptığı
şu açıklamalardır:
Buna cevap
vermek için üstad, imam Muhammed Abduh'un bu âyetin tefsiri ile ilgili
yaptığı açıklamaların özetini sunmak istiyorum: âyet iki şekilde tefsir
edilmiştir.
Birincisine
göre buradaki "temenni" (meâlde olduğu gibi) "okumak" anlamındadır. Ancak
ilka (bir şeyler katmak) batılcıların sözkonusu ettiği anlamda değildir.
Aksine bu, sözün ifade etme ihtimali olan hususlar arasında, birtakım batıl
ve şüpheleri telkin etmek anlamında olur, ancak konuşan bunları kastetmek
istemiş olmaz. Ya da sözün bu anlama gelme ihtimali yoktur. Fakat bu sözün
bu neticeyi verdiğini iddia eder. Bu da karşı tarafı aciz bırakmak isteyen,
işleri güçleri hakka karşı savaşmak olan, şüphelere uyan, şüphelerin
arkasından koşan kimselerin yaptığı bir iştir. İlkanın (bir şey katmak
istemek) şeytana nisbet edilmesi o takdirde vesveseleriyle birtakım
şüpheleri harekete getirmek istemesinden dolayıdır. Buna göre anlam şöyle
olur: Biz senden önce ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek mutlaka o
kavmine Rabbinden sözettiği yahut onlar için hidâyet ihtiva eden Allah'ın
indirdiği bir vahyi onlara okuduğu zaman, ona karşı birtakım şarlatanlar
ortaya çıkar ve onun aleyhine söylemediği şeyleri uydurur, sözleri
yerlerinden oynatarak tahrif eder ve bunu insanlar arasında yayarlar.
Peygamberler ise hak yolunda hak zafer kazanıncaya ve Allah şeytanın telkin
ettiği şüpheleri ortadan kaldırıp, hakkı sabitleştirinceye kadar hak yolunda
bunlara karşı mücadele verir, cihad ederler. Yüce Allah'ın bu sünneti
kulları arasında yerleştirmiş olmasının sebebi temizi murdardan ayırdetmek
ve böylelikle kalplerinde hastalık bulunan zayıf imanlılar fitneye düşmekle
birlikte, hak sahiplerinin nezdinde de hak açıklık ve netlik kazansın.
Kendilerine bilgi verilenler işte bunlardır. Bunlar böylelikle bunun
Rablerinden gelen bir hak olduğunu bilirler ve bu hakla kalpleri rahat ve
huzur bulur.
İkincisi:
Burada sözü edilen "temennî (mealde okumak istemek)" ile kastedilen arzu
edilen işin meydana gelmesini istemek ve nefsin öyleydi ve böyleydi diye
kendi kendisine dileklerde bulunmasıdır. Bu lafız bu anlamda alındığı
takdirde mana şöyle olur: Allah kavmini yeni bir hidâyete davet etmek için
ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiyse geçmişteki bütün şeriatlerin nihai
maksadı, peygamberlerin en büyük temennileri kavimlerinin iman etmesidir.
Bizim peygamberimiz de bu noktada en yüksek makamda idi. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Bu söze iman
etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin nerdeyse."
(el-Kehf, 18/6) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Sen ne kadar
hırs göstersen de insanların çoğu iman etmezler." (Yusuf, 12/103)
denilmektedir.
Bu durumda anlam
şöyle olur: Biz ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek mutlaka o böyle
üstün bir temennide bulunduğunda şeytan onun yoluna engeller çıkarmış,
kendisi ile maksadı arasında aşılması zor engeller yerleştirmiş, insanların
kalblerine vesvese salmış. Bunun sonucunda insanlar da ona karşı çıkmış,
kimi zaman silahla, bir başka zaman sözle ona karşı mücadele vermişlerdir.
Davet henüz daha ilk dönemlerinde iken ona karşı üstünlük sağladıkları ve
ona tabi olanlar az iken ona zarar verdikleri vakit, kendilerinin haklı
olduklarını zannederler. Fakat yüce Allah bu husustaki sünnetine göre onları
istidrac etmekte (derece derece azaba yaklaştırmakta)dır. Onlarla mü'minler
arasındaki savaşta zafer nöbetleşe ele geçer. Kalblerinde şüphe ve
münafıklık bulunanlar buna aldanırlar. Fakat yüce Allah'ın şeytanın
bıraktığı şüpheleri mahvetmesi çok hızlı olur. Hakka yardım edenlerin
zayıflıklarını kuvvete, güçsüzlüklerini izzete dönüştürür. Allah'ın sözü en
yüksek söz, kâfirlerin sözü ise en aşağılarda olur. Böylelikle kendilerine
ilim verilmiş olanlar rasûllerin getirdiklerinin hakkın ta kendisi olduğunu
bilirler ve kalpleri rahat ve huzur bulur. Şüphesiz Allah iman edenleri
dosdoğru yola iletendir. İşte hak budur, bunun dışında her ne varsa o
batıldır.
Büyük ilim adamı
Muhammed el-Emin eş-Şenkîtî âyet-i kerimeyi gerçekten göz kamaştırıcı bir
şekilde tefsir etmiştir. O Tefsirinde şunu belirtmektedir: Yüce Allah'ın:
"O şeytanın katacağını Allah iptal (nesh) eder" buyruğunun "şeytan onun
kıraatine o kıraatten olmayan şeyleri bırakır" takdirinde olduğunu
söyleyenlerin görüşlerine ışık tuttuğunu çünkü burada neshin sözlük
manasıyla bir nesh olduğunu söylemiştik. Burada da onun manası iptal ve
izale etmektir. Bu da arapların: Güneş gölgeyi neshetti, rüzgar izi neshetti
(sildi), sözlerine benzer. Bu sanki yüce Allah şeytanın bıraktığı şeyleri
neshettiğini gösterir ve bu neshettiği rasûlün ya da peygamberin
okuduklarından değildir demektir. Daha önce her ne kadar böyle dediysek de
bizce doğru olan ve Kur’ân'ın açık bir şekilde delalet ettiği
açıklayacağımız şu anlamındadır. Evet âyet-i kerime hakkında açıklama yapan
müfessirler buna dikkat etmemişlerdir. Sözünü ettiğimiz açıklama şekli
şöyle: Şeytanın peygamberin kıraatine, o kıraatin tasdik ve kabul edilmesine
engel teşkil eden şüpheler ve vesveseler telkin etmesine onlara bu kıraat
bir sihir yahut bir şiir ya da geçmişlerin masalları olduğuna inandırmak
istemesine, bunların Allah tarafından indirilmemiş olup, Allah'a iftira
edilmiş şeyler olduğunu onlara söylemesine benzer.
Bu manaya
geldiğinin delili de şudur: Yüce Allah sözü geçen bu şeytanın katıp
karıştırmasındaki hikmetin, insanları imtihan etmek olduğunu açıklamaktadır.
Çünkü o: "Ta ki şeytanın koyacağı şeyi kalblerinde hastalık bulunan...
kimseler için Allah bir imtihan (sebebi) kılsın." (el-Hac, 22/53) diye
buyurmaktadır. Daha sonra ise: "Ve ta ki kendilerine ilim verilenler
bunun Rabbinden gelen hak olduğunu bilip, ona iman etsinler ve onunla
kalpleri rahat ve huzur bulsun" diye buyurmaktadır. Burada "ve ta ki
kendilerine ilim verilenler bunun Rabbinden gelen hak olduğunu bilsinler"
buyruğu şunu göstermektedir: Şeytan onlara peygamberin kendilerine okuduğu
şeyin hak olmadığını telkin eder. Bedbaht olanlar onun bu telkinini
doğrularlar, bu da onlar için bir fitne olur. Kendilerine ilim verilenler ve
onun şeytanın telkinlerinde iddia ettiği gibi yalan değil de hakkın kendisi
olduğunu bilen mü'minler ise onu yalanlarlar.
İşte bu imtihan
ve sınama, şeytanın kendiliğinden kıraate ilâve ettiği hiçbir şey ile
alakalı değildir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Bu açıklamaya göre
şeytanın yaptığı telkinlerin iptal edilmesi, onların izale edilip, ortadan
kaldırılması, etkilerinin mahvedilmesi, kendilerine ilim verilen mü'minlere
etkili olmaması demektir.
"Ayetlerini
sapasağlam yerleştirme"sinin
anlamı ise: O bu tilaveti ahkam ile sağlamlaştırır. Böylelikle bunların
Allah'tan hak ile indirilmiş vahiy olduğunu ortaya çıkartır. Şeytanın bu
âyetlerden sözü geçen telkinlerle alıkoymaya çalışmasının hiçbir etkisi
yoktur. Burada sözü edildiği üzere şeytanın rasûlün ve peygamberin kıraatine
bir şeyler bırakma imkânına sahip kılınması mü'minlerini kâfirlerinden
ayırdetmek maksadıyla Allah'ın insanları bir sınamasıdır.
İşte bu sınamayı
yüce Allah daha önce defalarca tekrarladığımız bir çok âyet-i kerimede
açıkça dile getirmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Biz cehennem
bekçilerini yalnız meleklerden yaptık. Onların sayısını da inkar edenler
için ancak bir fitne kıldık. Kendilerine kitap verilenler sağlam inansınlar,
iman edenlerin de imanı artsın, kitap verilenlerle mü'minler şüpheye
düşmesin, kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: 'Allah bununla
misal olarak neyi murad etmiş' desinler diye. İşte Allah kimi dilerse
böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur."
(el-Müddessir, 74/31)
"Senin hala
yöneldiğin kıbleyi, ancak o peygambere (sana) uyanları ayağının iki ökçesi
üzerinde geri döneceklerden ayırdedelim diye böyle yaptık."
(el-Bakara, 2/143)
"Sana
gösterdiğimiz o rüyayı ve Kur'an'da lanet edilen ağacı biz ancak insanlara
bir fitne (ve imtihan) kıldık."
(el-İsra, 17/60)
Burada: "Çünkü o
bir fitne (sınama)dır" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi:
"Ziyafet olarak
bu mu hayırlıdır, yoksa Zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir fitne
(sınama aracı) kıldık. Muhakkak o cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır."
(es-Sâffât, 37/62-64)
Çünkü bu âyet-i
kerime nâzil olunca onlar şöyle demişlerdi: İşte Muhammed Salallahu
aleyhi vesellem'in yalancılığı şimdi ortaya çıktı. Çünkü ağaçlar kuru
yerlerde yetişmez. Nasıl bir ağaç cehennemin dibinde yetişebilir? Buna
benzer daha önce defalarca diğer âyetlerde de geçmiş bulunmaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.
"Ta ki şeytanın
koyacağı şeyi... kılsın"
buyruğundaki "lâm (ta ki)" şu demektir:
Daha kuvvetli
görülen bu lâm'ın "katmak" anlamındaki fiile (ilka fiiline) taalluk
etmesidir. Yani şeytan rasûl ve peygamberlerin temennilerine (okumalarına)
katkıda bulunmak istemiştir. Böylelikle yüce Allah onun bu katkıda bulunmak
isteyişini kalplerinde hastalık bulunan kimselere bir fitne sebebi (sınav)
kılsın. Bu, bu harf "sapasağlam yerleştirir" buyruğuna taalluk eder diyen
el-Hûfî ile "iptal eder, nesheder" anlamındaki fiile taalluk eder diyen İbn
Atiyye'nin görüşüne muhaliftir.
Bunun "onlar
için bir fitne" oluşunun anlamı ise dalâlet ve küfürde kalmalarına sebep
olması anlamındadır. "Ta ki şeytanın koyacağı şeyi kalplerinde" küfür ve
şüphe "hastalık"ı "bulunan... kimseler için Allah bir imtihan (sebebi)
kılsın" demektir.
