TALÂK
BAHSİ 2
ZORLAMAKLA SAHİH OLAN MESELELER. 9
SARHOŞUN TARİF VE HÜKMÜ. 12
TALÂKIN SAYISI KADINLARA BAKARAK
İTİBAR EDİLİR. 18
SARİH
BÂBI 1
İNKILÂB,
İKTİSAR, İSTİNAD VE TEBYİN. 1
CİMA
EDİLMEYEN KADINI BOŞAMA BABI 1
KİNÂYELER BÂBI 2
SARİH SARİHA VE BÂİNE MÜLHAK OLUR. 9
TALÂKI TEFVİZ BÂBI 15
EMRİN ELİNDEDiR BÂBI 24
MEŞİET (DİLEK) HAKKINDA BİR FASIL 29
TÂLİK BÂBI 2
TÂLİKTAN MURAD CEZA VERMEKTİR, ŞART
DEĞİLDİR. 4
TAS MESELESİ 8
İSTİSNA VE DİLEMEK MESELELERİ 21
VAZ' İSTİSNANIN HÜKÜMLERİ 29
HASTANIN TALÂKI BÂBI 36
HASTANIN
TALÂKI BÂBI 1
RİC'AT BÂBI 2
İLÂ BÂBI 2
HUL BÂBI 2
HASTA KADININ HUL'U. 20
ZIHÂR BÂBI 2
KEFFÂRET BÂBI 2
LİÂN
BÂBI 2
İNNİN VE BAŞKALARI 2
İDDET BÂBI 2
HİDAD (YAS TUTMA) HAKKINDA BIR FASIL 2
NESEBİN SÜBUTU HAKKINDA BİR FASIL 2
HADÂNE BÂBI 2
NAFAKA BÂBI 2
METİN
Talâk, lügatta bağı çözmek demektir. Lâkin
ulema onu kadın hakkında boşama saymışlardır. Kadından başka şeyler hakkında o,
salıvermek demektir. Bundan dolayıdır ki, "sen mutlakasın" sözü,
kinâyedir. Şer'an talâk; lâfz-ı mahsus ile bâinde halen, ric'îde meâlen nikâh
kaydını kaldırmaktır.
İZAH
Musannıf nikâhı ve nikâha bitişik ve ondan
sonra gelen hükümlerini bitirdikten sonra, nikâhı ortadan kaldıran şeyleri
izaha başlamış, bu hususta süt meselesini önce almıştır. Çünkü süt meselesi
ebedî haram olmayı icabeder. Talâk bunun hilâfınadır. Yani şiddetliyi hafiften
önce zikretmiştir. Bahır.
«Lâkin ulema onu ilh...» Bahır'ın buradaki
ibaresi şöyledir: «Ulema bu kelimenin nikâhta tatlîk, başka yerlerde itlâk
şeklinde kullanıldığını söylemişlerdir. Hattâ birincisi sarih, ikincisi kinaye
olmuştur. Binaenaleyh, "seni tatlîk ettim, sen mutallakasın"
sözlerinde niyete muhtaç değildir. Fakat, "seni ıtlâk ettim, sen
mutlakasın" sözlerinde niyete bağlıdır.»
Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Bu kullanma
örfe göredir. Velevki mânâ lügaten her iki lâfızda değişmesin. Böyle şeyler
caizdir. Nitekim 'Hasân' kelimesi kadın hakkında; 'Hisân' kelimesi ise at
mânâsında kullanılır.» Zâhire bakılırsa, Bedâyi sahibi örften, lügat örfünü
kasdetmiştir. Çünkü kendisi başka bir yerde, "Talâk lügatta ve şeriatta
nikâh kaydını kaldırmaktan ibarettir." diye açıklamıştır. Keza talâkın
lügatta sarih ve kinaye kısımlarına da delâlet ettiğini açıklamıştır.
«Şer'an talâk ilh...» tarifine Bahır sahibi
birkaç şekilde itiraz etmiştir.
Birincisi: Ulema; talâkın rüknü, kaydın
kaldırıldığını bildiren lâfz-ı mahsustur, demişlerdir. Binaenaleyh tarifi
bununla yapmak gerekir. Zira bir şeyin hakikatı rüknüdür. Bu izaha göre talâk;
nikâh bağını kaldırmaya delâlet eden sözdür.
İkincisi: Kayıt, kadının çıkmaktan ve
görünmekten men edilmiş olmasıdır. Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir.
Binaenaleyh bu tarif lügavî mânâya münasiptir. Şer'î mânâya münasip değildir.
Üçüncüsü: Talâkı, "Nikâh akdini velev
meâlen olsun lâfz-ı mahsusla kaldırmaktır." diye tarif etmek gerekirdi.
Ben derim ki: Birincinin cevabı şudur:
Talâk kelimesi mastar mânâsına gelen bir isimdir. Mastar tatlîktir, Nasılki
selâm teslim mânâsına; serâh da tesrîh mânâsına gelir. Yahut talâk kelimesi
talukat veya talekat fiilinin mastarıdır. Fetih'te böyle denilmiştir. Yukarıda
geçti ki, lügaten talâk, mutlak surette bağı kaldırmaktır. Yani ister devenin
ve esirin bağı gibi hissî olsun, ister buradaki gibi mânevî olsun fark etmez.
Şer'î mânâ lügat mânâsında dahikullanılır. Böylece sabit olur ki, şer'î talâkın
hakikatı, mastarın delâlet ettiği fiildir. Lâfzınkendisi değildir. Lâkin bu
mânevi bir şey olup, ancak kullanıldığı lâfızla tahakkuk ettiği için, onun
rüknü lâfızdır denilmiştir. Demek ki lâfız onun hakikatı değil; ona delâlet
eden şeydir. Onun için musannıf Fetih sahibine uyarak, "Talâk, lâfz-ı
mahsus ile nikâh bağını kaldırmaktır." demiştir.
İkinci ile üçüncünün cevabı da şudur:
Kayıttan murad, akittir. Onun için Cevhere'de, "Şeriatta talâk, nikâh
düğümünü çözmek için konulan mânâdan ibarettir." denilmiştir. Demek oluyor
ki, Cevhere sahibi onu evvelâ söylediğimiz gibi mastar mânâsıyla tefsir
etmiştir. Bağın kaldırılmasını düğümün çözülmesi tabiriyle; yani istiare
yoluyla nikâh bağının çözülmesiyle ifade etmiştir. Akdin kaldırılmasından
murad, hükümlerini kaldırmaktır. Çünkü akitler kelimelerden ibarettir. Bunlar
konuşulduktan sonra meydanda kalmazlar. Nitekim bunu Telvîh sahibi illetler
bahsinde tahkîk etmiştir. Bundan dolayıdır ki Bedâyi sahibi, «Nikâhın hükmünü
kaldıran şeyin beyanına gelince: O talâktır." demiştir. Bundan önce
şunları söylemiştir: «Sahih nikâhın hükümleri vardır. Bunların bazıları aslî,
bazıları da tâbi'lerdendir. Birincisi, cimanın helâl olmasıdır. Ancak bir ârıza
bulunursa helâl olmaz. İkincisi, bakmanın helâl olması, milk-i müt'a, milk-i
hapis vesairedir.» Bahır sahibi, "Akdin eserlerinden biri de, cima edilen
kadın hakkında iddettir. Onun için ulema talâkı akdin kaldırılmasıdır diye
tefsir etmemişlerdir." diye itirazda bulunmuşsa da kendisine, "İddet
nikâhın hükümlerinden değildir. Çünkü nikâh iddet için tahsis edilmiş değildir.
iddetin nikâh eserlerinden olması, nikâhın hükümleri kalktıktan sonra
bulunmasına aykırı değildir. Nasılki bizzat talâk nikâh akdinin
eserlerindendir. Ama nikâhın hükümlerinden olması doğru değildir." diye
itiraz edilmiştir.
Bunun izahı şudur: Akitler hükümlerinin
illetleridir. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Yine ulemanın söylediklerine
göre, hariçten hükme taallûk eden bir şey eğer hükümde müessir ise, bu
illettir. Tesirsiz olarak hükme ulaştırırsa sebeptir. Müessir değil, ulaştırmış
da değilse bakılır: Hükmün vücudu o şeye bağlı ise, bu şarttır. Bağlı değilse,
o şeye delâlet ettiği takdirde alâmettir. Tamamı usûl kitaplarındadır.
Şüphesizki nikâh akdi cimanın helâl olması için illettir. Helâllığı kaldırmanın
illeti değildir. Helâllığı kaldırmanın illeti talâktır. Çünkü talâk onun için
konulmuştur. Evet, nikâh bunun şartıdır. Nitekim talâk da iddetin vâcip olması
için şarttır. Ulemanın iddet bâbında açıkladıklarına göre, iddetin şartı,
nikâhı veya nikâh şüphesini kaldırmaktır. Şu halde nikâh talâkın iddet için
şart olabilmesinin şartıdır. Bu suretle iddetin bu itibarla nikâhın
eserlerinden olması sahihtir. Anla!
"Meâlen" yani ileride iddet
bittikten sonra yahut birinci talâka iki talâk daha katıldıktan sonra nikâh
kaydını kaldırmaktır. Bu izaha göre kadın iddet içinde veya kocası kendisine
döndükten sonra ölürse, birinci talâkın vukubulmadığı anlaşılmak gerekir. Hattâ
kocasıkarısını hiç boşamadığına yemin etse, yemini bozulmuş olmaz. Bahır.
Burada şöyle denilebilir: Kadına dönmek talâkın vukuunu gerektirir. Zeylâî ve
başkalarının açıkladıklarına göre talâk vukubulmadan kadına dönmek imkânsızdır.
Makdisî. Binaenaleyh talâkın her iki nev'ine şâmil olacak doğru tarifi,
Kuhistânî'nin yaptığıdır. Kuhistânî, «Talâk, nikâhı yahut onun noksanlaşan
helallığını lâfz-ı mahsus ile gidermektir.» demiştir. Onun içindir ki Bedâyi
sahibi, «Ric'î talâka gelince: Ona verilen aslî hüküm, sayının eksilmesidir.
Milkin elden gitmesi, cimanın helâl olması ise onun aslî hükmü değildir. Hattâ
derhal sabit olmaz. Bilâkis iddet bittikten sonra sabit olur. Bu bize göredir.
Şâfiî'ye göre ise cimanın helallığının kalmaması onun aslî hükümlerindendir.
Hattâ müracaat etmezden önce o kadına cima etmesi helâl değildir.» demiştir.
METİN
Lâfz-ı mahsus talâka şâmil olan sözdür.
Bununla âzâd ve bülûğ muhayyerliği gibi fesihler ve dinden dönmek tariften
hariç kalır. Zira bunlar talâk değil fesihtir. Bununla anlaşılır ki, Kenz ile
Mültekâ'nın ibareleri hem tard hem akis yoluyla bozuktur. Bahır. Umumiyetle
ulemayo göre kadın boşamak mübahtır .Çünkü âyetler mutlaktır. Ekmel. Bazılan -
yâni Kemâl - esah olan haram olmasıdır. Ancak şüphe ve yaşlılık gibi bir
hâcetten dolayı mübah olur demiştir. Ama mezhep birinci kavildir. Nitekim
Bahır'da bildirilmiştir. Ulemanın, «Talâkta asıl haram olmasıdır.» sözlerinin
mânâsı şudur: Şâri hazertleri bu esası bırakarak onu mübah kılmıştır.
İZAH
«Talâka şâmil olan sözdür.» Yani t, I, k
maddesine şâmil olan sözdür ki, sen tâliksin dediğinde açık; sen mutlakasın
sözünde kinaye yoluyladır.
«Fesihler hariç kalır ilh...» Fetih sahibi
şöyle demiştir: «Böylece, kadın müslümanlığı kabulden çekindiği, karı-kocadan
birinin dinden döndüğü, iki memleketin birbirine hakikaten veya hükmen zıt
düştüğü, bülûğ ve âzâd muhayyerliği, küf' olmamak ve mehir noksanlığı gibi bir sebeple
hâkimin karıkocayı birbirinden ayırması tariften hariç kalmıştır. Çünkü bunlar
talâk değildir.» Velî bâbında manzum olarak nelerin talâk, nelerin fesih
sayılacağı ve hâkimin hükmünün şart olup olmadığı yerler geçmişti. Oraya
müracaat edebilirsin!
«Bununla...» Yani meâlen ve lâfz-ı mahsus
kayıtlarını ziyade etmekle demektir.
«Kenz ile Mültekâ'nın ibareleri» ki,
«Şer'an nikâhla sabit olan kaydı kaldırmaktır.» şeklindedir.
«Hem tard hem akis yoluyla bozuktur.» Yani
yaptıkları tarif ağyarını mâni değildir. Çünkü fesihler dahildir. Efradını cami
de değildir. Çünkü talâk-ı ric'î hariç kalır.
«Şüphe» den murad, kadının fahişelik
yaptığını zannetmektir.
«Mezhep birinci kavildir.» Çünkü Teâlâ
Hazretlerinin, «O kadınları iddetleri için boşayın.» «Kadınları boşarsanız size
bir günah yoktur» gibi âyetleri mutlaktır. Bir de Peygamber (s.a.v.) Hz.
Hafsa'yı ortada bir şüphe ve yaşlılık bulunmadığı halde boşamıştır. Ashab-ı
Kiram da öyle yapmışlardır. Hasan b. Ali (r.a.) çok kadın almış ve boşamıştır.
Ebû Dâvûd'un rivayet ettiği, «Peygamber (s.a.v.); Allah indinde helalın en
sevimsizi talâktır, buyurdu.» hadîsine gelince: Burada helaldan murad;
yapılması lâzım olmayan şeydir ki mübaha, menduba, vâcibe ve mekruha şâmildir.
Nitekim bunu Şümunnî söylemiştir. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan
alınmıştır.
Ben derim ki: Lâkin cevabın hâsılı şudur:
Bir şeyin sevimsiz olması helâl olmasına aykırı değildir. Çünkü bu mânâya
helâl, mekruha şâmildir. Mekruh da sevimsizdir. Helaldan, «terki fiiline tercih
olunmayan» mânâsı kasdedilirse, bunun hilâfınadır. Sen biliyorsun ki, bu cevap
ikinci kavli te'yid etmektedir. Ondan sonra dahi ikinci kavlin te'yidi
gelmektedir.
«Ulemanın» sözü Fetih sahibine cevaptır.
Fetih sahibi şunları söylemiştir: «Ulemanın talâk mubahtır demeleri ve talâk
ancak yaşlılıktan veya şüpheden dolayı mübah olur diyenlerin sözünü Peygamber
(s.a.v.) Hz. Hafsa'yı boşadı diye iptal etmeleri talâkta asıl haram olmasıdır
sözlerine aykırı değildir. Çünkü talâkta nikâh nimetine karşı küfran
(nankörlük) vardır. Talâkın mübah kılınması, kurtuluşa ihtiyaç olduğu içindir.
Bir de; Allah indinde helalın en sevimsizi talâktır, buyurulduğu içindir.»
Bahır sahibi buna şöyle cevap vermiştir:
«Bu kaide şer'an talâkın haram olduğuna delâlet etmez. O ancak burada esas
haram olduğunu bildirir. Bu da şeriatla terkedilmiştir. Binaenaleyh meşru olan
helâl olmasıdır. Bu, fukahanın şu sözlerine benzer: Nikâhta asıl, haram
olmasıdır. O ancak doğurmaya, üremeye ihtiyaç olduğu için mübah kılınmıştır. Bu
sözden onun haram olduğu anlaşılır mı? Hak olan, kadından kurtulmak isteyerek
ihtiyaç yokken talâkın mübah olmasıdır. Buna delil, yukarıda geçen âyetlerdir.»
Ben derim ki: İki esasın arasındaki fark
gizli değildir. Çünkü nikâhta asıl olan memnuiyet tamamiyle giderilmiştir. Onda
aslâ memnu taraf kalmamıştır. Meğerki haricî bir ârıza olsun. Talâk böyle
değildir. Hidâye sahibinin açıkladığına göre, o köleliği yok etmek cihetinden
haddi zatında meşrudur. Bu da başkasından gelen bir mânâ için memnu olmasına
aykırı değildir. Bu mânâ kendisine birçok dînî ve dünyevî yararların taallûk
ettiği nikâhı kesmektir. Bu açık gösterir ki, talâk hem meşru hem memnu iki
taraflı bir şeydir. Meşru ile memnuun bir yere gelmelerinde zıddiyet yoktur.
Çünkü haysiyet muhteliftir. Gaspedilen yerde namaz kılmak gibi ki, burada
asıldaki memnuiyet tamamiyle yok olmamıştır. Bilâkis şimdiye kadar mevcuttur.
Nikâhtaki memnuiyet bunun hilâfınadır. O, muhterem olan insan cüzüyle
faydalanmak ve başkalarının avret yerlerini görmek cihetinden memnu idi. Fakat
bu memnuiyet, doğuma ve bu âlemin devamına olan ihtiyaç sebebiyle ortadan
kalkmıştır.
Talâka gelince: Onda asıl olan,
memnuiyettir. Yani haram olmasıdır. Ancak onu mâbah kılan bir ârıza sebebiyle
mâbah olur. Ulemanın, «Talâkta asıl, haram olmasıdır. Mübah kılınması kurtuluşa
olan ihtiyaçtan ileri gelir.» sözlerinin mânâsı budur. Talâk hiç sebepsiz
olursa, onda kurtulmaya ihtiyaç yok demektir. Bilâkis ahmaklık, düşüncesizlik
ve sırf nankörlük olur. Sadece kadına, ailesine ve çocuklarına eza, cefadan
ibarettir. Onun içindir ki ulema, «Talâkın sebebi, karı-kocanın ahlâkı
birbirine uymadığı ve Allah'ın emirlerini yapmamayı icabeden küsüşme ârız
olduğu vakit, birbirlerinden kurtulmaya ihtiyaç hâsıl olmasıdır.» demişlerdir.
Demek ki hâcet, söylenildiği gibi yaşlılığa ve şüpheye mahsus değildir. Bilâkis
umumîdir. Nitekim Fetih sahibi bunu ihtiyar etmiştir. Şer'an mübah kılan
hâcetten ayrıldığı yerde aslî memnuiyeti üzere kalır. Onun için Teâlâ
Hazretleri, «Eğer kadınlar size itaat ederlerse, onların aleyhine yol
aramayın.» Yani ayrılmayı istemeyin buyurmuştur. Allah indinde helâlın en
sevimsizi talâktır, hadîsi de buna göre yorumlanır.
Fetih sahibi diyor ki: «Mübah sözü, bazı
vakitlerde mübah kılınan mânâsına yorumlanır. Yani mübah kılan hâcet tahakkuk
ettiği zaman demektir.» Zikredilen hâcet bulundu mu talâk mübahtır. Peygamber
(s.a.v.) ile ashabının ve diğer imamların yaptıklan da, kendilerini abesle
iştigalden ve sebepsiz yere eziyet vermekten korumak için buna yorumlanır. Şu
halde Bahır sahibinin, «Hak olan, kadından kurtulmak için hâcet yokken talâkın
mübah olmasıdır» sözünden muradı, sebepsiz kurtulmaksa - ki hatıra gelen budur
- memnudur. Çünkü ulemanın, «Talâkın mübah kılınması, kurtulmaya hâcet olduğu
içindir.» sözlerine muhaliftir. Onlar bunun ancak ihtiyaç hâsıl olduğu vakit
helâl olduğunu söylemişlerdir. Mucerret kurtulmak istediği vakit helâl olur
demek istememişlerdir. Bahır sahibi ihtiyaç anında kurtulmayı kasdettiyse,
matlub olan budur. Yine Bahır sahibinin, «Fetih sahibinin sahih kabul ettiği
kavil, zayıf olan kavli tercihtir. Ulemamızın mezhebi değildir.» ifadesi söz
götürür. Çünkü zayıf olan, yaşlılık veya şüpheden başka bir sebeple talâkın
mübah olmamasıdır. Fetih sahibinin sahihlediği ise, böyle bir şeyle kayıtlı»
olmamasıdır. Nitekim ulemanın hâceti mutlak söylemeleri de bunu iktiza eder.
Yine bu anlattığımız ile, ulemanın mübahtır demeleriyle talâkta asıl haram
olmasıdır sözlerinin arasındaki zıddiyet ortadan kalkmıştır. Çünkü haysiyet
muhteliftir. Keza Bahır sahibinin mezhep budur diye iddia etmesiyle, Fetih sahibinin
sahih kabul ettiği kavil arasında muhalefet olmadığı da anlaşılmıştır. Bu izahı
ganimet bil! Çünkü o, kâdir olan Allah'ın bahşettiği fütûhattandır.
METİN
Hattâ eza veren veya namazı terkeden kadını
boşamak müstehap bile olur. Gâye. Bu şunu ifade eder ki, namaz kılmayan kadınla
geçinmekte günah yoktur. İyilikle elde tutmak mümkün değilse, kadını boşamak
vâcip; talâk bid'î olursa haramdır. Talâkın iyiliklerinden biride onunla
kötülüklerden kurtulmaktır. Bununla anlaşılır ki; «Seni boşarsam sen ondan önce
üç talâk boşsun.» gibi devir talâkı bilittifak vâkidir. Nitekim bunu musannıf
Cevâhiru'l-Fetevâ'ya nisbet ederek beyanda bulunmuştur. Hattâ devrin sahih
olduğuna bir hâkim hükmetse, hükmü asla geçerli olmaz.
İZAH
«Eza veren kadın» sözünü mutlak bırakmıştır.
Binaenaleyh kendine eza verenle, başkasına eza verene; diliyle eza verenle,
fiiliyle eza verene şamildir. T.
«Veya namazı terkeden kadın.» öyle
anlaşılıyor ki, namazdan başka farzları terketmek de namaz gibidir. İbn-i
Mes'ud (r.a.)'un, «Kadının mehri boynumda borç olarak Allah Teâlâ'ya kavuşmam,
namaz kılmayan bir kadınla geçinmemden daha hayırlıdır.» dediği rivayet olur.
T.
«Bu şunu ifade eder ki...» Yani boşamanın
müstehap olması, namaz kılmayan kadınla geçinmenin günah olmadığını ifade eder.
Bunu Bahır sahibi söylemiş ve şöyle demiştir: «Onun için Fetevâ kitaplarında
ulema; erkek karısını namazı terkettiği için dövebilir. demişlerdir. Fakat buna
bel bağlamamışlardır. Halbuki kadını namazı terkettiği için dövmek hususunda
iki rivayet vardır. Bunları Kâdıhân zikretmiştir.»
«İyilikle elde tutmak mümkün değilse...»
Meselâ erkek enenmiş veya âleti kesik yahut kalkınamaz olursa; yahut şekkâz
veya bağlı olursa, kadını boşaması vâcip olur. Şekkâz; kadınla düşüp kalkmazdan
önce âleti kalkıp, sonra cima için kalkmâyan kimsedir. Bağlıdan murad;
sihirlenen kimsedir.
«Bid'î» talâkın beyanı az ileride
gelecektir.
«Talâkın iyiliklerinden biri de, onunla
kötülüklerden kurtulmaktır.» Yani gerek dînî, gerek dünyevî kötülüklerden
kurtulmaktır. Bahır. Meselâ evliliğin hakkını veremez yahut kadına karşı şehvet
duymaz olmuştur. Fetih sahibi diyor ki: «Onun iyiliklerinden biri de,
kadınların değil, erkeklerin eline verilmiş olmasıdır. Çünkü kadınların
akılları eksik, heva hevesleri galip, dinleri noksandır. Bunlardan biri de.
talâkın üç defa meşru olmasıdır. Zira nefis yalancıdır. Çok defa kadına ihtiyaç
yokmuş gibi gösterir, sonra pişmanlık hâsıl olur. Binaenaleyh erkek birinci ve
ikinci defalarda kendini denesin diye üç defa meşru olmuştur.» Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
«Bununla» Yani zikredilen kurtuluşun
talâkın iyiliklerinden olmasıyla anlaşılır ki, devir talâkı vâki olur. Çünkü bu
talâk vâki olmasa, bu hikmet de elden gider. H. Buna devir talâkı denilmesi, iş
iki zıt arasında döndüğü içindir. Çünkü halen geçerli olmak üzere yapılan
talâkın vukuundan, ondan öncesine tâlik edilen üç talâkın vukuu lâzım gelir.
Ondan önce yapılan üç talâka vukuundan bir talâkın, vâki olmaması lâzım gelir.
Şu halde devirden murad, kelâm ilminde ıstılah olan devir değildir. Oradaki
devir, iki şeyden herbirinin diğerine bağlıolmasıdır. Bundan da bir şeyin kendi
nefsine bağlı olması ve ondan bir yahut iki mertebe geri kalması lâzım gelir.
T.
«Vâkidir.» Yani kadını bir defa boşadı mı,
geçerli olan bir talâkın üçü, muallâk olanın da ikisi vâki olur. Kadını iki
defa boşarsa, ikisi de vâki olur; bir de muallâk talâk vâki olur. Üç defa
boşarsa, üçü de vâki olur. Muallâk talâka ehliyet kalmamış olur. Bu sebeple o
hükümsüz kalır. Karısına, «seni boşarsam sen ondan önce boşsun» der de, sonra
bir defa boşarsa, biri halen geçerli, biri muallâk olmak üzere iki talâk vâki
olur. Başkalarını buna kıyas et. Fethu'l-Kadir'de böyle denilmiştir.
«Bir hâkim hükmetse ilh...» sözü,
bilittifak vâki olur ifadesi üzerine tefri edilmiştir. Buna musannıf dahi
Cevâhiru'l-Fetevâ'dan naklen söylemiş ve şöyle demiştir: «Bir hâkim devrin
sahih olduğuna, nikâhın devamına ve talâk vâki olmadığına hüküm verirse, hükmü
gecerli olmaz. Başka bir hâkimin o karı-kocayı ayırması vâcip olur. Çünkü böyle
bir şey hilâf sayılmaz. Zira meçhul, bâtıl, fâsit, butlanı meydanda bir sözdür.
Bundan önce Cevâhiru'l-Fetevâ'dan naklen bu kavlin Şâfiîlerden Ebu'l-Abbâs b.
Süreyc'e ait olduğunu ve bütün müslüman imamlarının bunu reddettiklerini, bunun
yalan bir söz olduğunu söylemiştir. Zira sahabe ve tâbiinden al da selefin
imamlarından Ebû Hanife, Şâfiî ve onların arkadaşlarına varıncaya kadar bütün
ümmet mükellefin vâkidir diye ittifak etmişlerdir.»
Ben derim ki: Lâkin icma dâvâsı karşısında
şu müşkil kalır: Şafiî imamlarından Müzenî, İbn-i Haddâd, Kaffâl, Kadı
Ebu't-Tayyib, Beyzâvî gibi birçokları, devrin sahih olduğunu söylemişlerdir.
Gazâlî ile Sübkî de bunlardan iseler de, sonradan dönmüşlerdir. Fethu'l-Kadir
sahibi müteehirin ulemamızdan bazılarının devir bâtıldır dediklerini; ekserisinin
ise sahih olduğunu söylediklerini ve kadının boş düşmediğini nakletmiştir.
Bahır sahibi de onu te'yid etmiştir. Lâkin ben Allâme İbn-i Hacer-i Mekkî'nin
mufassal bir eserini gördüm ki, devrin bâtıl olduğunu ve ekseri Şâfiîlerin
kavli bu olduğunu bildiriyor. Mâlikîlerden Karâfî'nin üstadı Izz b.
Abdiselâm'dan - ki 'Ulemanın Sultanı' lâkabını taşır. Bir Şâfiî âlimidir.-
naklettiğine göre devir sahih değildir. Onun sahih olduğunu söyleyen kimseye
uymak haramdır. Bununla hüküm veren bir hâkimin hükmü bozulur. Çünkü şeriat
kaidelerine aykırıdır.
Allâme İbn-i Hacer Hanefîlerle Mâlikîlerden
ve Hambelîlerden bir cemaatın, devrin sahih olduğunu kabul edenlere ağır
hücumlarda bulunduklarını söylemiş ve şöyle demiştir: «Bazı imamlar, Ebû Hanife
ile arkadaşlarının devrin fâsit olduğuna ittifak ettiklerini nakleylemişlerdir.
Onlardan yalnız üç talâk mı yoksa bir talâk mı sayılacağı hususunda ihtilâf
rivayet edilmiştir. İrşad şarihinin bildirdiğine göre, fetva hususunda mutemet
kavil, müneccez olan bir talâkın vukuudur. Mısır ve Şam beldelerinde amel buna
göredir. Râfiî bu kavli Ebû Hanife'ye nisbet etmiştir. Hanefîlerden Sürûcî,
mubalâğa göstererek demiştir ki: Bu, hıristiyanların mezhebine benzer. Onlar;
koca, ömrü müddetince karısını boşayamaz derler.» Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır. Fethu'l-Kadir'de dahi bildirildiğine göre, devir sahihtir demek,
hem lügatın, hem aklın, hem de şeriatın hükmüne muhaliftir. Fetih sahibi bunu
gereğince anlatmıştır. Ona müracaat edebilirsin!
TEMBİH: Anladın ki, Şâfiîlerce mutemet olan
kavil, yalnız müneccez bir talâkın vukuudur. Onlar bunu bütün tâlik cümlesini
iptal ederek söylemişlerdir. Fetih'ten naklen yukarıda geçti ki, bize göre
kesin olarak üç talâk vâkidir. Biz bunu yalnız cümledeki «ondan önce» sözünü
iptal ederek söyleriz. Çünkü devir ancak bununla olur. İbn-i Hacer,
Hambelîlerin müftüsünden onlarca bu hususta iki kavil olduğunu nakletmiştir.
Hilâfın bizim mezhebimizde de sabit olduğunu evvelce arzetmiştik. Allahu a'lem.
METİN
Talâkın kısımları üçtür: Hasen, ahsen ve bid'î.
Bid'î talâkı yapan günaha girar. Talâkın lâfızları, sarih ve ona mülhak olan
sözlerle kinâye lâfızlardır. Talâkın mahalli, nikâhlı kadındır. Ehli de âkıl
bâliğ ve uyanık olan kocadır. Rüknü; istisnadan hâli olan lâfz-ı mahsustur.
İZAH
«Sarih...» Yalnız nikâh bağını çözmek
hususunda kullanılan sözdür, Bu sözle talâk-ı ric'î yahut talâk-ı bâin vâki
olması müsavidir. Nitekim izahı gelecek bâbta yapılacaktır.
«Ona mülhak...» Yani niyete ihtiyacı
olmadan boşamakta kullanılan tahrim kelimesi gibi yahut ric'î talâk ifade eden
kelimelerden olmasına bakarak sarih hükmü verilen sözlerdir. Velevki niyete
muhtaç olsunlar. İddetini bekle, rahmini temizle, sen birsin gibi sözler bu
kabildendir. Bunu Rahmetî söylemiştir.
•Kinaye...» Talâk için konulmayan sözdür ki,
talâka da, başka şeye de ihtimali vardır. Nitekim bâbında görülecektir.
«Talâkın mahalli nikâhlı kadındır.» Yani
velevki ric'î talâkın iddeti içinde olsun; yahut hür kadın hakkında üçten
aşağı, cariye hakkında ikiden aşağı talâk-ı bâin iddeti içinde bulunsun; veya
karı ile kocadan birinin İslâmiyeti kabulden çekindiği veya dinden döndüğü için
nikâhları feshedilsin de iddet halinde olsun. Kocasının oğlunu öpmek gibi
hürmet-i müebbede sebebiyle feshedilen nikâhtan dolayı iddet bekleyen bunun
hilâfına olduğu gibi, müebbed olmayan âzâd muhayyerliği, bülûğ muhayyerliği,
küf'ü olmamak, mehir noksanlığı, karı iIe kocadan birinin esir edilmesi ve
hicreti gibi hürmetten dolayı iddet dahi bunun hilâfınadır. Bu gibi iddetlerde
talâk vâki olmaz. Nitekim Bahır sahibi bunu Fetih'ten naklen izah etmiştir.
Keza bâbımızın sonunda geleceği vecihle, bir kadın kocasına mâlik olduğu an onu
âzâd eder de kocası iddet içinde kendisini boşarsa, bu talâk vâki olmaz. Bu
hususta sözün tamamı kinayeler bâbının sonunda gelecektir.
«Ehli de âkıl bâliğ kocadır ilh...» Şarih
kocadır sözüyle kölenin efendisinden ve küçük çocuğun babasından ihtiraz ettiği
gibi; âkıl sözüyle de -velev hükmen olsun - deliden, bunaktan, çıldırmıştan ve
baygından ihtiraz etmiştir. Sarhoş, muztar olsun zorla içirilsin bunun
hilâfınadır. Bâliğ sözüyle çocuktan ihtiraz etmiştir. Velevki mürâhik, yani
bülûğa yaklaşmış olsun. Uyanık sözüyle de uyuyandan ihtiraz etmiştir. Bu
gösterir ki, müslüman olması, sağlam, gönüllü, ciddi bulunması ve talâkı
kasdetmesi şart değildir. Binaenaleyh kölenin, haram bir içki sebebiyle sarhoş
olanın, kâfirin, hastanın, boşamaya zorlanan kimsenin, şakadan boşayanın ve
hataen boşayanın talâkları vâkidir. Nitekim gelecektir.
«Rüknü; lâfz-ı mahsustur.» Bundan murad,
talâk mânâsına delâlet eden sarîh veya kinaye sözdür. Binaenaleyh yukarıda
geçtiği vecihle fesihler talâktan hariçtir. Lâfızla velev hükmen olsun sözü
kasdetmiştir. Tâ ki okunaklı yazı, dilsizin işareti ve sen şöyle boşsun diyerek
parmaklarıyla sayıya işareti tarife dahil olsun. Nitekim bunlar gelecektir. Bu
izahtan anlaşılır ki, karısıyla kavga eden bir adam onun eline üç taş vererek
boşamayı niyet eder, fakat sarih veya kinaye bir söz söylemezse, talâk vâki
olmaz. Nitekim Hayreddin-i Remlî ve başkaları bununla fetva vermişlerdir. Keza
bazı bedevîlerin yaptığı gibi kadına, başını tıraş et diye emir vermekle, niyet
etse bile talâk vâki olmaz.
«İstisnadan hâli» olan sözle talâk vâki
olur. Fakat boşama sözüyle birlikte şartlarını hâvi istisna bulunursa, talâk
vâki olmaz. Binaenaleyh inşaallah boşsun gibi sözlerle talâk tahakkuk etmez.
Bahır sahibi, «Talâk gayenin sonu olmamalıdır.» sözünü ilâve etmiştir. Zira bir
adam karısına, «sen birden üçe kadar boşsun» derse, İmam-ı Âzam'a göre üçüncü
talâk vâki değildir.
METİN
İçinde cima bulunmayan temizlik müddetinde
yalnız ric'î bir talâk ile boşayıp, kadını iddeti geçinceye kadar terketmek,
diğer talâklara nisbetle ahsen (en güzel) talâktır.
İZAH
«Yalnız ric'î bir talâk» diye kayıtlaması,
bâin bir talâk olursa zâhir rivayete göre bid'î sayılacağı içindir. Ziyâdât'ın
rivayetine göre bu mekruh değildir. Bunu Bahır sahibi Fetih'ten nakletmiş;
sonra Muhit'ten naklen, «Hayız halinde hul' yapmak bilittifak mekruh değildir.
Çünkü bedel elde etmek ancak bununla mümkün olur.» demiştir. Şarih bunu söyleyecektir
ve tamamı iIeride gelecektir. Yalnız bir talâk demesi, başka bir kelime daha
katarsa talâk bid'î olacağı içindir. Bir talâka aralıklı olarak başka talâklar
ilâve ederse, bu da ahsen olmaz. Bahır. İçinde cima bulunan bir temizlik
müddetinde yapılan talâk sünnî olur. Hattâ karısına sen sünnet vecihle boş ol
dese ve kadın temiz olup başkası tarafından cima edilmiş bulunsa, yapılan zina
ise, talâk vâki olur. Şübheyle cima ise, talâk vâki olmaz. Muhit'te
böyledenilmiştir. Galiba fark, zinaya nikâh hükümleri terettüp etmediğinden
ileri gelmektedir. Binaenaleyh o hiçe çıkarılmıştır. Şüpheyle cima bunun
hilâfınadır. Bu izahtan anlaşılır ki, musannıfın, içinde cima bulunmayan
temizlik müddeti» demesi, başkalarının, «içinde karısıyla cima etmediği» sözünden
daha iyidir. Lâkin mutlaka, «Ondan önce hayız esnasında da cima etmemiş olması
ve bunların ikisinde de talâk bulunmayıp, kadının hamileliği zuhur etmemesi,
hayızdan kesilmiş veya küçük kız olmaması» demek lâzım gelir. Nitekim Bedayi'de
böyle denilmiştir. Çünkü kadına hayız halinde cima edip de ondan sonraki
temizlik müddetinde boşarsa, bu talâk bid'î olur. Keza temizlik halinde iki
defa boşarsa yine bid'î olur. Çünkü bir temizlik halinde iki defa boşamak bize
göre mekruhtur. Kadını hamileliği anlaşıldıktan sonra boşarsa, yahut kadın cima
ettiği temizlik müddetinde hayız görmeyenlerden ise, talâk bid'î olmaz. Çünkü
illet yani iddetini uzatma yoktur. Nehir.
«Kadını iddeti geçinceye kadar terketmek»
sözünün mânâsı talâksız terketmek demektir. Yoksa mutlak surette semtine
varmamak değildir. Çünkü o kadına ricat ederse, yapmış olduğu talâk ahsen
olmaktan çıkmaz. Bahır.
«Ahsen» yani en güzel talâktır. Çünkü
müttefekun aleyhtir. İkinci kısım talâk bunun hilâfınadır. Çünkü İmam Mâlik
onun mekruh olduğuna kaildir. Zira bir talâkla hacet bitirilmiş olur. Bunu
Bahır sahibi Mi'râc'tan nakletmiştir.
«Diğer talâklara nisbetle» ahsendir. Yoksa
haddi zâtında bu talâk hasen demek değildir. Bununla, «Talâk helalların en
sevimsizi olduğu halde nasıl güzel olur?» diye vârit olan itiraz defedilmiş
olur. Talâkın mesnun olan iki kısmından biri budur. Burada mesnunun mânâsı,
sevap celbeden sünnettir, demek değil; muahazeyi icabetmeyecek şekilde sabit
olan mânâsınadır. Çünkü talâk haddi zâtında bir ibadet değildir ki, ona sevap verilsin.
Burada murad onun mübah olmasıdır. Evet, kadını bid'î talâkla boşamaya sebep
varken kocası sabreder de vakti gelince sünnî şekilde boşarsa, günaha girmekten
sakındığı için sevaba girer. Yoksa talâktan kaçındığı için bir sevap yoktur.
Zina etmek için bütün sebepler mevcut olduğu halde bir adamın kendini zinadan
muhafaza etmesi gibi ki sevaba girer, fakat zina etmediği için değil, kendini
tuttuğu içindir. Zira sahih kavle göre kulun mükellef olduğu şey, yokluk değil
kendini tutmasıdır. Nitekim usûl-ü fıkıhtan öğrenilebilir. Bahır ve Fetih.
METİN
Hayız görenlerden cima edilmeyen bir kadını
velev hayız esnasında olsun bir talâkla boşamak, cima edilen kadını ayrı ayrı
üç temizlik müddetinde - o müddette veya ondan önceki hayızda cima etmemek ve
boşamamak şartıyla - birer defa boşamak hasen ve sünnîdir. Hayız görmeyenler
hakkında ise üç ayda birer defa boşamak hasen ve sünnîdir. Bundan anlaşılır ki,
birinci kısım evleviyetle sünnîdir. Böylelerin, yani hayızdan kesilmiş, küçük
ve hamile kadınların cimanın akabinde boşanmaları helaldır. Çünkü hayız
görenler hakkında kerahet, gebelik tevehhümünden ileri gelir. Bunlarda ise o
yoktur.
İZAH
Buradaki metnin hâsılı şudur: Sünnet
vecihle talâk, biri sayı, diğeri vakit itibariyle olmak üzere iki kısımdır.
Sayı itibariyle sünnet bir talâkın üzerine başka bir kelime katmamaktır. Bu
hususta cima edilen kadınla edilmeyen arasında fark yoktur. Ancak cima edilen
hakkında talâkın içinde cima bulunmayan bir temizlik müddetinde olması gerekir.
Keza ondan önce geçen hayızda da cima bulunmamalıdır. Nitekim yukarıda geçti.
Yoksa talâk bid'î olur.
Cima edilmeyen kadın hakkında talâkın,
temizlik müddetinde olmasıyla hayız esnasında olması arasında fark yoktur.
Çünkü vakıt yani cimadan hâli temizlik müddeti cima edilen kadına mahsustur.
Binaenaleyh cima edilen kadın hakkında hem vakte hem sayıya dikkat etmek
lâzımdır. Onu bir temizlik müddetinde bir defa boşamalıdır. En güzel sünnî
talâk budur. Yahut üç ayrı temizlik müddetinde veya üç ayda birer defa boşar
ki, bu da sünnî ve hasendir. Bahır sahibi Mi'râc'dan naklen burada halvetin de
cima gibi olduğunu söylemiştir. Nikâh bahsinin halvet hükümlerinde bunun
açıklaması geçmişti.
«Üç temizlik müddetinde» birer defa boşamak
hür kadınlara mahsustur. Kadın cariye olursa, iki temizlik müddetinde birer
defa boşanır. Bercendî. Temizlik müddetinin evveli ve sonu hakkında geçen hilâf
burada da mevcuttur. Nitekim Bahır sahibi buna tembihte bulunmuştur.
«Ve boşamamak şartıyla...» Yani hayız
halinde boşamamak şartıyla demektir. Çünkü bu, bir temizlik müddetinde iki
talâkla boşamak gibidir ve mehruhtur. Şarihin, «o hayız müddetinde ve o
temizlik müddetinde talâk bulunmamak» dememesi, sözümüz üç talâkı üç temizlik
müddetine dağıtmak hususunda olduğu içindir. T.
«Üç ayda» birer defa boşamaktır. Yani
kadını kamerî ayın başında boşarsa ki, bundan murad, hilâlin göründüğü gecedir.
Üç ay itibara alınır. Aksi takdirde talâkı üç aya dağıtmış olmak için her ay
bilittifak otuz gün üzerinden hesap edilir. İmam-ı Azam'a göre iddetin bitmesi
hakkında dahi bu usül tâkip edilir. İmameyn'e göre bir ay gün hesabıyla, iki ay
da hilâl hesabıyla itibara alınır. Fetih sahibi diyor ki: «Fetvanın İmameyn
kavline göre olduğu söylenir. Çünkü bu daha kolaydır demişlerdir. Fakat bir şey
değildir.»
«Hayız görmeyenler hakkında...» Yani yaşça
bülûğa erip, kan görmeyen veya hamile yahut küçük olup muhtar kavle göre dokuz
yaşına varmayan kız veya râcih kavle göre ellibeş yaşına varmış hayızdan
kesilen kadının aylarla boşanması hasen ve sünnîdir. Temizlik mûddeti uzayan
kadın ise, hayız görenlerden sayılır. Çünkü kendisi gençtir, kanı görmüştür,
onu sünnet vecihle boşamak, hayızdan kesilme çağına varmadıkça yalnız bir
talâkla olur. Zira onun hakkında hayız görmek ümidi vardır. Bunu birçok ulema
açıklamışlardır. Nehir. Bahır sahibi diyor ki: «Bu izaha göre kocası o kadınla
temizliği esnasında cima etmiş de temizlik müddeti uzun sürmüşse, hayzını
görünceye kadar onu sünnet vecihle boşaması mümkün olmaz. Hayzını görecek,
sonra temizlenecektir. Bu hal, süt emzirme müddetinde hayız görmeyen genç
kadınlarda çok görülür.»
Ben derim ki: Küçük kızı dokuz yaşına
varmamışsa diye kayıtlamak, dokuz yaşına varan kızın talâkı aylara
bölünmeyeceğini ifade eder. Halbuki öyle değildir. Bunun faydası, ondan sonra
zikrettiği, «böylelerin cimanın akabinde boşanması helaldır» ifadesinde
görünür. Nitekim anlayacaksın.
«Evleviyetle sünnîdir.» Çünkü birinci kısım
bundan daha güzeldir. Bu söz Nehir sahibinin Fetih sahibine verdiği cevaptır.
Fetih sahibi, «Bunu sünnet talâk diye tahsis etmenin bir vechi yoktur. Zira
birinci talâk da öyledir. Binaenaleyh münasip olan onu iki sünnî talâktan
fazileti az olan ile ayırmaktır.» demiştir.
«Çünkü hayız görenler hakkında kerahet
ilh...» Yani hayız gören kadınlar hakkında cima edildiği temizlik müddetinde
boşamanın mekruh olması, gebelik tevehhümünden dolayıdır. Böylece iddetin
hayızla mı yoksa doğurmakla mı biteceği şaşırılır. Fetih sahibi diyor ki: «Bu
vecih, küçüklüğünden veya büyüklüğünden dolayı değil de küçüklüğünden
başlayarak temizlik müddeti uzayıp giden kadınla, bülûğ çağına vardığı halde
henüz bülûğa ermeyen hakkında cimasının akabinde boşanmasının caiz olmamasını
gerektirir. Çünkü bunların herbirinde gebelik tevehhüm olunur.» Bundan önce de
şöyle demiştir: «Muhit sahibinin beyanına göre Hulvânî demiştir ki: Bu,
gebeliği umulmayan küçük kız hakkındadır. Gebeliği umulan kadın hakkında ise
erkek için efdal olan, o kadının ciması ile talâkı arasını bir ayla ayırmaktır.
Nitekim Züfer böyle demiştir. Aşikârdır ki İmam Züfer'in kavli ayırmanın efdal
olduğu hakkında değil, lüzumu hakkındadır.»
Bahır sahibi buna şöyle cevap vermiştir:
«Teşbih sadece fâsıla yani ayın aslı hakkındadır. Efdaliyet hususunda
değildir.» Fetih sahibi, «küçüklüğünden başlayarak» yani yaşca bülûğa erip de
temizlik müddeti uzarsa sözüyle, hayız görerek bülûğa erdikten sonra temizlik
müddeti uzayan kadından ihtiraz etmiştir. Çünkü böylesi sünnet vecihle yalnız
bir defa boşanır, Nitekim yukarıda geçti. Çünkü bu kadın hayzını görmüş bir
gençtir. Hayzının her an gelmesi beklenmektedir. Binaenaleyh onun hakkında
hayız görenlerin hükmü bâkîdir. Bülûğa erip de hiç hayız görmeyen bunun
hilâfınadır.
METİN
Bid'î talâk, bir temizlik müddetinde ayrı
ayrı zamanlarda üç defa yahut bir defada iki talâk veya iki defada iki talâk
boşayıp kadına dönmemektir. Yahut kadını cima edildiği bir temizlikmüddetinde
bir defa boşamak veya cima edilen kadını hayız halinde bir defa boşamaktır.
Musannıf, bid'î talâk bu ikisine muhalif olandır, dese daha kısa ve daha
faydalı olurdu. Esah kavle göre hayız halinde boşadığı karısına dönmesi vâcip
olur. Bu, günahı gidermek içindir.
İZAH
«Bid'î» bid'ata mensup demektir. Burada
ondan murad, haram olan talâktır. Çünkü ulama boşayanın âsl olduğunu
açıklamışlardır. Bahır.
«Ayrı ayrı zamanlarda üç defa» boşamaktır.
Bir kelimeyle üç defa boşamak evleviyetle bid'î talâk olur. İmamiyye
taifesinden rivayet olunduğuna göre, üç lâfzıyla talâk vâki olmadığı gibi;
hayız halinde de vâki olmaz. Çünkü haram kılınmış bir bidattır. İbn-i Abbâs'dan
bir rivayete göre, bu sözle bir talâk vâki olur. İbn-i İshak, Tâvûs ve İkrime
buna kâildirler. Çünkü Müslim'in bir rivayetinde, «İbn-i Abbâs dedi ki:
Resulullah (s.a.v.) ile Ebû Bekir devrinde ve Ömer'in hilâfetinin iki yılında
üç talâk bir sayılırdı. Nihayet Ömer; halk öyle bir işte acele ettiler ki, kendilerine
o işte mehil vardı. Bunu onlara geçerli kılsak ha! dedi ve aleyhlerine
yürürlüğe koydu.» buyrulmuştur. Sahabe ve Tâbiinin cumhuru ile onlardan sonra
gelen müslümanların imamları üç talâk vâki olduğuna kaildirler.
Fetih sahibi buna delâlet eden hadîsleri
sıraladıktan sonra şunları söylemektedir: «Bu, yukarıda geçene aykırıdır.
Ashabın Ömer'e muhalefet göstermemesi ve bu sözle geçmişte bir talâk vâki
olduğunu bilmesi ile birlikte Ömer'in üç talâkı aleyhlerine geçerli sayması
olacak şey değildir. Meğerki son zamanda nâsih bulunduğunu öğrenmiş olsunlar.
Yahut son zamanda kalmadığını bildikleri birtakım mânâlara dayanan hükmün sona
erdiğini bildikleri için muhalefet göstermemişlerdir. Hambelîlerden birinin,
«Resulullah (s.a.v) kendisini görmüş bulunan yüz bin gözü dünyada bırakarak
vefat etti. Onlardan yahut onların onda birinin onda birinin onda birinden üç
talâk vâki olacağına dair size sahih bir kavîl rivayet olundu mu?» sözü
bâtıldır. Şöyle ki: evvelâ Ashabın icmaı zâhîrdir. Çünkü Hz. Ömer üç talâkı geçerli
kıldığı vakit onlardan hiçbirinin muhalefet göstermediği nakledilmemiştir. İcma
ile sabit olan bir hükmü yüz binkişiden naklederken, herbirinin adını büyük bir
ciltte tesbit edip bir kitap yazmak lâzım gelmez. Hem bu icma sükûtîdir. Sonra
cimayı naklederken dikkat edilecek cihet, müctehidlerden nakledilendir. Bu yüz
binin içinde fakih ve müctehid olanların sayısı yirmiyi geçmiyordu. Bunlar;
Dört Halife ile dört Abdullah, Zeyd b. Sâbit, Mûaz b. Cebel, Enes ve Ebû
Hureyre Hazretleri idi. Geri kalanlar bunlara muracaat eder, bunlardan fetva
alırlardı. Bu zevatın çoğundan naklen açıkça sabit olmuştur ki üç talâk
vâkidir. Kendilerine tek muhalif çıkmamıştır. Artık haktan sonra delâletten
başka ne beklenir! Bundan dolayı diyoruz ki; bir hâkim, bir defada söylenen üç
talâk birdir diye hüküm verse, geçersiz olur. Çünkü burada içtihada cevaz
yoktur. Bu bir hilâftır, ihtilâfdegildir. Bu iş olsa olsa ümmüveled cariyeleri
satmaya benzer ki, bunların satılamıyacağına icma vardır. Halbuki bunlar ilk
devirlerde satılırlardı.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Fetih sahibi bu
hususta sözü uzun tutmuştur.
«Bir temizlik müddettinde» sözü üç talâkın
da, iki talâkın da kaydıdır.
«Kadına dönmemektir.» İki talâk arasında
kadına dönmesi kavlen yahut öpmek, şehvetle dokunmak gibi fiilen olursa mekruh
değildir. Fakat cima ile bilittifak caiz değildir. Çünkü bu, içinde cima
bulunan temizlik müddeti olur. Bu izah aşağıda gelen Tahâvî rivayetine göredir.
Zâhir rivayete göre kadına dönmek fâsıla sayılmaz. Araya nikâh girmesi de böyledir.
Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
«Cima edildiği bir temizlik müddetinde...»
Yani gebe kalmamak, hayızdan kesilmiş veya dokuz yaşına varmamış küçük kız
olmamak şartıyla bir defa boşamak bid'î talâktır.
«Cima edilen kadını hayız halinde bir defa
boşamaktır.» Yukarıda geçtiği vecihle, kendisiyle halvette bulunduğu kadını
boşamak da böyledir.
«Daha kısa ve daha faydalı olurdu.» Daha
kısa olması zâhirdir. Daha faydalı olmasına gelince: Çünkü hem onun
zikrettiğine, hem de evvelce geçtiği vecihle talâk-ı bâine ve nifas halinde
boşadığı karısına şâmil olurdu. Zira bu da bid'î talâktır. Nitekim Bahır'da
bildirilmiştir. Keza hayız halinde cima edip ondan sonra gelen temizlik
müddetinde boşadığı karısına da şâmil olurdu. tîA
«Esah kavle göre» sözünün mukabili,
Kudûrî'nin, «müstehaptır» demesidir. Çünkü günah işlemiştir. Onu yok etmek
imkânsızdır. Esas olmasının vechi, Peygamber (s.a.v.)'in Hz. Ömer'e, «Oğluna
emret de hayız: halinde boşadığı karısına dönsün!» hadisidir. Bu hadis
Sahihayn'da İbn-i Ömer (r.a.)'den rivayet olunmuştur. Zira hadîs-i şerif; biri
açık, biri zımmî olmak üzere iki vücûba şâmildir. Açık vücûp Hz. Ömer'in
emretmesidir. Zımnî olan da, oğluna söylerken ona taallûk edendir. Çünkü Ömer
(r.a.) burada Peygamber (s.a.v.)'in naibidir. Binaenaleyh mübelliğ gibidir.
Günahın yok edilmesinin imkânsızlığı sîgayı vücûp ifade etmekten değiştiremez.
Zira onun eseri olan iddeti kaldırmayı icabetmesi ve iddeti uzatması caizdir.
Çünkü bir şeyin devamı, bir vecihten eserinin devamıdır. Binaenaleyh hakikat terkedilemez.
Meselenin tamamı Fetih'tedir.
METİN
Kadın hayızdan temizlendikten sonra isterse
onu boşar, isterse tutar. Boşar diye kayıtlaması şundandır: Çünkü hayız halinde
muhayyer bırakmak, kendini ihtiyar etmek ve hul' yapmak mekruh değildir.
Müctebâ. Nifas da hayız gibidir. Cevhere.
İZAH
«Temizlendikten sonra isterse onu boşar.»
Musannıfın ibaresinin zâhirinden anlaşıldığına göre, karısını hayzı içinde
boşadığı temizlik devresinde boşar. Bu da Tahâvî'nin söylediğine muvafıktır ve
İmam-ı Âzam'dan bir rivayettir. Çünkü talâkın eseri ricatla yok olmuştur ve
sanki o hayzın içinde karısını boşamamıştır. Binaenaleyh o hayzın temizlik
devresinde kadını boşaması sünnet olur. Lâkin Asıl'da zikredilen - Ki zâhir
rivayet odur. Nitekim Kâfî'de de belirtilmiştir. Zâhir-i mezhep ve bütün
imamlarımızın kavli de odur. - karısına hayız içinde dönerse, temizleninceye
kadar boşamadan beklemesidir. Sonra hayzını görüp temizlendiğinde onu ikinci
defa boşar. İçinde boşadığı hayızdan sonra gelen temizlik devresinde boşamaz. Çünkü
bu bid'î talâk olur. Bahır ve Minah'ta böyle denilmiştir. Musannıfın ibaresi de
buna ihtimallidir. H. Sahihayn'daki, «Oğluna emret de karısına dönsün! Sonra
temizleninceye kadar onu tutsun; sonra hayzını görüp temizlendikte boşamayı
dilerse ona dokunmadan boşasın! İşte Allah Azze ve Cellenin emir buyurduğu gibi
iddet budur!» hadisi de zâhir rivayete delâlet etmektedir. Bahır. Fetih sahibi
diyor ki: «Hadisin lâfzından, kadına dönüşün, boşadığı bu hayızla kayıtlı
olduğu anlaşılıyor. Düşünülürse Ashabın sözlerinden anlaşılan da budur. Bunu
yapmaz da kadın temizlenirse, ma'siyet karar kılar.» Ama şöyle denilebilir: «Bu
Tahâvî'nin rivayetine göre zâhirdir. Mezhebe göre ise ikinci temizlik müddeti
gelmeden ma'siyetin karar kılmaması gerekir. Bahır.»
Ben derim ki: Bu da söz götürür. Zira
hadisten ve Ashabın sözünden anlaşılan bu olunca, mezhep de buna yorumlanır.
«Boşar diye kayıtlaması...» Yani, «yahut
cima edilen kadının hayzında boşarsa» demesini kasdediyor. Bir de talâktan
murad, ric'î olandır. Bu, bâinden ihtiraz içindir. Çünkü zâhir rivayete göre
talâk-ı bâin bid'îdir. Velevki temizlik müddetinde yapılsın. Nitekim yukarıda
geçti.
«Muhayyer bırakmak ilh...» Yani kadın
hayızlı iken ona. «kendini seç» demek ve keza kadının kendini seçmesi mekruh
değildir. Zahîre'de Müntekâ'dan naklen şöyle denilmektedir: «Kadının
hoşlanmadığı bir hâlini gördüğü vakit. onu hayızlı iken hul' etmesinde bir beis
yoktur. Hayız halinde muhayyer bırakmasında da bir beis yoktur. Kadının nefsini
hayız halinde ihtiyar etmesinde dahi beis yoktur. Kadın bülûğa erer de kendini
ihtiyar ederse, hayızlı olduğu zaman hâkimin onları ayırmasında beis yoktur.»
Bedâyi, «Keza cariye âzâd olundukta hayızlı iken kendisini ihtiyar etmesinde
bir beis yoktur. Âleti kalkmayanın karısı da öyledir.» denilmiştir.
«Mekruh değildir.» Çünkü kerahetin iIIeti,
iddetl uzatması sebebiyle kadından zararı def etmektir. Çünkü içinde talâk vâki
olan hayız iddetten sayılmaz. Kadın kendini ihtiyar etmekle ve hul' yapmakla
buna razı olmuştur. Rahmetî.
«Nifas da hayız gibidir.» Bahır sahibi
şöyle demiştir: «Hayızlı iken boşamak kadına iddetiuzatması sebebiyle men
edilmiş olunca, nifas da onun gibidir. Nitekim Cevhere'de beyan edilmiştir.
METİN
Bir adam hayız görenlerden olup cimada bulunduğu
karısına, «sen sünnet için üç defa boşsun yahut iki defa boşsun» dese, her
temizlik müddetinde bir talâk vaki olur. Birinci talâk, içinde cima bulunmayan
temizlik müddetinde olur. Eğer kadın cima edilmemişse yahut hayız
görmeyenlerdense, bir talâk derhal vâki olur. Sonra kadını her nikâh ettikçe
yahut her ay geçtikçe bir talak vâki olur. Bu adam üç talâkın o anda yahut her
ay birer talâk vâki olmasını niyet ederse, niyeti sahih olur. Çünkü sözünün
buna ihtimali vardır. Âkıl bâliğ olan her kocanın, velevki köle veya boşamaya
zorlanmış olsun, velevki takdiren akıllı sayılsın, talâkı vâki olur. Takdiren
sözünü, sarhoş dahil olsun diye Bedâyi sahibi ziyade etmiştir. Zorla boşayanın
talâkı sahih; fakat talâkı ikrarı sahih değildir.
İZAH
«Sen sünnet için ilh...» sözünden murad
vakittir. «Sen sünnet üzere yahut sünnetle beraber» demesi de aynı mânâyadır.
Sünnet kelimesi kayıt değildir. Bu mânâyı ifade eden sair kelimeler de onun
gibidir. Meselâ âdil talâk, iddet talâkı, din talâkı, İslâm talâkı. talâkın en
iyisi, talâkın en güzeli, hak olan talâk yahut Kur'an veya kitap talâkıyla
boşsun demesi bu kabildendir. Tamamı Bahır'dadır.
«Birinci talâk...» Yani üç talâkın yahut
iki talâkın birincisi demektir. İçinde cima bulunmayan sözünden, ondan önceki
hayız halinde de cima bulunmamasını kasdetmiştir. Nitekim önceki sözünden
anlaşılmaktadır. İçinde bulunduğu temizlik müddeti kadını boşadığı temizlik
müddeti ise, derhal bir talâk vâki olur. Sonra her temizlik müddeti geldikçe
birer talâk olur. Kadın o anda hayızlı veya kendisiyle cimada bulunmuş ise boş
düşüvermez. Hayzını görüp temizlendikten sonra boş olur. Nitekim Bahır'da beyan
edilmiştir.
«Eğer kadın cima edilmemişse» sözü,
"cimada bulunduğu karısına" ifadesinin muhterezidir. (Yani o sözle
bundan ihtiraz etmiştir.) Nitekim, "hayzını görmezse" sözü de, ilk
cümledeki "hayız görenlerden olup" sözünün muhterezidir. Hayız
görmezse sözü, hâmileye de şâmildir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir.
«Bir talâk derhal vâki olur.» Yani iki
surette hemen bir talâk olur. Derhal sözü hayız haline de şâmildir.
«Sonra kadını her nikâh ettikçe» ifadesi
birinci surete râcîdir. Yani bir talâk derhal vâki olunca, kocasından iddetsiz
olarak boş düşer. Çünkü olmadan önce boşanmıştır. Tekrar onunla evlenmedikçe
öteki talâklar vâki olmaz. Evlenirse yine iddetsiz bir talâk vâki olur. Tekrar
evlenirse üçüncü talâk vâki olur. Bahır sahibi bunu, "Yeminden sonra
milkin elden çıkması onu bozmaz." şeklinde ta'lil etmiştir.
«Yahut her ay geçtikçe» sözü ikinci surete
râcîdir. (Yani kadın hayız görmeyenlerdense, heray geçtikçe boş düşer.)
«Niyet ederse ilh...» demesi gösteriyor ki,
üç talâkın üç temizlik müddetinde olması, bunu niyet ettiği yahut mutlak
bıraktığı takdirdedir. Bundan başkasını niyet ederse niyeti sahihtir. Nehir.
«Çünkü sözünün buna ihtimali vardır.» Şöyle
ki: "Sünnet için" sözü sünnet vakti mânâsına geldiği gibi; ta'lil
mânâsına da gelebilir. Yani sen sünnet icabettiği için üç defa boş ol demiş
olur. O anda talâkı niyet etmesi sahih olunca, her ay başında bir talâk olması
evleviyetle sahihtir. Üç defa boşsun diye kayıtlaması şundandır: Çünkü bunu
zikretmezse, cima etmediği temizlik devresinde boşadığı takdirde, hemen bir
talâk vâki olur. Cima ettiği temizlik devresinde boşarsa, temizleninceye kadar
hemen boş düşmez. Üç talâkı birden niyet ederse, bu hususta iki kavil vardır.
Fetih sahibi sahih olmayacağını tercih etmiştir. Tamamı Nehir'dedir.
«Her kocanın talâkı...» Bu kaide talâk-ı
bâinle boşananın kocasıyla bozulur. Çünkü iddet halinde kocasının ona yaptığı
bâin talâk vâki olmaz. Buna şöyle cevap verilmiştir: «Bu adam her cihetle koca
değildir. Yahut bu talâkın mümkün olmaması bir ârızadan dolayıdır. O da hâsılı
tahsil lâzım gelmesidir.» Sonra musannıfın sözü talâk için vekil tayin ettiği
ve talâkı fuzuli yapıp kocanın kabul ettiği suretlere de şâmildir. Nehir.
Bunlar ileride gelecektir.
«Sarhoş dahil olsun diye...» Çünkü sarhoş,
aklı başında hükmündedir. Bu onu içkiden men etmek içindir. Binaenaleyh
musannıfın, "aklı başında" sözüyle, ileride gelecek olan. "yahut
sarhoş" sözlerine aykırı değildir.
«Zorla boşayanın talâkı sahihtir.» Bu
talâka vekil tayin etmek için zorlanması haline de şâmildir. Zorla vekil tayin
eder de kadını vekil boşarsa. talâk vâki olur. Bahır. Bahır'ın hâşiye yazarı
Hayreddin-i Remlî diyor ki: «Köle âzâdı da bunun gibidir. Nitekim ulema bunu
açıklamışlardır. Nikâha tevkilini ise açık söyleyen görmedim. Zâhire bakılırsa
bu hususta o da diğer ikisine muhalif değildir. Çünkü ulema zorla üçünün de
sahih olduğunu açıklamışlardır. Bu istihsanen sahihtir. Zeylâî talâk
meselesinde vukuun istihsanen olduğunu, kıyasa bakılırsa vekâletin sahih
olmaması icabettiğini söylemiştir. Çünkü vekâlet şakayla olursa bâtıldır. Zorla
olması da böyledir ve satışla emsali gibidir. İstihsanın vechi şudur: Zorlamak
satışın münakit olmasına mâni değildir. Lâkin fâsit olmasını gerektirir. Keza
tevkil de zorla münakit olur. Fâsit şartlar vekâlete tesir etmez. Çünkü vekâlet
ıskat sayılan şeylerdendir. Batıl olmayınca vekilin tasarrufu geçerlidir.
Talâktaki istihsanın illetine bir bak! Onu nikâhta da bulacaksın. Şu halde
ikisinin hükmü de birdir.» Remlî'nin sözü burada biter.
Ben derim ki: Bu hususta sözün tamamı
inşaallah ikrah bahsinde gelecektir.
«Fakat talâkı ikrarı sahih değildir.»
Talâkı ikrarı diye kayıtlaması, sözümüz talâkta olduğuiçindir. Yoksa zorla
ikrar ettirilen kimsenin başka şeyleri ikrarı da sahih değildir. Meselâ
kölesini âzâd ettiğini veya nikâhı yahut karısına dönmesini vesaireyi zorla
ikrar ederse hiçbiri sahih değildir. Nitekim Hâkim Kâfî'de bunları söylemiştir.
Şu da var ki Bahır'da, "Zorlamaktan murad, talâk sözünü söyletmektir.
Karısını boşadığını yazmaya zorlanır da yazarsa, kadın boş düşmez. Çünkü yazı
hâcetten dolayı söz yerine geçer. Burada hâcet yoktur. Hâniyye'de de böyle denilmiştir.
Bir kimse talâkı yalandan veya şakadan ikrar ederse, kazaen talâk vâki,
diyaneten vâki değildir." denilmiştir. Tamamı ileride gelecektir.
METİN
Nehir sahibi zorlamakla sahih olan şeyleri
nazma çekerek şöyle demiştir:
«Talâk, îlâ, zıhâr ve ricat
Nikâh, beraberinde döl alma, amden kısastan
afv
Radâ', yeminler, îlâdan dönme ve nezri
Vedia kabulü, keza amden kısastan sulh.»
İZAH
"Talâk" sözünü mutlak
bırakmıştır. Binaenaleyh bâinin iki kısmıyla talâk-ı ric'îye şâmildir. Bu
kelime ona atfedilenlerle birlikte müptedadır. Haber-i muhzuftur ve zorlamakla
sahih olur takdirindedir. (Yani talâk ve arkadaşları zorla yaptırılırsa sahih
olur demektir.) Buna delil, sonunda, "işte bunlar zorlamakla sahih
olur" demesidir. Sonra kocası cimada bulunmuşsa, mehr-i müsemmanın
yarısını ondan alabilir. Bunu musannıf ikrâh bahsinde böyle anlatmıştır. T.
"İlâ." (liâ; karısına dört ay
yaklaşmayacağına yemin etmektedir.) Dört ay yaklaşmazsa, kadın ondan boş düşer.
Henüz zifaf olmamışsa, mehrinin yarısını vermesi vâcip olur ve bunu kendisini
zorlayandan alamaz. Kâfî.
"Nikâh..." sözü, kadını veya
kocayı nikâh akdine zorlamaya şâmildir. Nitekim ulemanın bunu mutlak
söylemelerinin muktezası budur. Bazılarının, "Kadın nikâh akdine
zorlanırsa akit sahih olmaz." sözü buna muhaliftir. Nitekim biz bunu nikâh
bahsinde, "İki şâhidin huzuru şarttır." dediğimiz yerden az önce izah
etmiştik.
«Döl alma»nın sureti, bir kimseyi
cariyesini doğurtmaya zorlamaktır. O kimse cariyesiyle cima ederek bir çocuk
doğursa nesebi ondan sabit Olur. Benden değildir demesi caiz değildir. T.
Burada şöyle denilebilir: Bu, hissî bir fiil için zorlamaktır. Bu fiil cima
olup, üzerine başka bir hüküm terettüb eder. O da cariyenin ümmüveled
olmasıdır. Bunun misalleri çoktur. Nitekim, "ben filân hâneye girersem
kölem âzâd olsun" dedikten sonra kendisi o hâneye girmeye zorlanırsa, köle
âzâd olur. Ama zorlayan şahıs kendisine bir şey ödemez. "Keza filân köleye
mâlik olursam âzâd olsun" dedikten sonra onu satın almaya zorlanırsa,
köleazâd olur. Satana kıymetini ödemesi icabeder. Ama kendisi zorlayandan bir
şey alamaz. Nitekim Hâkim'in Kâfî'sinin ikrâh bahsinde böyle denilmiştir.
«Amden kısasdan afv...» Yani bir adam için
insan öldürmek veya ondan aşağı bir cinayet sebebiyle kısas hakkı sabit olur da
ölüm veya hapisle tehdit edilerek affederse, bu afv caizdir. Ne cinayet
işleyene, ne de kendisini zorlayana bir ödeme yoktur. Çünkü kendinin bir malı
telef edilmemiştir. Keza şahitler şahitlikten vazgeçerlerse kendilerine bir şey
ödettirilmez. Bir kimsenin birinde mal veya nefisle kefâlet gibi bir hakkı olur
da ölüm veya hapisle tehdit edilerek zorla o kimseyi ibrâ ederse, bu beraet
bâtıldır, Kâfi'de böyle denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, 'amden' sözüyle,
hatadan ihtiraz etmiştir. Çünkü onun mücebi maldır. Ondan beraet sahih olmaz.
"Radâ' " sözüne döl alma
meselesinde söylediklerimiz vârid olur. Çünkü bu da hissî bir fiil olup,
üzerine başka bir hüküm terettüp eder. Bildiğin gibi bu inhisar altına
alınamaz. Meselâ bir kimse karısıyla halvette kalmaya veya cimada bulunmaya
zorlansa aynı şey söylenir ve o kimseye kadının bütün mehrini vermek vâcip
olur. Keza karısının anasıyla yahut karısının kızıyla zina etmeye zorlansa
karısı kendisine haram olur.
"Yeminler" hususunda Kâfî'nin
ikrâh bâbında şöyle denilmiştir: «Bir adam ölüm tehdidiyle zorlanarak kendisine
Allah için sadaka vermeyi veya oruç tutmayı, hacc veya umre yapmayı yahut Allah
yolunda gazaya gitmeyi veya bir deve boğazlamayı yahut Allah Teâlâ'ya yaklaşmak
sayılacak bir şeyi yapmayı farz kılarsa, o şey kendisine lâzım gelir. Zorlayan
kimse bir şey ödemez. Keza onu bunlardan birini yapmaya veya başka bir tâat
veya masiyet işlemek için yemine zorlarsa hüküm yine budur.»
«Vedia kabulü» sözünü Bahır sahibi
Kınye'nin şu ifadesinden almıştır: «Bir kimse vediayı kabul etmek için zorlanır
da o emanet elinde telef olursa, hak sahibi onu mûda'a (vediayı alana)
ödettirir.» Nehir sahibi bunu naklettikten sonra şöyle demiştir: «Sonra bence
bunun mûdi olduğu anlaşıldı. Ama hiçbir yerde yoktur. Sebebi şudur: Bezzâziye
sahibinin söylediğine göre bir kimse malını bu adama emanet için hapis
tehdidiyle zorlansa, mûda dahi onu kabul için zorlansa, o mal zayi olduğu
zaman, zorlayana da, emanet alana da ödeme yoktur. Çünkü onu kendisi için
almamıştır. Nitekim rüzgâr eserek o malı bunun kucağına atsa, o da sahibine
iade ederim diye olsa, mal elinde zayi olduğu takdirde ödemez.»
Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur:
Zikredilen ta'lil gösteriyor ki, Kınye'nin meselesinde vedianın sahibi mûda'a
bir şey ödettiremez. Çünkü onu kabule zorlanınca kendisi için almamış olur.
Böylece kelimenin mûda değil mûdi olduğu, taayyün eder. Çünkü mûdi (vediyaı
veren) onu kendi ihtiyarıyla vermiştir. Sahibi ona ödettirebilir. Bununla
beraberkelimenin mûda okunması sahih olsa da bu yerlerden değildir. Çünkü
sözümüz zorlamakla sahih olan şeyler hakkındadır. Onun ödetmesi ise, vediayı
kabulü sahih olmadığını gösterir. Çünkü mûda'ın hükmü, emanet telef olursa
ödememektir.
«Keza amden kısastan sulh...» Yani kâtilin
mal pazarlığı ile kasten adam öldürmekten uzlaşmayı kabul için zorlanması
böyledir. Bahır'ın ifadesi budur. Yani kâtil hak sahibiyle diyetten daha çok
veya daha az mal vermek şartıyla zorlanır da uzlaşırsa, kısas bâtıl olur.
Cinayeti işleyene bir şey lâzım gelmez. Nitekim Hâkim'in Kâfî'sinde böyle
denilmiştir. Bundan önce de, "Kasten öldürülen kimsenin velîsi bu işe bin
dirhemle uzlaşmak için zorlanırsa, bin dirhemden başka bir şey alamaz."
denilmiştir. İkincide kâtilin mal ödemesi lâzım gelmesi, zorlanmış olmadığı
içindir.
METİN
«Mal karşılığı talâk, o talâkı getiren
yemin
Keza âzâd etmek, İslâm, köleyi müdebber
yapmak
İhsan icabetmek ve köle âzâd etmektir. İşte
bunlar
Zorla sahih olur. Sayıda yirmidirler.»
İZAH
«Mal karşılığı talâk...» Yani kadının mal
karşılığı boşanmayı kabul etmesidir. Bahır. Talâk vâki olur, fakat kadının
hiçbir mal vermesi lâzım gelmez. Şayet boşamak yerinde bin dirheme hul'
yapılsaydı, talâk bâin olurdu. Kadının bir şey vermesi lâzım gelmezdi. Bin
dirhem karşılığında hul'u yapmaya zorlayan koca olursa, ve kadının rızasıyla
kendisine cimada bulunduysa hul' vâki olur; bin dirhemi ödemek kadına lâzım
gelir. Tamamı Kâfî'dedir.
«O talâkı getiren yemin...» Bundan murad,
talâkı bir şeye tâlik etmektir. Meselâ erkek, "Zeyd'le konuşursam karım
şöyle olsun." demeye mecbur edilirse, bu söz talâkı getiren yemin olur.
«Keza âzâd etmek...» Yani kölesini âzâd
edeceğine yemin vermesi için zorlamak da böyledir. Âzadın kendisi için zorlamak
meselesi ileride gelecektir. Nitekim bir kimse kölesine, "Şu hâneye
girersen sen hürsün." yahut, "Namaz kılarsan veya yiyip içersen sen
hürsün." demeye zorlanır da o da bunları yaparsa köle âzâd olur. Ama
zorlayan kimse kıymetini vermeye borçludur. Tamamı Kâfî'dedir.
"İslâm..." Velevki zımmî
tarafından zorlanmış olsun. Nitekim ulemadan birçokları bunu mutlak
söylemişlerdir. Gerçi Hâniyye'de tafsilât verilerek; zorlayan zımmî ise sahih
değildir, harbî ise sahihtir denilmişse de bu kıyastır. İstihsana göre mutlak
surette sahihtir. Bunu şarih ikrâh bahsinde söylemiştir. T. Zorlama, geçmişte
müslüman olduğunu ikrar içinse, bu ikrar bâtıldır. Kâfî'de böyle denilmiştir.
«İhsan icabetmek...» Yani sadaka vermeyi
kendisine vâcip kılmak için zorlamaktır. Bahır. Bunu evvelce Kâfi'den
nakletmiştik.
«Ve köle âzâd etmektir.» Köleyi kefaretten
başka bir şey için âzâd ederse, kıymetini zorlayandan alır. Aksi takdirde ondan
bir şey isteyemez. Nitekim bunu musannıf ikrâh bahsinde zikretmiştir. T. Bu
fiilen âzâda da şâmildir. Nasıl ki mahremini satın almak için zorlar da o da
satın alırsa fiilen âzâd etmiş olur. Lâkin Kâfî'den ve naklettiğimiz gibi
zorlayandan bir şey isteyemez. Bezzâziye'de dahi ikrâh bahsinde bu
açıklanmıştır. Şarihin ikrâh bahsinde İbn-i Kemâl'den naklettiği bunun hilâfını
îhâm etmektir.
«Sayıda yirmidirler.» Nehir sahibi diyor
ki: «Bunlar onaltıya irca edilirler. Çünkü ihsan icabetmek nezirde dahil olduğu
gibi; mal karşılığı talâk ile talâka yemin talâk da, âzâda yemin de köle
âzâdında dahildirler.» H. Nehir'den naklen geçmişti ki, vediayı kabul etmek
bunlardan değildir. Şu halde sayıları onbeşe iner. Yukarıda arzetmiştik ki, döl
almak ve çocuk emzirmek hissî fiillerdendir. Bunların üzerine başka bir şey
terettüp eder. Binaenaleyh bunların ikisini hassaten zikretmek gerekmez.
Böylece sayıları onüçe iner. Ben bunların üzerine Hâkim'in Kâfi'sindeki ikrâh
bahsinden alarak diğer beş şey ilâve ettim.
Birincisi: mal karşılığında hul' yapmaktır.
Şöyle ki: Karısını bin dirhem karşılığında hul' yapması için zorlanır. Onu dört
bin dirhem mehirle almıştır. Zifaf olmuştur. Kadın zorlanmış değildir. Bu hul'
vâkidir. Kadının bu adamda bin dirhem alacağı vardır. Zorlayan şahsa bir şey
lâzım değildir. Şayet zorlayan kadın olursa, talâk bâin olur, kadının bir şey
vermesi icabetmez.
İkincisi; fesihtir. Meselâ bir cariye âzâd
olur, kocası hür olup onunla zifafa girmemiştir. Bu cariye bulunduğu mecliste
kendisini ihtiyar etmeye zorlanırsa, kocasından alacağı mehir bâtıl olur;
zorlayan şahsa bir şey lâzım gelmez. Bundan önce kocası onunla zifaf olmuşsa,
mehri efendisinin hakkı olmak üzere kocasının borcudur. Zorlayandan bir şey
alamaz.
Üçüncüsü; kefaret vermektir. Meselâ bir
adam ölüm tehdidiyle bir yeminden dolayı kefaret vermeye zorlanır. O yemini
bozmuştur. Bu adam zorlayandan bir şey alamaz. Bu kölesini âzâd etmek için
zorlarsa, âzâd kefaret için kâfi değildir. Kıymetini ödemesi zorlayana düşer.
Hapis tehdidiyle zorlarsa, kefaret nâmına kâfidir. Keza Allah için kendine
vâcip olan nezir, hedy kurbanı, sadaka ve hacc gibi şeylerden birini yapmaya
zorlanır, fakat zorlayan kimse muayyen bir şey emretmezse, yaptığı iş kâfidir.
Zorlayana ödeme yoktur.
Dördüncüsü; başkası için şart kılınan
şeydir. Meselâ bir kölenin âzâd olmasını bunun satın almasına tâlik eder. Yahut
karısının talâkını hâneye girmesine tâlik eder de sonra köleyi satın almaya
yahut hâneye girmeye zorlanır. Yahut yakın akrabası olan köleyi veya kendinden
çocuk doğuran cariyeyi satın almaya zorlar. Burada süt meselesi de dahildir.
Çünkümahrem olmak ve döl almak için bu şarttır.
Beşincisi; evvelce arzettiğimiz talâk ve
köle âzâdına tevkildir. Bununla suretler onsekiz olur.
METİN
Velevki şakadan söylesin, sözünün
hakikatını kasdetmesin yahut sefih yani aklı hafif veya sarhoş olsun talâkı
vâkidir.
İZAH
«Velevki şakadan söylesin.» Yani bu talâk
şarihin dediği gibi hem kazaen, hem diyaneten vâki olur. Hulâsa sahibi bunu
açıklamış, illetini de gösterek; "Çünkü bu adam sözle inatlık etmektedir.
Binaenaleyh ağır cezayı hak etmiştir." demiştir. Bezzâziye'de de böyle
denilmiştir. Gerçi Hâniyye'nin ikrâh bahsinde, "Bir kimse boşadığını ikrar
etmeye zorlanır da ikrar ederse. talâk vâki olmaz. Nitekim şakadan veya
yalandan talâkı ikrar etse hüküm budur." denilmişse de; Bahır sahibi,
"Onun müşebbehünbihte vâki olmaz demekten muradı, diyaneten olmaz
demektir." dedikten sonra Bezzâziye ile Kınye'den şu ifadeyi nakletmiştir:
«Bu sözle geçmiş bir haberi yalandan haber vermek isterse, diyaneten vâki
olmaz. Bundan önce şahit getirirse, kazaen dahi olmaz.»
Hâniyye'nin sözü şakadan talâkı ikrar
edeceğine şahit çağırdığı surete yorumlamak mümkündür. Sonra şurası gizli
değildir ki, Hulâsa'dan nakledilen söz, şakadan talâk meydana getirmek
hususundadır. Hâniyye'nin sözü ise, talâkı şakadan ikrar etmek hususundadır.
Binaenaleyh aralarında zıddiyet yoktur. Telvîh sahibi diyor ki: «Zorla talâk ve
köle âzâdını ikrar etmek nasıl bâtılsa, onları şakadan ikrar etmek de öylece
bâtıldır. Çünkü şaka zorlamak gibi yalanın delilidir. Hattâ caiz kabul etse
caiz olmaz. Çünkü caiz kabul etmek ancak sahih ve bâtıl cimaya ihtimalli bir
sebebe mülhak olur. Cevaz vermekle yalan doğruluğa dönmez. Bu talâk ve köle
âzâdını yeni yapmanın hilâfınadır. Talâkla köle âzâdı ve benzerlerinin feshe
ihtimali yoktur. Çünkü bunlara şaka tesir etmez.» Bununla, Remlî'nin iddia
ettiği, "Hâniyye ile diğerlerinin ibareleri arasında zıddiyet
vardır." iddiası def edilmiş olur.
"«Sözünün hakikatını kasdetmesin.»
ifadesi, şakacımn mânâsını beyandır. Fakat kusurludur. Tahrîr ile şerhinde
şöyle denilmektedir: «Hezl, lügatta oyundur. Istılahta ise lâfızdan ve
delâletinden hakikî veya mecazî mânâ kasdedilmeyip, başka mânâ kasdedilen
sözdür ki, o mânâyı bu lâfızdan murad etmek doğru değildir. Hezlin zıddı
ciddiyettir. Ondan murad, lâfızdan hakikî mânâ ile mecazî mânâdan birinin
kasdedilmesidir.»
«Aklı hafif» sözü, sefihin beyanıdır.
Tahrîr ve şerhinde şöyle denilmektedir. «Sefeh lügatta hafiflik demektir.
Fukahanın ıstılahında ise, bir nevi hafifliktir ki, insanı malında aklın gereği
hilâfına çalışmaya sevkeder.»
«Veya sarhoş olsun.» Sarhoşluk aklı gideren
bir sevinçtir. Artık insan onunla yeri gökten ayıramaz olur. İmameyn'e göre
aklı da galebe çalan bir sevinçtir. Artık o kimsekonuşmasında hezeyan yapmaya
başlar. Ulema, taharet, îman ve hudud bahislerinde İmameyn'in kavlini tercih
etmişlerdir. Bekir şerhinde bildirildiğine göre, tasarrufata mâni olmayan
sarhoşluk, insanların çirkin gördüğü şeyi hoş görür, onların hoş gördüğünü
çirkin görür halde bulunmak, lâkin yine de erkeği kadından ayırabilmektir.
Bahır sahibi, "Mezhepte mutemet olan birinci kavildir." demiştir.
Nehir.
Ben derim ki: Lâkin muhakkık İbn-i Hümam'ın
Tahrîr'de açıkladığına göre, sarhoşluğun yukarıda İmam-ı Âzam'dan nakledilen
tarifi yalnız haddi icabeden sarhoşluk hakkındadır. Çünkü sarhoş yerle göğü
birbirinden ayırırsa, sarhoşluğunda noksan var demektir. Bu da yokluk şüphesi
olduğundan, onunla had vurmak bertaraf edilir. Had vâcip olmayacak yerlerde
İmam-ı Âzam'a göre sarhoşluğun tarifinde muteber olan İmameyn'in kavli gibi
sözünü hezeyanla karıştırmaktır. Tahrîr şarihi İbn-i Emîr-i Hâcc'ın nakline
göre murad, ekseri sözlerinin hezeyan olmasıdır. Sözlerinin yarısı doğru
olursa, bu sarhoşluk değildir ve o kimsenin hadleri vesaireyi ikrarı hususunda
hükmü sağlam kimseler gibidir. Çünkü örfe göre sarhoş; sözünün ciddisiyle
şakası birbirine karışan ve bir halde durmayan kimsedir. Ulemanın ekserisi
İmameyn'in kavline meyletmişlerdir. Üç mezhep imamının kavilleri de budur.
Ulema fetva için bunu tercih etmişlerdir. Çünkü bu örf-ü adet olmuştur. Bu
kavil, Hz. Ali (r.a.)'ın, "Sarhoşladı mı hezeyan savurur." sözüyle de
te'yid bulmuştur. Bunu İmam Mâlik'le Şâfiî rivayet etmişlerdir. Bu kavlin vechi
zayıf olduğu için şarih orada za'fının vechini de anlatmıştır. Ona müracaat
edebilirsin.
Bununla anlaşılır ki, bütün bâblarda muhtar
olan kavil İmameyn'in kavlidir. Tahrir sahibi bunun hukmünü de beyan etmiştir.
Hükmü şudur: Sarhoşluğu haram yoluyla olmuşsa, o kimse mükellef olmaktan
çıkmaz. Bütün hükümler kendisine lâzım gelir. Ağzından çıkan; talâk, köle
âzâdı, satış, ikrar, küçükleri dengiyle evlendirmek, ödünç vermek ve ödünç
almak gibi bütün ibareleri sahihtir. Çünkü aklı başındadır. Yalnız işlediği
günah sebebiyle hitabı anlamak kabiliyeti kalmamıştır. O da günah ve kazanın
vâcip olması hakkında mevcut sayılır. Zorlanan kimse gibi bunun da müslümanlığı
sahihtir. Kasıt olmadığı için dinden dönmesi sahih değildir. Şaka yapana gelince:
Kastı olmamakla beraber kâfir olması, alay ettiği içindir. Çünkü söylediği söz
dinle alay için kendisinden kasten sâdır olmuştur. Sarhoş bunun hilâfınadır.
METİN
Bir kimse şıra veya esrar yahut afyon veya
beng kullanmak suretiyle dahi sarhoş olsa, kendisini bundan men etmek için
talâkı vâki olur. Fetva bununla verilir. Bunu Kudûrî sahihlemiştir. Zorla
sarhoş edilen veya sarhoş olmaya muztar kalan kimse hakkında sahih kabul edilen
kavil muhteliftir. Evet, başı ağrımakla, veya mübah bir şeyle aklı başındangiderse
talâk vâki olmaz. Kuhistânî'de Zahîdî'ye nisbet edilerek, "Hitabın
kıvamını ayırmazsa, tasarrufu bâtıldır." denilmiştir. Eşbâh'ta sarhoşun
tasarruflarından yedi mesele istisna edilmiştir ki, onlardan biri de ayık iken
talâka vekil edilendir. Lâkin Bezzâzi bunu mal karşılığı olmakla kayıtlamıştır.
Aksi takdirde mutlak olarak talâkı vâkidir.
İZAH
«Şıra veya esrar...» Yani sarhoşluğu ister
şarap içmekle, ister haram olan dört şıradan birini içmekle veya İmam
Muhammed'e göre hububat ve baldan yapılan sair içkilerden olsun fark etmez.
Fetih sahibi fetvanın İmam Muhammed'in kavline göre olduğunu söylemiştir. Çünkü
her içkiden meydana gelen sarhoşluk haramdır. Bahır'da Bezzâziye'den naklen,
"Bizim zamanımızda muhtar olan, had lâzım gelmesi ve talâkın vukuudur."
denilmiştir. Hâniyye'de talâkın vâki olmadığı sahihlenmiş ise de bu Şeyhayn'ın
kavline göredir. Onlara göre şıra helaldır. Fetva bunun hilâfınadır. Nehir'de
Cevhere'den naklen, "Buradaki hilâf, tedavi için içmekle kayıtlıdır, Keyif
ve eğlence için olursa bilittifak talâk vâkidir." denilmiştir.
"Esrar" hakkında Fetih'te şöyle
denilmiştir: «İki mezhebin yani Şafiîlerle Hanefîlerin uleması, esrar yutmakla
aklı başından giden kimsenin talâkı vâki olacağına ittifak etmişlerdir. Kınnab
yaprağı dedikleri budur. Ulema bunun ne olduğunda ihtilâf ettikten sonra haram
olduğuna fetva vermişlerdir. Şâfiîlerden Müzenî haram olduğuna, Hanefîlerden
Esed b. Amr helâl olduğuna fetva vermişlerdir. Çünkü evvelki ulema onun
hakkında bir şey söylememişlerdir. Çünkü onların zamanında meydana çıkmamış
idi. Bunun büyük bir fesat çıkardığı anlaşılıp şuyu bulunca, her iki mezhebin
uleması onun haram olduğuna kail olarak, esrar içmekle aklı başından giden
kimsenin talâkı vâki olduğuna fetva vermişlerdir.»
«Yahut afyon veya beng...» Afyon, haşhaştan
çıkarılan bir maddedir. Beng, uyuşturucu bir nebattır. Bedâyi ve diğer
kitaplarda, bunu yemekle talâk vâki olmadığı açıklanmıştır. Buna illet olarak
da, o kimsenin aklı günah sebebiyle başından gitmediğini göstermişlerdir. Hak
olan tafsilâttır. Yani tedavi için yutmuşsa talâkı vâki değildir. Çünkü bunda
günah yoktur. Keyif için ve kasten o âfeti başına getirmek niyetiyle içmişse,
talâkının vâki olacağında tereddüt göstermemek gerekir. Kudûrî'nin Cevhere'den
naklen sahih bulduğu kavilde, "Bu zamanda beng ve afyondan sarhoş olursa,
o kimseyi men etmek için talâkı vâki olur. Fetva buna göredir."
denilmektedir. Tamamı Nehir'dedir.
«Men etmek için» sözüyle şarih, zikri geçen
tafsile işaret etmiştir. Yani tedavi için içerse men edilmez. Çünkü günah kastı
yoktur. T.
«Sahih kabul edilen kavil muhteliftir
ilh...» Tûhfe ve diğer kitaplarda talâkının vâki olmadığı sahih kabul edilmiş;
Hulâsa sahibi ise kesin olarak talâkının vâki olduğunu söylemiştir. Fetih
sahibi şöyle demektedir: «Birinci kavil daha güzeldir. Çünkü aklı başından
gidince, talâkınolmasını icabeden şey haram bir sebebe istinat etmekten başka
bir şey değildir. Bu da yoktur.» Nehir sahibi Kudûri'nin Tashih'inden naklen,
"Tahkîk budur." demiştir.
«Başı ağrımakla» aklı başından giderse,
talâk vâki olmaz. Çünkü aklının başından gitmesine illet, baş ağrısıdır.
İçmesi, illetin illetidir. Bir hüküm illetin illetine ancak illet işe
yaramadığı vakit izafe edilir. Meselenin tamamı Fetih'tedir. Şu da var ki,
Fetih ve Bahır sahipleri bu meseleyi şarap içerek başı ağrıyan kimse hakkında
farzetmişlerdir, Mültekât'ın ifadesi buna muhaliftir. Orada şöyle denilmiştir:
«Şıra şiddetli değil de başı ağrır ve bu sebeple aklı başından giderse, talâkı
vâki olmaz. Şıra keskin ve haram olur da başı ağrır, bu sebeple aklı başından
giderse, talâkı vâki olur.» Demek oluyor ki, Mültekat sahibi haram yoldan
sarhoş olmakla, haram olmayan yoldan sarhoş olmak arasında fark görmüştür.
«Veya mübah bir şeyle» meselâ nar
yaprağından sarhoş olsa, talâkı ve köle âzâdı vâki olmaz. Tekzib sahibi bu
hususta icma nakletmiştir. Hindiyye'de dahi öyledir. T.
Ben derim ki: Beng veya afyonu günah değil
de tedavi suretiyle alırsa, hüküm yine budur. Nitekim geçti.
«Kuhistâni'de ilh...» sözü, sarhoşun bize
göre tasarrufatı sahih olan tarifine göredir. Yani mükellef olacak miktarda
aklı vardır. Bu söze Fetih sahibi şaşmış ve, "Şüphesiz ki bu takdire göre
hiçbir kimse onun tasarrufatı sahih değildir diyemez." demiştir.
«Ayık iken talâka vekil edilendir.» Yani o
kimse sarhoşken boşarsa talâkı vâki değildir. Bu meselelerden bazıları da;
"Dinden dönmek, sırf hadlerden sayılan bir şeyi ikrar, kendi şahitliğine
şahit getirmek, küçük kızı mehr-i mislinden daha azla, küçük oğlanı mehr-i
mislinden daha çokla evlendirmektir. Zira bu geçerli değildir. Biri de, satışa
vekil edilen kimsenin sarhoş olarak satmasıdır ki, müvekkili nâmına geçerli
olmaz. Adı geçen meselelerden biri de, ayık bir şahıstan gasbetmek, sarhoşken
aldığını ona iade etmektir." Eşbâh'ta böyle denilmiştir. H.
Ben derim ki: Lâkin hâşiye yazarı Hamevî
ona son meselede itiraz etmiş; "İmâdiyye'de nakledildiğine göre, gâsıp,
aldığını iade etmekle ödemekten kurtulur. Binaenaleyh onun bu meselede hükmü
ayık gibidir. Keza talâka tevkil meselesinde sahih olan talâkın vâki olmasıdır.
Bunu Hâniyye ve Bahır sahipleri bildirmişlerdir." demiştir.
«Lâkin Bezzâzi ilh...» Nehir'de
Bezzâziye'den naklen şöyle denilmiştir: «Birini mal karşılığı karısını boşamaya
vekil eder de o da sarhoşken boşarsa, bu talâk vâki değildir. Ama hem tevkil,
hem boşama sarhoş halde olursa, talâk vâkidir. Tevkil mal karşılığı değilse,
mutlak surette talâk vâkidir. Çünkü bedeli takdir için rey mutlaka lâzımdır.»
Ben derim ki: Bu ta'lilin ifadesine göre o
kimseyi bin dirhem karşılığında karısını boşamaya vekil eder de o da sarhoşken
boşarsa, mutlak surette talâk vâki olur. H.
METİN
Şâfiî sarhoşun talâkını vâki saymamıştır.
Tahâvî ile Kerhî bunu ihtiyar etmişlerdir. Tatarhâniyye'de Tefrid'den naklen,
"Fetva buna göredir." denilmiştir. Dilsizin de mâlûm işaretiyle
talâkı vâkidir. Çünkü bu işaret istihsanen konuşan kimsenin sözü gibidir.
Velevki sonradan ârız olsun. Ölünceye kadar devam ederse hüküm birdir. Fetva
bununla verilir. Bu izaha göre onun tasarrufları mevkuftur. Kemâl yazı yazma
şartını beğenmiştir. Hata ederek, meselâ talâktan başka bir söz söylemek
isterken, ağzından talâk sözü çıkıveren, yahut mânâsını bilmeden talâk sözünü
söyleyen veya gaflet halinde yahut yanılarak ağzından talâk çıkan kimsenin
talâkı sadece kazaen vâkidir.
İZAH
«Tahâvi ile Kerhî» keza Muhammed b. Seleme
bu kavli ihtiyar etmişlerdir. İmam Züfer'in kavli de budur. Nitekim Fetih'te
bildirilmiştir.
«Fetva buna göredir.» Biliyorsun ki söz
sair metinlerin ifadesine aykırıdır. H. Tatarhâniyye'de, "Şarap veya
şıradan sarhoş olan kimsenin talâkı vâkidir. Ulemamızın mezhebi budur."
denilmiştir.
«Malûm işaretiyle talâkı vâkidir.» Bu
işaret ses çıkararak olacaktır. Çünkü dilsizin âdeti böyledir. Binaenaleyh
işareti mücmel bırakıp anlatamadığını beyan sayılır. Bunu Fetih'ten naklen
Bahır sahibi söylemiştir. Di-sizin işaretle anlaşılan talâkı üçten az ise
rıc'îdir. Muzmerât'ta böyle denilmiştir. Bunu Tahtâvî Hindiyye'den
nakletmiştir.
«Ölünceye kadar devam ederse» sözü, yalnız
ârız olan dilsizliğin kaydıdır. H. Bahır sahibi diyor ki: «Bu izaha göre dili
tutulan bir kimse karısını boşarsa tevakkuf olunur. Bu hal ölünceye kadar devam
ederse talâkı geçerlidir. Sonradan yok olursa talâkı bâtıldır.»
Ben derim ki: Keza işaretle evlenirse,
kadına ciması helâl olmaz. Çünkü ölmeden bu işareti geçerli değildir. Diğer
akitleri de öyledir. Bunda ne kadar güçlük olduğu gizli değildir.
«Fetva bununla verilir.» Timurtâşî
dilsizliğin devamını bir sene ile sınırlandırmıştır. Bahır. Tatarhâniyye'de
Yenâbî'den naklen şöyle denilmiştir: «Dilsizin işaretiyle talâkı vâki olur.»
Bundan maksat, dilsiz olarak doğan yahut dilsizlik sonradan ârız olup işareti
anlaşılır oluncaya kadar devam edendir. Böyle olmazsa muteber değildir.
«Kemâl ilh...» Şöyle demiştir: «Şafiîlerden
bazısı yazı yazmayı becerirse işaretle talâkı bâkî değildir. Çünkü zaruret
murada işaretten daha çok delâlet eden bir şeyle giderilmiştir. Demiştir ki bu
güzel bir sözdür. Bizim ulemamızdan bazıları da buna kaildir.»
Ben derim ki: Hattâ bu kavil zâhir
rivayetten anlaşılan mefhumun açıklamasıdır. Hâkim-i Şehid'in Kâfî'sinde şöyle
denilmektedir: «Dilsiz yazı yazamaz da talâkında, nikâhında, alışında verişinde
bilinen bir işareti olursa bu caizdir. İşareti anlaşılmıyor yahut
şüpheediliyorsa bâtıldır.» Görülüyor ki işaretin caiz olmasını yazı yazmaktan
âciz kalmaya tertip etmiştir. Bu gösterir ki, yazı yazmayı becerirse işareti
caiz değildir. Sonra sözümüz Nehir sahibinin dediği gibi sadece dilsizin
tasarrufatının yazıya münhasır kalması hakkındadır. Yoksa dilsizden başkasının
yazıyla talâkı vâkidir. Nitekim bâbın sonunda gelecektir.
«Talâktan başka bir söz söylemek isterken»
meselâ sübhanallah diyecekken ağzından sen boşsun sözü çıkıverse kadın boş
olur. Çünkü bu söz açıktır. Niyete ihtiyacı yoktur. Ancak şaka eden ve oyun
yapan kimsenin talâkı gibi kazaen geçerlidir. Bunu Tahtâvî Minah'tan
nakletmiştir.
«Şaka eden ve oyun yapan kimsenin talâkı
gibi» ifadesi, yukarıda söylediklerimize muhaliftir. Az ileride
söyleceklerimize de muhaliftir. Fet-hu'l Kadirde Hâvî'den naklen bildirildiğine
göre Esed'e sorulmuş: "Bir kimse, Zeynep boştur diyecekken ağzından Amre
boştur sözü çıkıverse hangisi boş düşer?" demişler. "Kazaen adını
söylediği boş düşer. Kendisiyle Allah Teâlâ arasında ise hiçbiri boş düşmez.
Çünkü adını söylediğini boşamak istememiştir. Ötekine gelince: O boş düşerse,
sırf niyetle boş düşmek lâzım gelir." cevabını vermiştir.
«Yahut mânâsını bilmeden» meselâ kadın
kocasına şu cümleyi bana oku: "İddetini bekle. Sen üç defa boşsun."
dese, o da okusa, kazaen üç defa boş düşer. Ama kendisiyle Allah Teâlâ arasında
bir şey bilmediği ve niyet etmediği takdirde talâk vâki olmaz. Bunu Bahır
sahibi Hulâsa'dan nakletmiştir.
«Gaflet halinde veya yanılarak...» Minah'ta
gaflet şöyle anlatılmaktadır; «Gaflet, bir şeyin insanın hatırından kaybolması
ve onu hatırlayamamasıdır.» Yine orada yanılma hakkında şöyle denilmektedir:
«Bir şeyden yanıldı demek, kalbi ondan gafil oldu; hattâ aklından gitti de onu
hatırlayamadı demektir. Ulema yanılanla unutan arasında fark görmüşlerdir.
Unutan unuttuğunu hatırlayınca, unuttuğu şey aklına gelir. Yanılan bunun
hilâfınadır.» Zâhire bakılırsa buradaki gafilden murad, unutandır. Buna karine,
yanılanı onu üzerine atfetmesidir. Bu şöyle olur: Erkek karısının talâkını
meselâ şu hâneye girmesine tâlik eder. Kadın bu tâliki unutarak veya yanılarak
oraya giriverir.
METİN
Bozuk lâfızlarla yapılan talâk da yalnız
kazaen vâki olur. Şaka eden ve oyun oynayanın talâkı bunun hilâfınadır. Çünkü o
hem kazaen, hem diyaneten vâkidir. Zira şarih bu sebeple onun şakasını ciddi
saymıştır. Fetih. Hasta ile kâfirin talâkları da vâkidir. Çünkü mükeleftirler.
Fuzulî'nin talâkına, kavle ve fiilen icazeye gelince: Bunlar nikâh gibidir.
Bezzâziye. Adı geçen koca itibara alınacağına binaen, sahibi kölesinin karısını
boşasa vâki olmaz. Çünkü İbn-i Mâce'nin rivayet ettiği bir hadiste, "Talâk
bacağı tutana aittir." buyrulmuştur. Ancak sahibi, "Bu cariyeyi sana
verdim. Ama emri benim elimde olacak. Ne zaman istersem onuboşayacağım."
der de köle, "Kabul ettim." cevabını verirse, cariyenin emri sahibinin
elinde olur.
İZAH
«Bozuk lâfızlarla» meselâ talâk diyeceği
yerde talâ'; telâğ ve telek derse, kazaen talâk vâki olur. Nitekim şarih
bunları bundan sonra gelen bâbın başında zikredecektir.
T E M B İ H : Zahîdî'nin Hâvi adlı eserinde
şöyle denilmiştir: «Bir kimse fetvaya ehil olmayan birinin fetvasıyla karısının
üç talâkla boşandığını zannederek hâkime bunun sicille yazılmasını teklifde
bulunur, o da yazdırırsa, sonra fetvaya ehil birine sorar o da talâk vâki
olmadığına fetva verirse - halbuki üç talâk zan üzerine sicille yazılmıştır - o
kimse diyaneten karısına dönebilir. Lâkin mahkemece tasdik edilmez.»
«Oyun oynayan» kelimesi, zâhire bakılırsa
şaka eden üzerine tefsir için atfedilmiştir. H.
«Bu sebeple onun şakasını ciddi saymıştır.»
Çünkü bu adam sebebi kasten söylemiştir. Binaenaleyh hükmü kendisine lâzım
gelir. Velevki ona razı olmasın. Çünkü talâk; köle âzâdı, nezir ve yemin gibi
bozulmaya ihtimali olmayan şeylerdendir.
"Hasta"dan murad; aklı başında
olan hastadır. Ta'lil bunu göstermektedir. T.
"Kâfir" müslüman mahkemesine
başvurursa, talâkı muteberdir. Çünkü kâfirin nikâhında geçtiği vecihle, ancak
üç şeyde karıkocanın birbirinden ayrılmalarına hüküm verilir. T.
«Çünkü mükelleftirler.» sözü, hasta ile
kâfirin illetidir. Bu söz küffar hakkında, "Onlar fer'î hükümlerle hem
îtikat, hem edâ cihetinden mükelleftirler." diyen mutemet kavle göredir.
T.
«Nikâh gibidir.» Yani nasılki fuzulînin
nikâhı sahih olup kavlen veya fiilen icazeye mevkuf ise talâkı da öyledir. H.
Bir adam karısını boşamayacağına yemin eder de karısını bir fuzulî boşarsa,
kavlen cevaz verdiği takdirde yemini bozulur. Fiilen cevaz verirse bozulmaz.
Bahır. Fiilen cevaz vermek, kadını fuzulî boşadıktan sonra kocasının ona geri
kalan mehrini vermesiyle mümkün olur. Nitekim bunu Nehir sahibi söylemiştir.
Lâkin Hayreddin-i Remlî'nin hâşiyesinde bildirildiğine göre,
Câmiu'l-Fusuleyn'de Muhit sahibinin Fevâid'inden naklen, "Kadına mehrinin
gönderilmesi cevaz sayılmaz. Çünkü bu talâktan önce de vâciptir. Nikâh bunun
hilâfınadır," denilmiştir, Mecmuu'n-Nevâzil'den de talâk ve hul'da alınan
bahşişin cevaz vermek sayılıp sayılmayacağı hakkında iki kavil nakletmiştir.
Ona müracaat edebilirsin.
Ben derim ki: Fevâid'in ifadesi mehr-i
muacceli gönderdiğine yorumlanabilir. Binaenaleyh Nehir'in ifadesine aykırı
değildir.
«İbn-i Mâce»nin hadisi İbn-i Abbâs
Hazretlerinden rivayet edilmiştir ki, senedinde İbn-i Lehîa vardır. Onu
Dârekutnî de başkasından rivayet etmiştir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
Dârekutnî'nin muradı hadisi takviyedir. Çünkü İbn-i Lehîa, hakkında söz edilmiş
bir râvidir. Hadis imamları onun cerh ve ta'dili hakkında ihtilâf etmişlerdir.
«Talâk bacağı tutana aittir.» ifadesi
milk-i müt'adan kinâyedir.
«Ancak sahibi» cariyesini kölesine
nikâhlarken cariyenin emri benim elimde olacak derse, emri sahibinin elinde
olur. Şarih meseleyi cariye sahibi söze başladığına göre tasvir etmiştir. Köle
söze başlar da; "Şu cariyeni bana tezviç et. Emri senin elinde olsun. Onu
istediğin zaman boşarsın." der, o da tezviç ederse nikâh caiz olur. Ama
emir sahibinin elinde olmaz. Nitekim Hâniyye'den naklen Bahır'da beyan
edilmiştir. Şarih farkın vechini zikretmemiştir. Fakat Hâniyye'de bu meseleden
bir öncekinde fark zikredilmiştir. Mesele şudur: Bir kimse boş olmak şartıyla
bir kadınla evlenirse; nikâh caiz, talâk bâtıl olur.
Ebu'l-Leys demiştir ki: «Bu, söze koca
başladığına göredir. Kadına, seni boş olman şartıyla aldım der. Fakat kadın
söze başlayarak nefsimi sana boş olmam şartıyla tezviç ettim yahut emir elimde
olmak şartıyla tezviç ettim, her ne zaman dilersem kendimi boşarım der de
kocası kabul ettim cevabını verirse nikâh caiz; talâk da vâki olur yahut emir
kadının elinde olur. Çünkü söze kocası başlarsa, talâk ve tefvîz nikâhtan önce
olur ve sahih değildir. Söze kadın başlarsa, tefvîz nikâhtan sonra olur. Çünkü
kocası kadının sözünden sonra kabul ettim deyince, cevap sualdekinin iadesini
tazammun eder ve sanki sen boş olman şartıyla kabul ettim yahut emir senin
elinde olmak şartıyla kabul ettim demiş gibi olur. Bu suretle nikâhtan sonra
tefvîz yapmış sayılır.»
METİN
Keza köle, "Onunla evlendiğim vakit
emri ebediyyen senin elinde olsun." derse öyle olur. Hâniyye. Delinin
talâkı da vâki değildir. Meğerki aklı başında iken tâlik yapıp sonra delirmiş
ve şart bulunmuş olsun. Yahut âleti kalkmaz veya kesik olsun. Yahut erkek kâfir
olduğu halde karısı müslüman olsun da kâfirin anne-babası müslüman olmaktan
çekinsinler. Bu suretlerde talâk vâki olur. Eşbâh. Çocuğun talâkı da vâki
değildir. Velevki mürâhik olsun yahut talâkı bülûğa erdikten sonra caiz görsün.
Ama talâkı ikâ ettim derse vâki olur. Çünkü bu baştan ika'dır. Çocuğun talâkını
İmam Ahmed caiz görmüştür. Bunağın, birsâmlının, baygının, medhuşun ve uyuyanın
talâkları da vâki değildir. Bunaklık bir nevi akıl bozukluğudur. Birsâm,
delilik gibi bir hastalıktır. Kâmûs'ta medhuş, şaşırmış mânâsına gelir.
Uyuyanın talâkının vâki olmaması, kendisinde irade bulunmadığındandır. Onun
için uyuyan kimse doğrulukla, yalancılıkla, haberle, inşa ile vasıflanamaz.
"Ben ona cevaz verdim" yahut, "ben onu ika ettim" dese.
talâk vâki olmaz. Çünkü zamiri muteber olmayan bir yere iade etmiştir. Cevhere.
"Bu talâkı ika ettim" yahut. "ben bunu talâk yaptım" derse,
talâk vâki olur. Bahır.
İZAH
«Keza ilh...» Bu suret, kölenin kabulüne
tevakkuf etmeksizin emrin efendisinin elinde olmasıiçin bir hiledir. Çünkü
birincide nikâh efendisinin, "sana cariyemi tezviç ettim" sözüyle
tamam olmuştur. Kölenin kabul etmemesi mümkündür ve emir efendisinin elinde
olamaz. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
"Deli..." Telvih sahibi deliyi
şöyle tarif etmiştir: «Delilik, iyi şeylerle kötü şeylerin arasını ayıran ve
sonlarını idrak eden kuvvetin bozukluğudur. Ya dimağın yaratılışındaki bir
noksandan, yahut bir karışma veya âfet yahut şeytan istilâsı ve fasit hayaller
ilkası sebebiyle iyi ve kötü şeylerin eserleri görülmez olur, fiiileri bozulur.
Artık o kimse hiçbir sebep yokken sevinir, bağırır çağırır.» Bahır'da
Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: «Geçmişte deli olduğu bilinen bir adama
karısı, "sen beni dün boşadın" der, o da "bana delilik isabet
etti" cevabını verirse ve bu onun söylediğinden başka hiçbir suretle
bilinmezse, söz onun olur.»
«Meğerki aklı başında iken tâlik yapıp
ilh...» Meselâ şu hâneye girersen deyip o haneye delirdikten sonra girmiş
olsun. "Ben delirirsem sen boşsun" deyip arkacığından delirmesi bunun
hilâfınadır; talâk vâki değildir. Bunu şarih kâfirin nikâhı bâbında böyle
zikretmiştir. Binaenaleyh murad, deli değilken tâlik yapmasıdır.
«Yahut âletl kalkmaz veya kesik olsun.»
Yani hâkim aralarını ayırmış bulunsun. Karısının isteği ile hâkim âleti
kalkmayan ile karısını bir sene müddetle birbirlerinden ayırır. Çünkü delilik
şehveti yok etmez. Nitekim inşaallah bâbında gelecektir. Aleti kesik olanı ise,
karısının isteği ile derhal karısından ayırır.
«Talâk vâki olur.» sözü, yukarıdaki dört
meselenin cevabıdır. Bu meselelerde talâkın vâki olması ihtiyaçtan dolayı ve
zararı def etmek için olup, başka meselelerde talâka ehil olmamasına aykırı
değildir. Nitekim tahkiki kâfirin nikâhı bâbında geçti.
«Çocuğun talâkı da vâki değildir.» Yani
ancak âleti kesik olur da araları ayrılırsa; yahut karısı müslüman olur da
kendisine de mümeyyiz olduğu halde İslâmiyet arzedilerek onu kabulden
çekinirse, talâkı vâki olur. Remli. Remlî diyor ki: «Çocuğu babası bir kadınla
evlendirir de üzerine tâlik yaparak ne zaman bu kadının üzerine evlenir veya
cariye alırsan şöyle olsun derse, bu çocuk büyüdükte tâlik olduğunu bilerek
veya bilmeyerek evlenirse, talâkın vâki olmadığına ben fetva verdim.»
«Yahut talâkı bülûğa erdikten sonra caiz
görsün.» Çünkü talâk yapıldığı vakit batıl olarak vâki olmuştur. Bâtıla ise
cevaz verilmez. T.
«Çünkü bu baştan ika'dır.» Zira ika ettim
cümlesindeki zamir talâkın cinsine râcîdir. "Bu talâkı ika ettim"
demesi de bunun gibidir. Fakat şu söylediğimi ika ettim demesi bunun
hilâfınadır. Çünkü bu, bâtıl olduğuna hükmedilen muayyere işarettir ve
"sen bin defa boşsun" deyip sonra. "üçü senin, geri kalanı
ortaklarının olsun" demesine benzer. Zira üçten geri kalanı hükümsüzdür.
Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
«Çocuğun talâkını İmam Ahmed caiz görmüştür»
Yani çocuk talâkı akıl eder, iyiyi kötüyü ayıracak yaştaysa, meselâ bu sözle,
karısının boş düşeceğini bilirse, ona göre talâkı vâki olur. Nitekim mezhebinin
metinlerinde ifade edilmiştir.
«Bunaklık bir nevi akıl bozukluğudur.» Bu
sözü Bahır sahibi deliliği tarif için söylemiş ve, "Bunda bunak da
dahildir." demiştir. Delilikle bunaklık arasındaki farkı gösteren sözlerin
en güzeli şudur: «Bunak, anlayışı az olup sözü karışık, tedbiri bozuk olan
kimsedir. Lâkin kimseye vurmaz ve sövmez. Deli böyle değildir.» Usûl-ü fıkıh
ulemasının açıkladıklarına göre bunağın hükmü çocuk gibidir. Şu kadar vâr ki
Debbûsî, "Ona ibadetler ihtiyaten vâciptir." Demiş; Sadru'l-İslâm ise
bunu reddederek, "Bunaklık bir nevi deliliktir. Binaenaleyh bütün hakların
vücûb-u edâsına mânidir." demiştir. Nitekim Tahrîr şerhinde uzun uzadıya
izah edilmiştir.
"Baygın" hakında Tahrîr sahibi
şunları söylemiştir: "Baygınlık, kalb ve dimağda bir âfet olup, idrak
kuvvetiyle hareket kuvvetlerini çalışamaz hale getirir. Akıl ise mağlûp bir
halde bâkîdir. Böyle olmasa peygamberlerin başına gelmezdi. Baygınlık uykunun
üstündedir. Uyuyana Iâzım gelen bayılana da lâzım gelir. Fazla olarak abdesti
de bozar. Namazın üzerine bina etmeye de mânidir. Namazda bir şeye dayanarak
uyumak bunun hilâfınadır. O kimse namazına bina edebilir.»
«Kâmûs'ta medhuş şaşırmış mânâsına gelir.»
Şarihin bu kadarla bırakması doğru değildir. Çünkü Kâmûs'ta bundan sonra,
"Yahut unutmakla veya şaşkınlıkla aklı başından gitmektir."
denilmiştir. Şarihin dediği kadar bırakan Misbah sahibidir. O bu kelime
hakkında, "Utanarak veya korkarak aklı başından gitti demektir."
mânâsını vermiştir. Burada murad budur. Onun için Bahır sahibi medhuşu deli
saymıştır. Hayriyye sahibi şöyle demektedir. Burada medhuşu şaşıran diye tefsir
eden hata etmiştir. Çünkü hayrette kalıp şaşırmaktan aklın baştan gitmesi lâzım
gelmez. Kendisine bir manzume ile kızgın medhuş bir adamın hâkim meclisinde üç
defa karısını boşamasının hükmü sorulmuş; o da yine manzum olarak; «Medhuş bir
nevi delidir, talâkı vâki olmaz. Bu hal onun âdeti ise, meselâ evvelce bir defa
kendisinden görüldüyse delilsiz tasdik edilir." diye cevap vermiştir.
Ben derim ki: Hâfız İbn-i Kayyim
Hambelî'nin, kızgın bir kimsenin talâkı hakkında bir risalesi vardır. Orada
şöyle demiştir: «Kızmak üç kısım olur. Birincisi; kendisinde öfkenin
mukaddimeleri hâsıl olur. Öyle ki aklı değişmez. Ne söylediğini ve ne
istediğini bilir. Bunun hakkında işkâl yoktur. İkincisi; öfkenin son haddine
varır. Ne söylediğini ve ne istediğini bilmez. Böylesinin hiçbir sözünün
geçerli olmadığı şüphesizdir. Üçüncüsü; bu iki mertebenin arasında bulunandır
ki, deli gibi olmamıştır. Üzerinde durulacak budur. Deliller bunun sözlerinin
geçersiz olmasını göstermektedir.» Bu sözler Gâyetü'l-Hambeliyyeşerhinden
kısaltılarak alınmıştır. Lâkin Gâye sahibi üçüncüsünde ona muhâlif olduğuna
işaret etmiş; "Kızan şahsın talâkı vâkidir. İbn-i Kayyim buna
muhaliftir." demiştir. Bizce uygun olan da budur. Lâkin buna şöyle itiraz
edilir: Biz bunağın sözlerini itibara almadik. Halbuki bunaklığın ne
söylediğini ve istediğini bilmeyecek hale varması lâzım değildir. Buna şöyle
cevap verilebilir: Bunak bir hal üzere devam ettiği için zabtı mümkün
olduğundan bunak hakkında mücerret akıl noksanlığı ile yetinilmiştir. Kızmak
bunun hilâfınadır. Çünkü o bazı hallerde ârız olur. Lâkin buna da dehşette
kalmakla itiraz edilir. O da böyledir denilir. Bana zâhir olan şudur ki; medhuş
ile kızgının ne söylediğini bilmeyecek hale varmış olmaları lâzım değildir.
Bilâkis hezeyanı fazla olması, şaka ile ciddiyi karıştırması kâfidir. Nitekim
yukarıda geçtiği vecihle sarhoş hakkında da fetva verilen kavil budur.
Dehşetin, akıl baştan gitmektir diye tarifi buna aykırı değildir. Zira delilik
dal dal olur. Onun içindir ki Bahır sahibi onu aklın bozukluğudur diye tefsir
etmiş; bunaklığı, birsâmlılığı, baygınlığı ve medhuş olmayı hep delilikten
saymıştır.
Bu söylediklerimizi şu da te'yid eder ki;
bazıları, "Akıllı; özü sözü doğru plan kimsedir. Ancak nâdiren böyle
olmayabilir. Deli bunun zıddıdır. Bir de bazı deliler ne söylediğini ve ne
yapmak istediğini bilirler. Bazen öyle şeyler söylerler ki, bilmeyen kimse
akıllı olduğuna şehadet eder. Sonra yine o mecliste buna aykırı harekette
bulunur." demiştir.
Hakiki deli bazen ne söylediğini ve ne
istediğini bilirse, deli olmayan evleviyetle bilir. Şu halde medhuş ve benzeri
hakkında itimada şayan olan âdeti harici fiil ve sözlerinde bozukluğun fazla
olmasına göre hüküm vermektir. Yaşlılıktan, hastalıktan veya ani bir musibetten
dolayı aklı bozulan kimse hakkında dahi fiil ve sözlerinde bozukluk hâli gâlip
geldiği müddetçe söylenecek söz budur. Yani sözlerine itibar yoktur. Velevki
bilerek ve isteyerek söylemiş olsun. Çünkü bu bilgi ve iradenin itibarı yoktur.
O sahih bir idraktan hâsıl olmamıştır. Nitekim aklı eren çocuğun da fiil ve
sözlerine itibar yoktur. Evet, buna göre tâlik hususunda aşağıda Bahır'dan
naklen zikredilen; Fetih, Hâniyye ve diğer kitaplarda da açıklanan şu mesele
müşkil kalır: «Bir adam karısını boşar da yanında bulunan iki şahit; sen
istisna yaptın (yani inşaallah dedin) diye şehâdette bulunurlar. Fakat o adam
bunu hatırlamazsa bakılır. Ne söylediğini bilmeyecek kadar öfkeli bir halde
söylemişse, o şahitlerin şehadetiyle amel edebilir. Aksi takdirde edemez.»
Bunun muktezası şudur ki: O adam ne
söylediğini bilmezse talâkı vâkidir. Aksi takdirde şahitlerin; sen istisna
yaptın demeleriyle amel etmeye hâcet yoktur. Bu son derece müşkildir. Meğerki
şöyle cevap verilsin. Onun ne söylediğini bilmediğinden murad, çok kızdığı için
bazen söylediği şeyi unutur, hatırlayamaz demektir. Yoksa anlamadığını veya
kasdetmediğini ağzı söylemeye başlar mânâsına değildir. Zira şüphesiz bu
dereceye varırsa, deliliğin en yüksek derecesine çıkmış olur. Bu yorumu şu da
te'yid eder ki, bu meselede o kimse boşadığını ve boşamayı kasdettiğini bilir.
Lâkin çok kızdığı için istisna yaptığını hatırlamaz. Bu makamın izahı hususunda
bana zâhir olan budur. Hakikatı Allah bilir. Sonra bu cevabı te'yid eder ibare
gördüm. O da şudur: Valvalciyye sahibi, "O kimse kızdığı vakit sonra
hatırlayamayacağı birtakım sözler ağzından çıkarsa, şahitlerin sözüne itimat
etmesi caizdir." demiştir.
«Sonra hatırlayamayacağı sözleri» demesi,
bizim söylediğimiz mânâda açıktır. Allahu a'lem.
«Çünkü zamiri muteber olmayan bir yere iade
etmiştir.» Şarih bununla çocuğun sözüyle uyuyanın sözü arasındaki farkın şu
olduğuna işaret etmiştir: Çocuğun sözü lügatta ve nahivde muteberdir. Şu kadar
var ki, şeriatta hükümsüzdür. Uyuyanın sözü bunun hilâfınadır. O hiçbir yerde
muteber değildir. H.
Ben derim ki: Bu mânâ şarihin, "Onun
için uyuyan kimse doğrulukla, yalancılıkla, haberle, inşa ile
vasıflanamaz." sözünden alınmıştır. Tahîr'de şöyle denilmiştir: «Uyuyan
kimsenin müslüman olmak, dinden dönmek ve karı boşamak hususundaki sözleri
bâtıldır. Bu sözler kuş sesleri gibi haber ve inşa ile, doğrulukla, yalanla
vasıflanamaz.» Bu ifadenin bir misli de Telvîh'tedir. Bu açık gösterir ki,
uyuyan kimsenin sözüne, lügaten ve şer'an söz denilemez. O mühmel
mesabesindedir. Konuşmakla namazının bozulmasına gelince: Namazın bozulması, lügaten
ve şer'an mu'teber olan söze bağlı olmadığı içindir. Çünkü namaz mühmel ve
mânâsız sözlerle diğer sözlerden daha çok bozulur. Böylece uyuyanın sözüyle
çocuğun sözü arasındaki fark açıklanmış olur.
Sonra, "ben ona cevaz verdim"
sözü hususunda uyuyanla çocuğun sözleri arasında fark aramaya hâcet olmadığı
gizli değildir. Zira ikisinde de talâk vâki olmaz. Cevaz vermek mevkuf olarak
mün'akittir. Çocukla uyuyanın talâkı ise mevkuf değil bâtıldır. Nitekim çocuğun
boşamakla âzâd etmek gibi sırf zarar olan tasarrufları hakkında hüküm budur.
AIış-veriş ve nikâh gibi fayda ile zarar arasında deveran eden tasarrufları
bunun hilâfınadır. Onlar mevkuf olarak mün'akittir. Hattâ çocuk bülûğa erer de
yaptığı bu tasarrufu caiz kabul ederse sahih olur. Nitekim biz bunu mehir
bâbından az önce arzetmiştik. Uyuyanla çocuğun arasında fark sadece, "ben
onu ika ettim" sözünde aranır. Zira daha önce şarih çocuk hakkında vâki
olduğunu söylemişti. Çünkü bu baştan talâkı ika'dır. Uyuyan hakkında böyle
dememişti.
Farkın izahı şudur: Çocuğun sözünün bir
mânâsı vardır. Velevki şeriat mûcebince ameli ona lâzım kılmasın. Binaenaleyh,
"ben onu ikâ ettim" cümlesindeki zamiri, karısına söylediği,
"seni boşadım" cümlesinin tazammun ettiği talâk cinsine iade etmek
sahihtir. Uyuyan kimse bunun hilâfınadır. Onun sözü lügat itibariyle dahi
muteber olmadığından mühmeldir. Hiçbirşey tazammun etmez. Zamir hiç
zikredilmedik bir mercie döner. Sanki hiç zamir söylemeden, "ika
ettim" demiş gibi olur. Bunu iptidaen talâk ika'ı yapmak doğru değildir.
«Ben bunu talâk yaptım» ibaresi Bahır'da da
böyledir. Benim Tatar-hâniyye'de gördüğüm ise, "yahut ben bu talâkı talâk
yaptım derse" şeklinde olup, önceki gibi ism-i işaretle kullanılmıştır.
Ben derim ki: Fark müşküldür. Çünkü geçen
bir kelimeye dönmesi hu-susunda ism-i işaret zamir gibidir. Binaenaleyh burada
da talâk vâki olmaması gerekir. Ama şöyle cevap verilebilir: İsm-i işaretin
mercii hükümsüz kalınca, ondan sonra zikredilen talâk sözü muteber olur ve
sanki, "ben talâkı ika ettim" yahut "talâkı talâk yaptım"
demiş gibi olur. Bunu iptidaen talâk yapmak sahihtir. Zamirin mercii hükümsüz
kalırsa, bunun hilâfınadır. Tatarhâniyye'de, "Uyurken söylediğimi ika
ettim dese bir şey vâki olmaz." denilmiştir. Bu zâhirdir. Nitekim çocuğun
talâkında geçmişti.
METİN
Karı-kocadan biri diğerinin tamamına veya
bir kısmına mâlik olursa nikâh bâtıl olur. Kadın kocasına mâlik olduğu onda onu
âzâd eder de o da kadını iddeti içinde boşarsa; yahut kadın müslüman olarak
İslâm diyarına çıkar da sonra kocası da müslüman olarak İslâm diyarına çıkar ve
kadını iddet içinde boşarsa. İmam Ebû Yusuf her iki meselede bu talâkı hükümsüz
bırakmış, İmam Muhammed ise her iki meselede vâki saymıştır. Talâkın sayısı
kadınlara bakarak itibar edilir. İmam Şâfii'ye göre ise erkeklere bakarak
itibar olunur. Binaenaleyh hür kadının talâkı üç, cariyenin talakı ise mutlak
surette ikidir. Talâk: niyet veya hâlin delâleti bulunursa, âzâd lâfzıyla vâki
olur. Bunun aksi caiz değildir. Çünkü milki izale etmek kaydı izaleden daha
kuvvetlidir.
İZAH
«Karı-kocadan biri diğerine» hakiki milkle
mâlik olursa nikâh bâtıl olur. Şu halde mükâteb karısını satın alırsa araları
ayrılmaz. Zira kölelik bâkîdir. Koca için sabit olan milkiyet hakkıdır. O ise
nikâhın devamına mâni değildir. Nitekim Fetih'te bildirilmiştir.
«İmam Ebû Yusuf» her iki meselede bu talâk
vâki değildir demiş, İmam Muhammed ise her iki meselede vâki olduğunu
söylemiştir. Çünkü iddet devam etmektedir. İddet bekleyen bir kadın ise talâka
mahâldir. Ebû Yusuf'un delili şudur: Ayrılık karı-kocadan birinin diğerine
mâlik olmasıyla yahut iki memleketin birbirine zıt olmasıyla meydana gelmiştir.
Binaenaleyh kadın talâka mahâl olmaktan çıkmıştır. İddet beklemekle mahalliyet
sabit olmaz. Nitekim fâsit nikâhta böyledir. Şarih âzâd etmek ve İslâm diyarına
çıkmakla kayıtlamıştır. Çünkü bunlardan önce talâk bilittifak vâki değildir.
İddetin talâk hakkında eseri zâhir değildir. Onun eseri ancak başka bir kocayla
evlenmek hakkında zâhirdir. Musaffâ'da böyle denilmiştir. İbn-i Melek.
T E M B İ H : Şurunbulâliyye sahibi diyor
ki: Musannıf birinci meselenin aksini zikretmemiştir. Ondan murad; kocası
karısını satın aldıktan sonra âzâd ederek iddet içinde onu boşamasıdır. Hüküm
İmam Muhammed'in kavli ile Ebû Yusuf'un birinci kavline göre talâkın vukuudur.
Sonra Ebû Yusuf bu kavilden dönmüş, talâkın vâki olmadığını söylemiştir.
Züfer'in kavli de budur. Fetva da buna göredir. Bunu Kâdıhân söylemiştir. Bu
izaha göre musannıfın Mecma sahibine uyarak talâk vâki değildir demesi
hususundaki fetva, kadın kocasını satın alıp da âzâd ettiği surete göredir.
«Talâkın sayısı kadınlara bakarak itibar
edilir.» Çünkü Peygamber (s.a.v.). "Cariyenin talâkı ikidir. İddeti de iki
hayızdır." buyurmuştur. Bu hadîsi Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-i Mâce ve
Darekutnî Hz. Âişe'den merfu olarak rivayet etmişlerdir. Tirmîzî, "Bu
hadis gariptir. Ama Rasulullah (s.a.v)'in Ashabıyla başkalarından olan ehl-i
ilim bununla amel etmişlerdir." demiştir. Darekutnî'de, "Kâsım ve
Sâlim müslümanların bununla amel ettiklerini söylemişlerdir." denilmiştir.
Tamamı Fetih'tedir. Fetih sahibi bu hadîsi incelemiş ve, "Sahih değilse
hasendir." demiştir.
«Mutlak surette» sözü hem hürreye, hem
cariyeye râcîdir. Yani hürre ve cariye ister hür, ister köle olan erkeğin
nikâhında bulunsunlar hüküm birdir. T.
«Âzad lâfzıyla» talâk vâki olur. Yani bir
adam karısına, "seni âzâd ettim" der de boşamayı niyet eder veya hal
bunu gösterirse, kadın boş düşer. Ama cariyesine, "seni boşadım"
derse âzâd olmaz. Çünkü milki yok etmek kaydı yok etmekten daha kuvvetlidir.
Azâd etmek talâkın lâzımı değildir. Binaenaleyh talâkı âzâd için istiare etmek
sahih değildir. Ama bunun aksi sahihtir. Dürer.
METİN
FER'Î MESELELER: Bir adam tahta gibi bir
şeyin üzerine okunaklı bir şekilde talâk kelimesini yazarsa, niyet ettiği
takdirde talâk vâki olur. Mutlak surette vâki olduğunu söyleyenler de vardır.
Su gibi bir şeyin üzerine yazarsa, mutlak surette talâk vâki olmaz. Mektup ve
hitap suretiyle yazarsa, meselâ "Ey filane! Bu mektubum sana geldiği vakit
sen boşsun" derse, mektup ulaştığında kadın boş olur. Cevhere. Bahır'da
şöyle denilmiştir: Bir adam karısına, "Senden ve filaneden başka benim her
karım boş olsun." diye yazar da, son kadının ismini silerek gönderirse,
kadın boş düşmez. Bu acayip bir hîledir. Yazı ile istisna yapması ileride
gelecektir.
İZAH
«Talâk kelimesini yazarsa ilh...» Hindiyye
sahibi diyor ki; «Yazı mersûm ve gayrı mersûm olmak üzere iki nevidir.
Mersûmdan maksadımız, gaibe yazılan mektup gibi adresli olmasıdır. Gayrı
mersûm, adressiz olandır. O da okunaklı okunaksız olmak üzere iki vecihledir.
Okunaklı olanı, bir sahifeye veya duvara yahut yeryüzüne okunup anlaşılacak
şekilde yazılandır. Okunaksızı, havaya ve su üzerine yazılan okunup anlaşılması
mümkün olmayandır. Okunmayan yazıda talâk vâki olmaz. Velevki niyet etmiş
olsun. Yazı okunur fakat adressiz olursa, talâkı niyet ettiği takdirde talâk
vâki olur, aksi taktirde olmaz. Yazı adresli ise, niyet etsin etmesin talâk
vâki olur. Sonra adresli yazı ikiden hâli değildir, ya talâkı gönderir ve,
"bundan sonra malûmun olsun ki sen boşsun" diye yazar. Bunu yazdığı
gibi talâk vâki olur ve yazdığı andan itibaren kadının iddet beklemesi
icabeder. Yahut kadının talâkını mektubun varmasına tâlik eder ve, "Bu
mektubum sana vardığında sen boşsun!" der. Mektup kadına geldiğinde onu
okusun okumasın talâk vâki olur. Hulâsa'da böyle denilmiştir. T.»
«Okunaklı bir şekilde» Yani adressiz mutad
şekilde yazarsa demektir. Adressiz diyekaydetmemesi, mukabilinden anlaşıldığı
içindir. Mukabili, "Mektup suretiyle ilh..." sözüdür. Adresliden
murad budur.
«Mutlak surette» sözünden murad; niyet
ettiği ve etmediği yerlerdir. «Mektup ulaştığında kadın boş olur.» Yani mektup
kadına vardıkta boş olur. Okunaklı ve adresli olan mektupta niyete muhtaç
değildir. "Ben bununla yazımı denemek istedim." diye iddiası kazaen
tasdik edilmez. Bahır. Bunun mefhumundan anlaşılır ki, adresli mektupta
diyaneten tasdik edilir. Rahmetî. Mektup kadının babasına varır da kızına
vermeden onu parçalarsa, bakılır: Babası kızının bütün işlerinde tasarruf
sahibi olup mektup kızın bulunduğu yerde eline geçmişse, talâk vâki olur. Böyle
olmazsa, kızın eline geçmedikçe talâk vâki olmaz. Babası mektup aldığını kızına
haber verir de mektubu parçalanmış olarak ona teslim ederse, okunup anlaşılması
mümkün olduğu takdirde talâk vâki olur. Aksi takdirde olmaz. Bunu Tahtâvi
Hindiyye'den nakletmiştir.
Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir: «Bir
adam bir kâğıda; bu mektubum sana vardığında sen boşsun, diye yazar da sonra
onu başka bir nüshaya geçirir yahut başka birine istinsah emri verir fakat
kendisi yazdırmazsa, kadına mektupların ikisi de geldiği takdirde, kocası bu
mektupları kendisi gönderdiğini ikrar eder veya kadın bunu isbat ederse, kazaen
iki defa boş olur. Diyaneten mektupların hangisi gelse bir defa boş olur. Diğer
mektup bâtıldır, Adam kâtibe, "Benim karımın talâkını yaz." derse, bu
talâkı ikrar olur. Velevki yazmasın. Başka birinden karısının talâkını
yazmasını istese, yahut bunu biri kocaya okusa, koca da mektubu alarak
mühürlese ve adresini yazarak kadına gönderse, mektup kadına vardığında koca
kendi mektubu olduğunu ikrar ederse talâk vâki olur. Yahut o adama, "bu
mektubu karıma gönder" veya, "bir nüsha yaz da ona gönder"
derse, kendi mektubu olduğunu ikrar etmez, beyyine de bulunmaz, lâkin bu işi
olduğu gibi anlatırsa, kazaen ve diyaneten kadın boş düşmez. Keza kendi eliyle
yazmadığı ve kendisi söyleyerek yazdırmadığı her mektup ile - o mektubu kendisi
gönderdiğini ikrar etmedikçe - talâk vâki olmaz.» Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.
«Bir adam karısına ilh...» Bu meselenin
sureti şudur: Adamın Zeynep adında bir karısı vardır. Sonra başka bir beldeden
Aişe isminde biriyle ev-lenmiştir. Zeynep bunu duymuştur. Adam Zeynep'ten
korkarak ona, "Benim sen ve Aişe'den başka her karım boş olsun." diye
yazar, sonra "Aişe'den başka" sözünü siler. H.
Ben derim ki: Sildiği yazıyı şahitlere
göstermesi gerekir. Tâ ki iş meydana çıkıp da hâkim Aişe'nin boş düştüğüne
hüküm etmesin.
«Bu acayip bir hiledir.» Acayip olması,
yazının silindikten sonra yine işe yaramasıdır.
«Yazı
ile istisna yapması ileride gelecektir.» Yani tâlik bâbında, "kadına, sözü
birbirine bitişikbir şekilde; sen boşsun inşaallah derse" dediği yerde
gelecektir. H. Hindiyye'de bildirildiğine göre bir kimse talâkı bir şey üzerine
yazar da diliyle istisna yaparsa (inşaallah derse); yahut diliyle boşayıp yazı
ile istisna yaparsa, sahih olur mu olmaz mı? Bu mesele hakkında rivayet yoktur.
Ama sahih olması gerekir. Zahîriyye'de böyle denilmiştir. T. Allahu a'lem.
METİN
Talâkın sarîhi yalnız talâkla kullanılan
kelimelerdir. Velevki Farsça olsun. "seni tatlik ettim, sen boşsun ve sen
mutallakasın." gibi sözler bu kabildendir. Kadına hitabı kaydetmesi
şundandır: Zira "Dışarı çıkarsan talâk vâki olur."; yahut "Benim
iznim olmaksızın çıkma. Çünkü ben talâka yemin ettim." der de kadın
çıkarsa talâk vâki olmaz. Çünkü kadına izafeti terk etmiştir.
İZAH
Musannıf nefs-i talâkı ve talâkın sünnî ve
bid'î diye yapılan ilk taksimiyle bu külliyatın bazı hükümlerini daha önce
zikretti. Şimdi de talâkın bazı cüz'iyyatını kadına ve kadının bir cüzüne izafe
ederek, yapılan talâk ile bu cüz'iyyatın sarih ve kinayelerinin hükümlerini
beyan ediyor. Binaenaleyh bu icmalden sonra gelen tafsilât gibidir.
«Yalnız talâkta kullanılan kelimelerdir.»
Yani ekseriyetle yalnız talâkta kullanılırlar. Nitekim Bahır sahibinin sözü de
bunu ifade etmektedir. Tahrir'de sarih: "Şer'i hükmü niyetsiz sabit olan
şeydir." diye tarif edilmiştir. Şeyden murad: sözdür yahut söz yerini
tutan okunaklı yazı veya anlaşılır işarettir. Şu halde kadına üç taş atmakla
yahut saçlarını tıraş etmesini emretmekle kadın boş düşmez. Velevki taş atmakla
ve tıraş olmakla talâkı kasdetsin. Çünkü talâkın rüknü sözdür yahut yukarıda
geçtiği vecihle söz yerini tutan şeylerdir.
«Velevki Farsça olsun.» Binaenaleyh
Farsçada yalnız talâkta kullanılan kelimeler sarih sözlerdir. Onlarla niyetsiz
talâk vâki olur. Hem talâkta hem başkasında kullanılanların hükmü ise, bütün
ahkâmda Arapça'nın kinayelerinin hükmü gibidir. Bahır. Hayreddin-i Remli'nin
Bahır hâşiyesinde Camiu'l-fusuleyn'den naklen bildirildiğine göre, bir adam
Farsça bir söz söyler de bu söz, "Şöyle yaparsam seninle benim aramızda
şeriatın kelimesi câri olsun." manâsına gelirse, bununla talâka yemin
sahih olmak gerekir. Çünkü bu söz Acemler arasında yemin hususunda âdettir.
Ben derim ki: Lâkin Nûru'l-Ayn sahibinin
beyan ettiğine göre zâhir olan, bununla yeminin sahih olmamasıdır. Çünkü
Bezzâziye'de elfâzı küfür bahsinde bildirildiğine göre, Şirvan köylerinde bir
kimse, "Ben her ne zaman şöyle yaparsam şöyle olsun." diyerek yemin
ederse, üç muallâk talâk olur, şeklinde şöhret bulmuştur. Ama bu bâtıldır. Avam
taifesinin saçmalarındandır.
T E M B İ H : Şurunbulâliyye'de şöyle
denilmiştir: «Türk diliyle, "sen boş" yahut "sen boş ol!"
diyerek yapılan talâk, maksada göre ric'î midir, bâin midir diye sual vâki
oldu. Çünkü bu sözün mânâsı, kof veya boş demektir. Araştırılmalıdır.»
Ben derim ki: Hayreddin-i Remlî'nin
talebesi Rahîmi ric'î talâk olacağına fetva vermiş ve; "Nitekim
Şeyhülislâm Ebussuud bununla fetva vermiştir." demiştir. Bizim
üstadlarımızınüstadı Türkmânî de dâr-ı saltanat müftüsü Ali Efendi
Fetevâ'sından ve Hâmidiyye'den bunun mislini nakletmiştir.
«Çünkü kadına izafeti terk etmiştir.» Yani
kadına mânevi izafeti terk etmiştir. Zira şart odur. Hitap da izafet-i
mâneviyedendir. İşaret de öyledir. "Şu kadın boştur" gibi. Keza
"karım boştur, Zeynep de boştur" gibi sözler de böyledir. H.
Ben derim ki: Şârihin zikrettiği ta'lilin
aslı Bahır sahibine aittir. O da bunu Bezzâziye'nin yeminler bahsindeki şu
sözünden almıştır: «Bir adam karısına; benim iznim olmaksızın bu hâneden çıkma.
Çünkü ben talâka yemin ettim, der de kadın dışarı çıkarsa talâk vâki olmaz.
Çünkü kadının talâkına yemin ettiğini söylememiştir. Başkasının talâkına yemin
etmiş olması ihtimali vardır. Binaenaleyh söz adamındır.» Bu ifadenin bir misli
de Hâniyye'dedir. Ama bundan çıkarılan hüküm söz götürür. Çünkü Bezzâziye'nin
sözünün mefhumu şudur: O adam karısının talâkına yemin etmek isterse talâk vâki
olur. Çünkü bu sözü başkasının talâkına sarfetme hakkı kendisine verilmiştir.
Şârihin Bahır sahibine uyarak yaptığı ta'lilin mefhumu ise, asla talâk vâki
olmamaktır. Çünkü izafet şartı yoktur. Halbuki kadını boşamak istese izafet
mevcut olur ve, "Çünkü ben senden talâka yemin ettim yahut senin talâkına
yemin ettim." mânâsına gelir. Erkeğin sözünde izafetin açık olması lâzım
değildir. Çünkü Bahır'da şöyle denilmektedir: «Bir adam boş olsun der de kimi
kasdettin diye sorulduğunda karımı cevabını verirse, karısı boş düşer.»
Şu da var ki, Kınye sahibi Bürhan'a nisbet
ederek şunu söylemiştir:«Bir adamı bir cemaat şarap içmeye dâvet eder de adam
ben talâka yemin ettim; ben içemem cevabını verir ve bunda yalan söylerse,
sonra içtiği takdirde karısı boş düşer. Tûhfe sahibi diyaneten boş düşmez demiştir.»
Tuhfe'nin sözü öncekine muhalif değildir. Çünkü murad, sade kazaen boş düşer
demektir. Yukarıda geçmişti ki, bir adam yalandan talâkı haber verirse,
diyaneten talâk vâki olmaz. Şakadan söyleyen bunun hilâfınadır.
Bu gösterir ki, talâkı açıktan kadına izafe
etmese de talâk vâkidir. Evet, bu sözü, "Ben başkasının talâkına yemin
etmeyi murad ettim" demediğine yorumlamak mümkündür. O zaman Bezzâziye'nin
ifadesine muhalif olmaz. Bunu Bahır'ın şu sözü de te'yid eder: «Bir adam; bir
kadın boştur yahut bir kadın üç defa boş oldu diye söyler de ben kendi karımı
kasdetmedim derse tasdik olunur.» Bundan anlaşılır ki, böyle demezse karısı boş
düşer. Çünkü âdet şudur: Karısı olan bir adam ancak onun talâkına yemin eder,
başkasının talâkına yemin etmez. Binaenaleyh, "Ben talâka yemin
ettim" sözü, başkasını kasdetmedikçe karısına sarfedilir. Zira sözü buna
ihtimallidir. Kadının ismini yahut babasının veya anasının yahut çocuğunun
ismini zikretmesi ve, "Amra boş olsun". yahut "filan adamın kızı",
yahut "filan kadının kızı" veya "filanın annesi boş olsun"
demesi bunun hilâfınadır. Zira ulema bukadının boş olduğunu açıklamışlardır.
Burada o adam, "Ben karımı kasdetmedim" derse, karısı söylediği gibi
olduğu takdirde kazaen tasdik edilmez. Nitekim kinayeler bahsinden az önce
gelecektir. Musannıf yakında zikredecektir ki, çok kullanılan sözlerden
bazıları da, "Talâk bana lâzım gelir, haram bana lâzım gelir, üzerime
talâk lâzım gelsin ve üzerime haram lâzım gelsin..." sözleridir.
Binaenaleyh örf olduğu için niyetsiz talâk vuku bulur ilh... Ulema bu gibi
sözlerle talâkın vâki olduğunu söylemişlerdir. Halbuki bunların hiçbirinde açık
olarak talâkı kadına izafe yoktur. Bu da Kınye'nin ifadesini te'yid eder.
Zâhirine bakılırsa o adam. "Örften dolayı karısını murad etmemiştir."
iddiasında tasdik edilmez. Allahu a'lem.
METİN
Bunlarla, yani bu sözlerle ve bunların
mânâsındaki sarîh sözlerle bir talâk-ı ric'î vâki olur. Bunlarda talâğ, telâğ
ve telâk yahut t, I, k veya talâkbaş gibi sözler de bilenle bilmeyen arasında
fark yapılmaksızın dahildir. Ben bunu korkutmak için söyledim demesi de kazaen
tasdik edilmez. Meğerki böyle yapacağına önceden şahit getirmiş olsun. Bununla
fetva verilir. O adama; sen karını boşadın mı diye sorulur da evet yahut belâ
diye cevap verirse, karısı boş düşer. Bahır,
İZAH
«Ve bunların mânâsındaki sarih sözlerle...»
Yani aşağıda söyleyeceği, "boş ol veya mutallaka" gibi sözlerle, keza
daha ziyade hâl mânâsında kullanılan, "seni boşadım" gibi sözlerle
bir talâk-ı ric'î vâki olur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
Ben derim ki: Zamanımızda âdet olan,
"boş oluyorsun" sözü ile, "talâkını al" sözü; kadının da
aldım demesi dahi bu kabildendir. Bu sözle niyet şart koşulmaksızın talâk vâki
olduğu sahihlenmiştir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Bahır'da; "Senin
talâkını diledim, talâkına razı oldum." gibi sözler de bu kabildendir
denilmişse de, burada hilâf vardır. Zeylâî'nin kesinlikle ifade ettiğine göre
bunların her ikisinde mutlaka niyet lâzımdır. Nitekim Hayreddin-i Remlî de
böyle demiştir. Yani bunlar kinayedir. Çünkü sarîh söz niyetle muhtaç değildir.
Yine Bahır'da, "Tâlâkını sana bağışladım, talâkını sana tefdi ettim ve
talâkını sana rehin ettim gibi sözler dahi bu kabildendir." denilmişse de,
şârih bunlarla talâkın vâki olmadığının sahihlendiğini söyleyecektir.
«Sen talâksın.» sözüne gelince: Bu söz,
zikredilenler mânâsında değildir. Çünkü bundan murad, bununla bir talâk-ı ric'î
vâki olur. Velevki hilâfını niyet etsin demektir. Nitekim musannıf bunu
açıklamıştır. "Sen talâksın" sözünde üçü niyet etmek de sahih olur.
Nitekim musannıf onun akabinde bunu söylemiştir.
«Sen filaneden daha boşsun.» sözüne
gelince: Nehir'de Valvalciyye'den naklen bunun kinaye olduğu bildirilmiş ve
şöyle denilmiştir: «Bu söz, kadının, filan karısını boşamışdemesine cevaben
söylenirse talâk vâki olur. Ama diyaneten olmaz. Nitekim Hulâsa'da
bildirilmiştir. Çünkü hâlîn delâleti niyet yerine geçer. Hattâ geçmemiş olsa
talâk ancak niyeti» olur.»
Talâğ, telâğ ilh...» Bahır sahibi diyor ki:
«Yanlış telâffuz edilen sözler de sarîh kısmındandır. Bunlar beştir.»
«T, l, k...» Buradakinin zâhirinden ve
Fetih ile Bahır'da dahi mislinin zikredilmesinden anlaşılıyor ki, maksat hece
harflerinin müsemmalarını söylemektir. Zâhire göre bunlarla isimlerinin
arasında fark yoktur. Zahîre'nin köle âzâdı bahsinde İmam Ebû Yusuf'tan naklen;
"Bir kimse cariyesine elif, nun, ta, ha, ra, ha derse (Bu harfler
bitiştiği takdirde. 'entihurratün'. 'sen hürsün' sözü meydana gelir.) yahut
karısına elif, nun, te, ta, elif, lam, kaf ('entitalikun'. 'sen boşsun' sözü
meydana gelir.) der de karısının boş olmasını, cariyesinin âzâdlığını niyet
ederse, karısı boş, cariyesi de âzâd olur. Bu kinaye, mesabesindedir. Çünkü bu
harflerden açık kelime mânâları anlaşılır. Yalnız bu şekilde kullanılmazlar.
Binaenaleyh niyete muhtaç olmak hususunda kinaye gibidirler." denilmiştir.
Sen biliyorsun ki, niyete muhtaç olunca,
burada zikredilmesi münasip değildir. Çünkü sözümüz ric'î talâkın neyle olacağı
hususundadır. Velev ki niyet etmesin, Şârih dahi bir sahife sonra bunların
niyete muhtaç olduğunu açıklayacaktır. Kinayeler bâbında dahi zikredecektir.
Bunu biz de talâk bahsinin başında Fetih'ten naklen arzetmiştik. Bahır'da,
şöyle denilmektedir: «Hece harflerini söylemekle, meselâ 'sen t, I, k' demekle;
ve keza erkeğe karını boşadın mı diye soruldukta, n, a, m; yahut b, I, y, diye
hece harfleriyle cevap verirse konuşmasa bile talâk vâki olur. Hâniyye sahibi
bunu mutlak bırakmış; niyeti şart koşmamıştır. Bedâyi sahibi ise niyeti şart
koşmuştur.»
Ben derim ki: Şart olduğunu açıklamamak
şart olmaya aykırı değildir. Şu da var ki, Hâniyye'deki ibare meselenin sözle
sorulup cevabın hece harfleriyle verilmesine aittir ki, bu da cevap istediğine
bir karinedir. Binaenaleyh niyetsiz olarak talâk vâkidir. Adamın baştan hece
harfleriyle sen boşsun demesi bunun hilâfınadır.
"Talâkbaş" Fârisî bir kelimedir.
Zahîre sahibi diyor ki: «Kadına, "seh-talâkbaş" yahut
"betalâkbaş" dese niyet hakem kılınır. İmam Zahîruddin bu üç surette
niyetsiz talâk vâki olduğuna fetva verirmiş.»
«Ben bunu...» Yani yanlış telâffuzu kadını
korkutmak için boşamaya niyetim yokken söyledim. derse kazaen tasdik edilmez.
«Sen karını boşadın mı?» Kezâ, "sen
karını boşadın değil mi?» denilse, Fetih sahibinin incelemesine göre örfen
belâ' yahut neam diye cevap vermesi arasında fark yoktur. Kadın boş düşer.
Nitekim bu bâbın sonundaki fer'î meselelerde gelecektir.
«Karısı boş düşer.» Yukarıda anlattığımız
vecihle, niyetsiz olarak kadın bir talâk-ı ric'î ile boş düşer. Yani talâkı
bâin yapacak bir karine bulunmazsa talâk ric'î olur. Bedâyi'de şöyle
denilmiştir: «(Sarih iki nev'idir. Ric'î sarîh, bâin sarih. Ric'î sarih:
Hakikaten zifaf olduktan sonra karşılıksız olmak şartıyla, bir de nassan veya
işareten üç adedi bulunmamak ve bâin olduğunu bildirecek bir sıfatla mevsuf
olmamak veya atıfsız bâin olduğunu bildirmemek, sayı ile veya bâin olduğuna
delâlet edecek sıfatla benzetme yapmamak şartıyla talâk harfleriyle yapılır.
Ric'î bâin: Bunun hilâfınadır ki, ayrılık ifade eden harflerle ve yine talâk
harfleriyle yapılır. Lâkin hakikaten zifaftan öncedir yahut zifaftan sonra olup
nassan yahut işareten üç adediyle beraberdir veya ayrılık bildiren bir sıfatla
mevsuftur yahut atıfsız ayrılık bildirir veya ayrılığa delâlet eden bir sayı
yahut sıfata benzetilir.»
Bu kayıtlarla neden ihtiraz ettiği musannıfın
bâbın sonunda zikredeceği sözlerden anlaşılacaktır. Orada, "Parmaklarıyla
işaret ederek sen şöyle boşsun derse, üç talâk vâki olur. Sen bâin talâkla
boşsun derse, bâin talâk olur." diyecektir. Ve bâin derse bunun
hilâfınadır. Sen bin gibi boşsun yahut "sen uzun boşsun" derse bâin
talâk olur. Fetih sahibi ikinci kısmın sarîhten olmadığını tercih etmiştir.
Binaenaleyh ondan ihtiraza hacet yoktur. Bahır sahibi Bedâyi'nin sözünü zâhir
bularak, "Sarîhin haddi hepsine şâmildir." demiştir. Nehir sahibi,
"Çünkü kesin olarak mâlûmdur ki, zifaftan önce yahut mal karşılığı talâkta
ve benzerlerinde bu söz kinaye değildir. Aksi takdirde niyete yahut halin
delâletine muhtaç olur. Bu suretle sarîh olduğu taayyün eder. Zira aralarında
vasıta yoktur." demiştir. Yine Nehir'de Sayrafiyye'den naklen,
"Karısına; sen boşsun. Benim sa-na döneceğim yok, derse ric'î talâk olur.
Fakat sana dönmemem şartıyla derse bâin olur." denilmiştir. Bâbın sonunda
son mesele hakkında sözün tamamı gelecektir.
METİN
Talâk-ı ric'înin hilâfını, yani bâini veya
bir talâk' tan fazlayı niyet etse bile bir talâk-ı ric'î olur. Şâfiî buna
muhaliftir. Yahut hiçbir şey niyet etmese yine talâk ric'î olur. Bu sözle bağlı
olduğu ipten boşanmayı niyet ederse, sayı ile birlikte söylememek şartıyla
diyaneten tasdik olunur. Zorla söyletilirse kazaen dahi tasdik olunur. Nitekim
ipten veya bağdan boşsun diye açık söylese sözü tasdik olunur. Keza kadının ilk
kocasından boş olduğunu niyet ederse, sahih kavle göre tasdik edilir. Hâniyye.
İşten boş olduğunu niyet ederse asla tasdik edilmez. Fakat bunu açık söylerse
yalnız diyaneten tasdik olunur.
İZAH
«Talâk-ı ric'inin hilâfını niyet etse bile»
cümlesini niyetle kayıtlaması şundandır: Çünkü ben bunu bâin yaptım yahut üç
talâk yaptım derse, İmam-ı Âzam'a göre dediği gibi olur. Onun kavline göre biri
üç yapmasının mânâsı, bire iki daha kattı demektir. Yoksa bir talâkı üçeböldü
demek değildir. Bedâyi'de böyle denilmiştir. Bâin olma meselesinde İmam Ebû
Yusuf 'da onunla beraberdir. Üç olma meselesinde beraber değildir. İmam
Muhammed her ikisini kabul etmemiştir. Nehir. Meselenin tamamı Nehir'le
Bahır'dadır. Onu musannıf da kinayeler bâbında zikredecektir.
Bu anlattıklarımızdan anlaşılır ki, talâkı
boştan sayı ile birlikte söyleyerek; sen iki defa boşsun yahut üç defa boşsun
dese vâki olur. Çünkü bundan sonraki bâbta görüleceği vecihle talâk her ne
zaman sayı ile birlikte söylenirse, sayı ile vâki olur. Talâk kelimesini
söyleyip sustuktan sonra sayıyı katarsa, hükmün ne olacağını kinayeler bahsinde
söyleyeceğiz.
«Şâfii buna muhaliftir.» sözü, sadece
"veya bir talâktan fazlaya". ifadesine râcîdir. Eimme-i Selâse buna
muhaliftir dese daha iyi olurdu. Nitekim Bahır'ın ifadesinden bu anlaşılır.
İmam-ı Âzam'ın ilk kavli de budur. Çünkü sözünün muhtemel olduğu mânâyı niyet
etmiştir. T.
«Yahut hiçbir şey niyet etmese yine talâk
ric'î olur.» Çünkü yukarıda geçti ki, sarih talâk niyete muhtaç değildir. Lâkin
talâkın hem kazaen hem diyaneten vâki olması için talâk sözünü mânâsını bilerek
kadına izafeyi kasdetmesi mutlaka lâzımdır ve onu ihtimalli bulunduğu mânâya
sarfetmemesi gerekir. Nitekim bunu Fetih sahibi ifade etmiştir. Nehir sahibi
dahi tahkîkte bulunmuştur. Bu şundan korunmak için lâzımdır: Kadının yanında
talâk meselelerini tekrar eder yahut bir kitaptan naklederek karım boştur
sözünü söyler yazarsa; veya başkasının yeminini hikâye ederse, kendi karısını
kasdetmedikçe asla talâk vâki olmaz. Bir de şundan korunmak içindir: Kadın
kocasına talâk sözünü söylemeyi öğretir de mânâsını bilmeden söylerse, Özcend
ulemasının verdikleri fetvaya göre asla talâk vâki olmaz. Onlar buna
gizlemekten korunmak için fetva vermişlerdir. Başkaları ise sadece kazaen talâk
vâki olmasın diye; bir de, sen hayızlısın diyecekken, dili sürçüp sen boşsun
demesinden korunmak için böyle fetva vermişlerdir. Çünkü böyle bir sözle yalnız
kazaen talâk vâki olur. Aynı zamanda sen talâksın sözüyle ipten boşsun mânâsını
niyet ederse ondan da korunmuşlardır. Çünkü bu sözle dahi yalnız kazaen talâk
vâki olur.
Şakacıya gelince: Onun talâkı hem kazaen
hem diyaneten vâkidir. Çünkü o, sebebi bile bile kasdetmiştir. şeriat da
hükmünü ister istemez aleyhine yürütmüştür. Nitekim yukarıda geçti. Bundan
anlaşılır ki, Bahır ve Eşbâl'taki, "Sarîh söz niyete muhtaç
değildir." ifadeleri yalnız kazaen geçerlidir. Diyaneten ise niyete
muhtaçtır. Bu mânâ ulemanın, "ipten boşanmasını niyet ederse: yahut
yanlışlıkla ağzından talâk sözü çıkıverirse, yalnız kazaen talâk vâki
olur." sözlerinden alınır. Yani diyaneten talâk vâki değildir. Çünkü onu
niyet etmemiştir demektir. Fakat bu söz götürür. Çünkü birincide diyaneten
talâk vâki olmaması, sözü ihtimâIli bulunan mânâya serfettiği içindir. İkincide
ise sözü kasdetmediği içindir. Bundan şu lâzım gelir: Diyaneten talâk vâki
olmak için sözü kasdetmek şarttır ve sahih te'vil yapılmamalıdır. Talâk
niyetine gelince: O şart değildir. Şu delille ki: İşten boşanmayı niyet ederse
tasdik edilmez. Diyaneten dahi talâk vâki olur. Nitekim gelecektir. Halbuki bu
adam talâkın mânâsını niyet etmemiştir. Şakadan boşadığında da öyledir.
«Diyaneten tasdik olunur» Yani niyeti
kendisi ile Allah Teâlâ arasında sahihtir. Zira sözünün muhtemil olduğu mânâyı
niyet etmiştir. Binaenaleyh müftü talâk vâki olmamıştır diye fetva verir. Fakat
hâkim kendisini tasdik etmez. Talâk vâki olmuştur diye aleyhine hüküm verir. Çünkü
söylediği karinesiz zâhirin hilâfıdır.
«Sayı ile birlikte söylememek şartıyla...»
Bu şartı Bahır sahibi ve baş-kaları düğüm veya bağı açık söylediği yerde
zikretmişlerdir. Meselâ sen şu düğümden üç kere boşsun derse, hem kazaen hem
diyaneten talâk vâki olur. Nitekim Bezzâziye'de böyle denilmiştir. Muhit sahibi
bunun illetini beyan ederek; "Çünkü bir düğümü üç defa çözmek tasavvur
edilemez. Bu sebeple söz mânâsız kalmamak için nikâh bağına yorumlanır."
demiştir. Nehir sahibi diyor ki: Bu ta'lil. iki defa söylemiş olsa hükmün ne
olacağını ifade eder.» Onun için şârih adedi mutlak söylemiştir. Âşikârdır ki,
açıkça düğümü söylemekle beraber âdet sebebiyle bu söz nikâh bağına
yorumlanınca, düğüm söylenmezse evleviyetle nikâh bağına yorumlanır.
«Kazaen dahi tasdik olunur.» Yani diyaneten
tasdik olunduğu gibi kazaen de tasdik edilir. Çünkü boşama kasdı olmadığına
delâlet eden karine vardır. O da zorla boşattırılmasıdır. T.
«Keza ilk kocasından boş olduğunu niyet
ederse ilh...» Bahır sahibi diyor ki: «Ey talik veya ey mutallâka sözü de
sarihtendir. Koca, ben bununla sövmeyi kasdettim derse, kazaen tasdik edilmez.
Diyaneten tasdik edilir. Hulâsa. Kadının evvelce boşandığı bir kocası varsa ve
kocası ben ondan boşandığını kasdettim derse, bütün rivayetlerin ittifakıyla
diyaneten tasdik olunur. Ebû Süleyman rivayetine göre kazaen de tasdik edilir.
Bu güzeldir. Nitekim Fetih'te böyle denilmiştir. Sahih olan da budur. Nasıl ki
Hâniyye'de bildirilmiştir. Kadının boşandığı kocası yoksa erkek tasdik edilmez.
Keza ölmüş kocası varsa yine tasdik edilmez.»
Ben derim ki: Ulema bu tafsili nidâ
suretinde zikretmişlerdir. Sen boşsun gibi ihbar suretinde zikreden görmedim.
«Aslâ tasdik edilmez.» Yani hem kazaen hem
diyaneten tasdik edilmez. Fetih sahibi şöyle demiştir: «Zira talâk, bağı çözmek
içindir. Kadın ise işle bağlı değildir. Binaenaleyh sözün muhtemeli değildir.
İmam-ı Azam'dan bir rivayete göre diyaneten tasdik olunur. Çünkü bu söz
kurtulmak için kullanılır.»
«Yalnız diyaneten tasdik olunur.» Yani
kazaen tasdik olunmaz. Çünkü boşadı da sonra istidrak yoluyla iş kelimesini
sözüne ekleyiverdi zannedilir. Düğüm kelimesini eklemesibunun hilâfınadır.
Çünkü o burada az kullanılır. Fetih. Hâsılı Bahır sahibinin dediği gibi düğüm
ile kaydın ve işin herbiri ya söylenir ya niyet edilir. Söylenirse, ya sayı ile
beraberdir yahut değildir. Sayı ile beraber söylenirse, niyetsiz talâk vâki
olur. Aksi takdirde işi zikrederse yalnız kazaen talâk vâki olur. Düğüm ve
kayıt sözlerinde hiçbir şey vâki olmaz. Bunları söylemez de niyet ederse, iş
sözünde diyaneten tasdik edilmez. Düğüm ve bağ sözlerinde diyaneten tasdik
edilir, kazaen talâk vâkidir. Meğerki zorla söyletilmiş olsun. Kadın hâkim
gibidir. Erkeğin söylediğini işitir veya kendisine âdil bir kimse haber
verirse, cima için imkân vermesi helâl olmaz. Fetvaya göre kadın bu koca yı da
öldüremez, kendisini de öldüremez. Kendisi için malla fidye verir yahut kaçar.
Nitekim kadın haram olunca, erkeğin de onu öldürmeye hakkı yoktur. Erkek her
kaçtıkça kadın onu sihirle geri çevirir. Bezzâziye'de Özcendî'den naklen
bildirildiğine göre kadın onu dâvâya verir. Erkek yemin eder de kadının
beyyinesi bulunmazsa günahı onun olur.
Ben derim ki: Yani kadın fidye vermeye veya
kaçmaya yahut kocasını men etmeye kâdir olamazsa, günah kocasının olur. Binaenaleyh
bu söz evvelkine aykırı değildir.
METİN
Talâk sensin yahut sen talâksın veya sen
talâkın tâlikisin veya sen bir talâk tâliksin sözleriyle hiçbir şey niyet etmez
veya mastarla niyet ederse, bir veya hürrede iki talâk vâki olur. Çünkü açık
mastardır, sayıyı taşımaz. Tâlik kelimesiyle ikinci bir talâkı niyet ederse,
kadın cima edilmiş olmak şartıyla iki ric'î talâk vâki olur ve sen boşsun sen
boşsun demiş gibi olur. Zeylâî. Üçü niyet ederse üç olur. Çünkü üç hükmî
ferddir. Onun içindir ki cariyede iki talâk, hürrede üç talâk mesabesindedir.
Keza kendinden önce bir kadın geçen hürre de böyledir. Cevhere. Lâkin Bahır
sahibi bunun hata olduğunu kesinlikle söylemiştir.
İZAH
«Talâk sensin ilh...» sözleri kadını
belirli veya belirsiz mastarla yahut sonunda mastar bulunan ism-i faille ifade
etmenin hükmünü beyandır.
«İki ric'î talâk vâki olur.» Hidâye
sahibinin tuttuğu yol budur. Bu kavil İmam Ebû Yusuf'tan rivayet olunur. Ebû
Yusuf Câfer dahi buna kaildir. Sözün mutlak olmasının gereği sahih olmamaktır.
Fahru'l-İslâm buna kail olmuştur. Fetih sahibi de onu te'yid etmiştir. Nehir
sahibi mezhepte tercih edilen kavlin bu olduğunu söylemiştir.
«Cima edilmiş olmak şartıyla» iki ric'î
talâk vâki olur. Cima edilmemişse, birinci talâkla boş olur; ikinci talâk hükümsüz
kalır.
«Çünkü açık mastardır.» sözü, yahut iki
talâk vâki olur ifadesinin illetidir. Yani mastar, birlikleri ifade eden
sözlerdendir. Onda hâlis adede riayet edilmez, birliğe riayet edilir. Bu da ya
hakikaten bir, yahut cins itibariyle bir olmakladır. İki adedi bunların
ikisinden de uzaktır. Nehir.
«Çünkü üç hükmî ferddir.» Zira üç bütün
talâkların hepsidir. Binaenaleyh o talâkın kâmil ferdidir. Onu murad etmek,
sayıyı murad etmek değildir. T.
«Onun içindir ki...» Yani hükmen fert
olduğu içindir ki demektir.
«Lâkin Bahır sahibi ilh...» şöyle demiştir:
«Cevhere'deki; hürreden önce bir kadın almışsa her ikisini niyet ettiği
takdirde iki talâk vâki olur, ifadesi açık hatadır.» Nehir sahibi bu hususta
söz etmiş; "Birinci kadınla birlikte iki talâkı niyet ederse üç talâkı
niyet etmiş demektir. O halde milkinde yalnız vâki olan iki talâk
kalmıştır." demiştir. H.
Ben derim ki: Eğer maksat birinciye katılan
iki talâkı niyet etmesi ise, bununla o kimse ikiyi niyet etmekten çıkmaz. Bu da
hâlis adettir, niyet edilmesi sahih değildir. Maksat bu adam birinci talâk da
içlerinde olmak üzere üçü niyet etmiştir demekse bu sahihtir. Çünkü üç itibarî
ferddir. Zahîre'de şöyle denilmiştir: «Hürreyi bir defa boşar da, sonra ona,
sen bana haramsın diyerek ikiyi niyet ederse niyeti sahih olmaz. Üç talâkı
niyet ederse, niyeti sahih olur ve diğer iki talâk vâki olur»
FER'İ MESELE: Bezzâziye'de şöyle
denilmiştir: «Bir adam iki karısına; siz haramsınız der de birisi hakkında üç
talâkı, diğeri hakkında bir tâlakı niyet ederse. İmam-ı Azam'a göre niyet sahih
olur. Fetva da buna göredir»
METİN
Talâkta kullanılan sözlerden bazıları da;
talâk bana lâzım geliyor, haram bana lâzım geliyor, bana talâk düşüyor, bana
haram düşüyor, sözleridir. Örf bulunduğu için bunlarla niyetsiz talâk vâki
olur. O adamın hiç karısı yoksa, bu söz yemin olur. Yeminini bozarsa kefaret
verir. Kudûri'nin Tashih'i.
İZAH
«Örf bulunduğu için bunlarla niyetsiz talâk
vâki olur.» Yanı bunlar kinaye değil sarih sözlerdir. Buna delil; niyetin şart
olmamasıdır. Velevki haram kelimesiyle vâki olan bâin olsun. Çünkü sarih sözle
bazen bâin talâk vâki olur. Nitekim yukarıda geçti. Lâkin sarih sözle bâin
talâkın vukubulması söz götürür. Biz onu kinayeler bâbında söyleyeceğiz.
Şârihin söylediklerinin sarih olması, örf-ü âdette kadın boşamada bu sözlerin
kullanılmaları yaygın olduğu içindir. Halk bunlardan başka talâk sîgası
bilmezler ve bunlarla ancak erkekler yemin ederler.
Yukarıda geçti ki sarih, örf-ü âdete göre
talâkta kullanılması daha fazla olan kelimedir. Öyle ki örfen ancak talâkta
kullanılır. Yani hangi dilde olursa olsun böyledir. Bu, zamanımızın örfünde de
böyledir. Binaenaleyh bu sözleri sarîh itibar etmek gerekir. Nitekim
müteehhirin ulema, "Sen bana haramsın." sözüyle, niyetsiz talâk-ı
bâin vâki olduğuna fetva vermişlerdir. Çünkü örf vardır. Halbuki mütekaddimin
ulemaya göre nassan sâbit olan bunun niyete bağlı olmasıdır. Bu. aşağıda
gelecek olan, "Karısına, talâkın üzerime olsun dese bir şey vâki
olmaz." ifadesine aykırı değildir. Çünkü o örf galebe etmediğine göredir.
Rumeli müftüsü Allâme Ebussuud Efendi'nin, "Talâk borcum olsun veya talâk
bana lâzım olsun. sözleri ne sarîhtir ne de kinaye." diye fetva vermesi
buna yorumlanır. Yani onun zamanında onlar örf-ü âdet olmamıştır. Onun içindir
ki, musannıf Minah adlı eserinde, "Bunların talâkla kullanılması bizim
memleketimizde yaygın örf haline gelmiştir. Halk bunlardan başka talâk sigası
bilmezler. Binaenaleyh böyle bir sözle niyetsiz dahi fetva vermek icabeder.
Nitekim haram bana lâzım geliyor, haram üzerime borç olduğu gibi sözlerde hüküm
budur." demiştir.
Örf bulunduğu için bununla talâk vâki
olduğunu açıklayanlardan biri de Şeyh Kâsım'dır. Tashih'inde. "Ebussuud'un
fetvası, onların memleketinde bu sözün talâkta aslâ kullanılmamasına mebnîdir.
Nitekim gizli değildir." demiştir. Şeyh Kâsım'ın söylediğini ondan önce
muhakkık üstadı Kemâl b. Hümam Fethu'l-Kadîr'de söylemiş; Bahır ve Nehir
sahipleri de ona tâbi olmuşlardır. Abdülgâni Nablusi'nin bu hususta,
"Ref'ül-İnfilâk fialeyye't-Talâk" adını verdiği bir risalesi vardır
ki, o risalede diğer üç mezhebe göre talâk vâki olduğunu nakletmiştir.
Ben derim ki: Ben bu meselenin bizim
mezhebimizde mutekaddimin ulemadan nakledildiğini gördüm. Zahîre'de şöyle
denilmektedir: «Şu işi yaparsam üç tatlîk üzerime olsun; yahut vâcipler üzerime
olsun diyen bir kimse hakkında İbn-i Selâm'dan rivayet edildiğine göre, o belde
halkının yeminlerinde galebe çalan âdeti itibar olunur» Bunu Surûcî dahi
Gâye'de zikretmiştir. Nitekim gelecektir. Gerçi Hayriyye sahibi Ebussuud
Efendi'ye uyarak bununla talâk vâki olmaz diye fetva vermişse de, sonra ondan
dönerek hemen arkacağından hilâfına fetva vermiş ve şöyle demiştir: «Ben derim
ki: Bu sözle şu zamanda talâkın vâki olması haktır. Çünkü boşama manâsında
şöhret bulmuştur. Binaenaleyh fercler meselesinde ihtiyatla amel etmiş olmak
için buna dönmek ve buna itimat etmek vâciptir
TEMBİH: Muhakkık İbn-i Hümam'ın Fetih'teki
ibaresi şöyledir: «Yemin ederken, talâk bana lâzım gelsin, bunu yaymam demek
bizde örf olmuştur. Bunu söyleyen, yaparsam bana talâk lâzım gelsin demek
ister. Binaenaleyh bunu aleyhlerine yürütmek gerekir. Çünkü bu söz, ben şunu
yaparsam sen boşsun demiş gibi olur. Keza köyler hâlkı, "üzerime talâk
borç olsun bunu yapmam" diye yemin etmeyi örf-ü âdet edinmişlerdir.» Bu
açık olarak gösteriyor ki, bu söz mânâ itibariyle üzerine yemin edilen fiile
örfün galebesiyle tâlik yapmaktır. Yalnız bunda açık olarak tâlik edatı yoktur.
Tatarhâniyye'nin ondokuzuncu faslında da, bu muteberdir diye açıkca ifade
edildiğini gördüm. Orada şöyle deniliyor: «Hâvî'de Ebu'l-Hasen Kerhi'den naklen
bildirildiğine göre, sabah namazını kılmamış olmakla itham edilen birkimse;
kölem hür olsun ben onu kıldım derse, ve bu sözle şart yapmak onların dilinde
örf-ü âdet ise, Kerhî; ben onların işini örf edindikleri şarta göre yürütürüm.
Nasıl ki bir adam; sabah namazını kılmadımsa kölem hür olsun der de, kıldığı
anlaşıldığında köle âzâd olmazsa, burada da öyledir demiştir.»
Bezzâziye'de şu ibare vardır: «Bir adam
karısına: şu hâneya girersen sen boşsun, seni mutlaka boşarım derse, işte bu
adam o hâneye girerse karısını boşayacağına talâkla yemin etmiştir. Bu söz; şu
hâneye girersen kölem hür olsun, seni mutlaka döverim demesi mesabesindedir. Bu
adam hâneye girerse karısını mutlaka dövmek için, kölesinin âzâdına yemin etmiştir.
Binaenaleyh karısı o hâneye girerse onu boşaması lâzım gellr Kan-disi veya
karısı ölürse, hayatın sonunda şart ortadan kalkmış demektir.» Yani talâk vâki
olur. Nitekim Münyetü'l-Müfti'de beyan edilmiştir.
Ben derim ki: O adam şöyle demiş gibi olur:
«Sen şu hâneye girersen ve ben de seni boşamazsam sen boşsun.» ve «Sen şu
hâneye girersen ben de seni dövmezsem kölem hür olsun.» Hambeliler kitaplarında
bunun, vallâhi yaparım mesabesinde yemin yerine kullanıldığını söylemiştir.
Nehir sahibi de şöyle demiştir: «Bir kimse, talâk borcum olsun veya talâk bana
lâzım gelsin yahut haram lâzım gelsin der de şunu yapmam demezse, hükmün ne
olacağını ulemanın kitaplarında bulamadım.» Miskîn hâşiyelerinde şöyle
denilmiştir: «Bunu üstadımız Surûci'nin Gâye'sinde Mugnî'ye nisbet edilmiş
olarak açıklandığını görmüştür. İbaresi şudur: Talâk bana lâzım gelir yahut
talâk bana lâzımdır, sarihtir. Çünkü talâkı vâki olan kimseye, ona talâk lâzım
oldu denilir. Üzerime talâk lâzım gelsin sözü de öyledir.» Seyyid Hamevî'nin Gâye'den
naklettiğine göre, talâk bana lâzımdır sözü niyetsiz vâki olur.
Ben derim ki: Lâkin ihtimâl Gâye'nin
muradı, üzerine yemin edilen şey zikredildiği surettir. Zira biliyorsun ki,
bununla örfte tâlik kasdedilir. Bana talâk borç olsun bu işi yapmam demek, bu
işi yaparsam sen boşsun demek gibidir. Şöyle yapmam sözünü söylemeyince, sadece
talâk bana borç olsun kısmı tâliksiz olarak kalır. Örf olan, bunun inşada değil
tâlik yerinde kullanılmasıdır. İnşada anında geçerli olarak kullanılması örf
olmayınca sarih sayılmaz ve aşağıda gelen, seni boşamak borcum olsun sözündeki
hilâfa göre olmak gerekir. Sonra gördüm ki Seyyid Abdulgâni risalesinde bunun
benzerini zikretmiş.
TETİMME: Üçü niyet edenin niyeti sahih
olmak gerekir. Çünkü talâk sözü mastarla zikredilmiştir. Mastarda üçü niyetin
sahih olduğunu biliyorsun. Haram üzerime borç olsun sözünde de böyledir. Ulema,
sen bana haramsın sözünde üç talâkı niyet etmenin sahih olduğunu
açıklamışlardır.
«Yemin olur ilh.. » Yani harama yemin
ettiği surette yemin olur. Zira Zahîre ve diğer kitaplardazikredilen budur.
Sonra gördüm ki Bezzâziye sahibi şöyle demiş »Talâkın haram lâfzıyla vâki
olduğu yerlerde o adamın karısı yoksa yeminini bozduğu zaman kendisine kefaet
lâzım gelir. Nesefî kefaret lâzım gelmez kanaatındadır.»
METİN
Üzerime kolumdan talâk lâzım gelsin sözü de
böyledlr. Bahır. Seni boşamak boynuma borç olsun dese talâk vâki olmaz. Vâcip
olsun, lâzım olsun, sabit olsun veya farz olsun kelimesini ziyade etse acaba
talâk olur mu? Bezzâzî muhtar olan kavle göre olmaz demiş; Kaadı Hâsî olur diye
cevap vermiştir.
İZAH
«Üzerime kolumdan talâk lâzım gelsin.» sözü
Bahır sahibinin bir incelemesidir. O bunu yukarıda geçen; «Bir kimse; sen şu
işten boşsun der de yanında sayı zikretmezse kazaen talâk vâki olur, diyaneten
olmaz.» sözünden almış ve şöyle demiştir: «Çünkü bu söz, burada talâkın
evleviyetle vâki olduğunu göstermektedir.» Allâme Makdisî bunu reddetmiş;
«Çünkü kendisine benzetilende talâka mahâl olan kadına hitap etmiş; sonra
kadının hissen ve şer'an bağlı olmadığı ameli zikretmiştir. Binaenaleyh sözü
örf-ü âdet olan şer'i mânâdan başkasına değiştirmek delilsiz sahih değildir.
Benzetilen bunun hilâfınadır. Çünkü talâkı mahalli olmayan bir şeye izafe
etmiştir ki o da koludur. Halbuki ben senden boşum dese hükümsüz olur.»
demiştir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır, Hayreddin-i Remlî de bunun
benzerini söylemiştir.
Ben derim ki: şöyle denilebilir: Burada
talâkı mahallinden başka bir yere izafe etmek yoktur. Zira yukarıda geçtiği
vecihle. «Üzerime talâk lâzım gelsin ben bu işi yapmam.» sözü, «Eğer yaparsam
sen boşsun.» demek gibidir. Binaenaleyh örfte mânâ itibariyle kadına izafe
edilmiştir. Adı geçen izafet muteber olmasa talâk vâki olmazdı. Bunun gibi bu
da, «Ben şöyle yaparsam sen benim kolumdan boşsun.» demek gibi olur ve kadına
izafette kendisine benzetilene müsavi olur. Şu da var ki, «Ben senden boşum.»
sözünde açık olarak erkeği talâkla vasıflandırmak vardır. Binaenaleyh talâk
vâki olmaz. Çünkü talâk kadının sıfatıdır.
«Üzerime talâk borç olsun.» sözüne gelince:
Bunun mânâsı, kadını boşamanın kocası üzerine vâki olmasıdır. Burada talâkı
mahallinden başka bir yere izafe yoktur. Bilâkis mahalline izafe vardır. Hem de
vukuun mahalline izafetiyle birliktedir. Çünkü halkın dilinde. «Böyle dediği
vakit onun üzerine talâk vâki olur.» sözü şuyu bulmuştur. Evet, Hayreddln-i
Remlî şöyle demiştir: «Üzerime kolumdan talâk lâzım gelsin, sözüyle yemin eden
kimse, bununla kesin olarak karısını kasdetmez. Çünkü avam takımının âdeti,
talâk olur korkusuyla bu sözü kadına söylemekten çekinmektir. Onun için bazen
kolundan, bazen mürüvvetinden derler. Bazıları bunu söyledikten sonra,
"Çünkü kadınları anmakta hayır yoktur". cümlesiniziyade ederler.»
Ben derim ki Eğer örf böyle ise, talâk vâki
olmayacağında tereddüt etmemek gerekir. Çünkü bu adam talâkı koluna ve
benzerine yapmıştır, kadının üzerine yapmamıştır. Sonra Hayreddin-i Remli şöyle
demiştir: «Meğerki üzerime kolumdan üç talâk lâzım gelsin demiş olsun. Bunun
vukuu için bir vecih söylenebilir. Çünkü üçü zikretmek onu tayin eder.»
«Seni boşamak boynuma borç olsun derse...»
Hâniyye'de şöyle denilmiştir «Seni boşamak boynuma borç olsun, dese Asıl adlı
kitapta istişhadın vechi anlatılırken şöyle denilmiştir: Görmüyor musun bir
adam Allah için karımı boşamak boynuma borç olsun dese bir şey lâzım gelmez.»
Ben derim ki: Bu sözün muktezası şudur:
Seni boşamak boynuma borç olsun sözünde talâk vâki olmamasının illeti, bunun
nezir sigası olmasıdır. Bu hacc boynuma borç olsun demek gibidir ve kadını
boşamaya nezretmiş gibidir. Nezir ise ancak maksut olan bir ibadette yapılır.
Talâk Allah Teâlâ'ya helalların en çirkinidir. O ibadet değildir. Bu sebeple o
kimseye bir şey lâzim gelmez.
«Ziyade etse ilh...» demesinden anlaşılıyor
ki, bir şey ziyade etmeksizin seni boşamak boynuma borç olsun sözünde
zikredilen hilâf yoktur. Hâniyye ve Hulâsa'dan anlaşılan da budur. Lâkin
Seyyidi Abdülgâni'nin, Serahsî'nin Edebu'l-Kaadi'sinden naklettiğine göre bir
adam karısına. «Seni boşamak üzerime farz olsun» yahut «lâzım olsun» veya «Seni
boşamak borcumdur.» dese, sahih kavle göre bunların hepsinde talâk vâki olur.
Köle âzâdı bunun hilâfınadır. Çünkü o vâcip olan şeylerdendir. Binaenaleyh
ihbar sayılır. Bu sözün bir mislini Muhit Muhtasar'ından da nakletmiştir.
«Kaadı hâsi olur diye cevap vermiştir.»
Kaadı Hâsî'nin Fetevâ'sında ibaresi şöyledir: «Bir adam karısına, seni boşamak
üzerime vâcip olsun; yahut seni boşamak bana lâzımdır dese. Ebû Hanife'ye göre
niyetsiz talâk vâki olur. Muhtar olan kavil budur. Muhammed b. Mukâtil buna
kaildir. Fetva da buna göredir. Sen bilirsin ki, fetva sözü sahihleme
sözlerinin en kuvvetlisidir. Hâniyye sahibinin Fatih Ebû Cafer'den naklettiğine
göre. «Üzerime vâciptir.» sözüyle talâk vâki olur. Çünkü halk bunu örf-ü âdet
edinmiştir.»
«Sabit olsun, farz olsun, lâzım olsun...»
sözleriyle talâk vâki olmaz. Çünkü bu hususta örf-ü âdet yoktur. Bu sözün
muktezası şudur: Üzerime talak borç olsun sözüyle talâk vâki olur. Çünkü bu,
bildiğin gibi zamanımızdan örf olmuştur. Hâsi talâkın vukuunu şu sözüyle ta'lil
etmiştir: «Çünkü talâk vâcip veya sabit olmaz. Bilâkıs onun hükmü sabit olur.
Hükmü de ancak vukuundan sonra vâcip ve sabit olur.''»
Fetih sahibi diyor ki: «Bu, talâkın
iktizaen sabit olduğunu gösterir ve niyetine bağlıdır. Meğerki bu hususta
yaygın bir örf bulunduğu anlaşılsın. O zaman sarih olur ve başkamânâya
yorumlamak hususunda kazaen tasdik edilmez. Ama o kimseyle Allah Teâlâ arasında
talâkı niyet etmişse talâk olur, etmemişse olmaz. Çünkü bazen bu iş bana
vâciptir denilir de yapmam gereklidir mânâsı kasdedilir, yaptım mânâsı
kasdedilmez. Bu adam sanki seni boşamam gerekir demiş gibidir.»
METİN
Seni Allah boşasın dese, acaba niyete
muhtar olur mu? Kemâl diyor ki: «Doğrusu evet olur.» Kocası karısına, «sen
tâlik ol» yahut «boşanmış ol» veya «ey mutallâka» dese talâk vâki olur. Keza,
«ey tâli», «ey tâlu» sözleriyle talâk vâki olur. Çünkü bu terhimdir. (Ey tâlik
kelimesinin kısaltılmışıdır.) Yahut, «sen tâli» derse talâk vâki olur. Aksi
takdirde niyete bağlı kalır. Nitekim bunu heceleyerek harf harf söylese; yahut
âzâd kelimesini böyle söylese niyetine bağlıdır.
İZAH
«Kemâl diyor ki: Doğrusu evet olur.» Bu
sözü ondan Bahır ve Nehir sahipleri nakletmiş ve hilâfı hikâye ettikten sonra
Kemâl'i tasdikte bulunmuşlardır. Vechi şudur: Bu söz duaya ihtimallidir.
Binaenaleyh niyete bağlıdır. Tatarhâniyye'de Attabiyye'den naklen şöyle
denilmiştir: «Muhtar olan kavil, niyete bağlı olmamasıdır. Zahîruddin bununla
fetva verirdi. Makdisî, bizim zamanımızda vâki olur demiştir. Bunun benzeri
şudur: Adam karısından beraet ister, o da Allah seni beri kılsın der. Bu fetva
hâdisesi olmuştur. Ben bunun sahih olduğunu yazdım. Çünkü bu halkın örfü
olmuştur.»
Ben derim ki: Bunun bir misli de Kâri-i
Hidâye Fetevâ'sında ve Muhibbîyye manzumesindedir. Tamamı hul'da gelecektir.
«Tâlik ol yahut boşanmış ol.» sözleri
hakkında Fetih sahibi şunu söylemiştir: «İmam Muhammed'den rivayet edildiğine
göre talâk vâkidir. Çünkü «ol» kelimesi hakikatta emir değildir. Zira kadının
kadından boş olması tasavvur edilemez. Bu emir kadının boş olmasını isbattan
ibarettir. Nitekim Teâlâ Hazretlerinin, «Ol der. O do oluverir.» âyet-i
kerimesi, emir değil yaratmaktan kinayedir. Kadının boş olması önceden boşamayı
iktiza eder. Bu söz, geçmişte talâk ikâını tazammun eder. Boşanmış ol sözü de
böyledir. Cariyeye efendisinin hür ol demesi bu kabildendir.»
«Ey mutallâka!» sözü hakkında evvelce
demiştik ki: Şayet kadının kocası var da onu evvelden boşamış olup. «Ben o
talâkı kasdetmiştim.» derse diyaneten tasdik olunur. Sahih kavle göre kazaen de
öyledir. Tatarhâniyye'de Muhit'ten naklen, «Kocası sen boşsun der de sonra ey
mutallâka diye çağırırsa, ikinci bir talâk vâki olmaz.» denilmiştir. Ey
mutallâka yerine ey mutlaka dese, bu söz kinayeye mülhak olur. Nitekim
Bahır'dan naklen arzetmiştik,
«Talâk vâki olur.» Yani niyete muhtaç değildir.
Çünkü sarîh sözdür.
«Ey tâlu» şeklini inceleme neticesi Nehir
sahibi söylemiş ve şöyle demiştir. «Tâlu demesininde aynı hükümde olması
gerekir. Çünkü lügaten tâlu; beklemeyen mânâsına gelir. Tâle demesi bunun
hilâfınadır. Çünkü niyete bağlıdır» Kendisine itiraz edilmiş ve şöyle
denilmiştir: «Tâlu dediği zaman dahi niyete bağlı olması gerekir. Çünkü
diğerini beklemezse, t. I, k maddesi mevcut olmadığı gibi, mülâhaza dahi
edilemez. Binnenaleyh sarîh değildir. Bekler mânasına gelen tâli bunun hilâfınadır.»
Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir.
Münadanın terhiminde zamme şekli sabit bir lugat olduğuna göre, terhim yapmakla
o söz nidâdan önceki mânâsından çıkmaz. Çünkü terhim yapılan sözü işiten
herkes, o kelimeye nidâ edildiğini bilir. Atılan kısmı bekleyip beklememek
itibari bir şeydir. Ulema bunu o kelimeyi zamme va kesire ile okuyabilmek için
takdir etmişlerdir. Aksi takdirde münadanın çağrılması kasdedilmeyen başka bir
isim olması lâzım gelir. Bana zahir olan budur.
«Yahut sen tâli derse...» niyetsiz talâk
vâki olur. «Sen tâki» demesi, yani tâlik kelimesinden 'l' harfini atması bunun
hilâfınadır. Çünkü bununla niyet etse de talâk vâki olmaz. Örfen mûtad olan,
kelimenin (orta harfini değil) sonunu atmaktır. Tatarhâniyye.
«Aksi takdirde...» Yani münada olmayan
tâlik kelimesini tâli şeklinde söylemezse, talâkın vukuu niyete bağlı kalır.
Talâk müzakeresi ile öfke hali de niyet hükmündedir. Nitekim Hâniyye'de
belirtilmiştir. Fethu'l-Kadir'in kinayeler bahsinde şöyle denilmiştir: «En
güzeli, mutlak surette niyete bağlı olduğunu söylemektir. Çünkü tâlik kelimesi
kafsız söylenirse, bilittifak sarih değildir. Çünkü kullanılması çok değildir.
Terhim dahi lügatta nidâdan başka yerde caiz değildir. Şu halde lugaten, örfen
diye bir şey yoktur. Kazaen yeminiyle birlikte tasdik olunur. Bundan yalnız
öfke ile talâk muzakeresi hâli mustesnadır, Bu hallerde kelimeyi sâkin okusun
okumasın kazaen talâk vâki olur.» Tamamı Fetih'tedir.
Ben derim ki: Tatarhâniyye'den
naklettiğimiz. «Kelimenin sonunu atmak örten âdettir.» sözü cevabı ifade eder.
Çünkü tâlik kelimesi kesin olarak sarihtir. Kelimenin sonunu atmak örfen âdet
olunca, bu onu sarîh olmaktan Çıkarmaz. Gerçekten kelimenin sonunu atmak, sözün
güzelliklerinden, sayılmıştır. Bedi uleması onu iktifa kısmından sayarlar. Şu
da var ki, kelimenin sonunu başka bir harfle değiştirmek - evvelce geçen bozuk
talâğ ve telâğ kelimeleri gibi - o kelimeyi sarih olmaktan çıkarmaz. Halbuki o
kelimenin o şekilde kullanılması çok değildir. Bu olsa olsa ondan sarih lâfız
kasdedildiği içindir. Bozuk şekil ârızîdir. Çünkü ya hataen ağızdan çıkıverir
yahut konuşanın dili öyle olduğu için kasten öyle söylenilir. Benim akl-ı
kâsırıma zâhir olan budur.
METİN
Nehir'de Tashih'ten naklen, «Sana talâkını
rehin ettim.» gibi sözlerle sahih kavle göre talâk vâki olmadığı
bildirilmiştir. Bir kimse, sen boşsun gibi bir sözle talâkı karısına veya
boyun, ünük, ruh, beden ve ceset, ferc, yüz, baş ve keza kıç gibi kadının
bütününü ifade eden bir uzvuna; yahut yarısı ve üçte biri gibi - onda birine
kadar - şâyi bir cüzüne izafe ederse, talâk vâki olur. Çünkü beden parçalanmayı
kabul etmez. Kollarla bacaklar cesette dahildir. Bedende dahil değildir. Bud ve
dübür ile muhtar kavle göre kan bunların hilâfınadır.
İZAH
«Nehir'de Tashih'ten naklen ilh...» Yani
Allâme Kâsım'ın Tashihu'l-Kudûri nâmındaki kitabından ibare nakledilmiştir ki,
bununla Bahır sahibine ret cevabı verilmek istenilmiştir. Bahır sahibi, «Sana
talâkını hibe ettim.» sözünden, bu sözün sarih olduğunu anlamıştır. Keza, «Sona
tevdi ettim, sana rehin ettim.» sözlerinden bunların sarih oldukları mânâsını
çıkarmıştır. Nehir sahibi diyor ki: «Tashih-i Kudûri'de Kâdıhân'dan
nakledildiğine göre, sana talâkını hibe ettim sözünde sahih kavil, talâkın vâki
olmamasıdır. O halde sana tevdi ettim, sana rehin ettim sözleriyle talâk vâki
olmaması evleviyette kalır. İleride göreceğiz ki, sana rehin ettim sözü
kinayedir. Muhit'te beyan edildiğine göre bir kimse karısına, «Sana talâkını
rehin ettim.» dese, ulema talâk vâki olmadığını söylemişlerdir. Çünkü rehin milkin
elden gitmesini ifade etmez.»
Ben derim ki: Kinaye olmasının muktezası
şudur: Talâk niyet bulunmak şartıyla vâki olur. Bahır sahibi bunu kinayeler
bâbında kinayelerden saymıştır. Keza sana talâkını hîbe ettim, sana talâkını
tevdi ettim, sana talâkını ödünç verdim sözlerini de kinayelerden saymıştır.
Tamamı kinayeler bâbında gelecektir.
«Sen boşsun gibi...» Keza o boştur, şu
boştur gibi zamir ve ism-i işaretlerle veya soyadı ve benzeriyle talâkı kadına
izafe ederse kadın boş olur. Musannıf muradın mânâya tahsisi itibariyle kadının
bütününü ifade eden sözler olduğuna işaret etmiştir.
«Kadının bütününü ifade eden» sözüyle de,
mecaz yoluyla bütününü ifade eden kelimelere işaret etmiştir. Yoksa Fetih'te
beyan edildiği gibi bunların hepsiyle bütün beden ifade edilir.
«Boyun ilh...» kelimesiyle bütün ceset
ifade edilir. Çünkü Teâlâ Hazretlerinin, «Bir boyun âzâd etmesi lâzım gelir.»
âyet-i kerimesinde boyun kelimesi bütün ceset mânâsına kullanılmıştır.
«Ünükleri ona âmâde oldu.» âyet-i kerîmesindeki ünük sözü de böyledir. «Ruhu
helâk oldu.» cümlesindeki ruh kelimesi nefsi mânâsındadır. Nefis kelimesi de
bütün vücudu mânâsına gelir. Nitekim, «Biz onlara Tevrat'ta nefse karşı nefis
diye yazdık.» âyet-i kerîmesinde nefis bu mânâyadır.
«Ferc» kelimesi, «Allah kaltak üzerindeki
ferclere lânet etsin.» hadîs-i şerifinde bütün beden mânâsında kullanılmıştır.
Fetih sahibi bu hadisin cidden garip olduğunu söylemiştir.
«Yüz» kelimesi, Teâlâ Hazretlerinin, «Onun
yüzünden başka her şey helâk olacaktır. Yalnız Rabbinin yüzü kalacaktır.»
âyet-i kerîmesinde Allah Teâlâ'nın zâtı mânâsında kullanılmıştır. Baş kelimesi
de öyledir. "Kölelerden bir ve iki baş âzâd etti.", "Senin başın
selâmette oldukça ben de hayır üzereyim." denlilir ki, bundan murad da
zâttır. Fetih.
Bahır sahibi diyor ki: «Fethu'l-Kadir'in
kefâlet bahsinde bildirildiğine göre bir kimse, gözümle kefil oldum dese, sahih
olup olmayacağını İmam Muhammed zikretmemiştir. Belhi sahih olmayacağını
söylemiştir. Nitekim talâkta sahih değildir. Meğerki bu sözle bedeni niyet
etmiş olsun. Ama vâcip olan, kefâlette de talâkta da sahih olmasıdır. Çünkü göz
kelimesiyle bütün vücut ifade edilir. Kavmin gözü, o insanlar arasında bir
gözdür denilir. Ama ihtimâl bu onların zamanında meşhur değilmiştir. Bizim
zamanımızda ise meşhur olduğunda şüphe yoktur.»
«Keza kıç gibi ilh...» Bahır sahibi diyor
ki: «Kıç kelimesi dübüre muradif de olsa, hükümde müvasi olmaları lâzım gelmez.
Çünkü burada itibar, sözün bütün vücudu ifade etmesinedir. Görmüyor musun bud
kelimesi de fercin muradifidir. (İkisi bir mânâyadır.) Ama buradaki hükmü
tabirdeki hükmü gibi değildir.»
Hâsılı kıç ve ferc kelimeleriyle bütün
beden ifade edilir. Talâk bunlara izafe edilirse vâki olur. Birincinin muradifi
ki dübürdür ve ikincinin muradifi ki bud'dur bunun hilâfınadır. Bunlarla bütün
beden ifade edilmediği için talâk da vâki olmaz. Teradüf, yani aynı mânâda
olmalarından, hükümde de müsavi olmaları lâzım gelmez. Lâkin Fetih sahibi
itiraz ederek şunları söylemiştir: «Eğer muteber olan ifadenin şöhret
bulmasıysa, ferce izafe etmekle de talâkın vâki olmaması icabeder. Çünkü bu
kelime bütün vücut mânâsında şöhret bulmamıştır. Şayet bazı lisan âlimlerinin
kullanmış olması muteber sayılırsa, el kelimesinde hilâfsız olarak talâk vâki
olması icabeder. Çünkü elin bütün beden hakkında kullanılması Teâlâ
Hazretlerinin, "Bu, senin iki elinin takdim etmesi sebebiyledir."
âyet-i kerîmesiyle sübut bulmuştur. Yani sen takdim ettiğin için demektir.
Rasulullah (s.a v.) dahi, "Elin aldığı şey, onu gerisi geriye verinceye kadar
üzerine borçtur." buyurmuştur.»
Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir:
Muteber olan birincisidir. Lâkin onun herkesçe bütün beden mânâsında
kullanılmasının şöhret bulması lâzım gelmez. Sadece meselâ konuşan kimsenin
örfünde şöhret bulması kâfidir. Şu halde onun memleketinde el kelimesiyle bütün
beden kasdedildiği şöhret bulmuşsa, ele izafe edilen talâk vâki olur. Ferc
kelimesi şöhret bulmamışsa, ona izafe edilen talâk vâki olmaz. Sonra Fetih
sahibinin sözünde bu mânâyı ifade eden kelimeler gördüm. Şöyle demiş: «Başa izafe
etmekle talâkın vukuu, onunla bütün beden ifade edildiği içindir. Yoksa yalnız
baş itibara alındığı için değildir. Onun içindir ki koca; ben yalnız başı
kasdettim dese, Hulvânî'nin beyanına göre talâk vâki olmaz demek uzak
görülemez. Lâkin bu diyaneten olmak gerekir. Kazaen ise bu kelimeyle bütün
bedenin ifade edilmesi şöhret bulmuşsa, o kimse tasdik edilmez. Koca, ben et
kelimesiyle elinsahibini kasdettim. Nitekim âyet ve hadiste sahibi
kasdedilmiştir, derse, bir kavmin örfüne göre bununla bütün beden ifade
edildiği takdirde talâk vâki olur. Çünkü talâk örfe ibtina eder. Onun için
melezlerden biri Farsça karısını boşasa talâk vâki olur. Fakat bunu, mânâsını
bilmeyerek bir Arap söylese, talâk vâki olmaz.»
Görülüyor ki, başa veya ele izafe edilen
talâkın kazaen vâki olması, bu sözlerle bütün bedenin ifade edilmesi örf
olduğuna göredir. Keza, "Bir kavmin örfüne göre bununla bütün beden
ilh...» sözü dahi açık olarak gösteriyor ki, o kavme göre bu meşhur değilse
talâk vâki olmaz. Halbuki baş ve el kelimelerini bütün beden mânâsında
kullanmak hem lügaten hem şer'an sabittir. Allahu a'lem.
«Yahut yarısı ve üçte biri gibi...» Bir
cüzü şâyi'ine izafe etmekle tatâk vâki olduğu gibi: talâkı kadının bir cüzünden
birine izafe etmekle de vâki olur. Nitekim Hâniyye'de bildirilmiştir. Çünkü
cüz'ü şayi satış vesaire gibi tasarruflara mahâldir. Hidâye.
Tahtâvî diyor ki: «Ancak talâktan başkası
hakkında parçalanmayı kabul eder. Şeyhizâde'nin söylediğine göre talâk evvelâ o
cüzde vâki olur, sonra ondan öteki cüzlere sirayet eder. Böylece bütünü boş
olur»
«Çünkü beden parçalanmayı kabul etmez.»
sözü, "Yahut talâkı kadının bir cüzü şâyi'ine izafe ederse"
ifadesinin illetidir. T. Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Bundan, meselâ
bir parmağa izafe edilen talâkın vâki olması lâzım gelir. Binaenaleyh münasip
olan ta'lil, yukarıda Hidâye'den naklettiğimizdir.
«Kollarla bacaklar cesette dahildir.»
Cesetle beden arasındaki bu farkı Nehir sahıbi İbn-i Kemâl'e nisbet etmiştir.
Rahmetî ise onu Zemahşerî'nin Faik'ı ile Misbah'a nisbet etmektedir. Zahîre'nin
iddet faslında gördüm ki İmam Muhammed, "Beden, insanın iki budundan
omuzlarına kadar olan kısmıdır." demiştir.
METİN
Bir kimse karısına; senin üst yarın bir
defa, alt yarın iki defa boş olsun dese, Buhârâ taraflarında talâk vâki olur.
Bazıları bir talâk, bazıları her iki izafetle amel ederek üç talâk vâki
olacağını söylemişlerdir. Hulâsa. Senden boynun veya yüzün der; veya elini,
başının, boynunun veya yüzünün üzerine koyarak, şu uzuv boştur derse, esah
kavle göre talâk vâki olmaz. Çünkü bütün bedenini ifade etmemiş, sadece bir
cüzünü söylemiştir. Hattâ elini koymaz da bu baş boştur der ve kadının başına
işaret ederse, esah kavle göre talâk vâki olur. Ama o uzvu tahsisi niyet
ederse, diyaneten tasdiki gerekir. Fetih. Nitekim talâkı ele izafe etse ancak
mecaz niyetiyle vâki olur.
İZAH
«Buhârâ taraflarında talâk vâki olur.» Yani
bu hususta ne mütekaddimin ulemadan, nemüteehhirinden bir nass yoktur.
Tatarhâniyye.
«Her iki izafetle amel ederek üç talâk vâki
olacağını söylemişlerdir.» Çünkü baş bedenin üst yarısındadır. Ferc ise alt
yarısında bulunmaktadır. Böylece o kimse talâkı kadının hem başına hem fercine
izafe etmiş olur. Bunu Tahtâvî Muhit'ten rivayet etmiştir. Bahır sahibi diyor
ki: «Bundan anlaşıldığına göre o kimse bunların yalnız birini söylemekle
yetinse, bilittifak bir talâk vâki olur.» ikincisi hakkında bu söz makbul
değildir. Nitekim zâhirdir. Nehir. Yani her iki izafetle bir talâk vâki
olduğunu söyleyen fercin ikincide olduğunu itibara almamıştır. Yalnız ikinci
izafetle yetinirse, onunla nasıl bilittifak bir talâk vâki olur. Evet. yalnız
birinci izafetle yetinse bilittifok bir talâk vâki olur.
Sonra bilmelisin ki, her iki kavil
müşkildir. Çünkü üst yarı veya alt yarı cüzü şâyi değildir. Bu meydandadır.
Kendisiyle bütün beden ifade edilen uzuv da değildir. Başın birincide, fercin
ikincide bulunması ile bütün vücudu ifade etmiş olmaz. Çünkü yukarıda geçen,
"Talâk bütün bedeni ifadeye yarayan bir cüze izafe edilirse vâki
olur." sözünde muzaf takdir edilir. Yani bir cüzün ismine takdirindedir.
Nitekim bunu Fetih sahibi söylemiş ve şöyle demiştir «Çünkü cüzün kendisiyle
bütün bedeni ifade etmek tasavvur olunamaz.» O zaman üst yarıda mevcut olan
başın kendisi; alt yarıda mevcut olan da fercin kendisidir. Kendileriyle bütün
beden ifade edilen isimleri değildir. Onun içindir ki, etini kadının başının
üzerine koyarak; şu baş boştur dese kadın boş düşmez. Çünkü elini koyması,
başın kendisini kasdettiğine karinedir. Elini başının üzerine koymaması bunun
hilâfınadır. Nitekim gelecektir. Çünkü bu, zât mânâsına gelir. Düşünülmelidir.
«Sadece bir cüzünü söylemiştir.» Buna
karine, birincide senden demesi; ikincide ise elini koymasıdır.
«Bu baş boştur» derse talâk vâki olur. Öyle
görünüyor ki, şu yüz yahut şu boyun demesi de bunun gibidir. Zâhire bakılırsa
burada baş ve benzeri gibi şeylerin adını söylemesi mutlaka lâzımdır. Onları şu
uzuv diye ifade ederse talâk vâki olmaz. Çünkü bütünü ifade eden şey baş ve
benzerinin adıdır, o uzvun adı değildir.
«Esah kavle göre talâk vâki olur.» Onun için
başkasına, "bu başı sana bin dirheme sattım" der de kölesinin başına
işaret ederse, müşteri kabul ettim dediği takdirde satış caizdir. Bunu
Hâniyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Fetih» in ibaresini bir sahife evvel
arzettik.
«Nitekim talâkı ele izafe etse...» Çünkü el
tabiriyle insanın bütününü ifade etmek şöhret bulmamıştır. Hattâ bir kavmin
arasında şöhret bulsa talâk vâki olur. Nitekim bunu Fetih'ten naklen arzettik.
«Ancak mecaz niyetiyle vâki olur.» Yani
meşhur olmamışsa cüzü külle itlak kabilindendir. Bununla meşhur ise mecaz
niyetine hâcet yoktur. Fetih sahibi bunu şöyle zikretmiştir: «Şâfiî'ye göre
talâkı ele, ayağa ve benzerlerine hakikaten izafe etmekle talâk vâki olur. Bu
şöyle izah edilir: Talâkın mahalli kadındır. Çünkü nikâha mahal olan odur.
Kadının cüzlerinin mahâl olması tebeiyyet yoluyladır. Binaenaleyh talâk ancak
kadının zâtına veya tasarrufata mahâl olacak bir cüzü şayi'ine yahut bütününü
ifadeye yarayan muayyen bir yerine izafe etmekle olur. Hattâ nefsi kasdedilse
olmaz. Şu halde hilâf, tebean malik olduğu bir şey hakikatı üzere talâkı izafe
etmesine mahâl olur mu olmaz mı meselesindedir. O şeyin bütünden olması
hakkında değildir. Şâfiî'ye göre evet olur. Bize göre olmaz. Bütününden mecaz
olmasına gelince: Lügaten doğru olduktan sonra, el olsun, ayak olsun vâki
olacağında işkâl yoktur.» Yani tükrük ve tırnak bunun hilâfınadır. Çünkü
bunlarla bütün bedeni murad etmek doğru değildir.
Hâsılı Bahır'da da beyan edildiği gibi bu
lâfızlar üç kısımdır: Birincisi; sarih olup kazaen niyetsiz olarak talâk vâki
olan boyun gibi sözlerdir. İkincisi, kinayedir. El gibi ki, ancak niyetle talâk
vâki olur. Üçüncüsü, Barîh ve kinaye olmayan sözlerdir. Tükrük, diş, saç,
tırnak, karaciğer, ter ve kalp gibi ki, bunlarla niyet etse de talâk vâki olmaz.
METİN
Ayak, dübür, saç, burun, baldır, uyluk,
sırt, karın, dil, kulak; ağız; göğüs, çene, diş, tükrük ve ter; keza meme ve
kana izafe etmekle de talâk vâki olmaz. Cevhere. Çünkü bunlardan biriyle bütün
beden ifade edilemez. İfade eden bir kavim bulunursa talâk vâki olur. Keza hill
değil de hürmet sebeplerinden olan her şey bilittifak böyledir.
İZAH
«Çene...» Ben derim ki: Çene sözüyle bütün
bedeni kasdetmek şimdi şöhret bulmuş bir örftür. "Bu çene sağlam kaldıkça
ben hayır üzereyim." derler. Binaenaleyh onun da baş gibi olması gerekir.
«Keza meme ve kana izafe etmekle de talâk
vâki olmaz. Cevhere.» Ben derim ki: Cevhere'nin ifadesi şöyledir: «Erkek
karısına; senin kanın boş olsun derse, bu hususta iki rivayet vardır. Bunların
sahih olanına göre talâk vâki olur. Çünkü kan ile bütün beden ifade edilir.
Kanı heder oldu derler.» Bahır ve Nehir'de Cevhere'den böyle nakledilmiştir.
Nehir'de Hulâsa'dan nakledildiğine göre talâk vâki olmadığı sahih bulunmuştur.
Nitekim metinlerin zâhiri de budur.
«İfade eden bir kavim bulunursa talâk vâki
olur» Yani bu söylediklerimizle, fakat hassaten değil de herhangi bir uzuvla
bütün bedeni izafe eden bir kavim bulunursa talâk vâki olur. Bunu Ebussuud
Dürer'den nakletmiştir. Hamevi'nin Celâlzâde'nin Muhakemât'ından naklettiği
ibarede şu ziyade vardır: «Talâk Türkçe olarak el ve ayağa izafe edilirse,
buhususta ihtiyat göstermek icabeder. Çünkü Türkçe'de bunlarla bütün beden ve
zât ifade edilir.» T.
«Keza ilh...» Bunun aslı
Fethu'l-Kadir'dedir. Orada bütün bedeni ifadeye yaramayan el, ayak, parmak,
dübür gibi uzuvlarla talâk ifade edilirse vâki olmadığı bildirilmiştir. İmam
Züfer, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed buna muhaliftirler. Saç, tırnak, diş, tükrük ve
tere izafetle talâk vâki olmayacağı hususunda hilâf yoktur. Bundan sonra Fetih
sahibi şöyle demiştir: «Köle âzâdı, zıhâr, ilâ ve hürmet sebeplerinden herbiri
bu hilâfa göredir. Bir adam karısının parmağını zıhâr, îlâ veya âzâd ederse
bize göre sahih olmaz. Onlara göre olur. Kısastan afv da böyledir. Nikâh gibi
helâl kılma sebeplerinden olan bir şeyin bütün bedeni ifadeye yaramayan muayyen
bir cüze izafeti ise hilâfsız sahih olmaz.»
Ben derim ki: Bundan, nikâhta cüz'ü şâyı'a
veya bütün vücudu ifadeye yarayan bir uzva izafenin hükmünün ne olacağı
anlaşılamaz. Orada geçmişti ki, senin yan kısmını tezevvüç ettim sözüyle, esah
kavle göre ihtiyaten nikâh mün'akit olmaz. Hâniyye. Bilâkis akdi kadının
bütününe veya bütününü ifade eden bir uzvuna izafe etmesi mutlaka lâzımdır.
Sırt ve karın en münasip kavle göre bütününü ifade eden uzuvlardandır. Zahîre.
Talâkta ulema bunun hilâfını tercih etmişlerdir. O halde fark göstermeye
muhtaçtır. Biz bu hususta evvelce söz ettik ve dedik ki: Sırt ve karına
izafetle nikâh sahih olur diyen, talâkın da vukuunu tercih etmiştir. Nikâhta
sahih olmadığını söyleyen, talâkın da vukubulmadığını ihtiyar etmiştir.
Binaenaleyh farka hâcet yoktur.
METİN
Bir talâkın cüzü - velevki binde biri olsun
- bir boşamadır. Çünkü talâk parçalanmayı kabul etmez. Cüzler fazla gelirse
başka talâk vâki olur. Yarım talâk ve üçte bir talâk ve altıda bir talâk
demedikçe böyle devam eder. Fakat bunları söylerse üç talâk vâki olur. Bunların
arasında "ve" edatını kullanmazsa bir talâk vâki olur. Bir talâk ve
yarısı derse, muhtar kavle göre iki talâk vâki olur. Cevhere. Keza altıda birin
yerine dörtte bir demiş olsa muhtar kavle göre iki talâk vâki olur. Ama bir
talâk olur diyenler de vardır. Kuhistâni.
İZAH
«Velevki binde biri olsun.» Meselâ sen bir
talâkın binde bir cüzü boşsun dese bir talâk vâki olur. T.
«Çünkü talâk parçalanmayı kabul etmez.»
Aklı başında bir adamın sözünü hiçe çıkarmaktansa, talâkın bir cüzünü söylemesi
bütününü söylemiş yerine tutulur. Onun içindir ki kısasın bir kısmını affetmeyi
Allah Teâlâ bütünü yerine tutmuştur. Nehir. Bu izaha göre bir adâm karısına, sen
bir talâk ve bir çeyrek boşsun; yahut birbuçuk talâk boşsun derse, karısı iki
talâk boş olur. Cevhere.
«Cüzler fazla gelirse...» Yani zamire izafe
etmekle beraber meselâ; sen yarım talâk boşsun, bir de onun üçte biri ve dörtte
biri derse, cüzler bir talâktan altıda birin yarısı kadar fazlalaşmış olur.
Binaenaleyh bununla ikinci bir talâk meydana gelir.
«Böyle devam eder» Yani cüzler iki talâktan
fazla olursa üç talâk meydana gelir. Meselâ, "Sen bir talâkın üçte ikisi
ile dörtte birinin üçü ve beşte birinin dördü boşsun." derse üç talâk
meydana gelir. H. Fethu'l-Kadir sahibi diyor ki: «Ancak esah kavle göre mercii
bir oldukta, birin cüzleri fazla da olsa bir talâk vâki olur. Çünkü o cüzleri
bire izafe etmiştir. Bunu Mebsût sahibi söylemiştir. Birinci kavli ulemadan bir
cemaat tercih etmişlerdir.»
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Esah kavle
göre bir kimse karısına; sen bir talâk ve onun yarısı boşsun dese bir talâk
vâki olur. Nitekim Zahîre'de bildirilmiştir. Birbuçuk talâk demesi bunun
hilâfınadır.» Zahîre'deki sözü Hindiyye sahibi Muhit ve Bedâyi'ye nisbet
etmiştir. Lâkin benim Bedâyi'de gördüğüm şöyledir: «Sayı biri geçerse hükmü ne
olacağı zâhir rivayette zikredilmemiştir. Ulema bu hususta ihtilâf etmiş;
bazısı iki talâk, bazısı bir talâk vâki olacağını söylemişlerdir.»
«Üç talâk vâki olur.» Çünkü nekire
(belirsiz) bir kelime nekire olarak tekrarlanırsa, ikincisi birinciden başka
olur ve her cüz tamamlanır. "Yarım talâk ve onun üçte biri ve altıda
biri" demesi bunun hilâfınadır. Bir talâk vâki olur. Çünkü ikinci ve
üçüncü birincinin aynıdır. Bu söylediklerimiz zifaf edilmiş kadın hakkındadır.
Zifaf olunmayan hakkında bütün suretlerde bir talâk meydana gelir. Bahır.
«Ve edatını kullanmazsa...» Yani sen yarım
talâk, üçte bir talâk, altıda bir talâk boşsun derse bir talâk meydana gelir.
Z,ra atıf edatının atılması, bu cüzlerin hepsinin bir talâka ait olduğunu
gösterir. İkincisi birinciden bedel, üçüncüsü ikinciden bedeldir. Bedel de
mübdelün-minhin kendisi veya cüzüdür.
«Muhtar kavle göre...» Yani ulemadan bir cemaata
göre demektir. Biliyorsun ki Mebsût'tan rivayet edilen bunun hilâfıdır. Ona
göre esah kavil, mercii bir ise bir talâk vâki olmaktır. Zahîre ve Muhit
sahipleri bunu tercih etmişlerdir.
«Keza altıda birin yerine dörtte bir demiş
olsa ilh...» Orada Kuhistânî'nin ibaresi Muhit'ten nakledilmiş olmak üzere
şöyledir: «Bir kimse yarım talâk ve üçte bir talâk ve dörtte bir talâk boşsun
dese, muhtar kavle göre kadın iki defa boş olur. Bazıları bir defa boş olur
demişlerdir. Dörtte bir yerine altıda bir demiş olsa üç talâk vâki olur;
bazıları bir talâk vâki olur demişlerdir.»
Öyle anlaşılıyor ki bu, Kuhistânî'nin bir
kalem hatasıdır. Çünkü bu odam ikincide cüzleri bir talâktan fazla yapmamıştır.
O bununla üç talâk vâki olduğunu söylemektedir. Birincide ise cüzleri bir
talâktan fazla yapmıştır. Kuhistânî bunu iki saymaktadır. Halbuki her iki
suretteüçer talâk vâki olmak icabeder. Çünkü cüzlerin itibara alınması ancak
mercii bir olduğu zamandır. Belirsiz ismi söylediği zaman ise, her cüz bir
talâk sayılır. Nitekim geçmişti. Halbuki Muhit'in ibaresi Tahtâvî'nin
Hindiyye'den naklettiği vecihle şöyledir: «Bir adam karısına; sen bir talâkın
yarısı ve bir talâkın üçte biri ve bir talâkın altıda biri boşsun dese üç talâk
meydana gelir. Çünkü her cüzü belirsiz bir talâka izafe etmiştir. Belirsiz isim
tekrarlanırsa, ikinci birinciden başka olur. Bu adam; sen yarım talâk ve onun
üçte biri ve onun altıda biri boşsun derse bir talâk vâki olur. Cüzlerin mecmuu
bir talâkı geçerse; meselâ, sen yarım talâk ve onun üçte biri ve onun dörtte
biri boşsun derse, bazıları bir talâk, bazıları da iki talâk vâki olacağını
söylemişlerdir. Muhtar olan iki talâktır. Serahsî'nin Muhit'inde böyle
denilmiştir. Sahih olan da budur. Zahîre'de böyle denilmiştir.»
Fetih'ten naklen arzetmiştik ki; Mebsût'ta
bir talâkın vukuu sahih kabul edilmiştir. Ne olursa olsun hilâfın mevzuu zamire
izafettir. Belirsiz isme izafet değildir. Lâkin ben Tatarhâniyye'de Mühit'ten
naklen şöyle denildiğini gördüm: «Sadru'ş-Şehid'in Vâkıat nâmındaki kitabında
zikrettiğine göre bir adam karısına; sen yarım talâk boşsun ve bir talâkın üçte
biri ve bir talâkın dörtte biri dese iki talâk vâki olur. Muhtar olan kavil
budur. Şu halde Sadru'ş-Şehid'in söylediğine kıyasen; sen yarım talâk boşsun ve
bir talâkın üçte biri ve bir talâkın altıda biri dediğinde bir talâk boş olması
gerekir.» Bunda daha az işkal vardır. Galiba bu söz zamire izafette olduğu gibi
belirsiz isme izafet ederken dahi cüzler itibara alındığına göredir. Lâkin bu
kavil Bedâyi, Fetih, Bahır ve Nehir sahiplerinin kesinlikle kail oldukları
farkın hilâfınadır.
METİN
İleride gelecek ki, bir talâkın bazı
cüzlerini istisna etmek hükümsüzdür. Bazı cüzlerini îkâ etmekse bunun
hilâfınadır. Erkeğin; sen birden ikiye kadar boşsun yahut birle iki arasında
boşsun sözüyle bir talâk; birden üçe kadar yahut birle üç arası boşsun sözüyle
iki talâk vâki olur. Aslı haram olan bir şeyde İmam-ı Azam'a göre kaide yalnız
birinci gayenin (sınırın) dahil olmasıdır. Mercii ibaha olan yerde: meselâ
benim malımdan yüzden bine kadar al dediğinde ise bilittifak her iki gaye
dahildir. Sen iki talâkın üç yarısı ile boşsun derse üç talâk vâki olur.
Bazıları iki talâk vâki olacağını söylemişlerdir. Bir talâkın üç yarısı ile
veya iki talâkın iki yarısı ile boşsun derse iki talâk meydana gelir. Bazıları
üç talâk olacağını söylemişlerdir. Ama birinci kavil esahtır.
İZAH
«İleride gelecek ki...» Yani metinde
tâlikin sonunda gelecek ki musannıf, "Bir talâkın bir kısmını hariç
bırakmak hükümsüzdür. Bir kısmı ikâ etmek ise bunun hilâfınadır. Sen üç defa boşsun,
yalnız yarım talâk müstesna derse, muhtar kavle göre üç talâk vâki olur."
diyecektir. Fetih sahibi diyor ki: «Bazıları Ebû Yusuf'un kavline göre iki
talâk vâki olacağınısöylemişlerdir. Çünkü boşamak o işi görmek hususunda
parçalanmayı kabul etmez. İstisnada da öyledir. Ve sanki yalnız biri müstesna
demiş gibidir.»
«Bazı cüzlerini ikâ etmekse bunun
hilâfınadır.» Bazı cüzlerini dediği, musannıfın burada söyledikleridir.
«Aslı haram olan bir şeyde...» Yani talâk
gibi ancak hâceti gidermek için mübah kılınan bir şeyde İmam-ı Azam'a göre
kaide yalnız birinci gayenin dahil olmasıdır. İmameyn'e göre ise her iki gaye
dahildir. Binaenaleyh birincide (yani birden ikiye kadar boşsun dediği yerde)
onlara göre iki talâk. İkincide (birden üçe kadar dediği yerde) üç talâk vâki
olur. İmam Züfer'e göre birincide hiçbir talâk vâki olmaz. İkincide bir talâk
vâki olur. Kıyas da budur. Çünkü sınırlı bir şeyde her iki sınır dahil
değildir. Meselâ, sana şu yeri şu duvardan şu duvara kadar sattım sözünde,
satışta duvarlar dâhil değildir. Üç imamızın kavli, örfe bakarak istihsandır.
Şöyle ki: Örfen bu söz ne zaman söylenir ve iki sınırın arasında bir sayı
bulunursa, onun azından çoğu ve çoğundan azı kasdedilir. Meselâ benim yaşım
altmışla yetmiş arasıdır dersen; altmıştan çok, yetmişten azdır demek istersin.
İmdi, "Sen birden ikiye kadar boşsun." gibi sözlerde İmam-ı Azam'a
göre bu örf yoktur. Binaenaleyh boşsun sözünü işletmek vâcip olur ve onunla bir
talâk meydana gelir. Aslı mubah olan şeyde hepsi dahil olur. Meselâ, benim malımdan
bir dirhemden iki dirheme kadar al dese, hepsini al mânâsına gelir. Fakat aslı
haram ise, o şeyin haram olması hepsini kasdetmediğine kârinedir. Şu kadar var
ki, birinci gaye bizzarure dahildir. Zira ikinci talâk onun üzerine terettüp
etmek için birincinin mutlaka bulunması lâzımdır. Birincisiz ikinci olamaz.
İkinci gaye olan üç talâk bunun hilâfınadır. Çünkü üçüncüsü olmadan ikinci
talâk olabilir. Birden ikiye kadar dediği surette ise, zikredilen zaruret
olmadığı için ikinci gayeyi dahil etmeye hacet yoktur. Bu izahın tamamı
Fetih'tedir.
«Her iki gaye dahildir» Binaenaleyh
zikredilen misalde o adam binin hepsini alabilir. Nitekim bunu Bahır sahibi
ifade etmiştir.
«Üç talâk vâki olur.» Çünkü iki talâkın
yarısı bir talâktır. Şu halde iki talâkın üç yarısı bizzarure üç talâk eder.
Nehir.
«Bazıları iki talâk vâki olacağını
söylemişlerdir.» Çünkü iki talâk yarıya bölünürse dört yarım eder. Bunların üçü
birbuçuk eder. Bu da tamamlanarak iki talâk olur. Buna şöyle cevap verilmiştir:
«Bu tevehhümün menşei bizim iki talâkı yarıya böleriz dememizle, iki talâktan
herbirini yarıya böleriz sözümüzü birbirine karıştırmalarıdır.» Dört yarıyı
icabeden ikincisidir. Lâfzın her ne kadar buna ihtimali varsa da - onun için
bunu niyet etse diyaneten kabul edilirse de - zâhirin hilâfınadır. Nehir. Fetih
sahibi şöyle demiştir: «Çünkü zâhir iki talâkın yarısının bir talâk olmasıdır.
İki talâkın iki yarısı değildir»
«Veya iki talâkın yarısı ile...» Keza üç
talâkın yarısı ile boşsun derse iki talâk meydana gelir. İki talâkın yarısı
derse bir; üç talâkın iki yarısı derse üç talâk vâki olur. Bahır. Bir talâkın
üç yarısı birbuçuk talâk ederse de, talâk parçalanmayı kabul etmediği için
buçuk bütünlenerek iki talâk olur. İki talâkın iki yarısı dahi bütünlenerek iki
talâk olur.
Ben derim ki: Bir talâkın dört üçte biri ve
bir talâkın beş dörtte biri sözleri de bir talâkın üç yarısı sözü gibi olmak
gerekir.
«Bazıları üç talâk olacağını
söylemişlerdir.» Çünkü her yarım başlı başına tamamlanır ve üç talâk olur.
«Ama birinci kavil esahtır.» Bahır sahibi
diyor ki: «Câmiu's-Sagîr'de nakledilen budur. Nâtifî bunu ihtiyar etmiş; Attâbi
de bunu sahihlemiştir.» Bahır sahibi bundan sonra yarıya bölmenin oniki sureti
olduğunu ve herbirinin hükümlerini zikretmiştir. Ona müracaat edebilirsin.
METİN
Sen bir kere iki boşsun sözünde niyet etmez
veya çarpmayı niyet ederse bir talâk vâki olur. Çünkü bu söz cüzleri çoğaltır,
fertleri çoğaltmaz. Ama bununla bir ve ikiyi niyet ederse, kadın cima edilmiş
bulunduğu takdirde üç talâk; cima edilmeyen hakkında bir talâk vâki olur. Bu
söz, cima edilmeyen kadına; sen bir ve iki boşsun demek gibidir. Çünkü birinci
talâk vâki olduktan sonra iki talâka mahâl kalmaz. İkiyle beraber biri niyet
ederse mutlak surette üç talâk vâki olur. Çarpma niyetiyle, sen iki kere iki
boşsun derse, iki defa boş olur. Sebebi yukarıda geçti. "Ve" yahut
"beraber" mânâsını niyet ederse, yukarıda geçtiği gibidir. Erkeğin;
sen buradan Şam'a kadar boşsun sözüyle - bunu uzunluk veya büyüklükle
vasıflandırmadıkça - bir talâk ric'î vâki olur. Vasıflandırırsa talâk bâin
olur. Sen Mekke'de boşsun yahut Mekke'nin içinde boşsun veya şu hânede veya
gölgede yahut güneşte yahut filan elbisenin içinde boşsun sözleri tencizdir
(geçerlidir), derhal talâk vâki olur. Bu sözler, sen hastayken boşsun yahut
namaz kılarken boşsun veya hasta olduğun halde, namaz kıldığın halde boşsun
demesi gibidir.
İZAH
«Çünkü bu söz cüzleri çoğaltır ilh...» Yani
çarpmak, çarpılan sayının cüzlerini çoğaltmak hususunda tesir eder. Sayının
çoğalması hususunda tesiri yoktur. Birçok cüzlere ayırdığı bir talâk bir
talâktan fazla olmaz. Eğer çarpmak sayıyı arttırsaydı, dünyada fakir kalmazdı.
Çünkü bir dirhemini yüzle çarpar, o dirhem yüz olurdu. Sonra yüzü binle çarpar
yüzbin olurdu. İmam Zufer'le Hasan b. Ziyad ve üç mezhebin imamları iki talâk
vâki olacağını söylemişlerdir. Çünkü hesapçıların çarpma hususunda örfleri, bir
sayıyı diğerinin adedince katlamaktır. Fetih sahibi bunu tercih etmiştir. Çünkü
örf buna mâni değildir. Bizim farz vetahminimize göre bu adam onların örflerine
göre konuşmuş, onu kasdetmiştir. Binaenaleyh talâkı bilerek Farsça veya başka
bir dille yapmış gibi olur.
«Böyle olsa dünyada fakir kalmazdı» diye
ilzam etmek lâzım gelmez. Çünkü bir dirhemini yüzle çarpması şayet haber
vermekten ibaretse, "Bende yüz dirhemin içinde bir dirhem var." demek
gibi olur ki bu yalandır. İnşa ise, bir dirhemi yüzün içine koydum demek gibi
olur ve mümkün değildir. Çünkü bunu söylemekle bir dirhem yüzün içine
girivermez. Bu görüşü Gayetü'l-Beyân sahibi dahi tercih etmiştir. Gerçi Bahır
sahibi cevap vererek; "Bir kere iki sözünde iki hakikaten zarftır. Fakat
bu bire elverişli değildir. Elverişli olmayınca, burada ne örf muteber olur, ne
de niyet! Bana su ver sözüyle talâkı niyet etmek gibi olur. Böyle bir talâk
vâki olmaz." demişse de, bu sözü Makdisi şöyle reddetmiştir: «Lâfız
sarihtir. Yani hesapçıların örfüne göre hakikattır. Örfî mânâsında açıktır.»
Onu Nehir ve Minah sahipleri de reddetmişlerdir. Rahmetî, "Böylece bu
mesele İmam Züfer'in kavliyle fetva verilen meseleleri arttırmaktadır."
demiştir. Demek istiyor ki; muhakkık İbn-i Hümam tercih ehlindendir. Nitekim
bunu Bahır sahibi kaza bahsinde itiraf etmiştir.
«Kadın cima edilmişse...» Yani velev hükmen
olsun demektir. Tâ ki kendisiyle halvet yapılan kadına da şâmil olsun. Zira
iddet içinde ihtiyaten kadına talâk yapılabilir. Doğruya bu daha yakındır.
Nitekim mehir bâbında halvet hükümlerinde geçmiş; biz de orada gerekeni sana
izah etmiştik. Üç talâk vâki olur. Çünkü kocasının sözü buna ihtimallidir. Zira
bir ve iki dersek, oradaki 've' edatı biraraya toplamak içindir. Zarf mazrufu
içine toplar. Böylece bu sözden bir ve iki mânâsını kasdetmek sahih olur. Hem
burada erkeğin, kendisine şiddet göstermesi vardır. Nehir.
«Mutlak surette...» Yani kadın cima edilmiş
olsun olmasın mütlak surette üç talâk vâki olur. H.
«Sebebi yukarıda geçti.» Yani yukarıda
şârih, "Çünkü bu söz cüzleri çoğaltır fertleri çoğaltmaz." demişti.
H.
«Yukarıda geçtiği gibidir.» Yani
"ve" mânâsına alırsa, cima edilen kadın üç talâkla, cima edilmeyen
iki talâkla boş olur. "Beraber" mânâsına alınırsa, mutlak surette üç
talâk vâki olur. H.
«Bir talâk ric'i olur» Çünkü talâkı
kısalıkla vasfetmiştir. Talâk vâki oldu mu, her yerde vâki olur. Onu Şam'a
tahsis etmek, başka yerlere nisbetle kısaltmak olur. Talâkın hakikaten
kısaltmaya tahammülü yoktur. Binaenaleyh hükmünün kısalığını kasdetmiş olur ki,
onun kısalığı ric'î ile, uzunluğu da bâinle olur. Bir de bu adam talâkı
büyüklük veya ululukla vasfetmemiş, onu öyle bir yere uzatmıştır ki, o yerin
ona ihtimali yoktur. Binaenaleyh bu sözle şiddet ziyadesi sabit olamaz. Nehir.
«Derhal talâk vâki olur.» sözü, 'tencizdir'
kelimesinin tefsiridir. Şöyle ki: Şer'î kaydıkaldırmaktan ibaret olan talâk o
anda yoktur. Şâri' Hazretleri, talâk arzu eden kimse için, onun vücudunu mevcut
olmayan bir şeyin vücuduna bağlı kılmıştır. O şey bulundu mu talâk da bulunur.
Buna elverişli olan şeyler, fiillerle zamanlardır. Çünkü o anda onların her
ikisi mevcut değildir, sonra bulunurlar. Sabit bir ayn olan mekân bunun
hilâfınadır. Çünkü ona bağlamak tasavvur edilemez. Meselenin tamamı
Fetih'tedir.
METİN
Bunların hepsinde o adam "Ben girdiğim
vakit veya elbiseyi giydiğin vakit veya hasta olduğun vakit ve bunun gibi bir
şey kasdettim." derse, sözü diyaneten tasdik edilir, kazaen tasdik edilmez
ve sözü o şarta taallûk eder. Bir seneye veya ay başına yahut kışa demiş gibi
olur. Mekkn'ye girersen sözü tâliktir. Keza eve girdiğinde yahut filan elbiseyi
giydiğinde ve keza namazında gibi sözler dahi tâliklir. Çünkü zarf şarta
benzer. Eve girdiğin için yahut hayız gördüğün için boşsun derse, tenciz
(derhal talâk) olur. Ba ile söylerse (girmenle derse) tâlik olur. Kadın hayızlı
iken, sen hayzında boşsun derse, başka bir hayız görünceye kadar; hayzan
esnasında derse, hayzını görüp temizleninceye kadar boş düşmez. Üç gün içinde
boşsun derse, bu tenciz olur. Üç günün gelişinde derse, yemin ettiği günden
ayrı üç günün gelişine tâlik olur. Çünkü şartlar gelecek zaman hakkında
muteberdir.
İZAH
«Kazaen tasdik edilmez.» Çünkü bunda
kendisi için işi hafifletmek vardır. Bahır.
«Bir seneye ilh...» Tatarhâniyye'de
Muhit'ten naklen şöyle denilmektedir: «Bir kimse karısına; sen geceye boşsun,
yahut bir aya veya bir seneye yahut yaz yarısına yahut kışa, bahara veya güze
boşsun derse, bu üç vecihle olur.
1) Ya izafe ettiği vakitten sonra boş
düşmesini niyet eder. Bu takdirde o vakit geçtikten sonra boş olur.
2) Veya talâkın vukuunu niyet eder. Vakti
uzaması için sınır yapar. Talâk derhal vâki olur.
3) Yahut hic niyeti yoktur. Bu takdirde
bize göre vakit geçtikten sonra boş düşer. İmam Züfer'e göre ise derhal talâk
vâki olur. İmam Züfer bunu Mekke'ye veya Bağdat'a gibi gayeyi mekân yaptığı
hale kıyas etmiştir. Zira mekânı gaye yaparsa, gaye bâtıl olup kadın derhal boş
düşer.»
«Tâliktir.» Çünkü tâlikin hakikatı mevcuttur.
Bahır.
«Keza ilh...» Yani bu misallerde talâk
fiile taallûk eder. Fiil bulunmadan kadın boş düşmez. Bahır.
«Namazında gibi sözler dahi taliktir» Kadın
bir rekât kılıp onun secdesine varmadıkça boş düşmez. Bazıları başını secdeden
kaldırmadıkça, bazıları da teşehhüde oturmadıkça boş düşmeyeceğini
söylemişlerdir.Ta-tarhâniyye.
«Gibi sözler.» Meselâ; hastalığında yahut
ağrı çektiğinde boşsun, demesi de tâliktir. Çünkü ihtiyâri fiille ihtiyârî
olmayan fiil arasında bir fark yoktur. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. T.
«Çünkü zarf şarta benzer.» Zira şart
bulunmadan nasıl meşrut bulun-mazsa, zarf bulunmadan mazruf da bulunmaz.
Binaenaleyh zarf mânâsını murad etmek mümkün değilse, şart mânâsına yorumlanır.
Nehir.
«Tenciz olur...» Çünkü talâkı o anda yapmış
ve zikrettiği şeyle onu illetlendirmiştir. Binaenaleyh girmek veya hayız
bulunsun bulunmasın derhal talâk vâki olur. Rahmeti.
«Ba ile söylerse tâlik olur» Çünkü ba,
ilsak (hükmü yapıştırmak) içindir. Bu adam kadına zikrettiği şeye yapışık
olarak bir talâk yapmıştır. Binaenaleyh talâk ancak onunla olur. Rahmeti.
«Sen hayzında boşsun derse» başka bir hayız
görünceye kadar boş düşmez. Bedâyi sahibi diyor ki: «Sen hayzında boşsun veya
sen hayzınla beraber boşsun derse, kanın üç gün devam etmesi şartıyla hayzını
gördüğünde boş olur. Çünkü 'fi' kelimesi zarf bildirir. Halbuki hayız zarf
olmaya elverişli değildir. Binaenaleyh şart kabul edilir. (Beraber mânâsına
gelen) 'mea' kelimesi beraberlik ifade eder. Kan üç gün devam etti mi,
başladığı andan itibaren hayız olduğu anlaşılır ve talâk o andan itibaren vâki
olur. Sen hayzan esnasında boşsun derse, hayzını görüp temizlenmedikçe boş
düşmez. Çünkü 'hayza' kelimesi kâmil hayzın ismidir. Bu da temizliğin ona
bitişmesiyle olur. Bu fasılların hepsinde kadın hayızlı bulunursa, temizlenin
başka bir hayız görmedikçe boş düşmez. Çünkü o adam hayzı talâkın vukuu için
şart yapmıştır. Şart olması, yakın bir şekilde yok olan şeydir ki, o da
gelecekteki hayızdır, halen mevcut olan hayız değildir.»
Ben derim ki: O adam mevcut hayzın
müddetinde diye niyet ederse, talakın vâki olması gerekir. Cevhere' de şöyle
denilmiştir: «Kadın hayızlı iken kocası ona, hayzını görürsen boşsun derse, bu
söz gelecekteki hayza yorumlanır. Bu hayızdan meydana geleni kasdederse,
niyetine göre vâki olur. Çünkü hayız azar azar meydana gelir. Gebe karısına,
sen gebe kalırsan diyerek bu gebeliği nisbet etmesi bunun hilâfınadır. Bununla
yemini bozulmaz. Çünkü onun çok cüzleri yoktur.» Hâniyye'de şöyle denilmiştir:
«Hayızlı kadına kocası, hayzını görürsen boşsun derse, bu söz gelecekteki hayza
ait olur. Kadına, Yarın hayzını görürsen boşsun derse, bu söz o hayzın yarının
fecrine kadar devamına yorumlanır, Çünkü ertesi sabah hayzın meydana gelmesi
tasavvur edilemez. Binaenaleyh devama yorumlanır. Keza kadın hasta iken, sen
hasta olursan boşsun derse, hüküm yine böyledir. Sağlam kadına, düzeldiğin
zaman boşsun demesi bunun hilafınadır ve sustuğu gibi talâk vâki olur. Çünkü
sağlamlık devam eden bir haldir. Onun devamı için iptida hükmü vardır. Ayakta
bir kimseye, ayağa kalktığın vakit; oturan kimseye, oturduğun vakit; milki olan
birköleye, sana mâlik olduğum vakit demek de böyledir. Hayız ve hastalık
uzamasa da şeriat mecmu itibariyle birtakım hükümler tâlik etmiştir ki, bunlar
onun her cüzüne taallûk etmez. Bu sebeple mecmuu bir şey saymıştır.»
«Üç gün içinde boşsun derse bu tenciz
olur.» Çünkü vakit kadının boş olmasına zarf olabilir ve bir vakitte boş düştü
mü, sair vakitlerde de boş sayılır. Bahır.
«Üç günün gelişine tâlik olur.» Çünkü
gelmek bir fiildir. Zarf olmaya elverişli değildir. Binaenaleyh şart olur.
Bahır.
«Çünkü şartlar gelecek zaman hakkında
muteberdir.» sözü, "yemin ettiği günden ayrı" ifadesinin illetidir.
Çünkü günün gelmesi, onun ilk cüzünün gelmesinden ibaretir. Fecir doğdu mu,
cuma günü geldi derler. Birinci günün ilk cüzü geçmiştir. Bunu Bahır sahibi
söylemiştir. Bunun ifade ettiği mânâ, o kimsenin bu yemini gündüz yapmış
olmasıdır. Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre geceleyin karısına; sen üç günün
gelişinde boşsun derse, üçüncü günün fecri doğmakla kadın boş düşer. Üç günün
geçişinde derse, bunu geceleyin söylediği takdirde, üçüncü günün güneşi
kavuşmakla kadın boş düşer. Câmi nüshalarının bazısında böyle denilmiştir.
Diğer bazılarında ise, "Dördüncü geceden yemin ettiği saati gelinceye kadar
boş düşmez." denilmiştir. Kudûrî bunu böyle zikretmiştir.
METİN
Kıyamet gününde derse, bu sözü hükümsüz
kalır. Ondan önce derse tencizdir. Sen şu hâneye girişinde güzel bir talâkla
boşsun derse, güzel mânâsına gelen hasene kelimesini merfu söylediği takdirde
tenciz olur. Mansup söylerse talâk muallâk olur. Kisâi İmam Muhammed'e şunu
sormuş: «Bir kimse karısına; uysal olursan ey Hind, uysallık uğurluluktur. Sert
olursan ey Hind, sertlik uğursuzluktur. İmdi sen talâksın. Talâk ise azimettir.
Üçtür. Kim sertlik gösterirse. âsilik ve zulmetmiş olur derse, kaç talâk vâki
olur?» İmam Muhammed. "Üç kelimesini merfu söylerse bir talâk, mansup
söylerse üç talâk olur." diye cevap vermiştir. Meselenin tamamı Muğni'de
ve Mülteka üzerine yazdığımız hâşiyededir.
İZAH
«Hüküsüz kalır.» Çünkü kıyamet gününde
Allah'ın teklifleri kaldırılmış olur. Burada talâkın müneccez, yani derhal vâki
olmaması, vukuunu muayyen bir zamana tâlik ettiği içindir. Zaman talâk îkâı
için elverişlidir. Şu kadar var ki, ikâına bir mâni bulunmuştur. T.
«Ondan önce derse tencizdir.» Çünkü öncelik
zarftır, geniştir, konuşma zamanına da sâdıktır. T.
«Merfu söylediği takdirde tenciz olur»
Merfu ile mansup söylemesi arasında fark şudur: Hasenetün diye merfu söylerse,
kelime kadının sıfatı olur ve fâsıla teşkil eder. Hasenetendiye mansup
söylerse, boşamanın sıfatı olur ve fâsıla teşkil etmez. Bunu Muhitten Nehir
sahibi nakletmiştir. Yani ecnebi bir fâsıla bulunmayınca, "girişinde"
demesi yeni bir cümle olmaz. Boşsun kelimesine taallûk eder ve onun kaydı olur.
«Kisâi İmam Muhammed'e şunu sormuştur
ilh:..» sözüyle şârih, İbn-i Kişâm'ın Muğnî adlı eserinin birinci bâbında
söylediklerini redde işaret etmiştir. İbn-i Hişâm şöyle demiştir: «Hârun Reşid
İmam Ebû Yusuf'a mektup yazarak bu meseleyi sormuş; O da, bu mesele hem nahvî,
hem fıkhîdir. Ben onun hakkında bir şey söylersem hatadan emin değilim, diye
cevap vermiş. Bunun üzerine mesela Kisâi'ye sorulmuş; O da üç kelimesini merfu
söylemişse kadın bir defa boş olur. Çünkü kocası ona sen talâksın demiş, sonra
tam talâkın üç olduğunu haber vermiştir. Üç kelimesini mansup söylemişse, kadın
üç defa boş olur. Çünkü bunun mânâsı, sen üç defa boşsun demektir. Aralarında
bir itiraz cümlesi vardır, diye cevap vermiştir.» Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.
Fetih sahibi diyor ki: «Bu söz hata
olmaktan başka içtihat makamını anlamaktan da uzaktır. Çünkü içtihadın
şartlarından biri, Arap dilini ve üslûplarını bilmektir. Zira içtihat, Arapça
olan nakit deliller üzerinde yapılır. Güvenilir zevatın bu mesele hakkında fetvayı
okuyandan naklettikleri bunun hilâfıdır. Suali Kisâi İmam Muham b. Hasan'a
göndermiştir. Ebû Yusuf'un ve Hârun Reşid'in bu meselede aslâ karşılığı yoktur.
Ebû Yusuf'un makamı, imam, müctehid ve lâfızların muktezası hususundaki
tasarruflarda bunca ustalığı ile beraber böyle bir terkipte başkasına muhtaç
olmaktan çok daha yüksektir. Mebsût'ta bildirildiğine göre İbn-i Semâa şöyle
demiş: Kisâi İmam Muhammed'e bir fetva göndermiş. O da onu bana verdi, fetvayı
kendisine okudum, cevabında yukarıda geçenleri yazdı. Kisâi de cevabını
beğendi. Halebî'nin Celâl-i Suyûtî'ye aid Mugnî hâşiyesinden naklen
bildirildiğine göre Hatib-i Bağdâdi'nin Tarih' inde rivayet edilen budur»
«Talâk azimettir.» Yani ciddidir. şaka ve
oyun değildir. Nehir.
«Tamamı Mugni' dedir.» Mugni sahibi şöyle
demiştir: «Ben derim ki: Doğrusu, refi ve nasp kıraatlerinin ikisi de üç ve bir
talâkın vukuuna ihtimallidir. Reli ihtimallidir. Çünkü talâk kelimesinin
başındaki 'elif-lâm' ya cinsten mecaz içindir - "Zeyda'nir raculü"
gibi ki, güvenilecek adam Zeyd'dir mânâsınadır. - yahut ahd-ı zikri içindir.
Yani bu zikredilen talâk üç azimettir mânâsınadır. 'Elif-lâm' ı ahd için
alırsak üç talâk; cins için alırsak bir talâk vâki olur. Mansup okumaya
gelince: Mef'ulü mutlak olmak ihtimali vardır. Bu üç talâkın vukuuna iktiza
eder. Çünkü sen üç talâkla boşsun mânâsınadır. Sonra şair bunların arasına
talâk izamettir diyerek itiraz cümlesi getirmiştir. Üç kelimesinin azimetin
altında gizli olan zamirden hâl olması da mümkündür. O zaman üç talâkın vukubulması
lâzım gelmez. Çünkü mânâ, talâk üç olursa azimettir şekline girer ve o kimse
neyi niyet ettiyse o olur. Lâfzın muktezası budur. Ama şairin murad ettiği üç
talâktır.» Fetih sahibinin beyanına göre "selâsün" kelimesinin
mef'ulû mutlak olmak üzere 'selâsen' okunması zâhirdir. Merfu olarak 'selâsün'
okunursa, ahd-ı zikri için olur ve üç talâk meydana gelir. Onun için şairin
bunu kasdettiği zâhir olmuştur.
METİN
Sen yarın boşsun, yahut sen yarının içinde
boşsun sözüyle fecir doğarken talâk vâki olur. İkincisinde ikindiyi yani günün
sonunu niyet etmesi kazaen sahihtir. Diyaneten her ikisinde tasdik edilir. Sen
şâbanda boşsun, yahut şâban ayının içinde boşsun demesi de böyledir. Sen bugün
yarın boşsun: yahut, sen yarın bugün boşsun derse, birinci söz muteber olur.
'Ve' edatıyla atfederse, birinci sözle bir, ikinciyle iki talâk vâki olur. Bu,
"sen geceleyin ve gündüz boşsun"; yahut "gündüzün evvelinde ve
sonunda boşsun" ve bunun aksi ile, "bugün ve ayın başında
boşsun" demesi gibidir.
İZAH
«Fecir doğarken talâk vâki olur.» Fecirden
murad; fecr-i sâdıktır. fecc-i kâzip değildir. Ferir doğarken boş olmasının
vechi şudur: Bu adam kadını yarının hepsinde talâkla vasfetmiştir. Binaenaleyh
muarız olmadığı için ilk cüzü taayyün eder. Bahır. Hidâye sahibi ile başkaları burada
talâkı zamana izafe hakkında ayrıca bir fasıl yapmışlardır.
«İkincisinde ikindiyi...» (Yani yarının
içinde sözüyle ikindiyi) niyet etmesi sahihtir. Çünkü Yarının bir cüzünde
kadını talâkla vasfetmiştir. Bahır.
«Günün sonunu» sözü, maksadı tefsirdir.
Zâhire göre kuşluk veya zevâl vaktini kasdetmiş olsa yine tasdik edilir. T.
«Kazaen» sahih olması ,İmam-ı Âzâm'a
göredir. İmameyn'e göre birincisi gibi bu da sahih değildir. Diyaneten her
ikisinde niyetin sahih olmasında hilâf yoktur. İmam-ı Âzâm'a göre fark
müteallâkının umumudur. Zira mukadder olarak dahil olur. Lâfzan söylenmez.
Lügatta, bir sene oruç tuttum demekle bir senenin içinde oruç tuttum demenin
arasında fark vardır. Şer'an dahi, ömrüm boyunca oruç tutacağım demekle,
ömrümün içinde oruç tutacağım sözü arasında fark vardır. Ömrüm boyunca
dediğinde, bütün ömrünü oruçla geçirmedikçe yemininde durmuş olmaz. Ömrümün
içinde dediğinde ise, bir saat oruç tutmakla yemininde durduğu sabit olur. Keza
bir ay oruç tutarsam kölem âzâd olsun sözüyle, bu ayın içinde oruç tutarsam
kölem âzâd olsun demesi arasında fark vardır. Birincisinde oruç bütün aya
şâmildir. İkincisinde ise bir saate şâmildir. Nitekim Muhit'te beyan
edilmiştir. Binaenaleyh zarf edatını zikrederek zamanın bir cüzünü niyet etmek,
hakikati niyet etmektir. Zarf edatını atarak niyet etmek ise, âmmı tahsistir.
Binaenaleyh kazaen tasdik edilmez. Hakkında zaman parçalanmayı kabul etmeyen
şey bunun hilâfınadır. Çünkü onda edatı atıp atmamakarasında bir fark yoktur.
Meselâ, cuma günü oruç tuttum demekle, cuma gününün içinde oruç tuttum demek
müsavidir. Meselenin tamamı Bahır ve Nehir'dedir.
Ben derim ki: Keza şumulü olmadığını
bilirse, zamanı parçalanan şey hakkında da aralarında fark yoktur. Meselâ, cuma
günü yedim yahut cuma gününün içinde yedim sözleri arasında bir fark yoktur.
«Yahut şâban ayının içinde» sözünde,
erkeğin niyeti yoksa kadın recebin son gününde güneş kavuşurken boş olur. Şâban
ayının sonunu niyet etmişse, mesele yukarıdaki hilâf üzeredir. Fetih.
«Birinci söz muteber olur.» Binaenaleyh
birincide o gün, ikincide yarın boş olur. Çünkü birinci söz söylemekle onun
hükmü birincide derhal sabit olur. İkincide ise tâlik olur ve ondan sonra
zikrettiği ile değiştirmeye ihtimali kalmaz. Zira ne müneccez tâliki kabul
eder, ne de muallâk tencizi. Nehir.
«Ve edatıyla atfederse ilh...» Tebyin
sahibi diyor ki: Çünkü ma'tuf ile ma'tufunaleyh başka başka şeylerdir. Şu kadar
var ki, birincide bizim için ikinci talâkı ikâya hâcet yoktur. Çünkü kadının
üzerine bugün yapılan bir talâkla onu yarın vasfetmek mümkündür. İkincisinde
ise bu mümkün değildir. Onun için iki talâk vâki olur. H.
«Sen geceleyin ve gündüz boşsun demesi
gibidir.» Yani bu sözü gece söylemişse bir talâk vaki olur. Keza gündüzün
başında söylemişse, gündüzün başında ve sonunda vâki olur. H.
«Ve bunun aksi ile...» Yani, "sen
gündüzün ve geceleyin boşsun", yahut "sen günün sonunda ve başında
boşsun" derse, bu söz geceleyin ve keza gündüzün başında söylenmişse kadın
iki talâk boş düşer. Gündüzün veya günün sonunda söylenmişse, hüküm hepsinde
bunun aksi olur. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. H.
Ben derim ki: Bu hüküm ma'tufta zarf
edatını açıklamadığına göredir. Zira Zahîre'de şöyle denilmektedir: «Geceleyin
karısına; sen gecende ve gündüzünde boşsun; yahut gündüzleyin, sen gününde ve
gecende boşsun derse, her vakitte bir talâk boş düşer. Yalnız bir talâkı niyet
ederse, diyaneten tasdik olunur. Çünkü sözünün buna ihtimali vardır. Zarf
edatı, beraber mânâsına yorumlanabilir. (Ve mânâ, sen gündüzünle beraber
gecende boşsun şekline girer.)»
«Bugün ve ayın başında boşsun demesi
gibidir.» Yani bir talâk vâki olur. Fakat ayın başında ve bugün derse iki talâk
vâki olur Onun için bunu aksi ile sözünden önce söylemesi daha iyi olurdu.
Nitekim gizli değildir.
METİN
Kaide şudur: Her ne zaman talâkı biri olmuş
diğeri olacak iki vakte atıf edatı ile izafe ederse bakılır. Olmuştan
başlamışsa ikisi birleşir. Olacaktan başlamışsa ayrı ayrı olurlar.
"Senbugün boşsun ve yarın geldiğinde"; yahut "sen boşsun, hayır
bilâkis yarın" derse, kadın o anda bir defa boş olur, ertesi gün de bir
daha boş olur. "Sen bir defa boşsun yahut değilsin"; yahut,
"benim ölümümle beraber"; yahut, "senin ölümünle beraber
boşsun" sözleri hükümsüzdür. Birincinin hükümsüz olması, şüphe edatı
bulunduğu içindir. İkincinin hükümsüz olması talâkı îkâya yahut vukuya zıt bir
hale izafe ettiği içindir. Keza, "sen seninle evlenmenden önce
boşsun": yahut bugün nikâh ettiği karısına, "sen dün boşsun"
demesi de böyledir. Ama kadını dünden evvel nikâh ettiyse talâk şimdi vâkidir.
Çünkü geçmişte yapılan inşâ, halde de inşâ sayılır.
İZAH
«Biri olmuş biri olacak» bugün ile yarın
gibidir. Fakat dün ve bugün gibi biri geçmiş biri şimdi mevcutsa, bu hususta
şerhte az ileride söz gelecektir. Hâniyye'de şöyle denilmektedir: «Günün
ortasında karısına; sen bugünün başında ve sonunda boşsun derse; bir talâk vâki
olur. Aksini söylerse iki olur. Çünkü günün sonunda vâki olan talâk evvelinde
olamaz. Binaenaleyh iki talâk vâki olur »
«İkisi birleşir.» Çünkü kadın bugün boş
düşünce yarın da boştur. Talâkın çoğalmasına hacet yoktur. Lâkin Hâniyye'den
naklen Bahır'da şöyle denilmiştir: Sen bugün boşsun ve yarından sonra derse,
Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'un kavline göre kadın iki defa boş olur. Bunun vechi
şu olsa gerektir: Bugünle Yarın bir vakit mesabesindedir. Çünkü gece dahildir.
Yarından sonra derse, bunun hilâfınadır. Zira iki vakit gibi olurlar. Aradan
bir gün terketmesi, yarından sonra başka bir talâk kasdettiğine karinedir.
Nitekim yakında bunu te'yid eden sözler gelecektir. Lâkin buna göre bugün ve ay
başında dediğinde, bir talâk vâki olması müşkildir. Ancak şöyle cevap
verilebilir: «Murad, yeminin o ayın son gününde yapılmasıdır. Binaenaleyh arada
fâsıla yoktur.»
«Kadın o anda bir defa boş olur, ertesi gün
de bir daha boş olur.» Ama, "sen bugün boşsun ve yarın geldiğinde"
ifadesinde, gelmek îkâ üzerine mâtuf bir şarttır. Mâtuf ile mâtufunaleyh başka
başka şeylerdir. Hal yerinde olan bir söz şarta taallûk etmiş olamaz.
Binaenaleyh müteallikin başka bir talâk olması gerekir. 'Ve' edatını
zikretmezse, kadın ancak fecir doğarken boş düşer. Müneccez talâk mevkuf olarak
kalır. Çünkü birinciyi değiştiren ikinciye eklenmiştir. Bahır'da böyle
denilmiştir.
«Sen boşsun hayır bilâkis yarın» sözüne
gelince: Vazgeçmek suretiyle müneccez talâkı iptal etmek istemiştir. Fakat buna
imkan yoktur. Bilâkis yarın sözüyle de başka bir talâk vâki olur. H.
«Şüphe edatı bulunduğu içindir.» Bu kavil
İmam-ı Âzâm'ındır. Ebû Yu-suf'un son sözü de budur. İmam Muhammed ile ilk
sözünde Ebû Yusuf kadının talâk-ı ric'î ile boş düşeceğinisöylemişlerdir. Çünkü
bu adam şüpheyi bir talâk üzerine getirmiştir. Binaenaleyh sen boşsun sözü
kalır. Şeyhayn'ın delilleri şudur: Vasıf adet zikredilerek yapılırsa, talâkın
vukuu sayı ile olur. Buna delil, bir kimse cima etmediği kansına; sen üç defa
boşsun derse, bütün ulemanın ittifakıyla üç talâk boş olmasıdır. Eğer talâk
vasıfla vuku bulsaydı üçü zikretmek hükümsüz kalırdı. Nehir. Sayı ile
kayıtlaması şundandır: O adam, sen boşsun yahut değilsin» dese, hiçbirinin
kavline göre talâk vâki olmaz. Çünkü şüpheyi îkâ üzerine getirmiştir. Keza,
"sen boşsun ancak..." demesi de böyledir. Çünkü istisnadır. "Sen
boşsun, olsa da olmasa da" demesi de böyledir. Çünkü şarttır. İkaya
istisna yahut şart katılırsa, îkâ olmaktan çıkar. Bahır. Bu meselenin
fer'lerinin tamamı Bahır'dadır.
«Talâk-ı ikâya yahut vukua zıt bir hale
izafe ettiği içindir.» Burada neşr-i mürettep vardır. H. Yani erkeğin ölmesi
talâkı onun yapmasına mûnafidir. Kadının ölmesi de, üzerine talâk yapılmasına
mûnafidir.
«Sen seninle evlenmemden önce boşsun ilh...»
sözü de öyledir. Çünkü talâkı mâlûm bir hale isnat etmiştir ki, bu hâl talâka
mâlik olmasına zıttır. Bunun hâsılı talâkı inkâr etmektir. Binaenaleyh hükümsüz
kalır. Bir de bu sözü inşâ olarak düzeltme imkânı bulunamayınca, ihbar olarak
düzeltilmesi mümkündür ve nikâh bulunmadığını haber vermiş olur. Fetih. Talâkı
evlenmeye tâlik eder de meselâ, "Sen seninle evlenmemden önce boşsun,
seninle evlenirsem."; yahut, "seninle evlenirsem seninle evlenmemden
önce boşsun" derse, bu iki surette bilittifak evlendiği anda boş düşer.
Öncelik hükümsüz kalır. Şart cümlesinin cezasını sonra söyler de, "seninle
evlenirsem sen seninle evlenmezden önce boşsun" derse, talâk vâki olmaz.
İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir.
«Ama kadını dünden evvel nikâh ettiyse
talâk şimdi vâkidir.» Kadını dün nikâh etmişse hükmü nedir görmedim. Fetih
sahibinin yukarıda geçen sözünün muktezası, talâk vâki olmaktır. Çünkü imkânsız
değildir. Sonra Dürerü'l-Bihar şerhinde gördüm ki, talâk vâki olur diye açıkça
beyan edilmiştir.
«Çünkü geçmişte yapılan inşâ, halde de inşâ
sayılır» Zira onu zıt bir hale isnat etmemiştir. Yalan söylediği ve isnada
kudreti de olmadığı için ihbar olarak tashihi de mümkün değildir. Binaenaleyh o
anda inşâ olur. Bu nükteden dolayı müteehhirin ulemamızdan bazıları devir meselesinde
talâkın vukuuna hükmetmiş; ekserisi ise vukubulmadığını söylemişlerdir. Tamamı
Fetih, Bahır ve Nehir'dedir. Biz bu hususta talâk bahsinin başında yeterince
söz ettik.
METİN
Dün ve bugün derse müteaddit olur. Aksini
söylerse birleşir. Bunun aksine kâil olanlar da vardır. Sen, ben yaratılmazdan
önce boşsun; yahut sen yaratılmazdan önce boşsun veyaben seni çocukluğumda
boşadım veya uyurken yahut deli iken boşadım der de deliliği mâlûm olursa,
söylediği hükümsüz kalır. Kölesine, "ben seni satın almazdan önce sen
hürsün"; yahut bugün satın aldığı kölesine, "sen dün hürsün"
demesi bunun hilâfınadır. Çünkü köle âzâd olur. Nitekim bir köle için ikrarda
bulunur da sonra onu satın alırsa köle âzâd olur. Çünkü onun hür olduğunu ikrar
etmiştir. Sen, benim ölümümden iki ay önce; yahut daha fazlasında boşsun der
de, iki ay geçmeden ölürse, kadın boş düşmez. Çünkü şart bulunmamıştır. İki ay
geçtikten sonra ölürse; kadın öldüğü anda değil müddetin başına istinaden boş
düşer. Bunun faydası kadına miras verilmemesidir. Çünkü iddet bazen üç hayız
görerek iki ayda biter.
İZAH
«Bunun aksine kâil olanlar da vardır.»
Hâniyye sahibi buna kesinlikle kâildir. Zahire'de Münteka'ya nisbet edilerek
şöyle denilmiştir: «sen dün ve bugün boşsun derse bir talâk, aksini söylerse iki
talâk olur. Sanki, "sen bir talâk boşsun, ondan önce de bir talâk"
demiş gibi olur.» Halebî diyor ki: «Hak budur. Çünkü talâkı dün ikâ etmek bugün
de ikâdır. Nitekim Makdisi söylemiştir.»
«Hükümsüz kalır.» Çünkü.bunun hâsılı,
yukarıda geçtiği gibi talâkı inkârdır.
«Çünkü onun hür olduğunu ikrar etmiştir.»
sözü her üç suretin illetidir. T.
«Çünkü şart bulunmamıştır.» Buna şöyle
itiraz olunmuştur: «ölüm mutlaka başa gelecektir. O ne şarttır, ne de şart
mânâsındadır. Bilâkis talâkın izafe edildiği vakti bildirir. Onun için iki
aydan sonra ölürse, talâk müstenit olarak vâki olur. Gelmek bunun hilâfınadır.
Nitekim ileride gelecektir.» Rahmetî buna şöyle cevap vermiştir: «Murad;
istinadın sahih olmasının şartı bulunmadığı için demektir. Çünkü onun şartı ölümden
evvel talâk vukuunun istinat edeceği bir zamanın bulunmasıdır. O da muayyen
müddettir.»