1-
Şeytanın Peygamber Salallahu aleyhi vesellem'in kıraatine onu tasdik
ve kabul etmeyi engelleyen şüphe ve vesveseleri telkin etmesi, kâfirlere
onun bu kıraati bir büyü, bir şiir yahut geçmişlerin masalları olduğunu ve
bunun Allah'a karşı uydurulmuş bir iftira olduğunu telkin etmesine benzer.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim bütün bu hususları sözkonusu etmiş ve bütün bu
şüphelere cevap vermiştir.
2-
Peygamberlerin hepsi kavimlerinin iman etmesini temenni ederler. Fakat
şeytanlar insanların kalplerine ayak bağlarını, engelleri ve vesveseleri
koyar. Bu vesveseleri de yüce Allah kalplerinde hastalık ve şüphe bulunan
kimseleri sınamak aracı kılmıştır. Allah onlara amellerinin karşılıklarını
verecektir. Böylelikle bu sınama ile yüce Allah gerçekten iman edenleri
ortaya çıkartacak ve onları dosdoğru yola iletecektir.
3-
Şeytanın, Rasûl Salallahu aleyhi vesellem'in yahut peygamberin
kıraatine dair fitne maksadıyla bir şeyler bırakması hususunda Allah'ın
sünneti açıkça ortaya konulmaktadır.
4-
Yüce Allah bu fitne sonucu kalpleri hasta ve katılaşmış olanları helak
ettiğini ve bu fitnenin mü'minleri yakînleri daha da artmış, hidâyetleri
daha da ilerlemiş olarak çıkardığını açıklamaktadır.
5-
Yüce Allah kıyamet gününde kulları arasında iman ve takvâ ehline lütufta
bulunmak şirk ve masiyet ehli olan kimseleri de hakir düşürmek üzere hüküm
vereceğini açıklamaktadır.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Bir ülkeyi
helak etmek istediğimiz zaman onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına
emrederiz. Onlar orada fasıklık ederler. Artık üzerlerine söz (azap) hak
olur. Biz de onu kökünden yıkar, helak ederiz."
(el-İsrâ, 17/16)
1-
"Onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına" Allah'a itaat etmelerini,
onu tevhid etmelerini, rasûllerini tasdik etmelerini ve getirdikleri
hususlarda o rasûllere uymalarını "emrederiz."
"Fasıklık
ederler" yani Rablerinin emrine itaatin dışına çıkar, ona isyan eder ve
rasûllerini yalanlarlar.
"Artık
üzerlerine söz" yani azap tehdidi sözü "hak olur."
"Biz de onu
kökünden yıkar, helâk ederiz." Yani onları kökten helak ve mahvederiz.
Hak olan bu söze
pekçok âyet-i kerime tanıklık etmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğu gibi:
"Onlar bir
hayasızlık yapsalar 'biz atalarımızı da bunun üzerinde bulduk. Allah da bize
bunu emretti' derler. De ki: 'Allah hiçbir zaman hayasızlığı emretmez.'"
(el-A’raf, 7/28)
Şanı yüce
Allah'ın hayasızlığı (fahşayı) emretmediğini açıkça ifade etmesi, onun:
"Nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına emrederiz" buyruğunun onlara itaat
etmelerini emrederiz de onlar isyan ederler, anlamında olduğuna açık bir
delildir. Yoksa biz onlara fasıklık yapmalarını emrederiz, onlar da fasıklık
ederler, anlamında olamaz. Çünkü Allah hayasızlığı emretmez.
Ayetin anlamı
ile ilgili doğru olan bu görüş, aynı şekilde arapların alışılagelmiş anlatım
üsluplarında da görülen bir şeydir. Mesela onlar: Ben ona emrettim, bana
isyan etti, derler. Yani ben ona itaat etmeyi emrettim, o isyan etti,
demektir. Yoksa anlam açıkça anlaşılacağı gibi ben ona isyan etmesini
emrettim şeklinde değildir.
2-
("Emrederiz" anlamı verilen buyruk aynı zamanda yazılışı değişmeksizin)
"emernâ ve âmernâ" şeklinde onların zorbalarını ve amirlerini çoğalttık,
demektir. Bu açıklamayı el-Kisai yapmıştır.
3-
"Onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına emrederiz" buyruğu şu
demektir: Biz onların şerlilerini yönetimin başına getiririz, onlar da o
ülkede isyankarlık yaparlar. Bu işi yaptıkları takdirde Allah da azap ile
onları helak eder. Bu da yüce Allah'ın: "Böylece her ülkenin
günahkarlarını onların ileri gelenleri kıldık." (el-En'am, 6/123)
buyruğuna benzemektedir. Bu açıklamayı Ali b. Talha, İbn Abbas'tan rivayet
etmiş olup aynı zamanda Ebu'l-Aliye, Mücahid ve er-Rabî’ b. Enes'in de
görüşüdür.
4-
"Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman onun nimet ve refahtan şımarmış
elebaşılarına emrederiz" buyruğu onların sayılarını arttırırız demektir.
Bu şekildeki açıklamayı da el-Avfi, İbn Abbas'tan nakletmektedir.
1-
Refahtan ve nimetten şımarmış olanlar (el-mutrafun)ın dışında kalanlarda
onlara tabi olurlar, bu sebeple onlarla birlikte helak edilirler.
2-
Helak ediş herkesi kapsamına alır:
"Bir de
içinizden yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayan bir fitneden sakının."
(el-Enfal, 8/25)
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem'e:
"Aramızda
salihler varken helak edilir miyiz" diye sorulunca, o:
"Evet, masiyet,
fısk ve fücûr çoğalırsa"
diye cevap vermiştir.
Ancak o beldede
ve ülke halkı arasında iyiliği emredip, münkerden alıkoyan ıslah ediciler
varsa helak edilmezler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin o
ülkeleri ahalisi ıslah edip dururlarken zulümle helak edecek değildi."
(Hud, 11/117)
Çünkü ıslah
ediciler salih olan kimselerden farklı olarak insanları düzeltmeye
çalışırlar.
3-
Allah toplumları helak etmekte adaletli davranır. Toplumlar ancak rasûllerin
uyarmasından sonra helak edilirler. Çünkü yüce Allah: "Biz bir rasûl
göndermedikçe de azap ediciler değiliz." (el-İsra, 17/15) diye
buyurmaktadır.
4-
Refaha dalıp, şımarmaktan sakındırılmaktayız. Çünkü bu itaati terketmekle
fasıklığa götürür, sonra da kökten helak edilip yok olmaya götürür.
5-
Kaza ve kadere ve ilâhi adalete iman akidesi vurgulanmaktadır.
Büyük ilim adamı
Muhammed el-Emin eş-Şankıti yanlış anlamaları önlemek üzere şunları
söylüyor:
Bu âyet-i
kerimenin zahiri Peygamber Salallahu aleyhi vesellem'in vahiyden önce
dalalet içinde olduğu izlenimini vermektedir. Halbuki yüce Allah: "Sen
yüzünü hanif olarak dine, Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtratına
dosdoğru çevir." (er-Rum, 30/30) diye buyurmaktadır ve bu buyruk
Peygamber efendimizin bu hanif dini üzere yaratılmış olduğunu
göstermektedir. Açıkça bilinen husus da şu ki anne-babası onu ne yahudi, ne
hristiyan, ne de mecusi yaptılar. Bilakis o yüce Allah kendisini rasûl
olarak gönderinceye kadar fıtrat üzere kalmaya devam etti. Buna da kendisi
Hira dağında ibadet etmekte iken vahyin üzerine nâzil oluşundan itibaren
sabit olan hususlar delil teşkil etmektedir. Vahyin nüzulünden önce onun
yaptığı bu taabbüd fıtrat üzere kalışının açık bir delilidir.
Cevap şudur:
Yüce Allah'ın: "Şaşkınken seni doğru yola iletmedi mi" buyruğunun
anlamı şudur: Fıtrat ile de, akıl ile de bilinemeyip ancak vahiy ile
bilinebilen şu anda bilmekte olduğun şer'i hükümler ve din ilimlerinin
sırlarından yana seni gafilken bulup da sana indirdiği vahiy ile bunlara
iletmedi mi? demektir. O halde buradaki, şaşkınlık (dalâlet)” bu açıklamaya
göre, bilgiden uzak olmak anlamındadır.
Yüce Allah'ın:
"Biri şaşırır ve yanılırsa, diğerine hatırlatsın diye." (el-Bakara,
2/282) buyruğunda da bu manada kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Rabbin
yanılmaz ve unutmaz." (Taha, 20/52) buyruğu ile: "Allah'a yemin
ederiz ki sen hala eski şaşkınlığındasın, dediler." (Yusuf, 12/95)
buyruklarında da bu anlamda kullanılmıştır. Yine buna yüce Allah'ın:
"Kitabında, imanın da ne olduğunu bilmezdim." (eş-Şura, 22/52) buyruğu
da delil teşkil etmektedir. Çünkü imandan maksat, İslâm dininin şer'i
hükümleridir.
Yüce Allah'ın:
"Halbuki sen şüphesiz bundan önce gafillerdendin." (Yusuf, 12/3)
buyruğu ile: "Ve sana bilmediklerini öğretmiştir." (en-Nisâ, 4/113);
"Sen bu kitabın sana verileceği ümidinde değildin. Ancak Rabbinden bir
hikmet olarak (onu sana gönderdi.)" (el-Kasas, 28/86) buyrukları da bunu
göstermektedir.
Bir görüşe göre
"şaşkınken" buyruğu ile onun küçükken Mekke'nin dar geçitlerindeki
yollarında kaybolması kastedilmektedir. Bir diğer görüşe göre Şam'a
yolculuğundaki kayboluşu kastedilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İlmi Allah'a havale etmek daha selametlidir.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Ey iman
edenler! 'Râinâ' demeyin. 'Unzurnâ' deyin ve dinleyin. kâfirler için ise çok
acıklı bir azap vardır."
(el-Bakara, 2/104)
Hafız İbn Kesîr
âyetin tefsirinde diyor ki:
Yüce Allah
mü'min kullarına söz ve fiillerinde kâfirlere benzemeye çalışmalarını
yasaklamaktadır. Şöyle ki yahudiler konuşmalarında küçültücü maksatlar ile
birden çok anlama gelme ihtimali bulunan ifadeler kullanıyorlardı. -Allah'ın
laneti üzerlerine olsun- Bundan dolayı onlar "bizi dinle, bize de kulak ver"
demek istediklerinde. "Raina" diyorlar ve bununla ahmaklık ve bilgisizlik
anlamına gelen "er-ra’ûna"yı kastediyorlardı. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Yahudilerden
kelimeleri yerlerinden (silip) tahrif edenler vardır. Dillerini eğip
bükerek, dine de saldırarak: 'İşittik (fakat) isyan ettik. İşit, işitmez
olası ve raina' derler. Eğer onlar: 'Dinledik ve itaat ettik. İşit ve bizi
de gözet' deselerdi, elbette kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu.
Fakat Allah küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir. Onların ancak pek
azı iman ederler."
(en-Nisâ, 4/46) diye buyurmaktadır.
Onların selâm
verdikleri vakit ölüm demek olan "es-sâm" kelimesini kullanarak "es-sâmu
aleyküm" dediklerine dair hadisler rivayet edilmiş bulunmaktadır. Bundan
dolayı yüce Allah bizlere: "Ve aleyküm (sizin de üzerinize olsun)" diye
karşılık vermemizi emretmiştir. Bizim onlara yaptığımız beddualarımız kabul
olunur ama onların bize yaptıkları kabul olunmaz. Maksat yüce Allah'ın
mü'minlere söz ve fiilleri itibariyle kâfirlere benzemeye çalışmayı
yasakladığıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman
edenler! 'Raina' demeyin. 'Unzurnâ: Bize de bak' deyin ve dinleyin. Kâfirler
için ise çok acıklı bir azap vardır."
Sahih bir
senedle Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'in şöyle buyurduğu
rivâyet edilmiştir:
"Ben kıyametten
az önce kılıç ile gönderildim. Ta ki ona hiçbir ortak koşulmaksızın bir ve
tek olarak Allah'a ibadet olunsun. Rızkım mızrağımın gölgesi altında takdir
edilmiştir. Zelil olmak ve küçüklük ise benim emrime muhalefet edenler
hakkındadır ve her kim bir kavme benzemeye çalışırsa o da onlardandır."
Bu hadiste
sözlerinde, fiillerinde, elbiselerinde, bayramlarında, ibadetlerinde ve daha
başka bizim için meşru kılınmamış ve bizim aynı şeyleri devam ettirmemiz
kabul edilmemiş diğer bütün hususlarda kâfirlere benzemeye çalışma hakkında
ağır bir nehiy ve tehdit bulunmaktadır.
Daha sonra
senediyle kaydedildiğine göre Abdullah b. Mesud kendisine gelen ve: Bana
tavsiyede bulun diyen bir adama şunları söylemiştir: Sen yüce Allah'ı: "Ey
iman edenler" diye buyurduğunu duyduğun yerde ona kulağını ver, dikkatle
dinle. Çünkü şüphesiz ki o ya emrettiği bir hayırdır yahutta yasakladığı bir
şerdir.
İbn Cerir dedi
ki: Bizce doğru olan şudur: Şanı yüce Allah mü'minlere peygamberlerine
"râinâ" demelerini yasaklamaktadır. Çünkü bu yüce Allah'ın peygamberine
söylenmesini hoş karşılamadığı bir sözdür. Tıpkı Peygamber Salallahu
aleyhi vesellem'in dediği şu hadiste olduğu gibi:
"Sizler üzüme
"el-kerm" demeyiniz, fakat onun yerine el-habele (asmanın ürünü) deyiniz.
Sizler benim kulum demeyiniz, fakat benim genç delikanlım deyiniz."
1-
Sözlerinde, fiillerinde, elbiselerinde, adetlerinde, bayramlarında,
ibadetlerinde kâfirlere benzemek yasaklanmıştır. Fakat uçak, tank, denizaltı
ve buna benzer müslümanları güçlendirmeye yardımcı olan modern icatlarda
onların yaptıklarını yapmaya çalışmak caizdir, hatta vacibtir. Çünkü yüce
Allah: "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet...
hazırlayın." (el-Enfal, 8/60) diye buyurmuştur.
2-
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'e karşı gereken edebi takınmalı
ve onun değeri ile bağdaşmayan sözlerle ona hitap etmemelidir. Mesela,
değerini küçültmek maksadıyla yahudilerin Rasûlullah Salallahu aleyhi
vesellem'e söyledikleri "raina" gibi bir söz söylememelidir.
3-
Kullanılması yasaklanmış bazı lafızlar vardır: Üzüme kerm demek gibi. Bunun
yerine "(asma demek olan) el-habele" denilir. Abdî (kölem) denilmeyerek
bunun yerine fetay: genç delikanlım, demelidir.
1-
Yüce Allah buyurdu ki: "Rahmanın kulları yeryüzünde ağır ve vakur
yürürler." (el-Furkan, 25/3) Onların niteliklerinden birisi de
yeryüzünde sükunetle, vakarla ve alçak gönüllülükle yürümeleri,
büyüklendikleri için ayaklarını yerlere vurmayışları da vardır. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yeryüzünde
kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen hiçbir zaman yeri de yaramazsın, boyca
da asla dağlara erişemezsin."
(el-İsra, 17/37)
İbn Kesîr dedi
ki: "Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme" yani zorbaların yürüyüşü
gibi böbürlenerek ve sağa sola eğilip bükülerek yürüme! Çünkü sen
yürüyüşünle yeri delemezsin.
"Boyca da asla
dağlara erişemezsin"
yani eğilip bükülmekle, öğünmekle, kendini beğenmekle bu kadar uzayamazsın.
Aksine bu şekilde hareket eden kimse maksadının tam zıttı ile dahi
cezalandırılabilir. (Büyüklenenler kıyamet gününde zerrecikler misali
edileceklerdir.)
2-
"Cahiller onlara hitap ettiklerinde: 'Selam' der geçerler."
(el-Furkan, 25/63) Yani beyinsizler kötü sözlerle kendilerine hitap edecek
olursa benzeri ile ona karşılık vermezler. Aksine onlar eziyet ve günahtan
yana esenlikli olan sözler söylerler. Kötülüğü en güzeliyle savmak
maksadıyla bu onların "selamun aleykum" şeklinde selam ifadesiyle de
olabilir, yumuşak sözlerle de olabilir. Affetmek yahut bağışlamakla ve
öfkeyi yutmakla da olabilir.
3-
"Onlar ki gecelerini Rablerine secde ve kıyam ile geçirirler."
(el-Furkan, 25/64) Gecenin bir kısmında namaz kılarlar, kıyamda dururlar ve
dua ederler. Nitekim yüce Allah onların nitelikleriyle ilgili olarak şunları
söylemektedir:
"Yanları
yataklarından uzak kalır. Rablerine korkarak ve ümit ederek dua ederler.
Onlara verdiğimiz rızıktan infak da ederler."
(es-Secde, 32/16)
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Her kim
geceleyin uyanır ve seslice:
"Bir ve tek ve
ortağı bulunmaksızın Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Mülk (egemenlik ve
tasarruf) yalnız onundur. Her türlü hamd sadece onadır. O herşeye güç
yetirendir. Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim. Yalnız ona
hamdederim. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah ile
olmadıkça hiçbir şeye güç yetirilemez, takat getirilemez" dedikten sonra:
"Allah'ım, bana mağfiret buyur, der yahutta dua ederse duası kabul olunur.
Eğer abdest alır, namaz kılarsa namazı kabul olunur."
Ben bu duayı
okudum, duam kabul edildi.
4-
"Onlar ki: 'Rabbimiz bizden cehennem azabını geri çevir. Çünkü gerçekten
onun azabı kesin bir helâk oluştur' derler. 'Gerçekten o ne kötü bir durak
ve ne kötü bir yerdir!'" (el-Furkan, 25/65-66)
Onların
niteliklerinden birisi de Rablerine cehennem azabını kendilerinden uzak
tutması için dua etmeleridir. Çünkü cehennem azabı ebedi bir helâk oluştur.
Orada kalmak ve orada bulunmak ne kötüdür! âyet-i kerimeden Allah'a cehennem
ateşinden korktukları için ibadet etmediklerini söyleyen mutasavvıfların
kanaatleri reddedilmektedir.
5-
"Ve onlar ki, mallarını infak ettiklerinde israf da etmezler. Cimrilik de
etmezler. Bunun arasında orta bir yol tutarlar." (el-Furkan, 25/65)
Yüce Allah
onları orta yolu tutmakla nitelendirmektedir. Onlar yaptıkları
harcamalarında israf etmedikleri gibi, cimrilik ederek kendilerini de, aile
halklarını da darda bırakmazlar. Aksine onlar orta yolludurlar.
Taberi âyetin
tefsirinde şunları söyler:
"Yüce Allah'ın
burada nafakada (harcamada) israftan kastettiği yüce Allah'ın kullarına
mübah kıldığı sınırı aşarak ileri gitmektir.
Cimrilik etmek
(iktar) ise Allah'ın emrettiğinden daha az harcamaktır. Kavam (orta yol) ise
ikisi arasında olandır."
Bu âyetin
anlamını yüce Allah'ın şu buyruğu da açıklamaktadır:
"Elini boynuna
bağlanmış kılma (cimri olma)! Onu büsbütün de açma (israf etme)! Yoksa
kınanır, yaptığına pişman olur kalırsın."
(el-İsra, 17/29)
Yüce Allah
cimriliği yererek, israfı yasaklayarak, iktisatlı olmayı da emrederek
buyuruyor ki: Sen kimseye hiçbir şey vermeyen, hayrı engelleyen bir cimri
olma. Takatinden fazlasını, gelirinden yukarısını vererek harcamada aşırı
gitme, israf yapma! Çünkü sen cimrilik edersen kınanmış bir kimse olursun.
İnsanlar seni kınar, seni yererler ve seni gerekli görmezler. Takatinden
fazla açık elli olursan, bu sefer sen hareket edemeyen (el-hasîr) gibi
kalır, harcayacak bir şey bulamazsın. -Hasir, ise yürümekten âciz kalan,
zayıflığı ve acizliği dolayısıyla yerinde duran bineğe denilir.- İşte İbn
Abbas ve el-Hasen bu âyet-i kerimede kastedilen cimrilik ve israf(ın
yasaklanması) amacıyla zikredildiğini belirterek açıklamışlardır.
6-
"Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilâha dua etmezler."
(el-Furkan, 25/68)
Bu gerçekten
önemli bir niteliktir. Onların Allah'ı tevhid ettiklerini, ona bütün
ibadetlerinde özellikle dualarında hiç kimseyi ortak koşmadıklarını ortaya
koymaktadır. Çünkü dua bir ibadettir. Ayrıca Allah'tan başka ölülere
-isterse peygamber ya da veli olsunlar- dua etmek ameli boşa çıkartan şirk
çeşitlerindendir. "Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'e hangi günah
daha büyüktür diye sorulunca: "O seni yaratmışken Allah'a eş koşmandır"
diye cevap vermiştir.
7-
"Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de
öldürmezler." (el-Furkan, 25/68)
Onların bir
başka niteliği de Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı canı
öldürmeyişleridir. Kız çocukları diri diri gömmek ve başka çeşitler de bu
kabildendir. Ancak öldürülmesinin haramlığını ortadan kaldıran hak ile
olması müstesnadır. İrtidad eden, başkasını öldüren, yeryüzünde fesad
çıkartanlar gibi. Bunlar hak ile öldürülürler.
8-
"Zina da etmezler." Rahman’ın kulları zinaya yaklaşmazlar. Çünkü o
bir hayasızlıktır ve kötü bir yoldur. O hem kişiye, hem topluma zararlıdır.
Çünkü çeşitli hastalıklara sebeb olur, aileyi darmadağın eder ve daha başka
tehlikeleri vardır.
"Kim bunları
işlerse ceza(ları) ile karşılaşır. Kıyamet gününde onun azabı kat kat
verilir. O azabda ebediyyen hor ve hakir bir halde kalır."
(el-Furkan, 25/68-69)
Allah'tan
başkasına dua etmek, canı öldürmek ve zina gibi sözü geçen büyük günahlardan
herhangi birisini işleyen bir kimse kıyamet gününde bir ceza olmak üzere
azabının tekrar tekrar edilmesi ve zelil ve hakir olarak o azabta ebedi
kılınması gibi bir ceza ile karşı karşıya kalacaktır.
"Ancak" bütün
yaptıklarından dünyada yüce Allah'a "tevbe edenler müstesnadır." Şüphesiz
yüce Allah şartlarına uygun olarak tevbe edenin tevbesini kabul eder.