Ben derim ki: Şu da var: Şart, ölüm değil,
yeminden sonra iki ayın geçmesidir. Bunun olması da olmaması da ihtimallidir.
İki ay geçmezse şart bulunur. Şayet, "Bunu geçmişten tamamlamak mümkündür.
Meselâ; sen dün boşsun gibi..." denilirse, ben de derim ki: Burada iki
aydan sonra ölmesi ihtimali vardır. Binaenaleyh sözünün hakikati itibar olunur.
Dün bunun hilâfınadır.
«Müddetin başına istinaden boş düşer.» Bu
söz İmam-ı Âzâm'ındır. İmameyn'e göre ise ölüm anında boş düşer. İkâ veya vuku
ehliyeti ortadan kalkmıştır. Binaenaleyh hükümsüz kalır. Şârihin, "ölüm
anında değil" demesi, İmameyn'in kavlini reddetmektir. Rahmeti
«Bunun faydası ilh...» sözüne Şurunbulâli
şöyle itiraz etmiştir: «iddetin iki ayda geçmesi mümkündür diye kadına miras
vermemek zayıftır. Sahih ve müftabih olan kavil, İmam-ı Âzâm'a göre iddetin
ölüm vaktine münhasır olmasıdır. Kadın da mirasçı olur. Bunu Câmi-iKebir şârihi
söylemiştir. Çünkü mirasta da talâkta olduğu gibi istinat zâhir değildir. Çünkü
bunda kadının hakkını iptal vardır. Zayıf olmakla beraber bu kavlin vechi de
zâhir değildir. Zira fârrın (miras kaçıranın) karısı iki müddetin uzun olanını
iddet bekler. İki ayda hakikaten üç hayzın geçmesiyle onun iddeti bitmez. Uzun
müddeti tamamlamak için dahi iki ay on gün kalır. Binaenaleyh kadın ona mirasçı
olur. Şu halde iki ayda üç hayız imkânı vardır diye kadın mirastan nasıl men
edilir?»
Rahmetî bu ifadeyi şöyle açıklamıştır:
«Talâk İmam-ı Âzâm'a göre müddetin başına istinat ederek vâki olur. Eğer erkek
o müddette hasta olup hastalığı ölüme kadar devam ederse, miras kaçırması
tahakkuk etti demektir. Hasta değilse yine öyledir. Çünkü onun talâkının vukuu
ancak ölmesiyle bilinir. Kadının hakkı onun malına taallûk etmiştir. İddetten
sonra ölmüş olması farzedilemez. Çünkü iddet İmam-ı Âzam'a göre ölümle vâcip
olur. Sahih kavil budur. Zira iddet sebebinde şüphe bulunmakla sabit olamaz.
Zayıf kavle göre iddet talâkın vukuu anına istinat ederse de, iddet iki
müddetin uzun olanıyla biter. Mücerret iki ayda üç hayız gör-mekle bitmez.
Teslim edilse bile bunun mutlaka tahakkuku lâzımdır. Kadın üç hayız gördüğünü
itiraf etmelidir. İki ayın geçmesiyle tahakkuk etmez. Hattâ bir ve iki senenin
geçmesiyle bile tahakkuk etmez. Binaenaleyh musannıfın Dürer sahibine uyarak
söyledikleri hiçbir suretle fıkıh kaidelerine uymaz. Buna dikkat etmelidir.»
METİN
Bir adam karısına; sen her gün boşsun yahut
her cuma veya her ay başında boşsun der de bir niyeti bulunmazsa, bir talâk
vâki olur. Her günü niyet ederse veya her günün içinde yahut her günle beraber
veya her gün geldiğinde yahut her gün geçtikçe boşsun derse, üç günde üç talâk
vâki olur. Kaide şudur: Her ne zaman zarf kelimesi terkedilirse birleşir, terk
edilmezse müteaddit olur. Hulâsa'da bildiriliğine göre; sen günle beraber bir
talâk boşsun sözü ile derhal üç talâk vâki olur. Erkek, ikinizden ömrü en uzun
olan şimdi boştur derse, kadınlardan biri ölmedikçe boş düşmez. Ölürse diğeri
boş olur. Çünkü şartı o zaman bulunmuş olur.
İZAH
«Sen her gün boşsun derse...» Bahır sahibi
şöyle diyor: «Zarf edatı
olan 'fî' nin atılıp atılmamasına teferru
eden meselelerden biri de şudur:Bir adam karısına; sen her gün boşsun dese, üç
imamıza göre bir talâk vâki olur. İmam Züfer üç günde üç talâk vâki olacağını
söylemiştir. Bu adam;her günün içinde boşsun derse, günde bir talâk olmak üzere
bilittifak üç defa boş olur. Nitekim her günde yahut her gün geçtikçe demiş
olsa hüküm budur. Bize göre fark şudur: Fî edatı zarf içindir; zaman ise sadece
vuku itibariyle zarftır. Binaenaleyh her gün talâk vâki olmasından talâkın
taaddüdü lâzım gelir. Her gün vâkiile vasıflanmak bunun hilâfınadır. Ama
kadının her gün başka bir talâkla boş cimasını niyet ederse niyeti sahih olur.»
«Veya her cuma»dan murad; haftayı niyet
etmesi yahut hiç niyeti bu-lunmamasıdır. Niyeti yalnız her cuma gününe ise
kadın her cuma günü boş olur; üç talâkla bâin oluncaya kadar böyle devam eder.
Bunu Tahtâvî Bahır'dan nakletmiştir. Hülasası şudur: Cuma kelimesiyle haftayı niyet
eder de mutlak söylerse bir talâk; hâssaten cuma gününü niyet ederse üç talâk
vâki olur. Çünkü günler arasında fasıla bulunmaktadır. Nitekim yakında izah
edilecektir.
«Veya her ay başı...» Baş kelimesini
zikretmesi doğru değildir, onu atmak gerekir. Zahîre, Hindiyye ve
Tatarhâniyye'de şöyle denilmektedir: «Sen her ayın başında boşsun derse, her ay
başında bir defa olmak üzere üç defa boş olur. Fakat sen her ay boşsun derse,
kadın bir defa boş olur. Çünkü birincide aralarında vuku hususunda fasıla vardır.
İkincide öyle değildir.» Yani ayın başı evvelidir. Bir ayın başı ile diğer ayın
başı arasında ise fasıla vardır. Binaenaleyh her ayın başında bir talâk îkâı
gerekir. Bunun benzeri yukarıda Hâniyye'den naklen geçen, "Sen bugün
boşsun ve yarından sonra" sözüdür. Her ayda boşsun demesi bunun
hilâfınadır. Çünkü talâkın izafe edildiği vakit bitişiktir ve bir vakit
mesabesindedir. Onun evvelinde vâki olan, bütününde vâkidir. Bunun benzeri
yukarıda Hâniyye'den naklen geçen, "Sen bugün boşsun ve yarından
sonra" sözüdür. Her ayda boşsun demesi bunun hilâfınadır. Çünkü talâkın
izafe edildiği vakit bitişiktir ve bir vakit mesabesindedir. Onun evvelinde
vâki olan, bütününde vâkidir. Bunun benzeri, "sen bugün boşsun yarın
da" sözüdür. Bana zâhir olan budur.
«Her günü niyet ederse...» Yani her gün bir
talâk vâki olmasını yahut her cuma günü yani haftada bir talâk vâki olmasını
niyet ederse, keza cuma kelimesiyle hususi gününü niyet ederse demektir.
Nitekim yukarıda geçti.
«Veya her günün içinde» derse üç günde üç
talâk vâki olur. Çünkü her günü talâkın vukuu için zarf yapmıştır. Binaenaleyh
vâki olan talâk da müteaddid olur.
«Hulâsa'da ilh...» Keza Bahır'da da böyle
denilmiştir. Şârih de ona uymuştur. Burada gün lâfzı ziyade edilerek tahrif
yapılmıştır. Zira Hulâsa'nın ibaresi, "Sen her boşamakla beraber
boşsun" şeklinde olup, gün lâfzı yoktur. O zaman, "her günle
beraber" sözüyle tenakuz yoktur.
«Diğeri boş olur.» Yani İmam-ı Âzam'a göre
müsteniden, İmameyn'e göre ise ölüme münhasıran boş olur. Fetih. Makdisî şöyle demiştir:
«Ben derim ki: İkisinin arasında kadınla cima etmişse, talâk bâin olduğu
takdirde ukr vermesi lâzım gelir. Talâk ric'î ise kadına döner. Bunun yerine
"ki cariyesinden birisi" deseydi hüküm yine bu idi. Düşünülsün!»
«İkisinin arasında» murad; yeminle ölümdür.
«Çünkü şartı o zaman bulunmuş olur.» Yani
mânevî şartı - ki uzun ömürdür - o zaman bulunmuştur. O zamandan murad,
diğerinin ondan önce ölmesidir. T. Bu şuna mebnîdir ki, "ikinizden ömrü en
uzun olan" sözünden murad; ölenden sonra hanginiz geri kalırsa demektir.
Yoksa doğumundan vefatına kadar ömrü diğerinin ömründen daha uzun olursa
mânâsına değildir. Aksi takdirde ölenin ömrü kalandan daha uzun olabilir.
Meselâ; birinci yetmiş yaşında ölür, öteki henüz yirmi yaşındadır. Murad
ikincisi (yani ömrü uzun olan) ise, kalan kadın yetmiş yaşını geçmedikçe boş
düşmez. Örfen bu iki mânânın ikisi de kullanılır. Burada murada en yakın olanı
Fetih ve diğer kitapların tabiridir ki, "hanginizin hayatı daha
uzunsa" mânâsına almışlardır. Bundan anlaşılan, hanginizin hayatı
ötekinden geri kalırsa mânâsıdır. Musannıfın da bu tabiri kullanması daha iy
olurdu.
METİN
Sen Zeyd'in gelmesinden bir ay önce boşsun
der de Zeyd bir ay sonra gelirse, talâk o müddete münhasıran vâki olur.
İZAH
«Talâk o müddete münhasıran vâki olur.»
İmam Züfer, müsteniden vâki olur demiştir. "Zeyd'in ölümünden bir ay önce
boşsun" derse, Ebû Hanife'ye göre talâk müsteniden vâki olur. İmameyn
ölüme münhasıran vâki olacağını söylemişlerdir. Bu hilâfın faydası, iddetin
itibarında kendini gösterir. Ebû Hanife'ye göre iddet ayın başından itibar
edilir. O ayın içinde kadınla cimada bulunmuşsa, talâk ric'î olduğu takdirde
kadına dönmüş sayılır. Üç talâkla boşamışsa, içinde cima da ettiğine göre
mehrini vermesi gerekir. İmameyn'e göre iddet ölüm anından itibar olunur. Adam
karısına dönmüş sayılmaz. Mehrini vermesi de lâzım gelmez. Bazıları ihtiyaten
iddetin bilittifak ölüm zamanından itibar edileceğini söylemişlerdir. Ay tamam
olmazdan önce Zeyd ölürse kadın boş düşmez. Çünkü ölümden önce bir ay geçmemiştir.
Ay içinde boşadığı vakit iddetten sonra ölür de kadın sonra çocuk doğurursa;
yahut cima edilmemişse, iddet lâzım olmadığı için talâk vâki olmaz. Çünkü mahâl
yoktur. Gelecek zaman hâl için sabit olur. Sonra istinat eder. Câmi-i Kebir'de
ve Esrar'da böyle denilmiştir.
Ebû Hanife'ye göre gelmekle ölüm arasında
fark şudur: Ölüm bildiricidir. Ceza yalnız bildiriciye mahsus değildir. Nasıl
kl Zeyd hânede ise sen boşsun dese de, günün sonunda oradan çıksa kadın konuşma
zamanından boş olur. Çünkü ölüm iptidada aydan önce olabilir. Bu suretle hiç
vakit bulunmaz. İhtimalli hakkında sair şartlara benzer. Ay geçtiği zaman
ölümden evvel bir oy bulunduğunu biliriz. Çünkü ölüm mutlaka olacaktır. Şu
kadar var ki, halen talâk vâki olmaz. Çünkü biz ölüme bitişik bir aya muhtacız.
O da sabit değildir, ölüm onu bildirir. Bu cihetten şarttan ayrıIır da,
"sen ramazandan bir ay önce boşsun"sözündeki vakte benzer.
Binnanaleyh her iki şeye, yani zuhura ve istinada kâil oluruz. "Ramazandan
bir ay önce" derse, bilittifak şâbanda vâki olur. Tamamı Fetih'tedir.
METİN
Bilmiş ol ki hükümlerin sübut yolu dörttür.
İnkılâb, iktisar, istinad, tebyin
İnkılâb; illet olmayan bir şeyin illet
olmasıdır ki, tâlik gibidir.
İktisar; hükmün halen sübut bulmasıdır.
İstinad: mahallin bütün müddette bâkî
kalması şartıyla hükmün öncesine istinaden halen sübut bulmasıdır. Sene dolduğu
vakit zekâtın istinad yoluyla lâzım gelmesi bu kabildendir. Çünkü nisap
mevcuttur.
Tebyin; halin önceden hüküm mevcut olduğunu
meydana çıkarmasıdır. Eğer Zeyd şu hânede ise sen boşsun gibi ki. Zeyd'in orada
bulunduğu ertesi gün anlaşılırsa, söylediği andan itibaren boş düşer ve o andan
itibaren iddet bekler. Ben seni boşamadıkça sen boşsun yahut ne zaman seni
boşamazsam boşsun veya her ne zaman seni boşamazsam boşsun der de susarsa,
susmasıyla kadın derhal boş düşer.
İZAH
«Tebyin...» Ulemanın ibareleri böyledir. Bu
kelime açığa çıkmak mânâsında mastardır.
«Tâlik gibidir.» Nitekim, "şu hâneye
girersen sen boşsun" demesi bir tâliktir. Sen boşsun sözü, hükmünün, yani
talâkın sabit olması için illettir. Nasıl ki sattım sözü milkin sabit olması
için illettir. Azâd ettim sözü de hürriyetin sabit olması için illettir. Lâkin
tâlik yapınca ancak şartı bulunduğu vakit illet olur ki, o da hâneye girmektir.
Şâfiî'ye göre derhal illet mün'akit olur. Ama tâlik onun hükmünü şart
bulununcaya kadar geciktirir. Bu hilâfın semeresi, "seninle evlenirsem sen
boşsun" sözünde meydana çıkar. Bize göre bu sahihtir. Çünkü milk vaktinde illet
olarak mün'akittir. Şâfiî'ye göre sahih değildir. Çünkü milk vaktinde illet
mün'akit değildir. Nitekim usûl-i fıkıh ilminde izah edilmiştir.
«Hükmün halen sübut bulmasıdır.» Satış
yapmak, boşamak, köle âzâd etmek vesaire böyledir. Bunu Halebî Minah'tan
nakletmiştir.
«İstinad ilh...» hakkında Eşbâh'ta şöyle
denilmiştir: «İstinad, tebyinle iktisar arasında döner dolaşır. Bu, ödenen
şeyler gibidir. Ödendiği vakit sebebinin bulunduğu vakte istinad ederek mâlik
olunur. Bir de nisap gibidir. Zira zekât sene tamam oldukta nisabın bulunduğu
vakte istinaden vâcip olur. İstihazalı bir kadınla teyemmümlünün vakit çıkarken
ve suyu gördüğü vakit temizlenmeleri dahi abdestin bozulma vaktine îstinaden
sabit olur. Onun için bunların meshetmesi caiz değildir.»
«Mahallin bâkî kalması şartıyla ilh...»
İstinadla tebyin arasını ayıran bu şarttır. Nitekim bunu Îzâh'tan naklen izah
etmiştir. Bu meselenin fer'lerinden biri de ulemanın şu sözleridir: Bir kimse
cariyesine; sen filanın ölümünden bir ay önce hürsün, der de sonra cariye bir
coçuk doğurur, sahibi her ikisini satarsa, yahut hiçbirini satmazsa veya yalnız
anayı satar yahutbunun aksini yaparsa, İmam-ı Âzam'a göre çocuk âzâd olur,
İmameyn'e göre âzâd olmaz. Anneyi satmadıysa o bilittifak âzâd olur. Bunun
izahı şudur: Çünkü İmam-ı Âzam'a göre âzâd olmak istinad suretiyle meydana
gelince çocuğa sirayet eder. İmameyn'e göre sirayet etmez. Zira istinad yoktur.
O cariyeyi ayın ortasında satar da sonra tekrar satın alır, sonra o dediği
kimse ay tamam oldukta ölürse, İmam-ı Âzam'a göre cariye âzâd olmaz. Çünkü ay
içinde milk elden gittiği için ayın başına istinad imkânı yoktur. İmameyn'e
göre âzâd olur. Çünkü iktisar vardır (hüküm halen sabit olmuştur). Bu fer'lerin
tamamı Eşbâh hâşiyelerindedir.
«Çünkü nisap mevcuttur.» Yani bütün müddette
nisap mevcut olmak şartıyla senenin başından hüküm sabit olur. Tahtâvî diyor
ki: «Maksat müddet esnasında bütün nisâbın yok olmamasıdır. Çünkü bütün nisap
yok olur da o kimse başka bir nisaba - velev birinciden bir saat sonra olsun -
mâlik olursa, yeni bir sene itibara alınır,»
«Söylediği andan itibaren boş düşer.» Yani
mahallin bâki kalması şart değildir. Hattâ üç defa dedikten sonra kadın hayzını
görür de sonra onu üç defa daha boşarsa, sonra Zeyd'in o hânede olduğu
anlaşıldıkta üç talâk vâki olmaz. Çünkü birincinin vâki olduğu anlaşılmıştır.
İkincisi iddet geçtikten sonra yapılmıştır. Nitekim Ekmel'den naklen Minah'ta
böyle denilmiştir.
«Susarsa» sözüyle, aşağıda gelecek
"sen boşsun ben seni boşamadıkça sen boşsun" sözünden ihtiraz
etmiştir.
«Derhal boş düşer» Keza, "ben seni
boşamadığım zaman sen boşsun"; yahut, "seni boşamadığım yerde"
veya "seni boşamadığım gün boşsun" demesi de böyledir. Çünkü talâkı
kadının talâkından hâli bir zamana veya mekâna izafe etmiştir. Mücerret
susmasıyla muzâfunileyh bulunmuştur. Talâk da vâki olur. Nehir'de şöyle
denilmektedir: Sonra âşikârdır ki, yemininde durmakla bozmanın eseri, ben seni
boşamadıkça sen boşsun gibi sözlerde zâhir değildir. Bundan dolayıdır ki,
muteehhirin ulemadan bazıları bu meselenin mevzuunu üç defa diyerek
kayıtlamıştır. Evla olan da odur. Evet, ben seni her boşamadıkça sen boşsun
derse, arka arkaya üç talâk vâki olur. Onun içindir ki, kadın cima edilmemişse
yalnız bir talâk vâki olur.
METİN
«Ben seni boşamadımsa boşsun» sözünde
susmakla kadın boş düşmez. Bilâkis erkek boşamadan karı-kocadan birinin ölümüne
kadar nikâh devam eder ve kadın ölümden az önce boş düşer. Çünkü şart o zaman
tahakkuk eder ve o adam fâr (mirastan kaçırıcı) olur. İmam-ı Âzam'a göre şart
edatlarından vakitte, vakit kelimeleri niyetsiz olursa eğer gibidir. İmameyn'e
göre ise her ne zaman gibidir. Bunların hükümleri geçmişti. Vakti veya şartı
niyet ederse derhal talâkı kasdettiğine karine bulunmadıkça bilittifak o
kimsenin niyeti muteber olur. Karine bulunursa derhal talâk vâki olduğuna
hükmedilir.
İZAH
«Susmakla kadın boş düşmez ilh...» Çünkü
yemininde durmanın şartı, kadını gelecekte boşamasıdır. Bu da karı-kocadan biri
ölmedikçe gelecek her vakitte mümkündür. Biri ölürse, yemini bozmanın şartı
olan boşamama tahakkuk eder. Bu niyet olmadığı veya acele talâka delâlet
bulunmadığı zamandır. Nitekim, "vakitte" edatında gelecektir.
«Karı-kocadan birinin ölümüne kadar devam
eder.» sözüyle musannıf, erkeğin ölmesinin de kadının ölmesi gibi olduğuna
işaret etmiştir. Sahih kavil budur. Nevâdir'in rivayeti bunun hilâfınadır.
Orada şöyle denilmiştir: «Ben bu hâneye girmezsem sen boşsun, demesi bunun
hilâfınadır. Çünkü burada erkeğin ölmesiyle talâk vâki olur, kadının ölmesiyle
olmaz. Çünkü kadın öldükten sonra adamın o hâneye girmesi mümkündür.
Binaenaleyh kadının ölmesiyle ye's tahakkuk etmez. Talâka gelince: Kadının
ölmesiyle ondan ye's tahakkuk eder. Fetlh.»
«Şart o zaman tahakkuk eder.» Yani yeminin
bozulmasının şartı o zaman tahakkuk eder. Erkeğin ölmesinde bu zâhirdir.
Kadının ölmesine gelince: Talâktan ye's tahakkuk ettiği içindir. Fetih sahibi
diyor ki: «Kadının ölümünden önce talâk vâki olduğuna hükmümüzü verince kocası
ona mirasçı olamaz. Çünkü kadın ölümden önce boş düşmüş; ölüm halinde
aralarında karı-kocalık kalmamıştır. Muallâk sarîh olduğu halde talâk-ı bâin
olduğuna hükümetmemiz, iddet bulunmadığı içindir. Cima edilmemiş kadın gibi
olur. Çünkü meselemiz talâk parçalanmayı kabul etmeyen son cüzde vâki olursa
diye farz edilmiştir. Ondan sonra ancak ölüm gelir. Onunla da kadın boş olur.»
Bahır sahibi şöyle demiştir: «Anlaşılıyor
ki, erkeğin karısına mirasçı olamaması mutlaktır. Cima etmiş olsun olmasın üç
veya bir defa boşamış olsun müsavidir. Bu da gösterir ki, Zeylâî'nin mirasçı
olamamasını cima etmediyse veya üç defa boşamadıysa diye kayıtlaması doğru
değildir. Nehir'de de bunun gibi denilmiştir.»
«Ve o adam fâr olur.» Yani ölen erkekse,
talâkı ölüme yaklaştığı halde olduğu için o adam fâr olur. Hastanın talâkı
babında gelecektir ki, bir adam talâkı sağlamken tâlik yapar da hasta iken
bozarsa fâr olur. Bu da ondandır. Rahmetî. Kadın cima edilmişse, kocası miras
kaçırdığı için ona mirasçı olur. Velevki üç kere boşamış olsun. Cima
edilmemişse o adama mirasçı olamaz. Bahır.
«Niyetsiz olursa eğer gibidir ilh...» Yani
karı-kocadan biri ölmedikçe İmam-ı Azam'a göre kadın boş düşmez. İmameyn'e göre
susmasıyla derhal boş düşer. Hâsılı, "vakitte" sözü İmam-ı Azam'a
göre burada harftir ve mücerret şart bildirir. Çünkü o bazen zarf, bazen
harfolarak kullanılır. Binaenaleyh şüphe ile derhal talâk vâki olmaz. Bazı
nahiv imamlarının sözü de budur. Nitekim Muğnî sahibi böyle demiştir. Lâkin
onun bildirdiğine göre nahiv ulemasının cumhuru bu kelimenin şart mânâsını
tazammun ettiğini söylemişlerdir. Bu kelime zarf olmaktan çıkmaz. Bahır sahibi,
"Burada İmameyn'in kavlini tercih ettiren budur. Bunu Fethu'l-Kadir sahibi
de tercih etmiştir." demektedir.
«Vakti veya şartı niyet ederse ilh...»
Bahır sahibi diyor ki: «Niyeti yoktur diye kayıtlamamız şundandır: Çünkü o
kimse vakitte edatıyla her ne zaman mânâsını niyet ederse, hem kazaen 'hem
diyaneten bilittifak tasdik olunur. Çünkü kendisine ağır yük yüklemektedir.
Keza vakitte edatıyla İmameyn'in kavline göre eğer manasını niyet ederse,
onlarca yalnız diyaneten tasdik edilmesi gerekir. Çünkü onlara göre bu edat
zarf için kullanılır. Şart için kullanılması bir ihtimaldır. Onu hâkim tasdik
etmez.» Bu bahsin aslı Fethu'l-Kadir sahibine aittir. Eğer sözüyle derhal
talâkı niyet ederse sahih olur mu bir düşün! Zâhire bakılırsa evet olur.
Nitekim ona bir karine bulunsa sahih olur.
«Derhal talâkı kasdettiğine karine
bulunmadıkça...» Bu karine bazen lâfzi, bazen de mânevî olur. Birinciye misâl:
beni boşa, beni boşa demesidir. Kocası buna cevaben; seni boşamazsam şöyle ol
der. Bu söz derhal talâk ifade eder. Nitekim Kınye'de belirtilmiştir. İkinciye
misâl; kocası cima isteyip kadının buna yanaşmaması, bunun üzerine kocasının
"eğer bu eve girmezsen şöyle şöyle olasın" demesidir. Kadının
kocasının şehveti yatıştıktan sonra girerse boş düşer. Bevl şehveti kesmez.
Koku ve benzeri ile cima mukaddimelerinden sayılan her şeyin böyle olması
gerekir. Namaz hususunda hilâf vardır. Nehir. Yani kadın namaz vaktinin
çıkacağından korkarsa, İmam Hasan'ın kavline göre aceleliği kesmez. Bununla
fetva verilir. Nasir kestiğini söylemiştir. Bu acele meseleleri inşaallah girip
çıkmaya yemin bâbının sonunda gelecektir. Bahır. Bu iki misâlde eğer edatında
derhallik karinesinin itibara alınacağına delâlet vardır. Velevki bu edat
bilittifak sırf şart için olsun.
METİN
«Sen boşsun, ben seni boşamadıkca sen
boşsun» ifadesini, "seni boşamadıkça" sözüne ekleyerek söylerse
istihsanen yalnız son müneccez talâkla boş olur.
FER'İ MESELE: Bir kimse karısına; seni
bugün üç defa boşamazsam sen üç defa boşsun derse, bunun kurtuluş çaresi kadını
bin dirhem vermesi şartıyla boşaması, kadının da bunu kabul etmemesidir. O gün
geçerse kadın boş düşmez. Fetva bununla verilir. Haniyye. Çünkü mukayyet
boşamak mutlak boşamanın içindedir. Seninle evlendiğim gün sen boşsun der de,
kadını geceleyin nikâh ederse yemini bozulur. Emrin elinde demesi bunun
hilâfınadır. Yani karısına, Zeyd'in geldiği gün emrin elinde olsun der de Zeyd
geceleyin gelirse, kadın muhayyer olmaz. Gündüz gelirse, güneşin kavuşmasına
kalır. Kaide şudur: Gün kelimesi nezaman bütün müddeti kaplayacak uzun bir
fiille beraber zikredilirse, ondan gündüz kasdedilir. Emrin elindedir sözü
böyledir. Çünkü onu bir gün veya bir ay kadının eline vermek sahihtir. Bu
kelime ne zaman bütün müddeti kaplamayacak bir fiille zikredilirse, ondan
mutlak vakit kasdedilir. Talâk ikâı gibi ki, seni bir ay boşadım dese müddet
zikri hükümsüz kalır, kadın derhal boş düşer.
İZAH
«Seni boşamadıkça sözüne ekleyerek söylerse
yalnız» son sözle kadın boş olur. Ayırarak söylerse, hem müneccez hem muallâk
talâklar vâki olur. Bahır. Müneccez talâk vâki olup, muallâk olanın vâki
olmamasının faydası şudur: Muallâk üç olsaydı, müneccez olan talâkla yalnız bir
defa boş düşerdi. Bahır.
Ben derim ki: Bilâkis muallâk bir talâk da
olsa faydası zâhirdir. Zira muallâk talâk yine vâki olmaz. Hattâ sözüne
ekleyerek yaptığı müneccez bir talâkın faydası budur. Çünkü ekli olarak bir
tatâk yapmasaydı, muallâk olan üç talâk vâki olurdu. Muallâk talâk bir olursa,
bir talâkın derhal vâki olup olmaması arasında ancak İmam Züfer'in aşağıda gelecek
sözüne göre fark vardır.
«İstihsanen...» hüküm budur. Kıyasa göre
ise kadın cima edildiği takdirde hem muallâk, hem müneccez talâkların hepsi
vâki olmalıydı. Cima edilmediyse, yalnız muallâk bir talâk vâki olmalıydı ki,
İmam Züfer'in kavli de budur. Çünkü az da olsa kadını boşamadığı bir zaman
bulunmuştur. O da sen boşsun sözünü bitirmeden geçen vakittir. İstihsanın vechi
şudur: Yeminde durma zamanı yemin eden kimsenin hali delâletiyle müstesnadır.
Çünkü o kimsenin yeminden muradı, o yeminde durmaktır. Bu ise ancak bu miktarı
müstesna saymakla mümkün olur. Tamamı Fetih'tedir.
«Çünkü mukayyet boşamak...» Yani bin dirhem
verirsen boşsun demek, mutlak boşamanın içinde dahildir. Mutlak boşamaktan
murad; "eğer seni boşamazsam" sözüdür. Zira bu söz mukayyede de
başkasına da sâdıktır. Boşama bulununca - velev ki mukayyet olarak bulunsun -
yeminden dönme şartı, yani boşamamak ortadan kalkar.
«Kaide şudur: Gün kelimesi ilh...» Gün
kelimesiyle kayıtlaması, gece mutlak vakit mânâsında kullanılmadığı içindir. Gece
kelimesi hem va'zen hem örfen gece karanlığının adıdır. "Geceleyin
girersen" derse, gündüz girdiği takdirde boş olmaz. Gün kelimesi ise
gündüzün aydınlığı mânâsında hakikat olarak bilittifak kullanılır. Bazıları
mutlak vakit mânâsında da hakikat olarak kullanıldığını söylemişlerdir. Şu
halde müşterek olur. Bazıları mutlak vakit mânâsında mecazdır demişlerdir ki
sahih olan da budur. Çünkü mecaz müşterek olmaktan evlâdır. Yani onun tekrar
va'zedilmeye ihtiyacı yoktur. Meşhur olan mânâya göre gün fecrin doğmasından
güneşin kavuşmasına kadar olan zamandır. Gündüz ise, doğmasındanbatmasına kadar
geçen zamandır. Gün kelimesiyle gündüzün aydınlığını niyet ederse kazaen tasdik
edilir. Çünkü sözünün hakikatını niyet etmiştir. Velevki bunda kendisi için bir
hafifletme olsun. Bunu Zeylâî söylemiştir. Sonra gün kelimesi mutlak vakit
mânâsında ancak uzamayan ve belirsiz olan bir şey hakkında kullanılır. Belirli
olursa, meselâ, seninle bugün konuşmam derse, gündüzün aydınlığı mânâsına
gelir. Meselenin tamamı Bahır'dadır. Evet, bazen belirli olan gün kelimesi ona
dahil olan gece ile birlikte zikredilirse, ona gece de dahil olur. Meselâ,
senin bugün ve yarın emrin elinde olsun derse, Câmi-i Sagîr'de gece de dahildir
denilmiştir.
Telvîh sahibi diyor ki: «Bu söz, gün kelimesi
mutlak vakit mânâsına geldiğinden değildir. Bilâkis iki gün emrin elindedir
demiş gibi olduğundadır. Böyle yerlerde gün kelimesi arkasından geceyi de
sürükler. "Bugün ve yarından sonra emrin elinde olsun" demesi bunun
hilâfınadır. Çünkü yalnız başına söylenilen gün kelimesi, hizasındaki geceyi
arkasından getirmez.»
«Uzun bir fiille beraber zikredilirse
ilh...» Uzun fiilden murad; yürümek, binek gitmek, oruç tutmak, kadını muhayyer
bırakmak ve talâkı havale etmek gibi müddet konulması sahih olan fiillerdir.
Uzamayan fiil bunun aksidir. Boşamak, evlenmek, konuşmak, âzâd etmek, girmek ve
çıkmak bu kabildendir. Bahır. Bu elbiseyi iki gün giydim; ata bir gün bindim
denilir. Ama bunun hilâfına olarak, iki gün geldim ve üç gün girdim denilemez.
Telvîh. Telvîh'in bazı hâşiye yazarları, "Giymenin ve binmenin uzamasından
murad, mecazen devam etmeleridir. Buna karine, günle kayıtlamaktır. Yoksa
asılları değildir." demişlerdir. Yani binmenin hakikatı, hayvanın üstüne
kaldıran harekettir. Giymek de elbiseyi bedenin üzerine koymaktır. Bu ise
uzamaz, demek istemişlerdir. Şârih, "müddeti kaplayacak" sözüyle,
Vikâye şerhinin şu ifadesine işaret etmiştir: «Murad; gündüzü kaplamak mümkün
olacak surette uzamaktır, mutlak uzamak değildir. Çünkü ulema konuşmayı uzamayan
fiiller kabilinden saymışlardır. Şüphesizki konuşmak uzun zaman uzar. Lâkin
bütün günü kaplamaz.»
Hidâye sahibi konuşmanın uzamayan
fiillerden olduğuna kesin olarak hükmetmiştir. Bahır sahibi de bunun hak
olduğunu söylemiştir. Hindî ise Muğnî şerhinde konuşmayı uzayan fiillerden
saymış; Hidâye'nin söylediğini bazı ulemanın zannı kabul etmiştir. Fetih sahibi
de bunu tercih etmiştir. Bu izaha göre uzamayı gündüzle kayıtlamaya hâcet
yoktur. O, Nehir sahibinin tahkîk ettiği birinci kavle göredir. Telvîh
sahibinin, "Müddet koymak sahih olan" sözü buna işaret etmektedir.
«Emrin elindedir.» sözüyle şârih uzayan
fiilden maksadın mazruf olduğuna işaret etmiştir. Yani maksat günde âmil
olandır. Yoksa günün izafe edildiği şey değildir. Çünkü muhakkıklara göre onun
uzayıp uzamamasına itibar yoktur. O mazruf da olsa zarfı tayin
içinzikredilmiştir. Zarfı zikretmekten maksat ise, âmilin onun içinde olduğunu
ifade etmektir.
Hâsılı suretler dörttür. Zira bazen
muzâfun-ileyh ile günün mazrufu uzayan fiillerden olur. "Zeyd'in hayvana
bindiği gün emrin elinde olsun" sözü böyledir. Bazen ikisi de uzamayan
fiillerden olur. "Sen Zeyd'in geldiği gün boşsun" ifadesi böyledir.
Bu iki misâlde muzâfun-ileyhi veya mazrufu itibara almak arasında fark yoktur.
Bazen mazruf uzayan bir fiil, muzâfun-ileyh uzamayan fiil olur. "Zeyd'in
geldiği gün emrin elinde olsun" veya bunun aksi olan, "Sen Zeyd'in
hayvana bindiği gün hürsün" sözleri böyledir. Bu iki misâlde fark
zâhirdir. Ulema bunlarda mazrufun itibara alınacağına ittifak etmişlerdir. Zeyd
gece gelir veya hayvana gece binerse kadının emri elinde olmaz. Köle de
bilittifak âzâd olmaz. Bazı ulemanın sözlerine bakılırsa, muteber olan
muzâfun-ileyhtir. Lâkin şârih onu bu iki misâlde itibara almamış; ilk ikisinde
itibara almıştır. Halbuki sen muzâfun-ileyhi veya mazrufu itibara almak
hususunda bunların arasında fark olmadığını biliyorsun. Bu izaha göre hakikatta
hilâf yoktur. Nitekim Keşif, Telvîh ve başkalarında bildirilmiştir. Bununla
hilâf hikâye edenlere Zeylâî ve Vikâye şerhlerine ikisinden hangisi uzarsa
itibar onadır şeklini tercih ettikleri için itiraz vârid olur. Nitekim Bahır'da
bidirilmiştir.
Sonra bil ki zikredilen kaide ancak mutlak
söylendiğini ve mânilerden hâli olduğu zamandır. Binaenlaeyh karineye muhalif
düşmesi imkânsız değildir. Çok defa gün mutlak vakit ifade etmekle beraber fiil
uzayan fiillerden olur. "Düşmanın size geldiği gün hayvanlara binin; ölüm
başınıza geldiği gün Allah'a hüsn-ü zanda bulunun." misâlleri bu
kabildendir. Bunun aksi de olur. Meselâ; Zeyd'in oruç tuttuğu gün sen
öğrencisin, güneş tutulduğu gün sen hürsün, misâlleri bu kabildendir. Bunu
Telvîh sahibi söylemiştir.
«Talâk îkâı gibi...» sözüyle şârih
ulemanın, "Talâk uzamayan fiillerdendir." sözlerinden muradın, talâk
îkâı olduğuna, kadının boş düşmüş olması kasdedilmediğine işaret etmiştir.
Çünkü kadının boş düşmesi uzun süren bir iştir. Zarfı onunla ta'lilde bir fayda
yoktur. Nitekim Sadru'ş-Şeria söylemiştir. Hâsılı maksat talâkı meydana
getirmektir. O uzayıp gitmez. Bilâkis mücerret ağızdan çıkmakla biter gider.
Ama eseri olan boş olmak bitivermez.
METİN
Ben senden boşum yahut senden berîyim demek
bir şey değildir. Velevki bununla talâkı niyet etmiş olsun. Bâin ve haram
sözlerinde kadın bâin olur. Yani ben senden bâinim yahut ben sana haramım
diyerek talâkı niyet ederse, kadın talâk-ı bâinle boş düşer. Çünkü ibare
kelimesi aradaki bağı koparmak için kullanılır. Haram kılmak ise helâl olmayı
gidermek içindir. Bu iki kelime müşterektirler. Binaenaleyh bunlardan birine
izafe etmek sahih olur. Hattâ, senden yahut sana demezse talâk vâki olmaz. Sen
bâinsin veya sen haramsın demesi bunun hilâfınadır. Zira niyet ederse benden
demese bile talâk vâki olur. Evet, kadına emrinelindedir derse, kadının benden
bâinsin demesi şarttır. Seni karım olmaktan ibrâ ettim sözüyle niyetsiz talûk
vâki olur
İZAH
«Yahut senden beriyim demek bir şey
değildir.» Sen benden berisin demesi bunun hilâfınadır. Zira bu sözle bir
talâk-ı bâin vâki olur. Nitekim kinayeler bahsinde gelecektir. Bunu Halebî
ifade etmiştir.
«Bir şey değildir.» Çünkü talâka mahâl
olmak, erkekle değil kadınla kaimdir. Binaenaleyh talâkı erkeğe izafe etmek
yersiz bir izafedir; hükümsüz kalır. Nehir. Onun içindir ki, talâkı kadına
temlîk eder de kadın onu boşarsa talâk vâki olmaz. Bahır.
«Yahut ben sana haramım» diyeceğine,
"ben de sana haramım" dese daha iyi olurdu. Nitekim bazı nüshalarda
böyle denilmiştir.
«Hattâ, senden yahut sana demezse ilh...»
Yanı ben bâinim yahut ben haramım derse talâk vâki olmaz. Sonra evlâ olan,
"demese bile" tabirini kullanmaktı. Çünkü, «senden ve sana»
kayıtlarıyla ihtiraz ettiği budur. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. T.
«Sen bâinsin demesi bunun hilâfınadır.»
Tebyîn sahibi diyor ki: «Fark şudur: Bâin veya haram olmak kadına izafe
edilirse, kocası ile aralarındaki vuslat ve helallığı gidermek için
kullanılmakta taayyün eder. Erkeğe izafe edilirse taayyün etmez. Çünkü o adamın
başka bir karısı olabilir de, ben ondan bâinim veya ben ona haramım mânâsını
kasdetmiş olabilir.» H.
«Niyet ederse» kaydı, asıl mezhebe göre,
"sen haramsın" sözünde câridir. Fetvada ise niyetsiz vâki olur.
Nitekim îlâ bahsinde gelecektir. H.
«Benden demese bile» sözü
Hızânetü'l-Ekmel'in ifadesini ret içindir. Orada beyan edildiğine göre, benden
demezse bâtıl olur. Ama bu hatadır. Onun yeri ondan sonra zikredilen surettir.
Nitekim Bahır sahibi Kınye'den naklen beyan etmiştir.
«Evet, kadına ilh...» Bahır sahibi şöyle
demiştir: «Hâsılı erkek hürmeti veya bâin olmayı kadına izafe eder de, meselâ,
sen bâinsin, sen haramsın derse, kendisine izafe etmeden talâk vâki olur. Kendisine
izafe ederek; ben haramım yahut ben bâinim derse, kadına bir şey izafe etmeden
talâk vâki olmaz. Kadını muhayyer bırakır da o da hürmet veya bâin olmakla
icabet ederse, o zaman iki izafeti biraraya getirmek mutlaka lâzımdır.
"Sen bana haramsın, ben sana haramım, sen benden bâinsin, ben senden
bâinim." diyerek mutlaka iki izafeti birarada yapmak gerekir.
«Niyetsiz» olarak öfkeli veya öfkesiz halde
talâk vâki olur. Tatarhâniyye. Bu sözün muktezası açık talâk olmasıdır. Ama söz
götürür. Cevhere'nin kinayeler bahsinde, "Ben senin nikâhından berîyim
derse, niyet ettiği takdirde talâk vâki olur. Ama ben senin boşamandan berîyim
derse talâk vâki olmaz. Çünkü bir şeyden beraet demek, o şeyi
terketmektir." denilmektedir.
METİN
Sen sahibinin seni âzâd etmesiyle birlikte
iki defa boşsun dese de sahibi cariyeyi âzâd etse, iki defa boş olur. Kocasının
ona dönmeye hakkı vardır. Çünkü âzâd ettikten sonra boşamak mevcutdur. Zira bu
şarttır. İbn-i Kemâl'in nakline göre beraber kelimesi iki muhtelif cins arasına
sokulursa şart yerine geçer. Kadının âzâd olması ve talâkı yarının gelmesine
tâlik edilir de yarın gelirse ona dönmek olmaz. Çünkü her ikisi bir şarta
taallûk etmiştir. Her iki meselede kadının iddeti ihtiyaten üç hayızdır. Koca
tâlik yaparken hastaysa, karısı ona mirasçı olamaz. Çünkü talâk o cariye iken
vukubulmuştur. Binaenaleyh mirasçı olamaz. Mebsût.
İZAH
«Zira bu şarttır.» Kocası boşamayı âzâd
etmeye tâlik eylemiştir. Ancak mecazen buna âzâd demiştir. Yani hükmü illete
istiare etmiştir. Muallâk olan bir şey şart bulunduktan sonra mevcut olur ve
kadın hür olduktan sonra boş düşer. İzahı şudur: Çünkü şart bulunması,
yakıncacık olmak üzere yok olan bir şeydir. Hüküm için ona taallûk etmiştir.
Zikredilen de bu sıfattadır. Buna itirazla, "Beraber kelimesi beraberlik
ifade eder. Binaenaleyh o şart mânâsına zıtdır." denilmiş; buna da şöyle
cevap verilmiştir: Bu kelime bazen sonraki için zikredilir. Vukuu tahakkuk
ettiği için bu onu beraber mesabesinde koymak içindir. "Hiç şüphesiz
guçlukle beraber bir kolaylık vardır." âyet-i kerimesi bu kabildendir.
Burada buna gidilmiştir. Çünkü mûcibi vardır. O da şart mânâsı bulunmasıdır.
Tamamı Nehir'dedir.
«İki muhtelif cins arasına...» Talâkla köle
âzâdı, güçlükle kolaylık gibi. T.
«Şart yerine geçer» ve sanki, "seni
âzâd edersem" demiş gibi olur. Buradaki 'beraber' sözü 'sonra' mânâsına
gelir. H.
«Tâlik edilirse ilh...» Yani kocası ve
sahibi tâlik yaparlar da sahibi. "yarın gelince sen hürsün", kocası
da, "yarın gelirse sen bir ve iki boşsun" derse, ona dönmek olmaz. T.
«Ona dönmek olmaz.» Bu bir rivayette
bilittifaktır. Diğer bir rivayette İmam Muhammed'e göre dönebilir. Çünkü
talâkla köle âzâdı ikisi birden bir şarta taallûk edince, hürriyetin başına
geldiği zaman da boşanması vâcip olur ve kadına hürre iken tesadüf eder. Zira
vücut itibariyle beraberdirler. Binaenaleyh bunlarla kadın ebediyyen haram
olmaz. Şeyhayn'ın delilleri şudur: Âzâdlığın sübut zamanı, talâkın sübut
zamanıdır. Bu ikisi de bir şarta taallûk etmeleri zaruretinden ileri gelir.
Gizli değildir ki, âzâdlık sübut bulduğu zaman da sabit değildir. Çünkü bir şey
sabit olurken henüz sabit olmadığına bütün akıl sahipleri ittifak etmişlerdir.
Binaenaleyh iki talâk o kadına hürre iken tesadüf etmez. Birinci mesele bunun
hilâfınadır. Çünkü âzâdlık orada şarttır. Talâk ondan sonra vâki olur. Tamamı
Nehir'dedir.
«Her iki meselede» kadının iddeti
bilittifak üç hayızdır. Bunu Bahır sahibi Muhit'ten nakletmiştir. Kadın hayız
görmeyenlerden ise iddeti üç aydır. Gebe ise doğurmakla iddeti biter. T.
«İhtiyaten» sözü, yalnız ikinci meseleye
taallûk eder. H. Yani üç hayızla iddet beklemenin vâcip olmasını ihtiyatla
ta'lil etmek ikinci meseleye mahsustur. Çünkü kadın cariye iken boşanmasının
muktezası, iddetinin iki hayız olmasıdır. Onun için de iki defa boşanmakla bâin
olur. Lâkin ihtiyat için iddeti üç hayza çıkarılmıştır. Bunun vechi şu olsa
gerektir: Bu kadın cariye iken boşansa da arkacığından hiç mühletsiz
hürriyetine kavuştuğundan, kendisine iddet hürre iken vâcip olmuştur. Zira
talâk iddet vâcip olmak için illet ise de ve keza illet zaman itibariyle
ma'lülle beraber bulunursa da, rütbe itibariyle ondan geridir. Birinci meselede
üç hayızla iddet beklemenin vâcip olması zâhirdir. Çünkü talâk her vecihle âzâd
edildikten sonra vâki olmuştur. Onun için de iki kere boşamakla bâin
olmamıştır.
«Karısı ona mirasçı olamaz.» Bu sadece
ikinci surette zâhir olur. T. Ta'lil de bunu gösterir. Birinci surette ise
zâhire göre karısı mirasçı olur. Çünkü boşanma yukarıda gectiği gibi âzâd
edildikten sonradır. Talâk ric'îdir. Bu halde kadın hürre olup talâk-ı ric'î
iddeti beklerken kocası ölmüş demektir. Binaenaleyh ona mirasçı olur.
«Talâk cariye iken vuku bulmuştur.» Cariye
mirasçı olamaz. Şu halde miras kaçırma tahakkuk etmemiştir. Nehir sahibi diyor
ki: «İmam Muhammed'den yukarıda geçen kavil muktezasınca mirasçı olur.» Demek
istiyor ki; İmam Muhammed'e göre talâk cariye hürriyetine kavuştuktan sonra
vâki olur. Ric'ata da hakkı vardır. Binaenaleyh mirasçı olur. Bu, birinci suret
hakkında söylediklerimi te'yid etmektedir.
METİN
Bir kimse yayılmış parmaklarına işaret
ederek; sen şöyle boşsun derse, kadın parmaklarının sayısınca boş düşer.
Şunların misli boşsun demesi bunun hilâfınadır. Çünkü üçü niyet ederse üç talâk
vâki olur. Aksi takdirde bir talâk vâki olur. Zira 'şöyle' sözü zat hakkında
teşbih içindir. Misil ise sıfat hususunda teşbihtir. Onun için Ebû Hanife,
"Benim îmânım Cibril'in îmânı gibidir." demiş; Cibril'in îmânı
mislidir dememiştir. Bahır. Parmakların yayılmış olanları muteberdir. Yumulmuş
olanları muteber değildir. Onlar avuç gibi ancak diyaneten muteber olurlar.
Avuca işarette mutemet olan, bütün parmakları yaymaktır.
İZAH
«Parmaklarının sayısınca boş düşer.» Yani
parmaklarından lügaten işaretle gösterdikleri sayısınca; yahut hissen işaret
ettiklerinin sayısınca boş düşer. Üç parmakla işaret ederse üç talâk, iki ile
işaret ederse iki talâk, birle işaret ederse bir tatâk vâki olur. Nitekim
Hidâye'de beyan edilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Çünkü bu işaret edilenlerin
sayısına göre teşbihtir. İşaret edilenler de, sayıları gösterilen parmaklarla
bildirilenlerdir.» Parmaklardan başka sayılan şeylere yapılan işaret de böyle
midir değil midir bir düşün! Çünkü âdete göre adet göstermek parmaklara
mahsustur.
«Aksi takdirde bir talâk vâki olur.» O da
bâindir ve "sen bin gibi boşsun" demişe benzer. Bunu Bahır sahibi
Muhit'ten nakletmiştir. Bunun izahı yine Bedâyi'den naklettiği şu ifadedir: «Bu
söz, sayıda veya sıfatta benzetmeye ihtimallidir. Sıfatta benzetmek şiddet
hususundadır. Onların hangisini niyet ederse sahih olur. Niyeti yoksa sıfatta
benzettiğine yorumlanır. Çünkü en azı odur.» Yani hiç niyeti yoksa şiddette üçe
benzeyen bir talâk vâki olduğuna yorumlanır ki, o da bâin olmasıdır.
«Cibril'in imânı gibi...» Çünkü hakikat her
iki fertte birdir. O da kesin tasdiktir.
«Cibril'in îmânı mislidir dememiştir.»
Çünkü onun îmânı sıfatça daha ziyadedir. Zira müşahede yoluyla hâsıl olmuştur.
Binaenaleyh onunla hâsıl olan itminan da fazladır. Lâkin burada İmam-ı Âzam'dan
nakledilen kavil Hulâsa'dakine muhaliftir. Orada, "Ebû Hanife demiştir ki:
Ben bir adamın; îmânım Cibril'in îmânı gibidir, demesini kerih görürüm. Ben
Cibril'in îmân ettiğine îmân ettim, demelidir." denilmektedir. Keza Ebû
Hanife'nin el-Alim Vel-müteallim adlı kitabındaki sözüne de muhaliftir. Orada
şöyle demiştir: «Bizim îmânımız, meleklerin îmânının mislidir. Çünkü biz Allah
Teâlâ'nın birliğine, rububiyetine, kudretine ve Allah tarafından gelen şeylere
meleklerin ikrar ettiği gibi enbiya ve mürselinin tasdik ettiği gibi îmân
ettik. Bundan dolayı bizim îmânımız onların îmânı gibidir. Çünkü, biz
meleklerin gözleriyle görerek îmân ettikleri acayip ve garaibin hepsine
görmediğimiz halde îmân ettik. Onlar için bundan sonra îmân ve bütün ibadetler
üzerine bizden fazla olarak sevap faziletleri vardır ilh...»
Görülüyor ki, bu üç ibare arasında zâhire
göre birbirine muhalefet vardır. Ama aralarını bulmak mümkündür. Şöyle ki:
Birincisi bilene yorumlanır. Çünkü Hazreti İmam, "Ben, îmânım Cibril'in
îmânı gibidir derim. Cibril'in îmânının mislidir demem." demiştir. İkincisi
bilmeyene yorumlanır. Çünkü bunda, "Ben bir adamın demesini kerih
görürüm." demiştir. Üçüncüsü, tafsilât verip îmân edilen şeyleri
sıralayana yorumlanır. Velevki misli sözüyle ifade etsin. Çünkü açıkça
söyledikten sonra ortada îhâm kalmaz. Artık bunu söylemek bilene de bilmeyene
de caizdir. Allâme İbn-i Kemâl Paşa'nın bu mesele hakkında bir risalesi vardır.
Bu söylediklerimiz onun hülâsasıdır.
«Avuç gibi...» Yani avucu niyet ettiği
zaman nasıl diyaneten tasdik edilir ve bir talâk vâki olursa burada da öyle
olur. Çünkü avuç birdir. H.
«Mutemet olan ilh...» Ben bu itimadı açık
söyleyen görmedim. Galiba şarih onu Bahır'ın ibaresinden anlamış olacaktır. Ama
gördüğün gibi yersiz bir anlayıştır. Hidâye'de şöyledenilmiştir: «İşaret
parmakların yayılmış olanları ile yapılır. Ama yumulu bulunan iki parmakla
işareti niyet ederse diyaneten tasdik edilir. Kazaen tasdik edilmez. Keza
avuçla işareti niyet ederse. hüküm yine böyledir. Hattâ birincide iki talâk,
ikincide bir talâk vâki olur. Çünkü buna ihtimali vardır. Lâkin zâhirin
hilâfınadır.»
Gâyetü'l-Beyân sahibi diyor ki: «Birinci
ile, yumulu olan iki parmakla; ikinci ile avuçla niyet ettiğini ifade etmek
istemiştir. Binaenaleyh kazaen her ki surette tasdik edilmez; kadın üç defa boş
olur. Çünkü ona yayılı bulunan üç parmağı ile işaret etmiştir.» Hâkim' in Kâfî'
sinde de şöyle denilmektedir:» Üç parmakla bir defa boşamak istediğini söyler
ve; ben ancak avuçla işaret ettim, derse diyaneten kabul edilir. Fakat kazaen
tasdik edilmez.» Bu açık olarak gösteriyor ki, avucu murad etmesi, yalnız üç
parmakla işaret ettiği zaman diyaneten sahih olur.
Bahır'ın ibaresi de şöyledir: «İşaret,
yayılı parmaklarla olur, yumulu olanlarla olmaz. Çünkü bu hususta örf ve sünnet
vardır. Yumulu olan iki parmakla işareti niyet ederse diyaneten tasdik edilir,
kazaen edilmez. Avuçla işareti niyet etmek de böyledir. Avuçla işaret, bütün
parmaklar açık olduğu halde yapılır. İtimat edilen kavil budur.»
Burada daha başka kaviller vardır. Onları
Mi'râc sahibi zikretmiştir.
Birincisi; elinin sırtını kadına doğru,
yayılı parmaklarının içini kendine doğru çevirirse kazaen tasdik edilir. Bunun
aksini yaparsa tasdik edilmez.
İkincisi: elinin sırtını gökyüzüne doğru
çevirirse itibar yayılı parmaklara, yere doğru çevirirse yumulu parmaklaradır.
Üçüncüsü; parmaklarını evvelâ yumup sonra
açarsa, itibar açılan parmaklaradır. Evvelâ açıp sonra yumarsa yumulu
olanlaradır. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
«İtimat edilen kavil budur» sözü,
"işaret yayılı parmaklarla olur" ifadesine râcîdir. Yani tafsitât
vermeksizin böyle anlaşılır. Buna karine, ondan sonra üç kavli hikâye
etmesidir. Fetih sahibinin sözü de buna delildir. O, zikri geçen kavilleri
hikâye ettikten sonra. "itimat edilen kavil musannıfın mutlak
sözüdür." demiştir. Yani itibar mutlak surette yayılı parmaklaradır demek
istemiştir. Şârihin anladığı gibi, "Avuçla işaret, bütün parmaklar yayılı
olarak yapılır." sözüne râcî değildir. Çünkü biliyorsun ki Hidâye,
Gâyetü'l-Beyân ve Hâkim' in Kâfî' si yalnız üç parmak açık olmak şartıyla avucu
murad ettim derse diyaneten tasdik edileceğini açıkça bildirmişlerdir. Şârihin
zikrettiği; bütün parmakların yayılmış olması şarttır sözünü, Fetih sahibi
Mi'racü'd-Dirâye'ye nisbet etmiştir. Belki o başka bir kavildir. Yahut o zaman
kazaen tasdik olunur diye yorumlanır. Nitekim Fetih sahibinin sözü de bunu
göstermektedir. Ben bunu Bahır üzerine yazdığım hâşiyede izah ettim. Şu halde
aşağıda Kuhistâni' den nakledilene uyar. Vechi de zâhirdir. Çünkü bütün
parmaklarını yayması üç talâkıkasdetmediğine karinedir. Onun muradı avuçtur.
Zâhire bakılırsa bu bazı parmaklarını yaymasından ihtirazdır. Çünkü bütün
parmaklarını yumarsa, avucunu kasdettiği hususunda daha zâhirdir. Bu makamda
bana zâhir olan budur. Allahu a'lem.
METİN
Kuhistâni'nin naklettiğine göre o kimse
avucuyla işarette bir talâkı niyet ettiği hususunda kazaen tasdik edilir. Şöyle
demese de bir talâk" vâki olur. Çünkü teşbih yoktur. İşaret ederek; sen
şunun gibisin dese;boşsun kelimesini söylemese ne hüküm verileceğini görmedim.
Parmaklarının arkaları ile işaret ederse, muteber olan yumulu olanlardır. Çünkü
örf vardır. Parmakların uçlan muhataba doğru bulunursa, yumup yaydığı takdirde
itibar yayılı olanlara; yayıp yumduğu takdirde yumulu olanlaradır. İbn-i Kemâl.
İZAH
«Kuhistâni'nin naklettiğine göre ilh...» Bu
sözün zâhir olduğunun vechini yukarıda gördüm.
«Şöyle demese de...» Yani, sen boşsun
diyerek üç parmağı ile işaret eder ve üç talâkı niyetlenirse, kadın bir talâk
boş olur. Hâniyye.
«Çünkü teşbih yoktur.» Yani sayıya benzetme
bulunmamıştır. Kuhistâni diyor ki: «Çünkü talâk söz olmadan tahakkuk etmediği
gibi; talâkın sayısı da sözsüz tahakkuk etmez.»
«Ne hüküm verileceğini görmedim.» Eşbâh
sahibi dahi işaretin hü-kümlerinden naklen böyle demiştir. Hayreddin-i Remlî
ise bunun hükümsüz olduğunu kesinlikle söylemiştir. Velevki bununla talâkı
niyet ederek söylesin, Çünkü söz bunu ifade etmemektedir, Söz olmaksızın
niyetin bir tesiri yoktur. Bu meselenin aslını ta'lil ederken Zeylâi şöyle
demiştir:«Çünkü parmaklarla işaret müphem bir isimle beraberse, örfen ve şer'an
sayının bilinmesini ifade eder.» Burada parmaklarla işaret edilecek talâk
yoktur. Ben bunu söylediğim gibice mezkûr illetle Şâfiîlerin kitaplarında
gördüm. Bu sözler kısaltılarak Remli'nin ifadesinden alınmıştır. Sâihâni'nin
elyazısı ile gördüm ki şöyle denilmiş: «Hâniyye'deki, bir kimse karısına; sen
üçle dese, sözünün muktezası, İbn-i Fadi; talâkı niyet ederse vâki olur
dediğine göre, burada da niyet ederse talâk vâki olmaktır. Yine orada şöyle
denilmiştir: Bir kimse boştur dediğinde; kimi kasdediyorsun diye sorulsa; o da,
karımı cevabını verse, kadın boş olur. O kimse; sen benden üç defa dese, niyet
ettiği takdirde yahut talâk müzakeresi halinde ise, kadın boş düşer. Aksi
takdirde ulema kazaen tasdik olunmayacağından korkulur demişlerdir.»
Ben derim ki: Yani bu iki sözden her biri
mukadder olarak boşsun sözüne bağlıdır. Remlî'nin, "Söz bunu ifade
etmemektedir." ifadesini kabul etmiyoruz. Zeylâî'den naklettiği de buna
aykırı değildir. Çünkü müphem isimden murad, "şöyle" lâfzıdır ki, ondan
murad işaret ettiği sayıdır. Buna müphem demesi, kaç olduğunu açıklamadığı
içindir. Nitekim bunu Nehir sahibi tahkîk etmiştir. Müphem isim bizim
meselemizde zikredilmiştir. Binaenaleyhkonuşanın niyet ettiği mukadder talâkın
sayısını ifade eder. Nitekim, "üçle" sözü de konuşanın niyet ettiği
mukadder talâkın sayısına delâlet etmektedir. Bunların arasında fark yoktur.
Ancak sayının birinde açık, diğerinde kapalı olması cihetinden fark vardır. Bu
fark ise tesirsizdir. Şu delil ile ki; üç parmağına işaret ederek, "sen şöyle
boşsun" demesiyle, "sen üçle boşsun" sözü arasında fark yoktur.
Bana zâhir olan budur.
«Arkaları ile işaret ederse, muteber olan
yumulu olanlardır.» Bu sözle musannıf bundan önceki, "Yayılı parmaklar
itibara alınır, yumulu olanlar alınmaz." sözünü kayıtlamak istemiştir.
Yani parmakların içleri ile işaret ederse itibara alınır. Bu, yayılan parmağın
içini kadın tarafına, sırtını kendine doğru çevirmekle olur. Ama parmakların
arkaları ile işaret ederse, yani arkalarını kadına, içlerini kendine doğru
çevirirse, muteber olan yumulan parmaklardır. Bu tafsilâtı Hidâye sahibi,
"denildi ki" sözüyle ifade etmiştir. Şurunbulâliyye'de ise bunun
zayıf olduğu açıkça bildirilmiş; "Muteber olan mutlak surette yayılı
parmaklardır. İtimat bunadır. Yumulu parmaklara kazaen mutlak surette itibar
yoktur. Çünkü örf ve sünnet böyledir. Ama diyaneten itibara alınır. Nitekim
Tebyîn, Mevâhib, Hâniyye, Bahır ve Fetih'te beyan edilmiştir. Yumup yaydıysa,
yayılan parmaklar; yayıp yumduysa, yumulan parmaklar muteberdir diyenler olduğu
gibi; avucunun içi gökyüzüne doğru ise açık parmaklar, yere doğru ise yumulu
olanlar muteberdir diyenler de olmuştur." denilmiştir. Keza Bahır'dan
naklen arzetmiştik ki, itimat edilecek kavil mutlak olandır. Fetih'ten
nakledildiğine göre bu kavle itimat edilir. Şu halde tafsil edilen üç kavil de
zayıftır. Velevki Vikâye ve Dürer sahipleri birinci kavle göre hareket etmiş
olsunlar.
METİN
Sen bâin talâkla yahut elbette boşsun, en
çirkin talâkla boşsun, şeytan talâkıyla boşsun, bidat talâkıyla boşsun, en kötü
talâkla boşsun, dağ gibi talâkla boşsun, bin gibi talâkla boşsun, ev dolusu
boşsun, şiddetli tatlîkla boşsun, uzun veya geniş talâkla boşsun veya onun en
çirkiniyle, en şiddetlisiyle, en pisiyle yahut en serti ile yahut en büyüğü, en
genişi, en uzunu, en ağırı veya en muazzamı ile boşsun sözlerinden her biriyle
bir talâk-ı bâin boş olur. Çünkü talâkı taşıyacağı bir şeyle vasıflandırmıştır.
İmam Şâfiî, bunlarla cima edilmiş karısının bir talâk-ı ric'î boş düşeceğini
söylemiştir.
İZAH
«Sen bâin talâkla boşsun ilh...» sözüyle
musannıf şiddet ve ziyade ile vasıflanan talâkın bâin olacağını beyana
başlıyor.
«Elbette» kesin olarak boşsun mânâsınadır.
Nehir.
«En çirkin talâkla» sözüyle ism-i tafdille
yapılan her vasfa işaret etmiştir. Çünkü bu sîga fark bildirir. Bu da bâin
olmakla hâsıl olur. Bâin talâk ric'îden daha çirkindir. Bahır.
«Şeytan talâkıyla» ve benzerleriyle talâkın
bâin olması, ric'î talâk ekseriyetle sunnî şekilde yapıldığı içindir. İtirazda
bulunarak, "Bid'î talâkta geçti ki, bir adam karısına; sen bidat için
boşsun veya bidat talâkıyla boşsun der de niyeti bulunmazsa bu sözü, içinde
cima bulunan bir temizlik devresinde yahut hayız veya nifas halinde söylediği
takdirde derhal bir talâk vâki olur. İçinde cima bulunmayan bir temizlik
devresinde söylerse, kadın hayız görünceye veya o temizlik devresinde onunla
cimada bulununcaya kadar talâk vâki olmaz." dersen ben de derim ki: Bu iki
şeyin arasında fark yoktur. Çünkü ulemanın burada söyledikleri niyetsiz bir
talâk-ı bâin vâki olur sözü umumidir. Derhal vâki olmaya da, bir şeyin
vücudundan sonra olmaya da şâmildir. Bahır. Lâkin Nehir sahibi şöyle demiştir:
«Musannıf sözü bu vasıfla vasıflanmasa bile, derhal bir talâk-ı bâin vâki
olmasını gerektirmektedir. Çünkü bid'î talâk sadece onun söy-lediklerine münhasır
değildir. Yukarıda geçtiği vecihle bâin talâk da bid'îdir.»
Ben derim ki: Derhal bir talâk-ı bâin vâki
olacağını Dürerü'I-Bihâr şârihi açıklamıştır. Ona da Bedâyi'nin bu bâbtaki bir
sözüyle itiraz edilir:«Sen bidat için boşsun derse, bir talâk-ı ric'î vâki
olur. Çünkü bidat bazen bâinde olur. Bazen de hayız halinde talâkta olur.
Böylece bâin olup olmadığı şüpheli kalır; şüpheyle sabit olmaz. Keza şeytan
talâkı derse hüküm yine böyledir. Sen bidat için boşsun sözü hakkında İmam Ebû
Yusuf'tan rivayet olunmuştur ki; bir talâk-ı bâini niyet ederse sahih olur.
Çünkü sözü buna ihtimallidir.» Lâkin Hidâye'de evvelâ bâin vâki olduğu
söylenilmiş, sonra Ebû Yusuf'tan rivayet edilen kavil bildirilmiş, daha sonra,
"İmam Muhammed'den bu talâkın ric'î olacağı nakledilmiştir."
denilmiştir. Anlaşılıyor ki ilk söylediği İmam-ı Âzam'ın kavildir. Metinler de
ona göre yazılmıştır. Bedâyi'deki ilk söz İmam Muhammed'indir. Bahır sahibinin
naklettiği ise zâhire göre Ebû Yusuf'un kavline mebnidir. Çünkü ona göre bâin
talâk ancak onu niyet etmekle olur. Bâini niyet etmezse, mesele Bahır sahibinin
zikrettiği tafsile göredir.
«Dağ gibi talâkla boşsun.» Bahır sahibi
diyor ki: «Hâsılı ziyade bildiren vasıf, talâkın bâin olmasını icabeder. Teşbih
de öyledir. Kendisine benzetilen şey ne olursa olsun; meselâ, iğne ucu gibi,
hardal ve susam tanesi gibi desin fark etmez. Zira teşbih ziyadeyi iktiza eder.
İmam Ebû Yusuf büyüklük bildiren sözü mutlak surette şart koşmuştur. İmam Züfer
ise o şeyin insanlarca büyük sayılmasını şart koşmuştur. Şu halde iğne ucu gibi
sözüyle yapılan talâk yalnız İmam-ı Âzam'a göre bâindir. Dağ gibi sözüyle
İmam-ı Âzâm ve İmam Muhammed'e göre; dağ büyüklüğünde sözüyle hepsine göre bâin
talâk vâki olur. İğne büyüklüğünde sözüyle Şeyhayn'a göre talâk-ı bâin vâki olur.
İmam Muhammed'in hem İmam-ı Âzâm'la hem Ebû Yusuf'la beraber olduğu söylenir.
«Bin gibi» sözü hem kuvvette hem sayıda
benzetmeye ihtimallidir. Sayı hususundabenzetmeyi niyet ederse üç talâk vâki
olur. Aksi takdirde en azı sabit olur ki, o da bir talâk-ı bâindir. "Bin
misli, üç misli" sözleri de böyledir. "Bin sayısı gibi, üç sayısı
gibi" demesi bunun hilâfınadır. Bunlarla niyetsiz üç talâk vâki olur.
"Bin gibi bir talâk" sözüyle bilittifak bir talâk vâki olur. Velevki
üçü niyet etmiş olsun. Çünkü bir sözü üçe ihtimalli değildir. Tamamı
Bahır'dadır.
«Ev dolusu» sözüyle bâin olmanın vechi
şudur: Bir şey haddi zatında büyük olduğu için bazen evi doldurur. Bazen de çok
olduğu için evi doldurur. Bunların hangisini niyet etse niyeti sahihtir, Niyet
yoksa en azı sabit olur. Bahır.
«Şiddetli tatlîkle ilh...» Çünkü tedariki
güç olan şey insana şiddetli gelir. Bu hususta bu işin eni boyu var denilir.
Bâin de budur. Bahır. Tatlîk sözünü zikretmesi şundandır: Çünkü, sen kuvvetli
veya şiddetli yahut uzun veya geniş olarak boşsun dese, talâk-ı ric'î meydana
gelir. Zira bu sözler talâka sıfat olmaya yaramaz. Onlar kadına sıfat olur.
Bunu isbicâbi söylemiştir.
«En serti ile» nin mânâsı, en şiddetlisiyle
mânâsına râcidir. T.
«Çünkü talâkı taşıyacağı bir şeyle vasıflandırmıştır.»
Ki o da bâin oluşudur. Gerçekten bunlarla zifaftan önce bile derhal talâk-ı
bâin sabit olur.
METİN
Ama bu, hürrede üçü; cariyede ikiyi niyet
etmediğine göredir. Niyet ederse, evvelce geçtiği vecihle niyet ettiği sahih
olur. Nitekim boşsun sözüyle biri niyet ederse, sahih olur ve her bâinde boşsun
sözünü kullanırsa başka bir talâk vâki olur ve iki talâk-ı bâin meydana gelir.
Atıf yaparak, ve bâin, yahut sonra bâin der, bununla bir şey niyet etmezse bir
talâk-ı ric'î vâki olur. Arapça atıf harflerinden 'fa' ile atıf yaparsa, bir
talâk-ı bâin vâki olur. Zahire. Nitekim, "sen öyle bir talâk ile boşsun
ki, onunla kendine mâlik olursun" dese bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü
ka-dın ancak talak-ı bâin ile kendisine mâlik olur. "Sen benim dönmeye
hakkım olmamak şartıyla boşsun" derse dönmeye hakkı olur. Olmaz diyenler
de vardır. Cevhere. Bahır sahibi ikinciyi tercih etmiş; tâliklerde ric'i talâk
olur diye fetva verenleri hataya nisbet etmiştir. Tevsikçilerin, kadın boş
düşer, o talâkla kendine mâlik olur, sözüyle fetva verenleri de hataya nisbet
etmiştir.
İZAH
«Evvelce geçtiği vecihle niyet ettiği sahih
olur.» Yani bu bâbın başında geçmişti ki, talâk sözü mastardır. Ferd-i
îtibarîye de ihtimali vardır. Ferd-i itibari, hürrede üç, cariyede iki
talâktır. Bunu niyet etmesi sahihtir. Şayet itiraz ederek; "En şiddetli
talâkla boşsun gibi sözlerde mastarı zikretmemiştir." dersen ben de derim
ki: Fetih'te beyan edildiğine göre bu sözün mânâsı; sen öyle bir talâkla boşsun
ki, o talâkın en şiddetlisidir demektir. Çünkü ism-i tafdil muzâfun-ileyhin bir
kısmıdır. Binaenaleyh en şiddetli sözüyle mastarı -- ki talâktır - ifadeetmiş
olur.
TEMBİH: Şârihin sözünün zâhirine bakılırsa,
geçen bütün misâllerde üçü niyet etmek sahihtir. Nehir sahibi diyor ki: «Lâkin
Attâbi sahih kavle göre şiddetli tatlîk, uzun veya geniş tatlîk sözlerinde üçü
niyetin sahih olmadığını söylemiştir. Çünkü niyet ancak ihtimalli olan yerde
amel eder. Tatlîke sözü üçe ihtimalli değildir. Attâbi bunu Serahsi'ye nisbet
etmiştir.» Fetih ile Bahır'da da bunun misli vardır.
Ben derim ki: Lâkin metinler bunun
hilâfınadır. Şöyle de cevap verilebilir: Tatlîkatün kelimesinin sonundaki
'ta'nın burada teklik ifade etmesi lâzım gelmez. O lâfzın müennes olduğunu
bildirmek içindir yahut zâittir. 'Ta'nın burada teklik ifade ettiğini kabul
etsek bile, bize şöyle cevap verirler: Ulema, geçen bütün misâllerde üçü niyet
etmenin sahih olduğunu ta'lil ederken, bu adam talâkı bâin olmakla
vasıflandırmıştır. Bâin, biri beynûnet-i hafife, diğeri beynûnet-i galîza olmak
üzere iki nevidir. İkinciyi niyet etmesi sahihtir. O zaman şöyle denilir:
Kelimenin sonundaki teklik 'ta'sı beynûnet-i galîzayı murad etmeye aykırı
değildir.
Beynûnet-i galiza; kadının başka kocaya
varmadıkça ilk kocasına nikâhının helâl olmamasıdır. Maksat, o adam bu sözde;
sen üç talâkla boşsun demek istemiş değildir; bilâkis üçün hükmünü niyet
etmiştir ki, o da beynûnet-i galîzadır. Bunun benzeri ulemanın şu sözüdür:
Erkek, sen bâinsin yahut sen haramsın sözüyle üç talâkı niyet ederse üç talâk
olur. Çünkü bu sözün mânâsı; üçün hükmünü niyet ederse demektir, lâfzını niyet
ederse demek değildir. Zira bâin ve haram lâfızları bunu ifade edemezler.
Burada da öyledir. Kaldı ki üç talâk îtibarî ferttir. Onun için mastarla onu
murad etmek sahih olmuştur. Onunla ikiyi murad etmek sahih olmamıştır. Çünkü
iki hâlis adettir. Onun fert olması, söylediğimiz itibarladır. Binaenaleyh
bilrik 'ta'sı münafi değildir. Bana zâhir olan budur.
«Ve her bâinde...» Yani her kinaye sözle
birlikte boşsun derse başka bir talâk vâki olur. Nitekim Fetih ile Bahır'da
beyan edilmiştir.
«Ve iki talâk-ı bâin meydana gelir» Yani
terkip haberden sonra haberdir. Sonra birinci talâkla bâin olması, ikinci ile
bâin olması zaruretinden ileri gelmektedir. Çünkü ric'î talâkın mânâsı, kadına
dönmeye mâlik olacak şekilde talâk demektir. Fakat ikinci bâin talâk söze
eklendiği için buna imkân yoktur. Binaenaleyh ric'î diye vasıflandırmakta bir
fayda yoktur. Fetih.
«Fa ile atıf yaparsa bir talâk-ı bâin vâki
olur.» Bu, bir şey niyet etmediği vakittir. Nitekim Zahîre sahibi bunu,
"Fa ile atfederse, mesele hali üzere olup kadın bir talâk-ı bâin boş
düşer," sözüyle ifade etmiştir. Farkın vechi şu olsa gerektir: Fa edatı
mühletsiz takip içindir. Arkacağından hemen ayrılık gelen talâk ancak bâin olur.
Vav'a gelince: O, takip iktiza etmez. Bilâkis hem takibe, hem de sümme edatının
mânâsı olan terâhiye (mühlete) elverişlidir. Kendisinden beynûnet geciken
talâkın bâin olması lâzım gelmez. Binaenaleyh, "ve bâin"sözü mânâsız
olur. Vav'ın takibe ihtimali yoktur. Çünkü ihtimâl bulununca en aşağısı
kasdedilir. O da burada ric'îdir. Nitekim niyet bulunmadığı için îkâ'ın tekrarı
da murad edilmez. Talâk müzakeresi mevcut iken talâk îkâ'ının tekrarı niçin
taayyün etmemiştir. Çünkü atıfta asıl mugayerettir. Binaenaleyh vav ve sümme
edatlarıyla iki talâk-ı bâin olmak gerekirdi. Niyetin bulunmamasıyla
kayıtlamanın mefhumu şudur: Bu üç atıf harfiyle talâk îkâ'ını tekrarlamayı
niyet ederse; yahut bâin sözüyle üçü niyet ederse, niyet ettiği vâki olur.
«Nitekim ilh...» Musannıfın Minah'taki
ifadesi, bu fer'î meselenin nak-ledilmemiş olduğu zannını vermektedir. Çünkü
orada; "Zira bununla talâk-ı bâin vâki olur. Nitekim üstadımız Bahır
sahibi bununla fetva vermiştir." demektedir. Bunu Bedâyi'nin; "Talâkı
bâin olduğunu gösteren bir sıfatla vasfederse bâin olur ilh..." ifadesiyle
zâhir görmüştür.
«Çünkü kadın ancak talâk-ı bâin ile
kendisine mâlik olur.» Bunu Bedâyi sahibi açıklamış; şunu da ilâve etmiştir:
«Talâk-ı bâin olduğunu gösteren bir sıfatla vasıflarsa bâin olur.» Bu sıfat.
"Sen bir talâk-ı bâinle boşsun" mânâsına gelir. Çünkü kadının
kendisine mâlik olması, kocasının kendi rızası olmadan ona dönmeye hakkı
bulunduğu ric'î talâka aykırıdır.
«Bahır sahibi ikinciyi tercih etmiş.»
Sebebi şudur: Evvelce geçmişti ki, erkek talâkı bir nevi şiddet ve ziyadeyle
vasıflandırırsa, bize göre bununla talâk-ı bâin vâki olur. İmam Şâfiî,
"Bir talâk-ı ric'î vâki olur. Çünkü bu meşruun hilâfınadır. Binaenaleyh
hükümsüz kalır. Nitekim, sen benim sana dönmeye hakkım olmamak şartıyla boşsun
dese hüküm budur." demiştir. Hidâye sahibi bunu reddederek; "Bu adam
talâkı ihtimalli bulunduğu bir şeyle vasıflanmıştır. Dönmek meselesi de
memnudur. Yani burada bir talâk-ı ric'î olduğunu biz teslim etmiyoruz. Bilâkis
bir talâk-ı bâin olur." demiştir. İnâye ile Fetih'te; Gâyetü'l-Beyân ve
Tebyin'de de böyledir. Bahır sahibi, "Böylece anladın ki ric'at
meselesinde mezhep, talâk-ı bâinin vukuudur.» demiştir.
«Hataya nisbet etmiştir.» Tevsikçilerden
murad; mahkemede bulunan âdil kimselerdir. Bunlara şahitler ve müvessikler
denilir. Çünkü bunlar, şahitlik yapan kimseyi, güvenilir olduğunu beyan ederek
tevsikte bulunurlar. Yahut vesikaların ilânlarını yazarlar. Bunu Tahtâvî
söylemiştir.
Ben derim ki: Bahır sahibinin zikrettiği
meselenin - ki kendisi bu hususta bir risale de yazmıştır - aslı şudur: Bir
adam karısına, "ne zaman benim senden başka bir karım olduğu meydana
çıkarsa" yahut "Ne zaman beni mehirden ibrâ edersen, sen bir defa
boşsun. Onunla kendi nefsine mâlik olursun." der de, sonra başka bir
karısı olduğu meydana çıkar yahut kadın mehrinden onu ibrâ ederse, hüküm nedir
diye sorulmuş; o, "Bâin olur." diye cevap vermiş; ric'î olur diye
fetva verenlerin sözünü reddetmiştir.
METİN
Lâkin Bezzâziye ve diğer kitaplarda şöyle
denilmiştir: «Cimada bulunduğu karısına; seni bir defa boşarsam o bâin olsun
yahut üç talâk olsun der de, sonra onu boşarsa talâk ric'î olur. Çünkü vasıf
mevsuftan önce bulunamaz. Keza, sen şu hâneye girersen şöyle olsun der de sonra
kadın o hâneye girmeden; ben o talâkı, bâin yahut üç yaptım derse sahih olmaz.
Çünkü o kadına talâk vâki olmaz.» Bezzâziye'nin sözü burada biter. Bunun ifade
ettiği mânâ; "Ne zaman senin üzerine evlenirsem sen bir talâk boşsun,
onunla kendine mâlik olursun." sözüyle talâk-ı ric'i meydana gelmektir.
Çünkü bu söz nihayet, "sen bâinsin" sözüne müsâvîdir. Vasıf mevsuftan
önce bulunamaz. Musannıf bunu burada ve kinayeler bahsinde böyle izah etmiştir.
İZAH
«Lakin Bezzâziye ilh...» Bu söz, o fetvayı
verene yardımdır. Hayreddin-i Remlî Minah hâşiyelerinde onu reddederek;
"Tâlikler hadisesinde muallâk olan, bâin olmakla vasıflanmış talâktır.
Bezzâziye meselesinde ise muallâk olan yalnız bâinlik vasfıdır. Mevsuf henüz
ortada yoktur. Tâlikler meselesinde adam sanki, senin üzerine evlenirsem sen
bâin olarak boşsun demiş gibidir. Bunun men'ine kâil yoktur. Düşün!"
demiştir. Hâsılı Bezzâziye'nin ilk meselesinde yalnız sıfat mevsufun
bulunmasına tâlik edilmiştir. Muallâkta hüküm tâlik bulunmasa derhal hükmün
bulunmasıdır. Bir halde mevcut olmayan bir talâkın bâinliği veya üç talâk oluşu
mevcut olmasına imkân yoktur. Çünkü vasıf mevsufundan önce bulu-namaz. Keza
ikinci meselede talâk ortada yokken muallâk talâkı bâin veya üç yapılmasına
imkân yoktur. Her sıfatın mevsufundan önce bulunması da lâzım gelir.
«Bunun ifade ettiği mânâ ilh...» İşte
musannıfın kinayeler bahsindeki ifadesi biraz değiştirilmiş olarak budur. Sen
kıyas edilenle kıyas olunanın farkını biliyorsun.
«Sen bâinsin sözüne müsavidir» İbarenin
hakkı şu idi: O bâindir sözüne müsavidir. Bu, şârihin anladığına göre sözün yalnız
talâk vasfını tâlikten ibaret olmasına binaendir. Halbuki müsâvât olmadığını
gördüm. Evet, bu söz Bahır sahibinin söylediğine göre hem mevsufu, hem sıfatını
beraberce tâlik ise, "sen bâinsin" sözüne müsavidir ve "Senin
üzerine ne zaman evlenirsem sen bâinsin" mânâsında olur. Bu da, kasıt
olmaksızın hakkı söylemektir.
TETİMME: Avam takımının sözlerinde çok
rastlanır: «Sen boşsun. Domuzlara helâl bana haramsın.» derler. Hayriyye'de
bunun talâk-ı ric'i olduğuna fetva verilmiştir. Çünkü, "bana
haramsın" sözü, şimdi haramsın mânâsına ise, meşru'un hilâfınadır. Zira
kadın ona ancak iddetini bitirdikten sonra haram olur. Gelecekte haramsın
mânâsına ise sahihtir. Ama kadına dönmeye mâni değildir. Keza Hayriyye sahibi
avam takımının, "Sen boşsun. Seni ne bir hâkim geri çevirebilir, ne
âlim." sözleriyle ric'î talâk olacağına fetva vermiştir. Çünkü o kimse
sözü şer'î mevzuundan çıkarmaya mâlik değildir. Minah hâşiyecilerinden biri
onuSayrafiyye'nin şu sözüyle te'yid etmiştir: »Bir kimse karısına; sen boşsun, benim
sana dönmeye de hakkım yoktur derse, talâk ric'î olur. Ama; benim sana dönme-ye
hakkım olmamak şartıyla derse bâin olur.» Sayrafiyye sahibinin, "Avamın;
seni hiçbir hâkim geri çeviremez ilh... sözleri; kocanın, benim sana dönmeye
hakkım yok sözü gibidir. Çünkü 've' edatını kullanmakla kullanmamak birdir.
Nitekim bu zâhirdir. Dönmeye hakkım olmamak şartıyla demesi bunun gibi
değildir." demiştir.
Ben derim ki: Fark şudur: Dönmemek şartıyla
sözü talâkın kaydıdır. Çünkü talâk hakkında şarttır. Bu söz, "Sen içerisinde
dönmemek şart kılınan bir talâkla boşsun" mânâsındadır. Yani talâk-ı
bâinle boşsun demektedir. Şu halde, "Talâkı bir nevi şiddet ve ziyade ile
vasıflandırırsa talâk-ı bâin olur." kaidesinde dahildir. Nitekim
Hidâye'den naklen yukarıda geçmişti. "Benim sana dönüşüm olmayacak."
sözü ise talâkın sıfatı değildir. O yeni bir cümle olup, bu cümle ile meşruun
hilâfını haber vermiştir. Zira meşru olan, "sen boşsun" sözüyle
talâk-ı ric'î vâki olmaktır. "Dönmek yok" sözü hükümsüzdür. "Sen
boşsun ve bâinsin"; yahut "sen boşsun, sonra bâinsin" sözlerini
niyetsiz olarak söylemek gibidir. Nitekim geçti. Avamın, "Seni hiçbir
hâkim geri çeviremez ilh..." sözü de talâkın sıfatı değil kadının
sıfatıdır. Binaenaleyh mezkûr kaideye dahil değildir. "Domuzlara helâl
bana haramsın." sözü de bunun gibidir. Rahmetî'ye burası gizli kalmış;
onun için bununla Sayrafiyye'deki farkın mezkûr kaideye muhalif olduğunu
kesinlikle söylemiştir.
Evet, "haramsın" sözüyle talâk
îkâ'ını kasdederse, üçü niyet etmediği takdirde onunla başka bir talâk-ı bâin;
üçü niyet ederse üç talâk vâki olur. Nitekim, "sen boşsun ve bâinsin"
sözünde böyledir. Bunu yukarıda arzettik. Bunun bir misli de, yine zamanımızda
avam takımının, "Sen boşsun seni bir şeyh helâl kıldıkça başka bir şeyh haram
kılar." sözleridir. Zira bu ikinci sözle muradları kadını ebediyyen haram
kılmaktır. Bu söz, «Sen bana her helâl oldukça haramsın» demek gibidir.
Binaenaleyh o kadının nikâhını her tazeledikçe ondan talâk-ı bâinle boş olur.
Meğerki bu sözle, zikredilen talâkı haber vermeyi dilemiş olsun. Bununla yeni
yeni haram kılmayı niyet etmesin ve bu cümleyi mezkûr talâka sıfat yapmasın . O
zaman kadın ebedî haram olmaz. Çünkü bu söz meşruun hilâfını haber vermek olur.
Lâkin cahil bundan anlamaz, Zâhire bakılırsa o ebedi haram olmasını ifade etmek
ister. Binaenaleyh Şeyh İsmail Hâik'in Fetevâ'sında görülen, "Bununla
yalnız bir defa talâk-ı ric'î vâki olur." Sözü zâhir değildir. Bu mahallin
izahını ganimet bil! Çünkü gizli kalan yerlerdendir.
METİN
Sen onun, yani talâkın ekserisi ile boşsun
demesi bunun hilâfınadır. Çünkü onunla üç talâk vâki olur. Bir talâkı murad
ettim derse diyaneten tasdik edilmez. Nitekim talâkın ekserisiyleboşsun yahut
sen defalarca veya binlerce boşsun veya ne az ne çok boşsun demiş olsa üç talâk
vâki olur. Muhtar olan kavil budur. Sen talâkın en azı ile boşsun derse bir
ta-tâk vâki olur. Sen talâkın umumiyle veya çoğuyla yahut onun iki rengiyle
veya üçün daha çoğu ile veya talâkın büyüğü ile derse iki talâk vâki olur.
İZAH
«Bir talâkı murad ettim derse diyaneten
tasdik edilmez.» Bu sözün mefhumu. İkiyi murad ederse diyaneten tasdik
edilmesidir. Vechi şudur:İsm-i tafdîl ile bazen fiilin adı kasdedilir. Yani
talâkın çoğu mânâsına gelir. Bu suretle bu kimsenin sözüne ihtimalli olduğundan
diyaneten tasdik edilir.
Ben derim ki: Lâkin aşağıda gelecek ki,
'çok' kelimesinden iki değil üç talâk vâki olacağı tercih edilmiştir. O zaman
çok ile ekser arasında fark kalmaz.
«Sen defalarca boşsun.» Bahır'da
Cevhere'den naklen şöyle denilmiştir: «Bir adam karısına; sen defalarca boşsun
dese, kadın cima edilmiş bulunduğu takdirde üç defa boş olur. Nihâye'de böyle
denilmiştir.» Bahır'da bundan bir yaprak önce Bezzâziye'den naklen, "Sen
bana bin defa haramsın sözüyle bir talâk vâki olur." denilmiştir.
Bezzâziye'nin ibaresini Zahîre sahibi dahi zikretmiştir. Şârih onu îlâ bâbının
sonunda söyleyecektir.
Ben derim ki: Bu söz Cevhere'nin ifadesine
muhalif değildir. Çünkü bin defa demesi, defalarca tekrarı mesabesindedir.
Bununla ilk defada bir talâk-ı bâin vâki olur. İkinci defada hiçbir şey vâki
olmaz. Çünkü ikinciyi birinciden haber yapmak mümkün olursa, bâin bâine mülhak
olmaz. Nitekim sen bâinsin sözü böyledir. izahı kinayeler bahsinde gelecektir.
Sen haramsın yahut sen bâinsin sözüyle üç talâkı niyet ederse bunun
hilâfınadır. Zira sahihtir. Çünkü bu bir söz olup küçük ve büyük beynûnete
elverişlidir. Sen defalarca boşsun sözü, bunu üç defa veya daha fazla
tekrarlamak mesabesindedir. Birinci defada talâk-ı ric'î meydana gelir. Ondan
sonraki ile de üçe kadar öyledir. Çünkü bu söz sarîhtir. İddet içinde sarîh
sarîhe mülhak olur. Onun için cima edilmişse diye kayıtlamıştır. Çünkü cima
edilmeyen kadın ilk talâka bâin olur, İddet beklemesi de lâzım değildir.
Binaenaleyh sonraki talâklar ona lâhîk olmaz. Bu makamın izahını ganimet bil! Çünkü
çok kimselere gizli kalmıştır.
«Binlerce boşsun» sözüyle üç talâk vâki
olur. Geri kalanları hükümsüz kalır.
«Veya ne az ne çok boşsun.» Burada
Cevhere'nin ibaresi şöyledir:«Bir kimse, sen boşsun ne az ne çok derse, üç
talâk vâki olur. Muhtar kavil budur. Çünkü az talâk birdir. Çok talâk da üçtür.
Evvelâ ne az dediğinde üç talâkı kasdetmiş olur.Sonra ne çok demesi bir işe
yaramaz.»
Ben derim ki: Lâkin Hulâsa ile Bezzâziye'de
şöyle denilmiştir: «Muhtar kavle göre üç talâk vâki olur. Fakih Ebû Cafer; en
muvafıkı iki talâk vâki olmaktır demiştir.» Zahîre'debildirildiğine göre
birinci kavil Sadru'ş-Şehid'in tercih ettiğidir. Onu yukarıdaki şekilde ta'lil
etmiş; sonra şunları söylemiştir: «Ebû Cafer Hinduvânî'den hikâye edildiğine
göre iki talâk vâki olur. Çünkü o kimse ne az dediğinde iki talâkı
kasdetmiştir. Zira iki talâk çoktur. Ondan sonra ne çok demesi bir şeye
yaramaz. Bu kavil doğruya daha yakındır.» Hâniyye'de bunun daha zâhir olduğu
bildirilmiştir. Bununla anlaşılıyor ki, bunlar tercih edilmiş iki kavildir.
Temelleri çok hakkındaki ihtilâfa dayanır. Bahır'da Muhit'ten naklen şöyle
denilmiştir:«Sen çok boşsun derse, Asıl nâm kitapta bildirildiğine göre üç
talâk vâki olur. Çünkü çok olan üçtür. Ebu'l-Leys'in Fetvâ'da beyan ettiğine
göre iki talâk vâki olur.»
Ben derim ki: Birinci kavil tercihe daha
lâyıktır. Çünkü Asıl nâm kitap, zâhir rivayet kitaplarındandır. O Fetevâ'dan
üstündür.
«Bir talâk vâki olur.» O da ric'îdir. Çünkü
bâin olacağını ifade eden bir şey yoktur. Bir de talâkın en azı ric'î olandır.
«Sen talâkın umumiyle boşsun» derse, iki
talâk vâki olması ekseriyetle bunda kullanıldığı içindir. Talâkın galibi
ikidir. T.
«Sen talâkın çoğuyla» derse, iki talâk vâki
olur. En çoğuyla derse üç talâk olmak gerekir. Rahmeti.
«Onun iki rengiyle» ifadesinden murad, iki
talâk-ı ric'îdir. Üç rengiyle deseydi üç talâk olurdu. Keza talâkın birkaç
rengi derse yine üç talâk vâki olur. Renk kelimesinden, kırmızılık, sarılık
mânâlarını kasdederse, diyaneten tasdik edilir. Neviler veya vecihler mânâsını
kasdederse yine tasdik edilir. Zahire.
Ben derim ki: Kırmızı ve sarı renkleri
kasdederse, bir talâk-ı bâin vâki olmak gerekir. Zira vasfedilen talâk hakkında
İmam-ı Âzâm'ın kaidesi yukarıda geçmişti.
METİN
En muvafık kavle göre ne çok ne az sözüyle
dahi iki talâk vâki olur. Muzmerât. Kınye'de şöyle denilmiştir: «Seni üç
talâkın sonuncusu ile boşadım derse üç talâk; üç talâk sonunda bir talâk daha
derse bir talâk vâki olur.» Fark incedir, güzeldir.
FER'İ MESELELER : Sen bir boşamanın bütünü
ile boşsun sözüyle bir talâk; sen her boşamayla boşsun derse üç talâk vâki
olur. Toprağın sayısınca derse bir talâk, kumun sayısınca derse üç talâk vâki
olur. İblis'in saçı adedince, yahut avucumun içindeki kılların adedince boşsun
derse bir talâk, elimin üstündeki kılların veya bacağımdaki kılların yahut
senin bacağındaki kılların yahut fercindeki kılların yahut şu havuzdaki
balıkların sayısınca boşsun derse, bunlar bulunduğu takdirde sayısınca talâk
vâki olur. Aksi takdirde talâk vâki olmaz.
İZAH
«Ne çok ne az sözüyle...» Bahır'da
Muhit'ten naklen bununla bir talâk vâki olacağı bildirilmiştir. Zahîre,
Bezzâziye, Hulâsa, Cevhere ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Muzmerât'a
müracaat olunmalıdır. Evet, hepsinin bir vechi vardır. Bir talâk vâki olmasının
vechi, çoğu nefyedince azı isbat etmiş olmasıdır. Ondan sonraki nefy fayda
vermez. İki talâk olmasının vechi şudur: Çok olan talâk üçtür. Az olan da
birdir. Bunların ikisini de nefyedince, aralarındaki sabit olur.
«Fark incedir, güzeldir.» Farkın vechi
şudur: Bu adam sonuncuyu mâlûm üç talâka izafe etmiştir. Onun mâlûm oluşu vukuu
iledir. Nekire (belirsiz) kullanması bunun hilâfınadır. H.
Ben derim ki: Bu teslim edilirse, ancak
şârihin Bahır sahibine uyarak sarîh talâk bâbının başında söylediklerine
biaendir. Orada birinci defada üç lâfzını belirli, ikinci defada belirsiz
zikretmişti. Halbuki lâfız her iki surette belirsizdir. Nitekim ben bunu
Tatarhâniyye, Hindiyye, Zahîre ve Bezzâziye gibi birçok kitaplarda gördüm.
Bezzâziye sahibi farkı şöyle belirtmiştir: «Sonuncusu üçüncüsüdür. Ama
kendisinin iki misli ondan önce bulunmadıkça o tahakkuk etmez. Lâkin bu adam
birinci defada üç talâkı îkâ ettiğini haber vermiş, ikinci defada kadını talâk
îkâ'ından sonra üç talâkın sonu olmakla vasıflandırmıştır. Halbuki kadın
bununla vasıflanamaz. Şu halde sen boşsun sözü kalır. Onunla da bir talâk vâki
olur.»
Şu halde farkın illeti birincide fiil-i
mâzî ile, ikincide ism-i fâil ile ifadeden ileri gelir. Yoksa belirli ve
belirsiz olmaktan ileri gelmez. Bunun muktezası, ikincideki âhir lâfzının, sen
zamirinden ikinci haber olmak üzere merfu okunmasıdır. Tâ ki kadına vasıf
olsun. Mansup okunursa talâkın vasfı olur ve birinci surete müsavidir. İkinci
haber olmak üzere zarfiyyet üzere mansup okunması ihtimali uzaktır.
«Sen bir boşanmanın bütünü ile boşsun
sözüyle bir talâk vâki olur.» Çünkü bütünü kelimesi, belirliye izafe edildiği
vakit cüzlerinin umumunu ifade eder. Bir boşamanın cüzleri ise bir talâktan
fazla değildir. Belirsize izafe edilirse fertlerinin umumunu ifade eder. H. O
halde senin, "narın hepsi yenir" sözün yalan olur. Çünkü kabuğu
yenmez. Belirsiz olarak her nar yenir sözü bunun hilâfınadır. Ama bu, karine
bulunmadığı zamandır. Nitekim biz bunu mestler üzerine mesh bâbında izah ettik.
T E M B İ H : Zahîre'de bildirildiğine göre
talâkın hepsi derse bir talâk vâki olur. Bahır'da ondan böyle nakledilmiştir.
Lâkin Muhtarâtü'n-Nevâzil'de üç talâk vâki olacağı bildirilmektedir.
Ben derim ki: Zâhir olan da budur. Çünkü
talâk kelimesi masdardır. Üçe ihtimali vardır. Talka kelimesi bunun
hilâfınadır. Şu da var ki, yine Zahîre'de bildirildiğine göre sen talâkın
hepsiyle boşsun derse üç talâk vâki olur. Talâkın bütünüyle bütün talök
arasında görünen bir fark yoktur.
«Toprağın sayısınca derse bir talâk vâki
olur.» Fetih sahibi diyor ki: «Sayısı olmayan bir şeyde sayıya benzetme yapar
da; sen güneşin sayısınca boşsun veya toprağın sayısınca boşsun yahut toprağın
misli boşsun derse, Ebû Yusuf'a göre bir talâk-ı ric'i vâki olur. Şâfi'lerden
İmamul'-Harameyn bu kavli ihtiyar etmiştir. Çünkü sayısı olmayan bir şeyde
sayıya benzetmek hükümsüz kalır. Toprağın sayısı yoktur. İmam Muhammed'e göre
ise üç talâk vâki olur. Şâfiî ile İmam Ahmed'in kavilleri de budur. Çünkü adet
zikredildiği zaman onunla çokluk murad edilir. Ebû Hanife'nin kavline kıyas ile
bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü teşbih yukarıda geçtiği gibi bir nevi
ziyadeyi iktiza eder. Ama toprak gibi derse İmam Muhammed'e göre bir talâk-ı
ric'î vâki olur.»
«Kumun sayısınca derse üç talâk vâki ulur.»
Yani bilittifak böyledir. Nitekim Bahır'da Cevhere'den naklen böyle denilmiştir
Toprağın sayılır cisim olmaması şundandır: Çünkü o efrada şamil isimdir. Kum
böyle değildir. O cem'i ifade eden bir cins isimdir. Üçten aşağısına sadık
değildir. Nehir. Hâsılı toprak, su ve bol gibi aza çoğa sadık bir mahiyette
delâlet eden şey fertler ifade eden ism-i cinstir. Üçten aza delalet etmeyen
bunun hilâfınadır. Bunun azı ile çoğunun arası 'ta' ile ayrılır. Kum ve kuru
hurma gibi ki bu kelimeler cem'i bildiren ism-i cinstirler. Fertleri vardır. En
az üçtür. Böyle bir kelimeye sayı izafeti ile üç talâk vâki olur.
«İblis'in saçı adedince ilh...» Yani talakı
nefyi isbatı meçhûl bir sayıya izafe ederse, yahut iki misalde olduğu gibi
nefyi mâlûm bir sayıya izafe ederse bir talâk vâki olur. Nitekim Fetih'te beyan
edilmiştir. Ama Fetih sahibi bu talâkın bâin olup olmayacağını zikretmemiştir.
Toprak sayısında zikrettiğinin muktezasınca Ebû Hanife'nin kavline kıyasla bu
talâk bâindir. Ebû Yusuf'un kavline göre ric'îdir. Buna yakında Muhit'ten
nakledeceğimiz, "Sayı zikri hükümsüz kalır ve o adam sanki sen boşsun
demiş gibi olur." ifadesi de delâlet etmektedir.
«Sayısınca talâk vâki olur.» Yani mahallin
kabul edeceği kadar talâk vâki olur, fazlası hükümsüz kalır. T.
«Aksi takdirde talâk vâki olmaz.» Yani kıl
namına bir şey bulunmaz. Meselâ; vücudundaki kıllar kazınmış olursa, balık da
bulunmazsa talâk vâki olmaz. Bu balık meselesinden başkaları hakkında sahihtir.
Balık meselesine gelince: Cevhere'de, keza Zahîriyye'den naklen Bahır'da
bildirildiğine göre havuzda balık yoksa bir talâk vâki olur. Binaenaleyh bu
meseleyi İblis'in saçı, avuç içinin kılı meselesiyle birlikte zikretmesi doğru
olurdu. Nehir'de bildirildiğine göre Muhit sahibi, balık, İblis'in saçı ve avuç
içinin kılı meselesine ta'lil ederek şöyle demiştir: «Saç ve balık yoksa
sayının zikri muteber değildir. O hükümsüz kalır ve sanki sen boşsun demiş gibi
olur.» Bahır'da İmam Muhammed'den avuç dışının kılı meselesi ile avuç içinin
kılı meselesi arasında şöyle bir fark nakledilmiştir. Birincide bir şey vâki olmaz.
Çünkü talâk, biten kılların sayısınca vâki olur. Avucunun üzerinde kıl
bulunmayınca şart dabulunmamıştır. İkincide bir talâk vâki olur. Çünkü talâk
kılların sayısınca vâki değildir.
Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Elin
üzeri ve keza bacak ile ferc ekseriyetle kıl mahalli olduğu için, kılların
giderilmesi de ancak bir ârıza sebebiyle olduğundan, burada sayı şart
mesabesinde olmuştur. Binaenaleyh sayı bulunmayınca talâk da vâki olmaz.
Avucumun içi sözünde olduğu gibi kıl bitmeyen yer mâlûm olursa; yahut İblis'in
saçı gibi meçhûl olup, bilinmesine imkân yoksa yahut mümkün olup yokluğu
havuzdaki balık gibi ârızi bir sebebe bağlı değilse, talâk sayının bulunmasına
bağlı kalmaz, mutlak surette vâki olur. Lâkin balık meselesinde sayının
bulunması mümkün olunca, bulunduğu zaman miktarınca talâk vâki olur.
METİN
Ben senin kocan değilim yahut sen benim
karım değilsin yahut kadının kocasına : sen benim kocam değilsin sözü, kocası
doğru söyledin dediği takdirde niyet etmişse talâktır. İmameyn buna
muhâliftirler. Erkek sözünü yeminle te'kid eder veya senin karın var mı diye
soruldukta: hayır cevabını verirse bilittifak kadın boş olmaz. Velevki niyet
etmiş olsun. Çünkü yeminle sual bunlarda nefyi murad ettiğine karinedirler.
Hulâsa'da şöyle denilmiştir: "Erkeğe sen bu kadını boşadın değil mi
denilir de belâ cevabını verirse kadın boş düşer. Neam (evet) derse boş
düşmez." Fetih'de: "Örf bulunduğu için fark olmamak gerekir."
denilmiştir. Bezzâziye'de şu ifade vardır: "Kadın kocasına: ben senin karınım
der de kocası da ona: sen boşsun cevabını verirse, bu nikâhı ikrar olur ve
talâk vaz'ı itibariyle nikâhı iktiza ettiği için kadın boş düşer." Bir
adam yemin ettiğini bilir de talâka mı yoksa başkasına mı olduğunu bilmezse
hükümsüz kalır. Nitekim boşayıp boşamadığında şüphe ederse hüküm budur. Bir mi
yoksa daha fazla mı boşadığında şüphe ederse hüküm az olana bina edilir.
Cevhere'de: "Fâsid nikâhla aldığı karısını üç defa boşayan bir kimse o
kadınla muhallilsiz olarak evlenebilir." denilmiş, hilâf nakledilmemiştir.
İZAH
"Niyet etmişse talâktır." Çünkü
cümle inkâra elverdiği gibi talâk inşâsına da elverişlidir. Binaenaleyh niyetle
talâk teayyün eder. Niyetle kayıdlaması niyetsiz bilittifak talâk vâki olmadığı
içindir. Zira bu söz kinâyelerdendir. Şârih delâlet-i halin de niyet yerini
tutmayacağına işaret etmiştir. Çünkü bu yalnız cevap olmaya elverişli
sözlerdendir. Bu o sözlerden değildir. Talâktır sözüyle bu kinâye ile vâki olan
talâkın ric'î olduğuna işaret etmiştir. Bahır'da kinâyeler bâbında böyle
denilmiştir.
«Bilittifak kadın boş olmaz. Velevki niyet
etmiş olsun." Erkeğin: "Ben seninle evlenmedim, aramızda nikâh
yoktur, sana bir ihtiyacım yoktur." gibi sözleri de böyledir. Bedâyi.
Lâkin Muhit'te: "Senin karın var mı diye soruldukta: hayır cevabını verirse
talâk vâki olur." denilmiştir. Muhît sahibi sözüne devamla şunları
söylemiştir: "Aramızda nikâh yoktur dese talâk vâki olur. Kaide şudur ki:
esasen nikâhı nefy etmek talâk değil inkâr olur. O anda nikâhı nefy etmek ise,
niyet etmek şartıyla talâk olur. Geri kalan sözler de sahih kavle göre bu
hilâfa göredir." Bahır.
"Bunlarda nefyi murad ettiğine
karinedirler." Şöyle ki: yemin haber cümlesinin mazmununu te'kid içindir.
Binaenaleyh onun cevabı ancak haber olur. Sualin cevabı da öyledir. Talâk ise
ancak inşâ olur. Binaenaleyh nikâhı yalandan nefy edince sözü ihbara sarfetmek
icab eder.
"Hulâsa'da ilah..." İbâresi:
"Sen onu boşadın değil mi?" şeklindedir. Bazı nüshalarda böyle olduğu
görülmüştür. Nitekim Halebî'nin sözü de bunu ifade etmektedir. Bahır sahibi
Menar üzerine yazdığı şerhde şöyle demektedir: "Tahkîk"ta
zikredildiğine göre neam kelimesinin mûcebi ondan önceki sözü tasdiktir. Söz
müsbet olsun, menfi olsun, sual olsun, haber olsun müsavîdir. Meselâ: sana Zeyd
kalktı veya, Zeyd kalktı mı yahut Zeyd kalkmadı mı denilir de neam (evet)
cevabını verirsen geçen sözü tasdik olur. Sualden sonrakine ise tahkîktir.
Belânın mûcebi nefyden sonra icabtır. Bu nefy sual olsun, haber olsun fark
etmez. Zeyd kalkmadı denilir de sen belâ cevabını verirsen bunun mânâsı kalktı
demek olur. Şu kadar var ki, şeriatın hükümlerine mu'teber olan örftür. Hatta
bunlar birbirinin yerinde kullanılabilir."
«Fetih'de ilah...» Şu ibâre vardır:
"Fark olmamak gerekir. Çünkü örf ehli olanlar fark yapmazlar. Bilâkis
bunların ikisinden de menfiyi icab anlarlar."
"Bezzâziye'de" yani nikâh
bahsinin başlarında geçmiştir.
"Bu nikâhı ikrar olur ve kadın boş
düşer." Yani erkek bu nikâhı inkâr ederse kadının mehri ile iddet
nafakasını vermesi lâzım gelir. Kadının iddeti içinde ölürse kadın ona mirâsçı
olur.
"Talâk vaz'ı itibariyle nikâhı iktiza
ettiği için" talâk vâki olur. Çünkü talâk lügaten ve şer'an nikâhla sâbit
olan kaydı kaldırmaktır. Binaenaleyh sahih olmak için mutlaka önceden nikâh
yapılmış olması lâzımdır. Zira mukteza, söz sahih olmak için takdir edilen
şeydir. Sanki bu adam: evet sen benim karımsın, ama sen boşsun demiş gibidir.
Nitekim ulema: "Köleni benim nâmıma bin dirheme âzâd et." sözünde
böyle demişlerdir.
Ben derim ki: Bu mâni bulunmadığı yerdedir.
Hulâsa'da nikâh bahsinde Müntekâ'dan naklen şöyle denilmiştir: "Bir kimse
karısına: sen benim karım değilsin, sen boşsun dese bu nikâhı ikrar değildir.
Bezzâziye sahibi: çünkü önceki söz onun hakikaten talâkı murad etmediğine
karinedir, demiştir."
"Az olana bina edilir." Yani
İsbicâbî'nin dediği gibidir. Meğerki çok olanı yüzde yüz veya galebe-i zan ile
bilmiş olsun. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre üç mü boşadı daha az mı
bilemezse araştırır. İki taraf denk düşerse kendisine daha ağır olan ile amel
eder. BunuBezzâziye'den Eşbâh sahibi nakletmiştir. Tahtâvî diyor ki:
"Kaadîhân Ebû Yusuf'un kavli ile yetinmiştir. İhtimal bunu Ebû Yusuf
ihtiyatla amel ettiği için yapmıştır. Bahusus fercler bâbında ihtiyata çok
dikkat eder."
Ben derim ki: Birinciyi kazaya, ikinciyi
diyanete yorumlamak mümkündür. Bunu metinlerin tâlik bâbındaki meselesi te'yid
eder. Mesele şudur: "Bir adam karısına: erkek doğurursan bir defa boşsun,
kız doğurursan iki defa boşsun der de kadın ikisini birden doğurur, fakat
hangisinin evvel olduğu bilinmezse kazaen bir talâk, tenezzühen yani diyaneten
iki talâk boş düşer." şu da var ki yine Eşbâh'da bildirildiğine göre
erkek: üzerime azim olsun bu talâk üçtür, derse kadını terk eder. O mecliste
bulunan âdil kimseler talâkın bir olduğunu kendisine haber verir de o da tasdik
ederse onların kavliyle amel olunur.
"O
kadınla muhallifsiz olarak evlenebilir." Çünkü talâk ancak sahih nikâhla
alınan kadına yahut talâk iddeti bekleyene yahut dinden dönmek sebebiyle veya
İslâm'ı kabule yanaşmamak sebebiyle fesh yapılana lahîk olur. Nitekim bunu
Bahır'dan naklen arzetmiştik. H. Yani fâsid nikâhla alınan kadın bunlardan
hiçbiri değildir. T. Şu halde fâsid nikâhda talâk tahakkuk etmez. Böyle bir
talâk sayıyı da eksiltmez. Çünkü bu bir mütarekedir. Nitekim Bahır ile
Bezzâziye'den naklen mehir bâbında nikâh-ı fâsid üzerinde söz ederken
arzetmiştik. Bu hakiki talâk değil bir mütareke olunca erkek o kadını akd-i
sahih ile muhallifsiz alabilir, üç defa boşamaya da hakkı olabilir. Allahu
a'Iem.
METİN
Bir kimse zifaf edilmediği karısına: sen
boşsun ey orospu üç defa derse kendisine had vurulmaz. liân da yapılmaz. Çünkü
kadın onun karısı iken üç defa boşanmıştır. Ondan sonra o adamdan ayrılmıştır.
Kezâ: sen üç defa boşsun inşaallah ey orospu derse istisna vasfa teallûk eder.
Bezzâziye. Üç talâk vâki olur. Çünkü tekarrur etmiş bir kaidedir ki, her ne
zaman sayı zikredilirse talâkın vukuu onunla olur.
İZAH
"Kendisine had vurulmaz, liân da
yapılmaz." Bu İmam-ı Âzam'a göredir ve bir cümle olduğuna binaendir. Ey
orospu sözü talâkla sayının arasını ayırmadığı gibi cümledeki şartla cezanın
arasını da ayırmaz. "Sen boşsun ey orospu şu hâneye girersen."
sözünde olduğu gibidir. Binaenaleyh talâk o hâneye girmeye teallûk eder.
"Sen boşsun ey orospu üç defa" sözüyle üç talâk vâki olur. Kadın
zevcesi olduğu halde zinâ iftirasında bulunduğu için kendisine had vurulmaz.
Sebebi aşağıda gelecektir ki, her ne zaman sayı zikredilirse talâkın vukuu
onunla olur. Bu adama liân da yapılmaz. Çünkü liânın eseri aralarını
ayırmaktır. Bu ise talâk-ı bâinden sonra düşünülemez. Eseri olmadan liân da
sahih değildir. Bu sözün bir misli de: ey orospu sen, üç defa boşsun demektir.
Sen üç defa boşsun ey orospu demesi bunun hilâfınadır. Zira adama had vurulur.
Nitekim Bahır'ın liân bahsinde beyan edilmiştir. Zira zinâ iftirası boşanıp
ayrıldıktan sonra vuku bulmuştur. İmam Ebû Yusuf'a göre meselemizde bir talâk
vâki olur, erkeğe de had vurulur. Çünkü kazfi fâsıla yapmıştır. Binaenaleyh üç
defa sözü hükümsüz kalır. Talâk sadece sen boşsun sözüyle vâki olur. Bu talâk-ı
bâinden sonra olmuştur. Çünkü kadın henüz cima edilmemiştir. Binaenaleyh had
vâcip olur. H. Bu satırlar kısaltılarak, ziyade edilerek alınmıştır.
"Üç defa boşanmıştır ilh..." sözü
Bezzaziye'de de bu şekildedir. Fakat yanlıştır. Doğrusu: "Zinâ iftirası
onun karısı iken vuku bulmuştur." şeklinde olacaktır.
"Ondan sonra o adamdan"
ifadesinden murad: kazften sonra demektir. Nitekim anlattığımızdan sana
zâhirolmuştur.
"Kezâ ilh..." Yani yine üç talâk
vâki olup had vurulmaz, liân da lâzım gelmez. Nitekim teşbihin muktezası budur.
Şuna binaen ki vasıftan murad: ey orospu sözüyle kadını vasfetmesidir ki, bu
zinâ iftirasıdır. İstisna buna sarfedilince had vurmak ve liân ortadan kalkar.
Çünkü müneccez kazf olmaktan çıkmıştır. Üç talâk vâki olması istisnaya teallûk
etmediği içindir. Mülteka şerhindeki ifadesine muvafık olan izah budur.
Bezzâziye'nin ibâresi de öyledir. Nassı şudur: "Sen üç defa boşsun ey
orospu inşaallah, demekle talâk vâki olur ve istisna vasfa verilir. Sen boşsun
ey pis inşaallah sözü ile sen boşsun ey pis inşaallah sözü de böyledir. istisna
bütününe sarfedilir ve talâk vâki olmaz. Sanki ey filane demiş gibidir.
İmam-ıÂzam'a göre kaide şudur: cümlenin sonunda zikredilen sözle talâk vâki
olursa veya lâzım gelirse meselâ: Ey boş, ey orospu demişse istisna vasfa
verilir. O sözle talâk vâcip olmazsa had vurulur, talâk vâki olmaz. Ey pis
demiş gibi olur ve istisna cümlenin bütününe verilir." Lâkin "Sen
boşsun ey pis de öyledir." ifadesi yanlıştır. Doğrusu: "Sen boşsun ey
pis dese" bile şeklinde olacaktır. Nitekim Zahîre ve diğer kıtaplarda
böyle denilmiştir.
"Talâk vâki olur" sözü gösteriyor
ki vasıftan murad zinâ iftirasıdır, talâk değildir. Aksi takdirde "İstisna
vasfa sarfedilir." sözü sahih olmazdı. Bundan daha açık olmak üzere
Zahîre'de ve diğer kitaplarda: "İstisna sonradır ki, o da zina
iftirasıdır. Talak da vâki olur. Anla!" denilmiştir. Sonra bil ki, şârihin
Bezzâziye'den naklettiği sözü Zahîre sahibi Nevâdir'e nisbet etmiştir ki, bu
söz zayıftır. Fârisî'nin Telhis'ül-Cami' şerhinde zikrettiğine göre ey orospu
sözü cümledeki şartla ceza arasına girerse -ki sen boşsun ey orospu eğer şu
hâneye girersen cümlesinde araya girmiştir.- yahut sen boşsun ey orospu
inşaallah sözünde olduğu gibi icabla istisna arasına girerse esah kavle göre
zinâ iftirası sayılmaz. Eğerr ikisinden de önce veya ikisinden de sonra gelirse
o anda kazf sayılır. Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre araya giren söz fâsıla
sayılmaz. Binaenaleyh talâk teallûk etmez, hemen vâki olur ve liân icab eder.
İmam Muhammed'den bir rivayete göre ise talâk teallûk eder ve ilân vâcib olur.
Zâhir rivâyetin vechi şudur: Ey orospu sözü
maksadını bildirmek için çağrıdır. O fâsıla teşkil etmez ve talâk şarta teallûk
eder. Kazf dahi teallûk eder. Çünkü o şarta daha yakındır. Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır. Bu açıkça gösterir ki, istisnanın bütün cümleye
sarfedilmesl esah olan kavildir ve zâhir rivayettir. Bunu Zahîre sahibi de
açıklamış, şârih tâlik bâbında buna göre hareket etmiştir.
"Üç talâk vâki olur" sözü
"Bir kimse zifaf edilmediği karısına ilah..." cümlesindeki mukadder
şartın cevabıdır. Şârihin bunu "üç defa" sözünden sonra zikretmesi
daha iyi olurdu.
«Çünkü tekarrur etmiş bir kaidedir ilh...»
Aded zikredilince o adedle vasıflanan masdar vâki olur. Yani üç defa boşama
demek olur ve talâk inşâsı için tahsis edilen sîganın hükmü adedin
zikredilmesine bağlı kalır. Bahır. Fetih sahibi diyor ki: "Bununla Hasan-ı
Basrî'nin, Atâ'nın ve Câbir b. Zeyd'in: "O kadına bir talâk vâki olur.
Çünkü boşsun sözüyle bâin olmuştur. Aded hiç bir şeye tesir etmez."
sözleri defedilmiş olur. İmam Muhammed nassan şöyle demiştir: "Bir adam
karısını toptan üç talâkla boşarsa sünnete muhalefet etmiş olur ve günâha
girer. O kadınla zifaf olsun olmasın muhalefet etmiş olur ve günâha girer. O
kadınla zifaf olsun olmasın müsavîdir. Bizce bu Rasûlüllah (s.a.v)'den Ali,
İbn-i Mes'ûd, İbn-i Abbas ve diğer ashab-ı kiramdan rivayet olundu."
METİN
"Gerçi talâk vâki olmaz. Çünkü âyet
cima edilen kadın hakkında nâzil olmuştur." diyenler olmuşsa da, bu söz
tamamen bâtıldır. Menşei tekarrur eden: "İ'tibar lâfzın umumunadır,
sebebin hususuna değildir." kaidesinden gafil bulunmaktır. Gurarü'l-Ezkâr
sahibi bu talâklann dağınık şekilde söylendiğine yorumlamıştır. Bu takdirde
yalnız ilk talâk vâkî olur. Aralarını bir vasıf veya haber yahut atıfla veya
atıfsız cümlelerle ayırırsa kadın ilk sözle iddet lâzım gelmemek üzere bâin
olur. Onun için ikinci talâk da vâki olmaz. Cima' edilen bunun hilâfınadır. Ona
söylenenlerin hepsi vâki olur.
İZAH
«Diyenler olmuşsa da ilh...» ifadesı Mecma'
şerhinde Kitabü'l-Müşkilât'tan nakledilen ifadeyi reddir. Mecma' şârihi onu
ikrar ile şöyle demiştir: "Müşkilât'ta beyan edildiğine göre bir kimse
cima'da bulunmadığı karısını üç defa boşarsa onunla hülle yapmadan evlenebilir.
Teâlâ Hazretlerinin: "O kadını boşarsa artık başka bir kocaya gitmedikçe
ona helâl olmaz." âyet-i kerîmesi cima' edilen kadın hakkındadır."
Reddin vechi şudur: Bu söz mezhebe
muhâliftir. Çünkü bununla ya o kadına üç talâkın vâki olmadığını, bilâkis
sadece bir talâk vâki olduğunu kasdeder. Nitekim İmam Hasan ile diğerlerinin
kavilleri budur. Sen bunun reddedildiğini biliyorsun. Yahut hiç bir talâk vâki
olmadığını murad eder. Şârihin ibâresi iki veche de ihtimallidir. Lâkin
Dürer'in sözü birinciye yardım etmektedir. Veyahut muhallili şart koşmamakla
beraber üç talâkın vukuunu kasdeder. Bunu red hususunda muhakkık İbn-i Hümam
mübalega göstermiş, ric'at bâbının sonunda şöyle demiştir: "Bu hususta
yani muhallilin şart olması hususunda boşanan kadının cima' edilmiş olup
olmaması arasında bir fark yoktur. Zira nassın mutlak olduğu açıktır. Bazı
kitablarda bildirildiğine göre cima' edilmeyen kadın kocaya gitmeden helâl
olurmuş. Bu söz büyük bir hatadır. Nassa ve icma'a muhaliftir. Onu itibara
olmak şöyle dursun onu gören bir müslümanın başkalarına nakletmesi helâl
değildir. Çünkü onu nakilde işâa edilmesi vardır. O zaman da o bâbtaki işi
hafifletmek için şeytanın kapısı açılır. Gizli değildir ki, böylesi kendisinde
içtihada cevaz verilmeyen şeylerdendir. Çünkü şartı olan kitaba ve icma'a muhâlif
bulunmamak ortada yoktur. Şaşırıp sapmaktan Allah'a sığınırız. Bu bâbtaki emir
zaruriyat-ı diniyyedendir. Muhâlifinin tekfir edilmesi uzak görülemez.
«İtibar lâfzın umumunadır.» Yani nassın
lâfzına itibar edilir. Çünkü o cima' edilmeyen kadına âmm ve şâmildir. Burada
şöyle denilebilir: âyet cima' edilen kadın hakkında açıktır. Çünkü talâk onun
hakkında ayrı ayrı zikredilmiştir. Ayrı talâk cima' edilen kadına mahsustur.
Cima' edilmeyen kadında yoktur. Meğerki nikâhı yenilenmiş olsun. En iyisi
sünnete istinad etmektir. O da İmam Muhammed'den nakledilendir. T.
«Gurarü'l-Ezkâr...» Sahibi şöyle demiştir:
"Müşkilât'ın ifadesi müşkil değildir. Çünkü onun üçsözünden murad üç ayrı
talâktır. Umumiyetle Hanefî kitablarının ifadelerine uymak için böyle
denilir."
Ben derim ki: Bu yorum Müşkilât sahibinin
âyet hakkındaki sözünü te'yid eder. Ayette ayrı olarak zikredildiği için
Müşkilât sahibi: "Ayetteki talâklar cima' edilen kadın hakkında vârid
olmuştur." demiştir. Düşün!
«Aralarını bir vasıfla» ayırarak meselâ: Sen
bir defa boşsun, bir defa daha, bir defa daha derse yahut haberle ayırarak: Sen
boşsun, boşsun, boşsun derse veya cümleyle ayırarak: Sen boşsun, sen boşsun,
sen boşsun derse kadın birinciyle iddetsiz olarak bâin olur. H. Mülteka
şerhinde de bunun gibi denilmiştir. Yani Ebû Yusuf'a göre ikinci sözü
bitirmeden kadiri boş olur. İmam Muhammed'e göre ise bitirdikten sonra boş
olur. Çünkü sözünün sonuna şart veya istisna lahîk olabilir. Serahsî birinci
kavli tercih etmiştir. Buradaki hilâf "ve" edatıyla atıf yaptığına
göredir. Hilâfın semeresi şurada görülür: Erkek ikinci sözünü bitirmeden kadın
ölürse Ebû Yusuf'a göre talâk vâki olur, İmam Muhammed'e göre olmaz. Meselenin
tamamı Bahır ve Nehir'dedir.
«Onun için» yani birinci sözle iddetsiz
olarak bâin olduğu için "İkinci talâk vâki olmaz." Bundan murad
birinciden sonra söylenendir ve üçüncüye de şâmildir.
«Cima' edilen bunun hilâfınadır.» Yani
velev hükmen olsun kendisiyle halvette bulunduğu kadın gibi ki, iddetin lüzumu
hakkında cima' edilen gibidir. İddeti içinde başka bir talâk-ı bâinin vukuu
hakkında da öyledir. Bazıları vâki olmaz demişlerse de doğrusu birincisidir.
Nitekim mehir bâbında manzum olarak geçmiş, biz de orada izahını yapmıştık.
«Hepsi vâki olur.» Yani iddet bâkî olduğu
için geçen suretlerin hepsinde talâk vâki olur. Birinciyi kasdettiğini söylerse
kazaen tasdik edilmez. Nitekim fer'i meselelerde gelecektir. Ancak kendisine ne
yaptın diye sorulur da onu boşadım cevabını verirse yahut hakikaten o boştur
dedim cevabını verirse o zaman kazaen tasdik edilir. Çünkü sual birincisi için
olmuştur. Cevab da ona sarfedilir. Bahır.
METİN
Ayrı söylemek "kezâ sen ayrı ayrı üç
defa boşsun yahut seni boşamamla beraber iki daha" demesine de şamildir.
Bunun üzerine kadını bir defa boşarsa bir talâk vâki olur. Nitekim yarım talâk
ve bir bütün dese sahih kavle göre bir talâk vâki olur. Cevhere. Bir buçuk
talâk dese bilittifak iki talâk vâki olur. Çünkü bu bir cümledir. Bir ve yirmi
yahut bir ve otuz dese üç talâk vâki olur. Çünkü bir cümledir. Talâk
beraberinde söylenen sayı ile vâki olur. Sayı zikredilirse talâk sözüyle olmaz.
Sayı zikredilmezse talâk sigasıyla vâki olur.
İZAH
«Seni boşamamla beraber iki daha ilh...»
Yani buradaki beraber sözü sonra mânâsına gelir. Nitekim evvelce
"sahibinin seni âzâd etmesiyle beraber" sözünde geçmişti. H. Yani bu
takdirde talâk şart olur. Kadını bir defa boşayınca iki talâk vâki olmaz. Çünkü
şart meşruttan önce bulunur.
«Nitekim yarım talâk ve bir bütün
dese" bir talâk vâki olur. Çünkü bu söz bu şekilde kullanılmaz. Onun için bütününü
bir cümle yapmak mümkün değildir. Muhit sahibi bunu İmam Muhammed'e nisbet
etmiştir. Bahır. Yani kullanılan şekli yarımı bütün üzerine atfetmektir demek
istemiştir.
«Çünkü bu bir cumledir.» Zira bu sözlerle
talâk yapmak isterse bundan daha kısa ibâre bulmak mümkün değildir. Kezâ bir ve
bir başka derse iki talâk vâki olur. Çünkü başka kelimesi baştan kullanılmaz.
Nehir. Burada "sen iki boşsun" sözü daha kısadır, denilemez. Çünkü
sözümüz talâkı bütünlü ve kesirli olarak bir de başka sözüyle ikâ' etmek
hususundadır. Olabilir, başka bir maksadı vardır. Halbuki sahih bir maksadı
olmasa bile itibar lâfzadır. İki lâfzı yarım mânâsını ifade edemez. Lügaten
başka mânâsını da ifade etmez. Velevki bu iki sözle murad bir talâk olsun.
"Sen bir talâk boşsun bir daha" demesi bunun hilâfınadır. Zira onun
yerini iki boşsun demek tutar. İki demeyip de böyle söylemesi talâkı ayırdığına
karinedir. Kezâ yarım ve bir bütün demesi de böyledir. Çünkü yarım talâk bütün
bir talâk hükmündedir. Nitekim yerinde geçmişti. Binaenaleyh bir ve bir demiş
gibi olur. Bu da aslı bırakıp da böyle söylemesi karinesiyle ayrı talâklardan
sayılır. Asıl evvela bütünü sonra kesri söylemektir, Anla!
«Çünkü bir cümledir.» Yani bu suretle talâk
yapmak isteyen için en kısa söz budur. Lügat itibariyle tercih edilen tâbir
budur. Bahır.
«Talâk beraberinde söylenen sayı ile vaki
olur.» Yani talâk ne zaman sayı ile beraber söylenirse vukuu sayı ile olur.
Buna delil ulemanın ittifak ettikleri şu meseledir: Bir kimse cima' etmediği
karısına: Sen üç defa boşsun derse kadın üç defa boş olur. Eğer boşsun
kelimesiyle boş olsaydı kadın iddetsiz olarak bâin olur, üç adedi hükümsüz
kalırdı. Bir delil de şu ki: "Sen bir talâk boşsun inşaallah." derse
talâk vâki olmaz. Eğer boşsun kelimesiyle vâki olaydı sayı fâsıla teşkil
ederdi, talâk da vâki olurdu. Sonra bilmelisin ki masdar zikredilirse talâk
onunla vâki olur. Keza sıfat zikredilirse sıfatla vâki olur. Meselâ: Sen
elbette boşsun derse bundan sonra bu söze bitişik olamk inşaallah dediği
takdirde talâk vâki olmaz. Eğer vuku boşsun kelimesiyle olaydı talâk vâki
olurdu.
Muhit'in şu ifadesi de buna delildir:
«Erkek: Sen sünnet için boşsun yahut sen boşsun bâinsin der se sünnet için
yahut bâin sözlerini söylemeden kadın ölürse talâk vâki olmaz. Çünkü bu îkâ'ın
sıfatıdır, talâkın değil. Binaenaleyh ikâ' sıfatın söylenmesine bağlıdır.
Öldükten sonra ise bu mutasavver değildir. "Kezâ Hâniyye'nin ıtk bâbındaki
şu ifadesi deöyledir: "Bir kimse kölesine: Sen elbette hürsün der de
elbette demeden köle ölürse, köle olarak ölür. Bunu geçen bâbtan: Sen bir talâk
boşsun evvelen dediği yerden Bahır sahibi nakletmiştir. Burada da şöyle
demiştir: Sayıda aslı dahildir ki, o da birdir. Bunun ikâ'a bitişmesi mutlaka
lâzımdır. Ama nefesin kesilmesi zarar etmez. Sen boşsun diyerek susar da sonra
üç defa sözünü söylerse bir talâk vâki olur. Nefesi kesilir veya birisi ağzını
tutar da sonra hemen ardından üç defa derse, üç talâk vâki olur. Cima' etmediği
karısına: Sen boşsun ey Fâtıma üç defa derse üç talâk vâki olur. Fakat sen
boşsun, şâhid olun üç defa derse bir talâk vâki olur. Öyleyse şâhid olun derse
üç talâk olur. Zahîriyye'de böyle denilmiştir.»
Ben derim ki: bunun hâsılı şudur: nefesin
kesilmesi veya ağzını tutmak talâkla sayısının arasındaki bitişikliği kesmez.
Nidâ da öyledir. Çünkü o muhatab olan kadını tâyin içindir. Öyleyse şâhid olun
sözündeki atıf da öyledir. Binaenaleyh hepsi bir cümle olur.
«Sayı zikredilirse» yani açıkca sayı
söylenirse demek istiyor. Sadece kastedilmesi kâfi değildir. Nitekim ölürse
yahut biri ağzını tutarsa meselesinde gelecektir. Anla!
METİN
Talâkı îkâ'dan sonra sayıyı tamamlamadan
kadın ölürse söylenen hükümsüz kalır. Sebebi tekarrur eden kaidedir. Ölen kadın
cima edilene de edilmeyene de şâmildir. Sayıyı söylemeden koca ölür veya birisi
ağzını tutarsa sîgayla amel ederek bir talâk vâki olur. Çünkü vuku o kimsenin
kasdı ile değil lâfzıyladır. Cima etmediği karısına: Sen bir talâk ve bir talâk
boşsun diyerek atıf yaparsa yahut sen bir talâktan önce bir talâk boşsun veya
sen bir talâktan sonra bir talâk boşsun derse bir talâkı bâin vâki olur. İddet
olmadığı için kadına ikinci talâk lahîk olmaz. Sen bir talâktan sonra bir talâk
boşsun yahut bir talâktan önce bir talâk boşsun veya bir talâkla beraber bir
talâk boşsun derse iki talâk vâki olur. Kaide şudur: birinci sözle talâkı îkâ
ettimi ikincisi hükümsüz kalır. İkinci sözle ikâ ederse iki talâk beraber olur.