9-
"Ve onlar ki yalan şahitlik yapmazlar." (el-Furkan, 25/72)
Taberi dedi ki:
Görüşler arasında doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir:
Şirk, şarkı,
yalan ve buna benzer ve "zûr (yalan)" adının verildiği herbir şeye şahid
olmayan, tanıklık etmeyen kimselerdir. Çünkü Allah onların genel niteliği
itibariyle yalan şahitlikte bulunmadıklarını belirtmektedir. Dolayısıyla
haber ya da fiil olarak kabul edilmesi gereken bir delil bulunmadıkça
bunlardan herhangi bir şeyin tahsis edilmemesi gerekir. Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur:
"Size büyük
günahların en büyüğünü haber vereyim mi?”
diye üç defa sordu. Bizler haber ver ey Allah'ın Rasûlü dedik. Şöyle
buyurdu: "Allah'a ortak koşmak, anne-babaya haksız muamelede bulunmak."
O sırada yaslanmış iken oturdu ve şöyle buyurdu: "Dikkat edin bir de
yalan söz, dikkat edin bir de yalan şahitlik." Bu sözü o kadar
tekrarladı ki, keşke sussa diye temenni ettik.
10-
"Lağve (boş ve batıl şeylere) rastladıklarında da şereflice yüz çevirip
geçerler." (el-Furkan, 25/72)
Ondan yüz
çevirerek hilm ile onu geride bırakır, giderler. Taberî der ki: Bu hususta
görüşler arasında bence doğruya en yakın olan şöyle demektir: Yüce Allah
övdüğü bu mü'minlere dair haber vererek onların boş söz ve işler yanından
şereflice yüz çevirip geçtiklerini bildirmektedir. Lağv (boş iş ve söz)
arapçada aslı ve hakikati bulunmayan, batıl olan ya da çirkin görülen herbir
söz ve fiilin adıdır. İnsanın bir diğer insana gerçekle ilgisi olmayan batıl
sözlerle sövmesi lağvdir. Çirkin kabul edilen bazı yerlerde nikâhtan sarih
ifadelerle sözkonusu etmek de lağvdendir. Aynı şekilde müşriklerin
tanrılarını tazim etmeleri de, o tazim ettikleri varlığın tazim ettikleri
şekilde bir hakikati olmadığından ötürü, batıl işlerdendir. Şarkı dinlemek
de din ehli arasında çirkin görülen işlerdendir. O halde bütün bunlar lağv
kapsamı içerisine girerler. Dolayısıyla lağv diye adlandırılması gereken
herhangi bir şey için bunun bir kısmı kastedilmiş, bir kısmı
kastedilmemiştir demenin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Çünkü rivayet
edilen bir haber ya da akli bakımdan böyle bir tahsisin yapıldığına dair bir
delalet bulunmamaktadır.
11-
"Onlar ki Rablerinin ayetleriyle kendilerine öğüt verildiğinde onlara karşı
sağır ve kör kimseler olarak yıkılmazlar."
(el-Furkan, 25/73)
İbn Kesîr dedi
ki: Bu da mü'minlerin nitelikleri arasında yer alır:
"Gerçek
mü'minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer,
ayetleri karşılarında okunduğu zaman (bu) onların imanını arttırır ve onlar
ancak Rablerine güvenip dayanırlar."
(el-Enfal, 8/2)
Ama kâfir böyle
değildir. O Allah'ın kelamını dinlediği takdirde ondan etkilenmez. Halinde
herhangi bir değişiklik olmaz. Aksine o küfrü, azgınlığı, bilgisizliği ve
sapıklığı üzerinde devam eder gider.
Yüce Allah'ın:
"Bunlara karşı sağır ve kör kimseler olarak yıkılmazlar" buyruğu ile
ilgili olarak Şabi'ye bir topluluğu secde halinde görmekle birlikte (neden)
secde ettiklerini duymayan bir kimse onlarla birlikte secde eder mi diye
soruldu, o şu: "Onlar ki Rablerinin âyetleriyle kendilerine öğüt
verildiğinde..." buyruğunu okudu.
Yani onlarla
birlikte secde etmez. Çünkü o secde emri üzerinde düşünme imkanını
bulmamıştır. Mü'min bir kimsenin ise rastgele başkalarına uyan bir kimse
olmaması gerekir. Aksine o yaptığı işi basiret, kesin kanaat ve açık seçik
bir sebebe dayanarak yapmalıdır.
Katade yüce
Allah'ın: "Onlar ki Rablerinin âyetleri ile kendilerine öğüt verildiğinde
bunlara karşı sağır ve kör kimseler olarak yıkılmazlar" âyetinin tefsiri
hakkında şunları söylemektedir: Yüce Allah buyuruyor ki: Onlar hakka karşı
sağır ve kör değildirler. Onlar Allah'a yemin ederim ki haktan geleni
akleden ve onun kitabından, duyduklarından yararlanan kimselerdir."
12-
"Ve onlar ki: 'Rabbimiz eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimizin aydınlığı
olan (salih kimse)ler ver...' derler." (el-Furkan, 25/74)
İbn Kesîr dedi
ki: Bu buyrukla Allah'tan sulblerinden ve soylarından geleceklerden Allah'a
itaat eden, O'na hiçbir varlığı ortak koşmaksızın bir ve tek olarak ibadet
eden kimseler çıkarması için dua edenleri kastetmektedir.
a.
İbn Abbas dedi ki: Allah'a itaat olan işleri yaparak dünyada da, âhirette de
gözlerini aydınlatacak kimseleri kastetmektedirler.
b.
İkrime dedi ki: Onlar bu sözleriyle güzellik ya da güzel görünümü
kastetmiyorlardı. Onlar soylarından geleceklerin itaatkar olmalarını
isterler.
c.
Hasan-ı Basri'ye bu âyet-i kerime hakkında soru sorulması üzerine şöyle
cevap vermiştir: Bu yüce Allah'ın müslüman kuluna eşinin, kardeşinin, candan
yakın arkadaşının Allah'a itaat ettiğini göstermesidir. Allah'a yemin olsun
ki müslüman için Allah'a itaat eden bir evlat yahut bir torun yahut bir
kardeş yahut candan bir arkadaş görmekten daha çok gözünü aydınlatacak
hiçbir şey yoktur.
13-
"Bizi takva sahiplerine önder yap." Yani bizimle başkalarının
hidâyeti bulacağı önder kimseler kıl.
İbn Kesîr dedi
ki: İbn Abbas, el-Hasen ve es-Süddi şöyle demişlerdir: Sen bizleri hayra
giden yolda bize uyulan önderler kıl.
Başkaları da:
Sen bizleri hidâyete çağıran, hidâyete ileten, hayra çağıran kimseler kıl,
diye açıklamışlardır.
"İşte bunlar
sabretmelerinden ötürü cennetin yüksek köşkleri ile mükafatlandırılacaklar
ve onlar orada esenlik dileği ve selam ile karşılanacaklardır."
(el-Furkan, 25/75-76)
İbn Kesîr dedi
ki: Yüce Allah mü'min kullarının sözü edilen güzel niteliklerini, sözlerini
ve güzel fiillerini sözkonusu ettikten sonra "işte bunlar" yani bu
niteliklere sahip olanlar kıyamet gününde cennet demek olan "yüksek
köşkler" ile mükafatlandırılacaklarını belirtmektedir. Bu ise
"sabretmelerinden ötürü" yani bütün bunları yerine getirecekleri için
olacaktır.
"Ve onlar orada"
cennette "esenlik dileği ve selam ile karşılanacaklardır." Yani orada
onlara selam verilecek, ikramlarda bulunulacak, saygı ve ihtiram ile
karşılanacaklardır. Selam (esenlik) onlar içindir ve onlara üzerinize selam
olsun denilecektir. Çünkü melekler onlara herbir kapıdan girecek ve:
Sabretmenizden ötürü selam sizlere, âhiret yurdunun akıbeti ne güzeldir
diyeceklerdir.
"Onlar orada
ebedi kalıcıdırlar"
buyruğu orada ikamet edecekler, başka bir yere götürülmeyecekler,
ölmeyecekler ve oradan ayrılmayacaklardır, demektir.
"O ne güzel
karargah ve ikamet yeridir"
buyruğu ise görünüşü itibariyle ne güzel bir yerdir, dinlenilecek ve
konaklanılacak ne hoş bir mekandır, demektir.
1-
Alçak gönüllülüğün, yürüyüşte sükûnetin fazileti ve büyüklük taslamanın
haram kılındığı.
2-
Kötülüğe iyilikle karşılık vermek fazilettir.
3-
Geceleyin namaz kılmak ve dua etmek faziletli bir ameldir.
4-
Harcamalarda mutedil olmak faziletlidir.
5-
Şirk, adam öldürmek ve zina haramdır.
6-
Şartlarına uygun yapılan tevbe günahları siler.
7-
Yalana tanık olmak ve yalan şahitlikte bulunmak haramdır.
8-
Boş işlerden yüz çevirmek faziletlidir.
9-
Kur’ân üzerinde iyice düşünmek ve gereğince amel etmek pek faziletli bir
iştir.
10-
Rahman olan Allah'ın kullarının niteliklerine sahip olanlar için cennet ve
ilâhi lütuf ve ikramlar sözkonusudur.
Yüce Allah
buyurdu ki:
"Rabbinin yoluna
hikmetle, güzel öğütle davet et! Onlarla en güzel yolla mücadeleni yap."
(en-Nahl, 16/125)
İbn Kesîr bu
âyetin tefsirinde diyor ki:
Yüce Allah
Rasûlü Muhammed Salallahu aleyhi vesellem'e insanları Allah'ın yoluna
hikmetle davet etmesini emir buyurmaktadır.
İbn Cerir dedi
ki: Hikmet Allah'ın peygamberine indirdiği kitap ve sünnettir. Güzel öğüt ve
kitapta bulunan kişiyi kötülüklerden alıkoyan ve insanların başlarına gelen
olayları hatırlatmaktır. İşte insanlara Allah'ın azabından sakınmaları için
bunları hatırlat!
"Onlarla en
güzel yolla mücadeleni yap"
da onlardan
tartışma ve mücadeleye gerek duyanlarıyla en güzel şekilde yumuşaklıkla ve
güzel hitapla mücadele et ve tartış. Yüce Allah'ın: "Aralarından
zulmedenler müstesna olmak üzere kitap ehliyle ancak en güzel yolla mücadele
edin." (el-Ankebut, 29/46) buyruğunda olduğu gibi. Yüce Allah ona
yumuşak davranmasını emretmektedir. Nitekim Musa ve Harun -ikisine de selam
olsun-'u Firavun'a gönderdiği zaman da şu buyruğuyla aynı şekilde emir
vermiştir:
"Ona yumuşak söz
söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar."
(Taha, 20/44)
İbnu'l-Kayyim az
önceki âyetin tefsirinde diyor ki: Yüce Allah davetin mertebelerini
insanların mertebelerine göre tayin etmiştir:
a.
Hakka karşı inad etmeyen, haktan yüz çevirmeyen, zeki ve hakkı kabul eden
bir kimse hikmet yoluyla davet edilir.
b.
Hakkı kabul etmekle birlikte bir çeşit gafleti ve gecikmesi olan kimseyse
güzel öğütle davet edilir. Bu da teşvik ve korkutma ile birlikte verilen
emir ve nehiy ile olur.
c.
İnad edip inkar eden kimseye karşı ise en güzel yolla mücadele edilir.
İşte bu âyetin
anlamı ile ilgili doğru olan anlama şekli budur. Yunan mantığının esiri
olanların zannettikleri gibi değildir. Çünkü onlara göre hikmet açık
kıyastır ve bu havasa yapılan davet çeşididir. Güzel öğüt ise hitap
kıyasıdır. Bu da avamın davetidir. En güzel yolla mücadele ise cedeli
kıyastır. Bu da önermeleri kabul edilen tartışma kıyası yoluyla
tartışanların kanaatlerini reddetmektir. Ancak böyle bir açıklama tarzı
batıldır ve bu felsefe esaslarına göre bina edilmiştir. Müslümanların
usullerine ve dinin kaidelerine -sözkonusu edilme yerleri burası olmayan-
pek çok bakımdan aykırıdır.
1-
İslâma çağırmanın vücubu ve işe tevhidden başlamanın gereği. Böyle bir davet
işi kifaye vaciplerinden olup, bir kısmı bunu yerine getirecek olursa,
diğerlerinin üzerinden yükümlülük kalkar.
2-
Davette kullanılacak uslup açıklanmaktadır. O da kitap ve sünnet ile
yapılmasıdır.
3-
İnsanlar yumuşaklıkla; sertlik ve katılıktan uzak bir surette davet
edilmelidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah'tan bir
rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı kalpli
birisi olsaydın elbette onlar etrafından dağılırlardı. Artık onları bağışla,
onlara affedilmeleri için Allah'tan mağfiret dile ve iş hususunda onlarla
müşavere et..."
(Al-i İmran, 3/159)
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"De ki: 'İşte bu
benim yolumdur. Ben (insanları) Allah'a bir basiret üzere davet ediyorum.
Ben de, bana uyanlar da. Allah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim."
(Yusuf, 12/108)
1-
Hafız İbn Kesîr âyetin tefsirinde diyor ki:
Yüce Allah
cinlere ve insanlara gönderdiği rasûle, insanlara şunu haber vermesini
emretmektedir: Onun bu yolu ve sünneti bir ve tek ve ortaksız olarak
Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadette bulunmaya davet etmektir. O
bu esas üzere Allah'a bu konuda basiret sahibi, yakîn, aklî ve şer'î kesin
bir delil üzere davet etmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Allah'ı tenzih ederim" buyruğu ben onu ortağı, benzeri, dengi, evladı,
annesi, eşi, yardımcısı yahutta danıştığı bir kimsesi bulunmaktan tenzih,
takdis ve tazim ederim. O bütün bunlardan pek üstün, pek yüce, pek münezzeh,
pek mukaddes ve eşsizdir.
2-
Taberî de şöyle demektedir: Yüce Rabbimiz peygamberi Muhammed Salallahu
aleyhi vesellem'e diyor ki: "Ey Muhammed de ki Allah'ı tevhid etmeye,
bütün uydurma ilâhları ve putları bir kenara bırakarak ibadeti ona halis
kılma, yalnız ona itaat edip, ona masiyeti terketmeye davet etmekten ibaret
olan bu işi, benim yolumdur ve benim davetimdir. Ben bir ve tek olarak,
ortaksız olarak Allah'a davet ediyorum."
"Bir basiret
üzere" ben bunları kesin olarak, bilerek ve basiret üzere davet ettiğim gibi
aynı şekilde bana tabi olup, beni tasdik eden ve bana iman edenler de
basiret üzere bu yola davet ederler.
"Allah'ı tenzih
ederim." buyuruğu şu demektir: "Allah mülkünde ortağı bulunmaktan yahut
egemenliğinde onun dışında bir mabud bulunmasından münezzehtir ve pek
büyüktür."
"Ben
müşriklerden değilim." Ben ona ortak koşanlardan uzağım. Onlardan değilim,
onlar da benden değildir.
(Taberi,
Câmiu’l-Beyân XVI, 290, Mahmud Şakir'in tahkikiyle)
1-
Allah'ın tevhid edilmesine ve tevhide her husustan öncelik tanınmasına davet
etme emri verilmektedir.
2-
Tevhid Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığı (yani Allah'tan başka hakkıyla
mabud bulunmadığı) diye ifade edilir.
3-
Davetçinin din hususlarında ilim ve basiret üzere davette bulunması gerekir.
Böylelikle insanlara fayda sağlar. Cahil ise faydadan çok zarar verir.
4-
Yüce Allah zat ve sıfatlarında ortağı bulunmaktan münezzehtir.
5-
Şirkten uzak olmak gerekir. Şirk ise ibadet çeşitlerinden herhangi birisini
Allah'tan başkası için yapmaktır. Ölüleri yahut hazırda bulunmayanları
yardıma çağırmak (dua etmek) yahut İslâm dışındaki hükümlerle hükmetmek
gibi.
6-
İlim söz ve amelden önce gelir. Çünkü yüce Allah: "Onun için bil ki:
Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." (Muhammed, 47/19) diye
buyurmaktadır. Buhârî de Sahih'inde "ilmin söz ve amelden önce geldiği"ne
dair bir bahis açmıştır.
Derim ki
müslüman bilgi edinmeden önce sahih bir söz söylemesine ya da sahih bir
amelde bulunmasına imkan yoktur.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Ey iman
edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah ve Rasûlünün
çağrısına uyun. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve muhakkak onun
huzurunda toplanacaksınız."
(el-Enfal, 8/24)
1-
Buhârî dedi ki: "Size hayat verecek" sizi ıslah edip, düzeltecek.
"...Çağrısına uyun" çağrısını kabul edin demektir.
2-
Mücahid yüce Allah'ın: "Size hayat verecek" buyruğu hakka (uyun)
demektir.
3-
Katade dedi ki: İşte bu kurtuluşu, kalıcılığı ve hayatı ihtiva eden Kur’ân-ı
Kerim'dir.
4- es-Süddi dedi
ki: "Size hayat verecek şeylere" buyruğu şu demektir: Küfür ile
ölümlerinden sonra İslâm ile onları diriltecektir.
5-
Urve b. ez-Zübeyr dedi ki: "Size hayat verecek şeylere" yani daha
önce zelil iken Allah'ın kendisiyle sizi aziz kıldığı, zayıf iken
güçlendirdiği, düşmanlarınız tarafından kahrediliyorken onlara karşı sizleri
koruduğu savaş çağrısına uyun demektir.
Cihada hayat
denilmesinin sebebi düşmanlarının güçlerini kaybetmelerinin onların hayat
bulmalarına ve güçlenmelerine sebep teşkil etmesindendir. Yahutta cihad
ebedi hayatı gerektiren şehadete sebep olduğundan ya da hayatın kaynağını
teşkil eden uhrevi hayattaki mükafata sebep olduğundan dolayıdır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ahiret yurduna gelince, asıl hayat yurdu
işte orasıdır." (el-Ankebut, 29/64) -Devamlı ve sürekli hayat demektir-
6-
el-Ferra dedi ki: "Size hayat verecek şeyler"den kasıt işlerinizi
canlandıracak şeyler demektir.
Buna göre
"onların hayat bulması" ile ilgili beş görüş ortaya atılmış bulunmaktadır:
1-
Dünya ve âhirette işlerinin ıslah edilmesidir.
2-
Dünya hayatında onların güzel bir şekilde anılmaları, âhirette de ebedi
hayata kavuşmalarıdır.
3-
Âhirette nimetlerinin devam etmesidir.
4-
Mü'min olmaları demektir. Çünkü kâfir ölü gibidir.
5-
Ölümlerinden sonra onları diriltecektir. Bu da bundan kasıt cihaddır
diyenlerin görüşüne göre yapılan bir açıklamadır. Çünkü şehidler diridirler
ve cihad onları zelil iken aziz kılar. Sanki bu yolla hayat bulmuş
gibidirler.
Yüce Allah'ın:
"Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer" buyruğuna gelince,
A-
Kasımi dedi ki: Bu birkaç anlama gelme ihtimali olan bir buyruktur.
a.
Yüce Allah kişinin kalbine hakimdir. O kalbini dilediği gibi evirip çevirir.
Eğer onu hidâyete iletmek isterse kalbi ile küfür arasına, eğer onun
delaletini murad ederse kalbi ile imanı arasına girer.
Bu manadaki
açıklamayı Hakim, Müstedrek adlı eserinde İbn Abbas'tan rivayet etmiş ve
sahih olduğunu belirtmiştir. Bunu Peygamber Salallahu aleyhi vesellem'den
rivayet edilen şu hadisler desteklemektedir: Peygamber Salallahu aleyhi
vesellem: "Ey kalbleri evirip çeviren (Allah'ım)! Dinin üzere kalbime
sebat ver" duasını çokça yapardı."
"Adem
oğullarının kalbleri Rahmanın parmaklarından iki parmak arasında tek bir
kalb gibidir. Onları dilediği gibi evirip çevirir. Daha sonra Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
"Ey kalbleri
evirip çeviren Allah'ım! Kalblerimizi senin itaatine yönlendir."
b.
Bu buyruk ölüm gelmeden önce itaate koşmak için bir teşviktir. Buna göre
yüce Allah'ın: "Allah kişi ile kalbi arasına girer" buyruğu şu demek
olur: Onun canını alır ve bu sefer elindeki fırsatı kaybetmiş olur. Bu da
ihlâslı bir kalbe sahip olmak, onun hastalıklarını ve illetlerini tedavi
etmek, Allah'ın dilediği şekilde onu geri teslim etmektir. İşte bu fırsatı
ganimet biliniz, Allah'a ve Rasûlüne ihlâsla itaat ediniz. Böylelikle ölüm
kişi ile kalbi arasına girmeye benzetilmiştir. Çünkü kişi kalbiyle kendisine
faydalı olanla olmayan şeyleri bilmek ve akletmek imkanını bulur.
Derim ki hadis-i
şerifte Rahman olan Allah'ın parmakları bulunduğuna delalet vardır. Ancak bu
onun yüce zatına layık bir şekildedir, teşbih ve temsil sözkonusu değildir.
Eller, bacak, ayak, yüz ve daha başka kitap ve sünnette sabit sıfatlar da bu
kabildendir.
1-
"Kişi ile kalbi arasına girer." Mü'min ile küfür, kâfir ile iman arasına
girer.
2-
Mü'min ile isyan etmesi arasına, kâfir ile itaat etmesi arasına girer.
3-
Kişi ile kalbi arasına girerek akletmesine imkan tanımaz.
İbnu'l-Anbarî
dedi ki: Yani kişi ile aklı arasına girer. O halde amel etmekte elinizi
çabuk tutunuz. Çünkü sizler aklınızın gideceğinden emin değilsiniz. Neticede
önceden yaptıklarınızı elde edersiniz.
4-
Anlamı şudur: O kişiye pek yakındır, onun gizlediklerinden, sırlarından
hiçbir şey ona gizli kalmaz.
5-
Kişi ile kalbi arasına girer. Dolayısıyla onun izni olmadan ne iman
edebilir, ne de kâfir olabilir.
6-
Kişi ile kalbi arasına girer. Yani kişi ile hevası arasına engel olur.
7-
Kişi ile kalbi ile temenni ettiği uzun ömür, yardım ve daha başka şeyler
arasına girer.
8-
Kişi ile kalbi arasına ölüm vasıtası ile girer. O halde ölümden önce amel
etmek için elinizi çabuk tutunuz.
9-
Kişi ile kalbi arasına ilmiyle girer. Dolayısıyla kul kalbinde her ne
kötülük gizlerse mutlaka Allah onu bilir ve bunu Allah'tan gizleyip
saklayamaz.
10-
Kalbine saldığı korku ya da güvenliğin arasına girer. Korkuyorken güvenliğe
kavuşur, güven duymakta iken korkar.
B-
Taberî az önce geçen sözlere benzer açıklamaları kaydettikten sonra şunları
söylüyor:
Yüce Allah:
"Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer" diye genel bir ifade
kullanmakta ve onun kul ile kalbi arasına girdiğini haber vermektedir.