Çünkü geçmişe îkâ şimdi îkâ sayılır.
İZAH
«Talâkı îkâ'dan sonra» sözünden murad: sayı
yoksa talâk sîgasını söylemesidir,
«Hükümsüz kalır.» Yani talâk vâki olmaz.
Nehir. Ve mehir tam olarak sâbit olur. Kadın kocasına mirâsçı da olur. T.
«Tekarrur eden kaidedir.» Ki talâkın vukuu
sayı ile olur. Sayı söylenirken kadın talâka mahal değildir. H. Yahut şu
kaideden dolayıdır: şart ve istisna gibi değiştirici bir şey bulunursa sözün
başı sonuna bağlıdır. Hatta: sen boşsun şu hâneye girersen yahut sen boşsun
inşaallah der de şart veya istisnayı söylemeden kadın ölürse boş düşmez. Çünkü
şartta istisnanın bulunması o sözü îkâ olmaktan çıkarır. "Sen üç defa
boşsun ey Amra!" der de eyAmra sözünden önce kadın ölürse bunun
hilâfınadır, yani boş düşer. Çünkü bu söz bir şey degiştirmez. Kezâ: sen boşsun
ve sen boşsun der de ikinciyi söylemeden kadın ölürse boş düşer. Çünkü talâkın
vukuunda kadın sağ iken tesadüf etmek şartıyla her iki cümle âmildir. "Sen
boşsun ve şu hâneye girersen sen boşsun" der de kadın birincide veya
ikincide ölürse boş düşmez. Sebebi yukarıda geçti. Nitekim Zahîre'den naklen
Bahır'da böyle denilmiştir.
«Veya birisi ağzını tutarsa» yani elini
ağzından kaldırdıktan sonra hemen sayıyı söylemezse bir talâk vâki olur. Fakat
hemen sayıyı söyler, meselâ üç defa derse üçü de vâki olur. Nitekim yukarıda
geçti.
«Sîgayla amel ederek» sözüyle şârih kadının
ölmesiyle erkeğin ölmesi arasındaki farkın vechine işaret etmiştir. Fark şudur:
Kadının ölümünde kocası talâk sözünü sayıya eklemiştir. Adamın ölümünde ise
sayı talâk lâfzına eklenmemiş, sadece sen boşsun sözü kalmıştır. Bu söz talâkın
vukuunda bizzat âmildir. Nitekim ağzını tuttuğu vakit elini kaldırdığında bir
şey söylemezse yine böyledir, bir talâk vâki olur. Bunu Bahır sahibi Mi'râc'tan
naklen söylemiştir.
«Atıf yaparsa sözünden murad»
"ve" edatıyla yapmasıdır. Çünkü vav mutlak cem'i ifade eder.
Beraberliğe, önceliğe ve sonralığa şâmildir. Binaenaleyh sözün evveli sonuna
bağlı değildir. Her cümle müstakillen amel eder. Kadın birinci cümleyle bâin
olur. Ondan sonraki talâklar vâki olmaz. Arapçada fa ve sümme edatlarıyla
yapılan atıflar da evleviyetle vav gibidirler. Çünkü fa tâkib ifade eder. Sümme
geçikme içindir ve her ikisi tertib bildirirler.
«Yahut sen bir talâktan önce bir talâk
boşsun derse ilh...» Bunun kaidesi şudur: zarf iki şey arasında zikredilir de
zâhir isme izafe edilirse birincinin sıfatı olur. Bana Zeyd Amr'den önce geldi
cümlesinde böyledir. Birincinin zamirine izafe edilirse ikincinin sıfatı olur.
Bana Zeyd geldi ondan önce Amr yahut ondan sonra Amr misâlinde böyledir. Çünkü
bu takdirde ikincinin haberi olur. Haber mübtedanın sıfatıdır. Sıfattan murad
manevî olandır. Vasıftır diye hükmolunan yalnız zarftır. Yoksa ondan önce Amr
cümlesi Zeyd'in halidir. Çünkü marifeden sonra gelmiştir. Hal sahibinin vasfı
sayılır.
«Sen birden önce bir boşsun» ifadesinde
birinci ile boş düşer, talâk bâin olur. İkinci talâk vâki olmaz. "Ondan
sonra ikinci defa boşsun" dese hüküm yine böyledir. Çünkü ikinci talâkı
sonralıkla vasıflandırmıştır. Vasıflandırmamış olsa talâk vâki olmazdı. Bunda
evleviyetle olmaz. Bu söylediklerimiz cima edilmeyen kadın hakkındadır. Cima
edilen kadında iki talâk vâki olur. Çünkü iddet vardır. Nitekim gelecektir.
«İki talâk vâki olur.» Çünkü sen bir
talâktan sonra bir talâk boşsun sözünde sonralık sıfatını birinciye vermiştir.
Bu, ikincinin ondan önce vâki olmasını icab eder. Çünkü geçmişte yapılan îkâ
şimdi îkâ'dır. Zira geçmişe istinad imkânsızdır. O halde ikisi beraber olur ve
ikitalâk meydana gelir. "Sen bir talâk boşsun ondan önce bir talâk"
sözü de öyledir. Çünkü öncelik sıfatını ikinciye vermiştir. Bu da onun
birinciden önce vâki olmasını gerektirir ve iki talâk beraberce vâki olurlar.
"ile" edatı beraberlik ifade eder. Onu zamirle kullanıp kullanmamak
arasında fark yoktur. İki talâkın beraber vâki olmasını icab eder. Onun
mânâsını yerine getirmek böyle olur.
«Birinci sözle talâkı ikâ ettimi...»
Nitekim: sen bir talâktan önce bir talâk yahut sen birden sonra bir talâk
boşsun sözlerinde böyledir. Yani birinci talâk vâkidir. Çünkü onu ikinciden
önce diye vasıflandırmıştır. Yahut ikincisi ondan sonradır diye
vasıflandırmıştır. İkinciden önce demesinin mânâsı budur. Binaenaleyh her iki
surette ikincisi geri kalır ve hükümsüzdür.
«İkinci sözle ikâ ederse iki talâk beraber
olur.» İkinciden murad: ikâ'ı yaparken geri kalandır. Lâfızda geri kalan
mânâsına değildir. Bu da birden sonra bir, birden önce bir sözlerinde olduğu
gibidir. Bu iki surette bir talâk meydana gelir. O da birincisidir ki,
ikinciden sonra olmakla sıfatlanmıştır. Yahut ikincisi ondan önce diye
sıfatlanmıştır. İkinciden sonra demenin mânâsı da budur. Böylece iki talâk
birden vâki olur. Ama ikinciden murad sonra söylenen söz de olabilir. Çünkü
ihbar cihetiyle o önce vâki olmuştur. Cümle ikincinin birinciden önce olduğunu
haber vermektedir.
METİN
«Sen bir talâk ve bir talâk daha boşsun şu
hâneye girersen» derse, kadın eve girdiği takdirde iki talâk boş olur. Çünkü
her iki söz şarta birden teallûk etmişlerdir. Şartı önce söylerse (şu hâneye
girersen sen bir talâk ve bir talâk daha boşsun derse) bir defa boş olur. Çünkü
muallak talâk müneccez gibidir. Kadın cima edilmişse bütün suretlerde iki talâk
vâki olur. Çünkü iddet vardır.
İZAH
«İki talâk boş olur.» Yani iki talâk
söylemekle yetinirse iki olur. Daha fazla söylerse üç talâk vâki olur.
«Çünkü her iki söz şarta birden teallûk
etmişlerdir.» Zira şart îkâ'ı değiştirir. Değiştiren bir şey bitiştimi sözün
başı sonuna bağlı olur. Binaenaleyh her iki talâk birden buna bağlanarak şart
bulununca beraberce vâki olurlar. Şartı önce söylerse bunun hilâfınadır. O
zaman sözün evveli sonuna bağlı kalmaz. Zira değiştirici yoktur.
«Şartı önce söylerse bir defa boş olur.» Bu
İmam Azam'a göredir. İmameyn'e göre yine iki talâk vâki olur. Kemâl bunu tercih
etmiş, Bahır sahibi de onu tasdikte bulunmuştur.
«Çünkü muallak talâk müneccez gibidir.»
sözünün mânâsı: Muallak talâk şartı bulununca geçerli talâk gibi olur,
demektir. Hakikaten geçerli talâk yapsaydı ikincisi vâki olmazdı. Şartısona
bırakması bunun hilâfınadır. Çünkü değiştirici bulunmuş olur. Zeylaî.
METİN
Önce ve sonra meselelerinden bazıları da
manzum olarak söylenen şu sözdür: "Fakih - Allah yardımcısı olsun ve
ihsanı var olsun - şu hususta ne buyurur: bir genç talâkı öyle bir aya tâlik
etmiş ki, onun öncekinden sonrakinin önceki ramazandır." Buna sekiz
vecihle cevap verilir: 1) Sırf önce kelimesiyle zilhiccede talâk vâki olur. 2)
Sırf sonra kelimesiyle cuma değil ahîrada. 3-4-5) Önceyi evvel veya cümle
ortasında yahut sonunda söylerse şevvalde. 6-7-8) Sonra kelimesini de bu
şekilde söylediğine göre şabanda talâk vâki olur. Çünkü iki tarafı hükümsüz
bırakılır. Binaenaleyh ondan önce veya ondan sonra ramazan kalır. Bir kimse:
karım boş olsun der de iki veya üç karısı bulunursa kadınlardan biri boş olur.
Tâyin muhayyerliği kendine aiddir.
İZAH
«Manzum olarak söylenen şu sözdür..» Elfiye
şârihi Eşmûnî'nin Mecmu şerhinde gördüm ki, bu beyt Allâme Ebû Amr İbn-i
Hâcib'e Şam'da iken arzedilmiş. Kendisi onun hakkında fetva vermiş ve büyük
maharet göstererek şöyle demiş: "Bu söz öyle ince mânâlar ihtiva
etmektedir ki, böyle bir zamanda onu kimse anlayamaz. Buna sekiz vecihte cevap
verilir. Çünkü bir şeyin sonrasından sonrası iki öncelik veya iki sonralık
yahut muhtelif olabilir. Bunlar dört vecih eder. Bunların her birinden önce bir
önce yahut bir sonra bulunabilir. Böylece sekiz vecih olurlar. Hepsinde kaide
şudur: hangisinde önce ile sonra bir araya gelirse onların ikisini de hükümsüz
bırakır. Çünkü her ay ondan önce geçen bir aydan sonra ve ondan sonra geçen bir
aydan önce hâsıl olur. O zaman o aydan sonra yalnız ramazan kalır ve o ay şaban
olur, yahut ondan önce ramazandır, o ay şevval olur.
«Zilhiccede talâk vâki olur.» Çünkü ondan
önce zilka'de vardır. Ondan önce de şevval geçmiştir. Öncenin öncesinin öncesi
ramazandır. T.
«Cuma değil ahîrada...» vâki olur. Çünkü
ondan sonra receb gelir. Ondan sonra da şabandır. Sonranın sonrasının sonrası
ramazandır. T.
«Şevvalde..» yanlıştır, Doğrusu şabanda
olacaktır. H. Yani meselemizin farz ve tahmin edilişi önce kelimesi bir defa
zikredilmiş, sonra kelimesi tekrarlanmış olduğuna göredir. Binaenaleyh önce
Iâfzıyla sonra Iâfzının birisi hükümsüz bırakılır. İkinci sonra lâfzı kalır.
Mu'teber olan budur ve bu genç sanki ondan sonra ramazan gelir demiş gibi olur
ki, bu ay şabandır. Nitekim geçti.
«Şabanda talâk vâki olur.» Yanlıştır.
Doğrusu şevvalde talâk vâki olur. H.
«Çünkü iki tarafı hükümsüz bırakılır.» İki
taraftan murad: önce ve sonra sözleridir. Galiba bunlara iki taraf demesi
aralarında tekabül bulunduğu içindir. Feth'in ibâresi "önce
sonraylahükümsüz kalır." şeklindedir. Nehir'de ise: "Önce ve sonra
sözleri hükümsüz kalır." denilmiştir. Çünkü her ay ondan öncekinden sonra,
sonrakinden de öncedir. Şu halde "ondan önce ramazan" ifadesi kalır
ki, o ay şevvaldir yahut "ondan sonra ramazan" ifadesi kalır, o da
şabandır. H.
Ben derim ki: Bahır'da: "Hükümsüz
kalan ilk iki taraftır. Yani zamirden hali olanlardır. Bunların muhtelif veya
müttefik olmaları müsavîdir." denilmiş ve zamire muzaf olan sonuncuyu
itibara alarak tefri etmiş ise de bu hatadır. Evvela kendisinin, sonra
başkalarının anlattıklarına muhâliftir.
METİN
Zeylaî'nin sahihlemesine gelince: o ancak
sarih olmayan "karım haram olsun" gibi sözler hakkındadır. Nitekim
musannıf onu düzeltmiştir ve îlâ bâbında gelecektir.
İZAH
«Zeylaî'nin sahihlemesine gelince ilh...»
sözü Dürer sahibine reddiyedir. Dürer sahibi musannıfın söylediğini zikretmiş
ve sahih olan budur demiştir. Bunu kadınların her biri boş düşer diyenlerin
sözünden ihtiraz için söylemiş ve bu sözü Zeylaî'nin îlâ bâbına nisbet
etmiştir. Minah'da buna itiraz ile şöyle denilmiştir: "Zeylaî'nin ibâresi
şöyledir: Fetâvâ'da zikrolunduğuna göre bir adam karısına: sen bana haramsın
dese haram kelimesi ona göre talâk olsa, ancak kendisi talâkı niyet etmezse
talâk vâki olur. O adamın dört karısı varsa mesele de hali üzere ise
kadınlardan her birine bir talâkı bâin vâki olur. Bazıları içlerinden bir
tanesi boş olur, beyan etmek adama düşer demişlerdir. Bu daha zâhir ve daha
münasibtir. Fetih ile Bahır'ın îlâ bâblarında beyan edildiğine göre haram
lâfzıyla talâk vâki olan yerlerde birden çok karısı varsa her birine bir talâk
vâki olur. Sarîh bunun hilâfınadır. Meselâ: karım boş olsun der de birden fazla
karısı bulunursa ancak bir talâk vâki olur. Özcendî ancak bir tanesi boş olur
diye cevap vermiştir ki bu daha güzeldir. Bahır sahibi bunu Bezzâziye ile
Hulâsa'ya ve Zahîre'ye nisbet etmiştir. Fetih sahibi: bence Fetâva'nın ifadesi
daha münasibtir. Çünkü Allah'ın helâlı veya müslümanların helâlı sözü istiğrak
yoluyla her zevceye âmm ve şâmildir. Onlar boşturlar sözü gibidir. Sizden
biriniz boştur cümlesinde olduğu gibi bedel yoluyla değildir. Bu lâfızla vâki
olan talâk bâin olur, demiştir.
Hâniyye'de bildirildiğine göre bir adam
karım boş olsun der de iki malûm karısı bulunursa talâkı hangisine isterse
sarfedebilir. Hâniyye sahibi hilâf zikretmemiştir. Böylece anlaşılmıştır ki,
sahih kabul edilen kavil müslümanların helâlı ve benzeri sözlerle olduğu gibi
sarîh olmayan söz hakkındadır. Çünkü her zevceye âmm ve şâmildir. Durer
sahibinin zannettiği gibi değildir." Minah'ın sözleri kısaltılmış olarak
burada biter.
İlâ bâbında Nehir'den naklen gelecektir ki,
Zeylaî'nin buradaki mesele haliyle sözündenmuradı tahrimdir. Bir kadına hitab
ederek: sen bana haramsın sözünün kaydı değildir. Bu sözde vâcib olan yalnız
muhatab olan kadının boş düşmesidir.
Ben derim ki: hâsılı karım boştur sözünde
talâkı hangisine isterse sarfedebileceğinde hilâf yoktur. Dürer'in sözü buna
muhaliftir. Sen bana haramsın sözüyle dahi yalnız muhatab olan kadının boş
düşeceğinde hilâf yoktur. Zeylaî'nin sözü ise bunun hilâfını îhâm etmektedir.
Hilâf ancak istiğrak yoluyla her zevceye âmm ve şâmil olan sözdedir. Özcendî
sözün müfret olduğuna bakarak kadınlardan yalnız birinin boş olacağını ihtiyar
etmiş, seçme hakkını erkeğe bırakmıştır. Muhakkık İbn-i Hümam ise söz bütün
kadınlara şâmil olduğu için hepsinin boş olacağını söylemiştir. Zâhir olan
budur.
Hilâf yerinin bu olduğuna şu da delildir:
Zahîre'de bu: "Müslümanlara helâl olan bana haramdır." sözünde hikâye
edilmiştir. Bu, Fetih sahibinin yaptığı ta'lilin tâ kendisidir. Zahire göre
"her helâl bana haram olsun" sözünde hilâf yoktur. Çünkü umum edatını
açıkça söyledikten sonra bu sözü hususi bir ferde yorumlamak mümkün değildir.
İzafetten çıkarılan umum bunun hilâfınadır. Bana öyle geliyor ki, sarih sözde
hilâf bulunmaması hassaten sarîh olduğu için değil, bilâkis "karım"
sözüyle yaptığı içindir. Bu sözün umumu muayyen olmayarak bir kadına sâdıktır
ve "kadınlardan biri boştur" demesi gibidir. Hatta sarih söz:
"Allah'ın helâlı boş olsun." yahut "Bana helâl olan boş olsun,
nikâhımda bulunan boş olsun." gibi istiğrak bildiren umumi lâfızla olursa
zikri geçen hilâf onda câridir ve onda İbn-i Hümam'ın tercihi daha zâhir olur.
Bundan anlaşılır ki, bu adamın "karım haramdır" sözünde zikri geçen
hilâf cereyan etmez. Biliyorsun ki onun umumu istiğrak yoluyla değil bedel
tarikıyladır. O; "karım boştur" sözü gibidir. Böylece anlaşılır ki,
şârihin Zeylâî'nin sahihlemesini "Karım haramdır" sözüne yorumlaması
makama münasib değildir.
«Nitekim musannıf onu düzeltmiştir.» sözü
de musannıfın evvelce arzettiğimiz: "Anlaşıldı ki, sahihleme müslümanların
helâlı ve benzeri gibi sarîh olmayan sözler hakkındadır. Çünkü bunlar her
zevceye âmm ve şâmildir." ifadesine muhâliftir. Musannıfın düzelttiği
İbn-i Hümam'ın ihtiyar ettiği gibi istiğrak mânâsındaki umuma yorumlamaktır.
Anla! Yine bu izahatımızdan anlaşılır ki, onun sözü talâk üzerinedir. Nitekim
karım boştur sözünde olduğu gibi zamanımızda şâyi olan budur. Zira bunun mânâsı
yukarıda da geçtiği gibi ben bu jşi yaparsam talâk lâzım ve vâki olsun
demektir. Şüphesiz bu söz muradın talâk bir kadına yahut fazlasına lâzım gelsin
mânâlarına ihtimali vardır. Bu iki ihtimalden biri diğerine tercih edilemez.
Binaenaleyh o adama sözünü dilediği mânâya sarf etme hakkı sâbit olur.
"Bana haramdır" sözü de böyle olması gerekir. Çünkü bunun mânâsı: bu
işi yaparsam karım bana haram olsun demektir.
T E M B İ H : Bu hususta muallak talâk ile
müneccez (halen geçerli) talâk arasında farkolmadığı gibi bir defa yemin
etmesiyle daha fazta yemin etmesi arasında fark yoktur. Çok yemini bir kadına
sarf edebilir. Bezzâziye'de Şeyhülislâm'ın Fevâid'inden naklen şöyle
denilmiştir: "Bir kimse şu işi yaparsam Allah'ın helâlı bana haram olsun
der ve o işi yaparsa, şu işi yaparsam karım boş olsun diye yemin eder de o işi
yaparsa, kendisinin iki karısı bulunduğu takdirde bu iki talâkı onlardan birine
sarfetmek isterse, Ziyadât nâm kitabta işaret edildiğine göre bunu yapmaya
hakkı vardır." Lâkin ikinci talâk vâki olmadan kadınlardan birisi bâin
talâkla boşanırsa artık öteki talâkı ona sarfedemez. Yine Bezzâziye'nin
yeminler bahsinde şöyle denilmektedir: "Şu işi yaparsam karım boş olsun
der de iki veya daha fazla karısı bulunursa kadınlardan biri boş düşer.
Hangisinin boş olacağını tâyin kocasına bırakılır. Kadınlardan birini bâin veya
ric'î talâkla boşayarak iddeti geçer de sonra şart bulunursa talâk için diğer
kadın teayyün eder. İddet bitmemişse hangisi olduğunu beyan erkeğe
bırakılır."
Şimdi bir kaldı ki, o da talâkın üç
olmasıdır. Acaba bu adam her kadına bir talâk tevzi edebilir mi, yoksa üç
talâkın hepsi mutlaka bir kadında mı toplanır? Birinci şıkka göre üç kadından
her biri beynûnet vasfı hükümsüz kalmamak için talâkı bâinle boş olur mu, yoksa
vâkıa bakarak talâkı ric'î mi olur? Üstadlarımızın üstadı Sâlhânî'nin elyazısı
ile Münye'den naklettiği ibârede gördüm ki: "Bir adamın üç karısı olur da
karım üç boşdur derse her kadın üç talâkla boş olur. Ebû Hanife'ye göre ise
kadınlardan her biri bir talâkı bâinle boş olur ki, esah olan budur."
denilmiştir. Burada evvelce arzettiğimiz: "O adam sözünü dilediği kadına
hilâfsız sarfedebilir." ifadesine muhalefet vardır. Düşünülsün.
METİN
Bir adam dört karısına: Aranızda bir talâk
var derse her kadın bir talâk boş olur. Kezâ aranızda iki talâk veya üç yahut
dört talâk var derse, hüküm yine budur. Meğerki her bir talâkı aralarında
taksimi niyet etsin. Bu takdirde her kadın üç talâk boş olur. Aranızda beş
talâk var derse her biri iki talâk boş olur. Böylece sekiz talâka kadar devam
eder. Sekizden ziyade söylerse her kadın üç talâk boş olur. Sizi bir talâkta
ortak ettim demesi de böyledir. Hâniyye.
Yine Hâniyye'de bildirildiğine göre bir
adam cima'da bulunmadığı iki karısına: Karım boştur karım boştur der de sonra
ben bu sözle onlardan birini kasdettim iddiasında bulunursa tasdik olunmaz.
Kadınlar cima' edilmişlerse talâkı dilediğine sarfedebilir. Çünkü cima' edilen
kadına talâkı ayırmak sahih, başkasına sahih değildir. Bir adam karım boş olsun
der de adını söylemezse malûm bir karısı bulunduğu takdirde istihsanen karısı
boş olur. Benim başka bir karım var, ben onu kasdettim derse sözü ancak
beyyineyle kabul edilir. O adamın iki malûm karısı varsa talâkı hangisine
isterse ona sarfeder. Hâniyye. Burada hilâf nakledilmemiştir.
İZAH
«Bir adam dört karısına ilah...» Bu
suretlerde bir talâk vâki olmasının vechi şudur: Bir talâkın bir kısmı bütün
bir talâktır. Nitekim evvelce geçmişti. Kadınların arasında bir talâk yapınca
her birine çeyrek talâk isabet eder. İki talâk yaparsa her birine yarım talâk,
üç talâk yaparsa her birine bir talâkın dörtte üçü, dört talâk yaparsa her
birine bir talâk isabet eder.
«Bu takdirde her kadın üç talâk boş olur.»
Bundan yalnız aranızda iki talâk var sözü müstesnâdır. Onunla her kadın iki
talâk boş olur. Hâkim-i Şeh'id'in Kâfî'sinde böyle denilmiştir. Fetih ile
Bahır'da da böyledir.
«Her biri iki talâk boş olur ilah...» Çünkü
beş talâktan her bir kadına bir bütün, bir de çeyrek talâk isabet eder. Altı
talâkta bir buçuk, yedi talâkta bir bütün dörtte üç, sekiz talâkta iki talâk
isabet eder. Bu niyeti olmadığına göredir. Nitekim Kâfî ile Fetih'de beyan
edilmiştir ve her talâkı aralarında taksimi niyet etmesinden ihtirazdır. Çünkü
her talâkı taksimi niyet ederse her kadın üç talâk boş olur.
«Her kadın üç talâk boş olur.» Çünkü
sekizden her kadına iki talâk isabet eder, dokuzuncusu aralarında taksim
edilir. Böylece her kadına üç talâk isabet eder.
«Demesi de böyledir.» Yani aranızda talâk
var demesi gibidir. Fetih sahibi diyor ki: "Aranızda sözü ile ortak sözü
müsavîdir. İki kadını birer defa boşar da sonra üçüncü kadına: Seni onlara
yaptığım talâka ortak ettim derse bunun hilâfına olur. Yani o kadın iki talâk
boş düşer." Tamamı Fetih'dedir.
«Karım boştur karım boştur...» ifadesinin
bir misli de atıf yaparak: Karım boştur ve karım boştur demesidir. Nitekim
Zahîre'de bildirilmiştir.
«Çünkü cima' edilen kadına talâkı ayırmak
sahihtir ilh...» Bahır'sahibi bu meseleyi Zahîre'den naklettikten sonra böyle
ta'lil etmiştir. Yani cima' edilen kadın iddet sebebiyle ikinci talâka
mahaldir. Binaenaleyh kocası iki talâkı ona yapabilir. Cima' edilmeyen kadın
bunun hilâfınadır. Çünkü o birinci talâkla bâin olur. Artık kocası ikinci
talâkı ona yapmak istediği iddiasında tasdik olunmaz. Nitekim cima' edileni
talâk-ı bâinle boşasa yahut talâk-ı ric'i ile boşayıp iddeti bitmiş olsa ne
birinciyle, ne ikinciyle onu murad etmesi sahih olmaz. Nitekim az yukarıda
Bezzâziye'den nakletiğimiz ifadeden anlaşılmıştır. Şimdi şu kalır: Kadınlardan
yalnız biri cima' edilmişse ve nikâhında bulunup iki talâkla onu kasdederse
sahih olur. Cima' edilmeyeni kasdederse ikinci talâkta tasdik edilmez. Çünkü
ikinci talâkı yaparken kadın artık onun karısı değildir. Onun karısı ikinci
kadındır. İkinci talâk ona vâki olur. Nitekim bu zâhirdir.
«Adını söylemezse» hüküm musannıfın dediği
gibidir. Adını söylerse evleviyetle hüküm yine öyledir. Başka karısı var da onu
kasdetmiş bulunursa o boş düşer. Bezzâziye sahibi diyor ki: "Bir adam
filanın kızı fülane boş olsun der de sonra bu isimde başka yabancı bir
kadınıkasdettiğini söylerse tasdik edilmez. Kendi karısı boş olur. Biri için
mal ikrar etmesi bunun hilâfınadır. Bir adam ikrar ettiği şahıs benim diye
iddiada bulunur, o da inkâr ederse yeminiyle tasdik olunur ki, bu mal bunun
ikrar ettiği kimsenindir. Kezâ Zeyneb boştur der de karısının adı da Zeyneb
olursa, ben bununla karımdan başkasını kasdettim dediğinde tasdik olunmaz. Her
iki kadın onun zevceleri ise ikisi de boş düşer. Kadını anasına veya kız
kardeşine yahut çocuğuna nisbet etmesi de öyledir. Bu şehirden çıkarsa karısı
Aişe'nin boş olmasına yemin eder fakat karısının adı Fâtıma olursa, çıktığı
takdirde karısı boş olmaz."
«İstihsanen...» Bahır'da Zâhiriyye'den
naklen böyle denilmiştir. Hâniyye'de de öyledir. Bunun muktezası kıyasen bunun
hilâfına olarak boş düşmemesidir.
«İki malûm karısı varsa» sözü yalnız
birinin malûm olmasından ihtirazdır. Bundan önceki mesele budur. Kadınların
ikisi de bilinmezse ikisi de bilinen gibidir. Sonra bu mesele Halebî'nin dediği
gibi: "Karım boştur der de iki veya üç karısı bulunursa" sözünün
yanında tekrar edilmiştir.
«Burada hilâf nakledilmemiştir.» sözü Dürer
sahibine reddiyedir. Nitekim izahı evvelce geçti.
METİN
FER'İ MESELELER: Bir kimse talâk sözünü
tekrarlarsa söylediklerinin hepsi vâki olur. Te'kidi niyet ederse diyaneten
kabul edilir. Karısının ismi Tâlik veya Hürre olur da onu çağırırsa talâkı veya
âzâd olmayı niyet ederse bunlar vâki olur. Niyet etmezse bir şey vâki olmaz.
Bir adam karısına: Bu dişi köpek boştur
derse, kadın boş düşer. Yahut kölesine: Bu eşek hürdür derse âzâd olur.
Bir adam karısına: Sen boşsun yahut sen
hürsün der de yalandan haber vermeyi kasdederse kazaen vaki olur. Meğer ki buna
şâhid bulundursun. Kezâ mazlum birisi zâlim üç talâk için kendisinden yemin
istediğinde yalan yere yemin ettiğine şâhid bulundurursa, hem kazaen hem
diyaneten tasdik olunur. Vehbâniyye şerhi.
Nehir'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse
fülan kadın boş olsun der deismi dediği gibi olursa, ben başkasını kasdettim
diye iddia ettiği takdirde diyaneten tasdik olunur. İsmi uymazsa kazaen tasdik
olunur. Bu izaha göre bir kimse alacaklısına karısını boşadığına yemin eder de
kadının ismi başka çıkarsa boş olmaz."
Zamanımızda erkeğin: "Sen dört mezhebe
göre boşsun." dediği çok vâki olur. Musannıf diyor ki: "Bu talâkın
hem kazaen hem diyaneten vâki olduğuna kesinlikle hükmetmek gerekir." O
adam: "sen fukahanın kavline göre boşsun" yahut "fülan hâkimin
veya müftünün kavlince boşsun" derse diyaneten tasdik olunur.
Bir kimse: "Dünyanın kadınları veya bu
âlemin kadınları boş olsunlar." derse kendi karısıboş olmaz. Bu
mahallenin, bu hânenin ve bu evin kadınları derse bunun hilâfınadır. Bu köyün
veya bu beldenin kadınları derse Ebû Yusuf muhaliftir. Köle âzâdı dahi
böyledir.
İZAH
«Bir kimse talâk sözünü tekrarlar» da cima'
ettiği karısına: Sen boşsun sen boşsun yahut seni boşadım seni boşadım veya sen
boşsun seni boşadım yahut seni boşadım sen boşsun derse hepsi vâki olur. Ama
sen boşsun dediği vakit kendisine: Ne dedin diye sorulur da onu boşadım yahut o
boştur dedim cevabını verirse kadın bir defa boş olur. Çünkü bu cevabtır.
Hâkim'in Kâfî'sinde böyle denilmiştir.
«Te'kidi niyet ederse diyaneten kabul
edilir.» Ama kazaen hepsi vâki olur. Mutlak bırakırsa yani ne talâkı
yenilemeyi, ne de te'kidi niyet etmezse hüküm yine böyledir. Eşbâh. Çünkü sözde
asıl olan te'kid bulunmamaktır.
«Niyet etmezse bir şey vâki olmaz.» Yani
çağırmayı kasdeder veya mutlak olarak söylerse mu'temed kavle göre talâk vâki
olmaz. Bunu, Eşbâh sahibi niyet bahislerinin onuncusunda zikretmiştir.
Dokuzuncusunda bildirildiğine göre Mahbûbî Telkih adlı eserinde talâkla köle
âzâdı arasında fark yapmış, talâkın vâki olmadığını, âzâdın ise vâki olduğunu
söylemiştir. Ama bu kavil meşhurun hilâfıdır.
Ben derim ki: Eşbâh sahibinin ibâresinde
terslik vardır. Çünkü Mahbûbi şu farkı yapmıştır: Hür kelimesi isim olmaya
elverişlidir. Bazı kimselerin adı Hür olabilir. Tâlik veya mütallaka bunun
hilâfınadır. Binaenaleyh onunla çağırmak mânâsını isbat olur ve kadın boş
düşer. Hür onun hilâfınadır. Hulâsa'nın ifadesi de buna uygundur. Orada şöyle
denilmiştir: "Bir kimse kölesinin adı Hür olduğuna şâhid bulundursa, sonra
o köleyi ey Hür diye çağırsa âzâd olmaz. Ama karısına Tâlik adını verir de
sonra onu: Ey Tâlik diye çağırırsa boş düşer."
«Bir adam karısına: Bu dişi köpek boştur
derse kadın boş düşer ilah...»
Ulemanın beyanlarına göre işaretle beraber
sıfat ve isme itibar yoktur. Meselâ: Bir kimsenin gözü gören bir karısı olur
da: Şu kör karım boştur der ve görene işaret ederse boş düşer. Bir şahıs
görerek onu karısı Amre zanneder de: Ey Amre sen boşsun der ve şahsına işaret
etmezse, o şahıs karısından başkası çıktığı takdirde karısı boş olur. Çünkü
işaret bulunmadığı yerde mu'teber olan isimdir. O da mevcuddur. Nitekim
Hâniyye'de bildirilmiştir. Biz imamlık bâbında işaret ve isim meselesi üzerinde
uzun uzadıya söz etmiştik.
«Meğer ki buna şâhid bulundursun.» Yani
yalandan haber vereceğine şâhid bulundurursa karısı boş düşmez.
«Mazlum şâhid bulundurursa ilah...» Ben
derim ki: Şâhid bulundurmakla kayıdlaması mazlum olduğu vakit lâzım değildir.
Eşbâh'da şöyle denilmiştir: "Yeminde âmm'ı tahsisi niyet etmek diyaneten
bilittifak, kazaen ise Hassâf'a göre makbuldür. Yemin eden mazlumise fetva
Hassâfın kavline göredir. Kezâ, ulema itibar yemin edenin niyetine midir yoksa
yemin isteyenin niyetine midir meselesinde ihtilâf etmişlerdir. Fetva eğer
mazlumsa yemin edenin niyetinedir diye verilmiştir. Zalim ise onun niyetine
itibar yoktur. Nitekim Valvalciyye ile Hulâsa'da beyan edilmiştir. Hulâsa
hâşiyelerinde Meâlü'l-Fetva'dan naklen: "Allah Teâlâ'dan başkasına yemin
ettirmek zulümdür. Yemin isteyen şahıs haklı bile olsa yemin edenin niyeti
mu'teberdir," denilmiştir.
«Bu izaha göre ilah...» Yani işaret
bulunmadığı zaman isme itibar edildiğine göre demek istiyor. Nitekim az
yukarıda zikretmiştik. Bu fer' nakledilmiştir. Biz onu az yukarıda
Bezzâziye'den naklen zikretmiştik.
«Kesinlikle hükmetmek gerekir.» Talâkın
bâin değil ric'î olduğunda şüphe yoktur. Çünkü sen boşsun sözüyle ric'î talâk
meydana geldiğinde bütün mezhebler ittifak etmişlerdir. Tamamı Hayriyye'dedir.
Kezâ "Sen Yahudilerin ve Hıristiyanların mezhebine göre boşsun."
derse hüküm yine budur. Nitekim Hayreddin-i Remlî dahi bununla fetva vermiştir.
"Sen boşsun, seni hiç bir hâkim ve hiç bir âlim reddedemez." yahut
"Sen boşsun, domuzlara helâl bana haramsın." gibi sözlerle dahi bir
talâk-ı ric'î vâki olur. Nitekim bu bâbtan önce arzetmiştik.
«Sen fukahanın kavline göre boşsun ilah...»
Kezâ sen hâkimlerin kavline göre veya müslümanların kavline göre yahut Kur'an'a
göre boşsun derse kazaen boş düşer. Diyaneten ise ancak niyet bulunduğu
takdirde boş olur. Hâniyye. Lâkin Fetih'de talâk te'vil edilmiştir. O adam: Sen
Allah'ın kitabında yahut Allah'ın kitabıyla yahut onunla der de sünnî talâkı
niyet ederse talâk sünnî vakitlerde vâki olur. Aksi takdirde derhal vâki olur.
Çünkü kitab talâkın hem sünnî hem bid'î olmasına detâlet eder ve niyete
muhtaçtır. Kitab üzerine yahut onunla veya hâkimlerin kavli yahut fukahanın kavli
üzere yahut hâkimlerin talâkıyla veya fukaha talâkıyla boşsun der de bununla
sünnî talâkını niyet ederse diyaneten tasdik olunur, kazaen derhal talâk vâki
olur. Çünkü hâkimlerin ve fukahanın sözü her iki şıkkı iktiza eder. Tahsis
ederse diyaneten kabul olunur. Ama kazaen i'tibara alınmaz. Çünkü zâhir
değildir.
«Dünyanın kadınları ilah...» Eşbâh'da
Hâniyye'nin köle âzâdı bâbından naklen şöyle denilmiştir: "Bir adam:
Bağdadlıların köleleri hür olsunlar der de; kendisi de Bağdadlı olduğu halde
kendi kölesini niyet etmezse yahut Bağdad ahalisinin bütün köleleri yahut yer
yüzündeki bütün köleler veya dünyadaki bütün köleler derse, İmam Ebû Yusuf'a
göre kendi kölesi âzâd olmaz. İmam Muhammed'e göre olur. Talâk da bu hilâf
üzeredir. Fetvâ Ebû Yusuf'un kavline göredir. Bu mahalledeki veya büyük
camideki her köle hür olsun derse, yine bu hilâfa göre halledilir. Bu diyardaki
her köle der de kendi köleleri de orada bulunursa bilittifak âzâd olurlar.
Bütün Ademoğulları hür olsunlar derse bilittifak bir şey lâzım gelmez." Bu
söz beldede olduğu gibi mahallede de hilâfın cereyan ettiği hususunda açıktır.
Çünkü mahalle de sokak mânâsındadır. Lâkin Zahîre'de evvela Bağdadlıların
kadınları boş olsun sözünde hilâf zikredilmiştir. Ebû Yusuf'a göre kadını niyet
etmedikçe boş düşmez. Bu İmam Muhammed'den de bir rivayettir. Çünkü bu umumî
bir iştir. Yine İmam Muhammed'den bir rivâyete göre kadın niyetsiz boş düşer.
Sonra Zahîre sahibi Semerkand Fetâva'sından köy hakkında ihtilâf nakletmiştir.
Ulemadan bazısı köyü ev ve sokağa, bazıları da şehire ilhak etmişlerdir. Bu
sözün muktezası sokak hakkında hilâf bulunmamaktır. Sonra şehir ve dünya ehli
sözlerinde talâk vâki olmamasını şöyle ta'lil etmiştir: Bununla talâk olsa
kendi hakkında inşâ sayılır. O adamlar hakkında dahi inşâ olur. Halbuki bu
onların kabulüne bağlıdır. Bu ise imkânsızdır.
METİN
Bir kadın kocasına: Beni boşa der de kocası
yaptım cevabını verirse kadın boş olur. Kadın: Beni fazla boşa der de kocası
yaptım cevabını verirse bir talâk daha boş olur. Kadın: Beni boşa, beni boşa,
beni boşa der de kocası boşadım cevabını verirse, üçü niyet etmediği takdirde
bir talâk boş olur. Kadın sözlerini ve edatıyla atfederse üç talâk vâki olur.
Kadın ben kendimi boşadım der de kocası
buna razı olursa, inşâya kıyasen boş olur. Kocası niyet ederse kadının: Ben
kendimi bâin kıldım demesi de böyledir. Velev ki üç talâkı niyet etsin. Birinci
bunun hilâfınadır. Ben seçtim sözüyle talâk vâki olmaz. Çünkü bu söz ancak
cevab olarak vaz' edilmiştir.
Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Bir
kimse arkadaşlarının arasında kimin karısı kendisine haram olursa bu işi yapsın
der de içlerinden biri bunu yaparsa, bu o kadının haram olduğunu ikrar sayılır.
Bazıları ikrar sayılmadığını söylemişlerdir."
Ebu'l-Leys'e sorulmuş: Bir kimse bir
cemaata her kimin boşanmış karısı varsa el çırpsın der de hepsi el çırparlarsa
ne olur? Hepsi boş düşer cevabını vermiş. Bazıları bunun ikrar olmadığını
söylemişlerdir.
Bir cemaat bir meclisde konuşurlarken
içlerinden biri: bundan sonra her kim konuşursa karısı boş olsun dese, sonra
yemin eden şahıs konuşsa karısı boş olur. Çünkü her kim kelimesi ta'mim
içindir. Yemin eden şahıs kendisini yemin dışı bırakamaz ve yemini bozulur.
İZAH
«Yaptım derse» sözünden murad: istek
karinesiyle boşadım demektir.
«Üçü niyet etmediği takdirde bir talâk boş
olur.» Yani bir talâkı niyet eder yahut hiç bir şeyi niyet etmezse bir defa boş
olur. Çünkü atıfsız söyleyince ilk sözün tekrara da, yeniden başlamaya da
ihtimali vardır. Kocası bunların hangisini niyet ederse niyeti sahih olur. Uyûnü'l-Mesâil'de
böyle denilmiştir. Münteka'da bildirildiğine göre üç talâk vâki olur,
kocanınniyeti şart değildir. Zahire.
«Ve edatıyla atfederse üç talâk vâki olur.»
Çünkü bu tekrarın karinesidir. Cevab da ona uygun olur. Hâniyye'de şöyle
denilmiştir: "Karısı kocasına beni üç defa boşa der de kocası yaptım yahut
boşadım cevabını verirse üçü de vâki olur. Kocası cevaben: Sen boşsun yahut
öyleyse sen boşsun derse bir talâk vâki olur." Yani üçü niyet etse bile
yine bir talâk olur. Fark şudur: Beni boşa sözü boşamaya emirdir. Boşadım sözü
de boşamaktır ve cevap olmaya elverişlidir. Cevap sualdekinin tekrarını
tezammun eder. Sen boşsun sözü bunun hilâfınadır. Çünkü o mahalde bulunan bir
sıfatı haber vermektir. Boşamanın sâbit olması vasfı sahih çıkarmak içindir. İktiza
yoluyla sâbit olan bir şey zarurîdir. Binaenaleyh boşamak bu vasfın sahih
olması hakkında sâbittir. Cevab olması hakkında değildir. Şu halde sen boşsun
sözü yeni bir cümle olarak kalır. Onun üçe ihtimali yoktur. Bunu Zahîre sahibi
söylemiştir.
«İnşâya kıyasen boş olur.» Çünkü adam o
kadını boşamaya mâliktir. O halde ondan daha zayıf olan cevaz vermeye de
evleviyetle mâlik olur. Bu sözler Fârisî'nin TeIhisü'l-Cami' şerhinden
alınmıştır.
«Kocası niyet ederse...» sözü yanlıştır.
Doğrusu: Her ikisi niyet ederlersedir. Nitekim Telhisü'l-Cami'de öyledir.
Şerhinde Fârısî şöyle demiştir: "Kezâ kadın: Ben kendimi bâin kıldım der
de kocası razı oldum cevabını verirse hüküm yine böyledir. Lâkin hem kocasının,
hem kadının talâkı niyet etmeleri şarttır. Burada üçü niyet sahihtir. Kocasının
niyetinin şart olması icab eder. Tâ ki tasarruf boşama olsun ve cevaz vermeye
tevakkuf şart olmasını İmam Muhammed kitabda zikretmemiştir. Ulema: "Şart
olması icab eder. Tâ ki tasarruf boşama olsun ve cevaz vermeye tevakkuf etsin.
Kadının niyeti olmazsa bir şahsın ayrılığını haber vermek olur. Yahut başka bir
şeyin ayrılığını haber vermek sayılır. Nitekim koca tarafından olsa böyledir.
Binaenaleyh cevaz vermeye ihtimali olmaz. ona tevakkuf da etmez. Üçü niyetin
sahih olması ise bu kinâyenin üçe ihtimali olduğu bilindiğindendir."
demişlerdir.
«Birinci bunun hilâfınadır...» Çünkü cevaz
verdim sözü boşadım yerinedir. Niyete muhtaç olmaz. Onda üçü niyet de sahih
değildir. H.
«Ben seçtim sözüyle talâk vâki olmaz
ilah...» Yani kadın: Ben kendimi senden ayrılmak için seçtim der de kocası:
Cevaz verdim cevabını verir ve talâkı niyet ederse bir şey vâki olmaz. Çünkü
kadının seçtim demesi ne sarîh, ne de kinâye olarak talâk için vaz'
edilmemiştir. Onun içindir ki erkek bizzat inşâ yaparak kadına seni seçtim
yahut senin nefsini seçtim der de bununla talâkı niyet ederse bir şey vâki
olmaz. Çünkü lâfzının taşımadığı bir mânâyı niyet etmiştir. Bununla kadın
boşamakta örfü âdet de yoktur. Ancak talâkla kocasının muhayyer bırakmasına
cevab olarak söylenirse talâk vâki olur. Telhîs şerhi.
«Bu o kadının haram olduğunu ikrar
sayılır.» Bezzaziye'nin ibâresi şöyledir: "Muhit'te bilrildiğine göre bu
söz hükümde karısının kendisine haram olduğunu ikrardır." Hükümde yani
kazaen sözü şayet önceden kadını kendisine haram etmemişse diyaneten haram
olmadığını anlatır." Bu bir luğz olabilir. Çünkü talâk hiç sözsüz
olmuştur. Ortada sarîh veya kinâye bir söz olmadığı gibi dinden dönme ve dini
kabul etmeme gibi bir şey de yoktur." denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bu
erkek tarafından geçmişte kadını haram kıldığını ikrardır. O anda sözsüz talâk
yapmak değildir. Evet, bu sözsüz fiilen ikrardır, denilebilir. Ulemanın
açıkladıklarına göre ikrar bazen işaretle, bazen de sözsüz ve fiilsiz sükût
gibi bir şeyle olur.
«Bazıları ikrar sayılmadığını
söylemişlerdir» Bu o fiil ikrar olmadığına binaendir.
«Ebu'l-Leys'e sorulmuş ilah...» cümlesi
ondan öncekini te'yid ve fillin bir kişiden yahut daha fazladan sâdır olmasıyla
talâk-ı bâin mânâsını ifade eden haram kılma ve talâk-ı ric'î ifade eden boşama
aralarında fark olmadığını beyandır.
«Hepsi boş düşer cevabını vermiştir.» Yani
el çırpanların hepsinin karıları boş düşer, demiştir. Bu el çırpmanın ikrar
sayılmasına binaendir.
«Sonra yemin eden şahıs konuşsa karısı boş
olur.» Şârih başkasının konuşmasından söz etmemiştir. Zâhire bakılırsa başkası
konuşursa talâk vâki olmaz. Çünkü konuşanın tâliki hüküm itibariyle başkasına
sirayet etmez. Ancak başkası meselâ ben de öyle derse o zaman sirayet eder.
Önceki iki fer'î mesele ise ikrardan sayılırlar, inşâ sayılmazlar. Tâlik
inşâdır. T.
Ben derim ki: Bunu Bezzâziye'nin yeminler
bahsindeki sözü te'yid eder. Orada şöyle denilmiştir: "Bir cemaat
birbirlerini tokatlarlar da içlerinden biri: Bundan sonra kim arkadaşına tokat
vurursa onun karısı boş olsun der. Bunun üzerine birisi: Hele cevabını verir,
sonra bu sözü söyleyen arkadaşını tokatlarsa talâk vâki olmaz. Çünkü hele yemin
değildir." Hele Fârisî bir kelimedir.
«Yemin eden şahıs kendisini yemin dışı
bırakamaz.» Bu sözle şârih şuna işaret etmiştir: Yemin eden şahsın burada
sözünün umumuna dahil olması bir karineden dolayıdır. Konuşan sözünün umumuna
dahil olmaz dersek bu böyledir. Tahrîr'de dahildir sözü Cumhur'a aid olduğu
bildirilmiştir, Allahu a'lem.
KİNÂYELER BÂBI
METİN
Fukahaya göre talâkın kinâyesi talâk için
vaz' edilmeyip hem talâka, hem başkasına ihtimali olan sözdür. Kinâye sözlerle
kadın kazaen ancak niyet veya halin delâletiyle boş düşer.
İZAH
Musannıf kelamda asıl olan sarîh sözün
hükümlerini bitirdikten sonra kinâyelere başlıyor. Kinâye kapalı mânâsına
masdardır. Nehir.
«Fukahaya göre talâkın kinâyesi» yani
burada talâkın kinâyesinden murad demek istiyor. Yoksa fukahaya göre onun
mutlak mânâsı usûlcülerce olduğu gibi haddi zatında kendisinden murad kapalı
olan sözdür. Nehir sahibi diyor ki: "Bu son sözle sözün garabeti gibi bir
vasıtayla sarîh kelimeden murad: Kapalı olması yahut tefsir vasıtasıyla
kinâyede muradın açıklanması halleri hariç kalır. Sarîh ile kinâye hakikatla
mecazın kısımlarındandır. Terk edilmeyen hakikat sarîhtir. Terk edilen ve
mecazî mânâsı galib gelen hakikat ise kinâyedir. Kullanılışı fazla olan mecaz
sarîhtir. Kullanılışı fazla olmayan ise kinâyedir." H.
«Talâk için vaz' edilmeyip ilah...» Bilâkis
ondan ve hükmünden daha umumî bir mânâya vaz' edilen sözdür. Çünkü aşağıda
gelecek ric'î sayılan üç kinâyeden başkaları ile asla talâk murad edilmemiştir.
Bilâkis bu söz talâkın hükmü olan nikâhtan ayrılma mânâsını ifade eder. Bu
izaha göre "hem talâka ihtimali olan" sözünde tesahül vardır. Maksad
mânâsına müteallik olarak ihtimali olan demektir. Bunu Fetih sahibi söylemiş ve
bununla kinâyenin inhisar altına alınmayacağına işarette bulunmuştur. Onun için
Mülteka şârihi: "Sonra kinâye lâfızları çoktur. Nazım ve Netif'de beyan edildiğine
göre ellibeş lâfızdan fazladır. Daha başkaları da ziyade edilmiştir. Dikkatli
ol!" demiştir. Bunlardan biri: Kadından geçtim sözüdür. Niyet bulunursa bu
sözle bir talâk-ı bâin vâki olur. Nitekim İsmail Hâik bununla fetva vermiştir.
Ben derim ki: Kinâyelerden biri de
zamanımızda kullanılan: Sen hâlîsin kelimesidir. Bunun mânâsı hâli ve berîsin
demektir. Düşün! Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse diğerine sen beni
evlendiğim filan kadın için dövüyordu isen ben onu bıraktım, onu sen al der de
bununla talâkı niyet ederse bir talâk-ı bâin vâki olur."
T E M B İ H : Müteehhirin ulemadan birinin
verdiği fetvaya göre kinâyelerden biri de talâkı niyet ederek üzerime yemin
olsun bu işi yapmam sözüdür. Bu sözle bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü fukaha:
"Kinâye hem talâka hem başkasına ihtimalli olan sözdür." demişlerdir.
Fakat bu sözü onun çağdaşı Muhammed Ebussûud Miskîn hâşiyesinde reddetmiş,
şöyle deriniştir: "O kimseye yemin keffâretinden başka bir şey lâzım
gelmez. Çünkü fukahanın kinâyenin tarifinde söyledikleri mutlak değil kadına
hitabı sahih olan sözüyle kayıdlıdır. O söz içinde gizlediği talâkı yapmaya
yahut onu yaptığını haber vermeye elverişli olacaktır. Meselâ: Sen haramsın
sözü böyledir. Çünkü seni boşadım mânâsına gelebildiği gibi seninle sohbet
haramdır mânâsına da gelebilir. Geri kalan kinâye lâfızları da böyledir. Yemin
lâfzı ise böyle değildir. Zira kadına onunla talâk yapmayı istemek veya yaptığı
talâkı haber vermeyi dilemek şöyle dursun kadına sen yeminsin diye hitap etmek
sahih olamaz. Hatta: Sen yeminsin, çünkü seni boşadım dese sahih olmaz. Şu
halde talâka ihtimali olan her söz onun kinâyesi olamaz. Bu iki kayıd mutlaka
lâzımdır. Hatta bir üçüncü kayıd daha gerekir ki, o da sözün talâkın müsebbebi
ve talâktan neş'et etmiş olmasıdır. Nasılki sen haramsın sözünde haram olması
böyledir.
Bahır'da nakledildiğine göre: "Seni
sevmiyorum. seni arzu etmiyorum, sende gözüm yok." gibi sözlerde talâk
vâki olmaz. Vechi şudur: Bu sözlerin mânâları talâktan çıkmamaktadır. Çünkü
ekseriyetle bunlar söylendikten sonra pişmanlık gelir, arkacığından sevgi, arzu
ve rağbet meydana gelir. Hörmet bunun hilâfınadır. İhtimalli olmakla beraber bu
sözlerle talâk vuku bulmazsa - ki murad: Çünkü seni boşadım demek olabilir -
yemin lâfzında evleviyetle vuku bulmaz. Bir de ulema kinâyeyi üç kısma
ayırmışlardır. Nitekim gelecektir.
1) Talâk isteğine cevap teşkil eden başka
bir işe yaramayan "iddetini bekle" gibi sözler.
2) Kadının isteğine hem cevap hem red
teşkil eden "çık" gibi sözler.
3) Hem cevap hem sitem teşkil eden
"kof" gibi sözler.
Şübhesizki yemin bu üç nev'iden hiç birine
elverişli değildir. Çünkü kadın kocasından talâk istediğinde ona "üzerime
yemin olsun şu işi yapacağım" diye cevap vermesi yararlı olamaz. Çünkü
cevap kadının sualine karşılık talâk yapmaya yarayan iddetini bekle gibi bir
söz olmalıdır. Yahut onun isteğini reddettiğini gösteren çık veya ona sitem
bildiren kof gibi bir söz olmalıdır. Üzerime yemin olsun sözü talâk yapmaya
delâlet etmez." Bu satırlar kısaltılarak alınmış, bazı ziyadeler de
yapılmıştır.
Muhammed Ebussûud bundan sonra şunları
söylemiştir: "Bununla anlaşılır ki Tûrî Fetâvâsı'ndan nakledilen (Bir
kimse müslümanların yeminleri bana lâzım olsun derse karısı boş olur.) sözü
çirkin bir hatadır. Üstadımızdan çok işitmişimdir: "Fetâvâ-i Tûrî,
Fetâvâ-i İbn-i Nüceym gibidir. Ona ancak başka bir naklî delille kuvvet bulduğu
vakit güvenilir." derdi. Tahtâvî ona itiraz ile şunları söylemiştir:
"Üzerime yemin olsun sözü hem talâka. hem başkasına ihtimallidir. Çünkü
kendisi ile ve Allah Teâlâ ile olan bir iştir. Talâkı niyet ederse onu niyet
ettiği anlaşılır ve sanki; Üzerime talâk lâzım gelsin filan işi yapmam, demiş
gibi olur. Evvelce geçmişti ki, üzerime talâk lâzım gelsin sözü manevî
tâliktandır. Fetâvâ-i Tûrî'nin onu talâka tahsis etmesi örf bulunduğu içindir
ve müslümanların helâlı bana haram olsun sözü gibidir."
Ben derim ki: Hâsılı üzerime yemin olsun
sözü kinâye değildir. Sebebi yukarıda geçti. Sarîhde değildir. Çünkü sarîh
ancak talâkta kullanılır. Bu öyle değildir. Lâkin yemin lâfzı bir cinstir. Onun
ferdlerinden biri de talâka yemindir. Niyetle bunu tâyin ettimi sanki üzerime
talâka yemin lazım gelsin bu işi yapmam demiş gibi olur. Bu adam açıkça böyle
demiş olsaydı onunla yemin etmiş sayılırdı. Eam bir kelimeyle ehas mânâ murad
edilirse o ehassın hükmü sâbit olur. Burada ehas olan sarîh talâktır.
Binaenaleyh onunla ric'î bir talâk meydana gelir, bâin olmaz. Bezzâziye'nin
eymân bahsinde ikinci fasılda şöyle denilmektedir: "Bir kimse bana yemin
lâzım gelsin yahut bana talâka yemin lâzım gelsin şu işi yapmam der de sonra
yaparsa karısı boş olur ve yemini bozulur. Velevki yalandan söylemiş
olsun."
Sarîh faslının başında Câmiu'l-Fûsuleyn'den
naklen arzetmiştik ki: "Şöyle yaparsam şeriatın sözü benimle senin
aramızda câri olsun." sözü talâka yemin kabul edilmek gerekir. Çünkü o
yerde halk arasında örf-ü âdet olmuştur. Yine orada Zahîre'den naklen
arzetmiştik ki bir kimse karısına "elif, nun, te, ta, elif, lam, kaf"
dese (ki yazıldığı zaman entitalikun:
Sen boşsun olur.) bununla talâkı niyet
ederse kadın boş düşer. Çünkü, sarîh sözden ne anlaşılırsa bu harflerden de o
anlaşılır. Ancak bu harfler sarîh söz gibi kullanılmazlar. Binaenaleyh niyete
muhtaç olmak hususunda kinâye gibi olurlar. Bu da gösterir ki, o kimse yeminle
talâkı niyet ederse sahih olur. Yeminini bozduğunda bir talâk-ı ric'î meydana
gelir.
Müslümanların yemini, sözüne gelince: Bu
söz yeminin cem'idir. Müslümanlara izafe edilmesi müslümanların yaptıkları
bütün yemin nev'ilerini murad ettiğine karinedir. Allah Teâlâ'ya yemin ile
muallak olan talâk ve köle âzâdı yeminleri gibi ki, bunun daha fazla açıklaması
inşaallah yeminler bahsinde gelecektir.
«Kazaen...» diye kayıdlaması diyaneten
niyetsiz vâki olmadığı içindir. Halin delâleti bulunursa ya niyetle yahut halin
delâletiyle meydana gelen talâk sadece kazaen meydana gelir. Nitekim Bahır ve
diğer kitablarda açık bildirilmiştir.
«Veya halin delâletiyle...» sözünden murad:
Mânâ ifade eden açık ve maksud olan haldir. Talâk sözünü evvel zikretmek bu
kabîldendir. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Burada onu Kenz
sahibinin yaptığı gibi mutla bırakması şunu gerektirir ki, bütün kinâyelerle
talâk halin delâletiyle olur. Bahır sahibi diyor ki: "Bu hususta musannıf
Kudûrî ile Serahsî'ye tâbi olmuştur. Fahru'l-İslâm ile diğer ulema ise bunlara
muhalefet ederek bazı kinâyelerle talâk ancak niyetle vâki olur
demişlerdir." Bu bazı kinâyelerden murad redde ihtimalli olan çık, git ve
kalk gibi sözlerdir. Lâkin aşağıdaki tafsilât hususunda musannıf ulemaya
uymuştur. Böylece itiraz yalnız Kenz'in ibâresine kalmıştır. Onun nâmına Nehir
sahibi İbn-i Kemâl Paşanın İzahü'l-lslah adlı kitabında zikrettiği şu sözlerle
cevap vermiştir: "Bu suretlerin redde elverişli olması talâk müzakeresi
haline aykırıdır. Binaenaleyh red delil olmaktan çıkmıştır ve zikredilen bu
suretler halin delâletinden hâlidir. Onun için bunlardaniyete bağlı olur."
METİN
Halin delâleti, talâk müzakeresi veya öfke
halidir. Demek oluyor ki haller üçtür: Rıza, öfke ve müzakere hali. Kinâye
sözler de üç nev'idir: 1) Redde ihtimali olan sözler. 2) Siteme elverişli
sözler. 3) Siteme elvermeyen sözler. Çık, git, kalk, peçeni takın, baş örtünü
sarın, örtün, çekil git, gurbete git, uzaklaş gibi sözler redde ihtimalli
olanlardır.
İZAH
«Talâk müzakeresi hali» sözüyle Şârih Nehir'in:
"Halin delâleti sözün delâletine de şâmildir." ifadesine işaret
etmiş: "Bu izaha göre müzakere hali talâk istemekle yahut talâk îkâ'ını
önce söylemekle tefsir edilir. Nitekim iddetini bekle üç defa sözü böyledir.
Bundan önce müzakere: talâkı kadının veya ecnebînin istemesidir." demişti.
«Veya öfke hali» sözü zâhire göre müzakere
üzerine matuftur. Binaenaleyh o da halin delâletindendir.
«Haller üçtür.» öfke hali rıza halinin
mukabili olunca bu şekilde tefri' sahih olmuştur. Fetih'te şöyle denilmiştir:
"BiImiş ol ki taksimin hakikatı bütün hallerde biri rıza, biri öfke hali
olmak üzere iki kısımdır. Müzakare haline gelince: O her ikisine uyar. Hatta
kadının talâk istemesi ancak bu iki halden birinde tasavvur olunur. Çünkü
bunlar iki zıddır, ortaları yoktur. "Bahır sahibi bunu naklettikten sonra
şunu söylemiştir: "Bununla anlaşılır ki haller üçtür:
1) Öfke ve müzakere kayıdlarından mutlak
olan hal.
2) Müzakere hali.
3) Öfke hali."
Nehir sahibi diyor ki: "Ben ve evla
olan sadece öfke haliyle müzakere halini söylemekle yetinmektir. Çünkü sözümüz
delâletin tesîr ettiği haller hakkındadır. Mutlak delâlet hakkında değildir.
Sonra Bedayı'da gördüm ki halleri üçe taksim etmiş ve şöyle demiş: Rıza halinde
kazaen tasdik olunur. Talâk müzakeresini veya öfke hallerinde olursa ulema
kinâyelerin üç kısım olduğunu söylemişlerdir ilah... İşte tahkîk budur."
«Kinâye sözler üç nevi'dir ilah...» Bu
sözün hâsılı şudur: Bütün kinâyeler cevap olmaya elverişlidir. Yani kadının
talâk istemesine cevap teşkil edebilirler. Lâkin onların bir kısmı vardır ki,
redde de ihtimallidir. Yani kadının isteğini kabul etmemeye de ihtimallidir ve
kadına "talâkı isteme, çünkü ben onu yapmam." demiş gibi olur. Bir
kısmı redde değil yalnız sitem ve sövmeye ihtimallidir. Bir kısmı da red ve
siteme ihtimalli olmayıp hâlis cevap teşkil eder. Nitekim Kuhistânî ile İbn-i
Kemâl'den anlaşılır. Onun için şârih ihtimallidir sözünü kullanmıştır.
Ebussûud'un Hamevîden nakline göre ihtimal ancak iki şey arasında olur. Lâfız
onların ikisine de sâdıktır. Bundan dolayı şuna yahut şuna ihtimali var
denilemez. Nitekimİsâm Telhîz şerhinin müsnedün-ileyh bahsinde buna tembihde
bulunmuştur.
«Çık, git, kalk...» gibi sözler bu yerden
kalk da kötülük bitsin mânâsına red olurlar. Yahut çünkü seni boşadım mânâsına gelirler.
Bu takdirde kadının talâk isteğine cevap teşkil ederler. Rahmetî. Erkek "o
halde elbiseyi sat" dese bununla talâk vâki olmaz. Ebû Yusuf'a göre
velevki talâkı niyet etmiş bulunsun. Çünkü bunun mânâsı örfen satış için
demektir. Sarîhi niyet edilenin hilâfınadır. İmam Züfer de Ebû Yusuf'la
muvafakat etmiştir. Nehir. Git hemen evlen yahut git ve evlen derse ne hüküm
verileceği hakkında fer'î meselelerde söz edilecektir.
"Peçeni takın, baş örtünü sarın,
örtün..." kelimeleri hakkında Bahır sahibi şunları söylemiştir:
"Çünkü sen bâin oldun, boşamakla bana haram oldun yahut sana ecnebi biri
bakmasın diye böyle demektir. "Birinci takdire göre bu sözler cevabtır.
İkinciye göre reddir. Bahır'da Kaadîhân şerhinden naklen: "Benden örtün
derse bu söz kinâye olmaktan çıkmıştır." denilmiştir. Acaba murad hiç
talâk vuku bulmaz demek değil midir, yoksa niyetsiz talâk vâki olur demek
midir? Zâhire bakılırsa ikincisidir. Bu izaha göre acaba vâki olan talâk bâin
mi olur ric'î mi? Zâhire göre bâin olur. Çünkü "benden" demesi talâkı
murad ettiğine karinedir, o müzakare yerini tutar.
«Redde ihtimalli olanlardır.» Yani cevap da
olabilirler. Ama sitem ve övmek için elvermezler. H.
METİN
Kof, beriyye, haram, bâin ve onun muradifi
olan bette, betle gibi kelimeler sitem olmaya elverişlidirler.
İZAH
«Kof» yani hali demektir. Bundan ya sen
nikâhtan halisin yahut hayırdan halisin mânâları kasdedilebilir. H. Yani
birinci ihtimale göre kadına cevabtır. İkinciye göre ise sitem ve sövmektir.
Ondan sonra zikredilenler de öyledir.
«Beriyye» yahut berîe ayrılmış mânâsınadır.
Bu, ya nikâh kaydından yahut güzel ahlâktan ayrılmış mânasına gelebilir. H.
«Haram» mümteni ve imkânsız mânâsınadır.
Burada ondan vasıf kasdedilmiştir ve memnu mânâsına gelir ve yukarıda geçtiği
gibi iki mânâya gelir. İleride gelecektir ki, zamanımızda bu kelime ile bir
talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü örf-ü âdet olmuştur. Bu hususta haram kılınmışsın
ve seni ben haram kıldım sözleri arasında fark yoktur. İster bana desin, ister
demesin yahut müslümanların helâlı bana haramdır veya her helâl bana haram
olsun ve sen haramda benimle berabersin desin hep birdir.
«Nefsim haram ettim.» sözüyle birlikte
mutlaka "sana" demesi lâzımdır. Burada şöyle biritiraz vârid olur: Bu
sözlerle niyetsiz talâk vâki olduğuna göre bunların sarîh sözler gibi ric'î
talâkı icab etmeleri gerekir. Cevap şudur: örf olan ancak talâk-ı bâin
yapmaktır. Ric'î talâk örf olmamıştır. Hatta o adam ben niyet etmedim dese
tasdik olunmaz. O sözü iki defa söyler de birinciyle bir talâk, ikinci ile üç
talâk niyet ederse İmam-ı Âzam'a göre niyeti sahih olur. Fetva buna göredir.
Nitekim Bezzâziye'de bildirilmiştir. Bunu Nehir'den naklen Halebî söylemiştir.
Ben derim ki: Bezzâziye'nin ibâresi
şöyledir: "Bir adam iki karısına: Siz bana haramsınız der de birisi hakkında
üç talâkı, diğeri hakkında bir talâkı niyet ederse İmam-ı Âzam'a göre niyeti
sahih olur. Fetva buna göredir." Sonra bilmelisin ki, Halebî'nin
zikrettiği itiraz ve cevap Bezzâziye'de de vardır. Cevabın muktezası bizim
zamanımızda bu sözle ric'î talâk vâki olmasıdır. Çünkü bununla bâin talâk
yapmak örf olmamıştır. Zira "Haram üzerime olsun ben bu işi yapmam."
diye yemin eden cahil bir adam bâin talâkla ric'înin arasını ayıramaz. Nerede
kaldı ki onun örfüne göre bu sözle bâin talâk yapıldığını bilebilsin. Onun
bildiği şey bu yemini bozanın karısı boş olmasıdır. Ona göre bu üzerime talâk
vâcip olsun ben bunu yapmam demek gibidir. Evvelce geçmişti ki, üzerime talâk
vâcip olsun sözüyle ancak örf-ü âdet varsa kadın boş olur. Çünkü bu söz tâlik
hükmündedir.
Üzerime haram lâzım olsun sözü de öyledir.
Aksi takdirde asıl olan hiç talâk vuku bulmamasıdır. Nitekim seni boşamak
üzerime borç olsun sözünde böyledir. İzahı yukarıda geçti. Şu halde bu iki
sözle talâk vâki olması örf-ü âdet bulunmasına bağlı olunca, örf olan şey
aralarında fark yapmaksızın bunlarla vâki olmak gerekir. Velevki haram kelimesi
aslı itibariyle kinâye olup onunla bâin talâk yapılsın. Çünkü bu söz talâkta
çok kullanıla kullanıla kinâye olmaktan çıkmıştır. Onun için de niyete veya
halin delâletine bağlı değildir. Kinâyelerin hiç birinde niyetsiz veya halin
delâleti olmaksızın talâk vâki değildir. Nitekim Bedâyi' sahibi bunu
açıklamıştır. Bezzâzî'nin yukarıda geçen cevabtan sonra: "Bununla örf-ü
âdet olan şey ric'î değil bâin talâk yapmaktır." demesi de buna delâlet
eder. İbâresi şudur: "Farsça seni serbest bıraktım mânâsına gelen reha
kerdem kelimesini söylemesi bunun hilâfınadır. Çünkü Necm-i Zahidî'nin Kudûrî
şerhinde açıkladığına göre bu söz örf-ü âdette sarîh olmuştur."
Bezzâzî'nin evvela açıkladığına göre Arabça
olarak Allah'ın helâlı bana haram olsun sözü yahut Farsça olarak helâl izid
beruy haram ifadesi niyete muhtaç değildir. Sahih ve müftabih kavil budur.
Çünkü örf vardır ve bununla talâk-ı bâin vâki olur. Sonra bununla seni serbest
bıraktım sözü arasında fark bulmuştur. Çünkü seni serbest bıraktım sözü
kinâyedir. Lâkin acemlerin örfünde daha ziyade sarîh mânâda kullanılmıştır. Bir
kimse reha kerdem yani seni serbest bıraktım derse bu sözle ric'î talâk vâki
olur. Halbuki bunun da aslı kinâyedir. Ric'î talâk olması ancak acemlerin
örfünde talâkta kullanılması daha çok olduğu içindir.
Yukarıda geçmişti ki, sarîh hangi dilden
olursa olsun ancak talâkta kullanılan sözdür. Lâkin Allah'ın helâlı sözü hem
Arablarca hem Acemlerce daha ziyade bâin talâkta kullanıldığı için onunla
talâk-ı bâin vâki olur. Böyle olmasa idi onunla ric'î talâk meydana gelirdi.
Hâsılı haram sözüyle niyetsiz olarak talâk-ı bâin vuku bulacağı hususunda
müteehhirin ulema evvelkilere muhalefet etmişlerdir. Hatta bunu söyleyen adam
niyet etmedim dese tasdik olunmaz. Çünkü müteehhirin zamanında yeni çıkmış örf
vardır. Binaenaleyh bugün bu sözle talâk-ı bâin vâki olması eskilerin zamanında
olduğu gibi örf bulunmasına dayanmaktadır. Ama bâin kaydıyla değil de mücerred
talâk hakkında kullanılması örf-ü âdet olursa onunla ric'î talâk meydana
gelmesi teayyün eder. Bunun bir misli de sarîh bâbının başında arzettiğimiz
Türkçe sen boş yahut boş ol sözleriyle ric'î talâk vâki olmasıdır. Halbuki
bunun Arabcası "enti haliyyetün: Sen kofsun" demektir. Bu ise
kinâyedir. Ama Türkçede talâkta kullanılması galibtir. Benim fehm-i kasırıma
zâhir olan budur. Bu meseleyi zikreden kimse görmedim. Halbuki çok vuku bulan
mühim bir meseledir. Düşün!
Bir müddet sonra cevap olabilecek bir söz
bana zâhir oldu ki, o da şudur: Haramın mânâsı cima' ve mukaddimelerinin helâl
olmamasıdır. Bu akid bâkî kalmakla beraber îlâ ile olur. Halbuki örf-ü âdet
değildir. Akdi ortadan kaldıran talâkla da olur ve biri bâin, diğeri ric'î
olmak üzere iki kısımdır. Ancak ric'î cima'ı haram kılmaz. Onun için bâin
teayyün eder. Örf olduğu için bu sözü sarîha katılması onunla bâin talâk
meydana gelmesine aykırı değildir. Çünkü sarîhle bazen bâin talâk vâki olur.
Meselâ: Sen şiddetli bir talâkla boşsun sözü ve benzeriyle talâk bâin olur.
Nitekim kinâyelerin bazılarıyla da ric'î talâk meydana gelir. İddetini bekle,
rahmini temizle ve sen birsin sözleri böyledir.
Hâsılı bu sözle talâk yapmak örf-ü âdet
olunca kadını haram kılmak mânâsına kullanılmıştır. Kadını, haram kılmak ise
ancak bâin talâkla olur. Bu makamda bana zâhir olan en son mânâ budur. Bu izaha
göre Bezzâziye'nin verdiği cevaba hâcet yoktur. Bezzâziye'de: "Onunla
örf-ü âdet olan talâk-ı bâin yapmaktır." denilmiştir. Çünkü buna itiraz
vârid olduğunu biliyorsun. Allahu a'lem!
«Bâin» ayrılmış mânâsınadır. Yani nikâh
bağından ayrılmış veya hayırdan ayrılmış mânâlarına gelebilir. H.
«Bette» kesmek mânâsınadır. Bu da bâin
kelimesinin ihtimalli bulunduğu mânâlara muhtemeldir. Betle de kesilmiş
mânâsınadır. Hz. Meryem erkeklerle alâka kurmaktan kesildiği ve Hz. Fâtıma
(r.a.) fazilet, din ve hasebçe zamanının kadınlarından kesildiği, bazılarına
göre dünyadan kesilip Rabbine yöneldiği için kendilerine Betül denilmiştir.
Yukarıda geçen ihtimaller bu kelimede de vardır. Bunu Nehir'den naklen Halebî
söylemiştir.
«Sitem olmaya elverişlidirler.» Cevap dahi
olabilirler. Ama red olmaya elverişli değildirler. H. Bunun bir misli de
Nehir'de İbn-i Kemâl ve Bedâyi'dedir. Bahır'dan anlaşılan: "Red için de
elverişlidir." mânâsı buna muhâliftir.
METİN
İddetini bekle, rahmini temizle, sen
birsin, sen hürsün, seç, emrin elindedir, seni serbest bıraktım ve senden
ayrıldım gibi kelimeler hem sitem, hem red olmaya ihtimalli değillerdir. Rıza
halinde yani öfke ve müzakere hallerinin dışında bu üç kısım tesir cihetinden
niyete bağlıdır. Çünkü ihtimallidir, Talâka niyeti olmadığı hususunda söz
yeminiyle beraber kocanındır. Kadının ona evinde yemin ettirmesi kâfidir.
Yemine razı olmazsa kadın onu mahkemeye verir. Yeminden çekinirse araları
ayrılır. Mücteba.
İZAH
«İddetini bekle...» Benim sana olan
ni'metlerimi say mânâsına da gelebilir. Bedâyi.
«Rahmini temizle...» İddetten kinâye
olabildiği gibi rahmini temizle de şeni boşayayım mânâsına da gelebilir.
Bedayi.
«Sen birsin.» Yani sen bir talâk boşsun mânâsına
geldiği gibi bence sen bir tanesin yahut kavminin içinde biriciksin mânâsına
medh veya zem için de kullanılabilir. Talâkı niyet ettiği vakit sen bir talâk
boşsun demiş gibi olur. Umumiyetle ulemaya göre i'rab hatasına itibar yoktur.
Esah olan budur. Çünkü avam takımı i'rab vecihlerini birbirinden ayıramazlar.
Havas takımı da konuşmalarında i'raba dikkat etmezler. Örf ne ise dilleri de
odur.
«Sen hürsün.» Bu kölelikten kurtulduğu için
hürsün mânâsına geldiği gibi nikâhtan hürsün mânâsına da gelebilir.
«Seç, emrin elindedir.» Bu iki söz talâkı
tefvîz'den kinâyedir. Yani ayrılmak için kendini seç yahut bir iş için kendini
seç. keza talâk hususunda emrin elindedir yahut başka bir tasarruf için emrin
elindedir mânâlarına gelebilir. Nehir'de Sa'diyye hâşiyelerinden naklen şöyle
denilmiştir: "Bunu burada zikretmek münasip değildir. Gerçekten bunun
sebebiyle bazı müftülerden büyük hata sâdır olmuştur. Bununla talâk vâki
olduğunu sanarak fetva vermiş, helâlı haram yapmıştır. Biz bundan Allah'a
sığınırız." Şârih musannıfın "seç sözünden gayri" dediği yerde
buna tembihte bulunmuş, kadın kendisini boşamadıkça bu ik kelimeyle talâk vâki
olmaz, demiştir. Yani kocası da talâkı kadına tevfizi niyet edecek yahut öfke
gibi bir hal delâleti de bulunacaktır. Nitekim bundan sonraki bâbta gelecektir.
«Seni serbest bıraktım.» Çünkü boşadım
mânâsına geldiği gibi seni serbest bıraktım, çünkü sana ihtiyacım yok mânâsına
da gelebilir. Senden ayrıldım sözü de böyledir.
«Hem sitem hem red olmaya ihtimalli
değillerdir.» Bilakis sadece cevap olmaya elverişlidir. H. Yani sadece talâk
isteğine cevap teşkil eder. Fetih.
«Çünkü ihtimallidir.» Bu sözlerden her
birinin söylediğimiz gibi talâka ve başkasınaihtimalleri vardır. Hal bu iki
ihtimalden birine delâlet etmez. Onun için kocaya niyeti sorulur ve bu hususta
sözü kazaen tasdik olunur. Bedâyi. Tahtâvi diyor ki: "Eğer cevap olmaya
elverişli kelimelerle talâk vâki olmak gerekir. Velevki niyeti olmasın, dersen
ben de derim ki: Cevap olmasından murad talâkı meydana getirmek için cevap değildir.
Maksad kadın sormadan onun sözüne cevap vermektir. Kadın talâk istediğini
söylerse müzakere hâsıl oldu demektir. Müzakere hali ise niyete bağlı değildir.
Bundan yalnız birincisi müstesnadır. Nitekim gelecektir."
Ben de derim ki: Lâkin bu söz az yukarıda
Fetih'ten naklon söylediklerimize muhâliftir. Fetih sahibi cevaba ihtimalli
olan sözü talâk isteğine cevap diye tefsir etmiştir. Bu itiraza en iyi cevap
şöyle demektir: İddetini bekle gibi bir söz kadının isteğine sırf cevap olmak
üzere söylenir. Yani orada talâk isteği varsa o söz sırf boşamak için
kullanılır. Bütün hallerde talâk isteğinin mevcud olması lâzım gelmez. Çünkü
bazen hal yalnız rıza hali yahut yalnız öfke hali olur, talâk isteği bulunmaz.
Bununla beraber iddetini bekle gibi bir söz halis cevap olmaktan çıkmaz. Şu
mânâya ki ortada sual olsa bu sırf cevap teşkil ederdi. Onun içindir ki,
sualsiz olarak öfke halinde niyete bağlı kalmaksızın onunla talâk vâki olur.
«Yeminiyle beraber» kadın talâkı iddia
etsin etmesin Allah Teâlâ'nın hakkı için erkeğe yemin lâzımdır. Bunu Tahtâvî
Bahır'dan naklen böylemiştir.
«Yemine razı olmazsa» yani hâkim huzurunda
yemine razı olmazsa demektir. Çünkü başkasının huzurunda yemine raz»
olmamasının itibarı yoktur. T.
METİN
Öfke halinde ilk ikisi tevakkuf eder. Niyet
ederse talâk vâki olur, etmezse vâki olmaz. Talâk müzakeresi halinde yalnız
birincisi tevakkuf eder. Son ikisi ile niyet etmese bile talâk vâki olur. Çünkü
delâletle beraber kazaen niyetim yoktur diye iddiasında tasdik edilmez. Çünkü
delâlet daha kuvvetlidir. Zira zâhirdir. Niyet ise batınî (gizli) bir iştir.
Onun için kadının delâlet üzerine getirdiği beyyine kabul edilir. Niyet üzerine
getirdiği beyyinesi kabul edilmez. Meğerki onu ikrar ettiğine beyyine
getirilmiş olsun. İmâdiyye.
İZAH
«Öfke halinde lk ikisi tevakkuf eder.» Yani
red ve cevap olabilen ile sitem ve cevap olabilen tevakkuf eder. Cevap için
teayyün eden tevakkuf etmez. Bunun izahı şudur: Öfke hali talâka elverişli
olduğu gibi red ve uzaklaştımaya ve sövüp saymaya da elverişlidir. İlk iki
kısmın sözleri buna da ihtimallidirler. Binaenaleyh hal bizzat talâka ve
başkasına ihtimalli olmuştur. Onu niyet ettimi sözünün muhtemel bulunduğu bir
şeyi niyet etmiş demektir. Zâhir de kendisini yalanlamaz. Binaenaleyh kazaen
tasdik olunur. Sonuncu kısmın lâfızları yani sırf cevap olmaya yarayanın
sözleri bunun hilâfınadır. Çünkü bunlar talâka ve başkasınaihtimalli olsalar da
bunlarda red, uzaklaştırma ve sövüp sayma ihtimali yok olunca hal talâk iradesi
için teayyün eder. Bu sebeble sözünde zâhiren talâk tarafı tercih edilir. Artık
onu zâhiren değiştirmek hususundaki iddiası tasdik edilmez. Onun için bu
sözlerde niyete bağlı olmaksızın kazaen talâk vâki olur. Nitekim sarîh talâkta
bununla ipten çözülmeyi kasdettiğini iddia etse tasdik olunmaz.
«Yalnız birincisi tevakkuf eder.» Yani
yalnız red ve cevaba elverişli olan tevakkuf eder. Çünkü müzakere hali talâka
elverişli olduğu gibi red ve uzaklaştırmaya da elverilişidir, sövmeye elverişli
değildir. Birincinin sözleri de öyledir. Onlarla talâkı değil de reddi niyet
ederse zâhire muhâlif olmaksızın sözünün muhtemelini niyet etmiş olur.
Binaenaleyh talâkın vukuu niyete bağlı kalır. Son iki nev'in sözleri bunun
hilâfınadır. Çünkü onlar talâka ihtimalli olsalar da müzakere halinin muhtemel
bulunduğu red ve uzaklaştırmaya ihtimalli değillerdir. Binaenaleyh zâhiren
talâk tarafı tercih edilir. Ondan değiştirmek isterse tasdik olunmaz. Onun için
bu sözlerle niyetsiz kazaen talâk vâki olur.
Hâsılı birinci nev'i rıza, öfke ve müzakere
hallerinde niyete bağlıdır. İkinci nev'i yalnız rıza ve öfke hallerinde niyete
bağlı kalır. Müzakere halinde niyetsiz talâk vâki olur. Üçüncü nev'i yalnız
rıza halinde niyete bağlı kalır. Öfke ve müzakere hallerinde niyetsiz talâk
vâki olur.
METİN
Sonra niyet şart kılınan her yerde sual
"mi" edatıyla yapılırsa talâk niyet edildiği takdirde
"evet" sözüyle vâki olur. Sual "kaç" sözüyle yapıIırsa
talâk "bir" sözüyle vâki olur. Nitekim şart kılınması bahis mevzuu
olmaz. Bezzâziye. Bu bellenmelidir. Erkeğin iddetini bekle, rahmini temizle ve
sen birsin sözleriyle bir talâk-ı ric'î vâki olur. Velevki fazlasını niyet
etmiş olsun. Esah kavle göre bir kelimesinin i'rabına itibar yoktur.
Kalanlarıyla yani zikredilen kinâye
lâfızların geri kalanlarından "seç" sözünden başkalarıyla niyet
ettiği takdirde bir yahut iki talâk-ı bâin niyet ederse bir talâk-ı bâin vâki
olur. Çünkü tekarrur etmiş bir kaidedir ki, talâk kelimesi masdardır, sırf
adede ihtimali yoktur. Cins birliğini kasdederse üç talâk vâki olur. Onun için
cariyede ikiyi niyet sahih olur. Seç kelimesinde ise üçü niyet dahi sahih
olmaz. Kadın kendisini boşamadıkça bu kelimeyle ve emrin elinde olsun sözüyle
talâk vâki olmaz. Nitekim gelecektir. Yani zikredilen kinâye lâfızlariyle
dediğine göre: "Bazı kinâyelerle meselâ ben seni boşamaktan beriyim, senin
talâkının yolunu bıraktım. sen mutlakasın, sen filanın karısından daha
mutallakasın deyip filanın karısının boşanmış bulunması ve sen t, I, k ve
bunlara benzer ulemanın açıkladıkları kinâyelerle de ric'î talâk olur."
diye bir itiraz vârid olamaz.
İZAH
«Sual, mi edatıyla yapılırsa» yani birisi:
Sen şöyle dedin mi diye sorarsa, bu talâk suali olurmu? Cevap veren müftü:
Evet, niyet ettiyse olur der. H.
«Sual kaç sözüyle yapılırsa» yani soran
kimse: Ben şöyle dedim, kaç talâk vâki olur derse, müftü: Bir talâk vâki olur
cevabını verir. Niyetin şart olup olmadığından bahsetmez. Yani niyet ettinse
bir olur demez. H.
«Bir talâk-ı ric'î vâki olur.» Velevki
talâk-ı bâini niyet etmiş olsun. H.
«İddetini bekle...» sözüyle bir talâk-ı
ric'î vâki olur. Çünkü bu söz izmâr (kapalı konuşma) bâbındandır. Yani seni
boşadım iddetini bekle yahut iddetini bekle, çünkü seni boşadım mânâsınadır. Bu
sözü cima'da bulunduğu karısına söylerse kadın boş düşer ve iddet vâcip olur.
Cima'da bulunmadığı karısına söylerse niyetiyle amel ederek kadın boş düşer,
fakat iddet vâcip olmaz. Telvîh'de böyle denilmiştir. Tamamı Nehir'dedir.
«Rahmini temizle» sözü hakkında Bedâyi'den
naklen izahat vermiş, onun iddet kelimesinden alınarak iddet beklemekten kinâye
olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh onun hakkında da iddetini bekle cümlesi
hakkında söylediklerimiz söylenir.
«Sen birsin» cümlesinde talâkı niyet ederse
bir sözü mahzuf bir masdarın sıfatı olur. Yani sen bir talâk boşsun demek olur.
Sarîh sözle yapılan talâkın arkasından ric'at gelir. Yani talâk ric'î olur.
Masdar üçü niyete elverişli olsa da burada bir diye söylemesi üç niyet etmesine
mâni olur.
«Bir yahut iki talâk-ı bâin niyet ederse
bir talâk-ı bâin vâki olur.» Hâsılı bir veya iki talâk niyet ederse yalnız bir
talâk vâki olur. Hatta hür olan karısını bir defa boşar da sonra talâk-ı bâinle
boşayarak ikiyi niyet ederse bir talâk-ı bâin boş olur. Üçü niyet ederse üç
olur.
«Onun için cariyede ikiyi niyet sahih
olur.» Çünkü onun hakkında iki talâk cinsin tamamıdır. Yani hür kadın hakkında
üç talâk ne ise cariye hakkında iki talâk odur.
«Seç kelimesinde ise üçü niyet dahi sahih
olmaz.» Yani ondan önceki üç kelimede üç talâkı niyet sahih olmadığı gibi seç
kelimesinde de sahih olmaz. T.
«Kadın kendisini boşamodıkça» yani kocası
talâkı niyet edip yahut halin delâletiyle talâk anlaşılıp kadın da kendini
boşamadıkça talâk vâki olmaz. Çünkü bu tefvizin kinâyelerindendir. Talâkı
îkâ'ın kinâyelerinden değildir. Nitekim bundan sonraki bâbta gelecektir.
«Ben seni boşamaktan beriyim.» sözüyle
niyet bulunduğu takdirde bir talâk-ı ric'î vâki olur. Fetih. Lâkin Cevhere'de:
"Ben senin nikâhından berîyim derse niyet ettiği takdirde talâk vâki olur.
Ama ben senin talâkından berîyim derse br şey vâki olmaz. Çünkü bir şeyden
beraet etmek onu bırakmaktır." denilmiştir. Bezzâziye'de beyan edildiğine
göre ben senin talâkından beriyim sözü hakkında sahih kabul edilen kaviller
muhteliftir. Hâniyye'de bununla talâk olmadığı kesin olarak sahih kabul
edilmiş, Fetih ve Hulâsa'da se bu söz hakkında ihtlâfrivâyet olunmuştur. Fetih
sahibi: "Bence en münasib bir talâk-ı bâin vâki olmaktır. Çünkü talâktan
berî cimanın hakikatı onu yapmaktan aciz kalmayı istilzam eder ki, bu da
iddetin bitmesi veya üç talâk yahut hiç talâk yapamamak suretlerinden biriyle
kadından ayrılmaktır. Bu suretle o söz kinâye olur. Onunla talâkı niyet ederse
talâk olur ve iki nev'i ayrılığın birine sarfedllir. O da üçten aşağı olan
ayrılıktır." demiştir.
Ben derim kİ: Bu sözün muktezası bir
talâk-ı bâin vâki olmaktır. Çünkü talâkın vukuu sarih sözle değil beraet
lâfzıyladır.
«Sen filanın karısından daha mutallakasın.»
sözü kadının filan karısını boşamış sözüne cevap olarak söylemişse talâk
vâkidir. Ama diyaneten tasdik olunmaz. Çünkü halin delâleti niyet yerini tutar.
Tutmamış olsa taalâk ancak niyetle vâki olur. O halde sarih sözlerden değildir.
Onlardan sonra niyete bağlı kalmaz. Fetih sahibi bunu ta'lil ederken:
"İsm-i tafdil sarîh sözlerden değildir." demiştir.
«Karısının boşanmış bulunması» şayet
boşanmış değilse bu talâk vâki değildir. Bu kaydı Bahır sahibi zikretmiştir.
Lâkin Fetih'de sarîh bâbının başında: "O kadının boşanmış olup olmaması
fark etmez." denilmiştir.
«Sen t, I, k...» Sarih bâbında Zahîre'den
naklen arzetmiştik ki, Zahîre sahibi bu harfleri: "Açık sözden ne anlaşılırsa
bunlardan da o anlaşılır. Şu kadar var ki, bunlar sarih söz gibi
kullanılmazlar. Binaenaleyh niyete muhtaç olmak hususunda kinâye gibi
olmuşlardır." diye ta'lilde bulunmuştur.
«Ve bunlara benzer ilah...» Talâk üzerine
olsun, talâkını sana bağışladım, talâkını sana sattım - kadın bedelsiz satın
aldım demek şartıyla - talâkını al, talâkını sana ödünç verdim, Allah talâkını
diledi yahut kaza buyurdu gibi sözlerin hepsinde niyetle bir talâk-ı ric'î vâki
olur. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştir Bahır'da bunlara: "Talâk senindir
veya senin üzerinedir, benim karım değilsin, ben senin kocan değilim, talâkını
sana emânet ettim." sözleri de ilave edilmiştir. Muhît'te beyan edildiğine
göre bunlarla kadının emri kendi elinde olur.
METİN
Bir adam karısına üç deta: İddetini bekle
der de birinci ilâ talâk, diğerleri ile hayız niyet ederse kazaen tasdik
olunur. Çünkü sözünün hakikatini niyet etmiştir. Diğerleri ile bir şey niyet
etmezse üç talâk vâki olur. Çünkü birinciyi niyetle hal talâka delâlet
etmiştir. Hatta yalnız ikinciyle talâkı niyet ederse iki talâk, yalnız üçüncü
ile talâkı niyet ederse bir talâk vâki olur. Hiç biriyle talâk niyet etmediyse
hiç talâk vâki olmaz. Bunun kısımları yirmi dörttür. Bunları Kemâl
zikretmiştir. Yirmidörde şu da ziyade olunur: Hepsiyle bir talâk niyet ederse
diyaneten bir talâk, kazaen üç talâk vâki olur.
İZAH
«Diğerleri ile hayız niyet ederse..» Bu
hüküm konuştuğu kadın hayız görenlerden olduğuna göredir. Kadın hayzından
kesilmiş veya küçük olursa kocası: Birinci sözümle talâk, kalanlarıyla aylarla
iddeti kasdettim dediği takdirde hüküm yine budur. Fetih.
«Çünkü birinciyi niyetle...» Fetih sahibi
diyor ki: "Bu zikredilenlerden anlaşıldığına göre talâk müzakeresi hali
sadece talâk istemeye münhasır değildir. Bu, ulemanın söyledikleri: "Talâk
müzakeresi hali kadının veya ecnebî birinin o kadının talâkını
istemesidir." sözüne muhâliftir. Bilâkis o sözden de, mücerred yeni talâk
îkâ'ından da umumîdir."
«Bunun kısımları yirmidörttür.» Ki hâsılı
şudur: Bu adam ya bütün söyledikleriyle talâk niyet etmiştir yahut birinciye
talâk veya hayız niyet etmiş başka bir şey kasdetmemiştir. Yahut yalnız ilk iki
sözle talâk kasdetmiştir veya birinci ve üçüncü sözle talâk kasdetmiştir. Yahut
ikinci ve üçüncüyle talâk, birinciyle hayız kasdetmiştir. Bu altı surette üç
talâk vâki olur. Yahut yalnız ikinciyle talâk niyet etmiştir başka bir niyeti
yoktur veya birinci ile talâk ikinci ile hayız kasdetmiştir, başka bir niyeti
yoktur. Yahut birinci ile talâk, üçüncü ile hayız kasdetmiştir, başka bir
niyeti yoktur. Yahut son iki sözüyle talâk kasdetmiştir, başka bir niyeti
yoktur. Yahut ilk iki sözüyle hayız kasdetmiştir, başka bir niyeti yoktur veya
birinci ve üçüncüyle hayız kasdetmiştir, başka niyeti yoktur. Yahut birinci ve
ikinciyle talâk, üçüncü ile hayız kasdetmiştir veya birinci ve üçüncüyle talâk,
ikinci ile hayız kasdetmiştir veya birinci ve üçüncüyle talâk, ikinci ile hayız
kasdetmiştir yahut birinci ve ikinci ile hayız, üçüncü ile talâk kasdetmiştir
yahut birinci ve üçüncü ile hayız, ikinci ile talâk kasdetmiştir. Yahut yalnız
ikinci ile hayız kasdetmiştir, başka bir niyeti yoktur. Bunlar onbir eder ki,
bu sözlerle iki talâk vâki olur. Yahut her sözüyle bir hayız veya üçüncü
sözüyle talâk veya hayız kasdedip başka bir niyeti olmaz; Yahut ikinci sözüyle talâk,
üçüncü sözüyle hayız kasdeder, başka bir niyeti yoktu. Yahut son iki sözüyle
yalnız hayız kasdeder, başka bir niyeti yoktur veya ilk sözüyle talâk ikinci ve
üçüncü sözleriyle hayız kasdeder. Bu altı kısımda bir talâk vâki olur.
Yirmidördüncüsü bütün sözleriyle hiç bir şeyi niyet etmemektir. O zaman hiç bir
şey vâki olmaz.
Kaide şudur: Bu adam biriyle talâkı niyet
edince talâk müzakeresi sabit olur. Ondan sonraki ile hayzı niyet ederse tasdik
olunur. Çünkü talâkın akabinde hayızla iddet beklemek açık bir iştir.
Sonrakiler hiç bir şey niyet etmediği iddiası tasdik olunmaz. Ama hiç bir
sözüyle talâkı niyet etmezse sahih olur. Her niyet edilenden öncekinin hükmü
böyledir. Daha önce talâkı niyet ettiği bir söz geçmemiş olmak şartıyla
söylediği sözle hayzı niyet ederse talâk vâki olur ve müzakere hali sübut
bulur. Artık onda zikredilen hüküm câridir. Ama daha önce talâk niyet ettiği
bir söz geçtiyse bunun hilâfınadır. Onunla ikincisi vâki olmaz. Nehir'de
Fetih'den naklen böyle denilmiştir. H.
Ben derim ki: Daha iyi açıklamak için biz
bu kaideyi geçen bazı suretlerde izah edelim: Birinci sözle yalnız hayzı niyet
eder de başka bir niyeti bulunmazsa üç talâk vâki olur. Çünkü birincisi ile
hayzı niyet edince bir talâk vâki olur. Zira ondan önce talâk yapılmamıştır.
İkinci ve üçüncü ile dahi hayzı niyet ederse niyeti sahih olur. Çünkü onlardan
önce birinci vâki olmuştur. Birinci ile talâk, ikinci ile hayız niyet eder de
başka bir niyeti bulunmazsa iki talâk vâki olur. Çünkü ikinci ile hayzı niyet
etmesi sahihtir. Ondan önce birinci îkâ' edilmiştir. Üçüncü ile bir şey niyet
etmeyince onunla diğer bir talâk vâki olur. Zira birincinin vâki olmasıyla
müzakere hal sübut bulmuştur. Bütün söyledikleri ile hayız niyet ederse bir
talâk vâki olur ki, o da birincidir. Çünkü ondan önce talâk îkâ'ı geçmemiştir.
İkinci ve üçüncü ile hayzı niyet etmesi sahihtir. Zira onlardan önce talâk
îkâ'ı geçmiştir. Kıyas buna göredir.
«Diyaneten bir talâk...» Çünkü sen boşsun
sözünde olduğu gibi te'kidi kasdetmiş olması ihtimali vardır. Fetih.
«Kazaen üç talâk vâki olur.» Çünkü her
sözüyle üçte bir talâkı niyet etmiştir. Talâk parçalanmayı kabul etmez.
Binaenaleyh tamamlanarak üç bütün talâk vâki olur. Bunu Muhît'ten naklen Bahır
sahibi söylemiştir. Fetih sahibi diyor ki: "Te'kid zâhirin hilâfıdır.
Biliyorsun ki kadın hâkim gibidir. Zâhiren iddiasının aksini bildiği vakit
kendisini ona teslim etmesi helâl olamaz." Bahır'da şöyle denilmiştir:
"Ben bir talâk kasdettim, onunla üç hayız beklesin demek istedim şeklinde
iddiada bulunursa tasdik olunur. Çünkü ihtimallidir. Zâhir kendisini
yalanlamaktadır."
Ben derim ki: Bunun bir misli de Hâkim-i
Şehid'in Kâfî'sindedir.
METİN
Sen boşsun iddetini bekle der yahut Arabça
vav veya fa harflerinden biriyle atfederse biri niyet ettiği takdirde bir,
ikiyi niyet ettiği takdirde iki talâk vâki olur. Hiç talâk niyet etmezse vavla
atfettiğinde iki, fa ile atfettiğinde bazılarına göre bir, bazılarına göre iki
talâk vâki olur. Karısını cima'dan sonra bir defa boşar da arkacığından onu üç
yaparsa sahih olur. Nitekim ric'î talâkla boşar da karısına dönmeden onu bâin
veya üç talâka çevirirse sahihtir. Kezâ iddet içinde: «Kanma bu boşamakla bir
talâk daha lâzım getirdim." derse dediği gibi olur. Seni boşarsam o talâk
bâin olsun yahut üç olsun der de sonra boşarsa ric'î talâk meydana gelir. Çünkü
vasıf mevsuftan önce bulunmaz. Nitekim geçmişti.
İZAH
«Biri niyet ettiği takdirde bir...» Yani
iddetini bekle sözüyle her üç surette hayızla iddet beklemeyi emreder talâkı
kasdetmezse tasdik olunur. Çünkü bu bâbtaki emir talâkın akibinde zâhir
olmuştur. Nitekim yukarıda geçmişti.
«İki talâk vâki olur.» Bunların ikisi de
ric'îdir. Çünkü iddetini bekle sözüyle bâin talâk vâklolmaz. Nitekim
biliyorsun.
«Vavla atfettiğinde iki...» Hiç atıf
yapmadığı surette yine iki talâk vâki olur. Çünkü her iki surette yeni bir
emir, yeni bir cümle olur. Bu söz talâk müzakeresi halinde söylendiği için
talâka yorumlanır. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Bazılarına göre bir talâk vâki olur.»
Muhît sahibi mezhebin bu olduğunu söyleyerek kesinlikle buna kâil olmuştur ve:
"Fa vasıf içindir." diyerek ta'lilde bulunmuştur. Yani bu emrin
hayızla iddet beklemeye yorumlanmasını ifade eder demek istemiştir.
«Bazılarına göre iki talâk vâki olur.»
Hâniyye sahibi bunu tercih etmiştir. Bunun vechi emri talâka yorumlamaktır.
Çünkü müzakere halidir. Ben derim ki: Birinci kavil daha yerindedir.
«Bir defa boşar da ilah...» Burada Zahîre
ve diğer kitabların ibâreleri şöyledir: "Karısını bir talâk-ı ric'î ile
boşar da sonra iddeti içinde: Ben bu talâkı bâin veya üç yaptım derse Ebû
Hanife'ye göre sahih olur. Bu ifade musannıfın ibâresinden daha kısa ve daha
zâhirdir. İddet içinde diye kayıtlaması iddet çıktıktan sonra kadın ecnebî
olduğu içindir. Artık ona yaptığı talâkı üçe veya bâine çevirmek elinde
değildir. Onun için şârih cima'dan sonra diye kayıdlamıştır. Zira cima'dan önce
olursa o talâkı üçe çeviremez. Kadın üçe çevirmeden iddet lâzım gelmemek üzere
bâin olup gider.
«Karısına dönmeden» diye kayıdlaması
döndükten sonra çevirirse talâkın amelî bâtıl olacağı içindir. Artık onu bâin
veya üç yapması imkânsızdır. Talâkı iddet içinde bâine çevirdiği vakit iddet
ric'î talâkı yaptığı günden başlar. Nitekim Bezzâziye sahibi bunu zikretmiştir.
Yani çevirdiği günden başlamaz. Sarîh bâbının başında Bedâyi'den naklen
arzetmiştik ki, bir talâkı üçe çevirmenin mânâsı ona iki talâk katmakla olur.
Yoksa biri üçe böler mânâsına değildir.
T E M B İ H : Bir kimse talâkı zikreder de
aded söylemezse sustuktan sonra kendisine kaç demek istedin diye soruldukta üç
defa cevabını verirse, Şeyhayn'a göre üç talâk vâki olur. İmam Muhammed buna
muhâliftir. Sorulmaz da sustuktan sonra üç defa derse bakılır: Susması nefesi
kesildiği içinse kadın üç defa boş olur. Çünkü buna muztardır. Bu susma fâsıla
sayılmaz. Aksi takdirde bir talâk boş olur. Nitekim Bezzâziye'de
belirtilmiştir. Cevhere'de şöyle denilmektedir: "Bir kimse karısına: Sen
boşsun der de sustuktan sonra kendisine kaç defa diye sorulur ve cevabını
verirse İmam Muhammed'e göre de üç talök vâki olur." "Hâniyye'de:
"Bu kavlin Ebû Hanife'ye aid olması ihtimali vardır. Zira ona göre bir
defa boşar da sonra ben onu üç yaptım derse üç olur." denilmiştir. Bundan
anlaşılır ki, boşayan kimseye: "Üçle de." denilir de o da
"üçle" derse evleviyetle vâki olur. Çünkü burada üçe çevirmek daha
zâhirdir. Bezzâziye'de şöyle denilmektedir; "Bir adam karısına: Sen bir
talâk boşsun der de kadın: Hezar cevabını verirse, o da hezar dediği takdirde
niyet ettiği olur. Aksitakdirde bir şey olmaz." Hezar: Farsça bin
demektir. Bu bizim anladığımıza aykırı değildir. Çünkü kadın kocasına talâkı
bine çevirmesini emretmemiştir. O ancak ihtimalli bir ta'rizde bulunmuştur.
Sadedinde bulunduğumuz meselede ise kendisine talâkı üçe çevirmesi emrolunmuş o
da cevap vermiştir. Cevap sualde söyleneni tezammun eder. Üstadlarımızın üstadı
Sâlhânî'nin elyazısıyla böyle tesbit edilmiştir.
Ben derim ki: Anlaşıldığına göre kadının
kocasına üçü söyle demesi o sayıyı ilk sözüne katmasını emirdir. Bu lahîk
olmaz. Nitekim kocası sustuktan sonra istenmeden bunu söylerse hüküm budur.
Evet, kadına: Sen boşsun der de kadın: Beni üçle boşa diye teklifte bulunur, o
da üçle derse bunun üçe çevirme ve yeni bir boşama olduğunda şüphe yoktur.
Çünkü isteğin cevabıdır. Allahu a'lem!
«Dediği gibi olur.» Yani birinci surette üç
talâk, ikincide iki talâk vâki olur. Nitekim Hâniyye ile Bezzâziye'de
bildirilmiştir. Bu izaha göre birinci boşamaya iki talâk, ikincidekine bir
talâk katmış olur.
«Nitekim geçmişti.» Yani cima edilmeyen
kadının talâkından az önce geçmişti. H. Şârih: "Hayırla!" sözüyle
orada tâlikler meselesinde Bahır sahibiyle geçen bahse işaret etmiştir.
METİN
Sârih talâk sarîha ve iddet şartıyla bâin
talâka lahîk olur. Bâin talâk ise sarîha lahîk olur, baine lahîk olmaz.
Sarihtan murad niyete muhtaç olmayan talâktır. Bâin olsun, ric'î olsun fark
etmez. Fetih. Üç talâk dahi sarîhtan sayılır. Ve her iki nev'i talâka lahîk
olur. Mal şartıyla talâk dahi öyledir. Binaenaleyh ric'î talâka lahîk olur,
malı vermesi i'cab eder. Bâine de lahîk olur, fakat talâk vâki olsa da mal
lâzım gelmez. Nitekim Hulâsa'da beyan edilmiştir. Şu halde meşhur kavle göre
bunda mu'teber olan mânâ değil lâfızdır.
İZAH
«Sarîh talâk sarîha lahîk olur.» Misâli
karısına: Sen boşsun dedikten sonra bir daha sen boşsun demektir. Yahut
karısını mal şartıyla boşamasıdır. İkinci sarîh sözde o sözle ric'î veya bâin
talâk vâki olmasının bir farkı yoktur.
«Bâin talâka lahîk olur.» Misâli karısına:
Sen bâinsin dedikten veya mal şartıyla hul' yaptıktan sonra sen boşsun yahut bu
boştur demesidir. Bunu Bahır sahibi Bezzâziye'den nakletmiş, sonra şunları
söylemiştir: "Sarîh talâk bâine lahîk olunca o da bâin olur. Çünkü evvelki
talâkın bâin oluşu ric'ata (karısına dönmeye) mânidir. Nitekim Hulâsa'da
belirtilmiştir. Bâine lahîk olan sarîhi kadına onunla hitap ve işaret ederse
diye kaydetdik. Bu; benim her karım boş olsun sözünden ihtiraz içindir. Çünkü
hul' yaptığı karısına vâki değildir ilah..." Bunu şârih:
"Bezzâziye'deki şu ifade müstesnadır..." diyerek zikredecektir. Bu
hususta sözgelecektir.
«İddet şartıyla...» Bu şart ilhakın bütün
suretlerinde mutlaka lâzımdır. Onu en sonra söylese daha iyi olurdu. H.
«Sarîhten murad niyete muhtaç olmayan
talâktır.» Buradan başlayarak "meşhur kavle göre" sözüne kadar olan
kısmı "Bâin sarîha lahîk olur." cümlesinden önce zikretmek gerekirdi.
Çünkü bunların hepsi ilk cümlenin müteallakatındandır. Yani "Sarîh sarîha
ve bâine lahîk olur." cümlesine teallûk ederler. Bir de ikinci cümledeki
sarîhtan murad hassaten talâk-ı ric'îdir. Nitekim az sonra göreceksin. Yani
buradaki sarîhtan murad sözün hakikatıdır. Onun hususi bir nev'i değildir.
Hususi bir nev'i yalnız talâk-ı ric'î yapmaya yarayan sözdür. Buradaki ise daha
umumidir.
Kinâyeye gelince: onun: İddedini bekle,
rahmini temizle, sen birsin ve bunlara mülhak talâk-ı ric'î ifade eden sözleri
zâhir rivayete göre niyet şartıyla bâine mülhak olurlarsa da, bunlarla ric'î
talâk vâki olduğu için sarîh mânâsındadırlar. Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir.
Yani bunlar bâine lahîk olma hükmünde sarîha mülhak sözlerdir. Bunu Bahır
sahibi söylemiştir. Minah'da ise şöyle denilmiştir: "Bu sözlerin sahih
olması izmâr (kapalılık) suretiyledir. Zira sen birsin sözünün manâsı sen bir
talâkla boşsun demektir. Bu suretle hüküm sarîha verilmiş olur. Lâkin bu
kapalılık sâbit olmak için mutlaka niyet lâzımdır." Böylece Minah sahibi
bunların sarîh hükmünde olmasının vechini anlatmış oluyor ki, o da kapalı
olmalarıdır. Talâkın îkâ'ı ise söylenen sözün kendiyle değil kapalı olanladır.
Lâkin sübutu kapalı olduğu için niyete bağlı kalmıştır. Niyetle sâbit olduktan
sonra artık niyete muhtaç değildir.
Halebî diyor ki: "Şöyle bir itiraz
vârid olamaz: Müftâbih kavle göre sen bana haramsın sözü niyete bağlı değildir.
Halbuki bu söz bâine lahik değildir. Bâin de ona lahîk değildir. Çünkü kendisi
bâindir. İtiraz vârid olamaması onun niyete bağlı kalmaması ârizî bir sebeple
olduğundandır. Asıl vaz'ı itibariyle değildir."
«Bâin olsun, ric'î olsun fark etmez.» Sarih
faslının başında Bedayi'den naklettiğimiz şu ifade dahi bunu te'yid eder:
"Sarîh; biri sarîh ric'î, diğeri sarîh bâin olmak üzere iki nev'idir. O
zaman talâk-ı ric'î ile mal şartıyla talâk da sarîhda dahildir." Kezâ
zifaf olmayan kadının talâkı faslından önce geçen şu ibâre dahi bunu te'yid
eder: "Kendileriyle talâk-ı bâin vâki olan sarîh sözlerden bazıları da:
Sen bâin talâkla boşsun, elbette boşsun, en çirkin talâkla boşsun, şeytan
talâkıyla boşsun, uzun talâkla veya geniş talâkla boşsun ilah... gibi
sözlerdir. Bunların hepsi sarîh olup niyete bağlı değildirler. Bunlarla bâin talâk
vâki olur ve hem sarîhe, hem bâine katılır." Hulâsa'da şöyle denilmiştir:
"Sarîh bâine lahîk olur. Velevki ric'î olmasın. Şu da var ki, Mes'ûdî
Şerhi Mansûrî'de bildirildiğine göre hul' yapılan kadına sarîh talâk lahîk
olabilir. Yeter ki iddeti içinde bulunsun, iddetini bekle gibi sarîh hükmünde
bulunan kinâyeyedahi sarîh talâk lahîk olur. Mansûrî daha sonra şunları
söylemiştir: "Kinâyeler ve bâin talâklar hul' yapılan kadına lahik
olmazlar. Talâk ric'î ise kadına kinâye lâfızlar lahîk olur. Çünkü nikâh milki
bâkîdir. Ikdü'l-Ferâid sahibi bunun Fetih'deki ifadeyi te'yid ettiğini
söylemiştir." Nehir sahibi bu ifadeyi nakil ve ikrar etmiştir.
Ben derim ki: Mansûrî'nin kinâyeler ve bâin
talâklar sözündeki (ve) edatı nâsih tarafından ziyade edilmiştir. Yani hükümsüzdür,
Mansûrî'nin muradı daha önce zikrettiği ric'î kinâyelerin mukabilinde bâin
kinâyeleri zikretmektir. Bililyorsun ki kinâye lâfzı ile olmayan bâin talâklar
mülhak olan sarih kısmındandır. Aksi takdirde Fetih sahibinin sözünü teyid
değil ona zıd olur.
«Üç talâk dahi sarîhtan sayılır ilah...» Ve
hem sarîha, hem bâine mülhak olur. Bir adam karısını bâin talâkla boşadıktan
sonra iddeti içinde üç defa daha boşasa vâki olur. Bu Halep'te vâki olmuştur.
Fethü'l-Kadir sahibi diyor ki; "Hak olan lahîk olmasıdır. Biliyorsun ki
sarih bâine mülhak olur. Velevki kendisi bâin olsun. Lahîk olmayan bâinden
murad kinâyedir." Talebesi İbn-i Şihne dahi Ikdü'l-Ferâid adlı kitabında
ona tâbi olduğu gibi Bahır, Nehir ve Minah sahibleriyle Makdisî, Şürunbulâlî ve
diğer ulema da tâbi olmuşlardır. Az yukarıda Hulâsa'dan naklettiğimizin
açıkçası budur. Bunu Dürer ve Gurer sahibi de te'yid etmiştir. Nitekim az
ileride zikredeceğiz. Üç talâk vâki değildir sözünü tercih eden buna
muhalefette bulunmuştur. Zira o söz meşhurun hilâfınadır. Nitekim gelecektir.
«Mal şartıyla talâk dahi öyledir.» Yani o
da sarîhtendir. Velevki vuku bulan talâk bâin olsun.
«Fakat talâk lâzım olsa da mal lâzım
gelmez.» Yani kadını bâin talâkla boşadıktan sonra iddeti içinde mal
karşılığında boşasa ikinci talâk da vâki olur. Ama kadının mal vermesi
gerekmez. Çünkü mal vermek kurtulmak içindir. Bu hâsıl olmuştur. Nitekim
Bezzâziye'den naklen Bahır'da bildirilmiştir. Yani bundan önceki bunun
hilâfınadır. Zira karısını talâk-ı ric'î ile boşarsa kurtuluş iddetin bitmesine
bağlı kalır. O talâktan sonra kadını iddeti içinde mal karşılığında boşarsa
malı vermesi lâzım gelir. Çünkü kocasından o anda bâin olmuştur. Bahır sahibi
şöyle demiştir: "Sonra bilmelisin ki meselemizde mal vermek lâzım gelmese
de talâk vâki olmak için onun kabulü mutlaka lâzımdır. Çünkü sen bin dirhem
vermek şartıyla boşsun sözü kadının talâkını kabule tâliktir. Binaenaleyh şart
bulunmadıkça vâki olmaz. Nitekim Bezzâziye'de belirtilmiştir. Şu halde burada
sarîhte mu'teber olan lâfızdır. Yani sarîh lâfızlarından olmasıdır. Velevki
onunla bâin talâk meydana gelsin. Lâfızdan murad kapalı sözlere de şâmildir.
Nitekim evvelce geçtiği vecihle ric'î talâk ifade eden kinâyeler de
öyledir."
«Meşhur kavle göre...» sözü bazılarının
Halep vak'asındaki sözlerini yani "Üç talâk vâki olmaz. Çünkü mânâ
itibariyle bu söz bâindir. Bâin bâine lahîk olmaz. Mânâya itibar lâfzaitibardan
evlâdır." ifadesini reddetmektedir. Onlar bu sözün esah olarak müftâbih
sayıldığını söylemişlerdir. Bunu musannıf da ifade etmiştir.
Ben derim ki: Zâhidî'nin Hâvî'sinde
Necmüddin'in Esrar'ına nisbet edilerek şöyle denilmiştir: "Bir kimse
karısına: Sen bâinsin dedikten sonra iddet içinde sen üç defa boşsun dese, Ebû
Hanife'ye göre üç talâk vâki olmaz. Çünkü bu üç talâk mânâ itibariyle ağır
beynûnettir. İmameyn'e göre üç talâk vâki olur. Çünkü lâfız itibariyle
sarîhtir. Esah olan Ebû Hanife'nin kavlidir. Zira itibar lâfza değil
mânâyadır." Sonra Hâvî sahibi bu sözün bir mislini de Ûyûn şerhine nisbet
etmiştir. Sonra daha başka bir kitaba nisbetle şöyle demiştir: "İmam
Muhammed'e göre üç talâk vâki olmaz. Fetva onun kavline göredir. Bunun bir
misli de Üstürişnî'nin Fusul'ündedir." Musannıf Minah'da bu sözün reddini
üzerine almıştır. Şürunbulâliyye sahibi de ondan naklederek ikrarda bulunmuştur.
Tekerrür etmiştir ki, Zâhidî zayıf rivâyetleri nakleder. Onun yalnız başına
naklettiği rivâyetlere tâbi oIunmaz. Hulâsa, Bezzâziye ve diğer kitablarda onun
söylediğine muhâlif nakiller bulunmuştur. Nitekim yukarıda arzettik.
Dürer ile Ya'kubiyye'de dahi az ileride
beyan edeceğimiz vecihle onun hilâfına istidlalde bulunulmuştur. Bizim tâbi
olmamız için Fethü'l Kadir sahibinin söylediği kâfidir. Ondan sonra gelenler de
ona tâbi olmuşlardır. Onun için şârih de ona itimad etmiş, onu meşhur saymıştır.
Buna şu da kesinlikle delâlet eder ki, o adam karısını boşar da sonra hul'
yapar ve iddet içinde: Sen boşsun derse bu söz de lâfzan sarîh, mânen bâindir.
Ama kesin olarak talâk vâkidir. Ulema sarîh talâkın bâine lahîk olacağına Teâlâ
Hazretlerinin: "Kadının fidye vermesinde karı-kocanın ikisine de bir günâh
yoktur." âyet-i kerîmesiyle istidlal etmişlerdir. Bu âyetten murad
hul'dur. Bundan sonra Teâlâ Hazretleri: "Kadını yine boşarsa artık başka
kocaya varmadıkça o adama helâl olmaz." buyurmuştur. Cümleyi fa harfiyle
bağlamıştır. Fa takib içindir. Fetih sahibi: "Hul'dan sonra üç talâkın
vâki olacağına nass budur." diyor. Bu sözün bir misli de Telvîh'den naklen
Dürer'dedir.
Hayreddin-i Remlî Hâşiyelerinde şu ifade
vardır: "Müştemi'lü'l-Ahkâm'da beyan edildiğine göre bâin bâine lahîk
olmaz. Yani lâfzan bâin demek istiyor. Manevî bâin ise lâfzî bâine mülhak olur.
Üç talâk böyledir. Bu Mebsûttan nakledilmiştir."
«Bâin talâk bâine lahîk olmaz.» Lahîk
olmayan bâinden murad kinâye lâfzıyla olandır. Çünkü talâk yapmakta zâhir
olmayan budur. Fetih'de de böyle denilmiştir. Lahîk olmayan diye kayıdlaması
ilk zikir ettiği bâinin kinâye ve sarîh lâfızlara eam ve şâmil olduğuna işaret
içindir. Sarîh, mal şartıyla boşamak gibi beynûnet ifade eden sözdür. O zaman
ikinci cümledeki yani "Bâin sarîha lahîk olur, bâine lahîk olmaz."
cümlesindeki sarîhten murad sadece ric'î sarîhtir, bâin sarîh değildir. Bununla
anlaşılır ki, şârihin evvela Fetih'tennaklettiği: "Sarîh niyete muhtaç
olmayan sözdür. Bu sözle vâki olan talâk bâin veya ric'î imiş fark etmez."
ifadesi birinci cümledeki sarîha mahsustur. Yani "Sarîh sarîha ve bâine
lahîktir." ifadesine mahsustur. Nitekim Fethü'l-Kadir'in burada
zikrettiğimiz ifadesi de bunu gösterir.
Buna şu iki fer'î mesele de detâlet eder:
Birincisi Kınye'de Özcendî'den naklen zikredilmiştir ki şudur: "Bir adam
karısını bin dirhem vermesi şartıyla boşar da kadın bunu kabul ederse, sonra
kadına iddeti içinde sen bâinsin derse talâk vâki olmaz." İkincisi
Hulâsa'da olup hul'un altıncı cinsindendir ve şudur: "Kadını mal
karşılığında boşar da sonra ona iddeti içinde hul' yaparsa sahih olmaz."
Bu da bizim söylediğimiz mânâda açıktır. Bununla Bahır sahibinin söylediği,
Nehir sahibinin de kendisine uyduğu istişkâl meselesi sâkıt olur. Bahır sahibi kendi
anladığına göre bu iki fer'î meseleyi müşkil görmüş, sarîhten murad sarîh bâine
şâmil olan sözdür diyerek ulemanın mal vermek şartıyla kadın boşamayı sarîh
kabîlinden saydıklarını, bâin sarîha lahîk olur dediklerini, binaenaleyh
birinci fer'î meselede talâkın vuku bulması gerektiğini, ikinci meselede de
hul'un sahih olmasını ileri sürmüş, sonra şunları söylemiştir: "Hul' sahih
değildir demekten muradın mal lâzım gelmez mânâsına alınmasından başka
kurtuluşa çare yoktur. Buna delil Hulâsa sahibinin bunun aksini açıklamasıdır
ki, o da şudur: Kadını hul'dan sonra mal karşılığında boşadığı zaman talâk vâki
olur. Ama mal vermesi icab etmez. Tabii bunların aralarında fark yoktur."
Ben derim ki: Böyle bir zâtın bu sözleri
söylemesi şaşılacak şeydir. Evvela ikinci cümledeki sarîhten murad yalnız ric'î
talâktır. Birinci cümledeki sarîh bunun hilâfınadır. Bu izaha göre iki fer'î
mesele arasında asla işkâl yoktur. Bilâkis her ikisi bizim söylediklerimize
delildir.
İkincisi: Onun kurtuluşa çare dediği pek
uzak bir ihtimaldir. Bilâkis kurtuluşa çare bizim söylediklerimizdir.
Üçüncüsü: Bu fer'î mesele ile aksinin
arasında fark bulunmadığını iddia etmesi son derece kapalıdır. Çünkü aralarında
açık fark yardır. Kadını hul'dan sonra mal mukabilinde boşarsa mal vermesi icab
etmez. Çünkü mal vermek o adamın elinden kurtulmak içindir. Bu ise yukarıda
beyan ettiğimiz gibi hâsıl olmuştur. Hul'dan önce mal mukabilinde boşarsa malın
sâkıt olmasının hiç bir vechi yoktur. Çünkü malı vermeden yapılan talâkla o
adamın elinden kurtuluş hâsıl olamaz. Bilâkis iddetin bitmesine bağlı kalır. Şu
halde mal vermekle matlub hâsıl oldu demektir. Mal vermekle matlub tehakkuk
ettikten sonra bu iç ârız olan hul' ile bâtıl olmaz. Bilâkis bizzat hul' bâtıl
olur. Çünkü kurtuluş hul'dan önce hâsıl olmuştur. Artık hul'un bir faydası
kalmaz. Birçok zevatın ayaklarının kaydığı bu makamı izah hususunda bana zâhir
olan budur. Bunu ganimet bil! Çünkü bu, Allahu Zülcelal'in yardımıyla bu kitaba
mahsus olan şeyler cümlesindendir.
Sonra Sadru'ş-Şeria üzerine yazılmış Ya'kubiyye
hâşiyelerinde şunu gördüm: "Bir deulemanın sarîh olmayan bâin sarîha lahîk
olur, sözleri mutlak bırakılmamak gerekir. Çünkü bâin olan sarîha lahîk olmaz.
Birinci cümleden haber olmak ihtimali vardır. Nitekim gizli değildir. Meğerki
iki bâinin arasında fark olduğu iddia edilsin. O zaman biri ile digerinden
haber vermek sahih olmaz." Bu, Allah'a hamdolsun benim anladığımın tâ
kendisidir. Yani ikinci cümledeki sarîhtan murad sadece ric'î sarîhtir.
Ya'kubiyye'nin: "Meğerki iki bâinin
arasında fark olduğu iddia edilsin." sözüne gelince: Evvela yaptığımız
izahattan anladın k,. bunların arasında fark yoktur. Bu hususta hiç bir anlayış
sahibinin şüphesi yoktur. Allahu a'lem.
METİN
Bâinin bâine lahîk olamaması ikincinin
birinciden haber yapılması mümkün olduğu vakittir. Meselâ: Sen bâinsin bâinsin
yahut seni bir talâkla bâin kıldım demesi böyledir, talâk vâki olmaz. Çünkü
ihbardır. Bunu inşâ saymak için bir zaruret yoktur. Seni diğer bir bâinle
ayırdım yahut sen boşsun bâinsin veya ben büyük beynûneti niyet ettim demesi
bunun hilâfınadır. Çünkü ikinci sözü ihbara yorumlamak imkânsızdır. Binaenaleyh
inşâ sayılır. Onun için de muallak dediği şeklide vâki olur.
İZAH
«İkincinin birinciden haber yapılması
mümkün olduğu vakittir.» Bahır sahibi diyor ki: "Erkek karısını talâk-ı
bâinle boşar da sonra ikinci bir talâkı niyet ederek ona: Sen bâinsin derse
niyetine göre ikinci talâkın vâki olması gerekir. Çünkü talâkı niyet etmekle o
söz haber olmaya yaramaz. Bu adam: Seni başka bir talâkla bâin kıldım demiş
gibi olur. Meğer ki şöyle denilsin: Talâkın vukuu ancak ona elverişli bir sözle
olur. O da başka sözüdür. Mücerred niyet etmesi bunun hilâfınadır." Burada
şöyle denilebilir: İkinci söz elverişlidir. Hatta elverişli sözü "onun
için muayyendir" tâbiriyle değiştirilse daha zâhir olur. T.
Ben derim ki: Ulemanın imkân tâbirini
kullanmaları ve: "İkinci sözü birinciden haber yapmak mümkünse onu inşâ
saymaya hâcet yoktur." demeleri bahsi aslından def eder. Çünkü bu söz sen
bâinsin sözüne uygundur. Şu da var ki bâin ancak niyetle vâki olur. Binaenaleyh
ulemanın: "Bâin bâine lahîk olmaz." sözlerindeki bâinden muradın
niyet edilen bâin olduğunda şüphe yoktur. Çünkü niyet edilmeyenle aslâ talâk
vâki olmaz. Ulema bununla birinci talâkı niyet etmesini şart koşmamışlardır. Şu
halde anlaşılıyor ki "Mümkün olduğu vakittir ilah..." sözleri haber
yapmak mümkün olmadığı suretten ihtiraz içindir. Nitekim seni başka bir talâkla
bâin kıldım sözünde haber yapmak mümkün değildir. Başka bir talâkı niyet
etmesinden ihtiraz değildir.
«İddetini bekle, iddetini bekle demesine
gelince.» Bu evvelce geçtiği vecihle sarîha mülhaktır. Binaenaleyh buradakine
aykırı değildir. Ulema onunla mükerrer talâk vâkiolduğunu söylemişlerdir.
«Sen bâinsin bâinsin.» ifadesi bazı
nüshalarda böyle mükerrerdir. Bazılarında ise tekrarsız olarak "sen
bâinsin gibi" denilmiştir. En doğrusu budur. Çünkü maksad talâk-ı bâinle
boşanmış bir kadına talâk-ı bâin yapmayı temsildir. Şu da var ki Tahtâvî'nin
dediği gibi murad nahvin haberi değildir. Bilâkis ilk defa ağızdan çıkanı haber
vermektir. Hem bu bir mecliste olması lâzım îhamını verir. Halbuki bu lâzım
değildir.
«Seni bir talâkla bâin kıldım.» cümlesi
ikinci bâinin üzerine atfedilmiştir. H. Şârih bununla iki sözün bir olması şart
kılınmadığına işaret etmiştir. Binaenaleyh birincisinin bâin kinâye yahut hul'
veya mal karşılığında ise sarîh talâk sözü yahut bâin olduğunu bildiren bir
sıfatla mevsuf olması hallerine şâmildir. Nitekim evvelce yaptığımız izahattan
anlaşılmıştır. Yeterki ikinci hul' ve benzeri gibi niyete bağlı bâin
kinâyelerden olsun. Bu: Sen haramsın sözünde olduğu gibi aslı itibariyle de
olabilir. Ric'î talâk ifade eden kinâyeler bunun hilâfınadır. Çünkü onlar sarîh
hükmündedirler ve evvelce geçtiği vecihle bâine lahîk olurlar.
«Talâk vâki olmaz.» Yani niyet etse bile
olmaz. Çünkü Bahır'da Hâvî'den naklen bildirildiğine göre talâkın kinâyeleriyle
niyet etse bile bir şey vâki olmaz. T.
«Çünkü ihbardır.» Yani ihbar sayılır. Zira
ihbar saymak mümkündür. Seni diğer bir bâinle ayırdım.» Yani kadını evvelâ bâin
talâkla boşar da sonra iddeti içinde: Seni başka bir talâkla ayırdım derse
talâk vâki olur. Çünkü başka sözü birinciden haber yapmaya elverişli değildir.
«Yahul sen boşsun bâinsin demesi bunun
hilâfınadır» Çünkü talâkın vukuu sen boşsun sözüyledir. Bu söz sarîhtir. Bâin
sözü hükümsüz kalır. Çünkü ona hâcet yoktur. Bâinden sonra söylenen sarîh talâk
sözü bâin olur. Bahır sahibinin Menâr şerhinde böyle denilmiştir. Bu Bahır
sahibinin Zahîre'den naklettiği ifadeyi işarettir. Orada bu sözle bâin olarak
boşanan bir kadına seni bir talâkla bâin kıldım demesi arasında fark
yapılmıştır. Şöyle ki: Bâin sözünü hükümsüz bırakırsak boşsun sözü kalır ki,
onunla talâk vâki olur. Seni bâin kıldım sözünü hükümsüz bırakırsak bir talâkla
sözü kalır ki, bu bir şey ifade etmez.
Ben derim ki: Lâkin bu izaha göre cima'
edilmeyen kadının talâkı bâbında arzettiğimiz: "Talâk ne zaman bir sayı
ile kayıdlanır veya vasıfla yahut masdarla vasıflanırsa vukuu o kayıdla olur.
Hatta sen boşsun der de üç sözünü söylemeden yahut bâin diyemeden kadın ölürse
talâk vâki olmaz." ifadesi müşkil kalır. Bu ifade ulemanın burada vasfı
hükümsüz bırakmak için ittifak etmelerine aykırıdır. Meğer ki şöyle cevap
verilmiş olsun: Burada onunla talâk vâki olmasının mu'teber sayılması sahih
değildir. Çünkü ondan önce beynunet geçmiştir. Bir de burada bâin vasıflanması
bile sarîhle vâki olur. Binaenaleyh az yukarıda gördüğün gibi vasfı hükümsüz
bırakmak teayyün eder. Burada başka bir işkâl kalır ki cevabıyla birlikte
Bahır'da zikredilmiştir.
«Veya ben büyük beynuneti niyet ettim
demesi bunun hilâfınadır.» Yani ikinci bâin sözüyle ben büyük beynuneti niyet
ettim derse bu talâk sayılır. Büyük beynunetten murad ağır hörmettir ki, ondan
sonra başka kocaya varmadıkça kadın ilk kocasına helâl olamaz. Mutemed olan kavil
budur. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir, Bazıları talâk vâki olmadığını
söylemiş: "Çünkü ağır kelimesi beynunetin sıfatıdır. Asıl beynunet
hakkında niyet hükümsüz kalınca vasfını isbat hakkında da hükümsüz kalır.
Muhît. Bu beynunet niyetinin hükümsüzlüğü hususunda açıktır." demişlerdir.
Bu ifadenin bir misli de biraz yukarıda Hâvî'den naklettiğimlizdir. Binaenaleyh
başka bir beynuneti niyet sahih değildir. Bahır sahibinin incelemesi bunun
hilâfınadır. Nitekim geçmişti. Dürer'de şöyle denilmiştir! "Ben derim ki
Bu kesin olarak şunu gösterir: Bir adam karısını bâin olarak boşar da sonra
iddet içinde: Sen üç defa boşsun derse üç talâk vâki olur. Çünkü galîz hörmet
üçü zikretmeden mücerred niyetle sâbit olunca, üçü açıkca söyIediği zaman sâbit
olması evleviyette kalır." Tamamı Dürer'de ve benzeri Ya'kubiyye'dedir.