Sözünü ettiğimiz bu hususlardan herhangi birisini diğerlerine göre tahsis
etmemektedir. Buyruğun bütün bu manalara gelme ihtimali vardır. Haberi
genelliği üzere kabul etmek gerekir ta ki kabul edilmesi gereken o haberi
tahsis eden bir başka delil tespit edilinceye kadar.
1-
Yüce Allah'ın ve Rasûlünün çağrısını emrolunan fiili işlemek, yasaklananı
terketmek suretiyle kabul etmek farzdır. Çünkü bu yolla müslüman kişi ve
toplum hayat bulur.
2-
Kişi ve toplumun mutlu bir hayat sürmesine yardımcı olan hususlardan birisi
de Allah yolunda cihad etmektir. Çünkü cihad sanki bu yolla hayat bulmuşlar
gibi onları aziz eder.
3-
Aklı başında herbir müslümanın, hastalanmadan ya da ölmeden önce salih amele
koşması gerekir.
Yüce Allah
buyurdu ki:
"Ey cin ve insan
toplulukları! Eğer göklerle yerin kenarlarından kaçmaya gücünüz yetiyorsa
kaçın ama buna dair güç ve imkanınız olmadıkça kaçamazsınız ki..."
(er-Rahman, 55/33)
1-
Yani sizler Allah'ın emir ve kaderinden kaçamazsınız. Aksine o sizi
çepeçevre kuşatmıştır. Sizler onun hükmünden kurtulmak gücüne sahip
olamadığınız gibi, hükmünün hakkınızda geçerliliğini de engelleyemezsiniz.
Her nereye giderseniz etrafınız kuşatılmıştır. Bu mahşerde olacaktır.
Melekler herbir taraftan yedi saf halinde bütün mahlukatı sarmış olacaktır.
Kimse başka bir yere gitmeye güç yetiremez.
"Buna dair güç
ve imkanı" yani Allah'ın emri ile olmadıkça bunu yapamaz.
"O günde insan
kaçış nereye der. Hayır, o gün sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak
yer Rabbinin huzurudur."
(el-Kıyame, 75/10-12)
Bir başka yerde
de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Günahlar
kazanmış olanlara gelince, bir günahın cezası benzeriyledir. Onları bir
horluk kaplayacaktır. Onları Allah'tan kurtaracak bir kimse de yoktur.
Yüzleri karanlık gecenin parçalarıyla bürülmüş gibidir. İşte bunlar da
ateşliktirler. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar."
(Yunus, 10/27)
Bundan dolayı
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Üzerinize ateş
alevi ve bir duman salınır, size yardım da olunmaz."
(er-Rahman, 55/35)
Bütün
açıklamalara göre buyruğun anlamı şudur: Sizler kıyamet gününde kaçıp gitmek
isteyecek olursanız melekler ve zebaniler üzerinize ateşten alevler ve
eritilmiş bakırları dönmeniz için salacaklardır. Bundan dolayı yüce Allah:
"Size de yardım olunmaz. O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlayabilirsiniz." (er-Rahman, 55/35-36) diye buyurmaktadır.
2-
el-Kasımi âyetin tefsirinde diyor ki:
"Ey cin ve insan
toplulukları! Eğer göklerle yerin kenarlarından kaçmaya gücünüz yetiyorsa
kaçın."
Yani eğer, göklerin ve yerin kenarlarını aşabilecekseniz ve Rabbinizi aciz
bırakabileceksiniz yani onun kahr-u galebesinin egemenlik alanının ve
ülkesinin dışına size güç yetiremeyecek hale gelinceye kadar kaçabilirseniz
"kaçın." Haydi bu sınırları aşın ve çıkıp gidin.
"Ama buna dair
güç ve imkanınız olmadıkça"
yani buna gücünüz, kahrınız ve galebeniz bulunmadıkça "kaçamazsınız ki"
yani buna nasıl sahip olabilirsiniz ki.
Buna yakın bir
buyruk da: "Yerde de, gökte de siz aciz bırakabilecekler değilsiniz."
(el-Ankebut, 29/22) buyruğudur.
3-
Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer sizler, göklerde ve
yerde neler olduğunu bilebilirseniz biliniz fakat herhangi bir güç ve imkan
olmadan yani Allah'tan apaçık bir deliliniz olmadan asla bilemeyeceksiniz
demektir.
Birinci açıklama
daha güçlü görülmektedir. Çünkü bir önceki âyette, yüce Allah kulların
amellerinin karşılığını kaçınılmaz olarak vereceğini sözkonusu ettikten
sonra "ey cin ve insan toplulukları... gücünüz yetiyorsa..." diye
buyurmaktadır. Böylelikle onların, Allah'ın kendilerini cezalandırmayı murad
ettiği takdirde kurtulmaya güçlerinin olmayacağını açıklamış olmaktadır.
"O halde
Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?"
(er-Rahman,
55/34)
4-
İbn Cerir dedi ki: Yani hepinizi birbirine eşit kılmayı nasıl
yalanlayabilirsiniz. Çünkü hepiniz hakkınızda dilediği emre aykırı bir şey
yapamıyorsunuz.
5-
Kadı (Beydavi) dedi ki: Tehdit bir lütuftur. Verilen karşılık ile itaatkar
ile isyankarı ayırdetmek ve kâfirlerden intikam almak da nimetler arasında
sayılır.
1-
Yüce Allah'ın kudret ve saltanatının azameti açıklanmaktadır.
2-
Yaratılmışların yaratıcıları karşısında dünyada da, âhirette de aciz
oldukları açıklanmaktadır.
3-
Bütün yaratılmışlar Allah'ın haklarında gerçekleşmesini dilediği bir işe
muhalefet edemezler.
4-
Ölümden sonra diriliş ve amellerinin karşılıklarının görüleceğine iman etme
akidesi vurgulanmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Elif, lam, mim", "elif, lam, ra", "elif, lam, mim, sad", "ha, mim", "ayn,
sin, kaf", "nun" buyruklarında yer alan bu harflerin anlamının ne olduğu
hususunda müfessirler farklı görüşlere sahiptir. Kimileri şöyle demiştir:
1-
Bunlar yüce Allah'ın bilgisini sadece kendisine sakladığı hususlardandır
demiş ve bunları tefsir etmemiştir.
2-
Bunlar sûrelerin isimleridir deyip, buna şu hadisi delil gösterirler:
Rasûlullah
Salallahu aleyhi vesellem cuma günü sabah namazında "elif, lam, mim"
secde sûresi ile "İnsan üzerinden öyle bir sûre geçti ki..."
(el-İnsan, 76/1) sûrelerini okurdu.
Mücahid dedi ki:
"Elif lam mim, ha mim, elif lam mim sad, sad" yüce Allah'ın Kur’ân-ı Kerim'i
kendileriyle başladığı birtakım başlangıçlardır. (Yani bunlar Kur’ân
sûrelerinin adıdır.)
3-
Başkaları da şöyle demektedir: Bu harflerin sûrelerin başında sözkonusu
edilmeleri Kur’ân'ın icazını açıklamak ve birbirlerine hitaplarında
kullandıkları bu mukatta (birbirinden kopuk) harflerden oluşmakla birlikte
benzerini ortaya koymaktan yaratılmışların aciz olduklarını açıklamak
içindir.
Aralarında Razi
ve Kurtubi gibi muhakkiklerin de bulunduğu bir topluluk bu görüşü
nakletmiştir. Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye de, Hafız el-Mizzi de bu görüşü
benimsemiştir. Zemahşeri der ki: Bunların hepsi Kur’ân'ın başında bir arada
zikredilmemiştir. Meydan okuma ve karşı çıkanları azarlamakta daha beliğ
olsun diye -pek çok kıssanın tekrarlandığı ve birçok yerde açıktan açığa
meydan okumanın tekrarlandığı gibi- tekrarlanmıştır. Bu başlangıçların
kimisi "sad”, “nun”, “kaf" gibi tek bir harf ile kimisi "ha, mim" gibi iki
harf ile, kimisi "elif, lam, mim" gibi üç harf ile kimisi "elif, lam, mim,
ra" ve "elif, lam, mim, sad" gibi dört harf ile kimisi "kaf, ha, ya, ayn,
sad" ile "ha, mim, ayn, sin, kaf" gibi beş harf ile gelmiştir. Çünkü
arapların üsluplarında kelimeler de bu şekildedir. Kimi tek harfli, kimi
iki, kimi üç, kimi dört, kimi beş harflidir. Bundan daha fazlası da yoktur.
İbn Kesîr dedi
ki: Bundan dolayı o harflerle başlayan herbir sûrede mutlaka Kur’ân'ın
zaferi ve icazı ve azameti sözkonusu edilmiştir. Tetkik edilirse
görülecektir. Bu da yirmidokuz sûrede sözkonusudur. Bundan dolayı yüce
Allah: "Elif, lam, mim. Bu o kitaptır ki onda hiç şüphe yoktur."
(el-Bakara, 2/1);
"Ha, mim. (Bu
kitap) Rahman, rahim olan tarafından indirilmiştir."
(Fussilet, 41/1);
"Elif, lam, mim,
sad. Bu sana indirilen bir kitaptır. Sakın ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı
olmasın."
(el-Araf, 7/1) diye buyurmaktadır.
4-
Bu harflerin süreleri bilmeye delalet ettiğini ve bunlardan çeşitli
olayların, fitnelerin, savaşların vakitlerinin çıkartılabileceğini iddia
edenler ise hakları olmayan bir iddiada bulunmuş ve hiç ilgisi olmayan bir
alanda at koşturmuş olurlar.
5-
Şüphesiz şanı yüce Allah, bu buyrukları boşuna indirmiş değildir. Kur’ân-ı
Kerim'de anlamsız ve sadece taabbudi ifadeler olduğunu söyleyen cahiller pek
büyük bir hata içindedirler. Çünkü bu harflerin nefsu'l-emir'de bir manaları
olduğu muhakkaktır. Eğer bu hususta hatadan korunmuş peygamberden bize sahih
bir rivayet gelirse ona göre açıklarız, değilse durmamız gereken yerde durur
ve: "Biz ona iman ettik, hepsi bizim Rabbimizdendir" deriz.
İlim adamları bu
harfler hakkında belli bir husus üzerinde ittifak etmiş değillerdir. Aksine
ihtilaf halindedirler. Herhangi bir delile dayanarak bazı görüşlerin daha
kuvvetli olduğunu gören bir kimsenin o görüşe tabi olması gerekir. Aksi
takdirde konu açıklık kazanıncaya kadar durmak icab eder.
6-
Doğru olan, bunların meydan okumak için zikredilmiş olduklarıdır. Sanki
anlam şöyle gibidir: Ey fesahat ve belagat ehli olan araplar! Elif, lam, mim
size yabancı olmayan harflerdir... Bu görüşün doğruluğunun delili de yüce
Allah'ın bu harflerin akabinde aziz kitabını sözkonusu etmesidir:
a.
"Elif, lam, mim. Bu o kitaptır ki onda hiçbir şüphe yoktur."
(el-Bakara, 2/1-2)
b.
"Elif, lam, mim, sad. Bu... sana indirilen bir kitaptır." (el-Araf,
7/1-2)
c.
"Elif, lam, ra. İşte bunlar hikmet dolu kitabın ayetleridir." (Yunus,
10/1)
d.