METİN
Ancak bâin müneccez olan bâinden önce şarta
tâlik edilir veya muzaf olursa o zaman lahîk olur. Meselâ şu haneye girersen
sen bâinsin sözünü niyet ederek söyler de sonra kadını talâk-ı bâinle boşar ve
kadın haneye girerse ikinci defa bâin olur. Çünkü bu söz ihbar olmaya elverişli
değildir. Muzaf da bunun gibidir. Meselâ: Sen yarın bâinsin der de sonra
talâk-ı bâinle boşarsa, yarın geldiğinde bir talâk daha vâki olur. Bahır'da
Vehbâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: "Sen bâinsin sözü muallak olsun,
müneccez olsun kinayedir ve niyete muhtaçtır. Şu haneye girersen sen bâinsin
dedikten sonra. Zeyd'le konuşursan sen bâinsin der de kadın o haneye girer ve
talâk-ı bâinle boş olursa, sonra Zeyd'le konuştuğunda bir talâk daha boş düşer.
Zahire.
"Bezzâziye'de de şu ibâre vardır:
"Şu işi yaparsam Allah'ın helâlı bana haram olsun der, sonra başka biri
için aynı sözü söyler de ikiden birini yaparsa kadın bâin olur. Kezâ ikincisini
yaparsa en uygun kavle göre yine boş düşer. Bellenmelidir. Musannıfın müneccez
olan bâinden önce diye kayıdlaması şundandır: Evvela kadını talâk-ı bâinle
boşar da sonra bâini izafe eder veya tâlik yaparsa, tencizi sahih olmadığı gibi
bu da sahih olmaz. Bedâyi.
İZAH
«Şarta tâlik edilir ilah...» cümlesi
karısıno îlâ yapıp dört ay geçmeden talâk-ı bâinle boşamasına, sonra kadına
yaklaşmadan müddet geçmesine yahut iddet içinde dört ayın geçmesi haline
şâmildir. Zira bu talâk vâkidir. İmam Züfer buna muhâliftir. Bahır.
«Müneccez olan bâinden önce...» Buradaki
öncelikte neden ihtiraz ettiğini şârih az ileride söyleyecektir. İkinci talâkın
müneccez (yürürlükte) olması kayıd değildir. Birinci muallakvuku bulmazdan önce
onu tâlik etse hüküm yine böyledir. Nitekim şârih bunu da anlatacaktır.
«Niyet ederek...» Çünkü kinâyedir. Kinâyede
mutlaka niyet lâzımdır.
«İhbar olmaya elverişli değildir.» Yani
tâlik daha önce yapılmıştır. Binaenaleyh ondan haber vermeye elverişli
değildir. İzafet de öyledir. H.
«Muzaf da bunun gibidir.» Evfa olan muzafın
misâli demektir. Çünkü hükümde mumaselet yukarıda geçen "yahut muzaf
olarak" sözünden anlaşılmıştır. T.
«Şu haneye girersen ilah...» cümlesi her
iki talâkın muallak olmasını beyandır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.
«Kadın o haneye girer ve talâk-ı bâinle boş
olursa» cümlesindeki atıf edatıyla şârih, ikinci tâlikin mutlaka birincisinin
şartı bulunmadan önce yapılması lâzım geldiğine işaret etmiştir. Çünkü kadın
eve girerek boş olur da kocası ondan sonra Zeyd'le konuşursan ilah... derse,
kadın konuştuğunda talâk vâki olmaz. Çünkü birincinin şartı ikinciyi tâlik
etmeden bulunduğu için müneccez olur. Muallak talâk ancak müneccez olan meydana
gelmeden önce tâlik edilirse lahîk olur. Nitekim bunu metinden anlamış
bulunuyorsun. Zira adamın ikinci defa sen bâinsin sözü evvela beynunetin sâbit
olmasına sâdıktır. Binaenaleyh ikinci söz birinciye haber olabilir. Bununla
burada: "Şârihin sözü ikinci tâlik birincinin şartı bulunduktan sonraya
da, evvele de şâmildir." diye yapılan itiraz sâkıt olur. Yine bu
muterizin: "İkinciyi birinciye haber yapmanın imkânsızlığı muallak ile
muzafta da mevcuddur. İster tâlik veya izafet tencizden önce olsun, ister sonra
olsun. Binaenaleyh fark olmamak icab eder. Velevki ulemanın sözleri müneccez
talâkı icab etmezden önce şarttır diye ittifak halinde olsun" şeklindeki
itirazı sâkıttır. Zira müneccez talâktan sonra yapılan tâliktaki ikinci
beynunet evvel sâbit olan müneccez talâktan haber olabilir. Ondan önceki bunun
hilâfınadır. Binaenaleyh vecih ulemanın söyledikleridir.
«Sonra Zeyd'le konuştugunda bir talâk daha
boş düşer.» Kadın bunun aksini yapsa yani evvela Zeyd'le konuşarak sonra haneye
girse zâhire göre hüküm yine böyledir. Zira illet mevcuddur. O adamın her iki
tâliki yaptığı anda kadın boş değildir. H.
«Kezâ ikincisini yaparsa» sözüyle şârih
diğerini kasdetmiştir, tertibi kasdetmemiştir. Buna delil ikiden birini
demesidir. H.
METİN
Bezzâziye'nin şu sözü müstesnadır:
"Benim her karım boş olsun derse hul' yaptığı kadına talâk vâki olmaz. Şu
işi yaparsam karım şöyle olsun derse talâk-ı bâin iddeti bekleyen karısı boş
düşmez." Bunların hepsini şu beytler toplar: "Hepsini yürürlüğe koy.
Yalnız misliyle beraber bâini koyma. Meğerki onu önceden tâlik etmiş olasın.
Yalnız hul' yaptığı her kadınmüstesna, Hul'dan sonra sarîhi ilhak et."
İZAH
«Müstesnadır ilah...» Yani ulemanın:
"Sarih talâk bâine lahîk olur." sözünden müstesnadır. Biliyorsun ki
bu iki surette talâkın vâki olmaması kadın sözü bâin iddeti bekleyene şâmil
olmadığı içindir. Hatta kadın sözünü anmazsa talâk vâki olur. Nehir sahibi
diyor ki: "Mesûdî şerhi Mansûri'de bildirildiğine göre hul' yapılmış
kadına iddet beklerken sarîh talâk lahîk olur." H. Bunun hâsılı şudur:
Talâk vâki olmaması her vecihle karısı olmadığı içindir. O kadına bu adamın
muhteliası ve mubânesi denilir. Velevki nikâhın eseri olan iddet bâki olsun.
Hatta kadına hitap veya işaretle izafe ederse sarîh talâk lahîk olur. Kezâ
talâkla kadını niyet ederse hüküm yine budur. Nitekim bunu Hâkim Kâfî'sinde
açıklamıştır. Bir misli de Zahîre'dedir. Orada şöyle denilmiştir: "Benim
her karım ifadesinde hul' ve îlâ suretiyle kendisinden ayrılan karısı dahil
değildir. Meğerki onu tâyin etsin. Yani niyet etmezse o kadın ecnebî hükmünde
olur. Ona bu adamın karısı denilmez.
Onun içindir ki Zâhîdî'nin Hâvî'sinde şöyle
denilmiştir: "Bir adam karısına: Sen bir defa boşsun der de sonra: Eğer
benim karımsan sen üç defa boşsun derse, ilk talâk bâin olduğu takdirde
ikincisi vâki olmaz. İlk talâk ric'î ise ikincisi vâki olur." Lâkin bu
izaha göre Bahır sahibinin Muhît'ten naklen tâlik bâbındaki şu sözü müşkil
kalır: "Bir adam karısının şu haneden çıkmamasına yemin eder de
arkacığından kadını boşar ve iddeti bittikten sonra kadın çıkarsa yemini
bozulur. Kezâ bu adam: Ben karımı öpersem kölem hür olsun der de bâin olarak
boşadıktan sonra öperse hüküm yine budur. Çünkü izafet takyid için değil tarif
içindir." Yani üzerine yemin ettiği kadının zâtını tâyin içindir. Yoksa
onun kendi karısı olduğunu kayıdlamak için değildir. Kadın sözü beynunetten ve
iddet bittikten sonra halen o kadına şâmil olursa iddet devam ettiği müddetçe
evleviyetle meselemizde olduğu gibidir. Şöyle de cevap verilebilir: Muallakta
mu'teber olan şartın vücudu hali değil tâlik halidir. Talâkı tâlik ederken ise
kadın her vecihte onun karısı idi. Onun için müneccez olan bâin meydana
gelmeden önce muallak bâin vâki olur. Nasılki yukarıda geçti. Bu meseleyi
inşaallah tâlik bâbında: "Milkin elden gitmesi yemini ibtal
etmez."dediği yerde tahkîk edeceğiz.
«Bunların hepsini» yani lahîk olan
suretleri ve müstesnatarını şu beytler toplar. T.
«Yalnız misliyle beraber bâini koyma.»
Buradaki beraber kelimesi sonra mânâsına kullanılmıştır. Yani kendi mislinden
sonra gelen bâini yürürlüge koyma demektir. Buradaki atıf mânâ itibariyle
istisna gibidir. Sanki şöyle demiştir: "Hepsini yürürlüğe koy. Yalnız
kendi mislinden sonra gelen bâini yürürlüğe koyma!"
«Meğerki onu önceden tâlik etmiş olasın.»
cümlesi istisna mesabesindeki atıftan istisnadır. Yani bâinden sonra bâine
cevaz verme. Meğerki mislinden sonra gelen bâini ondan önce tâlik yapmış
olasın. Beyttekt ta'kîd gözden kaçmamaktadır.
«Yalnız hul' yaptığı her kadın müstesna.»
Bu cümleyle bundan önceki cümle "Hepsini yürürlüğe koy." cümlesinden
iki istisnadır. Bâinden sonra bâin çıkarılınca sarihten sonraki bâin ile
sarîhten sonraki sarîh ve bâinden sonraki sarîh kalır. İşte bu son cümle
itibariyle Bezzâziye'deki: "Benim her karım boş olsun." sözünden
istisna yapmıştır. Bu adamın hul' yaptığı bir karısı da varmış demektir. Çünkü
hul' bâine lahîk olan sarîhtir. Bu vâki olmamıştır. Yani hul'dan sonraki sarîh
ilhak edilmiştir demektir. H.
METİN
Her vecihle fesh sayılan müslüman olmak,
dinden dönerek dar-ı harbe kaçmak, bülûğ ve âzâd muhayyerliği gibi ayrılıkların
iddetinde mutlak surette talâk vâki olmaz. Fakat talâk sayılan her ayrılmanın
iddetinde talâk vâki olur. Bu, beyan ettiğimiz vecihledir.
İZAH
«Her vecihle fesh sayılan ayrılık ilah...»
sözüyle musannıf sarîhin sarîha lahîk olması meselesinin ancak talâkda
olacağını anlatmak istemiştir. Feshde bu olmaz.
«Müslüman olmak» yani karısı mecûsî olup
müslümanlığı kabul etmezse, kocası müslüman olduğu vakit yahut harbî bir
kimsenin karısı müslüman olup İslâm diyarına hicret ettiği vakit iddet
esnasında talâk yoktur. Salhânî'nin elyazısı ile böyle tesbit edilmiştir.
Fetih'de ise talâk bahsinin başında şöyle denilmiştir: "Karı-kocadan biri
esir edildiği vakit kocasının o kadını talâkı vâki olmaz. Kezâ karı-kocadan
biri müslüman veya zımmî olarak İslâm diyarına hicret ederse yahut her ikisi
pasaportla gelirler de biri müslüman yahut zımmî olursa kadın üç hayız
görünceye kadar o adamın karısıdır. Ondan sonra talâksız ayrılma vâki olur.
Erkeğin o kadına yaptığı talâkı vâki değildir." Sonra sözüne şöyle devam
etmiştir: "Zımmî karı-kocadan biri müslüman olur da öteki kabul etmediği
için araları ayrılırsa erkeğin o kadını talâkı vâki olur. Velevki müslümanlığı
kabul etmeyen kadın olsun. Velevki kadın mecûsî olsun. Bununla karı-kocadan
biri müslüman olursa kocasının talâkı vâki olmaz sözü bozulur."
Ben derim ki: Bu söz Bezzâziye'nin:
"Karı-kocadan biri müslüman olduğu vakit kocasının talâkı vâki
olmaz." ifadesini reddetmektedir. Şârih de ona uymuştur. Lâkin Hayreddin-i
Remlî'nin beyan ettiğine göre Bezzâziye'nin ifadesi harbîlerin talâkı
hakkındadır. Bu izaha göre galiba müslüman olursa sözü esir edilirse
ifadesinden bozulmuş olacaktır. Düşün! Müslümanlığı kabulden çekinme meselesi
musannıfın ifadesine vârid bir itirazdır. Çünkü o feshtir. Fakat onda talâk
lahîk olur.
«Dinden dönerek dar-ı harbe kaçmak» yani
dinden dönerek dar-ı harbe kaçar da karısını boşarsa talâkı vâki olmaz.
Müslüman olarak geri döner de kadını iddeti içinde boşarsa talâk'ıvâki olur.
Dinden dönen kadın dar-ı harbe kaçar da kocası onu boşarsa, sonra hayız
görmeden müslüman olarak geri dönerse İmam-ı Azam'a göre talâkı vâki olmaz, İmameyn'e
göre olur. Hâniyye. Dar-ı harbe kaçarsa diye kayıdlaması kaçmadan talâkı vâki
olduğu içindir. Çünkü hörmet ebedî değildir. Müslüman olmakla ortadan kalkar.
Fetih. Bu meselenin tamamı kâfirin nikâhı bâbında geçmişti. Zahîre'de şöyle
denilmiştir: "Kadın dinden döner de dar-ı harbe kaçmazsa kocası onu iddet
içinde boşadığı takdirde talâk vâki olur. Ama hul' yapmışsa talâk vâki olmaz.
Çünkü kadın dinden dönmekle bâin olmuştur. Talâk-ı bâinle boşanan kadına sarîh
talâk lahîk olur, fakat hul' yapılana olmaz." Şübhesiz dinden dönmekle
kocasından ayrılmak feshtir. Velevki dar-ı harbe kaçmasın. Bu itiraz dahi
musannıfa vâriddir.
«Bülûğ ve âzâd muhayyerliği...» Hörmet-i
musahare ile birbirinden ayrılmak da böyledir. Meselâ kocasının oğlunu öperse
ebedi olduğu için talâkın bir faydası kalmaz. Nitekim Fetih'de talâk bahsinin
başında izah edilmişti. Başka bir yerinde açıklandığına göre ilân sebebiyle
vâki olan ayrılmada talâk vâki olmaz. Çünkü o da ebedî hörmettir.
Ben derim ki: Bunun bir misli de radâ'
sebebiyle ayrılmaktır. Yine orada açıklandığına göre kefaet bulunmadığı ve
mehir noksanlığı gibi sebeblerle yapılan feshde dahi talâk vâki olmaz.
Zahîre'de dahi kadın kocasına mâlik olursa onu satmadan veya âzâd etmeden
kocası onu boşarsa talâk lahîk olmayacağı fakat kadın iddeti içinde onu
milkinden çıkarırsa talâkının vâki olacağı zikredilmiştir. Çünkü kocası onun
kölesi olduğu müddetçe kadının onda nafaka ve mesken hakkı yoktur. Binaenaleyh
talâkı da vâki olur.
«Mutlak surette» yani sarih olsun kinâye
olsun talâk vâki olur. H.
«Fakat talâk sayılan her ayrılmanın» îlâ,
liân, âlet kesikliği ve kalkınamamazlık sebebleriyle ayrılmalarda olduğu gibi
iddeti içinde talâk vâki olur. Zahîre'de açıklandığına göre liân iddeti
bekleyen kadına talâk yapılabilir. Bu söz az yukarıda Fetih'den naklettiğimize
aykırıdır. Hem liân sebebiyle ayrılmak fesh değil talâkdır. Lâkin müebbed
hörmettir diye ta'lilde bulunması onun söylediğini tercih ettirir. Ama bâbında
görüleceği vecihle bu hörmet karı-koca liâna ehil oldukları müddetçe müebbeddir.
Her ikisi yahut birisi liâna ehil olmaktan çıkarsa o kadını nikâh edebilir.
Kezâ kocası kendini yalanlarsa ona had vurulur ve o kadınla evlenebilir.
«Bu, beyan ettiğimiz vecihledir.» Yani
sarîh talâk sarîha lahîk olur ilah... H.
METİN
FER'İ MESELELER: Talâk ancak talâk iddeti
bekleyen kadına lahîk olur. Cima' iddeti bekleyen kadına lahîk olmaz. Hulâsa.
Kınye'de: "Bir adam karısını başkasıyla evlendirse talâk sayılmaz."
denilmiş; sonra başka bir kitaba nisbetini işaretle: "Niyet ederse kadın
boş düşer." denilmiştir. Git, evlen sözleriyle niyetsiz bir talâk vâki
olur. Cehenneme kadar git, sözüyle niyet ederse talâk vâki olur. Hulâsa. Kezâ
benden git, felah bul ve nikâhı feshettimsözleriyle sen bana ölü eti gibisin
yahut domuz eti gibisin veya su gibi haramsın sözleri de böyledir. Çünkü bunlar
sür'ata teşbihtir. Dört yol sana açıktır sözüyle hangi yolu istersen onu tut
demedikçe niyet etse bile talâk vâki olmaz.
İZAH
«Talâk ancak talâk iddeti bekleyen kadına
lahîk olur.» Fetih, sahibi bu söze talâk bahsinin başında itiraz etmiş,
efradını cami olmadığını söylemiştir. Çünkü iddet bazen talâk ve cima' olmadan
dahi tehakkuk eder. Meselâ mücerred halvette bulunduktan sonra muhayyerlikle
fesh ârız olursa iddet vardır. Ancak buna şöyle cevap verilebilir: Halvet
cima'a mülhaktır. Sonra bu fesh iddetinde talâk vâki olmamasını gerektirir.
Halbuki bu da karı-kocadan birinin müslüman olmasıyla bozulur. Zira diğeri
müslümanlıktan çekinirse talâkı vâki olur. Halbuki buradaki ayrılık feshtir.
Bir de şununla bozulur: Karı-kocadan biri dinden dönerse talâkı vâkîdir.
Halbuki kocanın dinden dönmesiyle birbirlerinden ayrılmaları feshtir. İmam Ebû
Yusuf buna muhâliftir. Kadının dinden dönmesiyle dahi bilittifak talâkı
vâkidir. Bu nakz itirazı kitabımızın metninde de vâriddir. Netice şudur: Talâk
talâktan hâsıl olan ayrılma iddetinde veya müslümanlığı kabul etmeme yahut
dar-ı harbe kaçmaksızın dinden dönme iddetlerinde lahîk olur. Ben bunu şu
sözümle nazma çektim:
"Talâk, talâk ayrılığı ile İslâm'dan
kaçınma ve dar-ı harbe kaçmaksızın dinden dönme iddetlerinde lahîk olur."
«Cima' iddeti bekleyen kadına lahîk olmaz.»
"Misâli şudur: Bir adam karısını talâk-ı bâinle boşar veya hul' yaparsa
sonra iddetinden meselâ iki hayız zamanı geçer de haram olduğunu bittiği halde
onunla cima'da bulunursa kadına ikinci bir iddet lâzım gelir ve iddetler
birbirinin içine girer. Kadın üçüncü hayzını gördümü bu her iki iddetten
sayılır. İkinciyi tamamlamak için iki hayız daha beklemesi lâzım gelir. Kadını
son iki hayızda boşarsa talâkı vâki olmaz. Çünkü bu iddet talâk iddeti değil
cima' iddetidir. Bunu Zahîre sahibi söylemiştir.
«Niyet ederse kadın boş düşer.» Bunun vechi
şu olsa gerektir: Bu adamın: "Sana karım fülaneyi tezvic ettim." sözü
"şayet seninle evlendirmek sahih olursa" takdirinde yahut "çünkü
o benden boştur" takdirinde olabilir. Boşamayı niyet ederse bu teayyün
eder ve kadın boş düzer.
«Niyetsiz bir talâk vâki olur.» Çünkü evlen
demesi bir karinedir. Bununla üç talâkı niyet ederse üç olur. Bezzâziye.
Kaadîhân'ın Câmi-i Sağîr şerhindeki sözü buna muhâliftir. O şöyle demiştir:
"Kocası git ve evlen der de bununla talâkı niyet etmediğini söylerse bir
şey vâki olmaz. Çünkü bu sözün mânâsı elinden gelirse yap demektir. Halbuki
evlen sözü de git emri gibi bir kinâyedir. Binaenaleyh niyete muhtaçtır. Şu
halde git sözüyle beraber talâkı murad ettiğine nasıl karine olabilir. Hem de
ondan sonra zikredilmiştir. Karinenin mutlakaönce söylenmesi gerekir. Nitekim
üç defa iddetini bekle sözünü izah ederken geçmişti. Binaenaleyh en münasibi
Câmi-i Sağîr şerhinin ifadesidir. Zahîre'nin ifadesi de onu te'yid eder. Orada:
"Git ve evlen sözüyle ancak niyet bulunursa talâk vâki olur. Talâkı niyet
ederse bir talâk-ı bâin, üçü niyet ederse üç talâk vâki olur."
denilmiştir.
«Felah bul...» Bedâyi'de zikredildiğine
göre İmam Muhammed şöyle demiştir: "Bir kimse karısına talâkı niyet ederek
felah bul derse talâk vâki olur. Çünkü bu söz git mânâsına gelir. Araplar
eflaha bihayrin derler. Hayırla gitti demektir. Ama bu kelimenin muradına er
mânâsına gelmesi de muhtemeldir. Eflaha erracül derler. Muradına erdi
demektir." Bahır.
«Sen bana ölü eti gibisin.» Yani bu sözle
talâkı niyet ederse olur. Maksat şarap, domuz ve öIü eti gibi ayn'ı haram olan
şeylere benzetmektir. Bu hususta hüküm "sen bana haramsın" ifadesinin
hükmü gibidir. "Sen bana fülancanın eşyası gibisin" demesi bunun
hilâfınadır. Böyle derse niyet etse bile talâk vâki olmaz. Bunu Zahîre sahibi
söylemiştir. Çünkü fülancanın eşyasının ayn'ı haram değildir. Bu sözü,
"sen bana haramsın" mânâsına almak mütekaddimin ulemanın mezhebidir
ki, onunla talâk vâki olması niyete bağlıdır.
«Çünkü bunlar sür'ata teşbihtir.» Daha
doğrusu sür'at hususunda teşbihtir. Sanki sen su nasıl sür'atla akarsa onun
gibi sür'atla haramsın demiş gibidir. Evvelce geçmişti ki, sen haramsın sözü
sariha mülhaktır, niyete ihtiyacı yoktur. İhtimal bu söz müftabih olmayan kavle
göredir. T.
Ben derim ki: Böyle olduğu teayyün
etmiştir.
"Hangi yolu istersen onu tut
demedikçe..." Yani niyet ederse Esed'in İmam Muhammed'den rivayetine göre
üç talâk vâki olur. İbn-i Selâm: "Korkarım üç talâk vâki olur. Çünkü
halkın sözlerinin mânâları budur." demiştir. Galiba "Halk böyle
sözlerle dört yolu tut." mânâsını kasdeder demek istemiştir. Yoksa söze
bakılırsa o dört yoldan birini tutmayı emretmektedir. En münasibi bir talâk-ı
bâin vâki olmaktır. Fetih. Allahu a'lem.
METİN
Musannıf talâkın her iki nev'ini bizzat
yapmayı anlattıktan sonra kocanın izniyle başkasının yapmasını anlatmaya
geçiyor. Bunun nev'ileri tefvîz, tevkil ve elçilik olmak üzere üçtür. Tefvîzin
sözleri de üçtür: Muhayyer bırakmak, emrin elindedir demek ve dilek.
Bir adam karısına talâkı tefvîz etmeyi
niyetlenerek: "Seç yahut emrin elinde olsun" derse kadın bunu yüzyüze
yahut haber verilmek suretiyle duyduğu mecliste kendini boşayabilir. Çünkü bu
iki söz kinâyedirler, niyetsiz amel etmezler. Kendini boşa derse o meclis bir
gün veya daha fazla uzasa bile oradan kalkmadıkça yahut meclisi bozacak bir iş
yapmadıkça kendisini boşayabilir. Elverirki kocası bu işi bir vakitle sınırlandırmış
olmasın; ve kadının haberi olmadan vakit geçmiş bulunmasın. Kalkarsa meclisi
hakikaten bozulur. Meclisi bozacak bir iş yaparsa, meselâ kabul etmediğini
gösterecek bir harekette bulunursa meclis hükmen değişmiş olur.
İZAH
Tefvîz: Ismarlamak, havale etmek mânâsına
gelir. Burada talâkı zevcesine veya başka birine sarîh yahut kinâye bir sözle
havale etmektir. Kinâyeye misâl: Seç yahut emrin elinde olsun sözleridir.
Sarîha misâl: Kendini boşa demesidir. Ebussûud.
«Her iki nev'ini» yani sarîh ve kinâyeyi
demektir. H.
«Bunun nev'ileri» sözünden murad:
Başkasının yaptığı talâkın nev'ileridir. Yoksa tefvîz'in nev'ileri değildir.
Çünkü tevfîzin nev'ileri dersek bir şeyi kendine ve başkasına taksim lâzım
gelir ki bu câiz değildir. Ebussûud.
«Tevfîz, tevkil...» Tevfîzden murad: Talâkı
temlîk etmek, başkasının eline vermektir. Nitekim izahı gelecektir. Fetih'de
meşiet faslında beyan edildiğine göre Hidâye sahibi temlikle tevkil arasındaki
farkı bir yerde: "Mâlik kendi reyi ile iş görür. Vekil öyle değildir."
şeklinde, başka yerde: "Mâlik kendisi için çalışır. Vekil öyle
değildir." diyerek, daha başka bir yerde ise: "Mâlik kendi arzusu ile
iş görür. Vekil öyle değildir." demek suretiyle göstermiştir. Fetih sahibi
diyor ki: "Rey ile meşiet (dilek) arasında fark şudur: Rey ile amel etmek
kendisi veya başkası için olduğunu itibara almaksızın daha doğru gördüğünü
yapmaktır. Meşietle amel ise baştan kendi ihtiyarı ile yapmaktır. Bunda âmirin
emrine veya daha doğru şekle uyup uymadığına bakılmaz." Fetih sahibi Hidâye'nin
ilk iki farkını eleştirdikten sonra gösterdiği üçüncü farkın (yani kendi arzusu
ile amel etmenin) en doğru fark olduğunu söylemiştir.
«Ve elçilik...» Bu bir adama: "Filan
kadına git de söyle ki: Kocan sana ihtiyar et (seç) diyor." şeklinde söz havalesinde
bulunmaktır. Giden kişi gönderenin sözünü nakleder. Onun sözünü kendisi inşa
etmez. Mâlik ile vekil bunun hilâfınadır. Çünkü ulemanın beyanına göre elçi bir
sözü ulaştırandan ibarettir. Bana zâhir olan budur.
«Tefvîzin sözleri de üçtür.» Yani istikrâ
(arama tarama) neticesinde üç olduğu anlaşılmıştır. Musannıf bunlardan seçmek
kelimesiyle işe başlamıştır. Çünkü açık ihbar suretiyle sâbittir. Ama Hidâye
sahibinin yaptığı gibi ona ayrı bir fasıl tahsis etmemiştir. Çünkü onu
öncekilerden ayıracak bir şey geçmemiştir. Son iki kelime bunun hilâfınadır.
Onun için hepsi nâmına bir bâbla yetinmiştir. Nehir. Hâsılı tefvîz kelimesi eam
mânâdadır. Onun için bâb ismiyle ayn zikredilmesi münasibtir. Bu üç şey onun
nev'ileridir. Bunların her biri için ayrı bir fasıl yapmak münasip olurdu.
Fakat musannıf yapmadı. Çünkü muhayyerlik için önceden söz geçmemişti. Bu
izahtan anlaşılır ki, musannıfın ikinci nev'i için ayrı bâb yapması münasip
düşmemiştir.
«Bir adam karısına seç derse...» ifadesiyle
musannıf kadının bunu kabulünden bahsetmekle bunun temlîk olduğuna işarette
bulunmuştur. Bu söz yalnız temlîk eden tarafından tamam olur. Meclis bozulmadan
sözünden dönse sahih olmaz. Muhayyerliği de mutlak zikretmiştir. Çünkü koca
karısına "Talâkı seç." der de kadın: "Talâkımı seçtim."
cevabını verirse bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Çünkü kocası talâkı açıkça
zikredince muhayyeriik meselesi ric'î ile bâin arasında kalır. Bunu Bahır'dan
naklen Tahtâvî söylemiştir.
«Emrin elinde olsun.» cümlesini burada
söylemeye hâcet yoktur. çünkü bunun için müstakil bir fasıl gelecektir. T.
«Duyduğu mecliste» ifadesinden anlaşılıyor
ki, erkeğin meclisine itibar yoktur. Binaenaleyh kadını muhayyer bırakır da
kendisi ayağa kalkarsa meclis bâtıl olmaz. Kadının ayağa kalkması bunun
hilâfınadır. Onunla meclis bozulur. Bunu Bedayi'den naklen Bahır sahibi
söylemiştir. T.
«Çünkü bu iki söz kinâyedirler.» Yani
tefvîzin kinâyelerindendirler. Şürunbulâliyye.
«Niyetsiz amel etmezler.» Yani rıza halinde
kazaen ve diyaneten amel etmezler. Fakat öfke veya müzakere hallerinde erkek
talâkı niyet etmedim iddiasında kazaen tasdik olunmaz. Çünkü bu iki söz hâlis
cevap içindirler. Nitekim geçmişti. Artık bu kadının yeni bir nikâh tazelemeden
o adamla beraber bulunmasına imkân yoktur. Zira kadın hâkim gibidir. Bunu Fetih
ve Bahır sahibleri söylemişlerdir. Sonra bil ki niyetin şart kılınması nefis
kelimesini yahut onun yerini tutan başka bir kelimeyi zikretmediğine göredir.
Nefis kelimesi yalnız kadının sözünde zikredilmiştir. Nitekim izahı gelecektir.
Buna dikkat et. Çünkü ben buna tembihde bulunan kimse görmedim.!
«Kendini boşa...» sözü sarîh olarak
tefvîzdir. Niyete muhtaç değildir. Bu sözle bir talâk-ı ric'î meydana gelir.
Ama üç talâkı niyet etmek de sahih olur. Nitekim musannıf meşiet faslının
başında bunu söyleyecektir.
«Oradan kalkmadıkça ilah...» sözünü atıf
harfiyle atfetse daha iyi olurdu. Bunun yerineçekindiğini bildiren bir iş
yapmadıkça dese daha kısa ve daha faydalı olurdu.
«Bir vakitle sınırlandırılmış olmasın
ilah...» Ona kendisini bugün boşama hakkını verdim derse, o gün kadının bunu
duyduğu meclis itibara alınır. Ertesi gün duyarsa artık emri elinde olmaktan
çkar. Kadın yokken kocasının tefvîz yaptığı her vakit de böyledir. O müddet
geçinceye kadar kadının bundan haberi olmazsa muhayyerliği bâtıl olur. Fetih ve
Bahır. Vakitle sınırlandırmak hususunda bu bâbın sonunda fer'î meseleler
gelecek. Kabul etmemekle sınırlı müddetin bâtıl olmayacağı görülecektir.
«Vakit geçmiş bulunmasın.» Mânâ şudur:
Kadın o mecliste kendisini boşayabilir. Velevki sınırlandırılmayan vakit uzun
sürsün. Yahut vakti sınırlandırmış, fakat geçmemiş olsun. Vakti geçerse
muhayyerlik sâkıt olur.
«Meclisi hakikaten bozulur.» cümlesinden
anlaşılıyor ki, ayağa kalkmakla meclis hakikaten bozulur. Bu söz
İzahü'l-lslah'daki ifadeye muhaliftir. Orada şöyle denilmiştir: "Meclis
mücerred ayağa kalkmayla değişmese de bununla muhayyerlik bozulur. Çünkü ayağa
kalkmak bundan çekinmeye delâlet eder.." Hidâye sahibinin sözünden
anlaşılan da budur. Tebyîn'de "Meclis bazen bir yerden başka yere geçmekle
hakikaten değişir. Bazen de başka bir işe başlamakla hükmen değişir. H."
denilmiştir.
Ben derim ki: Galiba şârih ayağa kalkmayı
değişmek mânâsına almıştır. Zira bazen yer değiştirmeye meclisinden kalktı
denilir. Otururken ayağa kalktı mânâsı kasdedilmez. Zira meclisin mutlak
surette her ayağa kalmakla değişmesi esahhın hilâfınadır.
«Kabul etmediğini gösterecek bir harekette
bulunursa» diye kayıdlaması şundandır: Kadını muhayyer bırakır, o da elbise
giyer veya su içerse muhayyerliği bâtıl olmaz. Çünkü elbise giymek bazen şâhid
çağırmak için olabilir. Susuzluk dahi bazen şiddetli olabilir de düşünmeye mâni
teşkil eder. Yabancı söz amelde dahildir. Ama bu mutlak muhayyerlik
hususundadır. Muhayyerlik meselâ: Bir ay gibi sınırlı olursa vakit bâki oldukça
bununla bozulmaz. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Nelerin kabul etmek veya
etmemek sayılacağı hakkında ileride sözün tamamı gelecektir.
METİN
Çünkü bu temlîktir. Binaenaleyh kadının
mecliste kabulüne bağlıdır. Tevkil değildir. Onun için dönmesi sahih olmaz.
Hatta kadını muhayyer bırakır da sonra onu boşamayacağına yemin eder ve kadın
boşanırsa esah kavle göre yemini bozulmaz. Meclisten sonra kadın boş olmaz.
Meğerki kendini boşa ve benzeri sözlere: "Ne zaman dilersen yahut her ne
zaman dilersen veya dilediğin vakit yahut dilediğinde" sözlerini ziyade
etmiş olsun. Bu takdirde meclisle mukayyed olmaz. Dönmesi de sahih değildir.
Sebebi yukarıda geçti. Kadına: Ortağını boşa veya ecnebî bir adama: Benim
karımı boşa demesine gelince: Bundandönmesi sahihtir. Meclisle mukayyed de
değildir. Çünkü bu hâlis tevkildir. Kendini ve ortağını boşa sözü kadın
hakkında temlîk, ortağı hakkında tevkil idi. Ancak bunu dilemeye tâlik ederse o
zaman tevkil değil temlîk olur.
İZAH
«Kadının mecliste kabulüne bağlıdır.» Şârih
buradaki kabulden cevabı kasdetmiştir. Bağlıdır cümlesindeki zamir boşamaya
aiddir. Temlîke aid değildir. Çünkü ulemanın açıkladıklarına göre bu temlîk
sadece temlîk edenle tamam olur. Kabule bağlı değildir. Zira kadın tefvîzden
sonra boş olur. Tefvîz ise temlîk tamamlandıktan sonra olur. Nitekim Fetih ve
Nehir'de izah edilmiştir. Bununla anlaşılır ki, bu temlîkin tamamı kabule bağlı
olmadığı gibi o mecliste cevaba da bağlı değildir. Çünkü cevap yani boşamak
temlîk tamam olduktan sonradır. Cevaba bağlı olan şey boşamanın sahih
olmasıdır. Anla!
«Dönmesi sahih olmaz.» sözü bunun tevkil
olmadığına tefri' edilmiştir. Çünkü vekâlet lâzım değildir. Tevkil olsa kadını
azl sahih olurdu. Bahır sahibi Câmiu'l-Fûsuleyn'den naklen şöyle demektedir:
"Kadına talâkı tefvîz etmek vekâlettir. Kadını azletmeye salahiyatdardır
diyenler olmuştur. Esah kavle göre kocası azle salahiyatdar değildir."
Lâkin temlîk olunca ondan dönmenin sahih olmaması lâzım gelmez. Nitekim
Mi'râc'da beyan edilmiş: "Çünkü hibeyle bozulur. Hibe temlîktir, ondan
dönmek sahih olur." denilmiştir. Zahîre sahibi bunu ta'lil ederek onun
yemin mânâsına geldiğini söylemiştir. Çünkü bu talâkı kadının kendisini
boşamasına tâliktir. Fetih sahibi kendisine şöyle itirazda bulunmuştur:
"Bu sair vekâletlerde de câridir. Çünkü: onu sattığım vakit cevaz verdim
demektir mânâsını tezammun eder. Halbuki ondan dönmek sahihtir. İllet ancak
yalnız başına kabulsüz temlîk eden şahısla tamam olan bir temlîk olmasıdır.
Tamamı Nehir'dedir."
«Hatta kadını muhayyer bırakır da ilah...»
ifadesi tevkil olmadığına dair ikinci tefri'dir. Bilâkis temlîktir. Zira
yeminin bozulmasına illet - ki İmam Muhammed'in: Kadının kocasına naib
oluşudur, sözüdür - memnu'dur. Nitekim Fetih'de Muhît sahibinin zıyadelerinden
naklen beyan edilmiştir. Yani kadın milk sahibi olduğu içindir. Bu izaha göre
kocası karısını boşamak için bir adam tevkil etse yemini bozulur. Nitekim
yeminler bahsinde inşaallah me'murunun fiili ile yemini bozulduğu anlatılırken
gelecektir.
«Meclisle mukayyed olmaz.» Ne zaman ve her
ne zaman sözleri umum vakitlere şâmildirler. Sanki o adam: "Hangi vakitte
dilersen» demiş gibidir. Dilemek meclise münhasır kalmaz. Vakitte, her vakitte
sözleri ise İmameyn'e göre ne zaman sözüyle müsavîdirler. İmam-ı Âzam'a göre
bunlar zarf için kullanıldıkları gibi şart için de kullanılırlar. Lâkin emir
kadının eline geçmiştir. Artık şüphe ile çıkmaz. Bunu Halebî Minah'dan
nakletmiştir.
«Sebebi yukarıda geçti.» Ki bu tevkil
değildir. Hatta kadına kendisini boşamak için vekâletverdiğini açıkça söylese yine
temlîk olur, tevkil olmaz. Nitekim Câmiu'l-Fûsuleyn'den naklen Bahır'da izah
edilmiştir.
«Veya ecnebî bir adama: Benim karımı
boşa...» cümlesini boşamakla kayıdlaması şundandır: Bu adam karımın emri senin
elindedir demiş olsa o meclise münhasır kalırdı. Esah kavle göre dönmeye hakkı
yoktur. Bunu Bahır sahibi Hulâsa'dan nakletmiştir. Meşiet faslında:
"Ecnebî bir kimseye hem karımın emri senin elindedir, hem de karımı boşa
sözlerinin ikisini de söylese bu hususta tafsilât vardır. Bahır'da zikredilmiştir.
«Çünkü bu hâlis tevkildir.» Yani kendini
boşa demesinin hilâfınadır. Çünkü kadın kendi nefsi için amel eder. Binaenaleyh
o söz tevkil değil temlîk olur. Bahır.
«Kadın hakkında temlîktir.» Çünkü bu
hususta kadın kendisi için iş görür.
«Ortağı hakkında tevkildir.» Çünkü bu
hususta başkası hakkına iş görmektedir. Zâhire bakılırsa bu söz umum mecazdan
da değildir. Müştereki iki mânâsında kullanmak kabîlinden de değildir. Çünkü
boşa sözünün hakikatı birdir. O da boşama emridir. Velevki müteallakına göre üzerine
terettüb eden hüküm muhtelif olsun. Nitekim başka birine benim ve senin karını
boşa demesi böyledir. O kimse hem vekil, hem asil olmuş olur.
«O zaman temtîk olur.» Artık dönmeye hakkı
yoktur. Çünkü emri onun reyine ısmarlamıştır. Mâlik dilediği gibi tasarrufta
bulunan kimsedir. Vekil ise dilesin dilemesin kendisinden fiil istenen
kimsedir. Bunu Tahtâvî Minah'dan nakletmiştir.
«Tevkil değildir.» Yani velevki vekâleti
açıkça söylemiş olsun. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den nakletmiştir.
METİN
Bunların aralarında beş hükümde fark
vardır. Temlîkde dönemez, azl de edemez, kocanın delirmesiyle bâtıl olmaz.
Meclis ile mukayyeddir. Akılla mukayyed değildir. Binaenaleyh talâkı bir deliye
ve aklı ermeyen bir çocuğa tefvîz etmesi sahih olur. Tevkil bunun hilâfınadır.
Bahır. Evet, tefvîzi yaptıktan sonra delirse vâki olmaz. Burada ibtidaen
müsamaha gösterilmiş, kaidenin aksine olarak bâkâen gösterilmemiştir.
Bellenmelidir. Ayaktaki kadının oturması, oturan kadının dayanması, dayanan
kadının oturması meşveret için babasını veya başkasını çağırması, talâkı
seçtiğine yanında şâhidlik yapacak kimse bulunmadığı vakit şâhid göstermek için
şâhidler çağırması - esah kavle göre bunun için yeniden değişsin değişmesin
fark etmez. Hulâsa. - ve kadının bindiği hayvanı durdurması meclisi kesmez.
Kocası kadını zorla ayağa kaldırır veya onunla zorla cima' ederse meclis bâtıl
olur. Çünkü kadının kendini seçmeye imkânı vardır.
İZAH
«Temlîkde dönemez, azl de edemez.»
Dönememekten azl edememek lâzım gelmez. Çünküecnebî birine benim karımın emri
senin elindedir deyip, sonra seni azlettim ve karımın emrini kendi eline verdim
dese azli sahih olmaz. Halbuki tefvîzden tamamiyle dönmüş de değildir. Anla!
«Kocanın delirmesiyle bâtıl olmaz.» Bu onun
tâlik olmasına bakaraktır. T.
«Akılla mukayyed değildir.» Beşinci hüküm
budur. T.
«Sahih olur.» cümlesi beşinci hüküm üzerine
tefri'dir. İzahı Muhît'ten naklen Bahır'da yapıldığına göre şöyledir: Bir kimse
karısının emrini aklı ermeyen bir çocuğun veya delinin eline verirse o meclis
devam ettiği müddetçe bu onun elindedir. Çünkü bu bir temlîk olup zımnında
(altında) tâlik vardır. Binaenaleyh temlîk itibariyle sahih olmazsa tâlik
itibariyle sahih olur. Biz de onu tâlik itibariyle sahih kabul ederiz. O adam
karısına sanki şöyle demiş gibidir: "Eğer deli sana sen boşsun derse sen
boşsun." Temlîk mânâsı itibariyle bu söz her iki tarafla amel etmiş olmak
için meclise münhasır kalır. T. Zahîre sahibi diyor ki: "Biz bundan fetva
vak'ası olmuş bir meselenin cevabını çıkardık. Sureti şudur: Bir adam küçük karısına
talâkı niyet ederek emrin elindedir der de kadın kendini boşarsa sahih olur.
Çünkü sözü sen kendini boşarsan sen boşsun takdirindedir." Aklı ermeyen
çocuğun konuşması şarttır. Konuşarak kadına talâkı söylemesi sahih olur.
Söyleyebilmekten aklı ermesi lâzım gelmez. Bunu Tahtâvî Bahır'dan nakletmiştir.
«Tevkil bunun hilâfınadır.» Yani beş
meselede tevkil bunun gibi değildir. Lâkin son mesele hakkında bahis vardır.
Biz ondan meşiet faslında bahsedeceğiz.
«Evet, tefvîzi yaptıktan sonra» kendisine
tefvîz olunan kimse delirirse talâk vâki olmaz. T.
«Burada ibtidaen müsamaha gösterilmiştir
ilah...» Bu ifadenin benzeri Bahır'ın meşiet faslındadır ki şöyle denilmiştir:
"Satışa tevkil edilen vekil alış-verişe aklı erecek derecede delirir de
sonra satış yaparsa satışı mün'akid olur. Bu sıfatta bir deliyi vekil tâyin
etmek bunun hilâfınadır. Çünkü birincide tevkil satış için yapılmıştı. Orada
mesuilyet vekilin üzerinde olur ve geçerli değildir. İkincide ise mesuliyeti
müvekkilin üzerine olan bir satışa vekil edilmiştir ve onun üzerine geçerli
olur. Nitekim Hâniyye'de beyan edilmiştir. Talâkı tefvîz meselesinde aslâ
mesuliyet yoksa da lâkin koca tefvîz zamanında aklı ermez haldedir. Yalnız
akıllının sözünü anlar. Deli iken boşadığında şart yoktur. İbtidaen deliye tefvîz
etmesi bunun hilâfınadır. Velevki hiç akıl etmesin. Bu tâlikin mânâsı
itibariyle sahih olur. Satışa tevkilde ise ancak alış-verişe aklı ermesi
şartıyla sahih olur ve sanki bunak mânâsındadır. Satışa tefvîz ve tevkilin iki
fer'inden anlaşılıyor ki bâkâen gösterilmeyen müsamaha ibtidaen gösterilmiştir.
Bu ise fıkhî kaideye muhâliftir. Kaide şudur: ibtidâen müsamaha gösterilmeyen
şeyde bâkâen müsamaha gösterilir." Bahır'ın sözü kısaltılmış olarak burada
sona erer.
Ben derim ki: Bu kaide Eşbâh'da şöyle ifade
edilmiştir: "Dördüncüsü tâbi olan şeylerde başkalarında affedilmeyen
şeyler affedilir." Ondan sonra bu kaide üzerine fer'î meseleler
getirilmiş, sonra o meselelerin aksine buradaki iki fer'î meseleden başka iki
mesele getirilmiştir. Bu surette aksin fer'lerî dört olur.
«Ayaktaki kadının oturması» yerine
Câmiu'l-Fûsuleyn'de: "Kadın evin içinde bir taraftan bir tarafa yürürse
bâtıl olmaz." denilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Bunun mânâsı:
Kadın ayakta iken ona muhayyerlik vererek arkacığından kadının bir taraftan
başka tarafa yürümesidir. Fakat kadın evde otururken onu muhayyer bırakır da
ayağa kalkarsa mücerred kalkmasıyla muhayyerliği bâtıl olur. Çünkü bu kabul
etmemenin delilidir.
Ben derim ki: Burada şöyle denilebilir: Bu
bazı ulemanın kavlidir. Esah kavle göre ise ayağa kalkmasıyla birlikte mutlaka
kabul etmediğini gösteren bir delil bulunmalıdır. Nitekim yukarıda geçti.
«Oturan kadının dayanması» meclisi bozmasa
da yaslanması ihtilâflıdır. Bazıları bozmayacağını söylemiş, birtakımları
döşeği uyuyacakmış gibi hazırlarsa bâtıl olur demişlerdir. Bunu Bahır sahibi
Hulâsa'dan nakletmiştir.
«Meşvret için çağırması» meclisi bozmaz.
Fakat başka bir iş için çağırırsa meclis bozulur. Çünkü yukarıda gördük ki,
ecnebi bir söz kabul etmemenin delilidir.
«Yanında şâhidlik yapacak kimse bulunmadığı
vakit» ifadesi yanında hiç kimse bulunmamaya yahut bulunup da onları
çağırmamaya sâdıktı. Kadının yanında çağıracak kimseler bulunur da kadın onları
bizzat çağırırsa muhayyerliği bâtıl olur. Zâhire bakılırsa bu hüküm meşveret
için başkasını çağırdığında dahi câridir. T.
«Esah kavle göre...» Bazıları yer
değiştirirse bâtıl olacağını söylemişlerdir. Çünkü mu'teber olan ya meclisin
değişmesi yahut kabul etmemektir. Esah olan kabul etmemeyi itibara almaktır.
Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
"Çünkü kadının kendini seçmeye imkânı
vardır." Bunu yapmaması kabul etmediğine delildir. Bahır.
METİN
Kadın için gemi ev gibidir. Kadının
hayvanının yürümesi de kendi yürümesi gibidir. Hatta geminin hareket etmesiyle
meclis değişmez. Ama hayvanın yürümesiyle değişir. Çünkü hayvanın yürümesi
kadına izafe edilir. Meğerki kocasının susmasıyla birlikte cevap vermiş olsun;
yahut ikisini birden bir devecinin yeddiği bir yerde bulunsun. Zîra bu gemi
gibidir. Kendini seç sözünde üç talâkı niyet sahih değildir. Çünkü seçmenin
nev'ileri yoktur. Sen bâinsin yahut emrin elindedir demesi bunun hilâfınadır.
Kadın: Ben kendimi ihtiyar ettim yahut ben nefsimi ihtiyar ediyorum derse
istihsanen bir talâk-ı bâinle boş olur.
İZAH
«Geminin hareket etmesiyle meclis
değişmez.» Çünkü geminin hareketi yolculara izafe edilmez. Bilâkis rüzgara, su
vermeye vesaireye izafe edilir. Binaenaleyh geminin hareket etmesiyle
muhayyerlik bâtıl olmaz. Muhayyerlik meclisin değişmesiyle bâtıl olur. Fetih.
«Meğerki kocasının susmasıyla birlikte
cevap vermiş olsun.» Çünkü bundan daha çabuk cevap vermesi mümkün değildir.
Binaenaleyh hükmen meclis değişmiş sayılmaz. Zira meclisin bir olması ancak
cevap söze bitişik olsun diye muteberdir. Fasıla verilmemişse bu mevcud
demektir. Fetih'de böyle denilmiştir. Çabukluğu Hulâsa sahibi: "Cevabı
adımını geçmelidir." şeklinde tefsîr etmiştir. Nehir. Fetih sahibinin:
"Hükmen değişmez." sözünün zâhirine bakılırsa cevabının adımından
önce olması şart değildir. Çünkü bununla ne hakikaten, nede hükmen değişme
hâsıl olmaz.
«Zira bu gemi gibidir.» Yani ikisinde de
hareket yolcuya muzaf değildir. Buna kıyasen kadın bir hayvan üzerinde olur da
yedicisi de bulunursa hayvanın yürümesiyle muhayyerlik bozulmamak gerekir.
Nehir. Remlî bunu kabul etmiştir.
Ben derim ki: Buna kıyas maalfârik
denilebilir. Çünkü karı-koca ikisi bir mahmelde bulunur da kendilerini başka
biil yederse hareket yeden şahsa nisbet edilir. Çünkü mahmele binen kimse
hayvanı yürütmeye imkân bulamaz. Hayvana binen böyle değildir. Onun hayvanı
yürütmesi mümkündür. Binaenaleyh başkası yedse bile hareket binen kimseye
nisbet edilir. Rahmetî diyor ki: "Eğer hayvan huysuzluk eder de kadın onu
idareden âciz kalırsa gemi gibi olmak gerekir. Çünkü o zaman hayvanın fiili
binen şahsa nisbet edilmez. Nitekim cinayetler bahsinde gelecektir."
T E T İ M M E : Kadın otururken veya farz
namazını yahut vitri kılarken uyur da namazı bitirirse yahut esah kavle göre
sünnet-i müekkede kılarsa veya nafile namaza bir rekât daha katarsa yahut ayağa
kalkmadan elbise giyerse veya azıcık yer içerse yahut azıcık okur veya tesbih
ederse yahut beni niçin kendi ağzınla boşamıyorsun derse muhayyerliği bozulmaz.
Fetih sahibi diyor ki: "Çünkü meclisi değiştiren şey ilk sözü kesip başka
söze başlamaktır. Bu öyle değildir. Bilâkis bütünü bir mânâya teallûk
etmektedir ki, o da talâktır." Tamamı Nehir'dedir.
«Çünkü seçmenin nev'ileri yoktur.» Kadının
seçmesi ancak kurtulmayı ve arınmayı ifade eder. Bununla boş düşmesi mukteza
yoluyla sâbit olur. Muktezanın ise umumu yoktur. Nehir. Yani ben kendimi seçtim
demesinin mânâsı ona bir kimsenin mâlik olmasından onu arıttım demektir. Bu ise
ayrılmakla olur. Binaenaleyh ayrılmak muktezadır. O da sözü doğrultmak için
zaruret mikdarı sâbit olur. Çünkü kadının kocası ona mâlik iken kendini ondan
arıtması mümkün değildir. Binaenaleyh "çünkü ben kendimi ayırdım"
cümlesi takdirolunur. Bu muktezadır. Muktezanın umumu yoktur. Çünkü zaruridir.
O zaruret mikdarı takdir edilir. Bu mikdar da beynunet-i suğra (küçük ayrılık)
dır. Zira kadın kendini kocasının milkinden ancak bununla kurtarır. Beynunet-i
kübrayı (büyük ayrılığı) niyet etmesi sahih değildir. Çünkü lâfzın ona ihtimali
yoktur. Rahmeti.
«Sen bâisin demesi bunun hilâfınadır.»
Çünkü bu söylenmiş sözdür. Umumuna mâni yoktur. Mutlak söylendiğinde en azına
yorumlanır ki, o da beynunet-i suğradır. Ama beynunet-i kübrayı niyet ederse
sahih olur. Çünkü lâfzının muhtemelidir. Emrin elindedir sözü de böyledir. Bu
sözle talâk-ı ric'î yapmak sahih değildir. Çünkü bu kinâye lâfzıyla tefvîz
yapmaktır. Bununla vâki olan talâk bâin olur ve her iki beynunete ihtimali
vardır. Küçük beynunete yorumlanır. Ama büyüğünü niyet eder de kadın onu
lâfzıyla söyleyerek yahut niyet ederek yaparsa sahih olur. Çünkü sözünün
muhtemelidir. Bunu Rahmetî söylemiştir.
«İstihsanen» sözü "yahut ben kendimi
ihtiyar ediyorum" ifadesine râci'dir. Yani kadın muzarî sîgasıyla
söylerse, ben sözünü zikretsin etmesin kıyasa göre talâk vâki olmaz. Çünkü
va'dden ibarettir. İstihsanın vechi Âişe (r.a.)'nin: "Bilâkis ben Allah'ı
ve Rasûlünü ihtiyar ederim." sözüdür. Bunu Peygamber (s.a.v.) kendini
muhayyer bıraktığı vakit söylemiş, Rasûlüllah (s.a.v.) de cevap olarak muteber
saymıştır. Bir de muzarî hal mânâsında hakikat gelecek mânâsında mecazdır.
Nitekim mezheblerden biri budur. Bunun aksini söyleyenler de vardır.
Birtakımları hal ile gelecek arasında müşterek olduğunu söylemişlerdir.
Müşterek olduğuna göre burada halen mevcud bir şeyi haber verme olması
karinesiyle hal mânâsı tercih edilir. Seçme hususunda bu mümkündür. Çünkü
seçmenin yeri kalbtir. Binaenaleyh başka bir yerde mevcud olan bir şeyi dille
haber vermek sahih olur. Nitekim şâhidlik meselesinde böyledir. Kadının:
"Kendimi boşuyorum." demesi bunun hilâfınadır. Bu sözü mevcud bir
talâkı haber vermek mânâsına almak mümkün değildir. Zira ancak dille olur. Câiz
olsa onunla bir zamanda iki iş meydana gelmek icab ederdi. Bu ise muhaldir
(imkansızdır). Bu izah boşamanın boşuyorum sözüyle meydana ge-mediğine
binaendir. Çünkü böyle bir örf yoktur. Evvelce arzetmiştik ki, örf olsa câizdir.
Bunun muktezası burada onunla talâk vâki olmakdı. Çünkü inşâdır, ihbar
değildir. Fetih'de böyle denilmiştir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Nehir sahibi diyor ki: "Mi'râc'da
mesele talâk yapmayı niyet etmediyse diye kayıdlanmıştır. Niyet etmişse talâk
vâki olur." Burada münasip olan müennes zamiriyle ifade etmektir. Çünkü
meselemiz kadının "kendimi boşuyorum" sözüdür. Düşün!
METİN
Erkeğin kendini boşa demesi kadının da: Ben
boşum yahut ben kendimi boşuyorum cevabını vermesi bunun hilâfınadır, talâk
vâki olmaz. Çünkü örf olmadıkça - Cevhere - yahutkadın talâk inşâsını niyet
etmedikçe - Fetih - bu bir va'ddir. Karı-kocadan birinin sözünde nefis veya
ihtiyara kelimelerinden birini zikretmek bilittifak talâk vuku sahih olmak için
şarttır. Bu sözü cümleye bitişik olarak zikretmek de şarttır. Ayrı zikredilirse
o mecliste olduğu takdirde sahihtir. Çünkü kadın o mecliste talâk inşasına
mâliktir. Aksi takdirde sahih olmaz. Meğerki kadının kendisini ihtiyar ettiğini
her ikisi tasdikte bulunsunlar. Bu takdirde sahih olur. Velev ki ikisinin de
sözleri nefis kelimesinden hâlî bulunsun. Dürer ve Tâciyye. Behensî ile Bâkânî
de bunu kabul etmişlerdir. Lâkin Kemal bunu reddetmiş. Ekmel de kîle
(denilmiştir) sözüyle nakletmiştir. Hak olan bunun zayıf sayılmasıdır. Nehir.
Erkek karısına bir ihtiyare veya bir talka yahut anneni seç derse kadının
seçtim demesiyle talâk vâki olur. Çünkü ihtiyare kelimesini zikretmek nefsi
zıkretmek gibidir. Sonundaki (te) harfi birlik ifade etmek içindir.
İZAH
«Ben boşum» ifadesi Cevhere'de, Bahır,
Nehir, Minah ve Fetih'de yoktur. Bilâkis Bahır'da bundan sonra gelen fasılda
ihtiyar ve diğer kitablardan naklen zikredildiğine göre ben boşum demesiyle bir
talâk vâki olur. Çünkü talâkla vasıflanan kadındır, erkek değildir. Bunu şârih
dahi gelecek fasılda söyleyecektir. Cevhere'nin ibâresi şöyledir: "Bir
adam karısına kendini boşa der de kadın ben boşuyorum cevabını verirse, hem
kıyasen hem istihsanen talâk vâki olmaz," Evet, Bahır'ın meşiet faslında
Hâniyye'den naklen zikrolunduğuna göre bir adam karısına: Sen dilersen üç defa
boşsun der de kadın ben boşum cevabını verirse hiç bir talâk vâki olmaz. Lâkin
talâk vâkl olmaması üç talâkı kadının üçü dilemesine tâlik ettiği içindir. Boş
sözüyle üç talâk yapmak mümkün değildir. Binaenaleyh hiç bir şey vâki olmaz.
Çünkü üzerine tâlik yapılan şey mevcud değildir. Onun için Zahîre sahibi:
"Talâk vâki olmaz. Meğer ki kadın: Ben üç defa boşum demiş olsun."
ifadesini kullanmıştır. Bu izahtan anlaşılır ki, ben boşum sözü cevap olmaya
elverişlidir. Burada onunla talâk olmaması üzerine tâlik yapılon şey
bulunmadığındandır.
«Bilittifak...» Çünkü ihtiyar sözüyle talâk
vâki olduğu sahabenin icma'ıyla bilinmektedir. İki taraftan birinin açıklayıcı
bir söz söylemeleri hususunda dahi sahabenin icma'ı vardır. Bunu Tahtâvî
İzahü'l-lslah'dan nakletmiştir.
«Çünkü kadın o mecliste talâk inşâsına
mâliktir.» O halde tefsirine de mâliktir. T. Bahır sahibi Muhît ve Hâniyye'den
naklen şöyle demiştir: "Kadın o mecliste: Ben kendimi kasdettim derse
talâk vâki olur. Çünkü kadın o mecliste oldukça talâk inşâsına mâliktir."
«Her ikisi tasdikte bulunsunlar.» Zâhirine
bakılırsa velevki meclis değiştikten sonra tasdikte bulunsunlar talâk vâkidir.
Bahır.
«Tâciyye» kelimesi Tâcü'ş-Şeria'ya
nisbettir.
«Lâkin Kemâl bunu reddetmiş» ve şöyle
demiştir: "Kendisini seçmekle talâk yapmak kıyasa muhâliftir. Binaenaleyh
nassın bulunduğu yare münhasır kalır. Bu olmasaydı hal karinesini tefsirle
yetinmek mümkün olurdu. Koca talâk vukuunu niyet ettikten ve birbirlerini
tasdikten sonra sözle tefsire hâcet kalmazdı. Lâkin bu bâtıldır. Aksi takdirde
bana su ver gibi aslâ talâka elverişli olmayan bir sözle mücerred niyet
bulundumu talâk vâki olurdu."
«Ekmel de» İnâye adlı eserinde bunu za'f
bildiren (kîle) sözüyle nakletmıştir. T.
«Sonundaki (te) harfi birlik ifade etmek
içindir.» Yani bazen kadın kendisini bir defa seçer. Kocası ona seç der, o da
kendimi seçtim cevabını verirse bir talâk vâki olur. Bazen de müteaddit defa
seçer. Meselâ kocası: Üç talâk ile kendini seç der de, kadın seçtim cevabını verirse
üçü de vâki olur. Birlikte kaydedince anlaşılır ki, kadını talâk hususunda
muhayyer bırakmıştır ve bu söz tefsir edilmiş olur. "Bu söz yukarıda geçen
seçmenin nev'ileri yoktur." ifadesi ile çelişki halindedir diye itiraz
edilmez. Çünkü bizim söylediğimizden bizzat seçmenin nev'ilere ayrılması lâzım
gelmez ki, başka bir söz ziyade etmeden her nev'i niyetle tâyin edilsin. Bunu
Fetih sahibi söylemiştir.
METİN
Tatlika sözünü zikretmek, seç lâfzını
tekrarlamak dahi böyledir. Kadının babamı yahut annemi veya ailemi yahut
kocaları seçtim demesi nefis kelimesinin yerini tutar. Şart olan bunun
ikisinden birinin sözünde zikredilmesidir. Nitekim misâlini gösterdik.
Binaenaleyh ihtiyara kelimesi zan edildiği gibi kocanın sözüne mahsus değildir.
Kadın: Ben kendimi ve kocamı yahut kendimi hayır bilâkis kocamı seçtim derse
talâk vâki olur. Gerçi ihtiyar'da talâk vâki olmaz denilmişse de yanlıştır.
Evet, kadın bunun aksini söylerse önce söylediğine itibar edilerek talâk vâki
olmaz ve emri elinde olmaktan çıkar. Nasılki yahut kelimesiyle atfeder yahut
kocası kendisini seçsin diye kadına rüşvet verir o da seçerse, yahut kadın: Ben
kendimi aileme kattım derse talâk vâki olmaz. Erkek seç sözünü atıflı veya
atıfsız olarak üç defa tekrarlar da kadın seçtim yahut bir seçme seçtim veya
birinciyi yahut ortadakini veya sonuncuyu seçtim cevabını verirse, tekrarın
delâletiyle kocanın niyeti olmaksızın üç talâk vâki olur.
İZAH
«Tatlika sözünü zikretmek» kadının
ifadesinde ise onunla bir tatâk-ı bâin vâki olur. Meselâ kadın: Ben kendimi bir
tatlika ile seçtim derse hüküm budur. Çünkü bu sarîh sözle ifadesinde geçerse
iş değişir. Onunla bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Çünkü bu sarîh sözle tefvîz
yapmaktır. Evvelce geçtiği vecihle bunda üçü niyet dahi sahih olur.
«Seç lâfzını tekrarlamak dahi böyledir.»
Çünkü tekerrür eden talâk hakkındaki seçimdir. Binaenaleyh teayyün etmiştir.
Bunu Tahtâvî İzâh'dan nakletmiştir. Lâkin tekrarın nefis gibitefsir edilmiş
sayılması söz götürür. Az ileride gelecektir.
«Kadının babamı seçtim ilah...» demesi
nefis kelimesinin yerini tutar. Çünkü onların yanında olmak ancak kocasından
ayrılmak onunla beraber bulunmamak içindir. Kavmimi seçtim yahut zîrahm-i
mahremimi seçtim demesi bunun hilâfınadır. Zira talâk vâki olmaz. Bu sözün
kadının babası veya annesi bulunduğu hale yorumlanması gerekir. Bunlardan biri
yok da kardeşi varsa talâkın vâki olması gerekir. Çünkü o zaman kadın âdeten
onun yanında bulunur. Fetih'de böyle denilmiştir. Nehir sahibi diyor ki:
"Kadın babamı veya annemi seçtim der de bunlar ölmüş bulunur, kardeşi de
yoksa hükmün ne olacağını görmedim. Ama talâk vâki olması gerekir. Çünkü bu söz
kendimi seçtim sözü yerine geçer."
Hâsılı tefsir edilen sözler sekizdir.
Bunfar: Nefis, ihtiyara, tatlika, tekrar, babam, anam, ailem ve kocalar
sözleridir. Dokuzuncu bir söz daha ilave edilir ki, o da erkeğin sözündeki
sayıdır. Erkek karısına üç defa ihtiyar et der de kadın ihtiyar ettim cevabını
verirse, üç talâk vâki olur. Çünkü bu söz talâkı ihtiyar etmek istediğinin
delilidir. Müteaddid olan talâkdır. Kadının seçtim sözü ona sarfedilir ve üç
talâk vâki olur. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
«Şart olan ilah...» Bu şeylerin karı ile
kocadan birinin sözünde bulunması ile iktifa olunması şundandır: Çünkü erkeğin
sözünde bulunursa kadının cevap vermesi onun tekrarını tezammun eder. Sanki
kadın ben bunu yaptım demiş gibi olur. Kadının sözünde bulunursa lâfızda
hassaten ayrılık ifade eden ve talâk ikâ'ında âmil olan şey bulundu demektir.
Kocanın niyeti de bulununca ayrılmanın illeti tamam olur ve ayrılık sübut bulur.
Nefis ve benzeri bir kelime iki taraftan birinin sözünde zikredilmezse iş
değişir. Çünkü belirsiz belirsizi tefsir edemez. Bir de yukarıda geçen icma'
vardır. Meselenin tamamı Fetih'tedir.
«Kocanın sözüne mahsus değildir ilah...»
Şârih bu ifadeyi Kuhistânî'den almıştır. H. Metinler nefis veya ihtiyara
kelimesinin karı ile kocadan birinin sözünde zikredilmesi şarttır derken onlara
muhâlif olarak kocanın sözüne nasıl mahsus olabilir.
«Talâk vâki olmaz denilmişse de yanlıştır.»
Yani Muhtar şerhi İhtiyar'da kadının sözünden vazgeçmesi meselesinde talâk vâki
olmaz denmişse de bu hatadır. Çünkü güvenilir kitablarda nakledilenlere
muhâliftir. Bahır.
«Bunun aksini söylerse» yani ben kocamı
seçtim, hayır bilâkis kendimi seçtim derse yahut hem kocamı hem kendimi seçtim
cevabını verirse talâk vâki olmaz. Bahır.
«Önce söylediğine itibar edilerek talâk
vâki olmaz.» Çünkü ondan dönmek sahih olmaz.
«Nasılki yahut kelimesiyle atfederse» talâk
vâki olmaz. Emir kadının elinde olmaktan çıkar. Çünkü yahut kelimesi iki şeyden
birini bildirmek içindir. Kadının alettayin kendini mi yoksa kocasını mı
seçtiği bilinmediği için kendisini alakadar etmeyen bir şeyle iştigal olur ki
bu da vazgeçmek sayılır. H.
«Kendimi aileme kattım derse ilah...» Bahır
sahibi diyor ki: "Bir adam karısına seç der de kadın: Ben kendimi aileme
kattım cevabını verirse talâk vâki olmaz. Nitekim Câmiu'I-Fûsuleyn'de beyan
edilmiştir. Ama bu müşkildir. Çünkü kinâye sözlerdendir ve kadının ben bâinim
demesi gibidir" H. Bahır sahibi bunu gelecek bâbta zikretmiştir. Biz de
cevabını orada vereceğiz.
«Atıflı» yani Arapça vav, fa veya sümme
harflerinden biriyle atfederse Fârisî'nin Telhîz şerhinde şöyle denilmiştir:
"Sümmeyle atfederek söyler de kocası ikinciyi söylemeden kadın kendisini
ihtiyar ederse, kendisi de cima' olunmamışsa birinciyle bâin talâkla boş düşer.
Diğerleriyle bir şey vâki olmaz." Bahır.
«Kocanın niyeti olmaksızın» ifadesi Kenz,
Hidâye, Sadru'ş-Şehid ve Attâbî'de de bu şekildedir. Vechi şârihin dediği gibi
tekrarın talâk murad ettiğine delâlet etmesidir. Telhisü'l-Câmi'de dahi:
"Teaddüd yani tekrar talâka mahsustur ve nefisle niyetin zikrine hacet
bırakmaz. Lâkin Gâyetü'l-Beyân'da bildirildiğine göre Câmi-i Kebîr'de açıklanan
niyetin şart olmasıdır. Bu zâhîrdir." denilmiştir. Kaadîhân ile Ebu'l-Muîn
Nesefî buna kâil olmuş, Fetih sahibi dahi bunu tercih etmiştir. Zira seç emrini
tekrarlamak bu sözü talâk hakkında zâhir kılmaz. Câiz ki mal hakkında seç yahut
mesken hakkında seç demek istemiştir. Bahır sahibi diyor ki: "İhtilâf
niyetsiz olarak kazaen vâki olmasındadır. Haddi zatında talâkın ancak bununla
vâki olacağında ittifak vardır. Hâsılı rivâyeten ve dirayeten itimad edilen söz
niyetin şart olmasıdır, nefsin şart olması değildir."
Ben derim ki Allâme Kâsım ile Makddisî'nin
meylettikleri kavle birincisidir. Bahır sahibinin niyetin şart olmasıdır,
nefsin şart olması değildir demesi söz götürür. "Çünkü tekrar talâk murad
etmeye delildir." sözüne binaen niyet şart değildir diyen dahi tekrarın
delâletiyle nefsi zikretmenin şart olmadığını söylemiştir. Nitekim Telhîz'in
yukarıda gecen açık ibâresi böyledir. Tekrarı dokuz tefsir kelimesinden
sayanlarla niyetin şart olduğunu söyleyenler ve tekrarı talâk muradına delil
saymayanlar açıkça yukarıda geçmişti. Nitekim Feth'in yukarıda geçen sözü de açıktır.
Kaadihân'ın Ziyâdat şerhinde dahi öyledir. Şu halde tekrar talâk murad etmek
için delil sayılmayınca ihtiyar sözü tefsircisiz kalır. Tefsircinin şart
olduğunda ise yukarıda icma' nakletmiştik. Binaenaleyh niyet şarttır diyenlere
nefsi zikretmek de şart olmak lâzım gelir. Niyetle tefsir hâsıl olmaz. Çünkü
Fetih'de şöyle denilmiştir: "Seçmekle talâk ikâ'ı kıyasa muhâliftir.
Binaenaleyh nassın bulunduğu yere münhasır kalır. Bu olmasaydı hal karinesini
tefsirle yetinmek mümkün olurdu ilah..."
Evet, yukarıda geçen ihtilâf talâkın yalnız
kazaen vukuunda olduğuna göre şöyle demek gerekir: "Kocanın tekrarla
birlikte nefsi zikretmesinde bilittifak niyet şart değildir. Biliyorsun ki
ihtilâfın mercii tekrarın talâk muradına delâlet hususunda nefis kelimesinin
yerini tutuptutmamasıdır. Sarahaten nefis kelimesi zikredilmesi talâk muradına
delâlet teayyün eder ve artık kazaen niyetin şart olması hususunda hilâfa mahal
kalmaz. Çünkü nefis kelimesini zikretmesi niyeti olmadığı hususundaki dâvâsını
yalanlar. Nitekim talâkın kinâyelerinde geçmişti ki delâlet niyetten daha
kuvvetlidir. Çünkü delâlet açık, niyetse kapalıdır.
Şu halde geçen hilâfın tekrar suretinde
niyet şart mıdır değil midir meselesine aid olduğu teayyün eder. Bunun yeri ise
nefsi yahut nefis yerini tutacak bir sözü zikretmediği zamandır. Burada bana
zâhir olan budur. Bunu düşün! Çünkü biriciktir. Bundan anlarsın ki, buradaki
«niyetsiz olarak» dememizle bâbın başında musannıfın "talâkı niyet
ederek" demesi arasında birbirine aykırılık yoktur. Çünkü onun evvela
söylediği niyet şarttır sözü ancak nefis kelimesiyle onun benzeri olan tefsir
kelimelerinden biri kocanın sözünde zikredilmediğine göredir. Böyle bir kelime
ancak kadının sözünde zikredilmıştir. Birıaenaleyh karı-kocanın birbirlerinden
ayrılmalarının illeti tamam olmak için niyet şarttır. Nitekim evvelce Fetih'ten
nakletmiştik. Demiştik ki; öfke veya müzakere kazaen niyetin yerini tutar.
Fakat nefis veya benzeri erkeğin sözünde zikredilirse kazaen niyete hâcet
yoktur. Çünkü hassaten ayrılmakta kullanılan şey mevcuddur. Acaba kocanın
sözünde tekrar nefis kelimesi gibi tefsirci midir ve niyetin yerini tutar mı
tutmaz mı? Dinlediğin hilâf buradadır. Nefis kelimesi veya benzeri ne erkeğin,
ne kadının sözlerinde zikredilmemiş olursa aslâ talâk vâki olmaz. Velev ki
niyet etmiş olsun.
«Üç talâk vâki olur.» sözü bazı nüshalarda
niyetsiz sözünden önce zikredilmiştir. Minah'da da öyledir. En münasibi odur.
Çünkü üç talâka da niyet şart olmadığını ifade eder. T.
METİN
İmameyn: "Birinciyi seçtim sözünden
sonuna kadar bir talâk-ı bâin vâki olur." demişlerdir. Tahâvî bu kavli
benimsemiştir. Bahır. Ali Makdisî dahi bunu kabul etmiştlr. Hâvi'l-Kudsî'de:
Biz bununla amel ederiz o kadar." denilmiştir. Bu gösterir ki, müftabih
kavil İmameyn'in kavlidir. Çünkü ulemanın biz bununla amel ederiz demeleri
fetvaya alem olan sözlerdendir. Eşbâh'a hâşiye yazan Şeref-i Gazzî'nin
elyazısıyla böyle denilmiştir. Zikredilen muhayyer bırakmaya cevap olarak kadın
ben kendimi boşadım yahut ben kendimi bir tatlika ile seçtim veya ilk talâkla
seçtim derse esah kavle göre bir talâk-ı bâinle boş olur. Çünkü kocası talâk-ı
bâini tefvîz etmiştir. Kadın ondan başkasına mâlik değildir.
İZAH
«Birinciyi seçtim.» diye kayıdlaması
şundandır: Zira seçtim veya bir seçiş seçtim sözüyle bilittifak üç talâk vâki
olur. Kezâ bir defa seçtim veya bir kerre ile seçtim yahut birle veya bir
seçişle gibi kelimelerle bütün imamlarımızın kavline göre üç talâk vâki olur.
Bahır.
«Sonuna kadar» yani ortayı veya sonuncuyu
seçerse demektir. Maksad kadının birinciyiseçtim veya ortadakini seçtim yahut
sonuncuyu seçtim dediğini anlatmaktır. Bununla beraber kadının bunları atıf
edatıyla üçünü birden zikretmiş olması da ihtimal dahilindedir.
«AIi Makdisî dahi bunu kabul etmiştir.»
Burada şöyle denilebilir: "Makdisî Kenz'in Nazmını şerhederken sadece iki
kavli hikâye etmiş; sonra İmameyn'in kavlinin vechini anlatmış, arkacığından da
İmam-ı Âzam'ın kavlini tevcih etmiştir."
«Bu gösterir ki ilah...» sözüne karşı şöyle
denilebilir: "Bütün metin sahibleri İmam-ı Âzam'ın kavline göre hareket
etmiş, Hidâye sahibi onun delilini geriye bırakmıştır. Binaenaleyh âdeti
vecihle tercih edilen kavil odur. Fetih sahibi ile başkaları bu kavli izah ve
yapılan itirazları def hususunda uzun sözler söylemişlerdir. Bahır ve Nehir
sahibleri de Fetih sahibine uymuşlardır. Binaenaleyh metin ve şerh yazarlarının
itimad ettikleri kavil odur. Hâvi'l-Kudsî'nin itimad ettiği kavil onun
karşısında duramaz.
«Zikredilen muhayyer bırakmaya cevap
olarak» yani üç defa tekrara cevap olarak demektir. Nitekim Nehir'de
belirtilmiştir. Bahır'ın ibâresi ise: "Erkeğin seç demesine cevap
olarak" şeklindedir.
«Esah kavle göre» yerine doğrusu budur
demek daha münasibtir. Çünkü Hidâye ile bazı Câmi-i Sağîr nüshalarında
"Kocası karısına mâliktir." denilmişse de şârihler kesin olarak bunun
yanlış olduğunu söylemiş lerdir. Bahır'da: "Bu bir rivayettir."
denilmişse de bunu da Nehir sahibi reddetmiştir.
«Çünkü kocası talâk-ı bâini tefvîz
etmiştir.» Muhayyer bırakmak kinâyedir. Binaenaleyh onunla talâkı bâin vâki
olur.
«Kadın ondan başkasına mâlik değildir.»
Zira kadının talâk îkâ'ına itibar yoktur. itibar kocasının tefvîzınadır.
Görmüyor musun kocası ona bâin talâkı veya ric'îyi emreder de kadın aksini
yaparsa kocasının emrettiği olur. Bahır.
METİN
Bir boşama hususunda emrin elindedir yahut
bir boşama seç der de kadın kendini seçerse bir talâk-ı ric'î ile boş olur.
Çünkü kocası talâkı ona sarîh sözle tefvîz etmiştir. Beynunet ifade eden bir
kelime sarîh sözle birlikte söylenirse ric'î olur. Aksi de böyledir. Musannıf
cümleyi fî edatıyla kayıdlamıştır. Bâ ile kayıdlarsa hüküm yine böyledir.
Kendini boşaman için yahut kendini boşayıncaya kadar emrin elindedir demesi
bunun hilâfınadır. Çünkü talâk-ı bâinle boş olur. Nasılki nafakam sana
ulaşmazsa emrin elindedir. Ne zaman istersen kendini boşa dedikten sonra nafaka
kadına ulaşmaz da kendini boşarsa talâk bâin olur. Çünkü talâk lâfzı emrin
elindedir sözünün içinde yoktur.
FER'Î MESELELER : Bir kimse bir adama benim
karımı muhayyer bırak derse, o kimse muhayyer bırakmadıkça kadın muhayyer
olmaz. Ona muhayyer olduğunu haber ver demesibunun hilâfınadır. Çünkü
muhayyerliği ikrar etmiştir.
Bir adam karısına: Sen istersen boş ol ve
seç der de kadın diledim ve seçtim cevabını verirse iki talâk vâki olur. Bugün
ve yarın seç derse birleşir. Yarın da seç derse talâk müteaddid olur.
Bir adam karısına: Bugün seç yahut bu ay
emrin elinde olsun derse kadın günle ayın bakiyesinde muhayyer olur. Fakat bir
gün veya bir ay derse konuştuğu saatten yarının o saatine kadar ve konuştuğu
saatten ayın otuzuncu günü tamamlanıncaya kadar seçmeye hakkı olur. Bu
muhayyerliği kadına ay başında verirse kadın ayın ilk gecesi ile iIk gününde
muhayyer olur. Vakitle sınırlandırılan muhayyerlik vazgeçmekle bâtıl oluvermez.
Kadın bilsin bilmesin vaktin geçmesiyle bâtıl olur.
İZAH
«Kadın kendini seçerse" sözü ile
musannıf seçtim kelimesinin hem seçmeye, hem de emrin elindedir sözüne cevap
olabileceğine işaret etmiştir. Nitekim ilerde de gelecektir. Bunu Tahtâvî
söylemiştir.
«Beynunet ifade eden bir kelime ilah...» sözü
bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Emrin elindedir sözü ile seç sözünün ikisi de
beynunet (ayrılmak) ifade ederler. O halde onlara bâinden başka mânâ vermek
câiz olmamalıdır. Salhânî diyor ki: "Buradan anlaşılır ki, bir adam
karısına ruhun boş olsun dese talâk-ı ric'î meydana gelir."
«Aksi de böyledir.» Yani sarîh bir söz
kinâye ile birlikte kullanılırsa talâk bâin olur. Meselâ: Sen boşsun bâinsin
sözü böyledir. H.
«Çünkü talâk-ı bâinle boş olur.» Zira
talâkı kadına bâin sözü ile tefvîz etmiştir.
«Çünkü talâk lâfzı emrin elindedir sözünün
içinde yoktur.» Bu cümle her üç meselenin illetidir. T.
«Ona muhayyer olduğunu haber ver demesi
bunun hilâfınadır.» Yani o kimse haber vermeden kadın işitir de kendini seçerse
talâk vâki olur. Çünkü haber vermesini emretmek, haber verilecek şeyin önce
olmasını gerektirir ve bu kadını muhayyer bıraktığını ikrar sayılır. Bahır.
«İki talâk vâki olur.» Bunlardan biri
diledim, diğeri de seçtim sözüyle olur. Çünkü kocası ona biri sarîh diğeri
kinâye olmak üzere iki talâk tefvîz etmiştir. Sarîh zikredildiği halde kinâye
niyete muhtaç değildir. Bahır.
«Birleşir» Hatta kadın o gün seçmeyi
reddederse o söz aslından bâtıl olur. Hindiyye. Bugünün ve yarının içinden seç
demesi de böyledir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. T.
«Yarın da seç derse» yani bugün seç, yarın
da seç derse, seç kelimesini tekrarlaması karinesiyle burada iki muhayyerlik
vardır. T. Hangi sözler birleşir, hangileri birleşmezbundan sonraki bâbta
gelecektir.
«Bugün seç ilah...» Bugün diyerek belirli
söyleyince mâlum olan o gün anlaşılır. Muhayyerlik geçmiş güne aid değildir.
Kadın o gün geçinceye kadar muhayyerdir. Bu da o gün güneşin kavuşmasıyla olur.
Ay meselesinde de hilâli görmekledir. Sene demişse Zilhicce ayının
tamamlanmasıyladır. Nitekim bir adam bugün yahut bu ay veya bu sene
konuşmayacağına yemin etse bu şekilde hareket edilir. Ama günü ve ayı belirsiz
zikrederse o zaman bütünü anlaşılır. Günün başlangıcı muhayyer bıraktığı andan
ise ertesi gün o anda sona erer. İkisinin arasına gece bizzarure girer. Halbuki
gece ayrıca güne tâbi olmazdı. Herhalde bu mesele bundan istisna edilmiş
olacaktır. Rahmetî. Şârihin zikrettiği Cevhere'den alınmıştır. Gelecek fasılda
Bahır'ın ibâresi Zahîre'den naklen şöyledir: "Bir gün veyn bir ay yahut
bir sene emrin elindedir derse, o saatten itibaren zikredilen müddet
tamamlanıncaya kadar kadının emri elindedir. "Bu ibâre ihtimallidir.
Müddetin geceleyin yahut ikinci gün tamamlanması murad edilmiş olabilir.
Gecenin dahil olup olmaması da ihtimallidir. Lâkin ulemanın yeminler bahsinde
açıkladıklarına göre ben fülanca ile bir gün konuşmam diye yemin eden bir kimse
araya gece girmekle beraber o günü ertesi günün bir kısmıyla tamamlayacaktır.
«Ayın otuzuncu günü tamamlanıncaya
kadar...» Çünkü tefvîz ayın bir kısmında olmuştur. Hilâli itibara almak mümkün
değildir. Binaenaleyh bilittifak günlerle itibar edilir. Zahîre. Bunun mefhumu
şudur ki: hilâl doğduğu zaman söylemiş olsa icare meselesinde olduğu gibi
hilâli görmekle itibar olunur.
«İlk gecesi ile ilk gününde muhayyer olur.»
Çünkü baş ayın evvelidir. Ay kelimesinin altında biri gece diğeri gündüz olmak
üzere iki nev'i vardır. Gecelerin evveli ayın ilk gecesi, günlerin evveli de
ayın ilk günüdür. T.
METİN
Bu söz seçmek sözü gibidir. Yalnız üçü
niyet meselesinde ondan ayrılır. Bir adam karısına emrin elindedir yahut
solundadır veya burnundadır yahut dilindedir diyerek üç talâk tefvîzini niyet
ederse, kadın bulunduğu mecliste kendimi bir talâkla seçtim yahut kendimi kabul
ettim veya emrimi seçtim yahut sen bana haramsın veya sen benden bâinsin yahut
ben senden bâinim veya boşum dediği takdirde üç talâk vâki olur. Velevki kadın
küçük olsun. Çünkü bu söz tâlik gibidir. Bezzâziye. Kezâ kadının babası ben
bunları kabul ettim derse hüküm yine budur. Hulâsa. Ama bunu kadın küçükse diye
kayıdlamak gerekir. Sana talâkını ödünç verdim, senin emrin Allah'ın ve senin
elindedir, benim emrim senin elindedir sözleri de muhtar kavle göre emrin
elindedir sözü gibidir. Hulâsa. Allah Teâlâ'nın ismini zikretmek teberrük içindir.
Üçü niyet etmezse bir talâk vâki olur.
İZAH
Burada emir hal mânâsına, el de tasarruf
mânâsınadır. Bunu Misbah'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Şu halde mânâ:
Erkeğin karısının tesarrufuna verdiği talâkın kadın tarafından yapılması bâbı
demektir. T. Evvelce söylemiştik ki, burada münasip olan bâb değil fasıl
demektir.
«Seçmek sözü gibidir.» Yani niyetin şart
olması nefis kelimesinin veya onun yerini tutacak başka bir kelimenin
zikredilmesi, kocanın sözünden dönememesi ve tefvîzı yaptığı meslisle yahut
kadının tefvîzı öğrendiği meclisle mukayyed olması ve şayet sınırlı ise kadının
müddeti bilmesi ile mukayyed olması hususlarında seçmek kelimesi gibidir.
«Yalnız üçü niyet meselesinde ondan
ayrılır.» Çünkü burada üçü niyet sahihtir. Muhayyer bırakmada ise sahih
değildir. Çünkü emir cinstir. Umuma hususa ihtimali vardır. Bunlardan hangisini
niyet ederse niyeti sahih olur, Bedayi'de burada nefis kelimesinin zikredilmesi
şart değildir denilmiştir. Ama bu umumiyetle kitaplardakine muhâliftir. Nitekim
Bahır ve Nehir'de belirtilmiştir.
«Emrin elindedir.» Tâlik yaparak şu haneye
girersen emrin elindedir demesi de öyledir. Kadın o haneye ayak basar basmaz
kendini boşarsa boş düşer. iki adım yürüdükten sonra boşarsa boş düşmez. Çünkü
emir elinden çıktıktan sonra boşamıştır. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi
söylemiştir. Attâbîyye'de: Bir adam yürürse muhayyerliği bâtıl olur." de-
nilmişse de bu söz bir ayağının eşik üzerinde olmasına, diğeriyle içeri
gir-mesine yorumlanır. Evvelki söylediğimiz ise eşiğin dış tarafında bulun-
duğuna göredir. Böylece ilk adımla girişin evvelini geçmiş olmaz, ikinci adımla
geçer ve emir elinden çıkar.Makdisî.
«Yahut solundadır ilah...» Bezzâziye'de:
"Emrin gözündedir ve emsali bir söz söylerse niyeti sorulur."
denilmiştir. Bahır.
«Üç talâk tefvîzını niyet ederse...»
sözüyle diyaneten mutlaka tefvîzı niyet lâzım olduğuna, kazaen halin delâleti
gerektiğine işaret etmiştir. Ni-tekim Bahır'da belirtilmiştir. Üçü niyet
sözüyle neden ihtiraz ettiği ileride gelecektir. Musannıf bu lâfızların talâk
îkâ'ından değil talâkı tefvîzdan ki-nâye olduklarına da işaret etmiştir. Hatta
bu sözlerle talâk yapmayı niyet ederse vâki olmaz. Çünkü lâfzın kendisi bunu
taşımaz. Emrin elindedir sö-zünden başkalarında bu açıktır. Emrin elindedir
sözü ise talâk îkâ'ına ih-timallidir. Çünkü kocası bâinle boşarsa kadının emri
elinde olur. Herhalde bunu örf olmadığı için talâk îkâ'ından kinâye
yapmamıştır. Rahmetî.
«Üç talâk vâki olur.» Çünkü seçmek emrin
elindedir sözüne cevap teşkil edebilir. Bir kelimesi seçmenin sıfatıdır ve
kadın sanki "kendimi bir defa ile seçtim" demiş gibi olur. Bununla da
üç talâk meydana gelir. Nehir. kendini boşa sözünde ise seçmek bu söze cevap
teşkil edemez. Nitekim bundan sonraki fasılda gelecektir.
«Velev ki kadın küçük olsun.» Bundan önceki
bâbta Zahîre'den naklettiğimiz fetva vak'ası budur.
«Çünkü bu söz tâlik gibidir.» Yani temlîk
olsa da bunda tâlik mânâsı vardır. Nitekim izahı muhayyerlik meselesinde
geçmişti.
«Ama bunu kadın küçükse diye kayıdlamak
gerekir.» Bu ifade söz götürür. Müntekâ'dan naklen Hulâsa'nın ibâresi şöyledir:
"Kadına emrin babanın elindedir der de babası da bunu kabul ettim derse
kadın boş olur. Kezâ kadına emrin elindedir der de kadın kendimi kabul ettim
cevabını verirse boş düşer. Böyle bir sözden kadının küçüklüğü anlaşılamaz.
Çün- kü kadın yetişkin de olsa kocası emri bir ecnebînin eline verebilir.
Hulâ-sa'nın ibâresinde kadının emrini eline verdiğine, kabulü babasının
yaptı-ğına dair bir söz yoktur ki şârihin Nehir sahibine uyarak söyledikleri
ye- rinde olsun. Rahmetî.
Ben derim ki! Şu da var: Kadına emrin
elindedir demek kendi nefsini seçmesi hususunda tâlik mânâsına gelir.
Binaenaleyh kadın küçük bile olsa babasını kabul etmesi sahih olamaz. Kezâ emri
babasının eline ve-rirse kadın büyük bile olsa onun kabul etmesi doğru olamaz.
Çünkü tâlik edilen şey mevcud değildir.
«Allah Teâlâ'nın ismini zikretmek teberrük
içindir.» Yani emir yalnız başına kadının elinde olur.
«Üçü niyet etmezse bir talâk vâki olur.»
"Üçü niyet sözüyle neden ihtiraz ettiği ileride gelecektir." dediği
budur. Bu söz hiç aded niyet etme-meye yahut hür kadın hakkında bir veya iki
talâkı niyet etmeye sâdıktır. Niyet ederse bir talâk-ı bâin vâki olur. Evvelce
arzetmiştik ki, diyaneten talâkı kadına tefvîzi niyet etmesi kazaen halin delâleti
mutlaka tâzımdır. Bahır.
METİN
Kadın kendini üç defa boşar da erkek ben
biri niyet etmiştim derse, delâlet bulunmadığı takdirde erkeğe yemin
verdirilir. Kadının delâlet bu-lunduğuna dair beyyinesi kabul edilir. Nitekim
geçmişti. Meclisin bir ol-ması, kadının bilmesi nefis kelimesini veya onun
yerini tutacak başka bir kelimeyi zikretmek şarttır. Kadının emri elinde
olduğunu kocası söyler de kadın bunu bilmez fakat kendini boşarsa boş olmaz.
Çünkü şartı yoktur. Hâniyye. Erkek tarafından karı boşamaya yarayan her söz
kadın tarafın-dan cevap olmaya da yaramaz. Binaenaleyh kadın ben boşum yahut
ken-dimi boşadım derse talâk vâki olur. Seni boşadım derse bunun hilâfınadır.
Çünkü talâkla kadın vasıflanır, erkek vasıflanmaz. İhtiyar. Bundan hassa-ten
seçmek lâfzı müstesnadır. Çünkü bu söz talâk lâfızlarından değildir. Ama kadın
tarafından cevap olmaya yarar. Bedayi.
İZAH
«Delâlet bulunmadığı takdirde erkeğe yemin
verdirilir.» Fakat üçe delâlet bulunursa, meselâ üç talâkı müzakere ederler
yahut üç parmakla işaret ederse bu delâletle amel edilir.
«Kadının delâlet bulunduğuna dair beyyinesi
kabul edilir.» Yani öfke veya müzakere halinde olduğuna dair beyyinesi kabul
edilir. Ama niyeti buydu diye getirdiği beyyine kabul edilmez. Meğerki bu
niyette olduğunu ikrar etti diye beyyine getirmiş olsun. Nitekim İmâdiyye'den
naklen Nehir'de beyan edilmiştir.
«Nitekim geçmişti.» Yani kinâyeler bâbının
başında geçmişti. H. «Bunun yerini tutacak başka bir kelime...» İhtiyara
kelimesi gibi, em-rimi seçtim demesi gibi. T. Babamı veya annemi yahut ailemi
veya koca-ları seçtim demesi de böyledir. Nitekim muhayyerlik bâbında geçmişti.
Zâhire bakılırsa burada tekrarda muhayyerlik bâbındaki tekrar gibidir.
«Kadının emri elinde olduğunu söyler de
ilah...» cümlesi "kadının bilmesi şarttır" cümlesinin muhterizîsidir.
Yani bilmesi şarttır sözüyle bundan ihtiraz etmiştir. Diğer ikisini
zikretmemesi anlaşıldıkları içindir. Kadın meclis sona erdikten sonra kendini
ihtiyar ederse talâk vâki olmaz. Ama bu mutlak söylediğine göredir. Sınırlı söyler
meselâ bir gün emrin elindedir derse kadının muhayyerliği o müddetin
devamıncadır. Kadına emrin elindedir der de o da seçtim cevabını verir fakat
kendimi demezse, bu mânâda başka bir sözde söylemezse talâk vâki olmaz.
Rahmetî.
«Boş olmaz.» Vekil gibidir. Vekil vekâlet
işini bilmezden önce vekil değildir. Hatta tesarrufta bulunsa tesarrufu sahih
olmaz. Vasî bunun hilâ-fınadır. Çünkü o mirâsçılık gibi hilâfettir. Bezzâziye.
«Erkek tarafından karı boşamaya yarayan her
söz ilah...» Bu kaideyi Bahır sahibi Bedâyi'den nakletmiştir. Ama ben onu
açıklayan görmedim. Onu izah hususunda bana zâhir olan şudur: Maksad
maddesiyle, heyetiyle lâfzı teşhis değildir. Bazılarının dediği gibi zamirleri
ve şekilleri değiştirmek suretiyle de değildir. Maksad kadının lâfzı öyle bir
şeye isnad etmesidir ki kocası ona isnad etmiş olsa talâk vâki olur. Bu suretle
kocası tarafından talâk yapmaya yarayan söz kadın tarafından cevap olmaya
yarar. Binaenaleyh kadının sen bana haramsın veya sen benden bâinsin yahut ben
senden bâinim demesi yukarda geçtiği vecihle cevap olabilir. Çünkü ilk iki
sözde kadın hörmet ve ayrılığı kocasına isnad etmiştir.
Bunları kocası kendisine isnad etmiş olsa,
mesela ben sana hara-mım yahut ben senden bâinim dese, talâk vâkl olurdu.
Üçüncüde kadın ayrılmayı kendisine isnad etmiştir. Bunu kocası da kadına isnad
etmiş olsa ve sen benden bâinsin dese talâk vâki olurdu. Kadının ben boşum
yahut kendimi boşadım demesi de böyledir. Talâkı kendine isnad etmiş-tir,
bunlar cevap olabilir. Çünkü kocası talâkı kadına isnad etse talâk vâki olurdu.
Kadının kocasına seni boşadım demesi bunun hilâfınadır. Ko-casına sen benden
boşsun demesi de öyledir. Çünkü talâkı kocasına is- nad etmiştir. Halbuki
kocası onu kendine isnad etmiş olsa talâk vâki ol-mazdı. Bu söz kocası tarafından
boşamaya elverişli olmayınca karısı ta-rafından cevaba da elverişli olmaz. Bu
kaideyi izah hususunda doğru söz budur. Bununla bazılarının: "Bu kaîde şu
son sözle bozulur: Çünkü kocası karısına seni boşadım derse talâk vâki
olur." iddiası sâkıt olur. Bu iddia maksad zamirleri ve kelime şekillerini
değiştirmek olduğuna göredir. Halbuki murad o değildir. Murad bizim
söylediğimizdir.
Sonra bilmelisin ki ulemanın: "Koca
tarafından karı boşamaya yara-yan her söz." demelerinden murad: Kadın
talâkını istedikten sonra niyete tevakkuf etmeden boşamaya yarayan sözlerdir.
Çünkü Câmiu'I-Fûsu-leyn'de şöyle denilmiştir: "Asıl şudur ki: kadın
talâkını istedikten sonra kocası tarafından talâk sayılacak her şeyle verilen
cevap talâktır. Talâk kadının eline verildikten sonra kadın böyle bir sözü
kendine söylerse boş düşer. Beni boşa der kocası sen haramsın yahut bâinsin
veya hâlisin ya-hut berîsin cevabını verirse kadın boş olur. Talâk kadının
eline geçtikten sonra bunları kadın söylerse yine boş olur. Kocasına beni boşa
der de o da ailene katıl cevabını verir ve ben talâk niyet etmedim derse tasdik
olunur. Kadın emir kendi eline geçtikten sonra bunu söyler ve kendimi aileme
kattım derse yine boş olmaz. "Yani bu söz redde ihtimalli olan
kinâyelerdendir. Binaenaleyh öfke ve müzakere hallerinde niyete bağlıdır. Kadın
talâkı istedikten sonra ancak niyet varsa talâk yapmak için teayyün eder. Haram
ve bâin sözleri bunun hilâfınadır. Çünkü bunlarla müzakere halinde niyetsiz
talâk vâki olur demek istiyor. Bununla Bahır sahibinin müşkil gördüğü mesele
bertaraf edilmiş olur. Bahır sahibi ben kendimi kattım sözüyle ben bâinim sözü
arasındaki farkı müşkil saymıştır. Anla!
«Çünkü bu söz talâk lâfızlarından
değildir.» Bununla talâk yapmayı niyet etse talâk olmaz. Zira ikâ' değil tefvîz
kinâyesidir. Lâkin evvelce geçtiği vecihle kıyasa muhâlif olarak bilicma' kadın
tarafından cevap sa-yılacağı sâbit olmuştur. Emrin elindedir sözü de bunun
gibidir. Musannıfın onu istisna etmemesi kadın tarafından cevaba elverişli
olmadığı içindir. Kadın emrim elimdedir diyemez. Nitekim bunu Bahır sahibi
açıklamıştır.
METİN
Lâkin bu kaideye: "Yukarıda geçtiği
gibi kadının veya babasının ka-bul etmesiyle cevap sahihtir." diye itiraz
olunur. Düşün! Kadının kocasına cevaben kendimi bir defa boşadım yahut kendimi
bir talâkla seçtim sözüyle bir talâk-ı bâin vâki olur. Zira tekarrur etmiştir
ki muteber olan kadının talâk îkâ'ı değil kocasının tefvîzıdır. Erkeğin:
"Bugün emrin elindedir ve yarından sonra" sözünde gece dahil
değildir. Çünkü bu sözler iki temlîktir. Kadın o gün emri elinde olmasını
reddederse emir o gün için bâtıl olur. Yarından sonra yine emri elindedir.
Kadın kendini geceleyin boşarsa sahih olmaz. Hem ancak bir defa boş düşer.
Emrin bugün ve yarın elindedir sözünde gece dahildir. Kadın o gün bu sözü
reddederse ertesi güne kalmaz. Çünkü bir tefvîzdan ibarettir. Ama bugün emrin
elindedir, yarın da emrin elindedir derse bunlar iki emir olur. Hâniyye.
Hâniyye sahibi hilâf zikretmemiştir. Gece dahil değildir. Nitekim bu âşikârdır.
İZAH
«İtiraz olunur.» Yani kabul erkek
tarafından talâk îkâ'ına yaramasa da burada cevap olmaya yarar diye itiraz
edilmiştir. İtirazı yapan Bahır sahibidir. Ama ona şöyle cevap verilebilir:
"Kadının kabul etim demesi kendimi seçtim demesinden ibarettir.
Binaenaleyh müstesnada dahildir."
«Zira tekarrur etmiştir ki ilah...» cümlesi
bâin olur sözünün illetidir. Yani kadın ric'î talâk ifade eden sarîh sözle
cevap verse de talâk bâin olur. Zira kadın kendi emrine ancak onunla mâlik
olur, talâk-ı ric'î ile mâlik olamaz. Üç değil de bir talâk olmasının illetine
gelince o da şudur: Kadının sözünde bir kelimesi bir masdarın sıfatıdır. Bu
masdar talkadır. Çünkü lafzî amilin hâs olması mukadderin de hâs olmasına
karinedir. Bu suretle ben kendimi birle boşadım ve ben kendimi birle seçtim
sözleri arasında fark hâsıl olur ve bazılarının; "ikincide de bir talâk
vâki olması gerekir." sözü defedilmiş olur. Tamamı Fetih'dedir.
«Gece dahil değildir.» Musannıf gece ile
cinsi murad etmiştir. Binaenaleyh iki geceye de şâmildir. Kezâ fasıla teşkil
eden gün de dahil değildir. Musannıfın bundan bahsetmesi açık olduğu içindir.
H. Hâvi'l-Kudsî'de:"Burada iki geceyle yarın dahil değildir."
denilmiştir.
«Çünkü bu sözler iki temliktir.» Bahır
sahibi şöyle demektedir: "Çünkü bir zamanı kendi misli bir zaman üzerine
atfetmek ve aralarını her ikisinin misli bir zamanla ayırmak zikredilen emrin
birinciyle kayıdlanmasını, diğer emrin ikinci ile kayıdlanmasını kasid
hususundaaçıktır. Binaenaleyh bugün sözü münferiden ele alınır. Zikredilen
hükümde sonrakiyle biraraya toplanmaz. Çünkü cümle cümle üzerine atfedilmiştir.
Yani emrin bugün elindedir ve emrin yarından sonra elindedir denilmiş gibidir.
Bugün sözü ayrı söylense gece hükümde dahil değildir. Şu halde başka bir cümle
üze-rine atfedildiği zaman dahi öyledir." H.
«Kadın kendini geceleyin boşarsa sahih
olmaz.» Yani iki geceden birinde boşarsa sahih olmaz. Bu "gece dahil
değildir" sözünden anlaşılan mânâyı açık olarak ifadeden ibarettir. H.
«Hem ancak bir defa boş düşer.» Şârih bu
sözle bir vehmi defetmek istemiştir ki, o da kadının kendini her gün iki defa
boşaması câiz olmakla bunların iki temlîk olması gerekmektedir. H.
Ben derim ki: Bu söz bu mânâda açık bir
nakil bulunmasına muhtaç-tır. Çünkü iki sözün iki temlîk olması kadının kendini
bugün ve yarından sonra boşamaya hakkı olduğunu gösterir. Minah sahibi diyor
ki: "Vakitleri birbirinden ayrılmakla bunların iki emir olduğu sübut
bulunca kadın için iki vaktin her birinde ayrıca muhayyerlik sâbit olur.
Bunların birini reddetmekle diğeri reddedilmiş olmaz. Burada İmam Züfer'in
muhalefeti vardır." Zâhire bakılırsa şârihin muradı kadının her gün yalnız
bir defa boş olmasıdır. Bedâyi'de şöyle denilmiştir: "Kadın vakit içinde
kendini bir defa seçerse başka bir defa seçmeye hakkı kalmaz. Çünkü lâfız vakti
iktiza eder, tekrarı iktiza etmez." Bedayi sahibi bunu bugün, bu ay gibi
sınırlı vakit bahsinde zikretmiştir. Bunlar iki vakitte iki temlîk olunca kadın
her birinde yalnız bir defa kendini seçebilir. Yakında Bedayi'den
nakledeceği-miz ifade dahi buna delâlet etmektedir.
«Ertesi güne kalmaz." Hidâye sahibi
diyor ki: "Zâhir rivâyet budur. Ebû Hanife'den bir rivâyete göre kadın
yarın kendini seçebilir. Çünkü ta-lâk îkâ'ını reddetmeye mâlik olmadığı gibi
emrinin elinde olmasını reddet-meye de mâlik değildir."
«Çünkü bir tefvîzden ibarettir.» Zira
aralarını başka bir günle ayır-mamıştır. Şu halde bir temlîkte bir yere
toplamayı bildiren harfle toplama yapmıştır ve iki gün emrin elindedir demiş
gibidir. Burada hem lügaten, hem örfen araya giren gece dahildir. Bahır,
«Bunlar iki emir olur.» Bedâyi sahibi diyor
ki: "Hatta kadın o gün ko-casını ihtiyar eder yahut emri reddederse yarın
için muhayyerliği bâkidir. Çünkü kocası sözü tekrarlayınca tefvîz da
tekrarlanmış olur. Bunların bi-rini reddetmek diğerini de red sayılmaz, Kadın
birinci gün kendini ihtiyar eder de boşar da, sonra yarından önce o adamla
evlenirse kendini ihtiyar etmek istediğinde buna hakkı vardır. Bir defa daha
boşar. Çünkü kocası iki tefvîzdan her biriyle ona bir talâk hakkı vermiştir.
Bunların birini yapmış olması diğerini yapmasına mâni değildir." İşte bu
birinci mesele de bi-zim söylediğimize delildir. Biz: "Kadın her gün
kendini bir defa boşayabi-lir." demiştik.
«Hâniyye sahibi hilâf zikretmemiştir.» Yani
bunların iki emir olduğu hususunda hilâf olduğunu söylememiştir. Gerçi
Hidâye'de bunun hassaten İmam Ebû Yusuf'tan rivâyet edildiği bildirilmişse de,
bu hilâf isbat etmek için değil, mezkûr fer'î meseleyi o tahriç ettiği içindir.
Nitekim Fetih'de beyan edilmiştir.
«Nitekim bu âşikârdır.» Çünkü bu adam
kadına ayrı bir günde emir isbat etmiştir. Ondan sonra gelen günde sâbit olan
ayrı emirdir. Fetih.
METİN
T E M B İ H: Yukarıda geçen ifadenin
zâhirinden anlaşıldığına göre kadının reddetmesiyle emir reddedilmiş olur.
Lâkin İmâdiyye'de ibrâ gibi kadının tefvîzı kabulünden önce reddedileceği,
kabulden sonra reddedile-miyeceği, bir de birleşen müddette yarına hakkı
kalmayacağı bildirilmek-tedir. Ama Valvalciyye'de: "Karısına ayın başına
kadar emrin elindedir der de kadın ben kocamı seçtim cevabını verirse o günkü
muhayyerliği bâtıl olur. Fakat İmam-ı Âzâm'a göre ertesi gün kadın kendisini
ihtiyar edebilir." denilmektedir.
İZAH
«Yukarıda geçen ifadenin» yani "Kadın
o gün emri reddederse o gün emir bâtıl olur." sözünün zâhirinden
anlaşıldığına göre demektir. Zâhirinden demesi emrin reddinden kocasını seçtiği
murad edilebileceği içindir. Bu takdirde kadının "ben onu reddettim"
demesi murad edilmemiş olur. Bu hususta tafsilât gelecektir. H.
«Lâkin İmâdiyye'de İlah...» İfadesinde
kısaltma vardır. Şarihin şöyle demesi gerekirdi; "Zahire'de bildirildiğine
göre emir reddedilmiş olmaz. İmâdiyye'de iki kavlin arası bulunarak şöyle
denilmiştir ilah..." Bunun iza-hı şudur: Kadının reddi sahihtir diye hüküm
vermek Zahire'nin ifadesiyle çelişki halindedir. Orada; "Emri kadının
eline veya ecnebî birinin eline verirse, sonra kadının veya ecnebinin
reddetmesi sahih olmaz. Çünkü bu lâzım olan bir şeyi temlîktir. Binaenaleyh
lâzım olarak vâki olur. Bu mese-le ulemamızdan rivâyet edilmiştir."
denilmiştir.
İmâdî Fûsul'ünde şöyle demektedir: "Bu
iki sözün arasını bulmak için deriz ki: Emir tefvîz edilirken reddi kabul eder.
Fakat kabulünden sonra reddedilemez. Bunun benzeri ikrardır. Bir kimse bir
insana bir şey ikrar eder de o insan da tasdikte bulunursa, sonra ikrarından dönmesi
sahih olamaz." Hidâye şârihleri de bu yatıştırmaya göre hareket
etmişlerdir.
Muhakkık İbn-i Hümam ise Fetih'de başka bir
şekilde arabulmuştur. O da şudur: Ulemanın: "Kadın o gün emri reddederse
bâtıl olur." sözlerinden murad kadının o gün kocasını seçmesidir. Bunun
hakikati milkinin sona ermesi demektir. Zahîre'deki ifadeden murad ise kadının
reddettim demesidir. Hidâye sahibinin: "Çünkü kadın o gün kendi nefsini
seçtiğinde ertesi güne muhayyerliği kalmaz. Kezâ kocasını seçerse emir
reddedilmiş olur." demesi debunu göstermektedir.
Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi şöyle bir
yatıştırma yapmıştır: "Meselede iki rivayet olması ihtimali vardır. Çünkü
bu bir cihetle temlîktir ve temlîk olmasına bakarak kabulünden önce reddi
sahihtir; Ama tâlik olmasına bakarak ne önce, ne de sonra reddi sahih değildir.
Görülüyor ki reddin sahih olması rivayeti temlîke bakarak, fâsid olması da
tâlika bakaraktır." Bahır sahibi bunu daha zâhir görmüş ve şununla te'yid
etmiştir: Hidâye'de beyan edildiğine göre Ebû Hanife'den kadının talâk îkâ'ını
redde salâhiyeti olmadığı gibi emri redde dahi salâhiyeti olmadığı rivayet
edilmiştir.
Bahır sahibi: "Binaenaleyh İbn-i Humam
ile şârihlerin yaptıkları tekellüfe hâcet yoktur." demiştir. Bahır sahibi
bundan önce İmâdî ile şârihlerin: "Kadın kabul ettikten sonra reddettim
derse bu onun muhayyerliğini ibtal eden bir vazgeçmedir." demelerine
itiraz etmiş; bu hususta Makdisî de ona uyarak: "Bu şaşılacak şeydir.
Vazgeçtiğine delâlet eden yiyip içme gibi şeylerle ibtal ediyorlar, sarîh red
ile ibtal etmiyorlar." demiştir.
Ben derim ki: Bu kabul edilemez. Çünkü
sözümüz sınırlı olan emir hak-kındadır. Ulema bunun meclisten kalkmakla ve
yiyip içmekle bâtıl olmayacağını ancak vaktin geçmesiyle bâtıl olacağını
açıklamışlardır. Vakitten mutlak olan emir bunun hilâfınadır. Nitekim geçmişti.
«İbrâ gibi» yani borçtan ibrâ gibi demek
istiyor ki, bir defa sâbit oldu mu kabule bağlı değildir. Red ile geri
çevrilir. Çünkü bunda ıskat ve temlîk mânâsı vardır. Fetih.
«Bir de birleşen müddette» sözü
"kadının reddetmesiyle emir reddedilmiş olur." cümlesi üzerine
atfedilmiştir. Yani yine yukarıda geçen ifadenin zâhirine göre emrin bugün ve
yarın elindedir gibi birleşen müddette yarın için muhayyerlik kalmaz. Burada
şöyle denilebilir: "Bu musannıfın sözünde açıklanmıştır. Şârihin lâkin
ilah... sözü yarın muhayyerlik kalmaz sözüne istidraktır."
«O günkü muhayyerliği bâtıl olur ilah...» O
gün ve yarın sözlerinden murad meclistir. Nitekim Tatarhâniyye sahibi bu tâbiri
kullanmıştır. Hassaten birinci ve ikinci gün değildir. (Meclisten murad da
bulunduğu hal ve vaziyettir.)
«İmam-ı Âzâm'a...» Kezâ İmam Muhammed'e
göre kadın ertesi gün kendisi ihtiyar edebilir. İmam Ebû Yusuf: "Emir
kadının elinden bütün ay boyunca çıkmıştır." demiştir. Bedâyi'de
bildirildiğine göre bazıları bu hilâfı aksine zikretmişlerdir. Yani Tarafeyn'e
göre bütün ay boyunca emir kadının elinden çıkar. Ebû Yusuf'a göre
çıkmaz.Tatarhâniyye'de dahi böyle denilmiştir. Tatarhâniyye sahibi: "Sahih
olan budur." demektedir.
«Ertesi gün kadın kendisini ihtiyar
edebilir.» Yani müddet birleşmekle beraber seçme hakkı ertesi gün bâkidir
denilmektedir. H.
METİN
Dirâye sahibi bunu şöyle tevcih etmiştir:
"Ne zaman vakit zikredilirse tâlik, aksi takdirde temlîk itibar
edilir." Şimdi şu kalır: Bir adam karısını talâk-ı bâinle boşarsa tefvîz
müneccez olduğu takdirde acaba kadının emri elinde olmaktan çıkar mı, Evet, şu
haneye girersen emrin elinde olsun gibi muallak bile söylese emri bâtıl olur.
Vakitle sınırlı söylerse bâtıl olmaz. İmâdiyye: Lâkin Bahır'da Kınye'den
naklen: "Zâhir rivâyete göre muallak müneccez gibidir." denilmiştir.
İZAH
«Ne zaman vakit zikredilirse» yani bugün ve
yarın emrin elinde olsun yahut ayın başına kadar emrin elinde olsun derse tâlik
sayılır. Tâlik olunca reddetmekle geri dönmez. Vakit zikretmez de sadece emrin
elinde olsun derse bu temlik sayılır. Temlik kabul etmeden geri çevrilebilir.
Nitekim geçmişti. Ama bu ifade iki cihetten söz götürür.
Birincisi: Burada kabul kadının iki şeyden
birini seçmesi mânâsındadır. Yani ya kendisini ya kocasını seçecektir. Kocamı
seçtim dedi mi kabul bulunmuştur. Artık bundan sonra kendisini seçmek suretiyle
bunu reddetmeye salâhiyeti yoktur. Şu halde tâlikle temlîkin arasında fark yok
demektir.
İkincisi: Halebî'nin şu itirazıdır:
"Bu tevcih metindeki ifadeyle Valval-
ciyye'nin ifadesi arasındaki çelişkiyi
defedemez. Çünkü bunun mukte-
zasınca kadın o gün kocasını seçtiğinde
ertesi gün emir elinde kalması ge-rekir. Halbuki bu musannıfın söylediğine
muhâliftir." Tahtâvî buna: "Şarihin maksadı çelişki olduğunu
göstermektedir, onu defetmek değildir." diye cevap vermiştir.
Ben derim ki; Çelişki namına verilecek
cevap şudur: Hilâf metnin me-selesinde dahi câridir. Nitekim Hidâye'den
nakletmiştik. Bedâyi'de şöyle denilmektedir: "Bir adam karısına bugün ve
yarın emrin elindedir derse bu söz yukarıda geçen ihtilâfa göre halledilir.
Bunu Valvalcî dahi açıklamış ve şöyle demiştir: "Bugün ve yarın
meselesinde kadın emri o gün reddederse ertesi gün emir elindedir. Ama Câmi-i
Sağîr'de elinde olmayacağı bildirilmiştir. Fetva ona göredir. "Yukarıda
geçen ay meselesindeki hilâf hikâyesinden anladın ki, İmam-ı Âzâm'la İmam
Muhammed'e göre ertesi gün emir kadının elinde kalmaz. Ebû Yusuf buna
muhâliftir.
«Bir adam karısını talâk-ı bâinle boşarsa
İlah...» Bâinle diye kayıd-laması talâk-ı ric'î ile boşarsa tek sözle kadının
emri elinde kalacağı içindir. H. Şârih ulemanın arasındaki başka bir çelişkiye
cevap vermek istemiştir. Zira İmâdî Fûsul namındaki kitabında: "Karısına
emrin elinde olsun der de sonra onu talâk-ı bâinle boşarsa zâhir rivâyete göre
kadının emri elinde olmaktan çıkar." demiş, başka bir yerde ise
çıkmadığını söylemiştir. Sonra bu iki sözün arasını bularak birinciyi müneccez
(derhal geçerli) tefvîz, ikinciyi muallak mânâsına yorumlamıştır. Nehir sahibi
diyor ki: "Bunun aslı evvelce geçtiği vecihle bâinin bâine ancakmuallak
ise lahîk olmasıdır."
«Lâkin Bahır'da ilah...» cümlesi İmâdî'nin
arabuluculuğuna istidraktir. Çünkü Kınye'de açıklandığına göre kocası kadına
şöyle yaparsan emrin elinde olsun der de sonra şart bulunmazdan önce onu
talâk-ı bâinle boşarsa, sonra onunla evlendiğinde kadının emri elinde kalır.
Kınye sahibi bundan sonra zâhir rivâyete göre elinde kalmayacağına işaret
etmiştir. Bu açık olarak gösterir ki, muallak olan emir zâhir rivâyete göre
müneccez gibi kadının elinden çıkar. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Hak
şudur ki, bu meselede rivâyet muhteliftir. Zâhir rivâyete göre kadın kendini
iddet içinde boşarsa emrin talâk-ı bâinle bâtıl olmasıdır. Başka kocaya
gittikten sonra ise bâtıl değildir. Çünkü ulema yeminden sonra milkin elden
çıkması yemini bozmaz demişlerdir. Muhayyer bırakmak da tâlik
gibidir."Nehir sahibi de şöyle cevap vermiştir: "Kınye'nin ifadesi
zâhir rivâyetin mutlak olmasına göredir. Halbuki o yukarıda geçen yatıştırma
ile mukayyeddir."
Ben derim ki: Bunu Makdisî'nin Hulâsa
üzerine yazdığı şerh de teyid etmektedir. Orada şöyle denilmektedir:
"Serahsî diyor ki: Bir adam karısına seç der de sonra onu talâk-ı bâinle
boşarsa muhayyerlik bâtıl olur. Emrin elindedir demesi de öyledir. Talâk-ı ric'î
ile boşarsa bâtıl olmaz. Bunun aslı şudur: Bâin bâine lahîk olmaz. O kadını
iddet içinde veya iddeti bittikten sonra alırsa emir geri dönmez. Emrin şarta
muallak olması bunun hilâfınadır. Onu şarta tâlik eder de sonra kadını talâk-ı
bâinle boşar ve sonra şart bulunursa emir geri döner.
İmlâ nam eserde şöyle denilmiştir:
"Karısına istediğin vakit seç yahut istediğin vakit emrin elinde olsun der
de sonra onu bir talâk-ı bâinle boşar, sonra tekrar evlenir ve kadın kendini
seçerse Ebû Hanife'ye göre bu söz bâin olarak muallak olur. Ebû Yusuf'a göre
olmaz. İmam Serahsî:"Onun kavli zayıftır." demiştir. Bununla Fûsul'de
yapılan yatıştırmanın kuvvetli olduğu anlaşılır. "Seçmenin kendisinde
tâlik mânâsı vardır. Binaenaleyh fark olmaması gerekir." dersen biz de
deriz ki: açık tâlik ile içinde tâlik mânâsı bulunan söz arasında açık fark
vardır. Bir nev'i tahkîk yapan kimseye gizli değildir.
Makdisî'nin söylediğine göre burada
bazıları söz etmişse de üzerinde durmaya değmez. Zâhire bakılırsa bazılarından
muradı Bahır sahibidir. Çünkü o müneccezle muallak arasında fark görmemiş,
emrin bâtıl olmasını kadının kendini iddet içinde boşamasıyla kayıdlamıştır. Bu
muhayyer bırakmanın tâlik mesabesinde olduğuna göredir. Ama Serahsî'nin sözü
bunu sarahaten reddedmektedir. Anla!
METİN
FER'İ MESELELER : -Bir kimse bir kadını
emri elinde olmak şartıyla nikâhlarsa sahih olur. Ama kadın emrini eline
verdiğini iddia ederse sözü dinlenmez. Meğerki emir hükmünce kendini boşamış da
sonra bunu iddia etmiş olsun. O zaman sözü dinlenir.
Kadın : ben kendimi yerimden kıpırdamadan
mecliste boşadım der de kocası inkâr ederse söz kadınındır.
Seni kabahatsız döversem emrin elinde olsun
der de sonra kadını döver ve ihtitâf ederlerse söz kocanındır. Çünkü inkâr eden
odur. Kadının menfi şart üzerine getirdiği beyyinesi kabul edilir. Nitekim
gelecektir.
Kadının velîleri onun boşanmasını ister de
kocası kadının babasına: benden ne istiyorsun, dilediğini yap diyerek çıkarsa,
kocası bu sözle tefvîzı niyet etmediği takdirde babasının boşamasıyla kadın boş
olmaz. Bu hususta söz kocanındır. Hulâsa. Koca "nikâhıma bir kadın
girerse" demedikçe fuzûlînin nikâhı dahil değildir.
Bir kimse karısının emrini iki adam
arasında bırakır da kadını biri boşarsa talâk vâki olmaz.
İZAH
"Sahih olur." sözü söze kadının
başlamasıyla kayıdlıdır. Kadın: ben kendimi sana emrim elimde olmak şartıyla
nikâhladım. Dilediğim vakit kendimi boşarım yahut dilediğim vakit boş olmam
şartıyla sana vardım der de kocası: kabul ettim derse sahih olur. Söze kocası
başlarsa kadın boş olmaz. Emir de kadının elinde sayılmaz. Nitekim Bahır'da
Hulâsa ve Bezzâziye'den naklen beyan edilmiştir.
"Sözü dinlemez." Çünkü bundan bir
semere hâsıl olmaz. T.
"Emir hükmüne»" sözü emir
sebebiyle mânâsınadır, Çünkü bir şeyin
hükmü onun semeresi ve üzerine terettüb
eden eseridir. Emrin hükmü de
kadının kendisini boşamaya mâlik olmasıdır,
"Söz kadınındır." Çünkü sebebi
kocasının ikrarıyle mevcuddur. Oda muhayyerliktir. Zâhire göre başka bir şeyle
meşgul olmak bulunmamıştır. Bahır. Bir de kocası muhayyer bıraktığını ve talâkı
ikrar edince bunu inkâr etmekle sebebin bâtıl olduğunu iddia etmiş olur. Asıl
olan bunun yokluğudur. Ama bu adamın kölesine âzâd olman hususunda dün emrini
eline verdim. Fakat sen kendini âzâd etmedin der de köle ben bunu yaptım derse
bunun hilâfına olur, yani tasdik edilmez. Çünkü sahibi onun âzâd olduğunu ikrar
etmemiştir. Emrin elindedir demek köle kendini âzâd etmedikçe onun âzâd
olmasını icab etmez. Sahibi bunu inkâr etmektedir. Talâk böyle değildir. Zira
koca onu ikrar etmiş de iptalini iddiada bulun-maktadır. Onun için kabul
edilmez. Nitekim bunu Bahır sahibi Câmiu'-l Fûsuleyn'in: "Fark olmamak
gerekir." sözüne cevaben açıklamıştır.
"İhtilâf ederlerse" yani kocası
ben onu kabahatinden dolayı dövdüm der; kadın kabahatsiz dövdüğünü iddia ederse
söz kocasının olur. Ama bunun kadın kendini seçtikten sonra olması gerekir.
Nitekim önceki meseleden anlaşılmıştır.
"Söz kocanındır." Çünkü o emrin
kadının elinde olduğunu inkâr etmektedir. Velevkikabahatini beyan etmesin.
Kadın kabahatsiz dövdüğüne beyyine getirirse kabul edilmek gerekir. Velevki
nefye şâhidlik olsun. Çünkü bu şarta şâhidliktir. Şartın beyyineyle isbatı
câizdir. Velevki nefy olsun. Bunu Nehir sahibi İmâdiyye'den nakletmiştir.
"Nitekim gelecektir." Yani tâlik
bâbında musannıfın "Meğerki kadın beyyine getirmiş olsun." dediği
yerde gelecektir. H.
"Kadın boş olmaz ilah..." Yani bu
iş talâk müzakeresi halinde de olsa kocanın sözü alettayin tefvîz sayılmaz.
Alay için söylemiş olması ihtimali vardır. Yani yapabilirsen yap bakalım demek
istemiş olabilir.
"Fuzûlînin nikâhı dahil değildir
ilah..." Bahır'da Kınye'den naklen şöyle denilmektedir: "Senin
üzerine bir kadın alırsam onun emri senin elinde olsun der de bir fuzûlînin
nikâh etmesiyle o adamın nikâhına bir kadın girer, o da fiilen bunu kabul
ederse karısı o kadını boşayamaz. Ama kocası benim nikâhıma bir kadın girerse
demişse o zaman boşayabilir. Bu hususa tevkil de böyledir." Yani fuzûlînin
yaptığı akdi sözle kabul et medikçe o yeni kadınla evlendiği tasdik edilmez. O
kadının nikâhına girdiği tasdik edilir. Bana helâl olur sözü de girdi
mânâsındadır. Lâkin yeminler bahsinin sonunda zikredileceğine göre bir adam
nikâhıma giren her kadın yahut bana helâl olan her kadın şöyle olsun der de bir
fuzûlînin kıydığı nikâhı fiilen kabul ederse, mutlak surette yemini bozulmaz.
Bunun bir misli de bir kadınla bizzat yahut
vekilim vasıtasıyla yahut bir fuzûlînin nikâh kıymasıyla evlenirsem veya her
hangi bir vecihle bir kadın nikâhıma girerse karım boş olsun demesidir. Çünkü
"yahut bir fuzûlînin nikâh kıymasıyla" sözü "bir kadınla bizzat
evlenirsem" sözü üzerine atfedilmiştir. Burada âmil "evlenirsem"
sözüdür. Bu kavle mahsustur. Eğer "fiilen olsun bir fuzûlînin nikâhını
kabul edersem" deseydi o zaman fuzûlî kapısı kapanmış olurdu. Bu adam için
yaptığı tâlikın evli bulunduğu kadının talâkına aid olmaktan başka çare
kalmamıştır. Binaenaleyh mesele izafet edilen yemini fesh etmesi için Şâfiî bir
zâta arzolunur.
Hâsılı bu adam ya eski karısının talâkını
tâlik edecektir yahut yeni aldığının talâkını. İkincisinde mesele bir Şâfiîye
arzolunur. Anlaşılıyor ki bu meselede iki kavil vardır.
"Yahut nikâhıma bir kadın
girerse" dediğinde yemininin bozulmasının vechi evlenmeden nikâhına kadın
giremiyeceği içindir. Yani bu adam sanki "o kadınla evlenirsem" demiş
gibidir. Fuzûlî birinin evlendirmesi ile ise evlenmiş sayılmaz. "Milkime
giren her köle" demesi bunun hilâfınadır. Çünkü burada fuzûlînin yaptığı
akidle yemini bozulur. Zira milk-i yemin yalnız satın almaya mahsus değildir.
Onun başka sebebleri olabilir. Musannıf bu iki kavli Fetâvâ'sında zikretmiş ve
yemini bozulmaz kavlini tercih eylemiştir. İnşaallah bu hususta sözün tamamı
yeminler bahsinde gelecektir.
"Talâk vâki olmaz." Çünkü onun
yaptığı iş talâkı her ikisine temlîktir. Bunda ikisinin fiiline tâlik mânâ
vardır.
Birinin yapmasıyla üzerine tâlik edilen şey
bulunması değildir. Allahu a'lem.
METİN
Bir adam karısına: Kenidini boşa der de bir
şey niyet etmez yahut bir talâkı -karısı hürre ise iki talâkı- niyet ederse, kadın
kendini boşadığında bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Kadın kendini üç talâkla
boşarsa kocası da bunu niyet ettiği takdirde üç talâk vâki olur. Musannıfın
kendini boşa diye kayıdlaması şundandır: Çünkü kadınlarından hangisini istersen
boşa derse, konuştuğu kadın sözünün umumuna dahil olmaz. Kadın ona cevaben ben
kendimi talâk-ı bâinle boşadım derse, kocası kabul ettiği takdirde bir talâk-ı
ric'î meydanagelir. Çünkü bu söz kinâyedir.
İZAH
Bu fasıl tefvîz nev'ilerinin üçüncüsüdür.
Maksad talâkı sarîh bir şekilde dilemeye tâlik değildir. Bilâkis hem sarîhe hem
zımniye şâmil olmasıdır. Hâkim Kâfî'sinde şöyle demiştir: «Bir adam karısına
kendini boşa der de dilemekten bahsetmezse bu söz dilemek mesabesindedir. Kadın
o mecliste kendini boşayabilir.» Yani talâk kadının dilemesine bağlıdır. Onun
boşaması da dilemesi demektir. Onun için Kâfî sahibi: «Kadına dilersen kendini
bir defa boşa der de kadın ben kendimi bir defa boşadım cevabını verirse boş
olur. Kendini boşamakla dilediğini göstermiştir.» demiştir. Bu izahatımızta
Nehir sahibinin İnâye'den naklen yaptığı itiraz defedilmiş olur. Onun itirazı
şudur: «Bu başlığa münasip olan, söze içinde dilemek bulunan bir meseleyle
başlamaktır.» Sa'diyye hâşiyelerinde kendisine verilen cevaba hâcet yoktur.
Orada şöyle cevap verilmiştir: «İçinde dilemek zikredilen mesele zikredilmeyen
mesele yerine tutulmuştur. Tıpkı mürekkeple müfredin hallerinde olduğu gibi
hareket edilmiştir. Yani müfred mürekkepten önce gelir. Onun yerine tutular da
öyledir.
Velev ki Nehir sahibi bunu kabul etmiş
olsun. Evet: «Musannıf niçin sarîh olan meşiet meselelerini zikretmeden zımnî
meşiet meselelerinden bahsetti? Velev ki her ikisi bu bâbtan maksud olsun»
denilirse bu söz ona cevap teşkil edebilir. Anla!
"Karısı hürre ise Iki talâkı..."
Çünkü onun hakkında iki talâk aded-i mahız (hâlis sayı) dır. Cariye bunun
hilâfınadır. Onun hakkında ikiyi niyet etmesi sahihtir. Çünkü hürre hakkında üç
talâk itibarî ferd olduğu gibi cariye hakkında iki talâk da itibarî ferddir.
"Kadın kendini boşadığında" yani
bir, iki veya üç boşarda hiç birinde niyet bulunmazsa yahut hürre hakkında bir
veya iki talâkı niyet ederse -ki dokuz şekil hâsıl olur- bunlarda birtalâk-ı
ric'î vâki olur. Cariyede ise dört şekil meydana gelir. Bunu Halebî
söylemiştir. Çünkü cariye kendini ya bir ya iki boşayacaktır. Bunların her
birinde ya niyet yoktur yahut biri niyet etmiştir. Lâkin musannıfın "üç
defa boşarsa" demesi İmameyn'in kavline göredir. Onlara göre bir talâk-ı
ric'î meydana gelir. İmam-ı Azam'a göre ise kadın kendini üç defa boşar da
kocası bir talâkı niyet etmiş yahut hiç niyet etmemiş bulunursa bir şey vâki
olmaz. Çünkü boşa emrinin mucebî hakikî ferddir. Niyet etmese bile bu sâbit
olur. İtibarî ferde yani üçe gelince: O bu sözün muhtemelatındandır. Ancak
niyetle sâbit olur. O zaman kadının üç talâk yapması kendisine tefvîz edilen
şeyden başkasıyla iştigal olur ve talâk meydana gelmez. Nitekim bunu
Şürunbulâlî ifade etmiştir. Bunun muktezası şudur ki; erkek iki talâkı niyet
eder de kadın kendini üç talâkla boşarsa İmam-ı Âzam'a göre yine hiç bir tâlak
vâki olmaz. Anla!
"Kocası da bunu niyet ettiği
takdirde" diye kayıdlaması hiç niyet etmediği yahut bir veya iki talâkı
niyet ettiği suretten ihtiraz içindir. Çünkü bildiğin gibi İmam Âzam'a göre hiç
bir şey vâki olmaz.
"Üç talâk vâki olur." Bunları bir
sözle veya her birini ayrı ayrı yapması müsavîdir. Üç talâkı murad etmesinin
sahih olması şundandır: Çünkü kendini boşa sözünün mânâsı boşama işini yap
demektir. Bu lügaten zikredilmiştir. Çünkü sözün mânâsının bir cüz'üdür. Binaenaleyh
umumu niyet sahih olur. Şu kadar var ki cariye hakkında umum talâk sayısı iki,
hürre hakkında üçtür. Fetih.
"Kadın ona cevaben ilah..."
Bilmiş ol ki bir adam karısına: Kendim boşa der de o da ben kendimi bâinle
boşadım cevabını verirse bir talâk-ı ric'î ile boş olur. Ben kendimi seçtim
derse boş olmaz. Fetih sahibi diyor ki: "Farkın hâsılı şudur: tefvîz
edilen şey talâktır. Bâin kelimesi talâk yaparken kullanılan sözlerden bir
kinâyedir. Demek ki kadın kendisine tefvîz yapılan şeyle cevap vermiştir.
Seçmek bunun hilâfınadır. O ne sarîh, ne de kinâye olarak talâk lâfızlarından
değildir. Onun içindir ki, kadın ben kendimi bâinle boşadım derse kocasının
kabulüne bağlı kalır. Ben kendimi seçtim derse bu söz bâtıldır. Ona kabul de
lahîk olamaz. Bâin kelimesinin kinâye sayılması ashabın icma'ıyla olmuştur ki,
muhayyer bırakmanın cevabında kullanılır. Şu kadar var ki, kadın burada acele
beynunet vasfını ziyade etmiştir. Binaenaleyh vasıf hükümsüz kalır, asıl sâbit
olur.
Fetih sahibinin:" Onun içindir ki ilah..."
sözü meselemizdeki farkı lebat için başka bir meseleyle istidlaldir ki, o da
şudur: Söze kadın başlar da kocası kendini boşa demeden ben kendimi bâinle
boşadım derse kocası razı olursa ve buna niyet de etmişse talâk vâki olur.
Kinâyeler bahsinden az önce Telhisü'l-Câmi ve şerhinden naklen arzettiğimiz
mesele de bu kabîldendir. Orada şöyle demiştik: "Söze kadın başlar da ben
kendimi seçtim derse talâkvâki olmaz. Velevki kocasının niyeti bulunsun ve bunu
kabul etsin. Çünkü seçtim kelimesi yalnız muhayyer bırakmanın cevabında kinâye
kabul edilmiştir. Onun için karısına talâkı niyet ederek seni seçtim dese talâk
vâki olmaz. Bâin kılmak sözü bunun hilâfınadır." Fetih sahibinin: "Şu
kadar var ki ilah...» sözü bizim meselemizde talâk-ı ric'î meydana geldiğini
beyandır. Bu izahatımızla anlarsın ki, şârih ibtida meselesiyle cevap
meselesini karıştırmıştır. Doğru olan şekil "kocası kabul ettiği
takdirde" sözü ile ondan sonra gelen "velevki kabul etsin"
sözlerini ibâreden atmaktır. Çünkü bunlar söze ben kendimi bâin kıldım yahut
kendimi seçtim diyerek kadın başladığına göredir. Bu mesele kinâyeler bahsinden
önce zikredilmişdi. Şimdi bizim sözümüz kadın bunu kocasının "kendini
boşa" sözüne cevap olarak söylemesi hakkındadır. Bu ise aslâ kabule
tevakkuf etmediği gibi kadının talâk niyetine de bağlı değildir.
Nehir'de Telhîs'den nakil edilen bunun
hilâfınadır. Çünkü Telhîs'den kadının niyetinin şart koşulması ancak ibtida
meselesindedir, cevap meselesinde değildir. Kendini boşa sözüne cevaben kadının
ben kendimi bâinle boşadım demesi niyete muhtaç değildir. Şu da var ki burada
vâki olan talâk ric'îdir. İbtida meselesindeki ise bâindir. Tahtâvî'nin kezâ
Rahmetî'nin bu söylediklerimizden bazılarına tenbihde bulunduklarını gördüm.
METİN
Kendimi seçtim demesiyle boş düşmez.
Velevki kabul etsin. Çünkü seçmek ne sarîhtir ne de kinâye. Koca bundan
dönemez. Yani tefvîzın her üç nev'inden dönmeye hakkı yoktur. Çünkü bunda tâlik
mânâsı yardır. Meclisle de mukayyeddir. Çünkü temlîktir. Ancak ne zaman
istersen ve benzeri umum ifade eden sözler ziyade ederse o zaman mutlak olarak
boş düşer. Bu sözü bir erkeğe söyler yahut kadına ortağını boşa derse meclisle
mukayyed olmaz. Çünkü bu tevkildir. Ondan dönmeye de hakkı vardır. Meğerki
"ben seni her azlettikçe sen vekilsin" ifadesini ziyade etmiş olsun.
İZAH
"Ne sarîhtir ne de kinâye." Yani
bu söz talâkın kinâyelerinden değil tefvîzın kinâyelerindendir. Seç diyerek
muhayyer bırakmanın cevabı olması icma'la bilinmiştir. Emrin elindedir sözü de
buna katılmıştır. Boşa sözü bunun hilâfınadır. Zira seçmek kelimesinden cevap
olmaz. Bahır sahibi diyor ki: "Cevaba selâhiyeti yoktur sözüyle şunu ifade
etmiştir ki, kadın kendisini alakadar etmeyen bir şeyle meşgul olduğu için emir
onun elinden çıkar. Nitekim Fetih'de belirtilmiştir. Sadece seçmeyi nefy ile
yetinmesi gösteriyor ki, koca tarafından talâk yapmaya yarayan her söz kendini
boşa emrine cevap olmaya da yarar. Bu emrin elindedir sözünün cevabı gibidir.
Nitekim Hulâsa'da açıklanmıştır."
"Her üç nev'inden" yani muhayyer
bırakmak, emrin elindedir demek vedilersen sözlerindendönmeye hakkı yoktur.
"Çünkü bunda tâlik mânâsı
vardır." Yahut bu temlîk olduğu için yalnız temlîk edenle tamam olur,
kabule tevakkuf etmez. Nitekim Fetih sahibi bununla ta'lil etmiştir. Biz bunu
tefvîz bâbında arzetmiştik.
"Çünkü temlîktir." Yani velevki
vekâlet sözünü sarahaten söylemiş olsun. Meselâ seni talâkın hususuna vekil
ettim desin. Nitekim Hâniyye'de belirtilmiştir. Çünkü kadın kendisi için iş
görmekte, vekil ise başkası için çalışmaktadır. Bunu Bahır sahibi ifade etmiş;
sonra şunları söylemiştir: "Zâhire bakılırsa tatlîkı veya talâkı tâlik
arasında bu hükümde fark yoktur. Yani meclisle takyidinde demek istiyor. Çünkü
Muhît'te bildirildiğine göre bir adam karısına kendini boşa der de dilemekten
bahsetmezse bu dilemek mesabesindedir. Ancak bir şeyde müstesnadır ki, o da
kendini boşa sözünde üçü niyet sahihtir. Sen dilersen boşsun sözünde üçü niyet
sahih değildir." Zâhirine bakılırsa kadın bulunduğu mecliste dilemezse
emir elinde olmaktan çıkar.
"Ve benzeri ilah..." Dilediğin
vakit, her ne zaman dilersen ve dilediğin an gibi sözlerdir. Böyle sözler
karşısında kadın o mecliste ve daha sonra kendini boşayabilir. Çünkü bu sözler
umum vakitleri ifade ederler. O adam "hangi vakitte istersen kendini boşa"
demiş gibi olur. Bilmelisin ki erkek ne zaman dilek kelimesini zikrederse onu
ister umum icab eden, ister etmeyen bir sözle birlikte söylesin kadın kendisini
kasidsiz olarak yanlışlıkla boşarsa talâk vâki olmaz. Dilek kelimesini
zikretmezse bunun hilâfınadır. Talâk vâki olur.
"Mutlak olarak boş düşer." Yani
gerek o mecliste, gerekse daha sonra boşasın kadın boş düşer.
"Bu sözü bir erkeğe söylerse"
cümlesindeki ism-i işaret boşama emrine râcidir. Yani bir adama benim karımı
boşa derse meclisle mukayyed olmaz. Musannıfın bununla kayıdlaması
"karımın emri senin elindedir" sözünden ihtiraz içindir. Çünkü o söz
meclise münhasırdır. Esah kavle göre ondan dönmeye de hakkı yoktur. Kezâ
"karımın talâkını sana verdim" der de o kimse de boşarsa yine meclise
münhasır kalır ve yapılan talâk ric'î olur. Bahır. Adam tâbiriyle musannıf
çocuk ve deliden ihtiraz ederek aklı ereni kasdetmiştir. Çünkü tevkil sahih
olmak için vekilin mutlaka akıllı olması lâzımdır. Nitekim vekâlet bahsinde
açıklanmıştır. Kadının emrini bir çocuğun veya delinin eline vermesi bunun
hilâfınadır. O sahihtir. Zira temlîk olup zımnında tâlik vardır. Sanki şöyle
demiştir: "Sana deli sen boşsun derse sen boşsun." Bu mesele temlîkin
tevkile muhâlif olduğu yerlerden biridir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Tefvîz
bâbında da geçmişti. Lâkin Bahır sahibinin bundan sonra Bezzâziye'den
naklettiğine göre talâka tevkil, onu vekilin sözüne tâliktır. Onun içindir ki
sarhoşken dahi söylese vâki olur. Ancak şöyle denilebilir: Bu ibtidaen tevkil
sahih olmak için aklın şartkılınmasına aykırı değildir. Ancak vekilin sözüne
tâlik etmenin muktezası aklın şart koşulmamasıdır. Çünkü üzerine tâlik yapılan
şey boşamakla mevcuddur. Şu halde temlîkle tevkil arasında bu hususta fark
yoktur. Düşünülsün.
METİN
Ancak dilersen sözünü ziyade ederse
meclisle mukayyed olur. Bundan dönemez. Çünkü temlîk olmuştur. Hâniyye'de şöyle
denilmiştir: "Kadın dilerse onu boşa sözüyle, kadın dilemedikçe o kimse
vekil olamaz. Kadın onu öğrendiği mecliste dilerse o mecliste onu boşar, başka
mecliste boşayamaz. Ama vekiller bundan gafildirler." Bir kimse karısına
kendini üç yakut iki defa boşa der de kadın bir defa boşarsa bir talâk vâki
olur. Çünkü bu kocasının yaptığı tefvîzın bîr cüz'üdür. Bin ile demedikce vekil
de öyledir.
İZAH
«Meclisle mukayyed olur.» Çünkü talâkı
dilemeye tâlik etmiştir. Mâlik; dilediği gibi tasarruf eden kimsedir. Hidâye.
Sonra bilmiş ol ki, o kimse diledim derse talâk vâki olmaz. Çünkü koca ona
dilerse karısını boşamasını emretmişti. Diledim sözünde boşama yoktur. Koca sen
dilersen karım boş olsun der de o adam da diledim cevabını verirse talâk vâki
olur. Çünkü şart olan dilek mevcuddur. Onu boşa der o kimse de yaptım cevabını
verirse talâk vâki olur. Çünkü bu söz boşadım sözünden kinâyedir. Bunu
Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yine Bahır'da Hâkim'in Kâfî'sinden
naklen şöyle denilmiştir: "Bir adamı karısını boşamak için tevkil eder de
vekil kadını üç defa boşarsa, kocası üçü niyet ettiği takdirde üç talâk vâki
olur. Niyet etmezse İmam-ı Âzam'a göre hiç talâk vâki olmaz, İmameyn'e göre bir
talâk vâki olur.
«Başka mecliste boşayamaz.» Bulunduğu
meclisten ayağa kalkarsa tevkil bâtıl olur. Sahih olan kavil budur. Çünkü
talâka vekâletin sübut bulması kocasının kadına tefvîz ettiği dileğe dayanır.
Kadının dilemesi ise meclise münhasırdır. Vekâlet de öyledir. Hâniyye'de böyle
denilmiştir. Hulvânî diyor ki: "Bunu bellemek icab eder. Çünkü bu umumi
belvalardandır. (Herkesin başına gelir.) Zira vekiller talâk îkâ'ını kadının
dilemesinden geciktirirler. Bilmezler ki bu talâk vâki olmaz. Bu meclisle
mukayyed olmaz sözünden yapılan bir istisnadır. Nehir. Bundan lüğz yapılarak:
"Vekilin meclisiyle mukayyed olan vekâlet nedir?" derler. Bahır.
«Bir defa boşarsa...» Bahır sahibi diyor
ki: "Birle iki talâk arasında fark yoktur. Musannıf burada: "Kadın
daha az boşasa yaptığı talâk vâki olur." dese daha iyi olurdu. Bununla
kadın kendini üç defa boşarsa evleviyetle olacağına işaret etmiş sayılırdı ve
bunları bir sözle yapması ile ayrı ayrı sözlerle yapması arasında fark olmazdı.
«Bir talâk ric'î vâki olur.» Çünkü lâfız
sarîhtir. Bazı nüshalarda böyle denilmiştir.
«Çünkü bu» yani bir talâk kocasının yaptığı
tefvîzin bir cüz'üdür. Fetih sahibi diyor ki: "Çünkü bu kadın üç talâk
îkâ'ına mâlik olunca onlardan dilediğini îkâ'a da mâliktir. Bizzat zevc gibidir."
Remlî şunları söylemiştir: "Bunun muktezası şudur: Kocası kendini boşa der
de üçü niyet ederse kadın iki boşadığı zaman iki talâk vâki olur. Çünkü bu
kadın da üç talâkı îkâ'a salâhiyatdardır. O da onlardan dilediği kadar mı îkâ
edebilir. Ama ben buna tenbihde bulunan görmedim. Buna ulemanın: "Kadının
üç talâkı bir sözle yahut ayrı ayrı sözlerle yapması arasında fark
yoktur." sözleri delâlet etmektedir. Biz fark görünce ikinci talâkın
üçüncüden önce olduğuna hüküm verdik. Yalnız ikinciyle iktifa etseydik yalnız
iki talâk vâki olurdu. Kadın iki talâka mâlik olmasaydı tefvîz câiz olmazdı.
«Vekil de öyledir ilah...» Bahır sahibi
diyor ki: "Bu hükümde temlîk ile tevkil arasında fark yoktur. Kadını üç
defa boşamak için vekil eder de o da bir defa boşarsa bir talâk vâki olur. Bin
dirheme üç defa boşaması için tevkil eder de bir defa boşarsa hiçbir talâk vâki
olmaz. Meğerki bin dirhemin bütününe karşı kadını bir defa boşasın. Hâkim'in
Kâfî'sinde böyle denilmiştir." Yani bir talâk ona yaptığı tefvîzın bir
cüz'ü ise de koca talâka ancak hususî bir karşılık vermek suretiyle razı
olmuştur. Onu vermezse sahih olmaz.
METİN
Bunun aksine bir şey vâki olmaz. İmameyn
bir talâk vâki olacağını söylemişlerdir. Dilersen kendini üç defa boşa der de
kadın bir defa boşarsa veya aksini yaparsa her iki surette hiç bir talâk vâki
olmaz. Çünkü sözle muvaffakatı şart koşmuştur. Hâniyye'nin tâlik bâbında şöyle
denilmektedir: "Bir adam karısına kendini on defa boşamasını emreder de
kadın üç defa boşarsa yahut bir defa boşamasını emreder de kadın yarım defa
boşarsa yahut bir defa boşamasını emreder de kadın yarım defa boşarsa talâk
vâki olmaz." Karısına talâk-ı bâin veya ric'î yapmasını emreder de kadın
"cevaben bunun aksini yaparsa kocasının emrettiği talâk vâki olur. Kadının
vasfettiği hükümsüz kalır.
İZAH
«Bunun aksinde bir şey vâki olmaz.» Yani
kadına kendisini bir defa boşamasını emreder de o bir sözle üç defa boşarsa
İmam-ı Âzam'a göre hiç bir talâk vâki olmaz. Ama bir defa ve bir daha ve bir
daha derse bilittifak bir talâk vâki olur. Çünkü birinci talâkla emre imtisal
etmiştir. Sonrakileri hükümsüz kalır. Kezâ bir talâkı niyet ederek emrin elinde
olsun der de kadın kendini üç defa boşarsa Mebsût sahibinin beyanına göre
bilittifak bir talâk vâki olur. Çünkü kocası lâfzan adedden bahsetmemiştir.
Lâfız umuma ve hususa elverişlidir. Tamamı Bahır'dadır.
«Kendini üç defa boşa ilah...» Dilemesine
tâlik meselesinde emrin tatlîk lâfzıyla verilmesiyle talâk lâfzıyfa verilmesli
arasında fark yoktur. Hatta kadına dilersen sen üç defa tâliksin yahut dilersen
bir defa tâliksin der de kadın buna muhâlefet gösterirse hiç bir şey vâki
olmaz. Bahır.
«Veya aksini yaparsa» yani dilersen kendini
bir defa boşa der de kadın üç defa boşarsa bir şey vâki olmaz. Bahır.
«Her iki surette hiç bir talâk vâki olmaz.»
Birinci surette hilâfsız talâk vâki olmaz. Çünkü üç talakın tefvîzı şarta
muallaktır. O da kadının bunu dilemesidir. Zira kadına söylenen sözün mânâsı
üçü dilersen demektir. Bu şart mevcud değildir. Çünkü kadın ancak bir talâk
dilemiştir. Kocası sözünü dilemekle kayıdlamazsa bunun hilâfına olur. Kadının
bir ve bir ve bir daha diledim diye ayrı ayrı söylemesi erkeğin tefvîzında
dahildir. Çünkü ayırarak söylemesi bir fasıladır. Üçü dilemesi yoktur. Bunları
arada susmadan birbirine bitişik söylemesi bunun hilâfınadır. Çünkü hepsini
söyleyip bitirdikten sonra üçü dilemiş olduğu meydana çıkar. Kadın da o adamın
nikâhındadır. Kadının cima edilmiş olup olmaması fark etmez. İkinciye gelince
bundan talâk vâki olmaması İmam-ı A'zam'a göredir. İmameyn'e göre bir talâk
vâki olur. Bahır.
«Çünkü sözle muvafakatı şart koşmuştur.»
Sözle muvafakat ancak asıl olan yerde şart koşulur. Tâbi olan yerde şart
koşulmaz. Burada da öyledir. Çünkü aded zikredilirse talâkın îkâ'ı adedle olur,
vasıfla olmaz. Kadına üçü veya biri emreder de o bunun aksini yaparsa kocasına
asılda muhalefet yapmış olur. Yukarıda geçen mesele bunun hilâfınadır. Orada
karısına kendini boşa der de karısı ben kendimi bâin kıldım cevabını verirse
boş düşer demiştik. Çünkü kadın kocasına yalnız vasıfta muhalefet etmişti. O da
hükümsüz kalarak bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Lâkin bu dilemeye muallak ile
başka bir şeye muallak arasında fark olmamasını gerektirir. Halbuki dilemekten
başkasına muallak olanda meselâ kendini üç defa boşa dediğinde kadın bir defa
boşarsa bir defa boş olduğunu evvelce görmüştük.
Meğerki şöyle denilsin: Lâfzan muvafakatın
şart koşulması dilemeye muallak olana mahsustur. Böylece o lâfzın suretini
söylemeye tâlik olur. Nitekim şârihin az ileride Hâniyye'den naklen
söyleyecekleri de bunu ifade eder.
«Hânlyye'nln tâlik bâbında» ki ibâresi
şudur: "Dilersen kendini on defa boşa der de kadın kendimi üç defa boşodım
cevabını verirse talâk vâki olmaz." Sonra şöyle denllmiştir: "Kadına
dilersen sen bir talâk boş-sun der de kadın birln yarısını diledim cevabını
verlrse boç olmaz." Bu izahtan anlaşılır kl, şârlh dilek kaydını ibâreden
atmıştır. Talâk vûkl olma-maBinın vechl lâfızdcı muhalefet göstermesidlr.
Velevki mânâda muvafd-kat bulunsun, Çünkü on talöktan ancak üçü vâkl olur. Yarım
dedlğl de blr bütün olur.
«Karısına talâk-ı bâin veya ric'î ilh ..»
Meselâ kendini bâin talâkla boşa der de kadın ben kendimi talâk-ı ric'î ile
boşadım cevabını verirse; yahut kocası kendini talâk-ı ric'î ile boşa der de
kadın: Ben kendimi bâin olarak boşadım cevabını verirse kocasının emrettiği
talâk vâkiolur. Bu söz kadının ben kendimi bâin kıldım diye cevap vermesine de
şâmildir. Çünkü o da öncekine râci'dir.
Kaadîhân vekil hakkında bunların arasında
fark görmüş ve şöyle demiştir: "Bir adam başkasına benim karımı ric'î
talâkla boşa der de vekil kadına seni bâin talâkla boşadım şeklinde söylerse
bir talâk-ı ric'î vâki olur. Ama vekil ben onu bâin kıldım derse hiç bir şey
vâki olmaz." İhtimal vekil ile talâka memur olan kadın arasında fark
şudur: Talâka vekil olan kimse kinâye sözle talâk yapmaya salâhiyaddar
değildir. Çünkü kinâye adamın niyetine bağlıdır. O ise niyete bağlı olmayan bir
sözle boşamasını emretmiştir. Böylece vekil muvekkiline asılda muhalefet etmiş
olur. Kadın bunun hilâfınadır. Çünkü kocası ona kendisi sarîh veya kinâye hangi
lâfızlarla talâk yapabilecekse onlarla talâk yapmasını temlîk etmiştir. Lâkin
bu vekilin kinâye sözlerle talâk yapamayacağına dair nakil bulunmasına
bağlıdır. Bahır.
Nehir sahibi buna itiraz etmiş:
"Hânniyye'nin ibâresi vekilin kinaye lâfızla muhalefette bulunduğunu
açıkça göstermektedir." demiştir. Şu da var ki Şihab-ı Şilbî metnin sözünü
kadının ben kendimi bâin olarak boşadım demesiyle kayıdlamıştır. Kendimi bâin
kıldım demesi bunun hilâfınadır. Onunla talâk vâki olmaz. Şihab: "Bu izahı
ganimet bil. Çünkü onu şerhlerden hiç birinde bulamıyacaksın" demiştir.
Onu Şürunbulâlî de nakil ve ikrar etmiştir.
Ben derim ki: Lâkin Şılbî bu kaydı
Kaadîhân'ın vekil hakkındaki sözünden alarak yapmıştır ki, aralarında fark
bulunmadığının sübutuna bağlıdır. Halbuki bu hususta söz edildiğini biliyorsun.
Hem faslın başında geçmişti ki kadın ben kendimi bâin kıldım sözüyle boş olur.
METİN
Asıl şudur: Vasıfta muhalefet cevabı ibtal
etmez. Asılda muhalefet böyle değildir. Ama bu kadının dilemesine muallak
olmadığına göredir. Kadının dilemesine tâlik eder de kadın aksini yaparsa bir
şey vâki olmaz. Çünkü kadın kendisine tefvîz edilen şeyi dileyip yapmamıştır.
Hâniyye. Bahır. Bu adam karısına; Dilersen sen boşsun der de kadın sen
diledinse ben de diledim cevabını verir, adam da talâkı niyet ederek diledim
derse yahut kadın henüz mevcud olmayan bir şey için şöyle olursa diledim derse
- meselâ babam dilerse diledim yahut gece olursa diledim cevabını verir kendisi
de gündüzde bulunursa - emir bâtıl olur. Çünkü şartı yoktur. Kadın geçmişte bir
iş için o mecliste eğer o iş olduysa diledim derse boş düşer. Çünkü bu
tencizdir. Geçmiş işten muradı muhakkak mevcud olmasıdır. Meselâ babasının
hanede olduğunu bilerek babam şu hanede ise demesi veya geceleyin "bu gece
ise" diledim demesi böyledir. Bir adam karısına sen ne zaman dilersen
boşsun yahut her ne zaman dilersen boşsun veya dilediğinde yahut dilediğin anda
boşsun der de kadın bu emri reddederse emir geri dönmez.
İZAH
«Asıl şudur ilh...» Fetih sahibi diyor ki:
"Hâsılı muhalefet vasıfta olursa cevap bâtıl olmaz. Muhalefeti yaptığı
vasıf bâtıl olur ve talâk tefvîz ne şekilde yapıldıysa öyle olur. Muhalefetin
asılda olması bunun hilâfınadır. O zaman cevap bâtıl olur. Meselâ kocası bir
talâk tefvîz eder de kadın kendini üç defa boşarsa Ebû Hanife'nin kavline göre
cevap bâtıl olur, talâk vâki olmaz. Yahut kocası üç talâkı tefvîz eder de kadın
bin defa boşarsa hiç bir şey vâki olmaz.
«Hâniyye. Bahır.» Yani bunu Bahır sahibi
Hâniyye'den nakletmiştir. Bazı nüshalarda Hâniyye ve Bahır denilmiştir. Bu da
doğrudur. Hatta evladır. Çünkü bu hüküm iki kitabın mecmuundan alınmıştır.
Hâniyye'nin tâlik bâbında şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: Dilersen
kendini bir talâk-ı bâinle boşa der de kadın ric'î talâkla boşarsa yahut:
Dilersen bir talâkla boşa sana dönmeye hakkım olsun der de kadın talâk-ı bâinle
boşarsa Ebû Hanife'nin kavline kıyasla hiç bir şey vâki olmaz. Çünkü kadın
kendisine tefvîz edilen şeyi dileyip yapmamıştır." Bahır sahibi bu
ibâreden çıkararak: "Musannıfın söylediği dilemeye muallak olmayan şey
hakkında farzedilmiştir." demiştir,
«Henüz mevcud olmayan bir şey için...»
Mevcud olmayan sözü geçmiş bitmiş bir şeye sâdıktır. Halbuki böyle bir şeye
tâlik yapmak tenciz (halen yürürlüğe koymak) olduğundan şârih henüz mevcud
olmayan diyerek onu tahsis etmiştir. H. Musannıf ise mukabilinde zikrettiğine
güvenerek onu mutlak ifade etmiştir.
«Babam dilerse diledim ilh...» Burada
şârihin iki misâl getirmesi muhakkak olacak bir şeyle muhtemelen olacak şey
arasında fark olmadığına işaret içindir. H.
«Emir bâtıl olur ilh...» Yani talâk hâli
bâtıl olur. Bahır sahibi diyor ki: "Çünkü bu adam talâkı kadının o anda
geçerli dileğine tâlik etmiştir. Kadın ise muallakı yapmıştır. Şart mevcud
değildir. Musannıf kadının sözünü sadece diledim sözüyle kayıdlamıştır. Çünkü
kadın: Talâkımı diledim ilh... derse» talâk vâki olur. Talâk sözünü anmayınca
talâka elverişli bir söz olmadan niyet muteber değildir. Bundan şu çıkarılır ki
kocası senin talâkını diledim dese niyetle talâk vâki olur. Çünkü dilek varlığı
bildirir. Senin talâkını murad ettim demesi bunun hilâfınadır. Çünkü murad
etmek varlık bi-dirmez. Fukaha dilemekle murad arasında kul sıfatlarında fark
görmüşlerdir. Velevki Allah Teâlâ'nın sıfatları hakkında müteradif olsunlar.
Nitekim lügatta da müteradif (aynı mânâya) dirler. Hoş gördüm, razı oldum
sözleri de murad ettim gibidir.
«Çünkü bu tencizdir.» Yani mevcud bir şeye
yapılan tâlik tencizdir. Onun içindir ki ibrâyı olmuş bir şeye tâlik etmek
sahih olur. Burada şöyle bir itiraz vârid olamaz: "Bir adam yaptığını
muhakkak bildiği bir şey için: Bunu yaptımsa kâfir olayım derse kâfir olması
gerekir. Halbuki muhtar kavle göre bu adam kâfir olmaz. " Çünkü küfür
itikadın değişmesineibtina eder. Halbuki o fiille itikad değişikliği
olmamıştır. Tamamı Bahır'dadır.
«Kadın bu emri reddederek» dilemiyorum
derse emir geri dönmez. Ondan sonra kadın dileyebilir. Çünkü kocası ona o anda
bir şey temlîk etmiş değildir. Bilâkis talâkı kadının dilediği vakte izafe
etmiştir. Binaenaleyh o vakitten önce temlîk olamaz ve reddetmekle geri
cevrilmez. Hidâye'de böyle denilmiştir. Şöyle de denilebilir: Bu hiç bir halde
aslâ temlîk olamaz. Bilâkis talâkı kadının dilemesine tâlik olur. Kadının
boşadım demesi şartı yerine getirmektir. Şart onun dilemesidir. Meydana gelen
talâk muallak talâktan başka bir şey değildir.
Evet, dilersen kendini boşa sözünde bu
sahihtir. Fetih. Bahır sahibi Muhît'in şu ifadesiyle cevap vermiştir: "Bu
söz tâlik mânâsını tezammun eder. Bu onun lâzımıdır, ibtal kabul etmez. Temlîk
mânâsını da tezammun eder. Çünkü mâlik dileyerek tasarrufta bulunan kimsedir.
Kadın kendini boşamak hususunda amel etmekle, mâlik de kendi nefsi için amel
etmektedir. Temlîk cevabı sadece meclise münhasırdır. Câmi'de bildirildiğine
göre sen dilersen boşsun yahut hoş görürsen boşsun veya arzularsan boşsun gibi
sözler yemin değildir. Çünkü bunlar mânen temlîk, sureten tâliktır. Onun için
de meclise münhasırdır itibar surete değil mânâyadır."
Ben derim ki: Bahır sahibinin:
"Temlîkin cevabı meclise münhasırdır." sözü umum vakit ifade etmeyen
eğer ve kaç gibi bir edatla tâlik ettiği zamana mahsustur. Umum vakit bildiren
edatla tâlik yaparsa bunun hilâlfınadır. Burada zikredilen de umum bildiren
edattır. Faslın başında da geçmişti.
METİN
Meclisle de mukayyed olmaz. Kadın kendini
ancak bir defa boşayabilir. Çünkü edat bütün zamanlara âm ve şâmildir, fiillere
şâmil değildir. Binaenaleyh kadın her zaman boşamaya salâhiyaddardır. Bir defa
boşadıktan sonra tekrar boşamaya salâhiyeti yoktur. Kocası her diledikçe
dediyse kadın üç talâkı ayrı ayrı zamanlarda yapabilir. Cemi' ve tesniye
yapamaz. Çünkü bu edat umumî ferdleri bildirir.
İZAH
«Meclisle de mukayyed olmaz.» Fakat ne
zaman ve her ne zaman kelimeleri vakit bildirmek içindir ve bütün vakitlere
şâmildir. Sanki hangi vakitte istersen boşa demiş gibidir. Dilediğinde veya
dilediğin anda diye terceme ettiğimiz (izâ, izâmâ) kelimeleri de İmameyn'e göre
ne zaman diye terceme ettiğimiz (metâ) kelimesi gibidir. İmam-ı Âzâm'a göre
bunlar şart için kullanıldıkları gibi vakit için de kullanılırlar. Lâkin emir
kadının eline geçmiştir. Meclisten kalkmakla şübheye binaen elinden çıkmaz.
Evet, kocası ben mücerred şartı kasdettim derse biz de meclisle mukayyed olur
diyebiliriz. Ve töhmeti def için erkeğe yemin verdirilir. Nehir. Meselenin
tamamı Fetih'dedir.
«Cemi' ve tesniye yapamaz.» Burada
Hidâye'nin ibâresi şöyledir:"Kadın birden ve toptan talâkı îkâ'a
salâhiyaddardır." İnâye sahibi diyor ki: "Bazılarına göre bu iki
sözün mânâsı birdir. Bazılarına göre ise birden demenin mânâsı kadının kendimi
üç defa boşadım sözüdür. Toptan'ın mânâsı ise bir boşadım, bir daha ve bir daha
demesidir. Zâhir olan budur." Yani toptan kelimesinin izahında zâhir olan
budur demek istiyor. Galiba bu sözüyle o Dirâye'nin ifadesine işaret ediyor. Dirâye'de
toptan kelimesi: "Boşadım ve boşadım ve boşadım der." şeklinde tefsir
edilmiştir. Fakat Dirâye sahibi birincisi daha sahihtir diyerek birden ve
toptan kelimelerinin aynı mânâya geldiklerine işaret etmiştir. Nehir'de de
böyle denilmiştir.
Ama birden kelimesiyle iki, toptan
kelimesiyle üç kasdedilebilir. O zaman "cemi' ve tesniye yapamaz"
sözü buna işaret olur. Sonra bilmelisin ki Hidâye'de toptan kelimesinin
kadının: "Boşadım ve boşadım ve boşadım." demesidir şeklinde tefsir edilmesi:
"Esah olan bunun hilâfıdır." denilmesi gösteriyor ki, esah kavle göre
kadın bir mecliste kendini aralıklı olarak üç defa boşayabilir. İnâye'nin
ifadesi de buna işaret etmektedir. Zira bunu: "Bir boşadım ve bir daha ve
bir daha..." şeklinde tefsir etmiştir. Çünkü âmil bir olduğu için bu da
cemi'dir. Dirâye'nin ifadesi bunun hilâfınadır. O cemi değil ayırmadır. Çünkü
fili tekerrür etmiştir. Bu izaha göre Kuhistânî'nin: "Ayrı ayrı üç defa
boşar. yani üç mecliste boşar ve kadın her mecliste kendini bir defadan fazla boşayamaz.
Çünkü her talâk boş olmaz." İfadesi esah kavlin hilâfınadır. Meğerki bir
defadan fazla ifadesi "Toplu olarak üç talâk boş olmaz." demesi
karinesiyle birden mânâsına yorumlansın.
Bizim bu söylediklerimize
Câmu'l-Fûsuleyn'in şu ifadesi de delâlet eder: "Her diledikçe emrin elinde
olsun derse, kadın gerek o mecliste gerekse ondan sonra her diledikçe üç
talâkla bâin oluncaya kadar ken-disini ihtiyar edebilir. Şu kadar var ki bir
defada kendisini birden fazla boşayamaz." Bu sözün muktezası kadının bir
mecliste kendini aralıklı ola-rak üç defa boşayabilmesidir. Meğerki sen boşsun
sözüyle emrin elinde olsun ifadesi arasında fark görülsün. Lâkin Gâyetü'l-Beyân
sahibi şöyle demiştir: "Bunlar Câmi-i Sağîr'in meseleleridir. Suretleri
şudur: Muham-med Yâkub'dan, o da Ebû Hanife'den naklen şöyle demiştir:
"Bir adam karısına: sen her diledikçe boşsun derse, kadın kendini
boşayabilir. Ve-levki bulunduğu meclisten kalkmış da başka bir işe girişmiş,
bir çok işler görmüş olsun. Bu hal kendini üç defa boşayıncaya kadar devam eder
ilh...»
Gâyetü'l-Beyân sahibi diyor ki: "Çünkü
her diledikçe sözü bütün fiil-lere âm ve şâmildir. Kadın üç talâkı dolduruncaya
kadar birini diledikten sonra ötekini dileyebilir. Meclisten kalktığında veya
başka bir işe girişti-ğinde o mecliste kendisine verilen dilek hakkı bâtıl
olur. Zira dilekten vaz-geçtiğine delil vardır. Lâkin umum edatı hükmünce
kendisi için başka birdileme hakkı vardır." Bu açık gösteriyor ki, kadın
bir mecliste üç talâkı aralıklı olarak yapabilir. Tatarhâniyye'de Muhît'ten nakledilen
şu ifade ondan da açıktır: "Karısına: sen her diledikçe boş ol derse,
mecliste ol-sun başka yerde olsun birer birer üç talâka kadar kadın her
dilediğinde kendini boşayabilir."
TENBİH: --Fetih'de şöyle denilmiştir:
"Kadın kendini üç veya iki de-fa boşarsa İmameyn'e göre bir talâk vâki
olur. İmam-ı Âzâm'a göre bir şey vâki olmaz." Bahır'da da Mebsût'tan
naklen şöyle denilmektedir:"Her diledikçe sen üç defa boşsun der de kadın
bir defayı diledim cevabını verirse, bu söz bâtıl olur. Çünkü kocasının mânâsı
üç talâkı her diledikçe demektir."
Ben derim ki: Bu söz üç talâkı ayrı ayrı
yapmak ancak adedi söyle-mediği zamandır, mânâsını ifade eder. Hâkim'in
Kâfi'sinde şöyle denil-miştir; "Her dilediğinde son üç talâk boşsun der de
kadın bir talâk dilerse bu bâtıl olur. Kezâ her diledikte sen de bir talâk
boşsun der de kadın üç talâkı dilerse ve kezâ sen boşsun der de üçü söylemez
kadın da üçü di-lerse bâtıl olur." Yani birden söylerse böyledir. Ayrı
ayrı söylerse velev bir mecliste olsun bildiğin gibi câiz olur.
METİN
Kadın başka kocaya vardıktan sonra kendini
boşarsa talâk vâki olmaz. Yani kendini ayrı ayrı zamanlarda üç defa boşamışsa
hüküm budur. Aksi takdirde başka kocaya vardıktan sonra bu talâkları ayrı ayrı
yapabilir. İleride gelecek yıkma meselesi budur. Sen dilediğin yerde boşsun
yahut nerede istersen orada boşsun derse kadın ancak o mecliste dilediği
takdirde boş olur. Dilemeden meclisinden kalkarsa artık kendisine dileme hakkı
yoktur. Çünkü bu iki edat mekân bildirirler. Talâkın ise mekâna teallûku
yoktur. Binaenaleyh her ikisi "eğer" edatından mecaz olurlar. Çünkü
bu bâbın temeli eğer edatıdır.
İZAH
«Talâk vâki olmaz.» Çünkü tâlik ancak
mevcud olan milke sarfedilir. O da üçtür. Üç talâkı yapmakla tefvîz sona erer.
Bahır.
«Aksi takdirde» yani kendisini hiç
boşamazsa yahut bir mecliste üç defa yahut bir mecliste yalnız bir veya iki
defa boşarsa başka kocaya vardıktan sonra bu talâkları ayrı ayrı yapabilir. H.
«İleride gelecek» yani ric'at bâbının
sonunda gelecek olan yıkma meselesi budur. Bu mesele şöyle izah olunur: ikinci
koca üç talâkı yıktığı yani hükmünü yok ettiği gibi üçten aşağısının hükmünü de
yıkar. Bir kimse karısını bir veya iki defa boşar da kadın başkasıyla evlenip
boşandıktan sonra onunla tekrar evlenirse kadın ona yeni bir milkle döner. Yani
o kadını üç defa boşamaya hakkı olur. Bu İmam-ı Âzâm'la Ebû Yusuf'a göredir.
İmam Muhammed'e göreikinci koca yalnız üç talâkın hükmünü yıkar. Daha
aşağısının hükmünü yıkmaz. Binaenaleyh bir kimse karısını iki defa boşar da
kadın başka kocaya gittikten sonra boşanıp tekrar bununla evlenirse kalan talâk
hakkıyla döner. Kocasının onun üzerinde kalan hakkı bir talâktır. Tekrar
evlendikten sonra kocası o kadını bir talâkla boşarsa Şeyhayn'a göre kadın ona
hörmet-i galiza ile haram olmaz. İmam Muhammed'e göre ise olur.
Kezâ kadına: Sen şu haneye her girdikçe
boşsun der de kadın oraya iki defa girerek boş düşer ve iddeti geçerse, başka
kocaya vardıktan ve ondan boşandıktan sonra Şeyhayn'a göre üç talâkla bâin
oluncaya kadar o haneye her girdikçe boş olur. İmam Muhammed buna muhâliftir.
Nitekim bunu Zeylaî tâlik bâbında: "Üç talâkı tâlik onun tencizini ibtal
eder." dediği yerde zikretmiştir. Fazla ifadesi "Toplu olarak üç
talâk boş olmaz." demesi karinesiyle birden mânâsına yorumlansın.
Bizim bu söylediklerimize
Câmu'l-Fûsuleyn'in şu ifadesi de delâlet eder: "Her diledikçe emrin elinde
olsun derse, kadın gerek o mecliste gerekse ondan sonra her diledikçe üç
talâkla bâin oluncaya kadar kendisini ihtiyar edebilir. Şu kadar var ki bir
defada kendisini birden fazla boşayamaz." Bu sözün muktezası kadının bir
mecliste kendini aralıklı olarak üç defa boşayabilmesidir. Meğerki sen boşsun
sözüyle emrin elinde olsun ifadesi arasında fark görülsün. Lâkin Gâyetü'l-Beyân
sahibi şöyle demiştir: "Bunlar Câmi-i Sağîr'in meseleleridir. Suretleri
şudur: Muhammed Yâkub'dan, o da Ebû Hanife'den naklen şöyle demiştir: "Bir
adam kansına: sen her diledikçe boşsun derse, kadın kendini boşayabilir.
Velevki bulunduğu meclisten kalkmış da başka bir işe girişmiş, bir çok işler görmüş
olsun. Bu hal kendini üç defa boşayıncaya kadar devam eder ilh...»
Gâyetü'l-Beyân sahibi diyor ki: "Çünkü
her diledikçe sözü bütün fiillere âm ve şâmildir. Kadın üç talâkı dolduruncaya
kadar birini diledikten sonra ötekini dileyebilir. Meclisten kalktığında veya
başka bir işe giriştiğinde o mecliste kendisine verilen dilek hakkı bâtıl olur.
Zira dilekten vazgeçtiğine delil vardır. Lâkin umum edatı hükmünce kendisi için
başka bir dileme hakkı vardır." Bu açık gösteriyor ki, kadın bir mecliste
üç talâkı aralıklı olarak yapabilir. Tatarhâniyye'de Muhît'ten nakledilen şu
ifade ondan da açıktır: "Karısına: sen her diledikçe boş ol derse,
mecliste olsun başka yerde olsun birer birer üç talâka kadar kadın her
dilediğinde kendini boşayabilir."
TENBİH: -Fetih'de şöyle denilmiştir:
"Kadın kendini üç veya iki defa boşarsa İmameyn'e göre bir talâk vâki
olur. İmam-ı Âzâm'a göre bir şey vâki olmaz." Bahır'da da Mebsût'tan
naklen şöyle denilmektedir:"Her diledikçe sen üç defa boşsun der de kadın
bir defayı diledim cevabını verirse, bu söz bâtıl olur. Çünkü kocasının mânâsı
üç talâkı her diledikçe demektir."
Ben derim ki: Bu söz üç talâkı ayrı ayrı
yapmak ancak adedi söylemediği zamandır, mânâsını ifade eder. Hâkim'in
Kâfî'sinde şöyle denilmiştir: "Her dilediğinde sen üç talâk boşsun der de
kadın bir talâk dilerse bu bâtıl olur. Kezâ her diledikte sen de bir talâk
boşsun der de kadın üç talâkı dilerse ve kezâ sen boşsun der de üçü söylemez
kadın da üçü dilerse bâtıl olur." Yani birden söylerse böyledir. Ayrı ayrı
söylerse velev bir mecliste olsun bildiğin gibi câiz olur.
METİN
Nasıl istersen boş ol sözüyle derhal bir
talâk-ı ric'î meydana gelir, Ama kadın bâini veya üç talâkı dilerse erkeğin
niyetiyle birlikte dilediği olur. Aksi takdirde kadın cima' edilmişse talâk
ric'î, edilmemişse bâin olur. Emir de bâtıl olur. Zeylaî ile Aynî cima'dan önce
demişlerse de yanlıştır. Doğrusu cima'dan sonradır. Dikkatli ol. Kaç istersen
boşa yahut istediğin kadar boşa derse kadın o mecliste bid'î olmamak şartıyla
dilediği kadar boşayabilir. Çünkü zaruret vardır.
İZAH
«Derhal bir talâk-ı ric'i meydana gelir
ilh...» Yani kadın dilesin dilemesin mücerred o sözle bir talâk-ı ric'î meydana
gelir. Sonra kadın bâini veya üç talâkı diledim derse, kocası da aynı şeyi
niyet etmiş olmak şartıyla dediği gibi olur. Çünkü muvafakat vardır. Bu İmam-ı
Âzâm'a göredir. İmameyn'e göre kadın dilemedikçe hiç bir şey vâki olmaz. İmam-ı
Âzâm'a göre talâkın aslı kadının dilemesine teallûk etmez, sıfatı teallûk eder.
İmameyn'e göre ise ikisi birden teallûk ederler. Meselenin tamamı Fetih'dedir.
Ben Menâr şerhi üzerine yazdığım hâşiyede bu tefvîz ile umumî tefvîzlar
arasındaki farkı belirttim. Dedim ki; burada tefvîz edilen şey talâkın halidir.
O da bâin ve müteaddid nev'ilerine ayrılır. Binaenaleyh ikiden birini tâyin
için niyete ihtiyaç vardır. Umumi tefvîzlarda ise kocanın niyetine ihtiyaç
yoktur.
«Kadın cima edilmişse talâk ric'i olur.»
sözü kocasının niyet ettiğinin hilâfını dilemesine ve kocasının hiç bir şey
niyet etmediği suretlere sâdıktır. Murad birincisidir. Çünkü Fetih'de şöyle
denilmiştir: "Karı-koca ihtilâf ederlerse meselâ kadın bâin talâkı, kocası
ise üç talâkı isterse yahut bunun aksi olursa talâk ric'idir. Çünkü istekleri
birbirine uymadığı için kadının dilemesi hükümsüz kalır. Kocasının da sarîh sözle
talâk îkâ'ı kalır. Talâkı bâin veya üç yapmak hususunda kocanın niyetinin bir
tesiri yoktur. Kocasının niyet hatırına gelmezse hükmün ne olacağını musannıf
zikretmemiştir. Asıl nam kitabta: "Ama kadının dilediğinin itibara
alınması icab eder. Hatta kadın talâkın bâin veya üç olmasını diler de kocası
bir şeyi niyet etmezse kadının yaptığı talâk bilittifak vâki olur ilh..."
denilmiştir.
Kadının cima' edilmiş olması her iki
yerdeki ric'î sözünün kaydıdır. Mehir bâbında manzum olarak geçmişti ki,
iddetin lüzumu hususunda kendisiyle halvet yapılan kadın da cima' edilenkadın
gibidir. iddeti içinde başka bir talâk yapılması hususunda dahi öyledir.
«Aksi takdirde» yani kadın cima' edilmemiş
olup talâk-ı bâinle boşanır da mahalliyeti kalmadığı için emin elinden çıkarsa
demektir. Fetih'de böyle denilmiştir. Halvet yapılan kadına gelince: Biliyorsun
ki ona iddet lâzımdır. O ric'î olarak boş düşer; emirde elinden çıkmaz.
«Zeyla'î»nin ibâresi şöyledir:
"Hilâfın semeresi iki yerde zâhir olur. Biri dilemeden kadının meclisten
kalkması, diğeri de bunun cima'dan önce olmasıdır. Burada İmam-ı A'zam'a göre
ric'î bir talâk meydana gelir, İmameyn'e göre ise hiç bir şey vâki olmaz.
Reddetmek ayağa kalkmak gibidir." H.
«Dilediği kadar boşayabilir» Yani bir, iki
veya üç talâkla boşayabilir ve talâkın aslı bilittifak kadının dilemesine
teallûk eder. İmam-ı A'zam'ın kavline göre nasıl istersen meselesi bunun
hilâfınadır. Çünkü kaç kelimesi aded ismidir. Dilediğin kadar sözü ise adedi
umumileştirmektir. Fukahanın ıstılahına göre bir kelimesi adeddir. Binaenaleyh
tefvîz bizzat adedde olmuştur. Vâki ise ancak zikredilmek şartıyla adeddir. Şu
halde tefvîz vâkiin kendisinde olmuştur. Binaenaleyh kadın dilemedikçe hiç bir
şey vâki olmaz. Fetih.
TENBİH; -Musannıf kocanın niyetinin şart olduğunu
söylememiştir. Şârih onu Menâr şerhinde ve kezâ Mirkât şerhinde beyan etmiştir.
Keşif sahibinin beyanına göre kendisi üstadının elyazısı ile Pezdevî alâmetini
taşıyan bir yazı görmüş ki, orada kocanın iradesinin de mutabakatı şarttır.
Çünkü mübhem aded için olunca niyete ihtiyaç vardır denilmiştir. Takrîr sahibi
bunu kabul etmiştir. Lâkin Hidâye. Fetih ve diğer kitapların zâhirine bakılırsa
kocanın iradesi şart değildir. Bahır sahibi Menâr üzerine yazdığı şerhde bunu
daha zâhir görmüştür. Çünkü iştirak yoktur. Kadına tefvîz edilen sadece
mikdardır. Erkeğe bırakılan da tek yapmasıdır. Binaenaleyh mübhemlik yoktur.
"Nasıl" edatı bunun hilâfınadır. Çünkü bununla kadına tefvîz edilen
şey haldir. Hal ise evvelce arzettiğimiz gibi müşterektir.
Ben derim ki: Metinlerin zâhiri de bunu
göstermektedir.
«Bid'î olmamak şartıyla...» Bahır sahibi
diyor ki: "Dilediği kadar boşayabilir sözüyle kadının kendini kerâhetsiz
olarak bid'î de sayılmamak şartıyla birden fazla boşayabileceğini ifade
etmiştir. Bundan yalnız kocasının îkâ ettiği talâklar müstesnadır. Çünkü kadın
buna mecburdur. Onları birbirinden ayırırsa emir elinde olmaktan çıkar."
Ben derim ki: Kadın hayızlı olursa hüküm
yine böyledir. Bunun acık ifadesi talâk bahsinin başında geçmişti. Tahtâvî:
"Bunun benzeri nasıl dilersen sözünde söylenir. Niyetle beraber kadın üç
talâk îkâ ederse önce söylenen hakkında bahis mevzuu edilir." demiştir.
METİN
Kadın reddederse yahut vazgeçtiğini
gösteren bir harekette bulunursa reddedilir. Çünkü buhalen temlîktir. Cevabının
da halen olmasını gerektirir. Bir adam karısına kendini üçten dilediğin mikdar
boşa derse kadın üçten aşağı boş olur. Üçten dilediğini seç demesi de böyledir.
Çünkü üçten sözü üçü parçalamayı bildirir. İmameyn ise bu sözün beyan için
olduğunu söylemişlerdir. Şu halde onlara göre üç talâk boş olur. Ama birinci
kavil daha zâhirdir.
FER'İ MESELELER: -Bir adam karısına: Hem
dilersen hem dilemezsen boşsun derse kadın derhal boş olur. Talâkı dilersen sen
boşsun, talâkı sevmezsen dahi sen boşsun derse kadın boş olmaz. Çünkü kadının
talâkı sevmemesi, ona buğz etmemesi câizdir. Talâkı hem dilemesi hem dilememesi
caiz değildir. Bir adam iki karısına: Talâkı hanginiz daha çok severse yahut
hanginiz ondan daha çok nefret ederse boş olsun der de kadınlardan her biri:
Ben onu daha çok severim cevabını verirse talâk vâki olmaz. Çünkü her biri
arkadaşının kendinden daha az sevdiğini iddia etmektedir. Binaenaleyh şart
tamam değildir. Sonra dilemeye veya iradeye yahut rızaya veya hevese, muhabbete
tâlik etmek tâlik mânâsını taşıyan temlîk olur ve emrin elindedir sözünde
olduğu gibi meclisle mukayyeddir. Başka şeye tâlik etmek bunun hilâfınadır.
İZAH
«Kadın reddederse...» Yani ben boşamam
derse yahut uyku ve meclisten kalkmak gibi kabul etmediğini bildiren bir
hareket gösterirse reddedilmiş olur.
«Çünkü bu halen temlîktir.» Bu söz
"vakitte, ne zaman" kelimelerinden ihtiraz içindir. Yani bu müneccez
(derhal geçerli) temlîktir. Gelecekte bir vakte izafe edilmiş değildir.
Binaenaleyh cevabının da derhal verilmesini gerektirir.
«Birinci kavil daha zâhirdir.» Çünkü maksad
açıklama olsa dilediğin kadar boşa demek yeterdi. Nitekim Nehir'de Tahrîr'den
naklen böyle denilmiştir. H.
«Hem dilersen hem dilemezsen ilh...» Bilmiş
ol ki dilemekle dilememeyi bir şart yaparsa yahut dilemekle ondan kaçınmayı bir
şart yaparsa kadın aslâ boş düşmez. Çünkü hem dilemeyi hem dilememeyi birarada
bulundurmak imkânsızdır. Meselâ sen dilersen ve dilemezsen boşsun yahut
dilersen ve bundan kaçınırsan boşsun sözleri böyledir. Şart edatını
tekrarlayarak cezayı önce söylerse yani dilersen sen boşsun ve dilemezsen der
de kadın bulunduğu mecliste diler veya dilemezse boş düşer. Çünkü her iki sözü
ayrı ayrı şart yapmıştır. Şu haneye girersen sen boşsun yahut girmezsen sözü de
böyledir. Cezayı sona bırakır da dilersen ve dilemezsen sen boşsun derse
ebediyyen boş olmaz. Çünkü cezayı sonra söyleyince ikisi bir şart gibi olur ve
beraberce bulunmaları imkânsızdır. Beraberce bulunmaları mümkünse iş değişir ve
ikisi birden bulunmadıkça kadın boş düşmez. Sen yersen ve içersen boşsun demesi
böyledir. Şart edatını tekrarlar da cümlenin biri dilemek, diğeri kaçınmak
olursa meselâ dilersen sen boşsun ve kaçınırsan da derse kadın dilesin
dileme-sin talâk vâki olur. Susarak meclisten kalkarsa talâk vâki olmaz. Çünkü
her iki söz başlıbaşına bir şarttır. Çekinmek de dilemek gibi bir fiildir.
Bunların hangisi bulunursa talâk vâki olur. İkisi de bulunmazsa bir şey vâki
olmaz.
Kezâ şart edatını tekrarlamaz da yahut
edatıyla atıf yapar ve sen istersen boşsun yahut da istemezsen derse yine hüküm
budur. Çünkü talâkı iki cümleden birine talîk etmiştir. Dilersen sen boşsun,
dilemezsen de sen boşsun dese kadın derhal boş olur. Talâkı seversen sen
boşsun, ondan nefret edersen de boşsun demesi bunun hilâfınadır. Çünkü kadının
talâkı hem sevmemesi hem nefret etmemesi câizdir. Binaenaleyh vukuun şartı
kesin değildir. Kadının hem dilemesi hem dilememesi câiz değildir. Şu halde iki
şarttan biri muhakkak sâbittir ve talâk vâki olur. Sen çekinsen de nefret etsen
de boşsun der de kadın çekindim cevabını verirse boş olur. Sen dilemezsen
boşsun der de kadın dilemiyorum cevabını verirse boş olmaz. Çünkü çekindim
sîgası çekinmeyi icad için söylenir. Adam talâkı ondan çekinmeye tâlik etmişti.
Bu da mevcuddur, onun için talâk vâki olur.
Dilemesen de sözü icad için değil yokluğu
bildiren bir sîgadır. Binaenaleyh şu eve girmezsen mesabesinde olur. Dilememek
kadının dilemiyorum sözüyle tehakkuk etmez. Çünkü sonradan da dileyebilir. O
ancak ölümle tehakkuk eder. Bunu Bahır sahibi Muhît'ten nakletmiştir. Bahır
sahibi bundan sonra şunu söylemiştir: "Adam talâkı kendi dilediğinin
bulunmamasına tâlik ederse hüküm yine böyledir. Filan dilemezse deyip de o
filanın dilemiyorum cevabını vermesi bunun hilâfınadır. Fark şudur: Ecnebîde
yemininde durmanın şartı kadının o mecliste talâkını dilemesidir. Ecnebînin
dilemiyorum demesiyle meclis değişir. Çünkü bu ihtiyaç duyulmayan bir şeyle
meşgul olmaktır. Zira talâkı îkâ için ayağa kalkıncaya kadar susması kâfidir.
«Kadın boş olmaz.» Bu sözün yeri kadın
sevmiyorum, nefret de etmiyorum dediği yahut sustuğu zamandır. Fakat seviyorum
yahut nefret ediyorum derse boş düşer. Çünkü sevmeye ve benzerine yapılan tâlik
onu haber vermeye tâlik olur. Velevki vâkı'a uygun olmasın. Nitekim
gele-cektir.
«Talâkı hem dilemesi hem dilememesi câiz
değildir.» Zira dilemek mevcud olan bir şeyi haber vermektir. Varla yokun
arasında vasıta yok-tur.
«Yahut hanginiz ondan daha çok nefret
ederse» bu ikinci meseledir.
«Kadınlardan her biri ben onu daha çok
severim ilh.. derse» sözü birinci meselenin cevabıdır. Şârih mukayese ile
bilindiği için ikinci mese-lenin cevabını terketmiştir. Onun cevabı: "Her
biri: ben ondan daha çok nefret ederim derse" takdirindedir. Talâkın vâki
olmaması kadınlardan her biri arkadaşının kendinden daha az nefret ettiği dâvâsında
olduğuiçindir. Böylece şart tamam olmamıştır. H
Kadınları iddialarında kocalarının
yalanlamış olması gerekir. Nitekim bunu Hâkim Kâfî'sinde kaydetmiştir. Bunun
muktezası şudur ki, koca iki-sini de tasdik ederse ikisi de boş düşer. Çünkü
ism-i tafdil bir kişiye de fazlasına da uyar. Nitekim vakıf bahsinde
gelecektir.
«Binaenaleyh şart tamam değildir.» Çünkü
kadın arkadaşı hakkın-daki şâhidliğinde tasdik edilmez. Bahır. Yani öteki
kadının sevgisi veya nefreti bununkinden az olmadıkça bunun sevgisi veya
nefreti daha çok olamaz. Fakat arkadaşının kalbindekini ifadede onun sözü
tasdik edile-mez. Binaenaleyh ötekinden daha çok sevdiği sâbit olamaz. Öteki
hak-kında da aynı şey söylenir. Böylelikle hiç birinin fazlalığı sâbit olmaz ve
hiç birinin boş olması için şart tamam sayılmaz. Ta'lilin muktezası şudur ki;
kadınlardan yalnız biri benim sevgim daha çoktur diye iddia ederse üzerine
talâk vâki olmaz. Meğerki bunların her birinin dâvâsında diğerini tamamen
yalanlama vardır denilsin. Yalnız birini dâvâ etmesi bunun hilâ-fınadır. Tâlik
bâbında görüleceği vecihle kocası fülan şeyi seviyorsan sen şöyle ol, fülane de
olsun derse, kadın seviyorum cevabını verirse sözü yalnız kendisi hakkında
tasdik olunur.
«Sonra dilemeye ilh...» Ve kezâ kadından
başkalarının bilemeyeceği bir mânâya tâlik temlîk olur. Ama kendisinde tâlik
mânâsı vardır. Bahır. T.
«Meclisle mukayyeddir.» Kezâ kadın sevgi ve
nefreti haber vermek hususunda yalan söylerse talâk vâkidir. Hayız ve benzerine
tâlik bunun hilâfınadır. Sonra bu mesele temlîk üzerine tefri' edilmiştir.
Bazıları:"Evlâ olan ondan dönmeye mâlik değildir, sözünü ziyade etmektir.
Tâ ki tâlik olduğuna teferru etsin. Çünkü bu temlîk üzerine teferru etmesinden
daha zâhirdir." demişlerdir.
Ben derim ki: Burada şöyle denilebilir:
"Maksad bu zikredilen kelimelerle yapılan tâlikin başka kelimelerle
yapılanlara muhâlif olduğunu anlatmak ve hepsi muvafık olursa ondan
dönememektir.
«Başka şeye tâlik etmek bunun hilâfınadır.»
Hayız görmesine veya şu haneye girmesine tâlik gibi ki, bu hâlis tâlik olduğu
için meclisle mukayyed değildir. Kezâ haber vermekle nefsel emirde yalan olmaz.
Nitekim gelecektir. Allahu a'lem.
TÂLİK BÂBI
METİN
Tâlik lügatta allaka kelimesinden
alınmadır. Kâmûs'ta bunun aslı bırakmak mânâsına geldiği bildirilmiştir.
Istılahda bir cümlenin ihtiva ettiği mânânın meydana gelmesine bağlamaktır.
Buna mecazen yemin denilir.
İZAH
Musannıf tâlikı, talâkın sarîh ve kinâye
sözlerle yapıldığını beyandan sonraya bırakmıştır. Çünkü tâlik talâkla şartı
beraberce söylemekten mürekkeb bir şeydir. Onun için onu müfredden yani
talâktan sonraya bırakmıştır. Nehir.
«Tâlik lügatta allaka kelimesinden
alınmadır.» Bahır'da böyle denilmiştir. Ama evla olan: "Tâlik allaka
kelimesinin masdarıdır. Bir şeyi astı mânâsına gelir." demektir. T. Yani
şârihin sözü masdarın fiilden türemiş olduğu zannını verir. Halbuki bu tercih
edilen kavlin hilâfınadır. Lâkin murad maddeyi beyandır. Tâ ki lügaten ondan
muradın hissî ve manevî kısımlara şâmil olan mutlak tâlik olduğu anlaşılsın.
«Istılahta ilh...» sözü manevî tâlika
mahsus bir tariftir. Musannıfın birinci cümleden muradı ceza, ikinciden muradı
da şart cümlesidir. Meselâ şu haneye girersen sen boşsun sözünde kadının boş
düşmesi o haneye girmesine bağlanmıştır.
«Buna mecazen yemin denilir.» Çünkü
Nehir'de bildirildiğine göre tâlik hakikatte şartla cezadan ibarettir. Ona
yemin denilmesi mecazdır. Çünkü bunda sebeb mânâsı vardır. Yine Nehir'de beyan
edildiğine göre bu hususi şekilde bağlamak diye tarif edilen ve tâlik ihtiva
eden şart cümlesinin beyanıdır. Bu bağlamaya yemin denilir.
Fetih sahibi diyor ki: «Esasen yemin kuvvet
demektir. İki elden birine yemin (sağ el) denilmesi diğerinden daha kuvvetli
olduğu içindir. Allah'a and vermeye yemin denilmiştir. Çünkü evvela tereddütten
sonra yapmak veya yapmamak için and edilen şey üzerine kuvvet ifade etmektedir.
Şüphesiz ki nefsin hoşlanmadığı bir şeyi bir şeye bağlamak ve o şey meydana
gelince bağlananın da meydana gelmesi şer'an ondan korunmanın kuvvetle lüzumunu
ifade eder. Ve nefsin sevdiği bir şeyi bir şeye bağlamak o şeyi yapmaya teşvik
olur. Bu suretle de yemin sayılır. Ancak bu izah onun hakikat olmasına da
lügatta mecaz olmasına da ihtimallidir.
Bahır'ın yeminler bahsinde şöyle
denilmektedir: "Bedâyi'nin zâhir ifadesine bakılırsa tâlik lügatta dahi
yemindir. Çünkü İmam Muhammed ona yemin adını vermiştir. Onun sözü lügatta da
huccettir denilmektedir." Bu gösterir ki tâlik hem lügaten hem ıstılahen
yemindir. Onun içindir ki Mi'râc-ı Dirâye sahibi: "Allah Teâlâ'ya and vermeye
de tâlika da yemin denilir." demiştir.
Ben derim ki: Lâkin Fetih sahibinin
yukarıda geçen sözünün muktezası şudur: Bundanmurad tâlik edilen şeyi ihtiyarî
bir fiile bağlamaktır. Tâ ki yemin edilen şeyden kaçınmak yahut o şeyi yapmaya
teşvik için kuvvet ifade etsin. Meselâ bana filan işin müjdesini verirsen sen
hürsün sözü bu kabîldendir. Tâlikın bundan başkasına yemin denilmez. Meselâ
güneş doğarsa yahut hayzını görürsen sen şöyle ol sözü bu kabîldendir. Ancak
Telhisü'l-Câmi'de ve onun şerhi Fârîsî'de beyan edildiğine göre bir kimse yemin
etmeyeceğine yemin ederse cezayı şart olmaya elverişli bir şeye tâlik etmekle
yemini bozulur. Bu şartın kendisinin veya başkasının fiili yahut vaktin gelmesi
gibi bir şey olması fark etmez. Meselâ şu haneye girersen sen boşsun yahut Zeyd
gelirse veya yarın olursa, keza ayın başı geldiğinde veya ay yenilenmediğinde
sen boşsun demesi bu kabîldendir. Yeterki kadın hayız görenlerden olsun,
aylarla iddet bekleyenlerden olmasın. Çünkü yeminin rüknü mevcuddur. Yeminin
rüknü cezayı tâliktır. Yeminin bulunması bozulmasının şartıdır. O adam da
yeminini bozmuş olur. Megerki dilersen veya istersen yahut seversen veya arzu
edersen yahut razı olursan gibi kalb amellarinden birine yahut ayın gelmesine
tâlik etmiş olsun da ayın başı geldiği zaman boşsun desin. Kadın da aylarla
iddet bekleyenlerden olsun. Bu takdirde yemini bozulmaz.
Çünkü birinci gurup sözler temlîkte
kullanılır. Onun için meclise münhasır kalır. Sırf tâlik için kullanılmazlar.
İkinci nev'i ise senenin vaktini beyan için kullanılır. Çünkü kadın hakkında
ayın başı sünnî talâkın vuku bulduğu vakittir. Binaenaleyh sırf tâlikta
kullanılan bir söz değildir. Onun içindir ki, talâkı tatlika tâlik eder de ben
seni boşarsam boşsun derse yemini bozulmaz. Zira vâkii hikâye etmek istemiş
olabilir. Yani seni boşamak benim elimdedir, ben boşarsam sen boş olursun demek
istemiştir. Böylece o söz sırf tâlik için kullanılmaz. Kölesine bana bin
dirhern verirsen sen hürsün, bundan aciz kalırsan kölesin sözüyle dahi şartla
ceza bulunsa bile tâlik yapmış olmaz. Çünkü bu söz kitabetin tefsiridir. Sırf
tâlik ifade etmez. Sen bir hayız görürsen boşsun sözüyle dahi tâlik yapmış
sayılmaz. Çünkü temizlik müddetinin bir cüz'ü bulunmadıkça kâmil hayız
bulunamaz.
Binaenaleyh talâk temizlik müddetinde olur
ve bu sözü sünni talâkın tefsiri yapmak mümkündür. Sırf tâlik için tahsis
edilmiş değildir. Bu suretlerde hâlis tâlik ifade etmeyen sözlerle o adamın
yemini bozulduğunda hüküm vermememiz şundandır: Çünkü talâka yemin etmek
memnu'dur. Aklı başında bir insanın sözünü yasak olmayacak cihete yorumlamak
evladır. Burada da onun ihtimalli bulunduğu temlîk veya tefsire yorumlamak
mümkündür. Onun için talâka yemin mânâsına yorumlanmaz. Sen hayız görürsen
boşsun diyen kimsenin yemini bozulması ise bozulmanın şartı bulunduğu içindir.
O da yemindir. Yemin rüknüyle yani ceza ve şartıyla zikredilmiştir. Adamın
"hayzını görürsen" demesi bid'î talâkı tefsire elverişli değildir.
Çünkü bid'î talâkın bir çok nev'ileri vardır. Bu söz onları tefsireyaramaz.
Sünnî öyle değildir. O yalnız bir nev'idir. Gerçi bir adam karısını güneş
doğarsa sen boşsun dediğinde yemini bozulur. Halbuki yeminin mânâsı olan teşvik
veya men burada yoktur. Güneşin doğması da muhakkaktır, şart olmaya elverişli
değildir. Çünkü mevcud olacağında tereddüd yoktur. Zira biz: "Gerek teşvik
gerekse men yeminin semeresidir, onun hikmetidir. Şu halde yeminde rükün tamam
olmuştur. yalnız semere ve hikmetinde tamam olmamıştır. Çünkü şer'î akidlerde
hüküm surete teallûk eder. Semere ve hikmete teallûk etmez." diyoruz. Onun
için bir kimse satmayacağına yemin eder de fasid bir satış yaparsa yemini
bozulur. Çünkü satışın rüknü mevcuddur. Velevki ondan beklenen milkin intikali
sâbit olmasın. Tereddüdsüzlüğü teslim etmiyoruz. Çünkü kıyametin her zaman
kopma ihtimali vardır. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Hasılı şudur: her tâlik yemindir, ister
kendi fiiline, ister başkasının fiiline, isterse vaktin gelmesine tâlik olsun.
Velevki yeminin semeresi olan teşvik veya men' bulunmasın. Binaenaleyh yemin
etmeyeceğine yemin eden bir kimse bununla yemini bozmuş olur. Meğerki bu sözü
tâlik suretinden temlîk veya sünnî talâkı tefsir yahut vâkii beyan yahut
kitabeti açıklama gibi mânâlara sarfetmek mümkün olsun. Nitekim müstesna olan
bu beş meselede böyledir ve inşaallah yeminler bahsinde gelecektir. Bu
izahattan anlaşılır ki, Bahır sahibinin söylediği şu söz: "Musannıfın
tâlik tâbirini kullanması Hidâye sahibinin talâka yemin bâbı demesinden
evladır. Çünkü bu beş meselede olduğu gibi tâlik sûrî tâlika şâmildir.
Bunların bazısı yemin olmamakla beraber
biliyorsun bu bâbta zikredilmiştir." sâkıttır. Nehir sahibinin:
"Bunlarda yemini bozulmaz. Çünkü bunlar örfen yemin değildir. Binaenaleyh
fukahanın ıstılahında yemin olmasına aykırı düşmez." sözü de öyledir.
Biliyorsun ki bu suretlerde yeminin bozulmaması hâlis tâlik sayılmadıkları
içindir. Hem o kimseler hakkında bunlar yemin değildir. Şu da var ki bu örfe
mebnî bir şey olsa o zaman örf nazarında hayzını görürsen sözü ile bir hayız
görürsen sözü arasında fark nedir ki, birincisi yemin sayılır, ikincisi
sayılmaz?
METİN
Tâlikin sahih olmasının şartı, şartın
mevcud olma tereddüdü içinde yok olmasıdır. "Gökyüzü üzerimizde ise"
gibi vücudu muhakkak olan şey tencizdir. "Deve iğne deliğine girerse"
gibi müstahîl (imkânsız) olan bir şey de hükümsüzdür.
İZAH
«Şartın» yani şart fiilinin delâlet ettiği
mânânın "mevcud olma tereddüdü içinde" yani hem olabilir hem
olmayabilir bir halde yok olmasıdır. İmkânsız veya mutlaka vücuda gelmesi
muhakkak olmamalıdır. Çünkü şart ya teşvik ya men' içindir. Bunların her biri
imkânsızla muhakkakta tasavvur edilemez. Tahrir şerhi.
«Tencizdir.» Bu söz mutlak değildir.
Bilâkis devamı için ibtida hükmü verilen şeylere mahsustur. Meselâ bir kimse
kölesine sana mâlik olursam sen hürsün derse, sustuğu an köle âzâd olur. Gözü
gören, kulağı işiten veya sağlam olan karısına sen görürsen veya işitirsen
yahut düzelirsen boşsun derse kadın o anda boş olur. Çünkü bu uzayıp giden bir
iştir. Binaenaleyh devamı için ibtida hükmü vardır. Hayızlı veya hasta olan
karısına: Sen hayzını görürsen veya hasta olursan şöyle olsun demesi bunun
hilâfınadır. Bu söz müstakbel bir hayıza yorumlanır. Çünkü hayızla hastalık
uzun zaman devam etmeyen şeylerdendir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Vechi
Hâniyye'de belirtildiği gibi şöyledir: "Hayız ve hastalık uzun zaman devam
etse de şeriat mecmu itibariyle bunlara birtakım hükümler tâlik etmiştir ki, bu
hükümler onların her cüz'üne teallûk etmez. Demek oluyor ki, bütününe bir şey
hükmü vermiştir.
«Hükümsüzdür.» Binaenaleyh aslâ vâki olmaz.
Çünkü o kimsenin bundan maksadı nefyi gerçekleştirmektir. Onu imkânsız bir şeye
tâlik etmesi bundandır. Bu İmam-ı A'maz'la İmam Muhammed'in: "Yeminin
mün'akid olmasının şartı yeminde sâdık kalmanın mümkün olmasıdır." sözüne
râci'dic. İmam Ebû Yusuf buna muhâliftir. Bu izaha göre Hâniyye'nin: "Bir
adam karısına: eğer benim kesemden aldığın altını iade etmezsen boşsun der de,
altın kesesinde çıkarsa kadın boş olmaz." sözü daha iyi anlaşılır. Bahır.
Kınye'nin şu sözü de bu kabîldendir: "Sarhoş bir kimse kapıyı çalar da
kadın kapıyı açmazsa: Sen bu kapıyı bu gece açmazsan boşsun dediği ve o hanede
kimse olmadığı anlaşıldığı takdirde kadın boş olmaz. Nehir. Bu bâbın sonunda
gelecek fer'î meseleler de bu kabîldendir.
T E N B İ H : -Kâzerûnî'nin Abdurrahman
Mürşidî Fetâvâsı'ndan naklettiğine göre Mürşidî'ye sorulmuş. "Bir adam
karısınâ: Sen fülanla evlenmediysen boşsun." derse ne cevap verilir
denilmiş, o da şu cevabı vermiş: "Gizli değildir ki, kocanın bu talâktan
muradı kadının kendi nikâhından ayrıldıktan ve iddetini bitirdikten sonra o
fülan ile evlenmemesidir. Kadın artık onun milkinde değildir. Binaenaleyh bu
söz hükmsüz kalır. Şart da geçersizdir. Ortada yalnız adamın sen boşsun sözü
kalır ve kadın müneccezen (derhal geçerli olarak) boş olur. "Nitekim Yemen
ulemasından bazı müteehhirin bu cevabı tercih etmişlerdir. Bu o kadın kocasının
ismetinde kaldığı müddetçe üzerine talâk edilen şartın bulunması imkânsız
olduğundandır. Diğer bazı müteehhirin de tâlikın sahih olduğunu kabul etmiş.
bunu mümkün sayarak erkeğin veya kadının hayatlarının son cüz'ünde talâk vâki
olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu söz yok hükmündedir. Yokluk tehakkuk ve
devam eden bir şeydir. Lâkin koca onu müstakbele tâlik edince bütün zamanlara
vücudu itibariyle elverişlidir. Onun için başka bir vakit teayyün etmez.
Böylece hayatın son cüz'üne kadar devam eder ve talâk vâki olur. Bazıları da
bunun ilzamî bir şart olduğunu mülahaza etmişlerdir. Sanki kocasıkendinden
sonra o kadının filanca ile evlenmesini ilzam etmektedir. Bu ise lâzım gelmeyen
bir şeyi ilzam sayılır ve hükümsüzdür. Talâk derhal vâki olur.
Ben derim ki: Aklı başında bir insanın
sözünü hükümsüz bırakmaktan korumak için: "Kocanın muradı onu boşadıktan
sonra kadının filancayla evlenmek istemesine tâliktır." denilse ihtimalden
uzak görülmez. Bu sözün içinde yeminiyle beraber kadının da sözü olur. Nitekim
bunun benzeri kalb işlerinde hüküm hep budur. Meselâ beni seversen sözü
böyledir. Şayet kadın senden sonra o fülanla evlenmeyi murad etmedim derse
talök vâki olur. Aksi halde talâk vâki olmaz. Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır. Sonra Kâzerûnî bu meseleyi ikinci defa olmak üzere Cevhere sahibi
Haddâdî'den nakletmiş ve buna Siracuddin Hâmîlî'nin üstadı AIi b. Nûh'dan
naklen kadın boş olur ve istediği ile evlenebilir diye cevap vermiştir. Kâzerunî:
"İtimada şâyân olan budur." demiştir. Yani bu imkânsız bir şeye yahut
ilzamî bir şarta tâlik olduğu için kadın boş düşer demek istemiştir.
METİN
Bitişik olması da şarttır. Ancak bir
özürden dolayı bitişik olmayabilir. Bununla ceza kasdetmemesi dahi şarttır.
Kadın: Ey alçak der de, kocası da: Ben senin dediğin gibiysem sen de şöylesin
cevabını verirse talâkı tenciz olur. Kadının dediği gibi olmuş olmamış fark
etmez. Meşrutu zikretmek meselâ sen boşsun eğer demek hükümsüzdür. Bununla
fetva verilir. Cezanın sonra zikredildiği yerde rabt edatının bulunması da
şarttır. Nitekim gelecektir. Tâlikın lüzumunun şartı ya hakikaten milktir,
meselâ bir kimse kölesine şöyle yaparsan sen hürsün der, yahut hükmen milktir.
Velevki hümen hükmî olsun. Karısına yahut kendinden boşanıp iddet bekleyen
birine gidersen sen boşsun demesi böyledir. Yahut âm olsun hâs olsun hakikî
milke izafettir. Meselâ bir köleye mâlik olursam yahut muayyen bir köleye sana
mâlik olursam şöyle olsun demesi böyledir.
İZAH
"Bitişik olması da şarttır." Yani
ecnebî bir fâsıla bulunmamalıdır. Bunun hakkında söz musannıfın: "Bir
kimse kansına sen boşsun inşaallah diye bitişik olarak söylerse" dediği
yerde gelecektir.
"Bununla ceza kasdetmemesi dahi şarttır."
Bahır sahibi diyor ki: Bir kimseye karısı pezevenk ve alçak gibi bir sözle
söver de o da: Eğer ben senin dediğin gibi isem sen boşsun cevabını verirse,
kocası dediğin gibi olsun olmasın derhal talâk vâki olur. Çünkü kocası
ekseriyetle kadını boşamaktan ancak ona eziyeti kasdeder. Ama bununla tâlikı
murad ederse diyaneten tasdik olunur. Buhâra ulemasının fetvası buna göredir.
Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. "Yani onların fetvası bunun şart için
değil ceza için olmasıdır. NitekimFetih'te gördün. Zâhire'de de böyle
denilmiştir. Yine Zâhire'de bildirildiğine göre muhtar kavil ve fetva şudur:
Eğer bu söz öfke halinde söylenmişse cezaya yorumlanır. Aksi takdirde şart
mânâsı verilir.
Bunun bir misli de Muhît'ten naklen
Tatarhâniyye'dedir. Valvalciyye'de şöyle denilmiştir: "Tâlikı kesederse
sefeleden olmadıkça talâk vâki değildir. Ulema sefelenin mânâsı hakkında söz
etmişlerdir. Ebû Hanife'den bir rivâyete göre müslüman sifle olmaz. Sifle ancak
kâfir olur. Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre sifle: Söylediğine ve kendisine
söylenene aldırış etmeyen kimsedir. İmam Muhammed'den bir rivâyete göre sifle
güvercinle oynayan ve kumarbazlık eden kimsedir. Halef: "Sifle yemeğe
dâvet edildiği vakit oradan bir şey aşıran kimsedir." demiştir. Fetva Ebû
Hanife'den rivâyet edilen kavle göredir. Çünkü mutlak surette sifle odur.
Pezevenk karısını kıskanmayan kimsedir.
"Meşrutu zikretmek" den murad
şart fiilini söylemektir. Zira şart kılınan odur.
"Hükümsüzdür." Yani kadın boş
olmaz. Çünkü o adam sözü tam olarak ağzından çıkarmamıştır. Kezâ sen üç defa
boşsun olmazsa yahut ancak yahut olursa veya olmadıysa gibi sözler
hükümsüzdürler. Bahır.
"Bununla fetva verilir." Bu kavil
Ebû Yusuf'undur. İmam Muhammed kadın derhal boş olur demiştir. Bahır.
"Rabt edatının bulunması" yani
Arapçada fa ve izai fücâiyye (Türkçede öyleyse, o halde) gibi bir edatın
bulunması şarttır.H.
"Nitekim gelecektir." Yani
musannıfın "Şart sözleri ilah..." dediği yerde gelecektir. H.
"Ya hakikaten milktir." Çünkü
milk olmayan yere tâlik ve izafet sahihtir. Fakat kocanın kabulüne bağlıdır.
Hatta ecnebî bir adam birinin karısına şu eve girersen boşsun derse kocasının
kabulüne bağlı olur. Kocası kabul ederse tâlik lâzım gelir ve kabulden sonra
girdiği takdirde boş düşer. Daha önce girerse boş olmaz. Kezâ ecnebî birinin
yaptığı müneccez talâk kocanın kabulüne bağlıdır. Kabul ederse kabul ettiği
vakte münhasır olarak talâk vâkidir. Satış böyle değildir. Çünkü kabul edince o
satış zamanına istinad eder. Burada kaide şudur: Şarta tâlikı sahih olan şey
münhasırdır. Şarta tâlikı sahih olmayan ise evvele istinad eder. Bahır.
Hakikaten sözüyle şârih muradın talâk ve
köle âzâdını tâlika ve kezâ nezire şâmil olduğuna işaret etmiştir. Meselâ AIIah
hastama şifa verirse, Allah için şu elbiseyi tesadduk etmek boynuma borç olsun
sözü bir nezirdir. Tâlik halinde o elbiseye mâlik olması şarttır. Bunu Rahmetî
söylemiştir.
"Yahut hükmen milktir." Hükmen
milk nikâh milkidir. Çünkü milk-i rakabe değil cima' istifadesinden ibaret bir
milktir. Sonra bu hükmî milk nikâh mevcudsa hakikaten hükmîmilktir. Boşandıktan
sonra kadın iddet beklerken ise hükmen hükmî milktir. Şârih: "Velevki
hükmen hükmî olsun." sözüyle buna işaret etmiştir. T.
"Hakiki milke izafettir." Verdiği
misâlde olduğu gibi milke muallak yapar. Yahut benim karım olursan der veya
nikâh gibi milke sebeb olan şeyi yani evlenmeyi söyler. Mûrisinin kölesine:
Sahibin ölürse sen hürsün demesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu tâlik sahih
değildir. Ölüm milk için vaz edilmiş değildir. Bilâkis milkin ibtali için vaz
edilmiştir. Sonra bilmiş ol ki, burada izafetten murad sırf tâlika ve ıstılahî
izafete şâmil olan lügavî mânâsıdır. Nitekim seninle evlendiğim gün sen boşsun
sözü ıstılahî bir izafettir. Nasılki Fetih sahibi buna işaret etmiştir. Bahır
sahibi bunların arasındaki farkı göstermek için sözü uzatmıştır. Oraya müracaat
edebilirsin!
METİN
Hükmi milke izafet dahi böyledir. Bir kadın
nikâh edersem yahut seni nikâh edersem sen boşsun gibi. Her kadın tâbirini
kullaması da öyledir. Şartın mânâsı kâfidir. Ancak ismi ile veya nesebiyle
yahut işaretle muayyen olan kadında kâfi değildir. Evlendiğim kadın boş olsun
derse o kadınla evlenmekle kadın boş olur. Şu kadın ilah... der de onu işaretle
tarif etmek istemezse vasıf hükümsüz kalır. Ecnebî bir kadına Zeyd'i ziyaret
ederse hükümsüz kalır. Kezâ bir döşekte beraber yattığım her kadın boş olsun
der de o kadınla evlenirse kadın boş olmaz. Cima'da bulunduğum her cariye hür
olsun der de bir cariye satın alarak onunla cima'da bulunursa âzâd olmaz. Çünkü
milk ve milke izafet yoktur. Bahır sahibinin ifadesine göre bizim örfümüzde
kadının ziyareti ancak beraberinde götürdüğü yemekle olur ki, onu ziyaret
edilen kimsenin yanında pişirir. Bellenmelidir. i
İZAH
"Hükmî milke izafet dahi
böyledir." Yani âm olsun hâs olsun bunun gibidir. Şârih bu sözle İmam
Mâlik'in muhalefetine işaret etmiştir. İmam Mâlik bunu bir kadına veya bir
şehire yahut bir kabileye, bakireliğe, dulluğa tahsis etmiştir. Meselâ aldığım
her bâkire yahut her dul diyecektir.
"Bir kadın nikâh edersem" yani o
boş olsun diyecektir. Şârihin bunu ibâreden atması ondan sonra gelen sözden
anlaşıldığı içindir.
"Yahut seni nikâh edersem..." Bu
kadının ecnebî olmasıyla iddet bekleyen olması arasında fark yoktur. Nitekim
Bahır'da beyan edilmiştir.
"Her kadın tâbirini kullanması da
öyledir." Yani evlendiğim her kadın boş olsun derse hüküm yine böyledir.
Bu hususta hîle (yani kurtuluşa çare) Bahır'da gösterilendir ki, o kimseye
kadını bir fuzûlî nikâhlar, o da fiilen razi olur. Meselâ icab eden eşyayı
kadına gönderir yahut kadın boşandıktan sonra onunla evlenir. Çünkü her
kelimesi tekrarı iktiza etmez. Biz meşietfaslından önce bu bahse teallûk eden
sözleri arzetmiştik.
FER'İ BİR MESELE: Bir adam filanla
konuşursam evlendiğim her kadın boş olsun der de o filanla konuşur sonra
evlenirse kadın boş düşmez. Evvela konuşur sonra evlenir, sonra yine konuşursa
ilk konuşmadan sonra evlendiği kadın boş düşer. Hâniyye. Zahîre'nin onuncu
faslına da bak.
"İsmi ile veya nesebiyle" sözünün
yerinde Bahır ve diğer kitablarda ve edatı kullanarak ismi ve nesebiyle
denilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Kendisi ile evlendiğim filan kızı
fülane boş olsun der de sonra o kadınla evlenirse boş olmaz." Demek
istiyor ki, evlenmekle vasıf hükümsüz kaldığı için yalnız filan kızı fülane
boştur sözü kalır, o da ecnebîdir. Milke izafet bulunmamıştır. Onun için
evlendiğinde boş düşmez.
"Yahut işaretle..." İşaretle
tarif orada mevcud olana, isim ve neseble tarif ise orada bulunmayana yapılır.
Hatta yemin verirken kadın orada bulunursa ismini ve nesebini söylemekle tarif
hâsıl olmaz, sıfat da hükümsüz kalmaz ve talâk evlenmeye teallûk eder. Bu izaha
göre Câmi'de şöyle denilmiştir: "Muhammed b. Abdillah isminde bir adamın
bir hizmetçisi olsa ve adam: Muhammed b. Abdillah'ın şu hizmetçisiyle bir kimse
konuşursa karısı boş olsun diyerek hizmetçiye işaret etse, sonra hizmetçi
kendisi ile konuşsa karısı boş düşer. Çünkü yemin eden orada mevcuddur. Onun
tarifi işaret yahut izafetle olur. Bunlardan biri bulunmamıştır. Binaenaleyh
isim belirsiz kalmıştır. Belirsiz isimlere dahil olmuştur." Bunu Bahır
sahibi Şeyhü'l-İslâm'ın Câmi'inden naklen söylemiştir.
"Vasıf hükümsüz kalır." Yani
evlendiğim kelimesi hükümsüz kalır. O kimse sanki şu kadın boştur demiş gibi
olur. Nasılki kendi karısına şu haneye giren kadın boş olsun derse kadın o
haneye girsin girmesin hemen boş olur. Bahır. Ecnebî kadının boş düşmemesi ise
milk ve milke izafet bulunmadığı içindir. Vasıf hükümsüz kaldığı için değildir.
Kendi karısı bunun hilâfınadır.
"Çünkü milk ve milke izafet
yoktur." Metindeki meselede bu zâhirdir. Ondan sonra zikredilenlerde dahi
hüküm aynıdır. Çünkü bir döşekte beraber yatmak mutlaka nikâhlı olmayı
gerektirmez. Nitekim cariye ile cima'da bulunmak da ona mâlik olmayı
gerektirmez. Bunun bir misli de şudur: Bir kimse anne ve babasına: Beni bir
kadınla evlendirirseniz o kadın üç defa boş olsun der de, annesi babası onu
kendisinden izin almadan evlendirirlerse karısı boş düşmez. Çünkü bu söz nikâh
milkine izafe edilmemiştir. Anne ve babasının onu izinsiz evlendirmeleri doğru
değildir. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiş, sonra: "İzniyle
olmuş veya olmamış fark etmez. Nitekim Mi'râc'da belirtilmiştir."
demiştir.
Ben derim ki: Lâkin Hâniyye'de izniyle
evlendikleri surette: "Sahih olan kavil yeminin sahih olmasıdır. Kadın boş
düşer." denilmiştir. Bu söz müşkildir. Çünkü bahsimiz tâlikın şartı
olanmilkin veya milke izafetin bulunması hakkındadır. Anne-babanın
evlendirmeleri her cihetten milke sebeb değildir. Zira bazen izniyle
evlendirirler bazen de izin almazlar. Meğerki Hâniyye sahibinin muradı: "Beni
iznimle evlendirseniz" dediği hale mahsus olsun. O zaman yemin sahih olur,
kadın da boş düşer. Aksi takdirde tâlik sahih olmadan önce zikredilen
tafsilâtın bir vechi yoktur. En güzeli Mi'râc'ın sözüdür.
«Bahır sahibinin ifadesine göre ilah...»
Ben derim ki: Bu örf şimdi Dimaşk'ta umumî değildir. Vaktiyle öyle imiş. Evet,
bazı insanlar arasında hâlâ vardır. Tahtâvî şöyle diyor: "Ben derim ki:
Bugün Mısır'da cereyan eden örf bu kadının ziyaretçi sayılmasıdır. Velevki
yanında pişirilmeyen bir şey bulunsun."
METİN
Nitekim kocanın milkin sübutuyla veya
zevaliyle birlikte yaptığı talâkı da hükümsüz kalır. Meselâ sen nikâh edilmenle
beraber boşsun demesi bu kabîldendir. Ama seninle evlenmemle beraber boşsun
derse sahih olur. Çünkü cümle failiyle mef'ulüyle tamamdır. Milkin zevaline
mîsâl benim ölümümle veya senin ölümünle beraber boşsun demesidir.
İZAH
"Milkin sübutuyla birlikte yaptığı
talâkı da hükümsüz kalır." Bunun aslı Bahır sahibinin Mi'râc'dan
naklettiği şu ifadedir: "Talâkı nikâha izafe eder. meselâ sen nikâhlanmanla
beraber boşsun yahut sen nikâhında boşsun derse talâk vâki olmaz. Bunu Câmi'
sahibi söylemiştir. Sen benim seninle evlenmemle beraber boşsun demesi bunun
hilâfınadır. Burada talâk vâki olur. Ama bu müşkildir. Bazılarının söylediğine
göre fark şudur: Bu adam evlenmeyi failine izafe edip mef'ulünü de zikredince
evlendirme sözünü milkten mecaz yapmıştır. Çünkü milkin sebebidir. Beraber
kelimesini sözü düzeltmek için sonra mânâsına kullanmıştır. "Sen nikâhında
boşsun" sözünde ise faili zikretmemiştir. Cümle noksandır. Binaenaleyh
nikâhtan sonra mânâsına alınamaz ve talâk vâki olmaz. Nikâh sahihtir.
"Şârih bu farka: "Çünkü cümle tamam olmuştur ilah..." diyerek
işarette blunmuştur. Bunun muktezası şudur: Bu adam "benim seni nikâh
etmemle beraber" yahut "senin evlenmenle beraber" deseydi hüküm
aksine dönerdi. Lâkin Haolebî diyor ki: "İnsanın içinde bu ta'lilden bir
gıcık kalıyor. Çünkü senin nikâhınla beraber sözü benim seni nikâh etmemle
beraber mânâsına da alınsa mukadder olan söylenmiş gibidir. Bu za'fa temrîz
sîgasıyla (sakatlık bildiren) denilmiştir sîgasıyla işaret etmiştir."
Ben derim ki: Daha zâhir olanı şöyle
demektir. Faili açıklamadığı vakit o kadınla kendisinin veya başkasının
evlenmesi ihtimali vardır. Lâkin bu sözün muktezası da nikâhla tezevvüç sözleri
arasında fark bulunmamasıdır. Şöyle ki, faili zikrederse her ikisinde vâki
olur, etmezse ikisinde de vâki olmaz. Düşün! Bunların hepsinden daha yakın olan
mânâ bazı dersüstadlarının çıkardığıdır ki şudur: Tezevvüç tezviçin arkasından
olur. Talâk kelimesini tezevvüçle beraber söylerse tezviç etmekle tezevvüçten
önce bulunur ve sahih olur, kadın boş düşer. Senin nikâhınla beraber demesi
bunun hilâfınadır. Çünkü milkle beraberdir.
"Benim ölümümle veya senin ölümünle
beraber boşsun demeildir." Çünkü talâkı birincide îkâ'a zıd bir hale,
ikincide ise vukua zıd bir hale izafe etmiştir. Nitekim tasrîh bâbında gemişti.
METİN
F A İ D E : Müctebâ'da beyan edildiğine
göre milke izafe edilen yeminde İmam Muhammed'den bir rivâyette talâk vâki
olmaz. Harzem uleması bununla fetva vermişlerdir. Bu kavil İmam Şâfiî'nindir.
Bir hâkimin feshi ile Hanefî de bu kavli taklid edebilir. Hatta hakemin
feshiyle, hatta âdil bir hâkimin fetvasıyla, iki hâdise hakkında verilmiş iki
fetva ile de taklid edebili.
İZAH
"Müctebâ'da beyan edildiğine
göre..." Müctebâ'nın ibâresi Bahır sahibinin beyanına göre şöyledir:
"Ben İmam Muhammed'den bir rivâyet gördüm ki, talâk vâki değildir diyor.
Harzem ulemasının çoğu bununla fetva verirlerdi." Zahîriyye'de: "Bu
kavil İmam Muhammed'indir. Bununla fetva verilir." denilmişse de o söz
üzerinde durduğumuz mesele hakkında değildir. Nitekim izahı yakında gelecektir.
Anla!
"Hanefî de bu kavli taklid
edebilir." Yani Şâfiî'yi taklid edebilir. Bahır sahibi şöyle demiştir:
"Hanefî bir hâkim izafe edilen yemini feshederek meseleyi Şâfiî hâkime
arzedebilir. O adam ben filan kadınla evlenirsem üç defa boş olsun dedikten
sonra o kadınla evlenir. Kadın kendisini Şâfiî bir hâkimin huzurunda dâvâ eder
ve boşadığını iddiada bulunursa Şafiî hâkim bu onun karısıdır, talâk bir şey
değildir diye hükmettiğinde bu iş ona helâldir. Kocası nikâhtan sonra feshten
önce bu kadınla cima' eder de fesh sonra olursa fesh ettiğinde cima' helâldir.
Fesh ettiğinde akdi yenilemeye de hâcet yoktur. O adam evlendiğim her kadın boş
olsun der de arkacığından bir kadınla evlenir ve yemini fesh ederse, sonra
başka bir kadınla evlendiğinde her kadın hakkında feshe hâcet yoktur. Hulâsa'da
böyle denilmiştir. Zahîriyye'de bunun İmam Muhammed'in kavli olduğu
bildirilmiştir. Onun kavliyle fetva verilir."
Ben derim ki: Bunun mefhumu şudur:
Şeyhayn'a göre her kadında feshe hâcet vardır. Zahîriyye sahibi de böyle
açıklamıştır. O halde buradaki hilâf bir kadın hakkında yemini Şâfiî bir hâkim
fesh ettiğine göredir. Sonra yemin eden kimse başka bir kadınla evlenirse
Şeyhayn'a göre birinci fesh kâfi değildir. İkinci defa fesh etmedikçe ikinci
kadına talâk vâki olur. İmam Muhammed'e göre ise kâfidir. Çünkü bu bir
yemindir. Onu ikinci defa feshetmeye hâcet yoktur. Fetva İmam Muhammed'in
kavline göre verilir. Şüphesizki bu ona göre yemininsahih olmasına mebnîdir ve
onunla talâk vâki ofur. Binaenaleyh yukarıda Müctebâ'dan naklettiğimiz:
"İmam Muhammed'den talâk vâki olmadığı rivâyet edilmiştir." sözüne
aykırı değildir. Zahîriyye sahibinin talâk vâki değildir sözünü İmam
Muhammed'den bir rivâyet değil de onun kavli olduğunu ve fetva bununla
verildiğini söyleyen vehmetmiştir.
Sonra Bahır'de şöyfe denilmiştir: "Bir
kadın üzerine birkaç yemin eder de ondan sonra nikâhın sahih olduğuna
hükmedilirse bütün yeminler ortadan kalkar. Ama her kadına ayrı bir yemin
yaparsa şüphesiz birisinin yemini feshedildiği vakit diğerininki feshedilmez.
Koca yeminini her evlendikçe diye yaparsa bu söz her yeminde feshi tekrara
muhtaç olur." Bunlar dört mesele olup musnannıfın Mecma' şerhinde beyan
edilmişlerdir. Bundan sonra hükmü Hanefî bir hâkim imza derse daha ihtiyatlı
olur.
Şâfiî tarafından yapılacak feshin yeri
kadını üç defa boşamazdan öncedir. Çünkü fesh yaparsa nikâhtan sonra müneccez
üç talâk vâkî olur ve bir şey ifade etmez. Nitekim Hâniyye'de belirtilmiştir.
Yine orada işaret edildiğine göre bunun şartı hâkimin yaptığı fesh için para
almamasıdır. Para alırsa bütün ulemaya göre hükmü geçersizdir. Meğerki yazı
için ücret-i misil alsın. Fazla alırsa yine geçersizdir. Evla olan mutlak
surette almamaktır.
T E N B i H: Bahır'ın hâkimin hâkime
mektubu bahsinde Valvalciyye'den şu ifade nakledilmiştir: "Karısına sen
elbette boşsun der de bunu talâk-ı ric'î gören bir hâkimin huzurunda dâvâya
çıkarlarsa kendisi tâbi olur ve o kadınla beraber yaşamak kendine helâl olur.
Ebû Yusuf'a göre ise lehine hükmetmişse helâl olmaz. Bâindir diye aleyhine
hükmetmiş fakat kocası talâkı bâin görmezse bilittifak hâkimin reyine tâbi
olur. Bu söylenenlerin hepsi koca âlim, rey ve içtihad sahibi olduğuna göredir.
Avamdan biriyse lehine veya aleyhine hüküm versin mutlaka hâkimin reyine tâbi
olur. Bu, o kimseye mahkeme tarafından hüküm verildiğine göredir. Fetva
verilirse sâbık ihtilâfa göredir. Çünkü cahil hakkında müftününün sözü onun rey
ve içtihadı mesabesindedir." Yani cahile müftünün sözüne tâbi olmak lazım
gelir. Nasılki âlime de kendi rey ve içtihadına tâbi olması lâzım gelir.
Bununla anlaşılır ki, mahkeme hükmüyle birlikte başkasını taklide hâcet yoktur.
Çünkü mahkeme hükmü kocanın reyine uysun uymasın mülzimdir. Koca cahil ise
fetva meselesinde de böyledir.
"Hatta hakemin feshiyle..."
Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Hakem tâyin edilen bir kimsenin hükmü sahih
kavle göre mahkeme kararı gibidir. Bezzâziye'de zikredildiğine göre Sadr'ın şöyle
dediği rivâyet olunmuştur: Ben derim ki: bunu yapmak kimseye helâl değildir.
Hulvânî bilinir fakat bununla fetva verilmez. Tâ ki cahiller mezhebi yıkmak
için yol aramasınlar, demiştir." Bahır.
"Hatta âdil bir hâkimin
fetvasiyle" ki, bu da feshtir. Bahır'da Bezzâziye'den naklen şöyle
denilmiştir: "Bizim ulemamızdan bundan daha genişi rivâyet olunmuştur ki
şudur: Bir kimseâdil bir fakîhten fetva ister de fakîh ona yemini bâtıl
olduğuna fetva verirse onun fetvasıyla amel etmesi ve kadını nikâhında tutması helâl
olur. Bundan daha genişi de rivâyet edilmiştir. O da şudur: Bir kimseye bir
müftü helâldir diye başka bir müftü -birincinin fetvasıyla amel ettikten sonra-
haramdır diye fetva verirse ikinci kadın hakkında ikinci müftünün fetvasıyla
amel eder. Birinci kadın hakkında onunla amel edemez. İki hâdise hakkında her
iki fetva ile amel eder. Lâkin bununla fetva verilmez."
Ben derim ki: Şunu demek istiyor: Hâdise
sahibine müftü yeminini feshe götürecek bir fetva vermez. Yani ona bu dâvâya
Şâfiî bir hâkime götür yahut onun bu bâbta verdiği hükme tâbi ol veya ondan
fetva iste demez. Bilâkis senin aleyhine talâk vâkidir der. Çünkü müftüye vâcib
olan itikadına göre cevap vermektir. O kimseye kendi mezhebini yıktıracak yol
gösteremez. Maksad hâdise sahibi yeminin feshini icab edecek bir şey yaparsa
ona yeminin fethiyle fetva veremez demek değildir. Biliyorsunki cahile hâkim ve
müftünün reyine tâbi olmak gerekir. Kaldı ki ictihad yerinde hâkimin hükmü
hilâfı kaldırır. O adam böyle bir şey yaparsın Hanefî hâkime düşen feshin sahih
olduğuna fetva vermektir. "Bu İmam Muhammed'in kavliyse neden onunla fetva
vermesin?" denilmez. Çünkü biliyorsun bu ondan sadece bir rivâyettir. Onun
kavli de Şeyhayn'ın kavli gibi talâk vâkidir der. Zahîriyye'nin sözü buna
aykırı değildir. Nitekim yukarıda izah etmiştik. Müftü zayıf rivâyetle fetva
veremez. Harzem ulemasının bir çoklarının fetva vermesi bu kavlin zayıf
olduğuna aykırı değildir. Onun için yukarıda Sadr'dan nakletti ki: "Hiç
bir kimseye bunu yapmak helâl değildir." demiştir. Hulvânî'den yukarıda
naklettiğimiz de öyledir. "Bu bilinir fakat bununla fetva verilmez."
diyor. Bu rivâyet İmam Muhammed'den sâbit olsaydı yahut bu rivâyet sahih
olsaydı ulema hükmü ona göre verirler, Şâfiî'nin mezhebine göre vermeye muhtaç
olmazlardı. Bu gösterir ki bu rivâyet şazzdır. Nitekim Müctebâ'nın yukarıda
geçen sözü de buna işaret etmektedir.
Şu da var ki, Bahır'da Bezzâziye'den
naklen: "Fiilen evlenmek zamanımızda yemini fesh etmekten evladır. O
kimsenin bir âlime gelerek yaptığı yemini söylemesi bir fuzûlînin nikâhına
muhtaç olduğunu belirtmesi gerekir. Âlim de ona bir kadını nikâhlar ve fiilen
cevaz verir de yemini bozmaz. Kezâ o kimse bir cemaata: Benim bir fuzûlînin
nikâhına ihtiyacım var der de içlerinden biri onu evlendirirse hüküm yine böyledir.
Ama bir adama bana bir fuzûlî akdi yap derse bu tevkil olur." denilmiştir.
"İki hâdise hakkında verilmiş iki
fetva ile" diye kaydetmesi şundandır: Çünkü fetva isteyen bir kimse bir
hâdise hakkında bir müftünün sözünü bilir de başka bir müftü ona muhâlif fetva
verirse o hâdise hakkında sâbık müftünün amelini bozmaya hakkı yoktur. Evet,
başka bir hâdise hakkında ikincinin fetvasıyla amel edebilir. Meselâ bir kimse
ecnebî bir kadınadokunarak Ebû Hanife'nin mezhebine göre öğle namazını kılarsa,
sonra Şâfiî'yi taklid ederek kıldığı bu öğleyi iptale hakkı yoktur. Şâfiî'nin
kavliyle başka bir öğle hakkında amel eder. İşte: "Mukallidin mezhebinden
dönmeye hakkı yoktur." diyenlerin muradı budur. Bu hususta sözün tamamı
kitabın başındaki Resmü'l-Müftî'de geçmişti.
METİN
Bu bilinir fakat bununla fetva yerilmez.
Bezzâziye. Hür kadını müneccez olarak üç talâkla, cariyeyi iki talâkla boşaması
üçe veya daha aşağısına yaptığı tâlikı bozar. Yalnız evvelce geçtiği vecihle
milke muzaf olanı bozmaz. Üç talâktan aşağısını müneccez olarak yapmak bozmaz.
Bilmiş ol ki, tâlik helâllığın elden gitmesiyle bozulur. Milkin elden
çıkmasıyla bozulmaz. Üç talâkı veya daha azını haneye girmeye tâlik eder de
sonra müneccez olarak üç talâk yaparsa hulle yaptıktan sonra o kadını tekrar nikâh
ettiğinde tâlik bâtıl olur. Artık kadının o haneye girmesiyle hiç bir talâk
vâki olmaz. Müneccez olarak, üçten aşağı boşasaydı tâlik bâtıl olmaz ve muallak
talâkların hepsi vâki olurdu.
İmam Muhammed ilk nikâhtan kalan talâkların
vâki olacağını söylemiştir. Aşağıda gelen yıkma meselesi budur. Bunun semeresi
şurada görülür: Bir kimse bir talâkı tâlik eder de sonra müneccez olarak iki
tâlak yaparsa, kadın başka kocaya gidip boşandıktan sonra onu tekrar
nikâhladığında haneye girerse o kadına dönebilir. İmam Muhammed'e göre dönemez.
Kezâ dinden dönerek dar-ı harbe kaçmakla da ona göre bâtıl olur. Şeyhayn'a göre
bâtıl olmaz.
İZAH
"Üçe yaptığı tâlikı bozar." Bu
hür kadına mahsustur. Daha aşağısı hem hürreye hem cariyeye şâmildir. Cariye
hakkında şöyle takdir edilir: "Cariyeyi müneccez iki talâkla boşamak üçten
aşağısını tâlikı bozar." Bu söz ikiye de bir talaka da sâdıktır.
"Yalnız milke muzaf olanı
bozmaz." Yani ben her evlendikçe kadın üç defa boş olsun der de sonra
karısını üç defa boşar, sonra yine onunla evlenirse kadın boş düşer. Çünkü
müneccez olarak yaptığı talâk muallak olarak yaptığından başkadır. Zira muallak
olan yeni mâlik olacağı nikâhın talâkıdır. Onu önceki milkin talâkı ibtal
etmez.
"Üç talâktan aşağısını müneccez olarak
yapmak bozmaz." Çünkü üçten aşağısını müneccez kılmakla milk elden çıksa
da helâllık devam etmektedir.
"Muallak talâklann hepsi vâki
olurdu." Çünkü tâlikın bâtıl olması heIallığın elden gitmesiyledir.
Halbuki helâllık bâkidir. O halde tâlik de bâkidir. Üzerine tâlik yapılan şey
yani haneye girmek bulununca muallak olan üç talâk da vâki olur. Buna ulemanın:
"Muallak olan bu milkin talâklarıdır. Onların da bazısı elden
çıkmıştır." sözleri aykırı değildir. Çünkü o üç talâk bâki olmak kaydıyla
mukayyeddir. Bir kısmı elden çıkınca üç muallak mutlak olur. Nitekim bunu Fetih
sahibi söylemiştir. Biz de bu bâbtan önce arzetmiştik.
"Aşağıda gelen yıkma meselesi
budur." Biz bu bâbtan önce bu hususta söz etmiştik. Meselenin hâsılı
şudur: İkinci koca İmam-ı A'zam'la Ebû Yusufa göre geçmiş üç talâkı ve daha
azını yıkar. İmam Muhammed'e göre ise yalnız üç talâkı yıkar, daha azını
yıkmaz.
"Bunun semeresi" yani yıkma
meselesindeki hilâfın semeresi şârihin söylediğidir.
"O kadına dönebilir." Bu
Şeyhayn'a göredir. Çünkü ikinci koca kalan bir talâkın hükmünü yıkmıştır. Kadın
ilk kocasına yeni bir milkle dönmüştür. Onun üzerine üç talâk hakkı vardır.
Kadın haneye girince üç talâktan biri vâki olur, ikisi kalır. Onun için kocası
ona dönebilir.
«İmam Muhammed'e göre dönemez.» Çünkü kadın
ilk nikâhtan kalan bir talâkla dönmüştür. O da haneye girmekte vâki olur. T.
«Şeyhayn'a flöre batıl olmaz.» Çünkü milkin
elden çıkması tâlikı iptal etmez. İmam Muhammed'e göre ise tâlikının bâki
olması ehliyeti bulunması itibariyledir. Dinden dönmekle ismet ortadan
kalkmıştır, ehliyeti kalmayınca tâlikı da kalmamıştır. O kimse müslümanlığa
dönünce sukutuna hükmedilen tâlik artık geri dönmez. Bunu musannıfın Mecma'
şerhinden Bahır sahibi nakletmiştir.
METİN
Sözünde durmaya mahal kalmamakla da tâlik
bâtıl olur. Meselâ filanca ile konuşursan der de o filanca ölüverirse yahut şu
haneye girersen der de o hane bahçe yapılırsa sözünde durmak için mahal kalmaz.
Nitekim biz bunu Mültekâ üzerine yazdığımız hâşiyede izah ettik. Tas meselesi
de bütün fer'leriyle ileride gelecektir.
FER'İ BİR MESELE : Bir adam cariye olan
karısına: Şu haneye girersen üç defa boşsun dedikten sonra cariye âzâd olur da
o haneye girerse, kocasının ona dönmeye hakkı vardır. Kınye.
İZAH
«Sözünde durmaya mahal kalmamakla da tâlik
bâtıl olur.» Bunu Bahır sahibi İmam Ebû Yusuf'tan nakletmiştir. Lâkin onun
lâfzı şöyledir: Tâlikı iptal eden şeylerden biri de şart mahallinin
bulunmamasıdır. -Meselâ ceza mahalli bulunmaz. Nitekim fülanla konuşursan
ilh... sözünde böyledir. Zikri geçen temsil şart bulunmadığına aiddir. Zira
şart konuşursan ve girersen sözleridir. Yani bunların mânâlarıdır ki, o da söz
ve girmektir. Bunların mahalli o fülan kişi ile işaret edilen hanedir. Ceza
mahallinin bulunmaması kadının ölmesi gibidir. Zira bu iki mahallin
bulunmamasıyla tâlik bâtıl olur. Tâlikın mutlaka olabilecek bir şeye yapılması
lâzımdır. Bunun ise yokluğu tehakkuk etmiştir. "Öldükten sonra Zeyd'in
yaşaması mümkündür. Bahçenin haneye çevrilmesi de mümkündür." denilemez.
Çünkü o adamınyemini ondaki mevcud hayat üzerine idi. Bina yapıldıktan sonra
tekrar iade edilen bahçe başka bir hanedir. İşaret edilen hane o değildir.
Nitekim ulema bunu da şu haneye girmem sözünde açıklamışlardır.
«Tas meselesi gelecektir.» Yani yeminler
bahsinin yeyip içmeye yemin bâbında gelecektir. Hâsılı şudur: İleride yemininde
durma tasavvurunun imkânı yemin mün'akid olmak ve bâki kalmak için şarttır. Ebû
Yusuf buna muhâliftir. Bir kimse şu tastaki suyu bugün mutlaka içeceğim diye
yemin eder de tasda su bulunmazsa yahut bulunur da o gün geçmeden dökülürse
Tarafeyn'e göre yemini bozulmaz. Çünkü birincide mün'akid olmamıştır. İkincide
ise bâtıl olmuştur. Bugün demez de tasda da su bulunmazsa hüküm yine budur.
Çünkü yemin mün'akid olmamıştır. Fakat tasda su bulunur da dökülürse o kimsenin
yemini bilittifak bozulur. Zira sözünde durma imkânı bulunmakla yemin mün'akid
olmuştur. Sonra dökmekle bozulur. Çünkü sözünde durmak o adama vâcibtir. Suyu
döktüğü vakit sözünde durma kalmaz ve yemini bozulur. Nitekim su mevcud iken
yemin eden kimse ölürse yine böyledir. Vakitle sınırlanan bunun hilâfınadır.
Çünkü o kimseye sözünde durmak ancak o muayyen vaktin son cüz'ünde vâcib olur.
Bu meselenin fer'lerinden biri de Zeyd'i bugün mutlaka öldüreceğim yahut bu
ekmeği bugün mutlaka yiyeceğim veya borcumu yarın mutlaka ödeyeceğim diye yemin
edip de Zeyd'in ölmesi, gün geçmeden ekmeği başkasının yemesi veya ertesi gün
gelmeden borcu ödemesi yahut alacaklının ibrâ etmesidir. Bunlarda yemini
bozulmaz. Meselenin tamamı Bahır'ın yeminler bahsindedir.
Ben derim ki: Bu tafsilâtı geçen meselede
yapmaması şundandır: Çünkü o meselede yeminin bozulmasının şartı vücudu olan
bir şeydi ki, o da konuşmak veya girmektir. Adam ölünce veya hane bahçe
yapılınca mahal kalmamıştır ve yeminin bozulacağından ye'se düşülmüştür. Artık
vakitle sınırlı olsun, mutlak olsun yeminin bâki kalmasında bir fayda yoktur.
Yeminin bozulmasının şartı vücudu olmayan bir işse bunun hilâfınadır. Meselâ
Zeyd'le konuşmazsam yahut şu haneye girmezsem derse iş değişir. Mahallin
bulunmamasiyle yemin bâtıl olmaz. Bilâkis onunla yeminden dönmek tehakkuk eder.
Çünkü yeminde durma şartından ümid kesilmiştir. Ama bu sözünde durma şartı
müstahil (imkânsız) olmadığına göredir. Aksi takdirde bu da tas meselesidir. O
meseledeki tafsilâtı gördün.
Göğe çıkacağım diye yemin etmek bunlardan
değildir. Zira bu yemin mün'akid olur, arkacığından da bozulur. Çünkü göğe
çıkmak haddi zâtında mümkün bir iştir. Bazı peygamberler çıkmışlardır. Melekler
ve başkaları da çıkarlar. Ancak o adamın yemini yemin eder etmez bozulur yahut
vakitle sınırlandırılan müddetin sonunda bozulur. Çünkü âdeten ümid o zaman
kesilir. Bu tas meselesinin hilâfınadır. Çünkü tasda mevcud olmayan suyu içmek
veya ondan dökülmüş bulunan suyu içmek haddi zâtında mümkün olmadığı gibiâdeten
de mümkün değildir. Onun için yemin bâtıl olur. Yemininden dönmüş sayılmaz.
Ancak yemini mutlak olur da tasdan su dökülürse o zaman yemininden dönmüş olur.
Nitekim bunun tahkîkı inşaallah yeminler bahsinde gelecektir. Bâbın sonunda
söyleyeceklerimize de bak!
«Kocasının ona dönmeye hakkı vardır.» Çünkü
üç talâkı tâlik ettiği vakit karısı cariye idi. Kocasının ona ancak iki talâk
hakkı vardı. Böylece iki talâkı tâlik etmiş oldu. H.
METİN
Şart lâfızları yani cezanın vücuduna alâmet
olan şeyler: in, izâ , izâmâ, küllü, küllemâ, metâ ve metâmâ sözleridir. (İn:
eğer mânâsınadır.) Bu kelime en okunursa tâlik niyet etmek şartıyla derhal
talâk vâki olur ve diyaneten tasdik edilir. Kezâ cevabından fâ edatı atılırsa
hal mânâsını ifade eder. Nitekim: "Talebiyye ile, ismiyye ile, camid ile,
mâ ile, kad ile, len ile ve tenfîz harfiyle de" beytinde fâ atılmıştır.
Nitekim biz bunu Mültekâ şerhinden kısalttık. Küllemâ kelimesi ancak mansûb
olarak kullanılır. Velevki mübteda olsun. Çünkü mebniye muzaftır.
İzâ ve izâme: Vakitte mânâsında
kullanılırlar. Küllü: Her mânâsına gelir. Küllemâ: Her yaptıkça mânâsındadır.
Metâ ve metâma: Her zaman manasınadır.
İZAH
«Şart lâfızları...» yerine başkaları şart
isimleri ve şart harfleri tâbirlerini kullanmışlardır. Musannıfın bunları
kullanmaması şart kelimesi onlara da şâmil olduğu içindir. Şart kelimesi alâmet
mânâsına gelen şarattan alınmadır. Ona bu ismin verilmesi ikinci cümlenin
birinci üzerine terettüb ettiğine alâmet olduğu içindir. İkinci cümleye cevap
denilir. Çünkü birinci cümlenin üzerine söylenmesi lâzım geldiğinden sonra
kimsenin sözünden sonra söylenen söz gibi olmuş ve mecazen buna ceza
denilmiştir. Çünkü başka bir iş üzerine terettüb edince cezaya benzemiştir.
Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Şu halde lâfızları şarta izafe etmek müsemmayı
isme izafe kabilindendir. H. Kitabın başında iştikak üzerine söz etmiştik.
Zâhire bakılırsa burada iştirak yoktur. Çünkü lâfzan mutlaka birbirine
mugayeret lâzımdır. Burada şart hususi bir şeye alâmet mânâsınadır.
«Yani cezanın vücuduna alâmet olan şeyler»
den murad bu edatlar bizzat cezanın vücuduna delâlet eder demektir. Nitekim
Nehir'de belirtilmiştir. Yani şart bulundumu bunlar cezanın da bulunduğunu
gösterirler.
«Bu kelime en okunursa hal mânâsını ifade
eder.» Cumhurun kavli budur. Çünkü ta'lil içindir. Talâk vâki olurken illetin
vücudu şart değildir. Talâk lâfzın zâhirine bakarak vâki olur. Kisâî Harun-u
Reşid'in meclisinde Muhammed b. Hasan Şeybânî ile münazara yaparak onun izâ
mânâsında şart edatı olduğunu söylemiştir. Kûfelilerin mezhebi budur. Mugnî
sahibibunu tercih etmiştir. Ne olursa olsun tâlikı niyet ettiği vakit niyeti
sahih olmak gerekir. Burası kısaca Nehir'den alınmıştır. Şârih buna
"Diyaneten tasdik edilir." sözüyle işaret etmiştir. T.
«Kezâ cevabından fâ edatı atılırsa ilh...» Tâlikı
niyet etmedikçe derhal talâk vâki olur ve diyaneten tasdik edilir. İmam Ebû
Yusuftan bir rivâyete göre kocanın sözünü bir faydaya yorumlamak için bu tâlik
sayılır. Arapça ibârede fâ edatı muzmer (gizli) sayılır. Buradaki hilâf rabt
edatlarından fâ'nın isteyerek atılması câiz olup olmadığına göredir. Kûfelilere
göre bu câizdir. Ebû Yusuf'un tefrii buna göredir. Basralılara göre câiz
değildir. Mezheb buna göre teferru etmiştir. Bahır. Tâlik ecnebî bir dille
yapılırsa yine böyledir. Allâme Kâsım diyor ki: "Her akid, nezir ve yemin
yapanın sözü kendi diline göre yorumlanır." Bana zâhir olan budur. Allahu
a'lem. Bunu yazdıktan sonra Allâme Makdisî'nin Nazmü'l-Kenz şerhinde gördüm ki
şöyle diyor: "Ebû Yusuf'un kavlini tercih gerekir. Çünkü fâ edatını atmak çok
vâki olur. Ulema avam takımının enti vahideten (sen birsin) diyerek yaptıkları
hata muteber değildir, demişlerdir."
METİN
Bu kelimelerin benzerleri de şart mânâsında
kullanılırlar. Bunlar: lev ve men ile arkadaşlarıdır. Meselâ şu haneye girmiş
olsan sen boşsun sözüyle talâk kadının haneye girmesine tâlik edilmiş olur. Bir
adam karısına sizden hanginiz şu haneye girerse boş olsun derse, içlerinden
birisi o haneye tekrar tekrar girdiğinde boş olur. Çünkü haneye girmek cemaata
izafe edilmiş ve umum zîyadeleşmiştir. Gâye'de böyle denilmiştir. Ama bu söz
gariptir. Bahır sahibi onu iki kavilden biri saymıştır.
İZAH
«Bu kelimelerin benzerleri de şart
mânâsında kullanılırlar.» sözüyle şârih şart lâfızlarının metinde zikredilen
yedi kelimeden ibaret olmadığına işaret etmiştir. Zira "Lev , men, eyne,
eyyâne, ennâ, eyyû, ma..." gibi bir çok kelimeler daha vardır ki, onlarda
şart mânâsında kullanılırlar. Fetih'de şöyle denilmiştir: "Fer'î mesele:
Bir adam karısına: eve girmen olmasa yahut baban olmasa veya kaynatan olmasa
sen boşsun derse talâk vâki olmaz. Haber verme hususunda da böyledir. Meselâ
şöyle olmasa dün seni boşadım demesiyle talâk vâki olmaz."
Lev: Eğer, men: Bir kimse, Eyne: Nerede,
Eyyâne: Her ne zaman, Ennâ: Nereden, Eyyû: Hangi, Mâ: Her ne ki mânâlarına
gelir.
Ben derim ki: Şart kelimelerinin ifade
ettikleri mânâları ifadeden başka kelimeler de şart sayılırlar. Bahır'da şöyle
denilmiştir: "Sen şu haneye girmenle boşsun yahut hayız görmenle boşsun
derse, kadın o haneye girmedikçe veya hayzını görmedikçe boş olmaz. Çünkü
(Türkçede ile mânâsına gelen) bâ harfi eklemek ve yapıştırmak içindir. Talâk
ancak tâlikedildiği zaman haneye girmeye eklenir ve bitişir. Sen şu haneye
girmen şartıyla boşsun derse kadın kabul ettiği takdirde boş olur, kabul
etmezse boş olmaz. Çünkü bu adam girme sözünü bedel verme yerinde kullanmıştır.
Binaenaleyh bedelin kabulü şarttır, bulunması şart değildir. Nasılki bana bin
dirhem vermen şartıyla boşsun dese hüküm budur."
Ben derim ki: Bazen şart edatı
kullanmaksızın cümle tâlik mânâsını ifade eder. Nitekim "şart mânâsı
kâfidir" dediğimiz yerde geçti.
«Lev...» kelimesinin mezhebe göre şart
mânâsında kullanıldığını Bahır sahibi kesinlikle ifade etmiştir. Fetih'in
ibâresi buna muhâliftir. Ona göre eğer mânâsına gelen bu edat şartın yokluğunu
tahkîk içindir. Binaenaleyh olabilme ihtimalini taşıyan bir şeye tâlik için
kullanılamaz.
«Talâk kadının haneye girmesine tâlik
edilmiş olur.» Muhît'te böyle denilmiştir. Yine Muhît'te bildirildiğine göre
Ebû Yusuf'tan bir rivâyette "Şu haneye girersen sen boşsun, seni mutlaka
boşarım." diyen bir adam karısını o haneye girerse boşayacağına yemin
etmiştir. Kadın haneye girdiğinde boşaması lâzım gelir. Ama talâk ancak
karı-kocadan birinin ölümüyle vâki olur. Bu söz "Basra'ya gelmezsem"
sözü gibidir. Bahır. Biz bu hususta sarîh bâbının başında söz etmiştik.
«Ve umumu ziyadeleşmiştir.» Burada şöyle
denilebilir: fiilin umumu yoktur. Fetih ve Bahır gibi Gâye'de de burada ifade
şöyledir: "Çünkü fiil yani girmek cemaata izafe edilmiştir. Binaenaleyh
örfen umumu tekrar tekrar girmesi murad edilir." Anlaşılıyor ki umumdan
muradı tekrardır.
«Ama bu söz gariptir.» Çünkü metinlerin
sözüne muhâliftir. Metinlerde: "Bu şart kelimelerinde bir defa şart
bulunmakla yemin çözülür. Yalnız küllemâ kelimesinde bozulmaz."
denilmektedir. Bu sözün garip olduğuna Fetih ve Bahır sahibleri kesinlikle
hükmetmişlerdir. Zeylaî ise müşkil saymıştır.
«Bahır sahibi onu iki kavilden biri
saymıştır.» Onu Kenz'in "şart bulunursa" dediği yerde zikrederek
şöyle demiştir: "Hak şudur ki: Gâye'deki ifade iki kavilden biridir. İki
kavli Kınye sahibi terasa çıkma meselesinde nakletmiştir." Burada da
Mi'râc'dan naklettiğine göre Hanbelîlerden bazıları metâ kelimesinin tekrar
iktiza ettiğini söylemişlerdir. Sahih olan şudur ki; küllemâdan başka şart
edatları tekrarı icab etmez. Bahır sahibi bu ifadesiyle bu kavlin ve
Hanbelîlerden rivâyet edilen sözün zayıf olduğunu anlatmak istemiştir. Anla!
Çünkü vuku tekerrür etmiştir. Lâkin üç talâktan fazla olmaz.
METİN
Bu kelimelerde bir defa şart bulununca
yemin çözülür. Yani tâlik bâtıl olmakla yemin de bâtıl olur. Yalnız küllemâ
kelimesinde bâtıl olmaz. Çünkü küllü kelimesi umum isimleri iktiza ettiğigibi o
da umum fiilleri iktiza ettiğinden üç talâktan sonra çözülüp bâtıl olur.
Binaenaleyh kadın başka kocaya gidip ayrıldıktan sonra onunla tekrar evlenirse
talâk vâki olmaz. Ancak bu kelime evlenme üzerine girerse, meselâ: seninle her
evlendikçe boşsun derse o zaman talâk vâki olur. Çünkü milkin sebebine
girmiştir. Bu ise sonsuzdur. Küllema kelimesinin lâtif meselelerinden biri
şudur: bir adam cima' ettiği karısına: "Ben seni her boşadıkça sen
boşsun" der de bir defa boşarsa iki talâk vâki olur. "Senin üzerine
talâkım her vâki oldukça boşsun" derse üç talâk vâki olur.
İZAH
«Yemin bâtıl olur.» Yani tamam olup sona
erer. Yemin tamam olunca da bozulur. Artık ikinci bir bozulma tasavvur
edilemez. Meğerki başka bir yemin yapmış olsun. Çünkü bunlar lügat itibariyle
umum ve tekrar ifade etmezler. Nehir.
«Yalnız küllemâ kelimesinde bâtıl olmaz.»
Zira bu kelimede şart bir defa bulunmakla yemin sona ermez. Musannıfın burada
hasr edatı kullanması gösteriyor ki metâ kelimesi tekrar ifade etmez. Bazıları
ettiğini söylemişlerdir. Doğrusu o ancak umumi vakitleri ifade eder. Ne zaman
çıkarsan sen boşsun sözünden murad hangi vakitte çıkmak tehakkuk ederse talâk
vâki olur demektir. Başka bir defa çıkmakla talâk vâki olmaz. Ebeden sözüyle
birlikte söylenen de metâ gibidir. Fülan kadınla evlenirsem boş olsun der de
onunla evlenirse kadın boş olur, fakat sonra tekrar evlenirse boş olmaz. Çünkü
ebediyyet mânâsı ancak vakitle sınırlandırmayı kaldırır ve evlenmemek
ebedîleşir. O tekrarlanmaz. Eyyû (hangi) kelimesi de böyledir. Hatta bir adım
hangi kadınla evlenirsem boş olsun dese talâk yalnız bir kadına vâki olur.
Nitekim Muhît ve diğer kitablarda belirtilmiştir. Bütün evlendiğim kadınlar boş
olsun demesi bunun hilâfınadır. Nehir. Fark şudur: Küllü lâfzı umum edatıdır.
Eyyû ise yalnız sıfatın umumunu ifade eder. Çünkü ulema kölelerimden hangisini
döversen o hür olsun sözünün yalnız bir köleye şâmil olduğunu söylemişlerdir.
Zira dövmeyi hususi bir köleye isnad etmiştir. Dövmen kölelerimden hangisi
hakkında olursa o hürdür derse dövüldükleri takdirde hepsi âzâd olurlar. Çünkü
umuma isnad etmiştir. "Hangi kadın kendini bana tezviç ederse o boş
olsun." sözü bütün kadınlara şâmildir. Tahkîkın tamamı Bahır'dadır.
«Küllü kelimesi umum isimleri iktiza ettiği
gibi...» Zira küllü kelimesi isimlerin, küllemâ ise fiillerin üzerine girer ve
her biri dahil oldukları şeylerin umumunu ifade eder. Bir fiil veya bir isim
bulundumu üzerine yemin edilen şey bulundu demektir ve hemen o şey hakkında
yemin çözülür. Geri kalan isim ve fiiller hakkında hâli üzere bâkidir.
Binaenaleyh üzerine yemin edilen şey her bulundukça bunun da yemini bozulur. Şu
kadar var ki üzerine yeminedilen şey bu milkin talâklarıdır. Onlarsa sayılıdır.
Hâsılı küllemâ kelimesi umumi fiillere şâmildir. Umumi isimler zaruridir.
Musannıf burada: "Ancak küllü ile küllemâ müstesna" dese daha iyi
olurdu. Çünkü küllü kelimesi ile yemin bir isim hakkında sona erse de başka
isimler hakkında bâkidir.
Bu meselenin fer'lerinden biri de şudur: O
adamın dört karısı olur da şu haneye giren her kadın boş olsun derse,
kadınlardan biri girince boş olur. Hepsi girerse hepsi boş olurlar. Giren kadın
bir defa daha girerse boş olmaz. Ama şu haneye her girdikçe boş olsun der de
oraya bir kadın girerse boş olur. İkinci defa girerse tekrar boş olur. Üçüncü
defa da öyledir. Üç talâkla boş düştükten sonra başka kocayı varıp sonra yine
ilk kocasına dönerse artık o haneye girdiğinde boş olmaz. İmam Züfer buna
muhâliftir.
Meselenin diğer bir fer'î de şudur: Ben her
girdikçe karım boş olsun der de nikâhında dört karısı bulunursa, o haneye
kendisi dört defa girer fakat muayyen bir kadını kasdetmezse, her girdiğinde
bir talâk vâki olur. Bu talâkı isterse kadınların hepsine taksim eder, dilerse
birine tahsis eder. Bahır. Şürunbulâliyve'de şöyle denilmiştir: "Çok başa
gelen fer'î bir mesele: Sirâc sahibi Müntekâ'dan naklen demiştir ki; bir adam
ben bir kadınla evlenirsem o kadın üç defa boş olsun ve her helâl oldukça haram
olsun der de o kadınla evlenir, kadın üç talâkla ondan bâin olduktan sonra
başka kocaya varır, sonra bununla tekrar evlenirse câiz olur. Her helâl oldukça
haram olsun sözüyle talâkı kasdettiyse bu bir şey değildir. Talâkı
kasdetmediyse bu söz yemindir."
Ben derim ki: Bunun vechi her halde şu
olacaktır: Her helâl oldukça haram olsun sözü hususi milke tâlik değildir.
Çünkü kadının mutlaka nikâh akdiyle helâl olması lâzım gelmez. Câiz ki dinden
döner de sonra cariye olarak alınır.
«Talâk vâki olmaz.» sözü "Yemin üç
talâktan sonra çözülür." sözü üzerine tefri'dir. Başka talâkın vâki
olmaması yemin yalnız bu milkin talâklarına yapıldığı içindir. Bunlar ise
yukarıda geçtiği vecihle sayılıdır. Ama ikinci kocaya varması üç talâktan önce
olursa kalan talâklar vuku bulur.
«Çünkü milkin sebebine girmiştir.» Yani
evlenme üzerine girmiştir. Bu şart her bulundukça üç talâk hakkı da sâbit olur.
Cezası da onu takib eder. Bahır. Yine Bahır'da Kâfî ve diğer kitablardan naklen
şöyle denilmiştir: "Ben seni her nikâh ettikçe sen boş ol der de kadını
bir günde üç defa nikâh edip her defasında onunla cima'da bulunursa iki talâk
meydana gelir. O adamın da ikibuçuk mehir vermesi lâzım gelir. İmam Muhammed:
Kadın üç talâkla bâin olur, kocasının dört buçuk mehir vermesi lâzım gelir,
demiştir."
Ben derim ki: Bunun vechi Valvalciyye'de de
belirtildiği gibi şudur: Bu adam o kadınla ilk defa evlenince bir talâk vâki
olur ve yarım mehir vermesi icab eder. Cima'da bulununca tam mehir vermesi
vâcib olur. Çünkü yaptığı iş mahalde şübhe ile cima'dır. İddet de vâcib olur.
İkinci defa onunla evlenince ikinci bir talâk meydana gelir. Bu talâk manen
cima'dan sonra olmuştur. Çünkü bir kimse iddet bekleyen karısiyle evlenir de
cima' etmeden onu boşarsa Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'a göre bu manen cima'dan
sonra talâk olur ve tam mehir vermesi icab eder. Böylece mehirler ikibuçuk
olur. Kadın ric'î talâk iddeti beklerken onunla cima'da bulununca ona dönmüş
olur. Cima' sebebiyle bir şey vâcib olmaz. Üçüncü defa onunla evlenirse nikâh
sahih olmaz. Çünkü nikâhlısı iken onunla evlenmiştir.