"Elif, lam, ra. Bu ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra da hikmeti sonsuz ve
herşeyden haberdar olan Allah tarafından geniş geniş açıklanmış bir
kitaptır." (Hud, 11/1)
Surelerin
başlarında bulunan bu harfleri herbir harf ayrı ayrı biri diğerinden kopuk
olarak telaffuz etmeliyiz. Çünkü Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur:
"Her kim
Allah'ın kitabından bir harf okursa o harf karşılığında onun için bir hasene
vardır. Hasene de on misli iledir. Ben 'elif, lam, mim' bir harftir
demiyorum fakat elif bir harf, lam bir harf ve mim bir harftir."
1-
el-Bakara sûresinin başında: "Elif, lam, mim"
2-
er-Rad sûresinin başında "elif, lam, mim, ra"
3-
el-Araf sûresinin başında "elif, lam, mim, sad"
4-
Yusuf sûresinin başında "elif, lam, ra"
5-
Mü'min sûresinin başında "ha, mim", Neml sûresinin başında "ta, sin"
6-
Nun, kaf ve sad bu isimlerle anılan sûrelerin başında
7-
Meryem sûresinin başında kaf, ha, ya, ayn, sad
8-
Şura sûresinin başında ha, mim, ayn, sin, kaf diye telaffuz edilir.
9-
Bu harflerden bazıları iki hareke (bir elif) uzatılır. Ha, hâ, ya, ra gibi.
10-
Bazı harfler daha da fazla uzatılır. Nûn, kâf, sâd, mîm, âyn gibi.
11-
Bu harflerin nasıl telaffuz edileceği Kur’ân okuyucularından ve uzman
hocalardan dinlenerek öğrenilir.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Andolsun asra
ki gerçekten insan ziyandadır. İman eden, salih ameller işleyen, birbirine
hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye edenler müstesna."
(el-Asr, 103/1-3)
Asr:
Ademoğullarının hayır ve şer kabilinden hareketlerinin içerisinde
gerçekleştiği zamandır.
Malik, Zeyd b.
Eslem'den ikindi vakti olduğunu söylediğini nakletmektedir. Ancak meşhur
olan birincisidir. Yüce Allah buna dair yemin ederek insanın muhakkak
hüsranda yani ziyan ve helak içinde olduğunu belirtmektedir.
"İman eden,
salih ameller işleyen... müstesna"
Yüce Allah insan türünden hüsrana uğrayanlar arasından kalbleriyle iman
edip, azalarıyla salih amel işleyenleri istisna etmektedir. "Birbirine
hakkı tavsiye" buradaki hak itaatleri eda etmek, haramları terketmektir.
"Ve sabrı
tavsiye edenler müstesna"
Musibetlere, ilâhi takdire, iyiliği emredip, münkerden alıkoyan kimseler
arasından olup uğradıkları eziyetlere sabrı tavsiye edenler müstesnadır.
İmam Şafiî -yüce
Allah'ın rahmeti üzerine olsun- diyor ki: İnsanlar bu sûre üzerinde iyice
düşünselerdi onlara yeterdi.
Çünkü bu sûrede
öyle üstün mertebeler sözkonusu edilmektedir ki müslüman bir kimse bunları
tam anlamıyla elde edecek olursa kemalin en yüksek mertebesine ulaşır.
Birincisi hakkı bilmek, ikincisi gereğince amel etmek, üçüncüsü onu iyice
bilemeyenlere öğretmek, dördüncüsü hakkı öğrenmeye, gereğince amel etmeye ve
onu öğretmeye sabretmektir.
1-
Kurtuluş yolunu ihtiva ettiğinden ötürü asır sûresinin ayrı bir fazileti
vardır.
2-
Yüce Allah dilediği şeye yemin edebilir çünkü onu yaratan odur.
3-
Kulların Allah'tan başkası adına yemin etmeleri caiz değildir. Çünkü
Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:
a.
"Kim Allah'tan başkası adına yemin ederse şirk koşmuş olur."
b.
"Babalarınız adına yemin etmeyiniz. Her kim Allah adına da yemin ederse
doğru yemin etsin. Kendisine yemin edilen kimse de buna razı olsun. Her kim
Allah adına razı olmazsa, onun Allah'la bir alakası yoktur."
c.
Abdullah b. Mesud da şöyle demiştir: "Allah adına yalan yemin etmek, başkası
adına doğru olarak yemin etmekten daha çok hoşuma gider."
4-
Kâfirin akıbetinin hüsran ve ziyan olduğu açıklanmaktadır.
5-
İman ve şeriata uygun salih amel sahibi kimselerin kurtuluşu
açıklanmaktadır.
6-
İman, söz ve amel olup, itaatlerle artar, masiyetlerle eksilir.
7-
Müslümanlar arasında hakkın ve sabrın karşılıklı tavsiye edilmesi farzdır.
8-
Cemaatle namaz özellikle ikindi namazını cemaatle kılmak vacip (farz)dir.
Çünkü yüce Allah: "Namazları ve özellikle orta namazı koruyunuz."
(el-Bakara, 2/338) diye buyurmuştur. Orta namaz ise ikindi namazıdır.
9-
Zaman müslüman için değerlidir. Onu Allah'a itaat ile geçirir.
Tanımı:
Tam anlam ifade eden söz grubu sonunda durak yapmak demektir. Eğer ondan
sonraki ifadelerle vasıl ile okunacak olursa, bu okuyuş maksadın dışında bir
anlam ifade eder.
Hükmü:
Böyle bir yerde vakıf yapmak lazım olup, ondan sonraki lafızla okumaya devam
edilir. Bundan dolayı bu tür vakıflara lazım vakıf adı verilir.
Alameti:
Mim harfi olup, üzerinde vakıf yapılması gereken kelimenin son harfi
üzerinde yazılır.
Yüce Allah
buyuruyor ki:
1-
"Onların söyledikleri seni üzmesin. Çünkü izzet bütünüyle yalnız
Allah'ındır." (Yunus, 10/65) Burada "onların söyledikleri" anlamındaki
lafız üzerinde vakıf yapmak icab eder. Çünkü daha sonra gelen "çünkü izzet
bütünüyle yalnız Allah'ındır" buyruğu ile vasıl ile okunduğu takdirde bu
sözün kâfirlerin söyledikleri sözlerden olduğu zannedilir, oysa durum böyle
değildir. Aksine bu yüce Allah'ın ifade ettiği bir buyruktur.
2-
"O halde onlardan yüz çevir. O çağırıcının bilinmedik bir şeye çağıracağı
o günde." (el-Kamer, 54/6) Burada "onlardan" anlamındaki lafız üzerinde
vakıf vacibtir. Çünkü yüce Allah'ın: "O çağırıcının... çağıracağı o
günde" buyruğuna vasıl ile okunacak olursa yüce Allah'ın: "O halde
onlardan yüz çevir" buyruğu dünyada müşriklerden yüz çevir anlamındadır
zannedilir. Çünkü yüce Allah'ın: "O çağırıcının... çağıracağı o günde"
buyruğundan kasıt kıyamet gününde İsrafil'in çağrısıdır.
3-
"Gerçekten Allah bir sivrisineği veya ondan daha üstün herhangi bir şeyi
misal vermekten çekinmez... Ama kâfirler: 'Allah bu misal ile ne
kastetmiştir' derler. Allah bununla bir çoğunu saptırır ve bununla çoğunu da
hidayete eriştirir. O bununla fasıklardan başkasını saptırmaz."
(el-Bakara, 2/26)
Burada sondaki
"misal" lafzı üzerinde vakıf yapmak icab eder. Çünkü yüce Allah'ın:
"Bununla... saptırır" yani "sivrisinek misali ile" anlamındaki
sözün kâfirlerin söylediği sözlerden olduğu izlenimini verir. Oysa yüce
Allah'ın buyruklarındandır.
4-
"Onların ondan başka taptıkları ancak dişilerdir. Onlar ancak inatçı bir
şeytana tapmış olurlar. Allah ona lanet etmiştir. O da: 'Andolsun
kullarımdan belli bir pay alacağım' dedi." (en-Nisâ, 4/117-118)
Burada yüce
Allah'ın: "Allah ona lanet etmiştir" buyruğu üzerinde vakıf yapmak
lazımdır. Çünkü yüce Allah'ın: "O da: andolsun... alacağım dedi"
buyruğunun Allah'ın sözlerinden olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine bu Allah'ın
şeytandan naklettiği şeytana ait sözlerdir.
5-
"Ey kitap ehli dininizde aşırı gitmeyin... Çocuğu olmaktan münezzehtir.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur." Burada "çocuk" anlamındaki
lafız üzerinde vakıf lazımdır ta ki yüce Allah'ın: "Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi onundur" ifadesinden bunların çocuğun mülkü olduğu
anlaşılmasın. Aksine bunlar yüce Allah'ın mülküdürler.
6-
"Bunun üzerine kendisine Lut iman etti ve: 'Doğrusu ben Rabbime hicret
edeceğim' dedi. Şüphe yok ki o azizdir. (Hükmüne karşı konulamayandır).
Sonsuz hikmet sahibidir." (el-Ankebut, 29/26)
Burada "bu"
lafzı üzerinde vakıf yapmak lazımdır. Ta ki "ve doğrusu ben Rabbime
hicret edeceğim dedi" buyruğunun Lut'un sözlerinden olduğu anlaşılmasın.
Çünkü bu sözler daha sonraki ifadelerin de gösterdiği gibi İbrahim
Aleyhisselam'ın sözlerindendir. Daha sonraki ifade de yüce Allah'ın:
"Ve biz ona İshak'ı ve Yakub'u da bağışladık" buyruklarıdır. Bunlar ise
İbrahim'in soyundandırlar.
7-
"Musa'nın kavmi onun ardından ziynet eşyalarından böğüren bir buzağı
heykelini (ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşamadığını, onlara bir yol
da gösteremediğini görmediler mi onlar? Onu (ilah) edinmekle zalimlerden
oldular." (el-Araf, 7/148)
Burada da vakıf
"bir yol" anlamındaki lafız üzerinde lazımdır. Böylelikle bu Musa'nın
kavminin bu yolu ona edindikleri izlenimi verilmemiş olur. Onlar yol değil,
buzağıyı kendilerine ilâh edinmişlerdi.
8-
"Yahudiler: 'Allah'ın eli bağlıdır' dediler. Söylediklerinden ötürü kendi
elleri bağlandı ve onlara lanet edildi. Hayır, Allah'ın iki eli de
açıktır..." (el-Maide, 5/64)
Burada
"söyledikleri" anlamındaki lafız üzerinde vakıf lazımdır ki yüce
Allah'ın: "Hayır, Allah'ın iki eli..." buyruğunun yahudilerin
söyledikleri sözlerden olduğu anlaşılmasın. Aksine bunlar yüce Allah'ın
buyruklarıdır.
9-
"Onlara bir ayet gelse: 'Allah'ın peygamberlerine verilen gibi bize de
verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz' derler. Allah peygamberliğini kime
vereceğini çok iyi bilendir..." (el-En'am, 6/124)
Burada vakıf
("Allah'ın peygamberlerine" terkibindeki) "Allah" lafzı üzerinde vakıf
lazımdır. Ta ki yüce Allah'ın (kafirlere cevap mahiyetindeki): "Allah... çok
iyi bilendir" anlamındaki buyruğun kâfirlerin sözlerinden olduğu
zannedilmesin. Bilakis o yüce Allah'ın buyruklarındandır.
10-
"Ancak dinleyenler kabul ederler. Ölüleri ise Allah diriltecektir. Sonra
yalnız ona döndürüleceklerdir." (el-En'am, 6/36)
Burada vakıf
"dinleyenler" anlamındaki lafız üzerinde lazımdır. Böylece vasıl ile
okunması halinde ölülerin de işittikleri izlenimi verilmemiş olur.
11-
"Allah ile birlikte başka bir ilaha dua (ve ibadet) etme. Ondan başka
hiçbir ilah yoktur..." (el-Kasas, 28/88) buyruğunda vakıf "başka"
anlamındaki lafız üzerinde lazımdır. Böylelikle bu diğer ilâhın ortağı
yoktur anlamını vermemiş olur.
12-
"Onlar yeryüzünde aciz bırakabilecek değillerdir. Kendilerinin Allah'tan
başka hiçbir velileri de yoktur. Onlara azabları kat kat verilecektir..."
(Hud, 11/20)
Burada da
"velileri" anlamındaki lafız üzerinde vakıf yapmak lazımdır. Böylelikle:
"Onlara azabları kat kat verilecektir" ifadesinde sözkonusu edilenlerin
veliler olduğu anlaşılmamış olur. Aksine bu kendilerine: "Onlar
yeryüzünde aciz bırakabilecek değillerdir" buyruğuyla işaret edilen
kâfirler hakkındadır.
13-
"O halde onların söyledikleri seni üzmesin. Muhakkak biz onların
gizlediklerini de, açıkladıklarını da biliyoruz." (Yasin, 36/76) Burada
"onların söyledikleri" anlamındaki lafız üzerinde vakıf yapmak
lazımdır. Böylelikle yüce Allah'ın: "Muhakkak biz onların
gizlediklerini... biliyoruz" sözlerinin kâfirlerin söyledikleri
sözlerden olduğu anlaşılmamış olur. Aksine bu yüce Allah'ın
buyruklarındandır.
Tanımı:
Sekte kıraat
kastı ile birlikte nefes almadan adeten vakıf süresinden daha az bir süre
sesi kesmektir.
Alameti:
Üzerinde sekte yapılmak istenen kelimenin son harfi üzerinde yazılan küçük
bir "sin" harfidir.
Hükmü:
Üzerinde sekte yapmak lazımdır. Bu sema (konu ile ilgili peygamberden gelen
rivayet) kaydına bağlıdır. Bu hususta naklin sabit olmadığı yerlerde caiz
değildir. İmam İbnu'l-Cevzi'nin de belirttiği gibi bu hususta sahih
rivayetler vardır. Ancak vakıf yapılan yerler kıraat kitaplarının belli
yerlerinde görüleceği üzere kıraat-i aşere arasında farklı farklıdır.
Aşağıda sadece
hafsın üzerinde sekte yaptığı yerleri kaydedeceğiz. Bunlar altı yerdir:
1-
Kehf sûresinde: "Onda hiçbir eğrilik komayan" (el-Kehf, 18/1)
buyruğunda "eğrilik" anlamında tenvinden bedel olarak getirilen elif (meddi
bedel) Burada sekte yapmanın hikmeti manayı açıklamak ve (bir sonraki âyetin
ilk kelimesi olan "dosdoğru" anlamındaki kelimenin "eğrilik" anlamındaki (ve
üzerinde sekte yapılan) kelimenin sıfatı olduğu anlaşılmasın. Çünkü bu onun
sıfatı olmayıp ya "kitab"ın halidir yahutta hazfedilmiş bir fiil dolayısıyla
nasbedilmiştir. Bu da: O kitabı dosdoğru kitap kılmıştır anlamındadır.
2-
"Vay bize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı diyecekler." (Yasin,
36/52) buyruğunda yer alan "yattığımız yer" anlamındaki lafzın sonundaki
elif harfi üzerinde sekte yapılır. Burada sekte yapmanın hikmeti daha sonra
gelen "bu" işaret edatının "yattığımız yer"in sıfatı olduğu sanılmasın
diyedir. O sıfat değil, yeni bir cümle başlangıcıdır.
3-
"Var mı tedavi edecek bir kimse" (el-Kıyame, 75/27) buyruğunda yer
alan "kimse" anlamındaki lafzın nun harfidir. Burada sekte yapmanın hikmeti
sonra gelen kelimeden ayrı bir kelime olduğunu farkettirmektir. Sonraki
kelimeyle birlikte mübalağa sigası olarak fe'al vezninde tek bir kelime
değildir.
4-
Mutaffifin sûresinde yer alan: "Hayır aksine onların kazandıkları
kalblerini örtmüştür." (el-Mutaffifin, 83/14) buyruğunda "hayır"
anlamındaki lafzın lam harfi üzerinde sekte yapılır. Bunun ile ilgili
açıklama bir önceki maddedeki açıklamaya benzemektedir.
5-
"Malımın bana faydası olmadı. Saltanatım da beni bırakıp gitti."
(el-Hakka, 69/28-29) âyet sonunu sonraki âyet ile vasl ile okunduğu takdirde
"malımın" anlamındaki lafzın ha harfi üzerinde sekte yapılır.
6-
Enfal sûresinin sonu ile Tevbe sûresinin başı arasında sekte yapmak.
Kıraat-i aşerenin geri kalan imamları da bir kıraat şekillerinde onunla aynı
şekilde okumuşlardır.
Burada bizler
Kur’ân-ı Kerim'de sekte yapılacak yerleri bu ilim erbabının açıklamalarına
dayanarak gösterdik ve bazı yerlerde bu sektelerin mana açısından
hikmetlerine de dikkat çektik. Yine sekte yapılan yerlerin tevkife bağlı
olduğuna ve bu hususta vakıf ve vaslın çeşitli alametlerinden farklı olarak
burada içtihadın sözkonusu olmadığına da işaret ettik. Çünkü diğer vakıf ve
vasıl alametleri içtihada bağlıdır. Bundan dolayı bazı yerlerde vaslın
vakıftan daha uygun ya da aksinin daha doğru olduğunu görebilmekteyiz. Diğer
taraftan mushaftaki alamet görüşümüze muhalif olabilir. Eğer lazım vakıf
olarak gösterilen yerler tetkik edilirse bazılarının vakıf açısından lazım
olmadığı ve vasıl ile okunmakla birlikte mananın bozulmadığı da görülebilir.
Burada bizim
için önemli olan ise sekte yapmanın tevkıfi olduğunu ve bundan dolayı her
zaman için ve her yerde mutlaka manaya dayalı bir hikmetin bulunmasının
gerekli olmadığına işaret etmektir. Buna en büyük delil yüce Allah'ın:
"Tedavi edecek kimse" (el-İnsan, 75/27) buyruğunda yer alan "kimse"
anlamındaki lafız üzerinde yapılan sektedir. Bizler bunun sebebini yerinde
açıkladık. Bununla birlikte bütün kıraat alimleri burada nun harfini ra
harfine idgam yapmaktadır. Tek istisna Hafs'tır, o burada sekte yapar.
Diğer taraftan
"malımın" (el-Hakka, 69/28) buyruğundaki "he" harfi üzerinde sekte
yapmanın anlam açısından hikmeti nedir? Özellikle burada Hafs'ın da bir
başka kıraat şeklinin olduğunu bilir ve buna göre onun "bırakıp gitti"
lafzındaki "he" harfine idgam ettiğini de bilirsek bu daha iyi anlaşılır.
Çünkü bunlar birbirinin misli iki harftir (idgamu'l-misleyn olur).
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"O Allah'tır ki
yaratandır. Yoktan var edendir (baridir), sûret verendir, en güzel isimler
yalnız O'nundur."
(el-Haşr, 59/24)
Şeytan Allah'ı
kim yarattı diye vesvese verecek olursa, Rasûlullah Salallahu aleyhi
vesellem bizlere şeytanın bu tuzağına nasıl karşı koyacağımızı ve ne
diyeceğimizi öğretmiştir:
"Allah'a ve
Rasûllerine iman ettim. Allah bir ve tektir. Allah sameddir, doğmamıştır,
doğurmamıştır. Kimse O'na denk değildir" der, sonra üç defa sol tarafına
tükürür gibi yapar ve şeytandan Allah'a sığınır ve bu işten vazgeçer. Bu
(şeytanın bu telkinini) o kimseden giderir.”
Allah'ın
yaratıcı olduğunu ve yaratılmamış olduğunu söylemek ve kabul etmek farzdır.
Amr b. Dinar dedi ki: Ben yetmiş seneden beri insanların şöyle dediklerini
görüp durdum: Allah yaratandır, yaratılmış değildir. Onun dışındaki bütün
varlıklar yaratılmıştır. Kur’ân müstesna. O yaratılmış değildir, ondan
geldi, ona dönecektir. (Ondan geldi: Yani kelamı ile onu söyleyen odur.)
İmam Ahmed'in sözü de budur.
Şeyhu'l-İslam
(İbn Teymiye) dedi ki: Allah'ın sıfatları hakkında söylenecekler, zatı
hakkında söylenecekler gibidir. Buna göre Allah'ın sıfatlarından olan
Allah'ın kelamı Kur’ân-ı Kerim hakkında da onun mahluk olmadığı söylenir.
Kur’ân Allah'ın
yaratılmamış kelamıdır. Çünkü Allah'ın kelamı onun sıfatlarındandır,
sıfatları da ona tabi olarak yaratılmamıştır.
Yüce Allah'ın:
"Muhakkak biz onu akıl edip anlayasınız diye arapça bir Kur'an kıldık."
(ez-Zuhruf, 43/3) buyruğuna gelince, İbn Kesîr ve Taberî: "Muhakkak biz
onu... kıldık" onu indirdik demektir demişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem'in mucizesi olup, onunla o dili
konuşan araplara meydan okuyarak bir âyetin dahi olsun benzerini
getirmelerini istemiştir. Onlar buna dahi güç yetiremediler.
"De ki:
'Andolsun bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler
biraraya toplansalar, birbirine yardımcı olsalar dahi yine benzerini
getiremezler."
(el-İsra, 17/88)
"De ki: 'Öyleyse
eğer doğru söyleyenler iseniz siz de onun benzeri bir sûre getirin."
(Yunus, 10/38)
Kur’ân Allah
tarafından indirilmiş olup, yüce Allah onu eksiksiz kılmıştır. O bütün zaman
ve mekanlar için elverişlidir. Beşeriyet içinde bulunduğu bedbahtlıktan
onunla kurtulabilir.
Kur’ân şöyle
tanımlanır: O Allah tarafından Muhammed Salallahu aleyhi vesellem'a
indirilen ve tilaveti ile ibadet olunan Allah'ın sözüdür.
a.
Kur’ân Allah'ın sözüdür demekle insan, cin, melek ya da başka varlıkların
sözleri kapsam dışında kalmaktadır.
b.
Allah tarafından indirilmiştir demekle Allah'ın kendi nezdinde saklı tuttuğu
sözler kapsam dışında kalmaktadır. Çünkü hadiste: "Yahut nezdinde gayb
ilminde özellikle kendine sakladığın..." denilmektedir.
c.
Okunması ibadet olan kaydı da kudsi hadisi dışarda tutmaktadır. Çünkü
okunması ile ibadetin anlamı namazda ve namaz dışında ibadet kastıyla
okunmasıdır. Kudsi hadis ise böyle değildir, namazda okunmaz.
İşte bu açıklama
Kur’ân'ın Allah tarafından indirilmiş olduğunu ve yaratılmamış olduğunu
ifade eder.
1- Kur’ân ile
Allah araplara meydan okumuştur. Fakat kudsi hadislerle meydan okuma
sözkonusu değildir.
2- Kur’ân
tevatür ile nakledilmiştir. Kudsi hadisler ise ahad haberdir.
3- Kur’ân lafız
ve manasıyla yüce Allah'tandır. Kudsi hadisin ise manası Allah'tan, lafzı
Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem'dandır. Mesela yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Ey kullarım ben
zulmü kendime yasakladım. Onu aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize
zulmetmeyiniz."