«Çünkü vuku tekerrür etmiştir.» cümlesi
aradaki farka işarettir. Hâsılı şudur: Bu adam birincide talâkın vukuunu
kendinin talâk yapmasına tâlik etmiştir. Bir defa boşadımı kadının üzerine bir
daha talâk vâki olur. Ama üçüncüsü vâki olmaz. Çünkü üçüncü talâk olmuştur,
yapılmış değildir. İkinci bunun hilâfınadır. Çünkü ondaki tâlik îkâ'a da sâdık
olan talâk vukuuna yapılmıştır. Zira îkâ (talâkı meydana getirmek) vukuu istilzam
eder. Kadını bir defa boşadımı şart bulunmuştur. İkinci de vuku bulur. İkinci
talâkın vukuu ile diğer bir şart bulunmuştur. Binaenaleyh başka bir talâk vâki
olur. H.
TENBİH: Küllemâ kelimesiyle meydana gelen
yeminler halen meydana gelirler. Çünkü bu kelime şart ile cezanın tekrarı
mesabesindedir. Câmi'in rivâyeti budur. Fetva da buna göredir. Çünkü daha
ihtiyattır. Mebsût'un rivâyetinde ise halen meydana gelen yemin birdir. O adam
her yeminini bozdukça yeminler de tekrar tekrar yenilenir. Muhît. Semerenin
şurada zâhir olması gerekir: Bir adam karısına; ben her yemin ettikçe sen
boşsun der de sonra küllemâ kelimesiyle talâkı tâlik ederse birinci kavle göre
o anda üç talâk vâki olur. İkinciye göre bir talâk vâki olur. Bezzâziye'nin
kaza bahsinde şöyle denilmiştir: "Bir adam bir kadına: seninle her
evlendikçe sen üç defa boş ol der de o kadınla evlenir ve yemini bir Şâfiî fesh
ederse, sonra kadını üç defa boşar ve kadın başka kocayla evlendikten sonra onu
tekrar alırsa Câmi'in rivâyetine göre -ki esah olan odur- ikinci defa fesh
hükmüne muhtaç olur. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'den alınmıştır.
METİN
Milkin gerek nikâhda gerek milk-i yeminde
elden gitmesi yemini bozmaz. Kadını talâk-ı bâinle boşar da sonra nikâh ederse
yahut köleyi satar da sonra tekrar satın alırsa şart bulunduğu takdirde kadın
boş olur, köle de âzâd olur. Çünkü mahallinin bâki kalmasıyla tâlik de bâkidir.
İZAH
«Milkin elden gitmesi yemini bozmaz.» Yani
üç talâktan azla elden gitmesi yemini bozmaz. Nitekim Fetih'de böyle
denilmiştir. Musannıfın bunu mutlak söylemesi yukarıda geçen "Tâlik
helâllığın elden gitmesiyle bâtıl olur." sözüyle yetindiği içindir. Çünkü
helâllığin elden gitmesinden muradı üç talâkın vukuudur.
Evet, kendisine şöyle itiraz edilebilir:
Dinden dönerek dar-ı harbe gitmekle de bâtıl olur. İmameyn buna muhâliftir.
Bahır sahibi buna cevap vermiş: "Burada bâtıl olması tâlikı yapanda
ehliyet kalmadığı içindir. Yoksa milk elden gittiği için değildir."
demiştir. Nehir sahibi de ona şöyle itiraz etmiştir: "O kimsenin müdebber
köleleriyle ümmüveledlerinin âzâd olması milkinin elinden gittiğine delildir.
"Milkin elden gitmesi diye kayıdlaması şundandır: Çünkü yemininde durma
yerinin kalmaması yemini ibtal eder. Nitekim yukarıda geçmişti. "Ulema bir
kimse karısının ancak kendi izniyle dışarı çıkabileceğine yemin eder de karısı
boşanıp iddetini bitirdikten sonra çıkarsa yemini bozulmaz. Yemin talâkın bâin
olmasıyla bâtıl olur, Hatta o kadınla ikinci defa evlenir de izni olmaksızın
çıkarsa yemini bozulmaz." diyerek milkin elden gitmesinin yemini bozduğunu
söylemişlerdir dersen ben de derim ki; yemin izin velâyeti haliyle kayıdlıdır.
Men ise halin delâletiyle kayıdlıdır. Bu da karı-kocalığın devam halidir.
Binaenaleyh karı-kocalık kalmayınca yemin sâkıt olur. Nitekim bir kimse alacaklısının
izni olmaksızın dışarı çıkmayacağına yemin eder de borcunu ödedikten sonra
çıkarsa yemini bozulmaz. Filanın izni bunun hilâfınadır. Aralarında bir muamele
de yoktur. Çünkü kadın boşanmıştır. Nitekim Muhît'te böyle denilmiştir. Bahır.
Hâsılı yemin milk elden gitti diye değil
yeminin kayıdlandığı şart olmadığı için bâtıl olur. Bunun benzeri valinin bir
kimseye kendi valiliği zamanında olup biten her kötülüğü haber vereceğine yemin
ettirmesi meselesidir. Nitekim yeminler bahsinde gelecektir.
TENBİH: Bahır sahibi milkin elden
gitmesiyle yeminin bâtıl olmamasından fer'î bir mesele istisna etmiştir ki, o
da Kınye'de zikredilen şu meseledir: "Bir kimse bu beldede oturursam karım
boş olsun der de hemen oradan çıkar ve karısıyla hul' yaparsa, sonra iddet bitmeden
o yerde oturduğu takdirde karısı boş olmaz. Çünkü şart bulunduğu vakit onun
karısı değildir." Bahır sahibi diyor ki: "İşte burada milk elden
çıkmakla yemin bâtıl olur. Bu izaha göre ceza cümlesinin sen boşsun olmasıyla
karım boş olsun cümlesi olması arasında fark vardır. Çünkü kadın talâk-ı
bâinden sonra artık onun karısı değildir. Bu bellenmelidir. Çünkü çok güzel bir
şeydir. Şârih onu fer'î meselelerde zikredecektir. Hulâsa ulemanın milkin elden
gitmesi yemini bozmaz sözleri ceza cümlesi karım boş olsun şeklinde olmadığı
zamandır. Bu şekilde olursa yemin bâtıl olur.
Ben derim ki: Kınye'nin sözü zayıftır.
Çünkü şart halini itibara almaya mebnîdir. Buna delil: "Çünkü kadın şart
bulunduğu vakit onun karısı değildir." şeklinde ta'lil yapmasıdır ki, daha
zâhir olan şeklin hilâfınadır. Yine Kınye'de şöyle denilmiştir: "Şöyle
yaparsam Allah'ın helâlı bana haram olsun. Sonra yine şöyle yaparsam Allah'ın
helâlı bana haram olsun der de iki fiilden birini yaparak karısı talâk-ı bâinle
boş düşerse, sonra öteki fiili yaptığında bazıları ikincinin vâki olmadığını
söylemişlerdir. Çünkü kadın şart bulunduğu vakit onun karısıdeğildir. Bazıları
olur demişlerdir ki, bu daha zâhirdir. "Bu gösteriyor ki, daha zâhir olan
şekil tâlik hâlidir, şartın bulunduğu hal değildir. Tâlik halinde ise kadın
onun karısıdır. Ondan sonra ondan bâin olması zarar etmez. Burada metin
sahiblerinin mutlak olan sözlerine uygun olan budur. Bir de ulemanın kinâyeler
bahsinde açıkladıklarına göre bâin talâk ancak müneccez olan bâinden önceki bâin
muallak olmak şartıyla bâine mülhak olabilir. Meselâ erkek karısına sen şu
haneye girersen bâinsin der, sonra onu talâk'ı bâinle boşar, sonra kadın o
haneye girerse başka bir talâk-ı boş düşer. Ki, bu da tâlik halini itibare
almakla olur. Tâlik halinde kadın her cihetten o adamın karısı idi. Şartın
bulunduğu hal itibara alınsaydı muallak talâkın vâki olmaması lâzım gelirdi.
Böylece anlaşılır ki müreccah olan kavil tâlik halinin itibara alınmasıdır.
Bahır'da Muhit'ten naklen: "Bir adam
karısının şu haneden dışarıya çıkmayacağına yemin eder de onu boşarsa iddeti
bittiğinde çıktığı takdirde yemini bozulacağı gibi, karım filan kadını kabul
ederse kölem hür olsun der de karısı o kadını talâk-ı bâinle boşandıktan sonra
kabul ederse yine yemini bozulur." denilmiştir ki, bu da tâlik halinin
itibar edildiğine göredir. Çünkü izafet tarif içindir, kayıdlamak için
değildir. Yukarıda Bahır'dan naklettiğimiz şu ifade de öyledir: "Bir kimse
ben şu haneye her girdikçe karım boş olsun der de kendisinin dört karısı bulunur
ve dört defa girerse ilh..." Bu talâkları bir kadının üzerinde
toplayabileceğini açıklaması cima" edilmeyen kadına da şâmildir. Bu da
tâlik halini itibara aldığına binaendir. Çünkü kadın tâlik vaktinde onun
karısıdır. Binaenaleyh üç yemine dahildir. Biliyorsun ki küllema (her)
kelimesiyle mün'akid olan yemin tercih edilen kavle göre hal için olur. Her
yemini bozuldukça başka yemin mün'akid olur diyen kavle göre bu yeminleri bir
kadının üzerinde toplamaya hakkı olmaması gerekir. Çünkü kadın artık onun
karısı değildir. Sonradan akdedilen yemine dahil olamaz. Çünkü kinâyeler
bahsinin sonunda arzetmiştik ki, bir adam: "Benim her karım ilh..."
derse hul' ve îlâ suretiyle kendisinden ayrılan kadın bu sözde dahil değildir.
Meğerki dahil olduğunu tâyin etsin. Bu makamın tahkîkını ganimet bil!
«Kadını talâk-ı bâinle» üçten az olmak
üzere boşarsa demektir.
METİN
Şart bulunduktan sonra yemin mutlak surette
çözülür. Lâkin milkde iken bulunursa kadın boş düşer, köle de âzâd olur. Milkde
bulunmazsa bunlar olmaz. Şu halde üç talâkı haneye girmeye tâlik eden kimsenin
hîlesi (çaresi) kadını bir defa boşayıp iddetini bitirdikten sonra o haneye
girmesidir. Böylece yemin çözülür ve o kadını nikâr eder. Karı-koca şartın
vücudunda yani sübutunda ihtilâf ederlerse -tâ ki yokluğa aid olana da şâmil
olsun- söz yeminiyle beraber kocanındır. Çünkü o talâkı inkâr etmektedir. Bu
şunu ifade eder ki, o adam kadının nafakası bir kaç gün eline geçmemek
sebebiyle onun talâkını tâlik eder ve nafakakadına ulaşmıştır iddiasında
bulunur da kadın bunu inkâr ederse söz adamındır. Kınye sahibi kesin olarak
buna kâildir. Lâkin Hulâsa ve Bezzâziye'de söz kadının olduğu sahihlenmiştir.
Bahır ve Nehir sahibleri de bunu tasdik etmişlerdir. Bu söz metinlerin
tahsisini gerektirir.
İZAH
«Yemin çözülür ilh...» sözüyle evvelce
geçen "Bunlarda şart bir defa bulundumu yemin çözülür." ifadesi
arasında tekrar yoktur. Çünkü orada geçenden maksad küllemâ kelimesinden başka
şart kelimelerinde bir defa ile yeminin çözülmesidir. Burada ise mücerred
yeminin çözülmesidir. H. Bir de burada yeminin çözülmesini milkde bulunmazsa
diye açıklamıştır. Yukarıda geçen bunun hilâfınadır. T.
«Mutlak surette» yani şart milkde bulunsun
bulunmasın demektir.
«Lâkin milkde iken bulunursa kadın boş
düşer.» Şârih milk sözünü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh iddette bulunmasına
da şâmildir. Maksad tamamının milkde bulunmasıdır, hepsinin bulunması değildir.
Hatta sen iki hayız görürsen boşsun der de birinci hayzını onun milkinde
değilken, ikinciyi milkindeyken görürse kadın boş düşer. Tamamı Bahır'dadır.
İleride musannıfın: "Üç talâkı iki şeye tâlik ederse ikinci milkde
bulunmak şartıyla muallak talâk vâki olur. Aksi takdirde olmaz." dediği
yerde gelecektir.
«Hîlesi ilh...» sözü "Aksi takdirde
olmaz." cümlesi üzerine tefri'edilmiştir.
«Şartın vücudunda» yanı aslında yahut
tehakkuk edip etmediğinde ihtilâf ederlerse demektir. Nitekim Mecma' şerhinde:
"Yani asıl tâlikın şarta bağlanması yahut tâlik yapıldıktan sonra şartın
tehakkuk edip etmemesi hususunda ihtitâf ederlerse" denilmiştir. Bezzâziye'de
şu ifade vardır: "Erkek istisna veya şart iddia ederse söz kendinindir.
Nesefî'nin bildirdiğine göre ise koca istisna eder, kadın bunu inkârda
bulunursa söz kadınındır. Beyyinesiz kocanın iddiası tasdik edilmez. Koca
talâkın şarta tâlik edildiğini, kadın ise tâliksız yapıldığını iddia ederse söz
kocanındır." İstisna dâvâsındaki ihtilâfı musannıf ileride söyleyecektir.
Nesefî'den nakledilenin zâhirine bakılırsa şart dâvâsında ihtilâf yoktur.
Bahır'da Kınye'den naklen şöyle
denilmektedir: "Kadın kocasının kendini şartsız boşadığını iddia eder,
kocası ise ben onu şartla boşadım ama şart bulunmadı derse burada beyyine
kadına düşer. Kadın kocası aleyhine beni dövmeyeceğine yemin etti diye dâvâ
eder, kocası ise kabahatsız dövmeyeceğime yemin etmiştim derse, her ikisi
beyyine getirdikleri takdirde her iki iddia sâbit olur. Kadın hangisiyle olsa
boş düşer."
«Tâ ki yokluğa aid olana da şâmil olsun.»
Misâli bugün şu haneye girmezsen sözüdür.
«Söz kocanındır.» Ancak şartın vücudunu
kadından başka bilecek yoksa o takdirde söz kendi nefsi hakkında kadının olur.
Nitekim gelecektir.
«Çünkü o talâkı inkâr etmektedir.» Yani
talâkın vukuunu inkâr etmektedir. Böyle demek "Çünkü o aslı iddia
etmektedir ki, o da şart bulunmamasıdır." diye ta'lilden daha iyidir.
Çünkü bu ta'lil: "Seninle hayzın, esnasında cima etmedimse" gibi
sözlere şâmil değildir. Burada söz cima'da bulunduğunu iddia eden erkeğindir.
Halbuki zâhir iki vecihle kadına şâhiddir. Birincisi aslen ârız bulunmaması,
ikincisi de hörmetin cima için erkeğe mâni olmasıdır.
«Söz adamındır.» Sonra bil ki, metinlerin
zâhiri şunu iktiza eder: o adam karısının nafakası bir ay eline geçmemesi
sebebiyle talâkını tâlik eder de sonra nafakanın eline geçtiğini iddiada
bulunur, kadın bunu inkâr ederse boşamadığına dair söz erkeğin, nafaka eline
geçmediğine dair söz ise kadınındır...
«Nafaka kadına ulaşmıştır.» Yani muayyen
günler geçtikten sonra nafaka kadına ulaşmıştır iddiasında bulunursa demektir.
Nitekim Kınye ve Zahîre'de böyle denilmiştir.
«Kınye sahibi kesin olarak buna kâildir.»
Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir. Lâkin benim Kınye'de gördüğüm Ûyûn'a ve
Asıl'a işaretle: "Söz kadınındır." demiş olmasıdır. Sonra Muntekâ'ya
işaret ederek bunun aksini söylemiş, yani "Söz erkeğindir." demiştir.
«Bahır ve Nehir sahibleri de bunu tasdik
etmişlerdir.» Bahır sahibi emrin elinde olması faslında şunları söylemiştir:
"Bazıları söz erkeğindir demişlerdir. Çünkü o vukuu inkâr etmekte, lâkin
nafakanın kadına eriştiğini isbat etmemektedir. Esah olan burada ve erkeğin hak
ödediğini iddia, kadınınsa inkâr ettiği her yerde söz kadınındır." Bahır
sahibi burada: "Galiba vuku kadının nafaka eline geçmediği hususundaki
sözünü kabul etmekle onun zımnında sâbit olmuştur." diyor. Hayreddin-i
Remlî dahi bu kavlin sahihlendiğini Feyz ve Fûsul'den nakletmiştir. Sonra
bilmelisin ki Câmiu'l-Fûsuleyn'de Fevâid-i Sadr-ı İslâm işaretiyle
zikredildiğine göre nafaka meselesinde Sadr-ı İslâm: "Kadın kocasından
kaçar da müddet geçerse boş düşmemesi gerekir. Çünkü kaçınca nafaka hakkı
kalmamıştır." demiştir.
«Bu söz metinlerin tahsisini gerektirer.»
Yani mutlakı mukayyede hamlederek metinleri "Mal eline ulaşmıştır dâvâsını
tezammun etmezse söz erkeğin olur." diye tahsisi gerektirir.
METİN
Lâkin musannıf şöyle demiştir:
"Üstadımız Fetâvâ'sında kesinlikle metin ve şerhlerin ifadelerine kâil
olmuştur. Çünkü mezhebi nakil için yazılanlar bunlardır. Nitekim gizli
değildir." Ancak kadın beyyine getirirse iş değişir. Çünkü şart üzerine
beyyine kabul edilir. Velevki nefy olsun. Meselâ: bu akşam dünürüm gelmezse karım
boş olsun der de iki şâhid dünürünün gelmediğine şâhidlik ederlerse kabul
edilir ve kadın boş düşer. Minah. Tebyîn'de şöyle denilmiştir: "Seninle
hayzın esnasında cima etmezsem sen sünnet üzere boş ol derde sonra ben seninle
cima'da bulundum derse kadın hayızlı bulunduğu takdirde söz erkeğindir. Çünkü o
inşâya mâliktir. Aksi takdirde erkeğin değildir."
İZAH
«Üstadımız» yani Bahır sahibi Zeyn b.
Nüceym kendisine: Bir kimse alacaklısına borcunu muayyen vaktinde ödeyeceğine
dair talâka yemin ederse ne buyurursun? diye sorulduğunda: "Talâk vâki
olmadığına nisbetle borcunu ödediğine dair sözü tasdik olunur. Ama borçtan
sıyrılmış olmaz. AIacaklıya hakkını almadığına dair yemin verdirilir."
cevabını vermiştir.
Ben derim ki: Bunun bir benzeri de şudur:
Borcumu ver diye kendisine emrolunan kimse emredenin malından verdiğini iddia
ederse kendi nefsinin beraati hakkında tasdik olunur. Ama emredenin beraati
hakkında tasdik olunmaz. Şu da var ki biz Kınye ile Bahır sahibinden bu
meselede yalnız iki kavil bulunduğunu nakletmiştik. Bu kavillerin biri
tafsilâta gitmekte, diğeri talâk ile malın eline geçmediği hakkında söz kadının
olduğunu bildirmektedir. Her iki meselede sözün erkeğe aid olacağını söyleyen
yoktur. Hayreddin-i Remlî bunun hilâfını tevehhüm etmiştir. Kezâ Nûru'l-Ayn
sahibi Câmiu'l-Fûsuleyn'den bunu tevehhüm etmiş: "Söz erkeğindir. Çünkü o
hükmü inkâr etmektedir." demiştir. Daha sonra da söz kadının olduğunu
zikretmiş, esah kavil budur demiştir. Sonra tafsilâtı Zahîre'ye işaretle
göstermiştir. Bundan da kavillerin üç olduğu vehmine düşülmüştür. Halbuki
"Malı kadına veya alacaklıya verdiğine dair asla söz erkeğindir."
demek mümkün olamaz. Zira bunun hiç bir vechi yoktur. Hem bundan borcunu vermek
istemeyen her borçlunun bunu kendisine hile ittihaz etmesi lâzım gelir. Muayyen
bir vakitte borcunu ödemezse karısı-nın talâkını tâlik eder, sonra da ödedim
diye iddiada bulunur. Bunun me-tin ve şerhlerden anlaşılması şöyle dursun câiz
olacağını söyleyen tek kimse» yoktur. Böylece anlaşılır ki, Câmiu'l-Fûsuleyn
sahibinin son hikâye ettiğinden murad ilk söylediğidir. "Çünkü o hükmü
inkâr etmektedir." sö-züyle yaptığı ta'lil de bunu gösterir. Hükümden
murad tâliktir. O da şart bulunduğu zaman yeminin bozulmasıdır.
«Ancak kadın beyyine getirirse...» Kezâ
başkası beyyine getirirse iş değişir. Çünkü talâk için kadının dâvâ etmesi şart
olmadığı gibi beyyine getirmesi de şart değildir. Çünkü cariyenin âzâd
edildiğine ve kadının boşandığına şâhidlik dâvâsız olarak Allah rızası için
kabul edilir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Her ikisi beyyine getirirlerse,
zâhire göre söz erkeğin ise kadının beyyinesi tercih edilir. Erkeğin beyyinesi
hükümsüz kalır.
«Velevki nefy olsun.» Çünkü o sureten nefye
hakikaten talâkı isbata delâlet eder. İtibar surete değil maksadlaradır. Nasıl
ki iki şâhid bir ada-mın müslümanlığı kabul edip inşaallah dediğine, diğer iki
şâhid de müs-lümanlığı kabul edip inşaallah demediğine şâhidlik etselerikincisi
kabul edilir. Velevki bunda nefy bulunsun. Çünkü şâhidlerin maksadı o kimse-nin
müslüman olduğunu isbattır. Bu izaha göre yeminler bahsinde gele-cek mesele
müşküldür. Orada şöyle denilmektedir: "Bir kimse bu sene haccetmezsem
kölem hür olsun der de iki şâhid o kimsenin Kûfe'de kur-ban kestiğine şâhidlik
ederlerse kölesi âzâd olmaz. İmam Muhammed buna muhâliftir. Çünkü bu şehâdet
manen nefydir. Bu adam bu sene haccetmedi mânâsınadır. Bu gösterir ki, nefye
şehâdet şart üzerine kabul edilmez. Onun için Fetih sahibi İmam Muhammed'in
kavli daha yerindedir demiştir. Lâkin; "Âzâd olmamanın illeti kölenin âzâdında
şâhidlik için dâvâ şart olmasıdır." denilmiştir. Buna göre köle yerine
cariye olursa bilittifak âzâd olur. Çünkü cariyenin dâvâsı şart değildir. O
zaman da işkâl kalmaz. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
«Çünkü o inşâya mâliktir.» Yani talâk
icadına mâliktir. Binaenaleyh itham olunmaz. Ama kadın temizse erkeğin sözü
tasdik olunmaz. Çünkü zâhiren vâki bir hükmü iptal etmeye çalışmaktadır. Sünnet
vakti mevcud-dur. Kendisi de sebebi itiraf etmiştir. Çünkü muzaf halin
sebebidir. Zeylaî.
Ben derim ki: Bu müşkildir. Çünkü sebebi
itiraf ancak şart sâbit olursa sübut bulur. Halbuki adam şartı inkâr etmiştir.
Evet, tâlik yapmaksızın:"Sen sünnet için boşsun." dese bu zâhir olur.
Bahır'da Kâfî'den naklen şöyle denilmiştir: "Bir kimse cima'da bulunduğu karısına:
Sen sünnet için boşsun derse talâk ancak boşamadan hali bir temizlik devresinde
vâki olur. Hayızdan sonraki cima talâk ve cima'dan halidir. Kadın hayzını
görüp" temizlendimi kocasının hayız halinde cima veya talâk iddiası sünnî
talâkı men etmek için kabul edilmez. Çünkü muzaf hal için sebeb olmuştur. Onun
yalnız hükmî gecikir. Ondan sonra talâk ve cima dâvâsı mâni dâvâsıdır.
Binaenaleyh kocasının talâkın temizlik devresinde vuku bulduğunu men eden sözü
kabul olunamaz. Lâkin talâkı ikrar etmesi sebebiyle başka bir talâk meydana
gelir. Hayızda ise kocası talâk veya cima'ı o hayızlı iken yaptığını iddia
ederse tasdik olunur.
Karısına: Seninle hayzın esnasında cima
etmedimse sen boşsun diyerek hayız içinde cima'ı iddiada bulunursa kadın boş
olmaz. Çünkü talâkı açık şarta tâlik etmiştir. Şarta tâlik edilen şey ancak
mâlum olursa şart bulununca sebeb olur. Koca şartı inkâr edince sebebi inkâr
etmiş olur ve sözü kabul edilir. Kezâ "Vallahi sana dört ay
yaklaşmayacağım." diye yemin eder de müddet geçtikten sonra o müddette kadına
yaklaştığını iddia ederse kabul olunmaz. Çünkü îlâ hal hakkında sebebtir. Lâkin
talâkın vukuu müddet bitinceye kadar gecikir. Müddet de bitmiştir. Talâk da
zâhiren vâki olmuştur. Binaenaleyh kadına yaklaştım dâvâsı mâniî dâvâdır, kabul
edilemez. Müddet geçmeden kadına yakınlık ettiğini iddiada bulunursa sözü kabul
edilir. Çünkü henüz talâk vâki olmamıştır. Bu adam inşâsına mâlik olduğu bir
şeyi haber vermiştir, onun için sözü kabul edilir. "Sana dört ay içinde
yaklaşmadımsa senboşsun." dedikten sonra müddet geçer ve kadına müddet
içinde yaklaştığını iddiada bulunursa talâk vâki olmaz. Çünkü talâkı açık şarta
tâlik etmiştir. Ne zaman şartı inkâr ederse sebebi de inkâr etmiş ve sözü kabul
edilir." Bu da gördüğün gibi Zeylaî'den naklen geçen ifadeye muhâliftir.
METİN
Ben derim ki: şu halde geçen mesele de
gelecek mesele de mutlak değillerdir. Vücudu ancak kadın tarafından bilinen bir
şey hususunda kadın istihsanen yemin verdirilmeksizin hassaten kendi nefsi
hakkında tasdik olunur. Bunu inceleme yaparak Nehir sahibi söylemiştir.
Mürâhika (bülûğa yaklaşan kız) bâliğa gibidir. Esah kavle göre ihtilam olmak da
hayız gibidir.
İZAH
«Geçen mesele» den murad karı-koca şartın
bulunduğunda ihtilâf ederlerse ilh...» meselesidir. Gelecek meseleden murad da
şârihin orada beyan ettiği gibi "Hayzını görürsen..." dediği
meseledir. En iyisi gelecek meseleyi "Vücudu ancak kadın tarafından
bilinen ilh..." sözüyle tefsir etmektir.
«Mutlak değillerdir.» Birinci mesele kocası
talâk inşâsına mâlik ise diye, gelecek mesele de talâk inşâsına mâlik değilse
diye kayıdlanacaktır. Bu mânâ burada zikredilen tafsilden alınmaktadır. Şârihin
söylediği ise İbn-i Kemal'in Islâh şerhindeki sözüne uyularak söylenmiştir.
Fakat söz götürür. Şöyle ki; evvela bu tafsil Kâfî'den naklettiğimize muhâliftir.
ikincisi buradaki ihtilaf hayızda değil cima'dadır. Cima vücudu ancak kadın
tarafından bilinen şeylerden değildir. Onu erkek de bilir. Çünkü kendi
fiilidir. Üçüncüsü bu tafsili bu meselede teslim edersek bundan o iki meselenin
kayıdlanması lâzım gelmez. O meseleler ki, iki kaide olup içlerinde kendi cüz'î
meseleleri bulunmaktadır. Bunların bazısı mutlak ifade edilmiş, bazısı bu
tafsile muhâlif olarak açıklanmıştır. Nitekim bunu nafaka meselesinde muayyen
günler geçtikten sonra nafakanın eline geçtiği dâvâsında Zahîre ile Kınye'den
nakletmiştik. Ve nitekim bunu az yukarıda da "Sana dört ay içinde
yaklaşmazsam" sözünde Kâfî'den nakletmiş, dâvâ müddet geçtikten sonradır,
ama koca talâk inşâsına mâlik olmamakla beraber yine sözü kabul edilir
demiştik.
«Vücudu ancak kadın tarafından bilinen»
diye kayıdlaması şundandır: Çünkü o şeyi kadından başkası da bilirse vuku ya
kocanın tasdikine yahut beyyineye bağlı kalır. Haneye girmek ve konuşmak gibi
ki, bilittifak bu ikiden birine bağlıdır. Talâkı kadının doğurmasına tâlik
ederse ne hüküm verileceği hususunda ulemamız ihtilâf etmişlerdir. İmameyn'e
göre talâk ebe kadının şâhidliği ile vâki olur. İmam Âzâm'a göre ise mutlaka
iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şâhidlikleri lâzımdır. Cevhere. Bu
şuna şâmil olmaz. Erkek: senin izninolmaksızın sarhoş eden bir içki içersem
emrin elinde olsun diyerek içki içer, sonra ihtilâf ederlerse söz erkeğindir.
Çünkü talâkın vukuunu inkâr etmektedir. Halbuki izin ancak kadından
alınmaktadır. Lâkin buna sözle muttali olunur. Hayız ve sevgi bunun
hilâfınadır.
«İstihsanen» kıyasa göre söz erkeğin olmak
gerekir. Çünkü kadın kocası üzerine yeminin bozulma şartını ve talâkın vukuunu
iddia, kocası ise bunu inkâr etmektedir. Böyle olunca söz erkeğin olmak ve
kadının sözü sair şartlarda olduğu gibi ancak huccetle tasdik edilmek
gerekirdi. İstihsanın cevhi şudur: Bu iş ancak kadın tarafından bilinir.
Üzerine de şer'î bir hüküm terettüb etmiştir. Binaenaleyh kadının haber vermesi
vâcip olur. Tâ ki harama düşmesin. Çünkü haramdan kaçınmak şer'an her ikisine
vâcibtir. Haramdan kaçınmanın yolu vâcib olur ki, o da haber ver-mektir. Bunun
için kadın teayyün etmiştir. Binaenaleyh kadın vâcibin mesuliyetinden kurtulmak
için sözünün kabulü vâcib olur. Zeylaî.
«İnceleme yaparak Nehir sahibi söylemiştir.»
Asıl incelemeyi yapan kardeşi Bahır sahibidir ve şöyle demiştir: "Zâhirine
bakılırsa yemin yoktur. Buna ulemanın şu sözleri delâlet eder: talâk kadının
haber vermesiyle muallaktır ve mevcuddur. Yemin verdirmekte bir fayda yoktur.
Çünkü talâk kadının sözüyle vâki olmuştur. Yemin verdirmek caymak ümidinden
dolayıdır. Kadın haber verir de sonra ben yalan söylemiştim derse talâk ortadan
kalkmaz. Çünkü kadın çelişkiye düşmüştür." Lâkin Miskin hâşiyelerinde
beyan edildiğine göre Hamevî Makdisî işaretiyle naklen bu kadına bilittifak
yemin verdirileceğini söylemiştir. Çünkü bu ulemanın: "Sözü kabul edilen
herkese yemin düşer." sözünden istisna edilen yerlerden değildir.
Ben derim ki: Bunun söz götürdüğü kimseye
gizli değildir. Biliyorsun ki yemin verdirmekte bir fayda yoktur. İstihsanın
vechini de gördün. Bu-nun müstesnalar arasında zikredilmemesi müstesnalardan
olmadığına delâlet etmez. Nice kaideler vardır ki kendisinden bir çok şeyler
istisna edilmiş, diğerleri kalmıştır. Çünkü bu istisna edenin hatırına gelene
göredir. Bahusus vechinin anlaşılmasına göredir.
Evet, kazaen bu zâhirdir. Fakat diyaneten
hayızla sevgi arasında fark gerekir. Zira talâkın kadının haber vermesiyle hem
kazaen hem diyâ-neten muallak olması ancak sevgi hakkındadır. Hayız hakkında
diyaneten kadın boş olmaz. Meğerki doğru söylemiş olsun. Nitekim yakında
bile-ceksin.
«Mürâhika bâliğa gibidir.» Hayız görmeyen
küçük kızın ve hayızdan kesilen kadının hükmüne gelince: Nehir sahibi:
"Ben bunu görmedim. Ama hayızdan kesilenin sözü kabul edilmek, küçük kızın
sözü kabul edilmemek gerekir." diyor.
«Esah kavle göre ihtilam olmak da hayız
gibidir.» Nehir sahibi diyor ki; "Bir kimse kölesine ihtilam olursan sen
hürsün der de köle ihtilam olduğunu söylerse mesele ihtilâflıdır, Hişam'ın
rivâyetine göre tasdik olunmaz. Esah kavle göre tasdik olunur. Çünkü hayız gibi
ihtilâmı dabaşkası bilmez." Muhit'te de böyle denilmiştir.
METİN
Erkeğin karısına: Hayzını görürsen sen
boşsun. fülan kadın da; yahut sen Allah'ın azabını seversen boş ol, kölem de hür
olsun demesi böyledir. Kadın hayzımı gördüm der hayız da mevcud olursa,
kesildiği takdirde sözü kabul edilmez. Zeylaî ve Haddâdî.
İZAH
"Hayzını görürsen sen boşsun
ilh..." Bilmiş ol ki talâkı sevgiye tâlik hayza tâlik gibidir. Ancak iki
şeyde ayrılırlar. Birincide sevgiye tâlik meclise münhasırdır. Çünkü muhayyer
bırakmaktan ibarettir. Hatta kadın ayağa kalkarak seni seviyorum derse boş
olmaz. Talâkı hayza tâlik ise sair tâlikler gibi ayağa kalkmakla bâtıl olmaz.
İkincide kadın verdiği haberde yalan söylerse sevgiye tâlik meselesinde boş
düşer. Hayza tâlikde ise kendisiyle Allah Teâlâ arasında boş düşmez. Zeylaî.
Bu izahın bir misli de Fetih ve diğer
kitaplardadır. Hâkim-i Şehid'in Kâfî'sinde şöyle denilmektedir: "Erkek
karısının sevdiğini bildiği veya ölüm ve azab gibi sevmediğini bildiği bir şey
için filan şeyi seversen sen boşsun der de kadın ben onu severim cevabını
verirse, meclisinde bulunduğu müddetçe söz kadınındır. Kezâ hayat ve zenginlik
gibi karısının sevdiğini bildiği bir şey için: Filan şeyden tiksinirsen ilah...
der de kadın: Ben ondan tiksinirim cevabını verirse boş düşer. Kocası: Filan
şeyi seversen sen üç defa boşsun der de kadın yalandan: Ben onu sevmem cevabını
verirse talâk vâki olmaz. Kezâ bunu ben seversem sen üç defa boşsun der de sonra
yalandan: Ben onu sevmem derse karısı karısıdır. Kendisiyle Allah Teâlâ
arasında o kadını cima'ı haram olur. Tiksinme üzerine yemin de böyledir. Kezâ:
Sen talâkı kalbinle seviyorsan veya onu arzu ediyorsan yahut onu diliyorsan
yahut dilinle değil de kalbinle iştiyak duyuyorsan üç defa boş ol der de kadın:
Dilemiyorum, sevmiyorum, arzu etmiyorum, iştiyak duymuyorum cevabını verirse o
adamın karısıdır. Bundan sonra aksini söylerse tasdik edilmez. Eğer bulunduğu
mecliste ise yahut susar da ayağa kalkıncaya kadar bir şey söylemezse o adamın
karısıdır. Velevki kalbinde gizlediği başka olsun. Kendisiyle Allah Teâlâ
arasında o adamla beraber bulunması câizdir. Bu, Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'a
göredir. İmam Muhammed'e göre diliyle açıkladığı başka, kalbinde gizlediği
başka ise o adamla beraber yaşaması câiz değildir."
Bahır'da zikredildiğine göre: "Ben
filan şeyi seversem ilah..." meselesinde Şemsü'l-Eimme şunları
söylemiştir: "Bu müşkildir. Çünkü kadının kalbinde ne olduğu bilinmese de
erkek kendi kalbinde ne olduğunu hakikaten bilir. Lâkin bu işin yolu
söylediğimiz gibidir. Hüküm zâhire göre verilir. O da vücuda dair olsun,
yokluğa dair olsun ihbardır. Kâdîhân'ın bildirdiğine göre bir adam karısına:
Seni sevindirirsem sen boşsun der de arkacığından onudöverse kadın: Bu beni
sevindirdi dediği takdirde ulema boş olmadığını söylemişlerdir. Çünkü onun
yüzde yüz yalan söylediğini biliyoruz."
Kâdîhân demiştir ki: "Bunda işkâl
vardır. O da şudur: Sevinç bilinmeyen şeylerdendir. Binaenaleyh talâk kadının
haber vermesine teallûk etmek gerekir ve onun bu husustaki sözü kabul
edilmelidir. Velevki yalan söylediğini yüzde yüz bilelim. Nitekim kocası: Eğer
Allah'ın seni cehennem ateşiyle azab etmesini seversen sen boşsun dese, kadın:
Severim cevabını verdiğinde talâk vâki olur."
Bahır sahibi diyor ki: "Bu söz kabul
edilemez. Çünkü Hidâye sahibi kadının yalan söylediği yüzde yüz kestirilemez.
Zira kocasına çok kızdığı için azabla ondan kurtulmayı sevebilir
demiştir." Bu suretle anlaşılır ki, talâkı kalb işlerinden birine tâlik
eder de kadın o işi haber verirse, kadının yüzde yüz yalan söylediğini
bildiğimiz takdirde talâk vâki olmaz. Aksi takdirde olur.
Bedâyi'de şöyle denilmiştir: "Eğer
cennetten hoşlanmazsan sözü kadının hoşlanmadığını haber vermesine teallûk
eder. Halbuki kadın cennetten hoşlanmayacak bir hale varmaz. Böylece onun yüzde
yüz yalan söyledlğini biliriz. Şöyle de denilebillr; Kadın dünya hayatını çok
sevdiği için cennetten hoşlanmayabilir. Çünkü cennete ancak ölümle
ulaşabilecektir. Kadınsa ölümden hoşlanmaz. Binaenaleyh yüzde yüz yalan
söylediğini kestiremeyiz. Ulemanın buradaki sözlerinin zâhirinden anlaşılıyor
ki, kadın: Ben cehennem azabını severim, cennetten de hoşlanmam demekle kâfir
sayılmaz. Nehir sahibi bu meseleyle sevinme meselesi arasında fark görmüş:"
Kadının dövülmekten duyduğu elem yalan söylediğine açık delildir. Mücerred
azabı sevmek bunun hilâfınadır. Çünkü onda yalan söylediğini yüzde yüz
kestirmeye bir delil yoktur." demiştir.
Ben derim ki: Lâkin "Ben fülan şeyi
seversem..." meselesinde erkek kalbindekinin hilâfını haber verirse işkâl
bâkidir. Çünkü yalan söylediği yüzde yüz mâlumdur. Hüküm Şemsü'l-Eimme'den
naklen yukarıda geçtiği gibi verilen habere göre cereyan ederse bu vârid
değildir. Lâkin sevinme meselesinde Kâdîhân'ın işkâli vâriddir. Meğerki şöyle
cevap verilsin: hükmün haber vermeye teallûk etmesi haber verenden başkası onun
yalan söylediğini yüzde yüz bilmediğine göredir. Böylece hem Şemsü'l-Eimme'nin
işkâli, hem de Kâdîhân'ınki defedilmiş olur,
T E N B İ H : Bahır'da şöyle denilmiştir:
"Kadının sevmesiyle kayıdlaması şundandır: Çünkü talâkı başkasının
sevmesine tâlik etse Muhît'in zâhir ibâresinden anlaşıldığına göre mutlaka
kocasının tasdiki lâzımdır. Çünkü Muhît sahibi şöyle demiştir: Annen bunu
sevmezse sen boşsun derse arkacığından anne ben sevmem cevabını verir, koca da
onu yalanlarsa kadın boş düşmez. Koca onu tasdik ederse mâlum olduğu üzere boş
düşer. İbn-i Rüstem'in İmamMuhammed'den rivâyetine göre bir adam: Eğer filan
adam mü'min ise sen boşsun derse kadın boş düşmez. Çünkü bunu o adamdan başka
kimse bilmez. Başkası aleyhine o adamın sözü de tasdik edilmez. O kimse
müslümanlardan olup namaz kılar haccederse, başka birine benim sana bir hâcetim
var, onu bana bitiriver dediğinde o da eğer senin hâcetini bitirmezsem karım
boş olsun cevabını verirse, bu sefer o da benim hâcetim senin karını boşamandır
dediğinde o kimse tasdik etmeyebilir. Karısı da boş düşmez. Çünkü bu söz
doğruya ve yalana ihtimallidir. Binaenaleyh başkası aleyhine tasdik
edilmez." Hayreddin-i Remlî diyor ki: "Bu fer'lerden anlaşıldığına
göre bir kimse talâkı başkasının fiiline tâlik ederse o başkasının sözü tasdik
edilmez. İster ondan başka kimsenin bilmeyeceği bir şey olsun; ister olmasın
fark etmez. Her iki surette de ya kocanın tasdiki yahut beyyineyle sâbit olan
şeylerdense beyyine mutlaka lâzımdır."
"Sözü kabul edilmez." Çünkü bu
zaruridir. Binaenaleyh bunda şartın bulunması şarttır. Zeylai. Yani kadının
sözünü kabul etmek onun sözünde şer'î hüküm terettüb etmesi zaruretinden
dolayıdır. Tamamı gelecektir.
METİN
Yahut kadın severim cevabını verirse kocası
yalanladığı takdirde yalnız kendisi boş olur. Kocası tasdik eder yahut kadının
hayızlı bulunduğu bilinirse her iki kadın boş olurlar. Haddâdî. "Hayzını
görürsen.." sözünde kanı görmekle talâk vâki olmaz. Çünkü kanın istihâza
(hastalık kanı) olması ihtimali vardır. Üç gün devam ederse kanı gördüğü andan
itibaren talâk vâki olur. Meydana gelen talâk da bid'îdir. Kadın cima edilmemiş
olup üç gün zarfında başka bir kocaya varırsa sahih olur. Bu müddet zarfında ölürse
mirâsı ilk kocasına aid olur. İkinciye aid değildir. Ve kadın kendisi hakkında
tasdik olunur, ortağı hakkında tasdik edilmez. Bir hayız görürsen veya bir
hayzın yarısını yahut üçte birini veya altıda birini görürsen demekle o
hayızdan temizlenmedikçe hiç bir talâk vâki olmaz. Çünkü hayız parçalanmaz.
Hayız kelimesi tam bir hayzın ismidir. Sonra kadının sözünün kabul edilmemesi
başka bir hayız görmediği müddetçedir.
İZAH
"Yalnız kendisi boş olur." Yani
filan kadın boş olmaz. Çünkü şer'an kadın hakkında bakılacak şey verdiği
haberdir. Kadın kendisi hakkında emindir. Ortağı hakkında ise müttehemdir. Bu
hususa şehâdeti de tek şâhidliktir. Bir insanın kendisi hakkında sözü kabul
edilip başkası hakkında kabul edilmemesi uzak görülemez. Meselâ mirâsçılardan biri
ölenin bir borcunu ikrar ederse bu ikrar öteki mirâsçılar tasdik etmediği
takdirde yalnız kendi hissesine münhasırdır. Tamamı Bahır'dadır.
"Yahut kadının hayızlı bulunduğu
bilinirse" sözü yukarıda geçen "Kadından başka kimseninbilmediği
ilah..." sözüne aykırı değildir. Çünkü yukardaki söz hali bilinmediği
zamana mahsustur. Buradaki ise bilindiğine göredir. Meselâ kocasına ve
ortağınca mâlum olan iddeti zamanında haber vermiş olur. Kendisinden kan
geldiği görülür de şüphe kalmaz. Düşün! Remlî.
"Hayzını görürsen ilah..."
cümlesi evvela mücmel bıraktığını izah ve beyandır.
"Kanı gördüğü andan itibaren talâk
vâki olur." Çünkü devam etmekle ibtidadan hayız olduğu anlaşılır. Artık
müftüye o adama yardım ederek "Kadın kanı gördüğü andan itibaren boş
olmuştur." demek icab eder. Bu istinad bâbından değil beyan kabîlindendir.
Onun için kanı gördüğü andan itibaren demiştir. Meselenin tam izahı
Bahır'dadır. Yine Bahır'da Kâfî'den naklen: "Hayzını görürsen kölem hür
olsun, ortağın da boş olsun meselesinde kadın kanı görür de ben hayız oldum der
kocası da kendisini tasdiklerse, kan devam etmeden kocası cima'dan men edilir.
Köle de kullandırılmaz. Çünkü kanın devam etmek ihtimali vardır."
denilmiştir.
"Meydana gelen talâk da
bid'îdir." Çünkü hayız esnasında yapılmıştır. Bir hayız görürsen ilah...
demesi bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir. Bu beyanın semeresidir ve şurada
da zâhir olur: Hayza tâlik edilen şey köle âzâdı olur da köle bir cinayet işler
yahut kadın kanı gördükten sonra köleye bir cinayet işlenirse kan devam etmekle
bu cinayet hür kimselerin cinayeti olur. Bu hayzın iddetten hesap edilmemesi
hususunda da zâhir olur. Çünkü şart kanı görmek olunca vukuun bir kısmını
gördükten sonra olması lâzım gelir. Onun için bid'î olur dedik.
"Kadın cima edilmemişse" sözü
"Kanı gördüğü andan itibaren talâk vâki olur." cümlesi üzerine tefri
edilmiştir. Şârih bununla cima edilenden ihtirâz etmiştir. Velevki kendisiyle
halvet yapılan kadın gibi hükmen cima edilmiş olsun. Çünkü bu kadının üç gün
içinde başka bir kocayla evlenmesi mümkün değildir. İlk kocasından vâcib olan
iddeti vardır.
"Mirâsı ilk kocasına aid olur."
Çünkü bunun hayız olup olmadığı bilinemez. Bahır. Yani talâkın vukuu şartı
tahakkuk etmemiştir. Kadın o kocanın ismetinde bâkidir. Bunun muktezası da
ikinci kocanın onu nikâh etmesi bâtıl olmaktır. Onun için mehir lâzım gelmez.
"Ve kadın kendisi hakkında tasdik
olunur." Yani kocası onun ve ortağının talâkını hayız görmesine tâlik
ettiği zaman kadının sözü kendisi hakkında tasdik edilir. Musannıfın yukarıda
geçen: "Yalnız kendisi boş olur." sözü buna hâcet bırakmamıştı.
Bahır'da Mecma şerhinden naklen şöyle denilmiştir: "Kocası üç günde kan
kesildi der de kadın ve köle bunu inkâr ederlerse söz kadınla kölenindir. Çünkü
koca zâhiren âzâdlığın şartı bulunduğunu ikrar etmiştir. Zira vaktinde kanı
görmek hayız olur. Onun için de kadına namaz ve orucu bırakması emrolunur.
Sonra bir arıza iddia etmiştir ki, bu görülen kanı hayız kanı olmaktançıkarır.
Binaenaleyh tasdik edilmez. Kendisini kadın tasdik eder de üç günün içinde köle
yalanlarsa söz yine ikisinindir. Üç gün geçtikten sonra olursa artık söz sadece
kölenindir.
"Bir hayız görürsen ilah..."
sözünün misli sen hayzınla birlikte boşsun yahut hayzının içinde boşsun
demesidir. Bahır.
"Çünkü hayız parçalanmaz." sözü
hepsinin illetidir. Zira parçlanmayı kabul etmeyen bir şeyin bir cüz'ünü
zikretmek hepsini zikretmek gibidir. Nehir'de Cevhere'den naklen şöyle
denilmiştir: "Sen hayzının yarısını görürsen boşsun, diğer yarısını da
görürsen boşsun derse hayzını görüp temizlenmedikçe bir şey vâki olmaz.
Temizlendiğinde iki talâk vâki olur."
"O hayızdan temizlenmedikçe hiç bir
talâk vâki olmaz." Bu temizlenme de ya kanın on günde kesilmesi yahut
yıkanmak veya onun yerini tutan namazın boynuna borç olması gibi bir şeyle olur.
Nehir.
"Tam bir hayzın lamidir." Yani
tam hayız ancak ondan temizlenmekle olur. Kadın hayızlı bulunursa temizlenip
tekrar hayız görmedikçe boş düşmez, Ama kocası bu hayızdan meydana gelen
günleri niyet ederse o da niyetine göredir. Gebe kalırsan derse yine böyledir.
Şu kadar var ki burada kadının içinde bulunduğu gebelik halini niyet ederse
yemini bozulmaz. Çünkü gebelik muhtelif parçalardan meydana gelmiş değildir.
Hayız bunun hilâfınadır. Bunu Haddâdî söylemiştir. Nehir.
"Başka bir hayız görmediği müddetçedir."
Bu da kendisi hayızlı iken yahut hayızdan temizlendikten sonra haber vermekle
olur. Başka bir hayız gördüğünde haber verirse sözü ancak diğer bir hayızdan
temizlendikten sonra kabul edilir. Erkeğin hayzını görürsen deyip bir hayız
kelimesini söylememesi bunun hilâfınadır. Zira şart hayız varken haber
vermesidir. Ondan sonra haber vermesi kabul edilmez. Nitekim geçti.
Fetih sahibi diyor ki: "Çünkü bu
zaruridir. Onun için şartın bulunması şarttır. Sen bir hayız görürsen demesi
bunun hilâfınadır. Kadın o hayızdan sonraki temizlik devresinde kabul edilir.
Daha önce ve sonra kabul edilmez. Hatta bir müddet sonra hayzımı gördüm ve
temizlendim, şimdi ben başka bir hayız içindeyim dese sözü kabul edilmez. Talâk
da vâki olmaz. Çünkü şartı şart yokken haber vermiştir. Onun için talâk vâki
olmaz. Ancak bu hayız sona erdikten sonra temizlendiğini haber verirse o zaman
talâk vâki olur. Çünkü kadın hayız ve temizlik gibi şeyleri haber vermek
hususunda bunlara teallûk eden hükümleri yerine getirmek zaruretinden dolayı
şer'an güvenilir kabul edilmiştir. Binaenaleyh bu hükümlerin bulunmadığı halde
güvenilir kabul edilemez. Çünkü kocası yalanladığında hâcet kalmaz." Bu
sözün mefhumu şudur: Kadın diğer hayızdan mücerred temizlenmekle boş düşmez.
Mutlaka haber vermesi lâzımdır. Zira evvelce geçtiği vecihle ancak kadın
tarafından bilinenşeyler onun haber vermesiyle muallak olurlar. "Kocası
yalanlarsa" sözünden anlaşılıyor ki, tasdik ederse talâk vâki olur.
Velevki ikinci hayızdan temizlenmemiş olsun.
METİN
Bir gün oruç tutarsan sen boşsun sözünde
kadın o günün orucundan sonra güneş battığı vakit boş olur. Sadece oruç
tutarsan demişse bunun hilâfınadır. Çünkü oruç bir saata da denilebilir. Kocası
karısına: "Oğlan doğurursan bir defa boşsun. Kız doğurursan iki defa
boşsun." der de kadın ikisini de doğurur ve hangisini evvel doğurduğu
bilinmezse kazaen bir talâk, tenezzühen yani ihtiyatan iki talâk lâzım gelir.
Çünkü kızın önce doğmuş olması ihtimali vardır. İddet ikinciyle biter. Onun
için ikinciyle bir şey vâki olmaz. Zira iddetin bitmesiyle beraber yapılan
talâk vâki değildir.
Birinci bilinirse söz yoktur. İhtilâf
ederlerse söz kocanındır. Çünkü inkâr eden odur. Her iki çocuğun beraberce
doğdukları tehakkuk ederse üç talâk vâki olur ve kadın kur'larla (hayız
müddetleriyle) iddet bekler. Kadın bir oğlanla iki kız doğurur da evvel doğan
bilinmezse kazaen iki talâk, tenezzühen ise üç tatâk vâki olur. İki oğlan bir
kız doğurursa kazaen bir talâk, tenezzühen üç talâk vâki olur. Erkeğin:
"Hamlin oğlansa sen bir talâk boşsun. Kızsa iki talâk boşsun." deyip
de kadının bir oğlanla bir kız doğurması bunun hilâfınadır. Kadın boş düşmez.
Çünkü kadının hamli hepsinin ismidir. Doğanların hepsi oğlan veya hepsi kız
olmadıkça kadın boş düşmez. Kezâ kocası karnındaki oğlansa derse mesele de
haliyle olursa hüküm yine budur. Çünkü Arapçada mâ edatı umum bildirir.
Karnında oğlan varsa demesi mesele yine haliyle olmak şartıyla bunun
hilâfınadır. Üç talâk vâki olur. Çünkü burada umum edatı yoktur.
İZAH
"Bir gün oruç tutarsan ilah..."
sözünün benzeri eğer oruç tutarsan demesidir ve ancak bir günün tamamlanmasıyla
talâk vâki olur. Çünkü oruç mi'yarla (ölçüyle) takdir edilmiştir. Fetih.
"Sadece oruç tutarsan demişse bunun
hilâfınadır." Yani bu söz şeriatta oruç adı verilen şeye teallûk eder. Bu
da bir saat tutmakla, rüknüyle, şartıyla bulunmuştur. Onun için bu sözle talâk
vâki olur. Velevki sonradan bozmuş olsun. Kezâ "bir günde veya bir ayda
oruç tutarsan" derse hüküm yine budur. Çünkü tamamlanmasını şart
koşmamıştır, "Bir namaz kılarsan şöyle olsun." derse iki rekât
kılmakla "namaz kılarsan" derse bir rekât kılmakla boş olur. Fetih.
"Kadın ikisini de doğurursa" yani
arka arkaya doğurursa demektir. Mehir. Bununla neden ihtiraz ettiği aşağıda
gelecektir.
"Tenezzühen iki talâk lâzım
gelir." Yani haramdan uzaklaşmak için iki talâk boş olması lâzım gelir.
Nehir. Kuhistânî'de tenezzühen kelimesi diyaneten yani o kimseyle Allah
Teâlâarasında diye tefsir edilmiştir. Nitekim musannıf ve başkaları bunu
zikretmişlerdir.
Ben derim ki: Bunun muktezası şudur: Erkek
aleyhine bir talâk daha vâki olunca diyaneten o kadından ayrılması vâcib olur.
Bu ihtiyat ve haramdan uzaklaşmak içindir. Velevki hâkim buna hüküm vermemiş
olsun. Müftü buna fetva verir. Vâcib olduğuna musannıf ve diğer zevâtın lâzım
gelir demeleri delâlet etmektedir. Lâkin Hidâye'de "Evla olan tenezzüh ve
ihtiyat için iki talâkla amel etmektir." denilmiştir.
Kazaen iki talâk lâzım gelmemesi bunların
vukuu muhakkak olmadığındandır. Helâllık yüzde yüz sâbit idi. Binaenaleyh
ihtimalle ortadan kalkamaz. Bazıları: "Tenezzühen bir talâk daha lâzım
gelir dese daha iyi olurdu." demişlerdir. Çünkü ibâreden ikinin birden
ayrı olduğu vehmi doğmaktadır. İhâm olmadığı teslim edilse bile tenezzüh ancak
bir talâkla olur. Diğer talâk kazaendir.
"İddet ikinciyle biter." sözü
talâkın ric'î olmadığına, mirâsçı da olamayacağına işarettir. Bahır.
"Söz yoktur." Yani muallak tâlak
birinciyle vâki olur. İkinci çocukla bir şey vâki olmaz.
"Çünkü inkâr eden odur." Yanl
ziyade talâkı inkâr eden odur. Bu mesele musannıfın: "Karı-koca şartın
bulunup bulumadığında ihtilâf ederlerse ilah..." sözünün fer'lerindendir.
"Her iki çocuğun beraberce doğdukları
tehakkuk ederee ilah...» Bu meseleyi musannıfın zikretmemesi âdeten imkânsız
olduğu içindir. Nehir. Kadın hünsa doğurursa bir talâk vâki olur ve ikinci
talâk hünsanın hali belli oluncaya kadar tevakkuf eder. Bunu Hindiyye sahibi
Bahr-ı Zâhir'-den nakletmiştir. T.
"Kazaen iki talâk ilah..." vâki
olur. Çünkü oğlan evvela yahut ikinci olarak doğarsa kadın üç talâk boş olur.
Bunların biri oğlanla ikisi ilk doğan kızlardır. Çünkü karnında çocuk kaldıkça
iddet bitmez. Oğlan son olarak doğduysa birinci kızla iki talâk vâki olur,
ikinci doğanla bir şey vâki olmaz. Çünkü kıza yaptığı yemin birinciyle
çözülmüştür, oğlanla bir şey vâki olmaz. Zira iddet bittiği zaman doğmuştur.
Böylece mesele üçle iki arasında tereddüt edince kazaen en azıyla, tenezzühen
en çoğu ile hüküm verilir. Fetih.
"Kazaen bir talâk" vâki olur.
Çünkü iki oğlan ilk defa doğarsa birincisiyle bir talâk vâki olur. İkinci
oğlanla ve ondan sonra doğan kızla bir şey vâki olmaz. Zira iddet bitmiştir.
Kız evvela veya ortada doğarsa onunla iki talâk meydana gelir. Ondan sonra veya
ondan önce doğan oğlanla da bir talâk meydana gelir. Böylece talâk üçle bir
arasında tereddüt eder.
"Mesele de haliyle olursa" yani
kadın bir oğlan bir kız doğurursa demektir.
"Çünkü Arapçada mâ edatı umum
bildirir." Yani bir veya iki talâk vukuunun şartı karnındakilerin hepsinin
oğlan veya hepsinin kız olması gerektiğini bildirir. Bunun bir misli de
Fetih'deki şu ifadedir: "şu çuvaldaki buğdaysa kadın boş olsun, unsa yine
boş olsun der de hem buğday hem un çıkarsa kadın boş olmaz."
"Çünkü burada umum edatı yoktur."
Söz de her ikisine sâdıktır. Yani hem kız hem oğlan için kadının karnındaydı
denilebilir. Câmi'de şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: Bir çocuk
doğurursan sen boşsun. Ama doğurduğun oğlan çıkarsa iki defa boşsun der de
kadın oğlan doğurursa üç talâk vâki olur. Çünkü iki şartın ikisi de
bulunmuştur. Zira mutlak mukayyedin içinde mevcuddur. İmam Mâlik'le Şafiî'nin
kavilleri de budur."
METİN
FER'İ MESELELER: Bir adam karısının
talâkını gebeliğine tâlik ederse yemin vaktinden itibaren iki seneden fazlada
doğurmadıkça boş düşmez.
Karısına: Bir çocuk doğurursan sen boşsun
yahut cariyesine bir çocuk doğurursan hürsün der de ölü doğurursa kadın boş
düşer, cariye âzâd olur.
Bir adam ümmüveledine: Doğurursan hürsün
derse onunla iddet biter. Cevhere.
İZAH
"İki seneden fazlada doğurmadıkça boş
düşmez." Çünkü talâkı yeminden sonra meydana gelecek gebeliğe tâlik
etmiştir. Gebeliğin yeminden öncede iki seneye kadar meydana gelmesi
beklenebilir. Bu suretle yapılacak talâkda şübhe vâki olmuştur. Şübheyle talâk
vâki olmaz. Muhît'te böyle denilmiştir. Bahır. İddet çocuğun doğmasıyla biter.
Nitekim Hâkim'in Kâfî'sinde böyle denilmiştir. Bu açık gösterir ki, talâk
doğduktan sonra olmamıştır. Aksi takdirde iddet doğumla bitmezdi. Bilâkis talâk
doğumdan önce yeminden sonraki nebelikle olmuştur. Çünkü üzerine tâlik yapılan
şey odur.
"Doğurmadıkça" demesinin mânâsı
şudur: Yeminden itibaren iki seneden fazlada doğurmakla anlaşılmıştır ki talâk
gebeliğin ilk anlarında vâki olmuştur. Doğumun yemin vaktinden iki seneden
fazla olması gebeliğin yeminden sonra meydana geldiği tehakkuk etsin diyedir.
Çünkü bundan azda olursa yeminden önce gebe kalmış olması ihtimali vardır.
Şübheyle talâk vâki olmaz. Sonra kadın doğurmakla talâkın gebelik zamanında
yapıldığı anlaşılınca gebelik vakti meçhûl kalır. Binaenaleyh talâkın vukuu
vakti bilinmez. Meğerki şöyle denilmiş olsun: Talâk doğumdan altı ay önce
olmuştur. Çünkü bu müddette gebelik yüzde yüz mâlumdur. Daha önce şübhelidir.
Binaenaleyh şübheyle talâk vâki olmaz. Halebî böyle incelemiştir.
TENBİH : Bu yemin cima'ı haram kılmaz.
Lâkin istibrâ yapmadan o kadınla cima'da bulunmaması müstehab olur. Çünkü
gebeliğin zuhuru tesavvür edilebilir. Nitekim Bahır'da Muhît'ten naklen böyle
denilmiştir. istibrânın vâcib olmaması cima'ın helâllığı asıl olduğundandır.
Gebeliğin zuhuru ise mevhumdur. Nitekim bunu Halebî ifade etmiştir.
«Onunla iddet biter.» Bu ibârede düşüklük
vardır. Aslı şöyledir: "Ümmüveled âzâd olur. Çünkü doğan çocuktur. Onunla
iddet biter." Cevhere'nin ibâresi şu şekildedir: "Bir adamkarısına:
Bir çocuk doğurursan sen boşsun der de kadın ölü doğurursa boş düşer. Kezâ
cariyesine bir çocuk doğurursan sen hürsün derse hüküm yine böyledir. Çünkü
mevcud olan şey doğmuştur ve hakikaten çocuktur. Şeriatta da çocuk sayılır.
Hatta onunla iddet biter. Ondan sonra gelen kan nifastır. Annesi ümmüveleddir.
Böylece şart tehakkuk etmiştir ki, o da çocuğun doğmasıdır." Cevhere'nin
"Hatta iddet onunla biter" sözü "Şeriatta da çocuk
sayılır." ifadesinin gâyesidir. Bu sözün mânâsı şerhden anlaşıldığı gibi
"Ümmüveled onunla iddetten çıkar." demek değildir. Çünkü iddet
hürriyetin arkacığından vâcib olur. Hürriyet ise doğuma tâlik edilmiştir.
Binaenaleyh ondan sonra vâki olur. Yani doğum iddetin vücubundan iki mertebe
öncedir. Şu halde iddet nasıl doğumla biter! Nitekim bunu Halebî ifade
etmiştir.
METİN
Azâdlığı veya talâkı velevki üç olarak iki
şeye tâlik ederse, ister hakikaten şartın tekerrürü ile olsun ister olmasın
ikinci şart milkde bulunursa muallak vâki olur. Meselâ Zeyd ve Bekir gelirse
sen şöyle ol, sözü şartın tekerrürü ile değildir. Aksi takdirde talâk vâki
olmaz. Çünkü yeminin bozulması halinde milk şarttır. Mesele dörtlüdür.
İZAH
«Şartın tekerrürü ile» olması bir şartı
diğerine atıfla olur. Ceza cümlesini sonraya bırakır. Meselâ: Filan gelirse ve
filan gelirse sen boşsun derse, ikisi de gelmedikçe talâk vâki olmaz. Çünkü bu
adam hâlis bir şartı hükümsüz bir şart üzerine atfetmiş, sonra ceza cümlesini
getirmiştir. Binaenaleyh talâk iki şarta birden teallûk eder ve iki şart bir
olur. Talâk da ancak onların bulunmasıyla vâki olur. Ama şartların biriyle
talâk vukuunu niyet ederse ceza cümlesini ondan önce söylemek şartıyla niyeti
sahih olur. Bu ağır söylemek olur yahut atıfsız şart edatını tekrarlamakla
olur. Meselâ yersen, giyersen sen boşsun demesi böyledir. Kadın evvelâ giyip
sonra yemezse boş olmaz. Yani sonra zikrettiğini evvel yapar. Bu söz
"Giyersen ve yersen sen boşsun." takdirindedir. "Her evlendiğim
kadın filancayla konuşursam boş olsun." demesi de böyledir. Sonra
zikrettiği öne alınır, ve: "Eğer filanla konuşursam her evlendiğim kadın
boş olsun." takdirinde olur. Bu izaha göre bir adam: "Sana verirsem,
sana va'd edersem, benden istersen boşsun." dese, evvela kadın ondan
isteyip sonra ona va'd ederek daha sonra vermedikçe boş düşmez. Çünkü bu adam
vereceği şeyde va'di şart koşmuştur. Va'din içinde de istek vardır. Sanki şöyle
demiş gibidir: "Sen benden istersen, ben sana va'd edersem, sana filan
şeyi verirsem boşsun." Fetih'de böyle denilmiştir.
Ama bu ikinci şart âdeten birincinin
üzerine terettüb etmediğine göredir. Ceza cümlesi de ya her iki şarttan sonra
ya her ikisinden öncedir. Aksi takdirde her şart kendi yerinde itibaredilir.
"Yersen, içersen sen hürsün." gibi ki, evvela içer de sonra yerse
âzâd olmaz. Kezâ "Beni çağırırsan, sana icabet edersem yahut hayvana
binersem, bana gelirsen..." gibi sözlerde her şart kendi yerinde
bırakılır. Çünkü şartlar örfen birbiri üzerine tertip edilmiş bulunursa
aralarında bir gizli sonra kelimesi var farzedilir. Kezâ ceza cümlesi iki şart
arasına girerse her şart kendi yerinde bırakılır. Çünkü iki şartın arasına ceza
cümlesi vasıl edatı olan fâ ile yapılmıştır. Binaenaleyh birincisi yeminin
mün'akid olması için şart, ikincisi bozulması için şart olur.
Meselâ: Eve girersen sen boşsun fülanla
konuşursan demesi böyledir. Birinci şart zamanında milkin bâki olması şarttır.
Çünkü yeminin mün'akid olması için şart yapmıştır ve sanki eve girerken:
"Filanla konuşursan sen boşsun." demiş gibi olur. Yemin ancak milkde,
yahut milke muzaf olarak münakid olur. Şayet kadın eve girerken o kimsenin
milkindeyse söze tâlik ettiği yemin sahih olur. Kadın konuştumu boş düşer.
Milkinde değilse meselâ boşanıp iddetini bitirdikten sonra girerse konuşsa bile
sahih olmaz. Kadın iddet içinde o haneye girer de orada konuşursa boş düşer.
Hâsılı adam şart edatını atıfsız
tekrarlarsa talâkın vukuu her iki şartın bulunmasına bağlı kalır. Lâkin ceza
cümlesini iki şarttan önce söyler yahut sona bırakırsa sonuncuda milk bulunmak
şarttır. Takdim ve tehir üzere söylenen ilk odur. Onu ortağa söylerse her iki
şartta milk bulunmak lâzımdır. Atıfla söylerse ceza cümlesini evvel veya ortada
söylesin talâk iki şarttan birine tevakkuf eder. Ceza cümlesini sona bırakırsa
talâk her iki şarta bağlı olur. Şart edatını tekrarlamazsa her iki şeyin
mutlaka bulunması lâzım gelir. Ceza cümlesini onlardan önce veya sonra
söylemesi fark etmez. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır. Tamamı
oradadır.
«İster olmasın» sözü "hakikaten"
üzerine mütuftur. Bahır'da şöyle denilmiştir: "İkinciye yani hakikaten
şart olmayan tâlika gelince: Bu şöyle olur: Bir fiil iki şeye teallûku
cihetiyle mütealliktir. Meselâ: Şu haneye ve şuna girersen demesi böyledir.
Yahut ben Ebû Amr'la ve Ebû Yusuf'la konuşursam şöyle olsun der. Bunların ikisi
bir şarttır. Meğerki talâk vukuunu biriyle niyet etsin. Bu halde vuku için
sonuncuda milk bulunması şarttır. Kezâ bir fiil olup iki şeyle kaimse meselâ:
Zeyd ve Amr gelirse şöyle olsun derse hüküm yine böyledir. Zira şart ikisinin
gelmesidir.
«İkinci şart milkde bulunursa» cümlesi
birinci şarta göre ihtirazdır. Çünkü o bildiğin gibi tafsilâtlıdır. Tâlikın
aslına gelince: Onun sahih olması için ya milk yahut milke izafet şarttır.
Nitekim bâbın başında geçti. Sözümüz tâlik sahih olduktan sonraya aiddir.
«Mesele dörtlüdür.» Çünkü ya her iki şart
milkde bulunurlar yahut milkin dışında bulunurlar. Yahut yalnız birincisi milkde
veya yalnız ikincisi milkde bulunur. İkinci şart milkde bulunursabirincisi
milkde bulunsun bulunmasın talâk vâki olur. İkincisi milkin dışında bulunursa
birincisi milkde bulunsun bulunmasın talâk vâki olmaz. H. Şu halde Zeyd ve
Bekir geldiği vakit sen boşsun dediğinde Zeyd'le Bekir geldikleri vakit kadın
milkinde ise yahut onu boşamış da iddeti bitmiş sonra Zeyd gelmişse, sonra
kadınla evlenip Bekir de gelmişse kadın boş düşer. Her ikisi iddetten sonra
evlenmeden önce gelirlerse yahut Zeyd iddet içinde, Bekir iddetten sonra
evlenmeden gelmiş olursa kadın boş düşmez.
METİN
Bir kimse üç talâkı yahut cariyesinin âzâd
olmasını tâlik ederse, sünnet mahallerinin birbirine kavuşmasıyla yemini
bozulur. Ama âletini ferce soktuktan sonra orada durmakla her iki meselede
kendisine ukr vâcib olmaz. Çünkü durmak cima değildir. Onun için de tatâk-ı
ric'îde onunla karısına dönmüş sayılmaz. Meğerki çıkarıp sonra tekrar hakikaten
veya hükmen soksun. Hükmen sokmak kendisini hareket ettirmekle olur. İkinci
hareketle o adam dönmüş olur ve ukr icab eder. Meclis bir olduğu için had vâcib
olmaz. Erkeğin eski karısına: Ben filan kadını senin üzerine nikâh edersem boş
olsun demesiyle bâin talâk müddetinde o kadını nikâh ettiği takdirde yeni kadın
boş olmaz. Çünkü şart kasm hususunda o kadına ortak olmasıydı. Bu yoktur. Ric'î
talâkın iddetinde nikâh ederse yahut senin üzerine nikâh edersem demediyse yeni
kadın boş olur. Bunu Molla Miskin zikretmiştir. Nehir sahibi talâkı inceleme
neticesi kadına dönmek isterse diye kayıdlamıştır. Aksi takdirde kadına kasm
hakkı yoktur. Nitekim geçmişti.
İZAH
«Ukr vâcib olmaz.» Yalnız ukr lâzım
gelmediğini söylemekle âletinin fercte durmasıyla hörmet sâbit olacağına işaret
etmiştir. Çünkü o kimseye vâcib olan derhal âletini çıkarmaktır. Ukr şübheyle
cima edilen kadının mehridir. Bu kelime akr şeklinde okunursa yara mânâsına
gelir. Nitekim Sıhah'da beyan edilmiştir. Bahır. Onun hakkında mehir bâbında
söz geçmişti.
«Çünkü durmak cima değildir.» Cima ferci
ferce sokmaktır. Onun devamı yoktur ki, devamı için ibtida hükmü verilsin.
Nasılki bir adam içinde bulunduğu bir hane için şu haneye girmem diye yemin
ederse, orada durmakla yemini bozulmaz. Bahır.
«Karısına dönmüş sayılmaz.» Bu İmam
Muhammed'e göredir. Zira yaptığı iş bir fiildir. Sonu için ayrıca bir fiil
hükmü yoktur. Ebû Yusuf'a göre o adam karısına dönmüş olur. Çünkü şehvetle
dokunmak mevcuddur. Kıyas da budur. Nehir. Bahır sahibi diyor ki:
"Musannıfın kesin olarak İmam Muhammed'in kavlini söylemesi muhtar kavil o
olduğuna delildir. Bazıları şehvetle dokunmak mevcud olduğu için bütün
imamlarımızca o kimsenin karısına dönmüş sayılması gerekir demişlerdir.
Mi'râc'da böyle denilmiştir. Ama Ebû Yusuf kavlinin sahih kabul edilmesi
gerekir. Çünkü onun delili daha zâhirdir."
«Talâk-ı ric'îde» yani cima'a muallak olan
talâk ric'î ise karısına dönmüş sayılmaz.
«Hakikaten veya hükmen ilh...» sözünü sonra
tekrar sokarsa sözüne ta'mim yapmak doğru değildir. Çünkü âletini çıkardıktan
sonra ikinci defa hakikaten sokmadan kendisini hareket ettirmesi mümkün değildir.
Şu halde hareketle değil ikinci defa sokmakla karısına dönmüş sayılır. Böylece
bu sözü "çıkarır da sonra sokarsa" cümlelerinin mecmuu için ta'mim
yapmak teayyün eder. Ne olursa olsun "ikinci hareketle o adam dönmüş
olur" ifadesini ikinci diye kayıdlamanın bir vechi yoktur. Şu kadar var
ki, meselenin tesavvuru âletini sokarak seninle cima edersem boşsun dediğine
göredir. Zira bu adam Bahır sahibinin dediği gibi âletini çıkarmaz, hareket de
etmez de menîsi inerse karısı boş olmaz. Kendini hareket ettirirse kadın boş
olur. Adam da ikinci hareketiyle kadına dönmüş sayılır.
«Ve ukr icab eder.» Yani üç talâkı yahut
cariyesinin âzâdlığını tâlik etmişse ukr vermesi lâzımdır. T. Çünkü cima
muhteremdir. Ukrdan veya akrdan (yaralamaktan) hali değildir. Bahır.
«Meclis bir olduğu için» yani ikinci defa
âletini sokmakla had vâcib olmaz. Velevki cima sayılsın. Çünkü maksadın bir
olmasına bakarak bunun bir cima olması şübhesi vardır. Maksad bir meclisde
şehvetini kaza etmektir. Bunun evveli haddi icab etmiyordu. Öyleyse sonu da
icab etmez. Velevki erkek ben bu kadının bana haram olduğunu zannettim demiş
olsun. Bu izahatla şu şekildeki itiraz def edilmiş olur: "Köle âzâdında
had vâcib olmak gerekir. Çünkü bu bir cima'dir. Fakat ortada ne milk vardır ne
de milk şübhesi, yani iddet. Talâk bunun gibi değildir. Onda iddet
vardır." Bu itirazı Mi'râc sahibi yapmıştır. Lâkin İmam Muhammed'den bir
rivâyete göre bir kimse bir kadınla zinâ eder de sonra zinâ halinde iken onunla
evlenirse, o şekilde durup âletini çıkarmadığı takdirde iki mehir vâcib olur.
Bunların biri cima'la vâcib olur. Yani akidle had vurmak sâkıt olduğu için
mehir vermesi gerekir. Bir mehir de akidle vâcib olur. Velevki âletini yeniden
sokmuş olmasın. Çünkü akidden sonra o cima'a devam etmesi halvetin üstündedir.
Nehir sahibi diyor ki: "Bu yukarıda
geçenin karşısında müşkildir. Çünkü orada bu fiilin sonuna başlı başına bir
hüküm verilmişti." Halebî Hamevî'ye uyarak buna şu cevabı vermiştir:
"Bu kavil İmam Muhammed'den rivâyet olunmuştur. Oradaki ise kendi sözüydü.
Binaenaleyh çelişki yoktur." Buna da Tahtâvî Bahır'da bu meselenin
arkacığından zikredilen şu sözle itiraz etmiştir: "Bu rivâyeti İmam
Muhammed'e tahsis etmek hilâf bulunduğuna delâlet etmez. O bunun yalnız İmam
Muhammed'den rivâyet olunduğunu, başkalarından rivâyet edilmediğini
gösterir."
Ben derim ki: İşkâli aslından söküp atan
cevap şudur: Burada fiilin sonunu itibara almak onun mehri yerli yerine oturtan
bir halvet olması cihetindendir. Hatta ondan da üstündür. Cima olması
cihetinden değildir. Haddi icab etmek ve ric'atın sübutu için bunu itibara
almak mümkün değildir. Çünkü halvet bunu icab etmez.
«Çünkü şart ilh...» Bahır'ın ibâresi
şöyledir: "Çünkü şart bulunmamıştır. Kadının üzerine evlenmek, yatağını
paylaşmak ve kasm hususunda ona karşı çıkacak birini getirmektir. Böyle bir şey
yoktur."
«Kayıdlamıştır.» Yani ric'î talâk iddetinde
kadını nikâh ederse talâkı kadına dönmek isterse diye kayıdlamıştır. Bunu
ta'lilin mefhumundan alarak şöyle demiştir: "Bu itiraz musannıfa yani Kenz
sahibine vâriddir."
Ben derim ki: Şöyle de denilebilir:
"Kasm hususunda karşısına çıkacak hükmen mevcuddur. Velevki boşarken
kadına dönmeyi murad etmesin. Çünkü iradesinin sonradan değişmesi ihtimali
vardır. Nasılki kadınla yolculuğu esnasında yahut birinci karısının kaçaklığı
devresinde evlenirse böyle olur. Çünkü burada zâhir olan evlenirken hakiki
muhâlif bulunmasa da talâkın vukuudur.
"Nitekim geçmişti." Yani kasm
bâbında geçmişti. H.
METİN
Bir adam karısına sözleri birbirine ekli
olarak: Sen inşaallah boşsun der de bu söz bir kimse kulağını ağzına
yaklaştırmış olsa işitilecek şekilde olursa talâk vâki olmaz. Çünkü şübhe
vardır. Ancak soluk almak, öksürmek, geğirmek, aksırmak, dilinin ağırlığı,
ağzının başkası tarafından tutulması yahut te'kid, tekmil, had vurma, talâk ve
çağırma gibi mânâlar ifade eden fasılalar müstesnadır. Meselâ: Sen boşsun ey
fahişe yahut ey tâlik inşaallah derse istisna sahih olur. Bezzâziye ve Hâniyye.
Hükümsüz fasıla bunun hilâfınadır. Meselâ; Sen ric'î olarak boşsun inşaallah
derse talâk vâki olur ve bâin olarak derse talâk vâki olmaz. Ric'î veya bâin
derse bâin niyetiyle talâk vâki olur, ric'i niyetiyle olmaz. Kınye. Nehir
sahibi bunu kuvvetli bulmuştur. İşitilecek şekilde olursa dediğine göre sağırı
istisna etmek sahih olur. Hâniyye.
İZAH
"Bir adam karısına ilah..."
Musannıf burada istisna meselelerine başlamaktadır. Hidâye sahibi bunlar için
ayrıca bir fasıl yapmıştır. Fetih sahibi diyor ki: "İstisnayı tâlika
katması bunların ikisi de bir sözü mûcebini isbattan men etmek hususunda ortak
oldukları içindir. Şu kadar var ki şart bütün sözü, istisna ise bir kısmı men
eder. İnşaallah meselesini öne alması bütün sözü men etmek hususunda şarta
benzediği içindir. Bunda tâlik edatı da zikredilir. Lâkin usulünce değildir.
Çünkü bu sınırsız olarak men eder. Şart ise tehakkuk edinceye kadar men eder.
Onun için musannıf onu tâliklar bahsinde zikretmemiştir. İstisna sözü tevkîfi
bir isimdir. Yani rivâyete dayanır. Teâlâ Hazretleri: "İstisna da
etmezler." buyurmuştur. Bundan murad inşaallah demediklerini anlatmaktır.
İsimde de ortaklık olduğundan onu istisna faslında zikretmek münasip olmuştur.
İstisnanın hükmü haber sîgalarında sâbit olur. Velevki kendisi inşâ olsun. Emir
ve nehyde istisna yoktur.
Bir kimse: "Ben öldükten sonra
inşaallah kölemi âzâd edin!" dese buradaki istisnanın bir tesiri yoktur,
mirâsçılar köleyi âzâd edebilirler. "Şu kölemi sat inşaallah." dese
emrettiği kimse köleyi satabilir. Hulvânî'den nakledildiğine göre talâk ve
satış gibi dille yapılan her şeyi istisna ibtal eder. Dile mahsus olmayan oruç
gibi bir şey bunun hilâfınadır. İstisna onun hükmünü kaldıramaz. Bir kimse:
Yarın oruç tutmaya niyet ettim inşaallah dese bu niyetle o orucu eda edebilir.
Fetih'de böyle denilmiştir. Tevkîfîn mânâsı lügatta da kullanılmıştır. Yalnız
ıstılahan sâbit olmakla kalmamıştır demektir. Hatacî'nin Beyzâvî hâşiyesinde
Kehf Sûresinde şöyle denilmektedir: "İstisna lügat ve kullanışda şartla
kayıdlamaya verilen addır. Nitekim Seyrafî kitabın şerhinde bunu söylemiştir. Râgıb'ın
beyanına göre istisna geçen bir umumun gerektirdiğini kaldırmaktır. Hadîsde:
"Bir kimse bir şeye yemin eder de arkacığından inşaallah derse istisna
yaptı demektir, buyurulmuştur." İstisnanın ibtal mi yoksa tâlik miolduğu
hususundaki hilâf ileride gelecektir.
«Sözleri birbirine ekli olarak...» ifadesi
sözleri birbirinden ayrılmış olandan ihtiraz içindir. Bu ayırma zaruret yokken
susmak veya mânâsız bir söz söylemek gibi şeylerle olur. Nitekim gelecektir.
Fetih sahibi susmayı çok olursa diye kayıdlamıştır. Hâniyye'de şöyle
denilmektedir: "Bir adam karısına: Sen boşsun der de susar, sonra üç defa
derse bakılır: Susması nefesi kesildiği içinse kadın üç defa boş olur, değilse
bir defa boş olur." Bezzâziye'nin yeminler bahsinde dahi şu ibâre vardır: "Bir
kimseyi vali çağırır da billahi der o kimse de aynı şeyi söylerse, sonra cuma
günü mutlaka geleceksin derse, adam da bunu söylediği takdirde cuma günü
gelmezse yemini bozulmaz. Çünkü hikâye ve sükût ile AIIah Teâlâ'nın adını
yemininden ayırmıştır. Talâka yemin de böyledir."
«İşitilecek şekilde olursa...» Bu şart
Hinduvânî'ye göredir. Sahih olan da budur. Nitekim Bedâyi'de belirtilmiştir.
Kerhî'ye göre böyle bir şart yoktur. Şârih: "Kulağını ağzına yaklaştırmış
olsa ilh..." sözüyle o sözün işitilebilen cinsten olmasına işaret
etmiştir. Velevki seslerin çok olması dolayısıyla söyleyen kendisi işitmemiş
olsun.
«Çünkü şübhe vardır.» Yani Allah Teâlâ'nın
talâkı dileyip dilemediğinde şübhe vardır. Onu kimse bilemez. H.
«Ancak soluk almak» yani soluk almadan
söylemeye imkânı olsa bile demek istiyor. Fakat nefes alacak kadar susar da
sonra inşaallah derse istisna sahih olmaz. Çünkü oraya fasıla girmiştir.
Fetih'de böyle denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, nefes almadan nefes alacak
kadar susmak çoktur. Nefes almak için susmak ise zaruret olmasa bile zarar
etmez.
«Ağzının başkası tarafından tutulması» yani
tutan adam elini kaldırır kaldırmaz inşaallah derse istisna sahihtir.
«Te'kid...» Sen boşsun boşsun inşaallah
diyerek bununla te'kid kasdetmektir. Zira kinâyelerden önce fer'î meselelerde
geçmişti ki, talâk sözünü tekrarlarsa hepsi vâki olur. Ama bunlarla te'kidi
niyet ederse diyâneten kabul olunur. Bir adamın kölesine: "Sen hürsün
hürsün inşaallah" demesi de böyledir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. H.
Bu hususta sözün tamamı ileride gelecektir.
«Tekmil...» Sen bir ve üç defa boşsun
inşaallah gibi sözlerle olur. "Üç ve bir defa inşaallah." derse bunun
hilâfına olur. Yani üç talâk meydana gelir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
Çünkü üçten sonra biri zikretmek hükümsüzdür. Aksi bunun hilâfınadır.
«Sen boşsun ey fahişe yahut ey tâlik
inşaallah...» sözleri iki misâldir. Biri haddi, diğeri talâkı icab eder. Bahır
sahibi diyor ki: "Bezzâziye'de şu ifade vardır: Sen üç defa boşsun ey
fahişe inşaallah derse talâk vâki olur, istisna vasfa verilir. Kezâ sen boşsun
ey boş inşaallah; ve sen boşsun ey sabiyye inşaallah sözleri de böyledir.
İstisna hepsine sarfedilir ve talâk vâkiolmaz. O adam sanki ey fülane demiş
gibidir. İmam-ı Â'zam'a göre kaide şudur: Cümlenin sonunda zikredilen sözle
talâk vâki olur veya o kimseye had lâzım gelirse -ey boş, ey fahişe sözlerinde
olduğu gibi- istisna hepsine sarfedilir." H.
Ben derim ki: Bu ibârede tahrif ve düşüklük
vardır. Tahrif yani değiştirme "Kezâ sen boşsun ey sabiyye"
ifadesindedir. Doğrusu şudur: "Sen boşsun ey sabiyye demiş olsa
ilh..." Nitekim Zahîre'de böyledir. Çünkü bu daha önce geçenin hükmüne
muhâliftir. Düşüklük de "Kaide şudur ilh..." sözündedir. Zira ondan
sonraki "İstisna hepsine sarfedilir." sözü ondan önceki "Talâk
vâki olur ve istisna vasfa verilir." sözüne muhâliftir. Yani talâk
"sen boşsun" sözüyle olur, istisna vasfa verilir. Bundan murad
"ey boş veya ey fahişe" diye kadına yaptığı vasıtfır. Bu vasıfla
talâk olmaz, had vurmak da lâzım gelmez.
O halde işin doğrusu Zahire'nin şu sözüdür:
"Kaide şudur ki: Cümlenin sonunda zikredilen sözle talâk vâki olur veya
had vurmak icab ederse istisna ona verilir, mesela; ey fahişe, yahut ey boş
sözleri böyledir. O sözle had vurmak vâcib değil talâk da vâki olmuyorsa
istisna bütününe verilir. Ey habîse sözünde böyledir." Sonra bil ki bu
tafsilâtı Zahîre sahibi şu sözüyle nakletmiştir:
«Ebu'l-Velid'in Nevâdir'inde Ebû Yusuf'tan
naklen denilmiştir ki ilh...» Bundan önce Zahîre sahibi zâhir rivâyetten naklen
istisnanın tafsilâtsız olarak bütün cümleye sarfedileceğini söylemiş:
"Sahih olan budur." demişti. Telhisü'l-Câmi' şerhinde dahi bunun bir
misli vardır. Şu halde Bezzâziye sahibinin tuttuğu yol sahihin hilâfıdır.
Nitekim biz bunu cima edilmeyen kadının talâkı bâbının başında izah etmiştik.
Şârihin burada: "İstisna sahih olur." demesi ona uymaktadır. Zira o
ibâreden hatıra gelen istisnanın bütününe yani hem talâka hem vasfa
sarfedilmesidir. Yalnız vasfa sarfedilmesi değildir. O zaman talâk da vâki
olmaz, harf ve liân da lâzım gelmez. Lâkin bu Bezzâziye sahibinin tuttuğu yola
muhâliftir: Nitekim gördün. Binaenaleyh şârihin meseleyi Bezzâziye'ye nisbet
etmesi münasip değildir.
«Sen ric'î olarak boşsun inşaallah derse
talâk vâki olur.» Burada fasılanın hükümsüz kalması şundandır: Çünkü ric'î
sözünü zikretmekten bir fayda hâsıl olmaz. O zaten sîga itibariyle şer'an
lâfzın medlulüdür. T. Acaba bunu niçin te'kid veya tefsir saymamıştır? Bir
düşün! Ulema "Hürsün hürsün..." sözünü te'kid, "Hürsün ve
âzâdsın..." sözünü tefsir saymışlardır.
«Nehir sahibi bunu kuvvetli bulmuştur.»
Bilmelisinki Kınye'de şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: sen ric'î
veya bâin boşsun inşaallah derse niyeti sorulur. Ric'îyi kasdetmişse talâk vâki
olmaz. Bâini kasdetmişse talâk vâki olur, istisnanın bir tesiri kalmaz."
Bahır sahibi diyor ki: "Doğrusu şudur: Ric'îyi kasdetmişse talâk vâki
olur. Çünkü fasıla bulunduğu için istisna sahih değildir. Bâini kasdetmişse
talâk vâki olmaz. Zira istisna sahihtir." Nehir sahibi şöyledemiştir:
"Ben derim ki: Bilâkis doğrusu Kınye'nin sözüdür. Çünkü o adamın sözünün
mânâsı: Sen bu ikiden biriyle boşsun demektir. Bu sözle ric'î hükümsüz kalamaz.
Velevki hükümsüz kalmasını niyet etsin. Bâini niyet etmesi bunun hilâfınadır.
Bâine gelince: O hiç bir halde hükümsüz kalmaz.
Ben derim ki: Bu ifadedeki bozukluk ve tam
çelişki gözden kaçımamaktadır. Şöyle ki: "Bâine gelince: O hiç bir halde
hükümsüz kalmaz." sözü talâk vâki olmamasını gerektirir. Çünkü istisna
sahihtir ve bu söz ric'îye müsavîdir. Ric'î hakkında kendisi "Niyet etse
bile hükümsüz kalmaz." demişti. O zaman her iki surette talâk vâki olmaz
demektir ki, Kın-ye'deki ifadenin hilâfınadır ve onun sözüyle çelişki
halindedir. Bâini niyet etmişse bunun hilâfınadır.
Onun içindir ki Halebî: "Hak olan
Bahır'ın sözüdür. Çünkü o adam ric'îyi niyet ederse sen boşsun sözü zaten bunu
ifade eder. Binaenaleyh ric'î olsun bâin olsun dediği bu ikiden biri mânâsına
gelen sözü hükümsüz kalır. Bâini niyet etmiş olması bunun hilâfınadır. Zira bu
cümle onu ifade etmez. Binaenaleyh ric'î veya bâin sözü hükümsüz kalmaz.
"Bâini niyet edince ric'î sözü hükümsüz kalır. Çünkü sen bâin olarak
boşsun demesi yeterdi." dersen ben de derim ki: Bu lügaten ve şer'an sahih
bir terkibdir ve iki karımdan biri boştur sözü gibidir. Maksadı bâin olduğuna
ve sen boşsun sözü de talâk-ı bâin ifade etmediğine göre bu adam: Sen ric'î
veya bâin olarak boşsun diyerek bâini niyet etmekle sen bâin olarak boşsun
demek arasında muhayyerdir.
METİN
Velevki kadın o inşaallah demeden ölmüş
olsun. Fakat adam ölürse talâk vâki olur. Burada kasid şart olmadığı gibi
talâkla istisnayı söylemek de şart değildir. Talâkı söyler de ona bitişik
olarak istisnayı yazarsa yahut bunun aksini yaparsa veya istisnayı yazdıktan
sonra silerse talâk vâki olmaz. İmâdiyye. Mânâsını bilmek dahi şart değildir. Hatta
bilmeyerek ve kasidsiz olarak inşaallah dese talâk vâki olmaz. Şâfiî buna
muhâliftir. Şâfiîlerden Şeyh Remlî bir şeye sahih olduğunu zannederek talâkla
yemin eden hakkında sorana talâk vâki olmadığına fetva vermiştir.
Ben derim ki: Bunu bizim ulemamızdan
birinin söylediğini görmedim. Allahu a'lem. İki şâhid buna şâhidlik eder de o
adam hatırlamazsa bakılır. Eğer bu adam öfkesinden ağzından ne çıktığını bilmez
bir halde ise o şâhidlerin sözüne itimad etmesi câizdir. Aksi takdirde câiz
olmaz. Bahır.
İZAH
«Velevki kadın o inşaallah demeden ölmüş
olsun.» Çünkü geçen söz tâliktır, boşama değildir. Kadının ölmesi talika aykırı
değildir. Çünkü tâlik ibtal eder. Ölüm de öyledir. Binaenaleyh bunlar birbirine
zıd değildir ve isnisna sahihtir. Kadına talâk vâki olmaz. Tebyîn'de böyle
denilmiştir. H.
«Adam ölürse talâk vâki olur.» Yani kocası
boşamak isteyerek inşaallah demeden ölürse talâk vâki olur. Çünkü sözüne
istisna bitişmemiştir. Adamın niyeti mâlumdur. Meselâ boşamadan önce bunu
birine söylemiştir. Nehir'de böyle denilmiştir. H.
«Burada kasid şart» değildir. Mezhebin
zâhir olan kavli budur. Çünkü istisna ile birlikte yapılan talâk talâk
değildir. Şeddâd b. Hâkim (R.) -ki altmış sene bugünün öğleni için aldığı
abdestle ertesi gününün öğlenini kılmıştır- şöyle demiştir: "Bana bu
meselede sofu Halef b. Eyyüb muhalefet etti. Derken rüyamda Ebû Yusuf'u görerek
ona sordum. Benim dediğim gibi cevap verdi. Kendisinden delil istedim, bana şu
cevabı verdi: Ne dersin! Sen boşsun diyecekken ağzından yahut boş değilsin sözü
çıkıverse talâk vâki olur mu? Hayır dedim. Bu da öyledir dedi." Bezzâziye
ve Fetih. '
«Yahut bunun aksini yaparsa» yani talâkı
yazar da istisnayı söylerse demek istiyor.
«Veya istisnayı yazdıktan sonra silerse
ilh...» sözüyle şârih dördüncü bir kısma işaret etmektedir ki, o da her ikisini
yazmasıdır. Bu da sahih olur. Velevki istisna yazıldıktan sonra silinmiş olsun.
«Mânâsını bilmek dahi şart değildir.» Bu
bâkirenin susması gibi olur. Babası onu kocaya verir, bâkire sükûtun rıza
olduğunu bilmeyerek susar, böylece akid aleyhine geçerli olur. Fetih.
«Şeyh Remlî ilh...» Bilmelisin ki bu mesele
Şâfiîlerce bir kimseye itimad ederek onun sözüyle amelde bulunmak yemini bozmaz
kaidesine mebnîdir. Buna tefri' ederek demişlerdir ki: Bir kimse bir müftünün yeminin
bozulmaz diye verdiği fetvaya itimad ederek üzerine yemin ettiği şeyi yapsa
doğru söylediğine kanaat hâsıl ettiği takdirde yemini bozulmaz. Velevki fetva
ehlinden olmasın. Çünkü hüküm galebe-i zannın bulunup bulunmamasına göredir,
ehliyete göre değildir. Onlar bu kabilden olmak üzere şunu da söylemişlerdir:
Bir kimse yemin ettikten sonra başka biri illa enyeşâallah dese, sonra
başkasının inşaallah demesi ona fayda vereceğini söylese, o da bu habere itimad
ederek üzerine yemin ettiği işi yapsa yemini bozulmaz.
«Ben derim ki ilh...» Bize göre karar
kılmış kaide şudur: Bir kimse üzerine yemin ettiği işi yaparsa yemini bozulur.
Velevki zorla veya hataen, unutarak, yanılarak veya baygın yahut deli olarak
yapsın. Zorla yaptırıldığı halde ve benzerlerinde yemini bozulursa bozulmaz
zannıyla kasden yaptığında nasıl bozulmaz! Evet, ulemanın yeminler bahsinde
açıkladıklarına göre bir adam doğru söylediğini zannederek gecmiş bir iş veya
hal üzerine yemin etse üç şeyden başkasında muahaze olunmaz. Bu üç şey: kadın
boşamak, köle âzâdı ve adaktır. Şârih orada şöyle demişti: "Binaenaleyh
hilâfı anlaşılınca galib-i zanna göre talâkvâki olur. Şâfiîlerden bunun hilâfı
şöhret bulmuştur.»
«Bilmez bir halde ise ilh...» İtimad
edebilir. Fakat bu halde değilse onların sözüne itimad edilmez. Nitekim Fetih
ve diğer kitablarda beyan edilmiştir.
Ben derim ki: Bu fer'in muktezası şudur:
Bir kimse öfkesinden ne söylediğini bilmez hale gelmişse talâkı vâkidir. Aksi
takdirde istisna yaptı diyen iki şahidin sözüne itimada muhtaç olmazdı. Halbuki
talâk bahsinin başında: "Medhuşun talâkı vâki değildir. Efkârlı ve kızgın
bir kimsenin talâkı hakkında Hayreddin-i Remlî bununla fetva vermiştir. Çünkü
medhuş delilik kısımlarından biridir. Şübhesizki ne söylediğini bilmez bir hal
alan kimse deli hükmündedir." diye geçmişti. Orada biz de cevap vererek
şöyle demiştik: Buradakinden murad: Ne söylediğini bilmez bir hale gelmesi,
kasidsiz konuşması mânâsını anlamaması, uyuyan ve sarhoş olan kimseler gibi
olması değildir. Maksad zihnini öfke kapladığı için bazen ne söylediğini unutur
demektir."
METİN
Mezhebin sahibinden rivâyet edilen kavlin
zâhirine göre koca istisna iddia eder karısı inkârda bulunursa, kocasının sözü
kabul edilir. Bazıları beyyinesiz sözünün kabul edilmeyeceğini söylemişlerdir,
itimad bunadır. Fesad galebe çaldığı için ihtiyatan fetva da buna göredir.
Bazıları: "Bu adam iyi halli tanınmışsa söz onundur." demişlerdir.
İZAH
«Koca istisna iddia eder karısı inkârda
bulunursa, kocasının sözü kabul edilir.» Şart da bunun gibidir. Nitekim Fetih
ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Karısının inkârı ile kayıdlanması hilâf
yeri olduğu içindir. Çünkü bu adamla münazaada bulunan biri olmamış olsa söz
onun olacağında işkâl yoktur. Nitekim Fetih sahibi bunu açıklamıştır.
Ben derim ki: Lâkin Tatarhâniyye'de
Mültekât'tan naklen: "Kadın talâkı işitir de istisnayı işitmezse cima'
için kocasına imkân vermesi câiz değildir." denilmiştir. Yani kadın
işitmezse kocasıyla münazaada bulunması lâzım gelir demektir. Bahır sahibi
diyor ki; "Şâhidler bu adamın istisna yapmadan boşadığına veya hul'
yaptığına yahut istisna yapmadığına şâhidlik ederlerse kabul olunur. Bu mesele
nefy üzerine beyyine kabul edilen yerlerden biridir. Çünkü bu mânâ itibariyle
vücudî bir şeydir. Zira mûcibi söyledikten sonra hemen dudakları kapamaktan
ibarettir. Şâhîdler: Boşadı ama biz hul' kelimesinden başka bir şey duymadık
derler de koca istisna iddia ederse söz kocanındır. Zira onu söyleyip de
şâhidlerin işitmemiş olması câizdir. Câmi-i Sağîr'den bilindiğine göre şart
olan kocanın işitmesidir, şâhidlere işittirmesi değildir." Nehir sahibi bu
sözün akabinde şöyle demiştir: "Şemsü'l-İslâm'ın Fevâid'inde bu adamın
kavli kabul edilmeyeceği bildirilmiştir. Fûsul'de sahih olan da budur
denilmiştir."
Ben derim ki: Kezâ bedeli ve emsalini
teslim almak gibi hul'un sahih olduğunu gösteren bir delil bulunursa yine
erkeğin sözü kabul edilmez. Nitekim Câmiu'l-Fûsuleyn'de belirtilmiştir.
Tatarhâniyye sahibi: "Murad bedelin zikredilmesidir, teslim almanın
hakikati değildir." diyor. Bu izaha göre talâk ve hul' vaktinde bedeli
zikrederse kazaen istisna dâvâsı tasdik edilmez.
Minah hâşiyesinde Hayreddin-i Remli:
"Kocasının sözü yeminiylemi kabul edilecektir, yeminsizmi bundan
bahsetmemiştir." diyor. Bahır ve Nehir sahibleriyle Kemâl de böyle demişlerdir.
Ben bundan kimsenin bahsettiğini görmedim. Ama mu'temed kavle göre karısı inkâr
ederse kocasının kavli yeminiyle birlikte kabul edilmek gerekir. Karısı inkâr
etmezse ona zaten yemin verdirilmez. Meğerki hâkim itham etmiş olsun.
«Bazıları beyyinesiz sözünün kabul
edilmeyeceğini söylemişlerdir." Hayreddin-i Remlî şöyle demiştir:
"Her iki kavil hakkında hilâf ve tercih bulunduğuna göre zâhir rivâyete
başvurmak vâcib olur. Zira ondan başkası bizim ulemamızın mezhebi değildir. Bir
de fesad erkeklerde galib olduğu gibi kadınlarda da galibdir. Kadın buna
zorlanmış olabilir de bundan kurtulmak için kocasına iftira atabilir.
Binaenaleyh müftü zâhir rivâyetle -ki mezheb odur- fetva verir, işin bâtın ve
hakikatini Allah Teâlâ'ya havale eder. Düşün ve kendine insaf et!"
Ben derim ki: Fesad her iki fırkada mevcud
ise de avam takımının ekserisi istisnanın yemini bozduğunu bilmezler. Bunu bir
hîle olmak üzere ancak bazı Allah'dan korkmazlar bilir. Şu da var ki kocanın
dâvâsı zâhirin hilâfınadır. Çünkü o istisna dâvâ etmekle mûcibi itiraf ettikten
sonra onun ibtalini dâvâ etmektedir. Yukarıda geçen: "Kadının haneye
girmesi gibi şartın bulunmasında söz erkeğindir." sözü bunun hilâfınadır.
Çünkü kocası sen şu haneye girersen boşsun dedikten sonra bu söz ancak kadın
haneye girdikten sonra talâkı mûcib olur. Kocası ise bunu inkâr etmektedir.
Zâhir de kocasına şâhiddir. Burada ise zâhir kocasının sözüne muhâliftir. Fesad
umumileştiği vakit zâhire müracaat gerekir. Fetih sahibi diyor ki:
"Necmeddin-i Nesefî'nin Şeyhülistâm Ebu'l-Hasen'den naklettiğine göre
ulemamız talâkta istisna dâvâsında kocanın beyyinesiz tasdik edilmemesi
cevabını vermişlerdir. Çünkü zâhirin hilâfınadır. İnsanların hali
bozulmuştur."
«Bazıları: Bu adam iyi tanınmışsa ilh...»
Bu söz Fetih sahibinindir. Yukarıda kendisinden naklettiğimiz ifadeden sonra
şöyle demiştir: "Bence bakılmalıdır. Eğer o adam iyilikle meşhursa
şâhidler de nefye şehâdet etmediklerine göre Muhît'in kavliyle amel ederek
sözünü tasdik için talâk vâki değildir demelidir. O adam fâsık diye bilinir
veya hali mâlum olmazsa sözü tasdik olunmaz. Çünkü bu zamanda fesad
galibdir."
Ben derim ki: Şübhesiz bu müftâbih olan
ikinci kavli tahkiktir. Çünkü ulema zamanın fesadıyla onu illetlendirmişlerdir.
Yani koca müttehem olur. Kendisi iyi insansa töhmet ortadan kalkar ve sözü
kabul edilir. Bu söz üçüncü bir kavil değildir.
METİN
İnsan, cin, melek, duvar ve eşek gibi
dileği bilinmeyen şeylerin zikri geçen hususatta hükmü de böyledir. İki nev'i
ortak zikretmesi de böyledir. Meselâ Allah dilerse, Zeyd ve dilerse demesi bu
kabîldendir ki asla talâk vâki olmaz. "İlla , inlem, iza, mâ,
mâlemyeşe'" kelimeleri de in gibidirler. "Baban olmasa sen boşsun.
güzelliğin olmasa sen boşsun, seni sevmem olmasa sen boşsun." gibi sözler
de istisnadan sayılır. Bunlarla talâk vâki olmaz. Hâniyye. Sübhanallah sözü de
istisnadan sayılır. Bunu Kemâl b. Hümam Fetva'sında zikretmiştir. Bir adam
karısına: Sen üç defa boşsun ve üç defa inşaallah yahut kölesine: Sen hürsün ve
hürsün inşaallah derse karısı üç defa boş olur. İmam-ı A'zam'a göre köle de
âzâd olur. Çünkü ikinci söz hükümsüzdür. Onu te'kid yapmaya da imkân yoktur.
Çünkü ve edatıyla ayrılmıştır. Hürsün hür yahut hür ve âzâdsın demesi bunun
hilâfınadır. Çünkü te'kid ve atf-ı tefsir olur. Bu suretle istisna sahih olur.
İlla: Meğer ki, İnlem: -madı ise, İza:
Vakitte, Mâ:Eğer, Mâlemyeşe: Dilemedikçe demektir.
İZAH
«Dileği bilinmeyen şeylerin hükmü ilh...»
ifadesi tahsisden sonra ta'mimdir. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri dilediği
bilinmeyenlerdendir. Musannıf bu misâllerle muradı insan gibi dilemesi
olanlarla duvar gibi aslâ dilemesi olmayan şeylere ta'mim etmek istemiştir.
Bunu Tahtâvî söylemiştir.
«Zikri geçen hususatta» yani dilemeye tâlik
hususunda hükmü de böyledir. Yani Allah'ın dilemesine tâlik gibidir. H.
«İki nev'i ortak zikretmesi de böyledir.»
Meselâ Allah dilerse ve Zeyd dilerse demesi bu kabîldendir.
«Aslâ talâk vâki olmaz.» Yani Zeyd dilese
bile talâk vâki olmaz. Bahır.
«İllâ» yani kocası meğerki Allah dilemiş
olsa derse inşaallah demiş gibi olur. Bu illânın şart mânâsına gelen in ile
nefy mânâsına gelen lâ'dan mürekkep olması ihtimali de vardır.
TENBİH: Valvalciyye'de zikredildiğine göre
bir adam: "Ben fülanla ancak unutarak konuşurum" der de, unutarak
konuşursa, sonra bilerek konuştuğunda yemini bozulur. "Meğerki unutmuş
olayım." demesi bunun hilâfınadır. Bu sefer yemini bozulmaz. Fark şudur:
Birincide bu adam sözünü mutlak bırakmış; yalnız unutarak konuşmasını istisna
etmiştir. İkincide ise yemini unutmakla sınırlandırmıştır.
«İnlem» yani Allah dilemediyse demektir.
Bir adam: Allah Teâlâ dilerse sen bir talâk boşsun; ve Allah Teâlâ dilemezse
iki talâk boşsun." derse hiç bir şey vâki olmaz. Birinci sözde bir şey
olmaması istisnadan dolayıdır. İkincide ise talâk vâkidir desek Allah Teâlâ'nın
onu dilediğini biliriz. Çünkü vuku dilemeye delildir. Her şey Allah Teâlâ'nın
dilemesiyle olur. Halbuki bu adam talâkı Allah Teâlâ'nın dilemesine değil
dilememesine tâlik etmiştir. Binaenaleyh bizzarure talâkın îkâ'ı bâtıl olur.
Bahır. Bu mesele üzerine sözün tamamı Telvîh'de zarf mânâsına gelen fî
bahsindedir.
«Mâ» yani mâşâallah sözüyle talâk vâki
olmaz. Mâ kelimesini masdariyet mânâsına alırsak talâk vâki olmayacağı
zâhirdir. Çünkü şübhe ifade eder. Bu kelimeyi ism-i mevsul mânâsına alırsak
yine talâk vâki olmaz. Çünkü "Sen Allah'ın dilediği talâkla boşsun."
mânâsına gelir. Allah'ın dileyip dilemediği ise bilinmez. Zira ismet yakînen
sâbittir, şekle zâil olmaz. Bunu Nehir sahibi söylemiştir.
«Mâlemyeşe'»in mânâsı: Allah senin talâkını
dilemediği müddetçe sen boşsun demektir .Bununla talâk vâki olmamasının vechi
inlemde geçen gibidir. T.
«Baban olmasa ilh...» ifadesinin istisna
olması şundandır: Olmasa sözü cezanın yani talâkın meydana gelememesi şart
bulunduğundandır. Şart da babadır yahut kadının güzelliğidir.
«Fetva'sında zikretmiştir.» Her halde şârih
bunu İbn-i Hümam'a nisbet edilmiş bir fetvada görmüş olacak. Çünkü biz onun
fetva kitabı olduğunu işitmedik. Zâhire bakılırsa bu rivâyet ondan sâbit
değildir. Zira Fethü'l-Kadir'de zikrettiğine muhâliftir. Orada şöyle demiştir:
"Az bir zikirle sözü birbirinden ayırmakta hilâf olduğu görülüyor. Çünkü
Neyâzil'de: Bir adam vallahi fülanca ile konuşmam. İnşaallah Allah'dan istiğfar
ederim dese diyâneten istisna yapmış sayılır, kazaen sayılmaz denilmiş,
Fetâvâ'da ise: Bir adama yemin verdirmek ister de gizlice istisna yapacağından
korkarsa ona yemin ettirir, yeminin sonunda bitişik olarak sübhanallah demesini
veya başka birşey söylemesini emreder." denilmektedir. En güzeli
"zikirle fâsıla yapılarak istisna sahih olmaz" demektir. Görüyorsunki
bu sübhanallah gibi kelimelerin yeminin akabinde fâsıla sayılacağı ve istisnayı
bozacağı hususunda açıktır. Bunun istisna olduğunu ise kimse söylememiştir.
«Çünkü te'kid» sözü hürsün hür ifadesine
râci'dir. Fetih sahibi diyor ki: "Bunun kıyası ve edatı olmaksızın üç defa
tekrarlanırsa onun gibi olmaktır." Atf-ı tefsir sözü de hür ve âzâdsın
ifadesine râci'dir. Yani ibârede lef ve neşr-i müretteb vardır. Hür ve hürrü
atf-ı tefsir yapmaması atf-ı tefsir başka lâfızla olduğu içindir. Nitekim
Fetih'de belirtilmiştir.
METİN
Kezâ Allah dilerse sen boşsun sözüyle talâk
vâki olur. Zira bu söz Tarafeyn'e göre tatlîk, Ebû Yusuf'a göre tâliktir. Çünkü
bozan kısım icaba bitişmiştir. Onun için talâk vâki olmaz. Nitekim sona bıraksa
talâk vâki olmazdı. Hilâfın bunun aksine olduğunu söyleyenler de vardır.
İZAH
«Bu söz Tararfeyn'e göre tatlîktır ilh...»
Bilmelisinki Allah Teâlâ'nın dilemesini tâlik İmam-ı A'zam'la İmam Muhammed'e
göre ibtaldir. Yani sâbık icabın hükmünü kaldırmaktır. EbûYusuf'a göre ise
tâliktır. Onun için de sair şartlarda olduğu gibi bitişik bulunmasını şart
koşmuştur. Tarafeyn'in delili şudur: Allah Teâlâ'nın dilediğini bilmeye yol
yoktur. Binaenaleyh bu ibtaldir. Geri kalan şartlar bunun hilâfınadır. Ne
olursa olsun sen boşsun inşaallah gibi sözlerle talâk vâki olmaz.
Evet, hilâfın semeresi bazı yerlerde
kendini gösterir. Bunlardan biri şartı önce zikredip cevabını fâ edatıyla
bağlamamaktır. Meselâ inşaallah sen boşsun demek böyledir. Tarafeyn'e göre
talâk vâki olmaz. Çünkü ibtaldir, değişmez. Ebû Yusuf'a göre talâk vâki olur.
Çünkü tâlik vâcib olan yerde fâ edatı olmaksızın yapılamaz. Biri de bir
kimsenin talâka yemin etmemeye yemin etmesi ve bunu söylemesidir. Tâlik
olduğuna göre yemini bozulur, ibtal olduğuna göre bozulmaz. Nitekim gelecektir.
Zeylaî, İbn-i Hümam ve diğerlerinin
anlattıkları budur. Mevahibü'r Rahmân metninde de bunun misli vardır. Orada
şöyle denilmiştir: "Ebû Yusuf inşaallahı tâlik saymış, Tarafeyn ise ibtal
için olduğunu söylemişlerdir. Bununla fetva verilir. Fâ edatını kullanmadan
inşaallah sen şöylesin derse birinciye göre talâk vâki olur, ikinciye göre
hükümsüz kalır." Lâkin Mecma' metninde bunun aksi zikredilmiştir. Onun
ifadesi şudur: "İnşaallah sen boşsun sözünü Ebû Yusuf tâlik, Tarafeyn ise
boşamak saymışlardır. Bahır sahibi onu yukarıda geçene yorumlamıştır. Ama söz
götürür.
Çünkü tâlik ile tatlîkı karşılaştırmak Ebû
Yusuf'un kavline göre talâk olmamayı iktiza eder. O tâlika kâildir. Talâk vukuu
Tarafeyn'in kavline göredir. Halbuki bunu Mecma' sahibi şerhinde açıklamıştır.
Şübhesiz ev sahibi daha iyi bilir. Bunu Dürerü'l-Bihâr şârihi dahi açıklamış,
evvela Ebû Yusuf'un bunu tâlik saydığını söylemiştir. Çünkü ibtal eden kısım
icaba bitişince onun hükmünü ibtal eder. Sonra Tarafeyn'in bunu tenciz
saydıklarını belirtmiştir. Çünkü iki cümleyi birbirine bağlayan fâ edatı
bulunmayınca sen boşsun sözü müneccez olarak kalır.
Tatarhâniyye'de şöyle denilmektedir:
"İnşaallah sen boşsun der de fâ edatını zikretmezse bu söz Ebû Hanife'yle
Ebû Yusuf'un kavline göre sahih bir istisnadır. Valvalciyye sahibi biz bununla
amel ederiz demiştir. Muhît'te beyan edildiğine göre İmam Muhammed: Bu
istisnanın münkatı olduğunu söylemiştir. Kazaen talâk vâkidir. Bu sözle
istisnayı murad etmişse diyâneten de tasdik olunur. Bu vecihle hilafı Kudûrî de
zikretmiştir. Hâniyye'de ise Ebû Yusuf'un kavline göre boş olmaz. İmam
Muhammed'in kavline göre boş olur. Fetva Ebû Yusuf'un kavline göredir
denilmektedir." Bunun bir misli de Zahîre'dedir. Hâniyye'de bundan önce
tâlik bâbının başında Zeylaî'den ve diğerlerinden naklettiğimiz gibi sözler
zikredilmiştir.
Hâsılı İmam Ebû Yusuf dilemek tâliktır
demektedir. Lâkin onun kavline göre tahriçde ihtilâf edilmiş, bazıları sair
şartlarda olduğu gibi cevabda fâ lâzım olacağını söylemiş; fâ bulunmazsa talâk
vâkidir demişlerdir. Bazıları cevabda fâ lâzım gelmiyeceğine kâil olmuştur.
Binaenaleyh talâk vâki değildir. İmam Muhammed bunun ibtal olduğuna kâildir.
Onun kavline göre dahi tahriç muhteliftir. Bazıları cevabda fâ edatı bulunarak
rabt sahih olursa o zaman ibtaldir. Şayet fâ'nın vâcib olduğu yerde fâ atılırsa
müneccez olarak talâk vâkidir demişlerdir. O zaman boşamak için kullanılmasının
mânâsı budur. Birtakımları bu İmam Muhammed'e göre mutlak surette ibtal
içindir. Binaenaleyh ibâreden fâ düşse bile talâk vâki olmaz demişlerdir.
Ebû Hanife'ye gelince: Bazısı onun Ebû
Yusuf'la bazısı da İmam Muhammed'le beraber olduğunu söylemişlerdir. Bu izahtan
anlaşılır ki, Bahır'deki "Tâliktır denildiğine göre fâ zikredilmezse talâk
vâki olmaz. Fetih sahibinin tevehhümü buna muhâliftir. O talâk vâki olacağını
söylemiştir." ifadesi söz götürür. Çünkü gördün, tahriç muhteliftir. Kezâ
anlaşıldıki Fetih'deki: "Ebû Yusuf onun ibtal için olduğuna kâildir.
Hâniyye sahibi bunu açıklamıştır." ifadesi işittiklerine muhâliftir. Şu da
var ki benim Hâniyye'de gördüğüm bu sözün ona göre tâlik için olmasıdır. Kezâ
oradaki Mecma' şerhinin sözü yanlıştır ifadesi de öyledir. Nehir sahibi de ona
uymuştur. Bu söz ihtimalden uzaktır. Biliyorsun ki o bir çok muteber kitablara
muvafıktır. Kudûrî de bunu açıklamıştır. Olsa olsa bu iki kavlin biridir.
Burası Fetih, Bahır ve Nehir sahibleriyle diğerlerine gizli kalmıştır. Bu
makamın izahını ganimet bil. Zira burada bir çok ayaklar kaymıştır.
«Çünkü bozan kısım icaba bitişmiştir.»
ifadesi tâliktir sözünün illetidir. Nitekim Dürerü'l-Bihâr şerhinden naklen
yukarıda geçti. Bozandan murad inşaallah sözüdür. Çünkü bu sahih bir
istisnadır. Velevki cevabından fâ edatı düşmüş olsun. Nitekim Tatarhâniyye'den
naklen geçti. Binaenaleyh icab hükümsüz kalır. İcab "sen" sözüdür ve
vâki olmaz. Bahır sahibi bunu müşkül görerek: "Tâlikın muhtezası fâ
bulunmadığı vakit talâkın vukuudur. Çünkü rabt edatı yoktur." demiştir.
Remlî kendisine Valvalciyye'nin şu sözüyle cevap vermiştir: "Bundan maksad
tâlikı değil hükmü yok etmektir. Yok etmekte ceza harfine hâcet yoktur. Şu
haneye girersen sen boşsun sözü bunun hilâfınadır. Zira ondan maksad tâliktır.
Böylece birbirlerinden ayrılırlar."
Ben derim ki: Bu tahriçden biridir. Mecma'
ve diğer kitablarda tutulan yol budur. Diğer tahrice göre tâlikın fâ'sız sahih
olmamasıdır -ki Zeylaî ve başkalarındaki budur- Bununla talâk vâki olur.
Nitekim yukarıda geçti.
«Hilâfın bunun aksine olduğunu söyleyenler
de vardır.» Yani hilâf dilemeye tâlik ibtal midir tâlik midir meselesindedir.
Metnin meselesinde değildir. Bazıları bu Ebû Yusuf'a göre ibtal, İmam
Muhammed'e göre tâlikdır demişlerdir. Böyle diyenler Ebû Hanife'den
bahsetmemişlerdir. Ama metnin meselesindeki hilâfı murad etmiş olması ihtimali
vardır. Yanibazılarına göre Ebû Yusuf'a göre talâk vâkidir. Tarafeyn'e göre
vâki değildir. Nitekim Zeylaî ile diğer ulemadan naklen yukarıda geçti.
METİN
Herhalde müftâbih olan kavil dileği evvel
söyler de (Arapçada) fâ'yı zikretmezse talâk vâki olmamaktır. Fâ'yı zikrederse
bilittifak talâk vâki olmaz. (Bittabi bu Arapçaya mahsustur.) Nitekim Bahır,
Şürunbulâliyye, Kuhistânî ve diğer kitablarda böyle denilmiştir.
Bellenilmelidir. Bunun semeresi talâka yemin etmemeye yemin eden de bunu
söyleyen kimsede zâhir olur ki, tâlik diyene göre yemini bozulur, ibtaldir
diyene göre bozulmaz. Sen Allah'ın meşietiyle veya iradesiyle veya mahabbetiyle
yahut rızasiyle boşsun sözüyle kadın boş olmaz. Çünkü (ile diye tercüme
ettiğimiz) bâ edatı ilsak (yani hükmü yapıştırmak) için kullanılır. Binaenaleyh
cezayı şarta ilsaka benzer. Bunu yani meşiet ve diğer kelimeleri köleye izafe
ederse temlîk olur ve meclise münhasır kalır. Nitekim geçmişti. Sen Allah'ın
emriyle veya hükmüyle yahut kazasıyla veya izniyle veya ilmiyle yahut
kudretiyle boşsun derse derhal talâk vâki olur. Allah Teâlâ'ya veya kula izafe
edilmiş olması birdir. Zira böyle bir sözle örfen tenciz kasdedilir. Sen
hâkimin hükmüyle boşsun demesi bu kabîldendir. Bu sözü (Arapçada) bütün
vecihlerde lâm ile söylerse hepsinde talâk vâki olur. Çünkü lâm ta'lil
bildirir. (Arapçada) fi edatıyla söylerse Allah Teâlâ'ya izafe ettiğinde bütün
vecihlerde talâk vâki olmaz. Çünkü fi edatı şart mânâsınadır. Ancak ilim
kelimesinde derhal talâk vâki olur. Kudret kelimesiyle aczin zıddını niyet
ederse onunla da derhal talâk vâki olur. Çünkü ilim gibi Allah Teâlâ'nın
kudreti de kesin olarak mevcuddur. Bu kelimeleri kula izafe ederse ilk dördünde
ve heva ve rü'yet gibi bunların mânâsındaki kelimelerde temlîk, diğerlerinde
tâlik olur ki, bunlar altıdır.
İZAH
«Herhalde» yani ister tâlik veya ibtal Ebû
Yusuf'un kavli olsun, ister başkasının kavli olsun fetva talâk yoktur diye
verilir. Musannıfın tuttuğu yol müftabih kavlin hilâfınadır.
«Bilittifak talâk vâki olmaz.» Çünkü o
zaman tâlikin sahih olduğunda şübhe yoktur.
«Bunun semeresi ilh...» Buradaki zamirin
şârihin sözünde mercii yoktur. Çünkü zamir şartı geriye bırakır da sen boşsun
inşaallah derse yahut şartı öne alır da cevabını fâ ile zikrederse oraya
râci'dir. Bu Tarafeyn'e göre ibtal, Ebû Yusuf'a göre tâlik olur. Yukarıda
arzetmiştik ki hilâfın semeresi bir kaç yerde zâhir olur. Onlardan biri
metindeki meseledir. Yani şartı öne alır, cevabında da fâ zikretmezse
meselesidir. Nitekim izah etmiştik. Biri de bu meseledir. Bunun beyanı
Hâniyye'deki ifadedir: Orada şöyle denilmiştir: "Koca senin talâkına yemin
edersem sen boşsun der de sonra kadına sen boşsun inşaallah cümlesini söylerse
EbûYusuf'un kavline göre karısı boş olur. İmam Muhammed'in kavline göre boş
olmaz. Çünkü Ebû Yusuf'un kavline göre sen boşsun inşaallah sözü şart ve ceza
bulunduğu için yemindir. İmam Muhammed'in kavline göre yemin değildir."
Yani ona göre bu söz ibtal içindir. Fetvanın buna göre olduğunu arzetmiştik. Bu
söylediklerimizden anlaşılır ki. "onu söylerse" cümlesindeki zamir
şartı geriye bıraktığı zamana râci'dir. Sen boşsun inşaallah demiştir yahut öne
alıp rabt fâ'sı getirdiğine göredir.
Râfii diyor ki: Bilâkis zamirin mercii
vardır. O da birinci ihtimale göre hilâftır. İkinci ihtimale göre cümleden
anlaşılan mânâdır. Halbuki Ebu Yusuf tâlik olur desede bunda yine ibtâl
olduğunu kabul etmektedir. Şârihin ta'lil yaparken: "İbtâl eden kısmı
icaba bitişdiği için ilh..." demesi buna delildir.
«Rizasiyle...» Riza failine itiraz
etmemektir. Velevki onunla birlikte sevgi olmasın. T.
«Çünkü bâ ilsak içindir.» Yani bu edatın
hakiki mânâsı yapıştırmaktır. Şu halde bu dört kelimeden birine talâkın vukuu
yapışır. Ama bunlar gaibtir, bilinmezler. Onun için kadın şübheyle boş düşmez.
T.
«Meclise münhasır kalır.» Yani öğrendiği
meclise münhasır kalır. O mecliste dilerse kadın boş düşer, dilemezse emir
elinden çıkar. «Nitekim geçmişti.» Yani meşiet faslında geçmişti. H.
«Örfen tenciz kasdedllir.» Binaenaleyh ben
tâliki kasdetmiştim şeklindeki iddiası tasdik olunmaz. Fakat zâhire göre
diyâneten tasdik olunur.
«Bu sözü» yani bu on sözden birini
demektir.
«Çünkü lâm ta'lil bildirir.» Yani talâk
îkâ'ının illetini bildirir. Meselâ sen şu haneye girdiğin için boşsun der.
Fetih. Talâk îkâ'ı ise illetinin bulunmasına bağlı değildir. Nitekim geçmişti.
Binaenaleyh "Dilemek ve benzerleri bilinen şeyler değildir. Allah
Teâlâ'nın talâkı sevmesi de yoktur." şeklinde bir itiraz vârid olamaz.
«Çünkü fi edatı şart mânâsınadır.»
Binaenaleyh bilinemeyen bir şeye tâlik olur. Deniliyor ki: "Şart
mânâsınadır sözünde onun hâlis şart olmadığına işaret vardır. Hâlis şart olsa
talâk ondan sonra olurdu. Halbuki birlikte olmaktadır." Bu sözün semeresi
şurada görülür: Bir adam ecnebî bir kadına sen nikâhında boşsun der de o
kadınla evlenirse kadın boş olmaz. Nasılki nikâhınla birlikte dese boş olmazdı.
Ama seninle evlenirsem demesi bunun hilâfınadır. Telvîh. Çünkü talâk ancak
nikâhtan sonra olur.
«Derhal talâk vâki olur.» Çünkü bunu hiç
bir halde Allah Teâlâ'dan nefy etmek sahih değildir. O olmuşu da bilir, olacağı
da. Binaenaleyh bu söz mevcud bir şeye tâlik olur, îkâ' sayılır. Zeylaî.
«Aczin zıddını niyet ederse» yani kelimenin
hakikatini niyet ederse demek istiyor. Çünkükudret aczin zıddı olan bir
sıfattır. Binaenaleyh mevcud bir şeye tâlik olur. Ama bu kelimeyle takdir
mânâsını niyet ederse talâk vâki olmaz. Çünkü Allah Teâlâ bir şeyi takdir eder,
bazen etmez.
«Rü'yet...» Ekseriyetle gözle görmek
mânâsına kullanılan bir masdardır. Kalb gözüyle görmenin masdarı rey, uyku
gözüyle görmenin masdarı da rüyadır. Bunların her biri diğerinin mânâsında
kullanılır. Burada da bu kabîldendir. Çünkü kadının talâkını görmek gözle değil
kalble olur.
METİN
Sonra bu on kelime ya Allah'a izafe edilir
yahut kula. Böylece yirmi olur. Bunlar da ya bâ yahut lâm veya fi edatlarıyla
zikredilir ve altmış olurlar. Bezzâziye'de: "Bir kimse talâkı yazar da
yazıyı istisna ederse sahih olur." denilmiştir. İmâdiyye'den naklen
yukarıda geçtiğine göre bunların mecmuu 180 olur. "Allah nasıl dilerse sen
öyle boşsun." sözü ile kadın ric'î talâkla boş olur. Sen üç defa boşsun
yalnız biri müstesna sözüyle iki talâk: üç defa boşsun ikisi müstesna sözüyle
bir talâk; üç defa boşsun üçü müstesna sözüyle üç talâk vâki olur.
İZAH
«Bunlar da ya bâ ilh...» Şârih (in) edatını
taksimden düşürmüştür. Nitekim musannıf da onun hakkında söylenecek sözlerin
bakiyyesini terketmiştir. İn'in hükmü kısaca şudur: Bu kelime diğer on
kelimenin içinde Allah Teâlâ'ya izafe edilirse ya ibtal yahut tâlik içindir.
Kula izafe edilirse temlîktir. Bahır sahibi diyor ki: "Hâsılı in edatını
zikrederse hiç birinde talâk vâki olmaz." Yani Allah'a izafe edilirse
demek istiyor. Şu halde kısımlar seksen olur. H.
Ben derim ki: musannıfın da başkaları gibi
zikrettiğine göre ilk dört kelime temlîk içindir. Bunu bâ ve fi edatlarıyla
birlikte zikretmişse de lâkin onlar şart mânâsına gelir. Şart edatlarının aslı
in'dir. Binaenaleyh geriye kalan altı kelime asla temlîk için olamaz. Sonra
gördüm ki Zeylaî bunu açıklamış ve şöyle demiştir: "Hâsılı bu lâfızlar
ondur. Dördü temlîk ifade eder. Onlar da meşiet kelimesiyle arkadaşlarıdır.
Altısı temlîk için değildir. Onlar da emir ve arkadaşlarıdır." Bu izaha
göre bu kelimeler şart edatı olan in ile kula izafe edilirlerse ilk dördü
temlîk ifade eder ve meclise bağlı kalır. Kalan altısı tâlik içindir. Meclise
bağlı kalmaz.
Demek oluyor ki Bahır sahibinin: "Hiç
birinde talâk vâki olmaz." sözü Allah Teâlâ'ya izafe edilirse asla vâki
olmaz. Kula izafe edilirse derhal vâki olmaz mânâsınadır. Anla! Lâkin Bahır
sahibine Tahtâvî'nin dediği gibi şu itiraz vârid olur: Bu musannıfın: "İlim
Allah Teâlâ'ya izafe edilirse" sözüne aykırıdır. Çünkü burada talâk vâki
olur. Musannıf bunun illetini gösterirken: "Bu mevcud bir şeye tâlik
yapmaktır. Binaenaleyh tenciz olur." demiştir.
«İmâdiyye'den naklen yukarıda geçtiğine
göre» yani "Talâk kelimesini söyler de ona bitişik olarak istisnayı
yazarsa yahut bunun aksini yaparsa veya istisnayı yazdıktan sonra silersetalâk
vâki olmaz." diye geçmişti.
«Bunların mecmuu 180 olur.» Bu hesap
yanlıştır. Doğrusu 240 olur. Çünkü Bezzâziye'de zikredilen bir surettir. O da
talâk ve istisnayı beraberce yazmaktır. İmâdiyye'deki de üç surettir. Altmışı
dörtle çarparsak 240 eder. Hatta bundan da ziyadedir. Şöyle ki: Bu on kelime ya
Allah Teâla'ya ya dilediği bilinen kuluna yahut dilediği bilinmeyen bir şeye
izafe olunur. Bunların üçüne birden veya ikisine izafe edildiği de olur. Şu
halde yedi suret meydana gelir. Yediyi onla çarpınca yetmiş olur. Bunların her
birinde in, bâ, lâm veya fi edatlarından biri kullanılır ki, böylece yetmiş
adedi dört ile çarpılınca ikiyüz seksene bâliğ olur. Bunların her birinde talâk
ve istisnayı veya mânâsını söyler yahut ikisini de yazar yahut yazdıktan sonra
ikisini de siler veya talâkı yahut istisnayı siler. Yahut talâkı söyler ötekini
yazar veya bunun aksini yapar, yahut bütün yazdıklarını siler. Böylece
suretlerin sayısı olan 280 sekizle çarpılınca 2240 eder.
«Kadın ric'î talâkla boş olur.» Çünkü Allah
Teâlâ'nın meşietine izafe edilen talâkın hal ve keyfiyyetidir. Yani bir mi,
fazla mı, ric'î mi, bâin mi olacağıdır. Aslı değildir. Binaenaleyh en azı vâki
olur. Çünkü kesin olarak bilinen odur. O da bir talâk-ı ric'îdir.
«Sen üç defa boşsun yalnız biri
müstesna...» ifadesiyle musannıf ta'tilî istisnadan sonra tahsîli istisnaya
başlıyor. Nitekim Kuhistânî zikretmiştir. Bahır'da şöyle denilmektedir:
"İstisna iki nev'îdir. Biri örfî olup yukarıda geçen dilemeye tâlik
meselesidir. Biri de vaz'îdir. Burada murad odur. Vaz'î istisna: Arapçada illâ
ve arkadaşları olan diğer istisna edatlarından biriyle illâdan sonra zikredilen
kısmın cümlenin başından murad olmadığını beyandır. Bu beş şeyle bâtıl olur.
Bunlar: Kasden susmak, müstesna minhe ziyade etmek, ona müsavî olmak, bir
talâkın bazı kısımlarını istisno etmek ve bir kısmı ibtal etmektir.
Meselâ sen iki talâk boşsun iki daha boşsun
ancak üç müstesna sözü böyledir. Nitekim Hâniyye'de belirtilmiştir." Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır. Demek istiyor ki iki tane ikinin birinden üçü
çıkarmak hükümsüzdür. Fetih'de Müntekâ'dan naklen şöyle denilmiştir: "Sen
üç talâk boşsun ve üç daha ancak dördü müstesna derse İmam-ı A'zam'a göre üç
talâk boş olur. Çünkü ve üç daha sözü fâsıladır, hükümsüzdür. İmameyn'e göre
ise iki talâk vâki olur. Bu adam sen altı talâk boşsun ancak dördü müstesna
demiş gibidir. "Sen üç defa boşsun yalnız biri veya ikisi müstesna"
derse sözünü açıklaması istenir. Açıklamadan ölürse kadın bir talâk boş olur.
Sahih olan budur. Bir rivâyete göre iki talâk boştur."
«Üç defa boşsun ikisi müstesna sözüyle bir
talâk» vâki olur. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre böyle demesi sahih değildir.
Lisan ulemasından bir taifenin kavilleri de budur. İmam Ahmed de buna kâildir.
Tahkîkı Fetih'dedir.
METİN
Çünkü istisna cümle başıyla veya ona müsavî
olursa sözün hepsini istisna etmek bâtıl olur. Bunlardan başkasiyle ise meselâ
bütün kadınlarım boş olsunlar; yalnız, şunlar müstesna! Yahut yalnız Zeyneb,
Amra ve Hind müstesna derse; yahut, bütün kölelerim hür olsunlar! Yalnız şunlar
müstesna yahut yalnız Gânim, Sâlim ve Râşid müstesna der de bütün köleleri
bunlardan ibaret olursa istisna sahihtir. Nitekim ikrar bahsinde gelecektir.
Müstesnanın bütün sözün hepsi veya bir kısmı olması muteberdir. Yoksa sahih
olduğuna hükmedilen kısmın yani üçün cümlesinden olması muteber değildir.
Binaenaleyh sen on talâk boşsun dokuzu müstesna sözüyle bir talâk vâki olur.
Sekizi müstesna derse iki, yedisi müstesna derse üç talâk meydana gelir.
İstisna her ne zaman (ve) edatı kullanılmaksızın müteaddit yapılırsa
müstesnalardan her biri kendinden sonra gelenden ıskat olur. Binaenaleyh sen on
talâk boşsun yalnız dokuzu müstesna, yalnız sekizi müstesna, yalnız yedisi
müstesna sözleriyle iki talâk meydana gelir. "Onun bende on dirhem alacağı
var yalnız dokuzu, yalnız sekizi, yalnız yedisi, yalnız altısı, yalnız beşi,
yalnız dördü, yalnız üçü, yalnız ikisi, yalnız biri müstesna" sözleriyle
beş dirhem ödemesi lâzım gelir. Bu şöyle izah edilir: Birinci sayıyı sağ eline
alırsın, ikinciyi sol eline, üçüncüyü sağ eline, dördüncüyü sol eline alır,
böylece devam edersin. Sonra sol elindekini sağ elindekinden düşersin. Ne
kalırsa vâki olan odur.
İZAH
«Sözün hepsini istisna etmek bâtıl olur.»
Bu söz o istisnadan sonra sözün başını düzelten bir istisna bulunmamakla
kayıdlıdır. Bulunursa istisna sahih olur. Buna şu mesele teferru eder:
"Sen üç defâ boşsun yalnız üçü müstesna, yalnız biri müstesna." derse
bir talâk vâki olur. "Yalnız ikisi müstesna, yalnız biri müstesna"
derse iki talâk olur. Nehir. Bu, istisnanın müteaddit olmasındandır. İzahı
ileride gelecektir. Bütün sözü istisna etmenin bâtıl olması istisnadan sonra
söyleyecek bir şey kalmadığı içindir. Halbuki istisna onu yaptıktan sonra
kalanı söylemek için vaz' edilmiştir. Yoksa bazılarının dediği gibi karar
kıldıktan sonra dönmek için değildir. Aksi takdirde dönmeyi kabul eden şeyde
istisna sahih olurdu. Meselâ "Filancaya malımın üçte birini vasiyyet
ettim, yalnız malımın üçte biri müstesna." sözünde istisna sahih olurdu.
Bunu Fetih sahibi söylemiştir.
«Çünkü istisna cümle başıyla olursa...»
Nitekim metinde verilen misâl böyledir. "Bütün kadınlarım boş olsunlar,
ancak kadınlarım müstesna.", "Bütün kölelerim hür olsunlar, yalnız
kölelerim müstesna..." sözleri de böyledir. Nitekim Bahır'da
belirtilmiştir. H. Fetih'de şöyle denilmiştir: "Kadınlarımdan biri ve
ikisi boş olsun, yalnız ikisi müstesna." yahut "İkisi ve biri boş
olsun, yalnız ikisi müstesna." derse üç talâk vâki olur. Kezâ "ikisi
ve biri boş olsun yalnız biri müstesna." derse üç talâk vâki olur. Çünkü
ilk ikisinde ikiyi ikiden çıkarmıştıryahut ikiyi birden çıkarmıştır. Üçüncüde ise
biri birden çıkarmış olur. Onun için de istisna sahih olmaz. "Birisi ve
ikisi boş olsun, ancak biri müstesna." demesi bunun hilâfınadır. Burada
iki kadın boş olur. Çünkü biri ikiden çıkarmak sahihtir. Kaide şudur: İstisna
ancak kendinden sonra gelene sarfedilir. İstisnadan sonra birkaç cümle gelirse
istisna son cümlenin kaydı olur.
«Veya ona müsavî olursa..» Meselâ: Sen üç
defa boşsun yalnız biri ve biri ve biri müstesna derse istisna edilen sözün
başında söylenene müsavî olur. "Sen üç defa boşsun, yalnız ikisi ve biri müstesna."
sözü ile üç karısı olan bir adamın: "Siz hepiniz boşsunuz, yalnız Zeyneb,
Amra ve Hind müstesna." demesi ve üç kölesi olan birinin kölelerine:
"Siz hepiniz hürsünüz, yalnız Sâlim, Gânim ve Râşid müstesna." demesi
de böyledir. H.
«İstisna sahihtir.» Kezâ "Benim her
karım boş olsun, yalnız şu müstesna," der de ondan başka karısı bulunmazsa
bu istisna sahih olur, kadın boş düşmez. Çünkü vücuda müsovî olmak vaz' itibarı
ile umumi ise istisnanın sıhhatine mâni değildir. Bu bir sîga tasarrufudur.
Bahır. Yani burada müstesna minhîn sîgasına bakılır. Şayet vaz' itibariyle
müstesnaya ve başkalarına şâmil ise istisna sahih olur. Zira vaz' îtibariyle
her kadın bu kadına ve başkasına şâmildir. Kezâ kadınlarım sözü adlarını
söyledikleri ile başkalarına şâmildir. Sizler demişse iş değişir. Çünkü bu söz
adlarını söylediği muhatab kadınlardan başkasına şâmil değildir. Aslı itibari
ile umumu olmayan da bunun hilâfınadır. Fetih'deki şu ifade bu kabîldendir:
"Bir kimse biri boş, biri daha boş, biri daha boş, yalnız üçü müstesna
derse istisna bilittifak bâtıl olur. Çünkü ortada içinden çıkarmak sahih olacak
müteaddid bir şey yoktur." Bahır'ın şu ifadesi de bu kabîldendir:
"Cima'da bulunduğu karısına: Sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun yalnız
biri müstesna derse üç talâk vâki olur. Kezâ: Sen bir talâk boşsun, bir daha ve
bir daha yalnız biri müstesna derse yine üç talâk vâki olur. Çünkü bu adam ayrı
ayrı kelimeler zikretmiştir. Bunlar istisnanın sahih olması hakkında bir cümle
sayılırlar. Kezâ: Şu kadın boş olsun, şu da, şu da; yalnız şu müstesna derse
hüküm yine böyledir. Ama sizler boşsunuz, yalnız şu müstesna derse istisna
sahih olur."
«Bir talâk vâki olur.» Eğer ondan
çıkarılması sahih olduğuna hükmedilen üç muteber olsaydı üçten dokuzu istisna
lâzım gelirdi. Bu da hükümsüz kalarak üç talâk vâki olurdu.
«Ve edatı kullanılmaksızın müteaddit
yapılırsa müstesnalardan her biri kendinden sonra gelenden ıskat olur.» Ve
edatı kullanılarak yapılırsa hepsi cümlenin başından ıskat olur. Meselâ: Sen on
talâk boşsun yalnız beşi ve üçü ve biri müstesna derse bir talâk vâki olur. H.
«İki talâk meydana gelir.» Bu şöyle olur:
Yediyi sekizden düşürürsün bir kalır, bu biri dokuzdan düşürürsün sekiz kalır,
sekizi de ondan düşürürsün iki kalır.
«Bu şöyle izah edilir..» Tek sayıları yani
bir, üç, beş, yedi ve dokuz sağ eline alırsın. Bunlarınhepsi yirmibeş eder.
Çift sayıları da sol elinle sayarsın. Bunlar iki, dört, altı, sekiz olup mecmuu
yirmi eder. Bunları sağ elindeki yirmibeşden çıkarınca beş kalır.
Ben derim ki: Bunun başka bir yolu daha
vardır. O da tekleri çıkarmak, çiftleri koymaktır. Her teki ondan önceki
çiftten çıkarırsın. Şöyle olur: Dokuzu ondan çıkarırsın bir kalır. Bunu sekize
katarsın dokuz olur. Bundan yediyi çıkarırsın iki kalır. Bunu altıya katarsın
sekiz olur. Ondan beşi çıkarırsın üç kalır. Bunu dörde katarsın yedi olur.
Ondan üçü çıkarırsın dört kalır. Bunu ikiye katarsın altı olur. Ondan biri
çıkarırsın beş kalır.
Üçüncü bir yolu da yukarıda geçtiği gibi
her birini öncekinden çıkarmakla olur. Biri ikiden çıkarırsın bir kalır. Onu
üçten çıkarırsın iki kalır. Bunları dörtten çıkarırsın yine iki kalır. Bunları
beşten çıkarırsın üç kalır. Bunu altıdan çıkarırsın yine üç kalır. Bunu yediden
çıkarırsın dört kalır. Bunu sekizden çıkarırsın yine dört kalır. Dokuzdan çıkarırsın
beş kalır. Bunu ondan çıkarırsın beş kalır.
METİN
Bir boşamanın bir kısmını çıkarmak
hükümsüzdür. Bir boşamanın bir kısmını îkâ' ise bunun hilâfınadır. Bir adam:
Sen üç talâk boşsun, yalnız bir talâkın yarısı müstesna derse muhtar kavle göre
üç talâk vâki olur. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre iki talâk vâki olur.
Fetih. Sirâciy- ye'de şöyle denilmiştir: "Sen boşsun ancak biri müstesna
derse iki talâk vâki olur." Bu adam her halde mukadder olan üçten istisna
yapmıştır. Bir kadın üç talâk ister de kocası sen elli talâk boşsun der, bunun
üzerine kadın bana üç yeter derse kocası: Üçü sana kalanları ortaklarına olsun
der ve adamın bundan başka üç karısı bulunursa, muhatab olan kadın üç defa boş
olur. Diğerleri aslâ boş olmazlar. Muhtar olan kavil budur. Çün-kü diğer
kadınlar hükümsüz kalmıştır. Onlara talâkı sarfetmekle hiç bir şey vâki olmaz.
FER'Î MESELELER: -Fethü'l-Kadir'in yeminler
bahsinde şöyle de-nilmektedir: "Talâkta malûmdur ki bir adam karısına: Şu
haneye girersen sen boşsun, şu haneye girersen sen boşsun, şu haneye girersen
sen boş-sun derse üç talâk vâki olur." Bunu orada musannıf da ikrar
etmişti.
Bir adam: Ben bu beldede oturursam karım
boş olsun der de derhal oradan çıkar ve karısına hul' yaparsa, sonra iddeti
bitmeden o beldede oturduğu takdirde karısı boş düşmez. Ama: O halde sen boşsun
demişse bunun hilâfınadır.
Seninle evlenirsem ve seninle evlenirsem
sen şöyle ol derse o kadınla iki defa evlenmedikçe hiç bir şey vâki olmaz. Ceza
cümlesini evvel söylerse bunun hilâfınadır.
İZAH
«İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre iki
talâk vâki olur.» Çünkü talâk îkâ'ı hususunda bir talâk parçalanmayı kabul
etmez. İstisnada da öy-ledir. Bu adam yalnız biri müstesna demişgibidir. Cevap
şudur: îkâ'ın parçalanmayı kabul etmemesi onu yapanda bulunan bir mânâdan
dolayıdır. İstisnada bu yoktur. Binaenaleyh parçalanmayı kabul eder ve bu
adamın sözü ikibuçuk talâktan ibaret olur ve kadın üç defa boş düşer. Fe-tih'de
böyle denilmiştir. Meselenin hâsılı şudur: Bir talâkın yarısını yap-mak şer'an
tasavvur edilemez. Onun için bütününü yapmış olur. Yarısını istisna etmek bunun
hilâfınadır. Çünkü mümkündür. Ancak hükümsüzdür. Zira kalan yarısı ile bir
talâk vâki olur.
Ben derim ki: Savaba en yakın cevap şudur:
Bu adam bütün hükmündeki yarıyı çıkarıp yine böyle bir yarıyı bırakınca
bıraktığı ile aleyhine bir talâk vâki olduğuna hükmederiz. Onu çıkarması sahih
değildir. Çünkü sahih olsa bir hükmî talâkı bir hükmî talâktan çıkarmak lâzım
gelir. Bu ise hükümsüzdür.
«Bu adam her halde mukadder olan üçten
istisna yapmıştır.» Ben de-
rim ki: Bunun vechi şudur: Boşsun sözünün
ikiye ihtimali yoktur. Çünkü iki sırf adeddir. Bu söz ya hakikî ferde, yahut
cinse yani üçe ihtimallidir. Hakikî ferd burada sahih değildir. Çünkü
istisnanın hükümsüz kalmasını gerektirir. Binaenaleyh cins için teayyün eder.
«Üç talâk vâki olur.» Yani o haneye bir
girmekle üç talâk vâki olur. Nitekim Fethü'l-Kadir'in ibâresi de buna delâlet
etmektedir. Orada şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: Vallahi sana
yaklaşmam der, sonra yine vallahi sana yaklaşmam der de kadına bir defa
yaklaşırsa iki keffâret ver-mesi lâzım gelir." Zâhire bakılırsa bu sözle
te'kidi niyet ettiği takdirde diyâneten tasdik olunur. H.
Ben derim ki: Meselenin tasviri her şart
için ceza zikrettiğine göredir. Yalnız bir ceza ile iktifa ederse Bezzâziye'de:
"Şu haneye girersen, şu haneye girersen kölem hür olsun." denilmiştir
ki, bunların ikisi de birdir. Kıyasa bakılırsa o haneye iki defa girmedikçe
yemin bozulmamalıdır. İstihsana göre ise bir defa girmekle bozulur. Geri kalan
söz tekrar ve iade sayılır. Bezzâziye sahibi bundan sonra bir işkâl ile o
işkâlin cevabını zik-retmiştir. İbâresinin tamamı Bahır'dadır. Bezzâziye
sahibinin: "Onların ikisi de birdir." sözünden muradı iki yerde
bahsettiği haneler birdir demektir. iki haneye işaret ederek söylemesi bunun
hilâfınadır. O zaman mutlaka ikisine de girmesi lâzım gelir.
«Karısı boş düşmez.» Bu söz zayıf bir kavle
mebnîdir. Nitekim biz bunu musannıfın: "Milkin elden gitmesi yemini ibtal
etmez." dediği yerde tahkîk etmiştik.
«Ceza cümlesini evvel söylerse bunun
hilâfınadır.» Bazı nüshalarda böyle denilmiş, bazılarında ise: "Ceza
cümlesini geriye bırakmaması bunun hilâfınadır." ifadesi kullanılmıştır.
Bunların ikisi de doğrudur. Bazı nüshalarda da: "Ceza cümlesini geriye
bırakması bunun hilâfınadır." denilmiştir ki, Halebî bunun yanlış olduğunu
söylemiş: "Doğrusu ceza cümlesini önce söylerse olacaktır." demiştir.
Bununla beraber orta yerdesöylemiş olsa hükmün ne olacağından bahsetmemiştir.
Nehir sahibi diyor ki:"Muhit'te şu ifade vardır: Bir adam seninle
evlenirsem ve seninle evlenirsem sen boşsun derse o kadınla iki defa
evlenmedikçe talâk vâki olmaz. Ceza cümlesini önce söylemesi veya ortaya alması
bunun hilâfınadır." Nehir sahibinin sözü burada biter.
Fetâvâ'yı-Hindiyye de ise tafsilâta
gidilerek şöyle denilmiştir: "Sözünü atıf harfiyle tekrarlayarak seninle
evlenirsem ve seninle evlenirsem derse yahut seninle evlenirsem veya seninle
evlendiğim vakit yahut seninle ne zaman evlenirsem derse o kadınla iki defa
evlenmedikçe talâk vâki olmaz. Talâkı önce söyler de sen boşsun seninle
evlenirsem ve seninle evlenirsem derse bu bir evlenmeye sarfedilir. Seninle
evlenirsem sen boşsun seninle evlenirsem derse her evlendiğinde kadın boş
düşer."
METİN
Senden dört ay kaybolursam emrin elinde olsun
der de sonra o kadını boşarsa kadın iddetini bekleyerek başka kocaya vardığı
sonra ilk kocasına döndüğü takdirde kocası dört ay kaybolursa kadın kendisini
boşayabilir. Hul' yaparsa boşayamaz. Çünkü o tencîzdir. Birincisi ise tâliktir.
Bir adam karısını cima'a dâvet eder de
kadın razı olmazsa adam ne zaman olacak dediğinde kadın yarın cevabını verirse,
bunun üzerine adam bu muradımı yarın yapmazsan sen şöyle ol der; sonra ikisi de
bunu unu-turlarsa yarın geçtikten sonra talâk vâki olmaz.
Bir adam karısına yaklaşmayacağına yemin
eder de arka üstü yatar-sa, sonra kadın gelerek cima'da bulunduğu takdirde
erkek uyanıksa ye-mini bozulur. Seni cima'a doyurmazsam diye yemin ederse
kadının menî-sinin inmesine yorumlanır. Seninle bin defa cima' etmezsem şöyle olsun
derse mubalegaya yorumlanır, adede yorumlanmaz. Seni çiğnersem diye yemin
ederse fercine cima' etmeye yorumlanır. Ayağı ile çiğnemeyi niyet ederse yine
yemini bozulur.
Bir adamın biri cünüb, biri hayızlı ve
diğeri nifas üç karısı olur da: Sizin en pis olanınız boştur derse nifaslı
kadın boş olur. Sizin en çirkininiz boş olsun derse hayızlıya yorumlanır.
Bir adam birine benim sana ihtiyacım var
der de o adam: Senin hâce-tini görmezsem karım boş olsun cevabını verirse, adam
benim hâcetim senin karını boşamandır dediği takdirde onu tasdik etmeyebilir.
Bir adam arkadaşlarına sizi bu akşam evime götürmezsem karım şöyle olsun der de
onları yolun bir yerine kadar götürdükten sonra gece bekçileri yakalayarak
hapsederse yemini bozulmaz.
İZAH
«Senden dört ay kaybolursam ilh...» Ben
derim ki: Bu meseleyi Ba-hır sahibi Kenz'in: "Yeminden sonra milkin elden
gitmesi onu bozmaz." dediği yerde zikretmiştir. Kınye'dekiibâresi
şöyledir: "Bir adam karısına:
Emrin elinde olsun der de sonra kadın o
adamla hul' yaparak ayrılırsa, sonra tekrar evlendiğinde kadının emri elinde
olup olmayacağı hususunda iki rivâyet vardır. Sahih olana göre emri elinde
değildir. Kansına senden dört ay kaybolursam emrin elinde olsun der de sonra
onu boşarsa kadın iddetini bitirerek başka kocaya vardığı sonra ilk kocasına
döndüğü takdirde, kocası dört ay kaybolursa kadın kendini boşayabilir. Bu iki
meselenin arasındaki fark şudur: Birincisi muhayyerliği tencîzdir. Binaenaleyh
milkin elden gitmesiyle bâtıl olur. ikincisi ise muhayyerliği tâliktir. Bu
yemindir, bâtıl olmaz." Bahır sahibinin sözü burada sona erer. Bundan
anlarsın ki, şârihin sözünde mânâyı bozacak derecede kısalık vardır. Hâsılı
muhayyer bırakmak müneccez olursa tâlâkla bâtıl olur. Muallâk olursa bunun
hilâfınadır. Fûsul-ü İmâdiyye sahibi böylece ulemanın sözlerinin arasını
bulmuştur. Nitekim meşiet faslından az önce arzetmiştik.
«Talâk vâki olmaz.» Çünkü yeminin
bozulmasının şartı kadından yarın cima'ı istemesi, onun da mâni olmasıdır.
Halbuki bu adam istememiştir. Bahır. Bu ifadenin benzeri Müntekâ'dan naklen
Tatarhâniyye'dedir.
Ben derim ki: Bunun muktezası şudur:
Unutmanın burada tesiri yoktur. Lâkin yeminler bahsinde göreceğiz ki şârih
bunu: "Yemin mün'akid olduktan sonra bâki kalması için yeminde durma
imkânı şarttır. Ebû Yusuf buna muhâliftir." diye ta'lil etmiştir. Bunun
söz götürdüğü gizli değildir. Çünkü hatırlamak suretiyle yeminde durma imkânı
muhakkaktır. Şu da var ki bu suretin başkasında da unutmak yeminin bozulmaması
için özür olmak lâzım gelir. Bu ise nakledilenin hilâfınadır.
«Erkek uyanıksa yemini bozulur.» Çünkü buna
erkek cima' etti adı verilebilir. Teâlâ Hazretleri: "Tarlanıza nereden
isterseniz oradan gelin." buyurmuştur.
«Kadının menîsinin inmesine yorumlanır.»
Yani onunla menîsini indi-rinceye kadar cima'da bulunmaya yemin etmiş olur.
Çünkü kadını doyurmaktan murad menîsini indirerek şehvetini kırmaktır.
«Adede yorumlanmaz.» Bu hususta bir takdir
yoktur. Yetmiş desek çoktur. Hâniyye. Zâhire bakılırsa bu sözün yeri aded niyet
etmediği zamandır. Adedi niyet ederse niyeti amel eder. Çünkü kendisine şiddet
ve zorluk çıkarmıştır. T.
«Ayağı ile çiğnemeyi niyet ederse yine
yemini bozulur.» Yani cima'la bozulduğu gibi çiğnemekle de yemini bozulur.
Hatıra gelen mânâyı kasdetmedim demesi sahih değildir. Niyetine göre muâhaze
olunur. Çünkü kendisine zorluk çıkarmıştır. Hangisini yaparsa onunla yemini
bozulur. Acaba her ikisini de yaparsa iki defa yemini bozulur mu? Zâhire
bakılırsa evet bozulur. Ama diyâneten ancak niyetine göre yemininin bozulması
gerekir. Tahtâvî diyor ki: "Bu adam kadından ve kadın zamirinden
bahsetmeden sadece çiğnersem dese ayakla çiğnemek mânâsına alınır. Lügat ve örf
budur. Bunda ulemamızın ittifakı vardır. Bunun yeri ise cima'ı niyet etmediği
zamandır. Aksi takdirde görünüre göre niyeti amel eder.
«Bir adamın biri cünüb ilh...» Bu meselenin
bu bâbla münasebeti yoktur. Çünkü burada tâlik yoktur.
«Nifaslı kadın boş olur.» demesinin vechi
her halde şu olsa gerekir:
Bazen sarımsakta soğan kokusu gibi hoş
görülmeyen şeylere pis denilir. Nifas kanı da uzun zaman devam ettiği için fena
kokar.
«Hayızlıya yorumlanır.» Bunun vechi
hayızlığının nass-ı Kur'an'la yasak edilmesi olsa gerektir. Yahut çokluğu
vakitlerinin fazlalığıdır.
«Onu tasdik etmeyebilir.» Karısını da
boşamaz. Çünkü bu sözün doğru ve yalan olmaya ihtimali vardır. Binaenaleyh
başkası aleyhine tasdik edilemez. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi
söylemiştir.
«Yemini bozulmaz.» Bu söz yakında gelecek
olan: "Yeminin bozulma şartı yokluğa aidse, âciz de kalırsa yemini
bozulur." sözüne aykırıdır. Bu sözün aslı Bahır sahibine aiddir.
Ben derim ki: İşkâl yoktur. Çünkü bu adam
için gitti demek doğrudur. Yemininden dönmüş olmaması sözünde durması mevcud
olduğu içindir. Buna yeminler bahsinde kitabımızın metninde gelecek olan:
"Çıkmayacağına yahut Mekke'ye gitmeyeceğine yemin eder de Mekke'yi
kasdederek çıkar sonra dönerse, şehrinin evlerini Mekke'ye gitmek kasdıyla
geçtiğinde yemini bozulmaz." ifadesi de şâhiddir. Çünkü burada yeminin
bozulmaması üzerine yemin edilen şey bulunduğu içindir. T.
Ben derim ki: Hâniyye'de zikredildiğine
göre bekçi meselesinde yeminin bozulmaması Ebû Hanife ile İmam Muhammed'in
kavline göre: Bugün bu tasdaki suyu mutlaka içeceğim diye yemin edip de gün
geçmeden dökerse meselesi hakkındadır ki, onlara göre yemini bozulmaz.
Zahîre'de bu meselede hilâf olduğu bildirilmektedir.
METİN
Şu haneden çıkarsan şöyle olsun ancak benim
iznimle çıkman müstesna! der de kadın o hanenin yanması sebebiyle çıkarsa
yemini bozulmaz. Bir kimse bu haneye dönmeyeceğine yemin eder de sonra unuttuğu
bir şey için dönerse yemini bozulmaz. Bir kimse evinde oturanı bugün mutlaka
çıkaracağına yemin eder, oturan da zâlim olursa, çıkarması mümkün olmadığı
takdirde yemin dille söylemeye sarfedilir.
İZAH
«Yanması sebebiyle çıkarsa yemini
bozulmaz.» Su basması sebebiyle çıkması da öyledir. Çünkü şart yangın ve su
baskını olmaksızın izinsiz çıkmasıdır. Bahır. Yani örfen bu muraddeğildir,
binaenaleyh yemine girmez demek istiyor. Kezâ nikâhın devamı ile de kayıdlıdır.
Nitekim yeminler bahsinde gelecektir. Fetih sahibi bu meseleyi orada:
"İzin ancak mâni olabilecek kimseye mahsustur. Sultan gibi ki, bir
insandan şehirdeki her yaramazın yaptığını haber vereceğine yemin alırsa bu
yemin velâyetinin devamı müddetincedir." diye illetlendirmiştir. Kadını evvela
talâk-ı bâinle boşar da sonra onunla evlenerek kadın izinsiz dışarı çıkarsa boş
düşmez. Velevki bize göre milkin elden gitmesi yemini ibtal etmesin. Çünkü bu
yemin ancak nikâhın devamı üzerine mün'akid olmuştur. Bunun bir misli de
alacaklının borçlusuna bu beldeden kendi izni olmaksızın çıkmayacağına yemin
ettirmesidir. Bu da borcun devam etmesiyle kayıdlıdır. Nitekim inşaallah orada
gelecektir.
«Bu haneye dönmeyeceğine yemin eder de
ilh...» Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Bir adam vali ile beraber şehirden
çıkar da valinin izni olmadan dönmeyeceğine yemin ederse, fakat az sonra yemin
edenden bir şey düşerek onu aramak için dönerse yemini bozulmaz. Çünkü bu dönüş
âdet olan yeminden müstesnadır." Yani üzerine yemin edilen şey gitmekten
vazgeçmek mânâsına gelen dönüştür. Avdet niyetiyle bir hâcet için dönerse
üzerine yemin edilen şey tehakkuk etmez demek istiyor. Hâsılı bu mesele ile
bundan önceki meselede âdetin delâletiyle yemin tahsis edilmiştir. Âdet tahsis
eder. Nitekim usul-ü fıkıh kitablarında tekarrur etmiştir.
Bunun bir benzeri de Hâniyye'deki şu
meseledir: "Bir adam birine bütün emir ve nehylerinde kendisine itâat
edeceğine yemin ettirir de sonra karısı ile cima'da bulunmasını ona yasak
ederse ortada buna delâlet edecek bir sebeb bulunmadıkça yemini bozulmaz. Çünkü
halk bu yasakla âdeten o kimsenin karısıyla cima'da bulunmasını men etmek
istemezler. Nasıl ki bununla yiyip içmekten de nehy murad edilmez. Yine
Hâniyye'de bildirildiğine göre bir adamı karısı bir cariyeyle ilişkisi var diye
itham ederse, o cariyeye dokunmayacağına yemin ettiği takdirde bu yemin
ka-dının hoşlanmadığı dokunmaya sarfedilir. Kezâ bu adam "Elimi cariyemin
üzerine koyarsam hür olsun." der de cariyeyi döver ve elini onun üzerine
koyarsa -yemini karısı için yahut dövmekten başkaca elini koymak istediğini
gösteren bir şey için olursa- yemini bozulmaz.
Ben derim ki: Bunun bir misli de bazı
Hanbelî muhakkıkların söylediği şu ifadede görülür: Bir adam karısına: Bana bir
söz söylersen ben de sana onun mislini söylemezsem sen boş ol der de kadın; Sen
boşsun derse, kocası bunun mislini söylemediği takdirde kadın boş düşmez. Çünkü
kocasının sözü sitem, dûa ve benzeri bir şeyle tahsis edilmiştir. Zira
kocasının muradı: Karısı bana bir elbise satın al dese onun mislini söylemek
değildir. Bilâkis yeminine sebeb olan sözü murad eder.
«Yemin dille söylemeye sarfedilir.»
Kınye'de ve Zâhidî'nin Hâvî'sinde Veberî'ye nisbetleböyle denilmiştir. Bu
herhalde yemin eden şahıs yemin ederken o kimseyi bilfiil çıkaramayacağını
bildiğine hamledilir ve yemini evimden çık diye söylemesine sarfedilir. Vakitle
sınırlı yemine yorumlanırsa meselâ: Ben bu tasdaki suyu bugün mutlaka içeceğim
diye yemin eder de tasda su bulunmazsa, çık demese bile günün geçmesiyle
yeminin bozulmaması gerekir. Galiba bunu yorumlamaması acz karinesiyle mezkûr
yemini hakikatten telaffuza sarfetmek mümkün olduğu içindir. Nasıl ki filancayı
bu hanede oturtmayacağına yemin ederse ulema: "O hane yemin edenin milki
ise men etmek hem kavlen hem fi'len olur. Milki değilse yalnız kaville olur demişlerdir.
Bunun bir misli de o kimseye haneyi îcâra vermesidir. Ulemanın açıkladıklarına
göre o kimse evimden çık demekle yemininde durmuş olur. Vechi şudur: Ücretle
tutan hanenin menfaatlerine mâliktir. Yemin eden kişi o hanede milki olmayan
ecnebî gibidir.
Şârihin yeminler bahsinin sonunda
zikredeceği meseleye gelince: orada: "Filanca haneme girmesin diye yemin
ederse mâni olamadığı tak-dirde yemini nehye sarfedilir. Mâni olabilirse hem
nehye hem men'e sar-fedilir." diyecektir ki, bu söz benim bir çok kitaplarda
gördüğüm ona müsaade etmem veya onu bırakmam diye yaptığı yemin hakkındaki
tafsi-lâta aykırıdır. Valvalciyye'de şöyle denilmiştir: "Filanı evime
koyarsam yahut evime filan girerse veya filanın evime girmesine müsaade edersem
karım boş olsun diye yemin ederse birincide yemin onun emriyle girme-sine
sarfedilir. Çünkü onun emriyle girerse o koydu demek olur. İkincide yemin
edenin emri olsun olmasın, bilsin veya bilmesin girmeye sarfedilir. Çünkü
girmek mevcuddur. Üçüncüde yemin edenin malumatıyla girmeye sarfedilir. Çünkü
yeminin bozulmasının şartı girmeyi terk etmektir. Ne zaman bilir de men etmezse
terk etti demek olur." Bu ifadenin bir misli de Muhît ve diğer kitaplardan
naklen Bahır'ın yeminler bahsindedir. İkinciyi girmek mevcuddur diye ta'lil etmesi
yeminin başkasının fi'line mün'akid olduğu hususunda açıktır. Onun için şârih
orada: "Bir kimse karısına:vallahi şu işi yapacaksın derse yemin etmiş
sayılır. Muhatab o işi yapmazsa yemin bozulur ilh..." demiştir. Bundan
anlaşılır ki, filanca evime girmeyecek diye yemin ederse o kimsenin girmesiyle
temini bozulur. Velevki yemin eden girmesini yasaklamış olsun. Çünkü yeminin
bozulma şartı mevcuddur.
«Girmesine müsaade etmem.» diye yemin
etmesi bunun hilâfınadır. Çünkü bunda yukarda geçen tafsilât vardır. Bu tafsilât
başkasının fi'line yeminde câri olsa bu adam filanca haneme girerse sen boş ol,
dediği zaman onu girmekten nehy eder de yine de girerse talâk vâki olmamak
gerekir. Ve vallahi bu işi yapacaksın diyerek yapmasını emreder de yapmazsa
yemini bozulmaması gerekir. Ama şöyle cevap verilebilir: Şârihin yeminler
bahsindeki sözünde yemini men'ine kâdir olamadığı takdirde nehye hamledilir.
Burada söylediği gibi üzerine yemin edilen
şahıs zâlimdir diye yorumlanır. Şu karine ile ki, mesele yemin eden şahsın hanesi
üzerine kurulmuştur. Binaenaleyh onu zikredilen tafsilâta yormak mümkün
değildir. Yeminler bahsinde bu mahallin daha ziyade izahı gelecektir. Burada
ondan söz etmemiz bazı Eşbâh hâşiyecilerinin şârihin yeminler bahsindeki sözüne
aldanarak: Filanca evime girmeyecek dediği yerde girmezse yemini bozulmaz ,diye
fetva vermesidir. Avam dilinde meşhur olan budur. Mâlik olmadığı şeye yemin
ederse yemini bozulmaz." derler. Ama bu söz mutlak değildir.
METİN
Filan kimseyi şu saatte getirmezsen yahut
elbisemi bu saatte iade et-mezsen sen boşsun der de o fülan başka taraftan
kendiliğinden gelirse ve elbiseyi kadın vermeden alırsa yemini bozulmaz. Kezâ:
Bende alacağın dinarı ay başına kadar vermezsem şöyle olsun der de kadın ay
başından önce kendisini ibrâ ederse yemini bâtıl olur. Şimdi tâliklarda yazdığı
kalır. Kadını ne zaman başka yere naklederse veya üzerine evlenirse şöyle olsun
diye yazar da, kadın da onu şu kadar borcundan ibrâ ederse yahut kalan
mehrinden ibrâ ederse kadına bütün borcunu verdiğinde acaba yemin bâtıl olur
mu? Zâhire göre bâtıl olmaz. Çünkü ulema ıskât beraetinin ve verdiğini dönmenin
sahih olduğunu açıklamışlardır.
İZAH
«Yemini bozulmaz.» Çünkü yeminde durma
imkânı yoktur. Bazıları her ikisinde yeminin bozulacağını söylemişlerdir. Bunu
Tahtâvî Bahır'dan nakletmiştir.
Ben derim ki: Hâniyye'de şu ifade vardır:
"Bir kimse karısına filan eşyayı yarın getirmezsen sen boşsun der de kadın
o eşyayı bir insan vasıtasıyla gönderirse eşyanın yarın vâsıl olmasını niyet
ederse yemini bozulmaz. Çünkü sözünün muhtemelini niyet etmiştir. Hiç bir şey
niyet etmez yahut kadın bizzat götürmeyi niyet ederse yemini bozulur, eline
geçmek üzere yemin ancak niyet ederse olur."
«Yemin bâtıl olur.» Çünkü kadın ibrâ
ettikten sonra kocasında bir alacağı kalmamıştır, vermesi de mümkün değildir.
«Tâliklarda yazdığı kalır.» Yani karısı
kendisini nakledeceğinden veya üzerine evleneceğinden korktuğu vakit kocasının
kendi aleyhine yazdıkları kalır.
«Acaba yemin bâtıl olur mu?» Buradaki
tevakkufun vechi şudur:Talâk iki şarta tâlik edilmiştir. Bunların biri nakil,
diğeri ibrâdır. Yahut biri üzerine evlenmek, diğeri ibrâdır. Bunların biri
bulundu mu diğeri de mutlaka bulunacaktır ki, o da ibrâdır. Halbuki ibrâ ettiği
şeyi kadına vermiştir.
«Açıklamışlardır.» Eşbâh'ta şöyle denilmiştir:
"Borcu ödedikten sonra ibrâ sahihtir. Çünkü ödemekle sâkıt olan borcun
aslı değil ödenmesidir. Şu halde ıskât suretiyle ibrâ ettiktensonra borçlu
verdiğini alır. İstifa suretiyle berâette ise alamaz. Berâeti mutlak yaptıysa
ne hüküm verileceğinde ulema ihtilâf etmişlerdir. Bu izaha göre kadının
talâkını mehrinden ibrâya tâlik etti de sonra kadına mehrim verdiyse tâlik
bâtıl olmaz. Ama kadın onu ıskât suretiyle ibrâ ederse vâki olur ve verdiğini
kadından alır."
Hâsılı borç borçlunun zimmetinde plan bir
vasıftır. Borç misliyle ödenir. Yani alacaklısına bütün alacağını verirse
kendisi için onun üzerinde alacaklısının hakkı kadar hak sâbit olur. Böylece
isteme hakkı sâkıt olur. Alacaklısı kendisini ıskât suretiyle ibrâ ederse ona
olan vereceği sâkıt olur. Ve ona verdiğini isteme hakkı sâbit olur. Bu suretle
ödedikten sonra berâet sahih olmuş olur ve yemin bâtıl olmaz. Bilâkis vuku
berâete bağlı kalır. İstifa suretiyle ibrâ etmesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu
borcunu aldığını ikrar mânâsına gelir. Artık borçlu ondan bir şey isteyemez.
Zira bununla onun zimmetindeki sâkıt olmamıştır. Mutlak söylerse bizim
zamanımızda bu sözü istifaya yormak gerekir. Çünkü başkasını anlamazlar.
METİN
Bir kimse bugün şu eve girmediysem diye
yemin eder de sonra gir-mediysem kölem hür olsun derse keffâret lâzım gelmez,
kölesi de âzâd olmaz. Bu ya doğru söylediği için yahut yemin gâmus olduğu
içindir. Allah'a verilen yeminde kazanın bir tesiri yoktur. Hatta ilk yemini
köle âzâdı veya talâk için olsa her ikisinde yemini bozulur. Çünkü kazaya
girer.
Kadın kocasının malından bir dirhem alarak
onunla et satın alırsa ve kasap bu parayı kendi dirhemleriyle karıştırırsa,
kocası bu dirhemi bugün iade etmezsen şöyle ol dediği takdirde bunun çaresi
şudur: Kadın kasabın kesesini alır ve o gün geçmeden kocasına teslim eder. Aksi
takdirde kocasının yemini bozulur. O dirhemi kasap da kaybederse dirhemin
eritildiği veya denize düştüğü bilinmedikçe yemini bozulmaz.
Bir adam: Ben bugün bu âlemde yahut bu
dünyada olmazsam şöyle olsun diye yemin ederse hapsedilir. Bir evde olmazsam
diye yemin ederse o gün geçinceye kadar hapsedilir. Filanın evini yarın
yıkmazsam diye yemin ederse bağlanarak bundan men edildiği ve yarın geçtiği
takdirde yemini bozulur. Kezâ bu evden çıkmazsam şöyle olsun diye yemin eder de
bağlanırsa yahut seni kendi evime götürmezsem diye yemin eder de kadını tutar
ve kadın elinden kaçarsa yahut kadına bu gece evime gelmezsen şöyle olsun der
de kadını babası men ederse muhtar kavle göre, yemini bozulur. Bu evde oturmam
diye yemin eder de kapısı kilitlenirse yahut kendisini bağlarlarsa bunun
hilâfına olarak muhtar kavle göre yemini bozulmaz.
Ben derim ki: İbn-i Şihne: "Asıl
şudur: Her ne zaman yemini bozma şartından âciz kalırsa yokluk şartında yemini
bozulur, varlık şartında bozulmaz." demiştir.
İZAH
«Bugün şu eve girmediysem...» Bazı
nüshalarda böyle denilmiş, ba-zılarında: "bugün girmezsem"
şeklindedir. Doğrusu birincisidir. Çünkü ikinciye göre yemin müstakbele
yapıldığından mün'akid olur. Halbuki mesele geçmişe aid kurulmuştur, Çünkü
ikinci yemin çelişki hâsıl etmektedir. Bahır'da Muhit'ten naklen şöyle
denilmiştir: "Birbirini nakzeden bugün şu haneye girmedimse diye Allah'a
yapılan yemindir ki, sonra eğer bugün girmedimse kölem hür olsun der. Burada
keffâret lâzım değildir. Kölesi de âzâd olmaz. Çünkü bu adam Allah Teâlâ'ya
verdiği yeminde doğru söylerse yemini bozulmaz. Keffâret de lâzım gelmez. Yalan
söylerse bu yemin-i gâmustur. O da keffâreti icab etmez. Allah'a verilen
yeminin kazaya (mahkeme hükmüne) bir tesiri yoktur. Binaenaleyh bu adam yemini
hakkında şer'an yalanlanmış değildir. Köle âzâdı için yaptığı yeminin bozulma
şartı tehakkuk etmemiştir. Bu şart haneye girmemektir. Hatta ilk yemini köle
âzâdı veya talâk hakkında olsa her ikisinde yemini bozulurdu. Çünkü bunların kazaya
tesiri vardır,"
«Kasap da kaybederse ilh...» Bu cümleyi
Bahır sahibi gün zikrinden mutlak olarak yapılan yemin hakkında Hâniyye'den
nakletmiş sonra şunları söylemiştir: "Bunun mefhumu şudur; İade etmediyse
yemini bozulur. Bundan anlaşılır ki ulemanın yeminin devamı için yemininde
durma imkânı şarttır, sözleri ancak vakitle mukayyed olan yemin hakkındadır.
Böylesinin bulunmaması yemini ibtal eder, Mutlak olanın bulunmaması ise yeminin
bozulmasını icab eder." Bunun hâsılı şudur: Yemin vâkitle mukayyed yapılırsa
vakit geçmekle yemin bozulur. Meğerki kadın reddinden âciz kalsın. Meselâ o
dirhem zâyi olsun yahut eritilmiş bulunsun. Fakat yemin mutlak ise her ikisi
sağ kaldıkları müddetçe dirhem zâyi olsa bile yemin bozulmaz. Çünkü bulunmak
imkânı vardır. Fakat birisi ölürse yahut dirhemin eritildiği veya denize
düştüğü bilinirse yemin bozulur. Çünkü iade imkânı yoktur. Böylece şârihin
sözündeki sakatlığı anlarsın.
«Bu âlemde olmazsam ilh...» Sayrafiyye'den
naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Ben Sayrafiyye'nin ibâresine müracaat ettim.
Fakat "olursam" şeklinde yazıldığını gördüm ki, doğrusu da budur.
«Hapsedilir.» Bu hapsin hâkim veya vali
tarafından yapılması müsavidir. Çünkü hapse nefy denilir. Teâlâ Hazretleri:
"Yahut yerden nefy edilinceye kadar.." buyurmuştur. Bunu Bahır sahibi
Sayrafiyye'den nakletmiştir. Yani bize göre âyet hapis mânâsına yorumlanmıştır.
Bir kitabta gördüm ki 322 tarihinde Halife Râdîbillâh vezir İbn-i Mukle'yi
hapsettiğinde İbn-i Mukle şu beyitleri söylemiş:
"Dünya ehlinden olduğumuz halde
dünyadan çıktık. Artık ne ölü sayılıyoruz ne diri. Birgün gardiyan bir hâcet
için bize gelirse seviniyoruz ve: Bu dünyadan geldi diyoruz."
«Murtar kavle göre yemini bozulmaz.» Çünkü
oraya oturmuş değil oturtulmuştur. Yemininbozulmasının şartı oturmaktır.
Oturmak ancak kendi ihtiyariyle olursa onun fiili sayılır.
"Çıkmazsam" ve benzeri bir sözle yemin ederse bunun hilâfınadır.
Çünkü yeminin bozulmasının şartı fiilin bulunmamasıdır. Bulunmamak kendi
ihtiyarı olmaksızın da tehakkuk eder. Bunu Zahîre sahibi söylemiştir. Hilâfın
kapı kilitlendiği vakte aid olduğunu da ifade etmiştir. Bağlanmak suretiyle men
edilirse hilâf yoktur. Bu ifadenin bir misli de Bahır'dadır. Bezzâziye'de dahi
açıklanmıştır. Hâsılı men hissi olursa hilâfsız yemini bozulmaz. Başka bir
şeyle olursa dahi muhtar kavle göre yemin bozulmaz. Fakat bozulur diyenler de
olmuştur.
«Asıl şudur ilh...» İbn-i Şihne'nin ibâresi
şöyledir: "Asıl şudur ki, yemini bozmanın şartı yokluğa aid olup onu
yapmaktan âciz kalırsa muhtar olan kavil yeminin bozulmasıdır. Varlığa aid olup
âciz kalırsa muhtar olan yeminin bozulmamasıdır."
Ben derim ki: Zâhire göre "onu
yapmaktan âciz kalırsa" ifadesindeki zamir yemini bozma şartına değil
yeminde durma şartına aiddir. Çünkü bir şeyden âciz kalmak onu yapmak istemenin
fer'idir. Yemin eden kimse ancak yemininde durmanın şartını arar. Bunu ya yapar
yahut âciz kalır. Binaenaleyh şârihin: "Ne zaman yemininde durma şartından
âciz kalırsa." demesi lâzım gelirdi. Anla! Bahır sahibi iki fer'î meseleyi
müşkil saymıştır. Birisi yukarıda geçen bekçi meselesidir. İkincisi Kınye'deki:
"Bu senenin tamamını ziraatta çalışarak geçirmezsem diye yemin eder de
hastalanır ve seneyi tamamlayamazsa yemini bozulur. Ama kendisini sultan
hapsederse yemini bozulmaz." meselesidir. Bahır sahibi: "Bunların
ikisinde de yokluk şarttır. Ama buna hapis tesir etmiştir." diyor.
Ben derim ki: Bekçi meselesi hakkında cevap
yukarıda geçti. Kınya meselesine gelince: Öyle görünüyor ki bu mesele muhtar
kavlin hilâfına bina edilmiştir ki, o da men hissî değilse yeminin
bozulmamasıdır. Onun için hastalık sebebiyle men ile sultanın hapsetmesi
sebebiyle men arasında fark görmüştür. Çünkü hapsetmek hapishanenin kapısını
kapamaktır ki, bu hissî olmayan bir mendir. Hastalık böyle değildir. O bağlamak
gibi olup hissi bir mendir. Lâkin Bezzâziye'nin onbeşinci yeminler bahsinde
zikredildiğine göre bir adam karısına bu akşam bana gelmezsen şöyle olsun der
de kadın bağlanır ve gitmekten hîssen men edilirse Fazlı yeminin bozulacağını
söylemiştir. Fakat esah kavle göre bozulmaz. Demek oluyor ki, hissî mende de
yeminin bozulmaması sahihlenmiştir. Lâkin Zahîre'de bildirildiğine göre muhtar
olan bozulmasıdır. Orada kadının hissen men edilmiş olması kayıdlanmamıştır.
Zahire bakılırsa o Fazlı'nın sözünü tercih etmiştir. Yukarıda gecen asla
muvafık olan da odur. Çünkü burada şart yokluğa aiddir. Hissî olan men ile
hissî olmayan arasındaki tafsilât varlığa aid olan şarta mahsus kalır ve Kınye
ile Bezzâziye'deki ifade yok-luğa aid şartta dahi icra edileceğine mebnî olur.
Allahu a'lem.
TENBİH: -Bilmiş ol ki ulemanın
açıkladıklarına göre mahallin bulun-maması yemini ibtal eder. Üzerine yemin
edilen fiilden âciz kalmak da yemin muvakkat ise yemini bozar. Mutlak ise
bozmaz. Yemin ibtidaen mün'akid olmak için yeminde durma imkânı mutlak surette
şarttır. Yemin muvakkat ise bu onun devamı için şarttır. Bu izaha göre
ulemanın: "Beri bugün bu tasdaki suyu mutlaka içeceğim diye yemin eder de
tasda su bulunmazsa yemini bozulmaz." demelerinin vechi şudur: Bu yemin
ibtida-en onda durma imkânı bulunmadığı için mün'akid olmamıştır. Tasda su
bulunur da dökülürse yemin bozulur. Çünkü yemin mün'akid olduktan sonra onda
durma imkânı yoktur. Buradaki acz mahallin bulunmamasın-dan ileri gelmektedir.
"Dışarı çıkmazsam" gibi bir yemin
yapar da bağlanarak men edilirse yemini bozulur. Çünkü buradaki acz mahalli
bulunmadığından meydana gelmemiştir. Burada mahal ya yemin eden kimse veya
kadın ve ben-zeridir. Ki, mevcuddur. Dökülen su bunun hilâfınadır. O kimse
dışarı çık-mayınca yeminden dönmenin şartı tehakkuk etmiştir. Zira mahal
bâkidir. Velevki hakikaten aciz kalsın. Çünkü aklen yemininde durma imkânı
var-dır. Kendisini hapseden şahıs satmış olabilir. Nasıl ki ben bugün gök
yü-züne dokunmazsam diye yemin ederse o gün geçmekle yemini bozulur. Zira gök
yüzüne dokunmak âdeten imkânsız olsa da haddi zâtında müm-kündür. Bazı
peygamberler bunu yapmıştır. Suyu dökmesi bunun hilâfı-nadır. Çünkü üzerine
yemin edilen suyun geriye dönmesi aslâ mümkün değildir.
«Burada oturmam» diye yemin eder de
bağlanarak bundan men edilirse yemini bozulmaz. Çünkü yeminin bozulmasının
şartı varlığa aiddir. O da bizzat oturmasıdır. Varlığa aid olan şartı zorla yok
etmek mümkündür. Zorlamak başkasına nisbet edilir. Çıkmayacağına yemin bunun
hilâfınadır. Zira bozulma şartı yokluğa aiddir. Bunu zorla yok etmek mümkün
değildir. Çünkü zorlanan tarafından tehakkuk etmiştir. İşte
ulemanın:"Zorlamak varlığa aid şarta tesir eder, yokluğa aid şarta tesir
etmez." demelerinin mânâsı budur.
Hâsılı şudur: Yeminin bozulma şartı yokluğa
aidse mahalli bulunma-ması sebebiyle yemininde durma şartından âciz kalınca
yemini bozulmaz. Mahal bâki ise yemini bozulur. Mâni hissî olsun olmasın fark
etmez. Kezâ gök yüzüne dokunmak gibi âdeten imkânsız olursa yine böyledir. Eğer
şart varlığa aidse mutlak surette yemini bozulmaz. Velevki mâni hissî olmasın.
Muhtar olan kavil budur. Ulemanın sözlerinden benim anladığım da budur. Allahu
a'Iem.
METİN
Nehir sahibi diyor ki: "Bunun ifade
ettiği mânâ bugün borcumu mutlaka ödeyeceğim diye yemin edip de fakirliğinden
ve ödünç verecek kimse bulamadığından dolayı âciz kalan kimsenin yemini
bozulmasıdır. Bahır sahibinin bahsettiği bunun hilâfınadır.
İZAH
«Bunun ifade ettiği mânâ ilh...» Çünkü
burada yeminin bozulma şartı yokluğa aiddir. O da ödememektir. Mahal -ki yemin
edendir- bâkidir. Bugün gök yüzüne dokunacağım diye yaptığı yeminde durma şartı
âdeten imkânsız olduğu halde yemini bozulursa burada evleviyetle bozulur. Zira
yemininde durma şartı mümkündür. Birinin malını gasbeder yahut ödünç verecek
kimse bulur veya akrabasından birine mirâsçı olur. Bu gök yüzüne dokunmaktan
daha uzak değildir. Burada: "Yeminin bozulmaması Minah'ın şu ibâresinden
çıkarılır: Bir kimse filana olan borcumu yarın mutlaka ödeyeceğim diye yemin
eder de, yarından önce ikisinden biri ölürse yahut borcu daha önce öderse veya
alacaklı ibrâ ederse bu yemin mün'akid olmaz." diye bir itiraz vârid
olamaz. Çünkü burada yeminin bozulmaması mahal kalmadığı için yemin bâtıl
olduğundandır. Nitekim tasdaki su dökülse hüküm bu olur. Zira yeminde durma
şartı hem aklen hem âdeten imkânsız olmuştur.
Gök yüzüne dokunmak bunun hilâfınadır.
Çünkü o âdeten imkânsız olsa da aklen mümkündür. Kezâ Hâniyye'nin şu ifadesiyle
de itiraz edilemez: "Bugün bu çöreği yemezsem şöyle olsun der de güneş
kavuşmadan çöreği başkası yerse yemini bozulmaz." Çünkü bu mesele tas
meselesinin fer'lerindendir. Nitekim ulema açıklamışlardır. Zira mahal yoktur.
Mahal çörektir. Bahır sahibinin istişhad ettiği ve: "Kınye sahibinin yemin
muvakkat olur da üzerine yemin ettiği şeyden âciz kalırsa bu yemin bâtıl olur
sözü zikri geçen hadisede de yeminin bâtıl olmasını gerektirir." demesi
söz götürür. Çünkü Kınye sahibinin muradı tas meselesinde olduğu gibi hakikî
acizdir. Aksi takdirde metin sahiplerinin bilittifak söyledikleri göğe
çıkacağım diye yemin etmekle yemin bozulmaz sözü bunu bozar. Sonra gördüm ki
Remlî Bahır sahibinin Fetâvâ'sından şunu nakletmiş:"Bahır sahibi
meselemizde yeminin bozulduğuna fetva vermiş, bunda hakikaten ve âdeten
yemininde durma imkânına dayanmıştır." Bu ifade bizim ilk söylediğimizin
tâ kendisidir. Hamd Allah'a mahsustur.
METİN
Musannıfın bu ünvanı vermesi hastalık
olduğu içindir. Buna fâr (kaçan) da derler. Çünkü kadının mirâsçı olmasından
kaçmaktadır. Binaenaleyh kadının iddeti tamam oluncaya kadar kasdettiği şey
kendisine tatbik edilir. Bazen kaçaklık kadından olur. Nitekim gelecektir. Bir
kimsenin haline hastalık veya başka bir sebeble helâk galebe çalarsa, meselâ
hastalık bîtap düşürerek onun sebebiyle evinin dışındaki içlerini görmekten âciz
kalırsa yahut kendinden daha kuvvetli bir adamla mübâreze eder veya kısâs yahut
recm için öldürülmeye gönderilir yahut geminin bir tahtası üzerinde kalır veya
yırtıcı bir hayvanın pençesine düşüp ağzında kalırsa, o kimse karısını
boşamakla mirâs kaçıran sayılır.
İZAH
Hastalık ârizi şeylerden olduğu için
musannıf onu geriye bırakmıştır.
«Bu ünvanı vermesi hastalık asıl olduğu
içindir.» Yani başlıkta hastayı zikretmekle yetinmesi hastalık asıl olduğu
içindir. Yoksa "Bir kimsenin haline hastalık veya başka bir sebeble helâl
galebe çalarsa ilh..." demesi hasta olmayan hakkında da hükmün bu olduğunu
açık açık göstermektedir. Ancak bu bâbta asıl olan hastadır. Hasta hükmünde
olan başkaları ona katılırlar. Bazıları: "Hastadan murad mecazen helâk
hâli galebe çalandır. Binaenaleyh başkasına da şâmildir. demişlerdir.
«Çünkü kadının mirâsçı olmasından
kaçmaktadır.» Yani görünürde bundan kaçmaktır. Velevki bazen kaçmayı
kasdetmemiş olsun.
«Kasdettiği şey kendisine tatbik edilîr.»
sözü kadının ona mirâsçı ol-masının vechini beyandır. Bu hüküm mûrisini
öldürene kıyasen verilir. Zira her ikisinin yaptıkları iş fâsid bir maksadla
işlenen haramdır. Meselenin tam izahı Fetih'dedir. Bundan dolayıdır ki Bahır
sahibi: "Ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre hasta kocanın karısını
boşaması câiz değildir. Çünkü kadının hakkı onun malına teallûk etmiştir.
Meğerki kadın boşanmaya razı olsun." demiştir.
Nehir sahibi ise şöyle demektedir: "Bu
söz götürür. Çünkü şeriat sahibi o kimsenin kasdını kendisine iade edince ancak
ibtal suretini yapabilir, yoksa hakikatini değil. Düşün!" Şöyle
denilebilir: Bu kasid haram olmasa şeriat sahibi onu kendisine iade etmezdi.
Nasıl ki mirâsını hemen almak için mûrisini öldürene öyle yapmıştır. Sonra
Mültekât'tan naklen Tatarhâniyye'de şunu gördüm: "İmam Muhammed demiştir
ki; hastalanan bir adam karısıyla zifaf olmuşsa karısını boşaması mekrûhtur.
Zifaf olmadan önce boşaması mekrûh değildir."
«Kadının iddeti tamam oluncaya kadar...»
Çünkü mirâs ya neseb yahut sebeble alınır. Sebeb karı-koca olmak ve kölenin
âzâd edilmesidir. Birbirlerinden ayrılmakla karı-kocalık sona erer. Bu İmam
Mâlik'in hilâfına işarettir.
«Nitekim gelecektir.» Yani musannıfın:
"Kadın hasta olduğu halde ayrılmanın sebebine teşebbüs ederse ilh..."
dediği yerde gelecektir. T.
«İşleri görmekten âciz kalırsa ilh...»
Fakat evinin içindeki abdest almak, helâya gitmek gibi işlerini görebilirse
mirâs kaçıran sayılmaz. Hidâye sahibi bunu döşeğe düşen diye tefsir etmiştir.
Bundan murad sağlam kimselerin yaptığı gibi ihtiyaçlarını görememesidir. Bu
birinciden daha sıkı bir tariftir. Çünkü döşeğe düşmüş olmak ev içindeki
işlerini görmekten âciz kalmayı, muteber saymayı gerektirir. Bunlara kâdir
olursa mirâs kaçırmış sayılmaz. Fetih sahibi bunu sahih bularak şöyle demiştir:
"Ama ev içindeki işlerini görür de dışarıdaki işleri göremezse sahih olan
kavle göre o adam sağlamdır."
Ben derim ki: Bütün bu sözlerin muktezası
şudur: Bu adam helâkı galib bir hastalığa tutulmuş fakat işlerini görmekten
âciz değilse mirâs kaçıran sayılmaz. Nasıl ki hastalığa ilk tutulduğunda hâli
böyledir. Nuru'l-Ayn'da bildirildiğine göre Ebu'l-Leys: "Ölüm hastası
sayılmak için döşeğe düşmüş olması şart değildir. İtibar galebeyedir. Bu
hastalıktan ekseriyetle ölünürse o ölüm hastalığıdır. Velevki evinden çıkabilir
olsun. Sadru'ş Şehid bununla fetva verirdi." demiştir. Sonra Muhit
sahibinden şunu nakletmiştir: "İmam Muhammed Asıl nâmındaki eserinde
birtakım meseleler zikretmiştir ki, bu meseleler döşeğe düşmenin değil
ekseriyetle helâl korkusunun şart olduğunu gösterirler." Tamamı ileride
gelecektir.
"Yahut kendinden daha kuvvetli bir
adamla mübareze ederse" cümlesi hasta hükmünde olan sağlam kimsenin
hükmünü beyandır ki, onun haline galebe çalan da helâktır. Nitekim Nihâye ve
diğer kitablarda beyan edilmiştir. Daha doğrusu ekseriyetle helâkından korkulan
demektir. Velevki helâk vukuu galib olmasın. Zira mübârezede helâk galib
değildir. Meğerki kendi akranından olmayan biriyle mübârezeye çıktığını bilsin.
Helâk korkusunun galebe çalması bunun hilâfınadır. Bahır'da böyle denilmiştir.
Bu ifadenin bir misli de Fetih'dedir.
Bunun muktezası kendinden daha kuvvetli
diye kayıdlamamanın evla olmasıdır. Onun için Kenz ve diğer kitablarda
kayıdlanmamıştır. Şuna binaen ki burada muteber olan helâk korkusunun galebe
çalmasıdır. Helâkın galebe çalması değildir. Zira harp safından çıkarak bir
adamla mübâreze yapan kimsede helâk korkusu gâlibdir. Velevki o adam
kendisinden daha kuvvetli olmasın. Ama helâk galib değildir. Meğerki mübâreze
yaptığı şahsın kendinden daha kuvvetli olduğunu bilmiş olsun.
Musannıfın tuttuğu yol Nihâye'nin sözüne
mebnîdir. Nihâye'de muteber olan helâkın galebe çalmasıdır denilmiştir. Nehir
sahibi de bu yoldan yürümüş ve "Onun içindir ki bazıları bu meseleyi
mübârezeye çıkan kendi akranlarından olmadığını, bilâkis kendinden daha
kuvvetli olduğunu bilirse diye kayıdlamışlardır." demiştir. Bu
izahatımızdan anlaşılır ki, kitabımızınmetni Bahır sahibinin ihtiyar ettiği
kavle muhâliftir.
«Yahut geminin bir tahtası üzerinde
kalırsa» sözü o adamın fâr sa-yılması için geminin parçalanmasının şart olduğu
zannını vermektedir. Halbuki öyle değildir. Mebsût'ta şöyle denilmektedir:
"Dalgalar birbirine çarpar da boğulmaktan korkarsa o kimse hasta
gibidir." Bedâyı'da da böyle denilmiştir. İsbîcâbî ise bunu: "Bu dalgadan
ölürse..." diye kayıdlamıştır. "Dalga sükûnet bulur da sonra ölürse
karısı mirâsçı olmaz." demiştir. Bahır.
Ben derim ki: Bu mübârezede ve diğerlerinde
de şarttır. Nitekim gelecektir,
«Ağzında kalırsa» o kimse fâr sayılır.
Fakat hayvan onu bırakırsa helâkını mûcib olacak şekilde yaralamadıkça sağlam
hükmündedir. Nitekim geçen izahattan da anlaşılmaktadır.
"Mirâs kaçıran sayılır." Yani o
haldeyken boşamakla karısını mirâsından mahrum etmek ister.
METİN
«Evinin dışındaki işlerini görmekten âciz
kalırsa» sözü en doğru tâbirdir. Fakîhin mescide çıkmaktan âciz kalması,
pazarcının dükkânına gi-dememesi de böyledir. Kadın hakkında gâlib olan helâk
hâli evinin içindeki işlerini görmekten âciz kalmasıdır. Nitekim Bezzâziye'de
bildirilmiştir. Bu şunu ifade eder ki, kadın yemek pişirebilir fakat terasa
çıkamazsa hasta sayılmaz. Nehir sahibi: "Zâhir olan budur." demiştir.
Ben derim ki: Müctebâ'nın vasiyetler
bahsinin sonunda: "Muteber olan hastalık bîtap düşürüp oturarak namaz
kılmayı mubah kılandır. Kötürüm, felçli ve veremlinin hastalığı uzayıp döşeğe
düşürmezse o kimse sağlam gibidir." denilmiştir. Sanra (şh) remzi ile
uzamanın haddi bir sene olduğuna işaret olunmuştur. Kınye'de: "Felçli,
veremli ve kötürüm kimse hastalığı arttığı müddetçe hasta gibidir." denilmiştir.
İZAH
«Sözü en doğru tâbirdir.» Zeylai onu
sahihlemiştir. Bazıları: "Ayakta namaz kılamayandır.", birtakımları:
"Yürüyemeyendir." demişlerdir. "Hastalığı artandır."
diyenler de olmuştur. Bunu Kuhistânî'den naklen Tahtâvî söylemiştir.
«Fakihin mescide çıkmaktan ilh...» Bu gibi
şeylerden âciz kalmaktan murad herkesin mescide veya yakın işlerini görmek için
dükkâna gidememesi olmak lâzım gelir. Yoksa ağır bir sanatın sahibi olur,
meselâ sırtında yük taşıyan hamal veya demirci yahut marangozluk yaparsa -ki
bunlar az bir hastalıkla ifâ edilemez- mescide veya dükkâna çıkmaya kâdir
olmakla beraber o işi göremediği takdirde hasta sayılmaz. Aksi takdirde dükkâna
meselâ alış-veriş için çıkamamak hastalık sayılmak icab eder.
Sonra bu ancak hasta olmazdan önce çıkmaya
kudreti olan hakkında zâhirdir. İhtiyarlık veya ayaklarında bulunan bir illet
sebebiyle hastalığından önce de dışarı çıkamazsa öylesi hakkında zâhir
değildir. Onun hakkında helâk galebesi itibara alınmak icab eder. O dayukarıda
Ebu'l Leys'den rivâyet ettiğimizdir. Ona itimad gerekir. Çünkü Sadru'ş-Şehid'in
onunla fetva verildiğini gördün. İmam Muhammed'in sözü de ona delâlet eder. Bir
de hastalıktan önce âciz kalan hakkında muttariddir. Bunu şu da te'yid eder ki:
Kendisine hasta hükmü verilen mubariz ve benzeri kimselerde sadece helâk
galebesi itibara alınmıştır. Çıkmaktan âciz kalmaları itibar edilmemiştir.
Şu da var ki bazı mide hastaları hastalık
ağır basmazdan önce işlerini görmek için dışarı çıkarlar. Halbuki bunlar
zayıflık ve baş ağrısı gibi hastalıklardan bîtâb düşen kimselerden daha ziyade
helâke yakındırlar. Bu iki kavlin arası şöyle bulunabilir: Bir kimse
ekseriyetle öldürücü bir hastalığa yakalanmış da gün geçtikçe arttığı
biliniyorsa bu muteberdir. Öldürücü hastalık olduğu bilinmezse işlerini görmek
için çıkmaktan âciz kalması muteber olur. Bana zâhir olan budur.
Ölüme bitişen hastalık ölüm hastalığıdır.
Şu halde onun böyle tarifinde ne fayda vardır? dersen ben de derim ki: faydası
şudur: Bazen hastalık bir sene yahut daha fazla uzayabilir. Fakat ölüme bitişse
bile ona ölüm hastalığı denilmez. Şu da var ki, bazen hasta başka bir sebeble
ölebilir. Meselâ öldürülür. Binaenaleyh üzerine hüküm binâ etmek için bir sınır
koymak mutlaka lâzımdır.
«Nehir sahibi: zâhir olan budur demiştir.»
sözü Fetih sahibine reddiyedir. Çünkü o: "Kadına gelince: terasa çıkmak
imkânı yoksa o hastadır." demiştir. Zira bu söz terasa çıkmaktan âcizse
hasta sayılacağını yemek pişirmek gibi ondan daha aşağı bir sebeble çıkmazsa
hasta sayılmayacağını iktiza eder. Halbuki Mültekâ ve diğer kitablardaki
ifadeye muhâliftir. Onlarda muteber olan kadının ev işlerini görememesidir.
«Döşeğe düşürmezse» sözü uzun zaman devam
edip de sonra halinin değişmesinden ihtirazdır. Hali değişip de ölürse o
kimsenin tasarrufu malının üçte birinden olur. Nitekim Hulâsa'da
bildirilmiştir.
«Şıh remzi» Şemsü'l-Eimme Hulvâni'ye
işarettir. Hindiyye'de Timurtâşi'den naklen bildirildiğine göre ulemamız
hastalığın uzamasını bir seneyle tefsir etmişlerdir. Bu hal üzere bir sene
devam etti mi o kimsenin bundan sonraki tasarrufu sağlamken yaptıkları gibidir.
«Kınye'de ilh...» Halebi Hindiyye'den
naklettiğimizden alarak; "Bu öncekine aykırı değildir. Çünkü hastalığın
artması yalnız bir seneye kadar muteberdir." demiştir. Bunun söz götürdüğü
meydandadır. Yine Hindiyye'de bildirildiğine göre kötürüm ile felçlinin
dertleri ziyadeleştiği müddetçe bunlar hasta gibidirler. Müzminleşir de
artmazsa talâk ve diğer hususatta sağlam hükmünde olurlar. Kâfî'de de böyle
denilmiştir. Ulemadan bazıları bununla amel etmişlerdir. Sadru'ş-Şehid ile
Sadru'I-Kebîr bununla fetva verirlermiş.
Hâsılı şudur: Derdin üzerinden bir sene
geçerde müzminleşir, fakat ziyadeleşmezse o kimsesağlam hükmündedir. Sene
geçmeden önce derdin arttığı sırada yahut daha sonra ölürse hasta hükmündedir.
METİN
Mirâs kaçıran kimsenin teberruu ancak
malının üçte birinden olur. Kadın mirâsçı olduğu halde -mirâsa ehil olduğu
bilinsin bilinmesin, meselâ müslüman olmuş yahut âzâd edilmiş de henüz
bilinmemiş olsun- onu rızası olmadan kendiliğinden talâk-ı bâinle boşarsa
kendisi de bu halde ölürse, gerek bu sebeble ölsün gerekse başkası tarafından
öldürülsün veya cima' ettiği karısının iddeti içinde daha başka bir sebeble
ölsün karısı ona mirâsçı olur. Ama o karısına mirâsçı olamaz. Çünkü kendi
hakkını ıskat ettiği için buna razı sayılır.
İmam Ahmed'e göre kadın iddetini
bitirdikten sonra başka kocaya varmadıkça bu adama mirâsçı olur. Kadını
boşamaya mecbur edilir veya kadın buna razı olursa bu adama mirâsçı olamaz. Ama
kadın rıza göstermeye zorlanır veya kocasının oğlu tarafından zorla cima'
olunursa mirâsçı olur. Kocası bu hastalıktan düzelir de sonra kadının iddeti
içinde ölürse kadın mirâsçı olamaz.
İZAH
«Teberru ancak malının üçte birinden olur.»
Teberrudan murad mal vakfetmesi, satışta kayırma yapması, mehr-i misliden daha
fazla vererek evlenmesi gibi şeylerdir. Bundan şu anlaşılır ki, hastalığın
hükmü vasiyyet ile mirâstan kaçırma hususlarında hep birdir. T. Teberruu
ecnebîye olacaktır. Mirâs dolayısıyla olursa aslâ sahih değildir.
«Talâk-ı bâinle boşarsa» bir talâk-ı bâin
ile yahut daha fazlasıyla olsun fark etmez kadın mirâsçı olur. Musannıf burada
Kenz sahibinin yaptığı gibi: "Yahut kadını talâk-ı ric'î ile
boşarsa..." dememiştir. Çünkü Nehir sahibi: "Bence ric'î kelimesini
bu bâbtan atmak gerekir. Çünkü kadın talâk-ı ric'îde iddet devam ettikçe
kocasına mirâsçı olur. Velevki onu sağlamken boşamış olsun. Talâk-ı bâin böyle
değildir. Talâk-ı bâinde kadın kocasına mirâsçı olamaz. Meğerki onu hastalığı
esnasında boşamış olsun. Kudûri yalnız bâini söylemekle ne iyi etmiştir. Ben
buna tenbih eden görmedim." demiştir.
Tahtâvî diyor ki: "Talâk kayıd
değildir. Bülûğ muhayyerliği sebebiyle veya kadının annesini yahut kızını
öpmekle ondan ayrılmak da böyledir. Nitekim Bedâyı'da belirtilmiştir."
Galiba bu sözle Tahtâvî erkek tarafından gelen her ayrılığa işaret etmektedir.
Lâkin bu Kenz sahibinin: "Kadını boşarsa..." demesine nisbetledir.
Musannıf: "Talâk-ı bâinle boşarsa..." demiştir ki bu söz kinâye ve
işaret iddiasına hâcet bırakmaz.
«Kendisi de bu halde ölürse» cümlesinden
murad helâk halinin galebe çalmasıdır. Musannıf bununla şundan ihtiraz
etmiştir: sağlamken boşar da sonra kadının iddeti içinde hastalanarak ölürse
kadın ona mirâsçı olamaz. Bahır. Meğerki talâk ric'i olsun. O zamanmirâsçı
olur. Kezâ iddeti esnasında kadın ölürse kocası da ona mirâsçı olur.
Câmiu'l-Fûsuleyn'de şöyle denilmektedir:
"Bir adam hastalığı esnasında karısına: Ben seni sağlamken talâk-ı bâinle
boşamıştım yahut seninle şâhidsiz evlenmiştim veya nikâhtan önce aramızda süt
meselesi vardı yahut seninle iddet içinde evlendim der de kadın bunları inkâr
ederse ondan talâk-ı bâinle boş olur, mirâsını da alır. Fakat tasdik ederse
mirâsçısı olamaz."
«Cima' ettiği karısının» sözünden murad
hakiki cima'dır. Halvette bu-lunduğu karısı bundan hariçtir. Zira iddet ona da
vâcib olmakla beraber o mirâsçı olamaz. Nitekim mehir bâbında halvetle clma'
arasındaki farkı beyan ederken geçmişti. Bunu Tahtâvî söylemiştir.
«İddeti içinde» kocasının iddet bitmeden
öldüğünü isbat hususunda söz yeminiyle beraber kadınındır. Yeminden çekinirse
mirâs alamaz. O ölmeden kadın başka biriyle evlenir de sonra benim iddetim
bitmemişti derse sözü kabul edilmez. Bu kadın âzâd edilmiş bir cariye olur da
kocası ölürse, kadın sahibim beni onun sağlığında âzâd etti diye iddia ettiği,
mirâsçılarsa öldükten sonra âzâd olduğunu söyledikleri takdirde söz
mirâsçılarındır. Sahibinin sözü muteber değildir. Nitekim kadın kocasının
hayatında müslüman olduğunu iddia eder de mirâsçılar öldükten sonra müslüman
oldun derlerse söz mirâsçılarındır. Meselenin tamamı Hâniyye'den naklen
Bahır'dadır.
«Ama o karısına mirâsçı olamaz.» Yani erkek
hasta iken karısını talâk-ı bâinle boşar da iddeti bitmeden kadın ölürse,
karısına mirâsçı olamaz. Talâk-ı ric'îyle boşaması bunun hilâfınadır. Nitekim
gelecektir.
«İmam Ahmed'e göre ilh...» İmam Mâlik'ten
bir rivâyete göre kadın bir kaç kocaya varmış olsa yine mirâsçı olur. Şâfiî'ye
göre hul' olan kadınla üç defa boşanan mirâsçı olamazlar. Bunlardan başkaları
mirâsçı olurlar. Çünkü Şâfiî'ye göre kinâye sözlerle ric'î talâk meydana gelir.
Dürr-ü Müntekâ.
«Kadını boşamaya mecbur edilir.» sözü
"kendiliğinden boşarsa" sözünün muhterezidir. Yani erkek karısını
talâk-ı bâinle boşamaya mecbur edilir de boşarsa kadın mirâsçı olmaz. Ama bu
ölüm tehdidiyle zorlandığına göredir. Hapis yahut tutuklama tehdidiyle boşarsa
mirâs kaçıran sayılır. Nitekim Attabîyye'den naklen Hindiyye'de beyan
edilmiştir.
Sonra bil ki Câmiu'l-Fûsuleyn'de bu mesele
hakkında kitablarda rivâyet bulunmadığı zikredilmiştir. Onun hakkında ulemadan
iki kavil nakledilmiştir. Birinci kavle göre kadın mirâsçı olur. Çünkü
zorlamanın talâka bir tesiri yoktur. Buna delil zorlanan kimsenin talâkının
muteber olmasıdır. İkinci kavle göre zorlama olduğu için kadının mirâsçı
olmaması gerekir. Çünkü bir adam mûrisini öldürmek için zorlanırsa ona mirâsçı
olur, Ama zorlayan kimse mirâsçılardan ise mirâs alamaz, Velevki öldüren
kendisi olmasın.
Rahmetî birinci kavli daha zâhir bulmuştur.
Çünkü erkeğin hastalanmasıyla mirâsınakarısının hakkı teallûk etmiştir. Kadından
bu hakkı ibtal edecek bir fiil de bulunmamıştır. Meğerki boşamaya zorlayan
bizzat kadın olsun. Bunu şu da teyid eder ki; bu kadınla kocasının oğlu zorla
cima' ederse kadın mirâsçı olur. Halbuki ayrılık her ikisinin ihtiyariyle
olmamıştır.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa ikinci kavli
tercih gerekir. Onun için şârih Bahır sahibine uyarak kesinlikle buna kâil
olmuştur. Çünkü hastalığı esnasında boşadığı kadının mirâsçı olması maksadını
kendisine iade etmek içindir. Onun maksadı kadının mirâsçı olmasından kaçmaktır.
Zorlama olunca mirâstan kaçması zâhir değildir. Binaenaleyh talâk hükmünü icra
eder, kadın ona mirâsçı olamaz. Nasıl ki kâtilin mûrisine mirâsçı olamamasının
illeti acele mirâsına konmak maksadıdır. Binaenaleyh kasdı kendisine iade
olunur. Zorla yaptırılırsa bu kasıd zâhir olmaz ve o kimse mûrisine mirâsçı
olur. Halbuki kati ona haramdır. Talâk bunun hilâfınadır. Çünkü zorla kadını
boşaması ona haram değildir. Rahmetî'nin: "Yahut kocasının oğlu kadınla
zorla cima'da bulunursa mirâsçı olur." sözü yanlıştır. Doğrusu mirâsçı
olamaz demektir. Nitekim ileride buna tenbih edilecektir. Bu da bizim
söylediklerimizi teyid eder.
«Veya kadın buna razı olursa» sözü
"rızası olmadan" ifadesinin muh-terezidir. Kadının razı olmasına
misâl hul' yapmasıdır. Kadın tarafından gelen her ayrılığın hükmü de budur.
Meselâ âleti kalkmayan bir adamın karısının kendini ihtiyar etmesi böyledir.
Kuhistânî T.
«Ama kadın rıza göstermeye zorlanırsa» yani
talâkını istemesi gibi rızasına delâlet eden bir şey söylerse demektir. Böyle
diyeceğine şârih başkalarının yaptığı gibi: "Kadın talâk istemeye
zorlanırsa" dese daha iyi olurdu. T.
«Veya kocasının oğlu tarafından zorla cima'
olunursa» sözü Nehir sahibinin bir incelemesidir. Hamevî de onu tasdik
etmiştir. Bahır sahibinin Bedâyı'dan naklettiği ifade buna muhâliftir. Orada
şöyle denilmektedir: "Karı-kocanın birbirlerinden ayrılması kocasının
oğlunun öpmesi sebebiyle olmuşsa kadın gerek isteyerek gerek zorla cima edilsin
mirâsçı olamaz. Birincisi hakkının ibtaline razı olduğu içindir. İkincisi (yani
zorla meselesi) kocası tarafından kadının mirâsa müteallik hakkını ibtal edecek
bir şey bulunmadığındandır. Çünkü ayrılık başkasının fiiliyle olmuştur."
Hörmeti müsâhere meselesinde cima'da bulunmak öpmek gibidir. Bizim için nassa
tâbi olmaktan başka çare yoktur. T.
Ben derim ki: Câmiu'l-Fûsuleyn'de
dahi" şöyle denilmektedir: "Kadınla hasta kocasının oğlu zorla
cima'da bulunursa kadın kocasına mirâsçı olamaz. Meğerki babası oğluna bunu
emretmiş olsun. O zaman ayrılık hususunda oğlunun fiili babasına intikal eder
ve babası mirâs kaçıran olur. "Bu ifadenin bir misli de Asıl nam kitaba
nisbet olunarak Zahire'de, kezâ Valvalciyye ve Hindiyye'de bulunmaktadır.
Rahmetî'nin burada nakledilene aykırı düşen sözü vardır ki makbul değildir.
«Kocası bu hastalıktan düzelir de»
diyeceğine "Bu hal geçerse ilh..." dese daha iyi olurdu. H. Yani
mübâreze yapan kimsenin harb safına dönmesine, öldürülmek için çıkarılan
hapishaneye döndürülmesine ve dalgalar sükûnet bulup adamın sonra ölmesi
hallerine de şâmil olurdu. Böylesi hastalığından iyileşen kimse gibi olur.
Nitekim Bedâyı'da belirtilmiştir.
Bunu İsbicâbî'den naklen evvelce
arzettiğimiz şu tasrih de teyid eder: "Dalgalar sükûnet bulur da sonra
ölürse kadın mirâsçı olmaz." Lâkin Fetih'de şöyle denilmiştir: "Ölmeye
yaklaşır da karısını boşar sonra serbest bırakılır veya hapsedilirse, sonra
öldürüldüğü veya öldüğü takdirde o kimse hasta gibidir, kadın ona mirâsçı olur.
Çünkü bu talâkla mirâs vermekten kaçtığı anlaşılır. Sonra ölümü tertip üzere
gelmiş olur ki, başka bir sebeble olmasına aldırış edilmez."
Bu ifadenin bir misli de Mi'râc-ı Dirâye'de
olup ta'lilsizdir. Bahır ve Nehir sahipleri de ona tâbi olmuşlardır, ama
müşkildir. Çünkü buna göre şu lâzım gelir: Hasta iyileşir de sonra ölürse
karısı ona mirâsçı olur. Zira adı geçen ta'lil buna sâdıktır. Halbuki bu
ulemanın ittifak ettiklerine mumâliftir. Onlar hastanın helâk galebe çaldığı
halde ölmesini şart koşmuşlardır. Şüphesiz ki bu adam serbest bırakıldıktan
veya hapse iade edildikten sonra ölürse galebe-i helâk halinde ölmüş değildir.
Bilâkis helâk gâlib olmayan bir halde ölmüştür. Onun için hapisdeyken
öldürülmeye çıkarılmadan önce kansını boşamış olsa mirâs kaçıran sayılmaz.
Hapse iade edildikten sonra da öyledir.
Evet, Fetih sahibinin yaptığı ta'lil hasta
o haldeyken başka bir sebeble ölürse, meselâ vurularak öldürülür veya
öldürülmek için çıkarılan şahıs bir yırtıcı hayvan tarafından parçalanırsa
sahih olur. öyle görünüyor ki, Fetih'in ibâresinde nâsih tarafından yapılmış
kalem hatası vardır. İbârenin aslı şöyle olacaktır: "O adam iyileşmiş
hasta gibi olur. Başka bir sebeble ölmesi bunun hilâfınadır. Çünkü kadın ona
mirâsçı olur. Onun mirâs kaçırdığı meydana çıkmış olur ilh..."
METİN
Kezâ ric'î talâk isteyen kadın yahut sadece
talâk isteyip de bir talâk-ı bâinle veya üç talâkla boşanan kadın dahi mirâsçı
olur. Çünkü talâk-ı ric'î, nikâhı yok etmez. Hatta o kadınla cima'da bulunmak
helâldır. İddeti içinde mutlak surette birbirlerine mirâsçı olurlar. Ölüm
vaktinde kadının mirâsa ehil olması kâfidir. Bâin bunun hilafınadır. Keza
kocasının oğlunu öpen veya öpülmeye rıza gösteren bâinle boşanmış bir kadın
kocasına mirâsçı olur. Çünkü hörmet kocası bâin olduğu için gelmiştir.
Hastalığı esnasında karısına liân veya îlâ
yapanın hükmü de öyledir. Yani karısı mirâsçı olur. Sebebi yukarıda geçti.
Fakat sağlamken kadına îlâ yapar da hastalığında kadın o îlâ sebebiyle bâin
olursa yahut kadını hasta iken bâin olarak boşar da sonra düzelir ve
ölürseyahut kadını talâk-ı bâinle boşar da kadın dinden dönerek tekrar müslüman
olur ve kocası ölürse kocasına mirâsçı olamaz. Çünkü içerisinde karısını
boşadığı hastalığın mutlaka ölüm hastalığı olması lâzımdır. İyileşirse bunun
ölüm hastalığı olmadığı anlaşılır. Talâk-ı bâinde dahi kadının mirâsa ehliyeti
mutlaka talâk vaktinden ölüm vaktine kadar devam etmelidir. Hatta talâk
vaktinde kadın kitabîyye veya cariye olur da sonra müslümanlığı kabul eder veya
âzâd edilirse mirâsçı olamaz.
İZAH
«Kezâ ric'i talâk isteyen kadın» yani
kocasının hastalığında talâk-ı ric'î ile boşanmak isteyen kadın mirâsçı olur
demek istiyor. Ric'î sözüyle musannıf bâinden ihtiraz etmiştir. Kadının isteği
ile onu talâk-ı bâinle boşaması az sonra gelecektir.
«Yahut sadece talâk Isterse» yani kocasının
hastalığında kadın beni boşa der de o da üç defa boşayarak sonra iddeti içinde
ölürse kadın ona mirâsçı olur. Çünkü bu yeni bir boşamadır, kadının mirâs
hakkını ibtal etmez. Nitekim kadın beni talâk-ı ric'î ile boşa der de kocası
bâinle boşarsa hüküm budur. Câmiu'l-Fûsuleyn.
«Çünkû talâk-ı ric'i nikâhı yok etmez.»
Yani iddet bitmeden nikâhı ortadan kaldırmaz. Binaenaleyh kadın hakkının
ıskatına razı değildir. Bâin talâkı istemesi bunun hilâfınadır.
«Hatta o kadınla cima'da bulunmak
helâldır.» Yani nikâh tazelemeye hâcet yoktur, Lâkin cima sözle mürâcaattan önce
olursa bu müracaat mekrûhtur.
«Mutlak surette birbirlerine mirâsçı
olurlar.» Yani kadını sağlamken veya hastalığında boşasın, kadının boşamaya
rızası olsun olmasın fark etmez. Nitekim Bedâyı'da belirtilmiştir. Binaenaleyh
iddet içinde hangisi ölürse diğeri ona mirâsçı olur. İddet geçtikten sonra iş
değişir. Çünkü nikâh kalmamıştır.
Az yukarıda arzetmiştik ki, erkeğin iddet
bitmeden öldüğünü isbat hususunda söz kadınındır. Burada bir mesele kalır ki, o
dâ fetva vak'asıdır. Bu mesele bana soruldu. Fakat onu açık olarak bir yerde
görmedim. Mesele şudur: Bir adam hasta olan karısını talâk-ı ric'î ile boşar da
kadın iki ay sonra ölürse ve kocası ona mirâsçı olmak için iddetin bitmediğini
iddia eder kadının mirâsçıları bittiğini söylerlerse, kadın ölmezden önce
iddetinin bittiğini ikrar etmemiş, hayızdan kesilme yaşına da varmamışsa acaba
söz kocasının mı olur, mirâsçılarının mı? Bana öyle geliyor ki söz
kocasınındır. Çünkü mirâsın sebebi olan karı-kocalık muhakkak vardı. Ric'î
talâk onu yok etmez. O ihtimalle de yok olmaz. Kadın ölmezden önce iddetinin
geçebileceği bir müddette iddetinin bittiğini iddia etse söz kendisinin olurdu.
Çünkü bunu ondan başka bilen yoktur. Mirâsçıları bunun hilâfınadır.
«Bâin bunun hilâfınadır.» Çünkü talâk-ı
bâinle ehliyetin talâktan ölüm vaktine kadar devamı şarttır. Nitekim musannıf
az ileride bundan bahsedecektir.
«Bâinle boşanmış bir kadın kocasına mirâsçı
olur.» Bu kaydı koymasına sebeb şudur: Kadın talâk-ı ric'î ile boşanırsa
mirâsçı olamaz. Nitekim bunu musannıf zikretmiştir. Kezâ kocasının oğlu öptüğü
için bâin olursa hüküm yine böyledir. Velevki kadın zorla öpülmüş olsun.
«Çünkü hörmet kocası bâin olduğu için
gelmiştir.» Yani mirâstan kaçmak onun tarafından gelmiştir.
«Hastalığı esnasında karısına liân» sözünü
musannıf mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh kazfin sağlamken veya hasta iken
yapılmasına şâmildir. İmam Muhammed'e göre kazfi sağlamken yapmış, liân hasta
iken olmuşsa kadın mirâsçı olamaz. Nehir.
«Veya ilâ yapanın hükmü de böyledir.»
Musannıf bu sözle îlâ müddetinin de hasta iken geçtiğini kasdetmiştir. Bahır
«Sebebi yukarıda geçti.» Yani ayrılık koca
tarafından gelmiştir. Hidâye sahibi diyor ki: "Bu yapılması lâbud bir
fiile tâlik kabîlindendir. Çünkü kepazeliği kendinden def için kadın dâvâya
vermeye mecburdur."
«Sağlamken kadına ilâ yapar da ilh...»
meselesinde kadının mirâsçı olamamasının vechi şudur: İlâ talâkı cima'sız dört
ayın geçmesine tâlik mânâsındadır. Tâlikla şartın ikisinin de mutlaka erkeğin
hastalığı zamanında olması lâzımdır. Burada ise dönmek suretiyle bunun ibtali
mümkünse de bu erkeğe lâzım gelen bir zararladır. Bu zarar keffâretin vâcib
olmasıdır. Binaenaleyh imkân bulmuş sayılmaz. Bahır.
«Ve ölürse» yani kadının iddeti içinde
ölürse demektir.
«Hastalığın ölüm hastalığı olması lâzımdır
ilh...» cümlesi ikinci meselenin ta'lilidir. T.
«Talâk-ı bâinde dahi kadının ilh...»
cümlesi üçüncü meselenin ta'lilidir. Yani dinden dönmek mirâs ehliyetini
ortadan kaldırır demek istiyor. T.
METİN
Nitekim kadını talâk-ı ric'i ile boşar veya
hiç boşamaz da kadın kocasının oğluna râm olur veya onu öperse kocasına mirâsçı
olamaz. Çünkü ayrılık kadın tarafından gelmiştir. Yahut kadını onun emriyle
bâin kılar veya kocasından hul' olur yahut kendini ihtiyar ederse velevki
bülûğ, âzâdlık, âlet kesikliği ve kalkınamamak sebeblerinden biriyle olsun
kocasına mirâsçı olamaz. Çünkü kadın razıdır.
Onun emriyle diye kayıdlaması şundandır:
Zira kadın kendisini talâk-ı bâinle boşar da kocası razı olursa onun rızasiyle
amel ederek kadın mirâsçı olur. Kınye. Kocası hapiste kapalı yahut harb safında
bulunursa -tâun hastalığının salgın hale gelmesi de bunun gibidir. Eşbâh.- veya
evinin dışındaki işleriyle meşgul olup bir elemden şikâyeti varsa yahut hummalı
ise kısas yahut recm sebebiyle hapsedilmişse karısı mirâsçı olamaz. Çünkü selâmet
gâlibtir.
İZAH
«Veya hiç boşamaz da» yani talâk-ı ric'î
ile hiç boşamamak arasında fark yoktur demek istiyor.
«Kocasının oğluna râm olursa» ifadesindeki
râm olmak yani itâat etmek bir kayıd değildir. Çünkü kadın o işi zorla da yapsa
yine mirâsçı olamaz. Zira kocası tarafından hakkı ibtal edilmemiştir. Nitekim
Bedâyı'dan naklen Bahır'da izah edilmiştir. Lâkin oğluna bunu babası emrederse
kadın mirâsçı olur. Nitekim arzetmiştik.
«Çünkü ayrılık kadın tarafından gelmiştir.»
Binaenaleyh kadın hakkının sâkıt olmasına razı demektir.
«Yahut kadını onun emriyle bâin kılar.»
sözü kadın bir talâk isteyip kocasının üç talâkla boşamasına da sâdıktır.
Binaenaleyh Bahır sahibinin: "Ben bunun hükmünü görmedim." demesi
açık olarak görmedim mânâsınadır. Sonra şöyle demiştir: "Bu kadına mirâs
verilmemek gerekir. Çünkü talâk-ı bâine razı olmuştur."
«Veya kocasından hul' olursa» diye
kayıdlaması şundandır: Çünkü bu kadını ecnebî bir kimse hasta olan kocasından
hul' ederse, kocası iddet içinde öldüğü takdirde kadın ona mirâsçı olur. Çünkü
kadın bu talâka razı olmamıştır. Kocası mirâs kaçıran olur. Bunu
Câmiu'l-Fûsuleyn'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Ben derim ki: Ta'lil şunu ifade eder:
Kadını ecnebî birisi mehri mukabilinde kocasından hul' yaparsa kadın buna razı
olduğu takdirde yine mirâsçı olur. Çünkü razı olması ayrıldıktan sonra vuku
bulmuştur. Binaenaleyh ayrılığa bir tesiri yoktur. Onun yalnız mehrinin
sukûtunda tesiri vardır. Böylece razı olmadan mirâs kaçırma sâbit oldu
demektir. Artık razı olmakla bunun hükmü kalkmaz ve bu kadın mirâsçı olmaz
denilemez. Çünkü rıza delili ortadadır. Muteber olan onun ayrılmazdan önce
bulunmasıdır. Ayrıldıktan sonra bulunması muteber değildir.
«Çünkü kadın razıdır.» Ayrılık onun
ihtiyariyle olmuştur. Zira sabredebilirdi. Bedâyı'.
«Onun rizasiyle amel ederek ilh...» Çünkü
mirâs hakkını ibtal eden onun razı olmasıdır. Nehir sahibi buna itiraz ederek:
"Talâk erkeğin hastalığında olursa bunun bir faydası yoktur. Çünkü onda
rıza delili mevcuddur." demiştir.
Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü kadın
kendi hakkını ibtal etmeyen mevkuf bir talâka razı olmuştur. Buna razı
olmasından hakkını ibtal edene de razı olması lâzım gelmez. Câmiu'l-Fûsuleyn'in
ibâresi şöyledir: "Bu kadının isteği ile yapılan talâk gibi değildir.
Çünkü kadın ibtal eden bir amele razı değildir. Onun kendimi boşadım demesi
ibtal edici değildir. Yalnız kocasının razı olmasına bağlıdır. Kocası hastalığı
esnasında razı olunca yeni bir talâk yapmış gibi olur ve mirâs
kaçırandır."
«Kocası hapiste kapalı ise...» Dürer-ü
Müntekâ'da bunun ibâresi "bir kalede kapalıysa" şeklindedir. Başka
kitabların ibâreleri de öyledir. Bundan sonra harb safında bulunursa demesi
mübâreze için saftan çıkmaktan ihtiraz içindir. Çünkü çıkarsa mirâs kaçıran
olur. Nitekim geçti. Burada mirâs kaçıran sayılmaması şundandır: UIema:
"Kal'a düşmanın zararını def içindir." demişlerdir. Nehir sahibi
diyor ki: "Bunun mutlak ifade edilmesi birbirlerine nisbetle az veya çok
olmalarının farkı olmadığını göstermek içindir. Ama ben bunu ulemanın söylediklerini
görmedim."
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa harb safında
bulunduğu müddetçe fark yoktur. Ama birbirlerine karışırlarsa Mi'râc'tan
naklettiğimizden biliyorsun ki hastalık hükmündedir. Meğerki bir taraf gâlib
gelmiş olsun.
TENBİH: Safta olanın benzeri batma
tehlikesi geçirmezden önce gemide bulunan yahut yırtıcı hayvanların veya
düşmanın bulunduğu yere giden gibidir. Bahır.
«Tâun hastalığının salgın hale gelmesi de
bunun gibidir.» Fetih'de Şâfiîlerden naklen bildirildiğine göre bu hastalık
hükmündedir. Fetih sahibi: "Ama ben bunu bizim ulemamız tarafından
söylendiğini görmedim." demiştir. Hanefîlerin kaideleri bu kimsenin sağlam
gibi sayılmasını gerektirir. Hâfız Askatânî Bezlü'l-Mâûn adlı kitabında şöyle
demiştir: "Hanefî ulemasından bir cemaatın bana söyledikleri budur.
Eşbâh'da: Nihayet bu kimse harb safında
bulunan gibidir. Binaenaleyh mirâs kaçıran sayılmaz denilmektedir. "İmam
Mâlik'e göre de sahih olan budur. Nitekim Dürr-ü Müntekâ'da belirtilmiştir.
Şürunbulûliyye sahibi diyor ki: "Bu teslim edilemez Çünkü harb
safındakilerle beraber bulunup müdafaa yapan kimseyle onlar gibi bir kavmin
arasında bulunup atış kuvveti olmayan kimseler arasında tâun yayıldığı zaman
bir benzerlik yoktur."
Ben derim ki: Bir mahalleye veya beldeye
tâun girerse ora halkını helâk korkusu alır ve harbin kızıştığı hale benzer.
Tâunun gîrmediği mahalle veya belde böyle değildir. Binaenaleyh bu tafsilâta
göre hareket gerekir. Biliyorsun ki itibar helâk korkusunun galebesinedir.
Sonra gizli değildir ki, bütün bu söylenenler yaralanmayan kimse hakkındadır.
«Çünkü selâmet gâlibtir» Zira kal'a düşmanı
def için yapılır. Yırtıcı hayvanların yaşadığı yerle hapisten de bir çaresi
bulunup kurtulunabilir. Bunu Hindiyye'den naklen Tahtâvî söylemiştir.
METİN
Hâmile kadın mirâs kaçıran olamaz. Ancak
doğum sancısıyla beraber olursa müstesnadır. Çünkü kadın o zaman hasta gibidir.
İmam Mâlik'e göre ise altı ayını tamamladıktan sonra hasta gibi olur.
Hasta olan bir kimse kadının bâin talâkını
ecnebî birinin yani karı-kocadan başka birinin-velevki kadının o kocadan
doğurduğu çocuğu olsun- fiiline yahut vaktin gelmesine tâlik eder de hem tâlik
hem şart hastalığında bulunursa yahut kadının talâkını kendi fiiline tâlik eder
de tâlikle şartın ikisi birden veya yalnız şart hastalıkta bulunursa yahut
kadının talâkını kadının yemek gibi mutlaka lâzım olan tabiî veya anne-babası
ile konuşması gibi şer'î bir filline tâlik eder de her ikisi yahut yalnız şart
hastalığında bulunursa kadın mirâsçı olur. Çünkü kocası mirâs kaçırandır.
Bedâyı'daki şu mesele de bu kabîldendir:
"Bir kimse karısına: Seni boşamazsam yahut senin üzerine evlenmezsem sen
üç defa boşsun der de bunu yapmadan ölürse karısı mirâsçı olur. Ama karısı
ölürse kocası ona mirâsçı olmaz.
İZAH
«Doğum sancısı»nın tefsirinde ihtilâf
edilmiştir. Bazıları kadın doğuruncaya veya ölünceye kadar dinmek bilmeyen
ağrıdır demiş; bazıları bazen dinse de ona yine doğum sancısı denildiğini
söylemişlerdir. Çünkü sancı bazen sükûnet bulup bazen şiddetlenir. Birinci
tarif daha güzeldir. Bunu Müctebâ'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Hasta olan bir kimse» yani hem tâliki hem
şartı yahut bunlardan birini yaparken hasta bulunan bir kimse demek istiyor. Bu
her ikisini yaparken sağlam bulunmaktan ihtirazdır. Çünkü öylesi bu meselenin
suretlerinden değildir.
«Bâin talâkını» diye kayıdlaması mirâs
kaçırma hükmü ancak onunla sâbit olduğu içindir. Bahır. Çünkü talâk-ı ric'îde
mirâs kaçırma yoktur. Velevki onu kadının rızası cimadan hastalığında yapsın.
«Yahut vaktin gelmesine tâlik ederse»
cümlesinden murad semavî yani Allah tarafından olan bir şeye tâlik etmektir.
Buna tâlik demesi muzaf hükmün ona bağlı olması cihetinden şart mânâsında
olduğu içindir. Nitekim Bahır sahibi tâlik bâbında bunu tahkîk etmiştir.
«Yalnız şart» yani üzerine tâlik yapılan
şey ki şu haneye girersen boşsun cümlesinde o haneye girmesidir.
«Veya anne-babası ile konuşması gibi» her
zi-rahim akraba anne-baba gibidir. Oruç, namaz, borç ödemek ve ödenen borcu
almak gibi şeyler de böyledir. Nehir. Tatarhâniyye'de şöyle denilmektedir:
"Kadının talâkını anne-babasının evine gitmesine tâlik eder de o da
giderse koca-sına mirâsçı olur. Çünkü onları ziyarete gitmek kadının mutlak
surette borcudur."
«Yahut yalnız şart hastalığında bulunursa»
meselesinde İmam Muhammed muhâliftir. Ona göre tâliki sağlamken yaparsa kadına
mutlak surette mirâs verilmez. Bahır sahibi diyor ki: "Ulema İmam
Muhammed'in kavlini sahihlemişlerdir." Nehir sahibi bu kavlin sahih kabul
edildiğini Fahru'l-İslâm'dan nakletmiştir.
«Çünkü kocası mirâs kaçırandır.» Tâlikı
ecnebi birinin fiiline yahut vaktin gelmesine yapar daher ikisi hastalık
halinde bulunurlarsa mücerred tâlik ile mirâs kaçırma kasdı tehakkuk etti
demektir. Onun için hastalık halinde yalnız şart bulunursa bize göre kadın
mirâsçı olmaz. İmam Züfer buna muhâliftir. Tâlikı kendi fiiline yapar da ikisi
de yahut yalnız şart hastalıkda bulunursa yine mirâs kaçırmak tehakkuk eder.
Çünkü ya hem tâlik hem şartla yahut yalnız şartla kadının hakkını ibtal ve ona
zarar kasdetmiştir. Bu ise başkasının hakkını ibtal etmez.
Nitekim mecburiyet halinde başkasının
malını telef etmek böyledir. Tâlikı kadının mutlaka yapması lâzım gelen bir
işine yapar da şart hastalıkta bulunursa yine mirâs kaçırma tehakkuk eder.
Çünkü ya dünyada helâk yahut âhirette azab korkusundan kadın o işi yapmaya
mecburdur. Bu satırlar kısaltılarak Nehir'den alınmıştır.
«Bu kabildendir.» Yani mirâs kaçırma
kabilindendir ve kendi fiiline tâlikdır. Kadının burada mirâsçı olması şart
bulunduğu içindir Şart boşamamak yahut ölümünden önce üzerine evlenmemektir ki,
hastalığı zamanına rastlar. Binaenaleyh adam mirâs kaçırandır. Velevki tâlik
sağlamken yapılmış olsun. Erkeğin karısına mirâsçı olamaması hakkının sâkıt
olmasına rıza gösterdiği içindir. Zira şartı kadının ölümüne kadar
geciktirmiştir.
Yine Bedâyı'da zikredildiğine göre bir adam
karısına: "Basra'ya gelmezsem sen üç defa boşsun." der de ölünceye
kadar Basra'ya gitmezse kadın mirâsçı olur. Fakat kadın ölürse kocası ona
mirâsçı olur. Çünkü karısı iken ölmüştür. Zira vukûun şartı yoktur. Bu adam
Basra'ya karısı öldükten sonra gidebilir. Yani kadını boşaması ve üzerine
evlenmesi bunun hilâfınadır. Çünkü kadın öldükten sonra bunlar mümkün değildir.
TENBİH: Şârihin talâkı üç defa diye
kayıdlaması kadının ölümü meselesinde lâzım değildir. Çünkü talâk-ı ric'îyle
boşar da kadının son nefesinde olduğuna hükmedersek meydana gelen talâk yine
bâindir. Çünkü iddet bekleme imkânı yoktur. Hiç cima edilmeyen kadın gibi olur.
Nitekim bunu Fetih'den naklen sarîh bâbında: "Seni boşamazsam sen
boşsun." dediği yerde arzetmiştik.
METİN
Diğerlerinde kadın mirâsçı olmaz. Bundan
murad her ikisi sağlamken yahut yalnız tâlik sağlamken yapılan, yahut kadının
yapmayabileceği bir işine tâliktir. Bunların toplamı onaltı eder. Çünkü tâlik
ya bir vaktin geçmesine, ya bir ecnebînin fiiline yahut kendi fiiline olur.
Bunların her birinin dört vechi vardır. Zira tâlik ile şart ya sağlamken, ya
hastayken yahut biri sağlam biri hastayken olur. Bunların hükümlerini gördük.
Bir adam sağlamken karısına: "Ben ve
filan dilersek sen üç defa boşsun." der de sonra hastalanır ve hem koca
hem ecnebî beraberce dilerlerse yahut evvela koca sonra ecnebî dileyerek koca
ölürse kadın mirâsçı olamaz. Evvela ecnebî sonra koca dilerse kadın mirâsçı
olur. Hâniyye'de böyle denilmiştir. Fark gizli değildir. Çünkü evvela ecnebîninin
dilemesiyletalâk yalnız onun fiiline muallak olmuştur.
İZAH
«Yahut yalnız tâlik sağlamken yapılan» yani
yalnız tâlik ecnebî birinin fiiline yahut vaktin gelmesine yapıldığı surettir.
Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Bu evvelce metinden anlaşılmıştı. Demek ki
burada tâlik umumuna yorumlanmaz. Hatta kendi fiiline şâmil değildir. Zira
yalnız tâlikı sağlamken kendi fiiline yapar da şart hasta iken olursa kadın ona
mirâsçı olur. Musannıf bunu metinde açıklamıştır. Binaenaleyh bunun umuma dahil
olması doğru değildir. Sâlhânî'nin elyazısıyla böyle denilmiştir.
«Yahut kadının yapmayabileceği bir işine
tâliktır.» Bu mutlaktır. Yani ister tâlik ve şart hasta iken yapılsın, ister
bunlardan yalnız biri hasta iken yapılsın fark etmez. Tebyîn'de şöyle denilmiştir:
"Bunlardan yani bu zikrettiğimiz suretlerden başka yerlerde kadın mirâsçı
olamaz. Bunlardan murad bütün vecihlerde tâlik ile şartın sağlamken yapılması
yahut ecnebînin fiiline veya vaktin gelmesine tâlik ederse tâlikın sağlamken
yapılması yahut kadının yapmayabileceği bir işine nasıl olursa tâlik yapmasıdır
ki, bu suretlerin hepsinde kadın mirâsçı olmaz." H.
«Bunların toplamı onaltı eder.» Hatta
yirmisekize çıkarmak mümkündür. Çünkü tâlikı kendi fiiline veya kadının fiiline
yahut ecnebî birinin fiiline yaptığında bu fiil ya çaresiz yapılacak
fiillerdendir ya değildir. Böylece altı suret meydana gelir. Bunlar şart ve
tâlikın dört vechiyle çarpılırsa yirmidört eder. Vakte tâlik ederse dört suret
daha meydana gelr ve mecmuu yirmisekiz olur. Lâkin kendi fiiliyle ecnebînin
fiili arasında yapılması lâbud olanlarla olmayanlar hususunda fark yoktur.
Kadının fiiline tâlik etmesi bildiğin gibi bunun hilâfınadır. Sonra şurası da
gizli değildir ki tâlikle şartın her ikisinin sağlamken yapılmasının hastanın
talâkında bir tesiri yoktur. Onun için Bahır sahibi bunu zikretmemiştir.
Binâenaleyh münasib olan onu atmaktır. Böylece suretler yirmibir olur.
«Bir adam sağlamken karısına...» tâlik
yaparsa metinde beyan edildiği gibi hüküm verilir. Fakat hasta iken tâlik yaparsa
kadın bütün suretlerde mirâsçı olur. Çünkü bu hem ecnebînin hem kendinin
fiiline tâlik kabîlindendir. Buna delâlet eden suretler yukarıda görüldü. T.
«Fark gizli değildir» Bahır sahibi diyor
ki: "Bunun hâsılı şudur: Talâk her ikisinin dilemesine tâlik edilmiştir.
Beraberce dilerlerse koca tam bir illet teşkil etmez. Binaenaleyh mirâs kaçıran
sayılmaz. Kocanın dilemesi sonra olursa iş değişir. Çünkü o zaman onunla illet
tamam olur." Yani bu iş kendi fiiline tâlik kabîlinden olur ve yalnız
şartın hastalık halinde bulunması kâfidir. İlk iki vecih bunun hilâfınadır.
Çünkü onlar ecnebînin fiiline tâlik kabîlindendir. Onda tâlik ile şartın
mutlaka hasta iken yapılması lâzımdır. Halbuki biz tâlikin sağlamken
yapıldığını farzediyoruz.
METİN
Ölüm hastası ile karısı sağlamken üç talâk
yapıldığında ve iddetin bittiği hususunda birbirlerini tasdik ederler de sonra
adam karısına bir borç veya ayn ikrar eder yahut kadına bir vasiyyette
bulunursa, kadına onun yani ikrar veya vasiyyet ettiği şeyden ve mirâsdan
hangisi az ise o verilir. Çünkü töhmet vardır. Kadın kocasının ikrar ettiği
vakitten itibaren iddet bekler. Bununla fetva verilir.
İZAH
«Ve iddetin bittiği hususunda» diye
kayıdlaması ;mameyn'in muhalefetini belirtmek içindir. Onlara göre erkeğin
ikrar ve vasiyyeti câizdir. Zira iddet lâzım gelmediği için ortada töhmet
yoktur. Nitekim Tebyîn'de böyle denilmiştir. Bundan onlaşılır ki, karı-koca
sağlamken üç talâk yapıldığında birbirlerini tasdik eder de iddetin bittiğinde
tasdik etmezlerse kadın bilittifak az olanı alır. H.
«Kadına ikrar veya vasiyyet ettiği şeyin ve
mirâsın hangisi az ise o verilir.» Yani vasiyyet edilen şey mirâstan azsa
kadına o verilir. Mirâs vasiyyet edilenden azsa o verilir.
«Çünkü töhmet vardır.» Bu töhmet kocası
kadına alacağı mirâstan ziyadesini versin diye karı-kocanın birbirinden
ayrıldıklarını ve iddetin geçtiğini ikrar için anlaşmaları töhmetidir ki,
yalnız ziyade hususundadır. Biz bunu reddederiz. İmameyn ikrar ve vasiyyetin
câiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü iddet olmadığı için kadın o adama ecnebî
olmuştur. Buna delil adamın kadın lehine şâhidliğinin kabul edilmesi, zekâtını
o kadına verebilmesi ve kadının başka kocaya varabilmesidir. Cevap şudur:
Âdeten zekât, şâhidlik ve kocaya varma hususunda anlaşma olmaz. Binaenaleyh
töhmet de yoktur. Bu satırları Bahır sahibi kısaltarak Hidâye ve şerhlerinden
almıştır.
«Kadın kocasının ikrar ettiği vakitten
itibaren ilh...» Hidâye'de böyle denilmiştir. Hâniyye'nin iddet bâbında
fetvanın buna göre olduğu bildirilmiştir. Hal böyle olunca yukarıda zikredilen
hükümlerden hiç biri sâbit olamadığı gibi kocası bu kadının kızkardeşi ile ve
ondan başka dört kadınla dahi evlenemez. Halbuki bu ulemanın burada
açıkladıklarının hilâfınadır. Bununla Surûci'nin Gâye'de yaptığı itiraz da
defedilmiş olur. O şöyle demiştir: "Hâli hakem kılmak gerekir. Bakılır:
Karı-kocanın arasında geçimsizlik zuhur etmiş de kocası hastayken kadın onun
hizmetini terketmişse bu anlaşma yapmadıklarına delildir. Töhmet de yoktur.
Aksi takdirde sahih olmaz. Çünkü töhmet vardır." Nehir sahibi de bunu
ikrar etmiştir.
Hâsılı şudur: Ulemanın burada
kararlaştırdıkları kocasının bu kadın lehine şâhidliğinin kabul edilmesi gibi
hükümler iddetin talâk vaktinde başlamasını iktiza eder. İddet bâbında sahih
diye kabul ettikleri iddet ikrar vaktinden vâcib olur. Sözü ise bu hükümlerin
bulunmamasını iktiza eder.
Ben derim ki: İddetin ancak talâk vaktinden
vâcib olduğu gizli değildir. Karı-koca iddetin geçtiğini ikrar ederlerse töhmet
bulunmayan bir hususta doğru söylemiş olurlar. Onun için ulema bu kadına nafaka
ve mesken verilmesi vâcib olmadığını açıklamışlardır. Bunu kocası tasdik ettiği
için yapmışlardır. Yukarıda geçen şâhidlik ve emsalinde töhmet yoktur. Çünkü
âdeten onlarda anlaşma olmaz. Mirâs mikdarından ziyade vasiyyet bunun
hilâfınadır. Onun hakkında Ebû Hanife'ye göre karı-kocanın sözleri tasdik
edilmez. O ziyadeyi ibtal için iddetin bitmediğini takdir etmiştir. Çünkü
töhmetin yeri budur. Şu halde murad sair hükümler hususunda iddetin bitmemesi
değildir. Murad sadece töhmet yeri hakkında onun bitmesidir.
Bu izahtan anlaşılır ki, her iki kavil yani
gerek iddet talâk vaktinden başlasın, gerekse ikrar vaktinden başlasın umumu
üzere değildir. Onun için Fethü'l-Kadir sahibi iddet bâbında şöyle demiştir:
"Müteehhirinin fetvası yani iddet ikrar vaktinden vâcib olur sözleri dört
mezhebin imamlariyle sahabe ve tâbiinin cumhuruna muhâliftir. Onların
muhalefeti töhmetten dolayı olduğundan töhmet yerlerini ve kendilerinden
anlaşma beklenen insanları araştırmak gerekir.
Onun için İmam Suğdî tafsilât vermiş, İmam
Muhammed'in Mebsûttaki: "İddetin ibtidası talâk vaktinden başlar."
sözünü karı-koca talâkın isnad edildiği vakitte ayrıldılarsa diye
yorumlamıştır. Ayrılmadılarsa her ikisinin yalan söyledikleri zâhirdir ve isnad
hususunda tasdik edilmezler."
Bahır sahibi iddet bâbında: "İşte
arabulmak böyle olur." demiştir. Yani mütekaddiminle müteehhirinin sözleri
arası böyle yatıştırılır demek istemiştir. Bundan anlaşılır ki Surûcî'nin:
"Hali hakem kılmak gerekir." sözü dogrudur. Lâkin onun:
"Geçimsizlik ve kocasının hizmetini terk etmesi anlaşma olmadığına
delildir." sözünü Fetih sahibi reddetmiş, bunun zâhir olmadığını
söylemiştir. "Çünkü kocasının kadına alacağı mirâstan daha fazlasını
vasiyyet etmesi, bu geçimsizliğin bir hileden ibaret olduğu hususunda
açıktır." demiştir. Evet, İmam Suğdî'nin söylediği ayrılma işi bu adamın
karısına vasiyyeti sahih olmak, onun kızkardeşiyle evlenmek ve ondan başka dört
kadın alabilmek hususunda anlaşma olmadığında zâhirdir.
TENBİH: Bil ki kadının aldığı şey mirâsa
benzemektedir. Taksim edilmeden terekeden bir şey zâyi olursa bütün terekeden
sayılır. Tereke eşyadan ibaret olup kadın para almak istese buna hakkı yoktur.
Kadının aldığı bir cihetten borca da benzer. Hatta mirâsçılar onu terekeden
başka bir şeyden verebilirler. Kadının kendi ifadesine göre aldığını borç
sayarlar. Fethü'l-Kadir, Bahır ve diğer kitablarda böyle denilmiştir.
METİN
İkrar vaktinden itibaren iddet bittikten
sonra koca ölürse bütün ikrar ve vasiyyet ettiği şeylerkadına verilir.
İmâdiyye. Birbirlerini tasdiklerl kocanın ölüm hastalığında değilse kocanın
ikrar ve vasiyyeti sahihtir. Ama karısı yalanlarsa ikrarı sahih olmaz.
Mecma' şerhi, Fûsul'de şöyle denilmiştir:
"Kadın kocasının kendini hasta iken talâk-ı bâinle boşadığını iddia eder
de kocası inkârda bulunursa ve hâkim kocasından yemin ister o da yemin ederse,
sonra kansı kocasını tasdik edip kocası ölürse kadın ölümünden önce onu tasdik
ettiği takdirde kendisine mirâsçı olur. Ölümünden sonra tasdik ederse mirâsçı
olamaz." Nasılki kocasının hastalığında kadın kendi isteğiyle üç defa
boşanır da sonra kocası ona vasiyyette veya ikrarda bulunursa kadına bunların
az olanı verilir. Sağlam bir adam iki karısına sizden biriniz boş olsun der de
sonra ölüm hastalığında birisi hakkında talâkı beyan ederse, bu beyanla mirâs
kaçıran olur.
İZAH
«Bütün ikrar ve vasiyyet ettiği şeyler
kadına verilir.» Çünkü artık kadın ecnebî olmuştur. Töhmet kalkmıştır. Bunun
muktezası şudur ki: Kadının aldığı şeyin mirâsa benzer yeri kalmaz.
«Ama karısı yalanlarsa ikrarı sahih olmaz.»
Vasiyyeti dahi sahih değildir. Kadına ifadesine göre muamale yapılır. O
kendisinin bu adamın karısı ve mirâsçısı olduğunu söylemektedir. Mirâsçıya
vasiyyet yoktur. Ona ikrar da yapılamaz. T. Ama bunu "Kocası ölüm
hastalığında ikrarından itibaren karısının iddeti bitmeden yaparsa" diye
kayıdlamak gerekir. Çünkü kocası üç defa boşadığını ikrar edince onun ikrarıyla
amel edilerek kadın ondan bâin olur. Velevki karısı yalanlamış olsun ve adam
mirâs kaçıran olur. Hastalığından düzelir de sonra iddet içinde ölürse yahut
düzelmez de iddet geçtikten sonra ölürse kadın ona mirâsçı olamaz. Ama
kocasının ona vasiyyeti ve mal ikrarı sahih olur. Kadının talâk hakkındaki
sabık yalanlaması şimdi vâki olan talâka razı olmak sayılmaz. Nitekim gizl
değildir. Bana zâhir olan budur.
«Ölümünden sonra tasdik ederse mirâsçı
olamaz.» Ben derim ki: Bu ancak kadın bâin talâkın sağlamken yapıldığını iddia
ederse zâhir olur. Çünkü kadının dâvâsı o adamdan mirâsçı olmadığını itirafı
tezammun eder. Adam mirâs kaçıran değildir. Ama kadın bâin talâkın bu ölüm
hastalığında olduğunu iddia ederse zâhir değildir. Çünkü kadın arkasından
kocasına mirâsçı olabileceği bir talâk iddia etmektedir. Şu kadar var ki. bu
adamdan bâin oldugunu söyleyince ondan ayrılması icab ederdi. Kocasına bu vâcibi
iddia etmekle boşanmış olmasına razı olması Iâzım gelmez. Nitekim gizli
değildir. Binaenaleyh ona mirâsçı olması icab eder. Bu hususta kadının
dâvâsında ısrar etmesi veya ölümünden evvel yahut sonra kocasını tasdikte
bulunması fark etmez. Nitekim kadının iddia ettiğini kocası ikrarda bulunursa
hüküm budur. Ben bundan bahseden görmedim. Galiba açık olduğu için ulemabundan
söz etmemişlerdir.
«Nasılki kocasının hastalığında ilh...»
Birinci meselenin hükmünü buna benzetmesi bunda hilâf olmadığı içindir. Bildiğin
gibi birinci mesele bunun hilâfınadır.
«Kadına bunların az olanı verilir.» Yani
ikrar veya vasiyyet ettiği şeyle mirâstan hangisi azsa o verilir.
«Sağlam bir adam» diye kayıdlaması mirâstan
kaçırması beyanla olacağı içindir. Hasta ise beyanla değil o sözle mirâs
kaçıran olur.
«Sizden biriniz boş olsun.» Yani üç defa
boş olsun derse demek istiyor. Nitekim Kâfî'den naklen Fetih'in ibâresi
böyledir. Maksad budur. Çünkü sözümüz erkeğin ne ile mirâs kaçıran olacağı
hususundadır. Ric'î talâkla mirâstan kaçılmaz.
METİN
Kadın da ona mirâsçı olur. Kâfî. Bu şunu
ifade eder ki, bu adam sağlamken yemin eder de hasta iken yeminini bozarak onun
kadınlardan biri hakkında olduğunu beyan ederse mirâs kaçıran olur. Ama ben
bunu bir yerde görmedim. Nehir.
Kocanın karısının mirâsa ehil olduğunu
bilmesi şart değildir. Karısını hasta iken bâin olarak boşar da daha önce
efendisi onu âzâd etmiş bulunursa yahut kadın kitabîyye iken müslüman olursa,
kocası bunu bilmezse mirâs kaçıran olur. Kadın ondan mirâs alır. Zahîriyye.
Bunun hilâfına olarak bir kimse cariyesine:
Sen yarın hürsün der, kocası da: Sen yarından sonra üç talâkla boşsun derse,
kocası efendisinin sözünü bildiği takdirde mirâs kaçıran olur, bilmezse kadın
mirâsçı olamaz. Hâniyye.
Talâkı cariyenin âzâd olmasına veya
kendisinin hastalığına tâlik eder yahut kendisi sağlam iken talâka birini vekil
eder de o kimse onun hastalığı zamanında fakat kendisini azle kâdir olduğu
halde boşarsa mirâs kaçıran olur.
İZAH
«Kadın da ona mirâsçı olur.» Çünkü talâkı
kadının hakkı kendi malına teallûk ettikten sonra beyan etmiştir. Binaenaleyh
yapmak istediği kendine iade olunur. Nasılki yeni talâk yapmış olsa hüküm
budur. Bunun mirâs hakkında yeni talâk sayılması töhmetten dolayıdır. İki
kadından birisi adamdan önce ölür de ondan sonra adam ölürse kalan kadın
teayyün eder ve mirâsçı olamaz. Çünkü bu hükmen beyandır. Erkekten töhmet
kalkar. Meselenin tamamı Fetih'dedir.
Ben derim ki: "Bu beyanla mirâs
kaçıran olur" sözü "Mübhem talâkda beyan talâkı mânen beyan şartıyla
tâliktir." sözünü teyid eder. Yani beyan zamanında talâkın vukuu için
hâlin sebebi olur ve beyan halinde talâk sabık sözle vâki olur. Ama "Talâk
halen kadınlardanbirine gayr-i muayyen olarak vâkidir. Beyan hangisine olduğunu
tâyindir." diyenlere göre bu adamın mirâs kaçıran olmaması gerekir. Çünkü
talâk onun sıhhatli zamanında olmuştur. Bedâyı'da böyle denilmiştir. Bu hususta
sözün tamamı da oradadır.
«Sağlamken yemin eder de» meselâ talâkı
birinin fiiline tâlik ederek: Zeyd haneme girerse biriniz üç defa boş olsun
derse beyanla mirâs kaçıran olur. Fakat talâkı kendi fiiline tâlik ederse
beyanla değil hastalığındaki fiiliyle mirâs kaçıran olur.
«Karısının mirâsa ehil olduğunu bilmesi
şart değildir ilh...» Hâsılı adamın mirâs kaçıran olması için karısının mirâsa
ehil olması şarttır. Kadın cariye veya kitabîyye olur da kocası hastalığında
onu talâk-ı bâinle boşarsa kocasına mirâsçı olamaz. Çünkü ehliyeti yoktur.
Lâkin kocasının haberi yokken âzâd edilmiş veya müslüman olmuşsa kocası hasta
iken onu talâk-ı bâinle boşadığı takdirde mirâs kaçıran olur. Kadın ondan
mirâsını alır. Çünkü ayrılırken şart tehakkuk etmiştir.
«Sen yarından sonra üç talâkla boşsun»
derse cevap metinde beyan edildiği gibidir. Fakat: Sen yarın dahi üç talâkla
boşsun derse boşanmakla âzâdlık beraber olur. Kadına mirâs yoktur. "Sen
âzâd edildiğin zaman üç talâkla boşsun." derse mirâs kaçıran olur.
Zahîriyye'de böyle denilmiştir. Çünkü muallak rnuallaku'n-aleyhi tâkip eder ve
talâk vâki olmadan mirâs kaçırma şartı teallûk eder. Önceki bunun hilâfınadır.
Çünkü yarına muzaf olan iki şey beraberce vuku bulurlar.
«Bilmezse kadın mirâsçı olomaz» Çünkü bu
adam tâlk vaktinde kadının hakkını ibtal etmek istememiştir. Velevki kadın
talûk vâki olmazdan önce mirâsa ehil olsun ve tâlik zamanında hür olmasın. Çünkü
kadının âzâdlığı izafe edilmiştir. Talâk vaktinde hür olması ve kocasının bunu
bilmemesi bunun hilâfınadır. Zira bu hükmî bir iştir. Onu bilmek şart değildir.
Bahır'da böyle denilmiştir. Daha doğrusu: "Çünkü bu sâbit bir iştir."
demelidir.
TENBİH: Musannıfın: "Mirâs kaçıran
olur." demesi kadının üzenine üç talâk vâki olmasını iktiza eder. Aksi
takdirde talâk ric'î olur. Çünkü kadın hürre olmuştur. Ric'î talâkda mirâstan
kaçmak yoktur. Anla! Buna göre tâlik bâbında şart lâfızlarından önce geçen:
"Bir adam cariye olan karısına: Şu haneye girersen üç defa boşsun der de
cariye âzâd edilir ve o haneye girerse ona ric'at edebilir." ifadesi
müşkil kalır. Bunun muktezası burada iki talâk olmalıdır ve o adam mirâs
kaçıran sayılmamalıdır.
Fakat ulemanın izafetle tâlik arasında
söyledikleri farktan alarak şöyle cevap verilebilir: Muzâf hale sebeb olur,
muallak bunun hilâfınadır. Hatta sen yarın hürsün dese bugün onu satmaya mâlik
değildir. Ama yarın geldiği vakit hürsün derse satabilir. Nitekim Eşbâh'ın
talâk bahsinde beyan edilmiştir. Bizim meselemizde de cariyesine sen yarın
hürsün deyince hal için sebeb münakid olmuştur. Kocası: Sen yarından sonra üç
defa boşsun deyincehürriyetin sebebi tehakkuk ettikten sonra talâk için sebeb
münakid olmuştur. Binaenaleyh üç talâk boş olur. Tâlik meselesi bunun
hilâfınadır. Zira bu adam tâlik vaktinde iki talâktan fazlasına mâlik değildir.
O vakit hürriyetin sebebi de tehakkuk etmiş değildir. Şu halde mâlik olduğundan
daha fazlası vâki olamaz. Bana zâhir olanın son haddi budur.
«Talâkı cariyenin âzâd olmasına» tâlik eder
de hem tâlik hem şart hastalığında bulunurlarsa demek istiyor. Çünkü bu ecnebî
birinin fiiline tâliktir. T.
«Veya kendisinin hastalığına» tâlik ederek:
Ben hasta olursam sen üç defa boşsun derse mirâs kaçıran olur. Çünkü yeminin
bozulmasının şartı olarak mutlak surette hastalığı göstermiştir. Mutlak
hastalık ekseriyetle ölümle neticelenen döşeğe düşmedir. Ölüm hastalığı da
budur. Valvalciyye'de böyle denilmiştir. Bahır sahibi bu kavlin sahih kabul
edildiğini Hâniyye'den nakletmiştir.
Ben derim ki: Bunun muktezası şudur: Bu
adam önceden hastalanıp sonra düzelse kadın boş düşmez. Çünkü hastalığı mutlak
mânâsına almıştır ki, kâmil olan demektir. O da kendisine ölüm bitişen
hastalıktır. O halde murad mutlak hastalık değil maraz-ı mutlaktır. Bunların
arasında ise mâl mutlak ile mutlak su arasında olduğu gibi açık fark vardır.
METİN
Ayrılık sebebine hasta olduğu halde kadın
teşebbüs eder de iddet bitmeden ölürse kocası ona mirâsçı olur. Nitekim
aralarındaki ayrılık bülûğ ve âzâdlık muhayyerliğinde kadının kendini ihtiyar
etmesiyle veya hasta olduğu halde kocasının oğlunun onu öpmesiyle veya ona râm
olmasıyla vuku bulursa hüküm budur. Çünkü ayrılık onun tarafından gelmiştir.
Bundan dolayı da talâk değildir. Ayrılmalarına âletin kesilmesi, kalkınamamak
ve liân gibi bir şeyin sebeb olması bunun hilâfınadır. Çünkü bu suretlerde
kocası ona mirâsçı olamaz. Hâniyye'de ve Câmi'den naklen Fetih'de
bildirildiğine göre mezheb budur. Kâfî sahibi kesinlikle buna kâil olmuş; Bahır
sahibi de mezhebin bu olduğunu söylemiştir. Çünkü bu talâkdır ve kadına
muzaftır. Bu birincisi gibidir. Binaenaleyh kocası ona mirâsçı olur diyenler de
olmuştur. -Bunu diyen Zeylaî'dir.- Kadın dinden döner de sonra ölür yahut dar-ı
harbe kaçarsa bakılır: Dinden dönmesi hastalık esnasında olmuşsa kocası
istihsanen ona mirâsçı olur. Aksi halde yani sağlamken dinden dönmüşse ona
mirâsçı olamaz. Kocasının dinden dönmesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu onun ölüm
hastalığı mânâsındadır. Binaenaleyh karısı ona mutlak surette mirâsçı olur.
Karı-koca beraberce dinden dönerler de sonra kadın müslüman olursa kocasına
mirâsçı olur. Aksi câiz değildir. Hâniyye.
İZAH
«Ayrılık sebebine kadın teşebbüs eder de
ilh...» sözü erkeğin nasıl mirâs kaçıran olacağını beyandan sonra kadının nasıl
mirâs kaçıran olacağını beyana başlamaktır. Şârih bâbınbaşındaki: "Mirâs
kaçırma bazen kadından da olur." sözü ile buna işaret etmişti.
«Kocası ona mirâsçı olur.» Çünkü erkeğin
ölüm döşeğinde iken malına nasıl karısının hakkı teallûk ederse kadının ölüm
döşeğinde de malına kocasının hakkı teallûk eder. Bahır.
«Veya ona râm olmasıyla» sözü zorla
yapmasından itiraz içindir. Çünkü zorla yaparsa ayrılık sebebi kadından
gelmediği için kocası ona mirâsçı olamaz. Kadını zorlaması için babası oğluna
emretmişse evleviyetle kadına mirâsçı olamaz. Fakat erkek hasta olur da
analığını zorlaması için oğluna emrederse bunun hilâfınadır. O mirâs kaçıran
olur, karısı mirâsına konar. Emretmezse mirâs kaçıran sayılmaz. Nitekim
yukarıda geçmişti.
«Bundan dolayı» yani kadın tarafından
geldiği için talâk sayılmayıp fesh olur. Çünkü kadın boşamaya ehil değildir.
«Kocası ona mirâsçı olamaz.» Kadın da
kocasına mirâsçı olamaz. Nitekim izahı musannıfın "kocasından hul' olur
veya nefsini ihtiyar ederse" dediği yerde geçmişti. Lâkin liânda kadın
kocasına mirâsçı olur. Çünkü liânın başlangıcı erkek tarafındandır. Nitekim
geçmişti.
«Çünkü bu talâkdır.» Binaenaleyh kocası
tarafından yapılmış sayılır ve kadın buradan muztar mevkide kaldığı için mirâs
kaçıran sayılmaz. Liânda kendinden kepazeliği def için buna muztardır, âlet
kesildiğinde ve kalkınamamada ise nikâhtan beklenen iffet hâsıl olmadığı
içindir. Binaenaleyh kadının çaresiz yapması gereken bir fiiline tâlik gibi
olur. Kocasının hastalığında kadının talâk istemesi, onun da boşaması bunun
hilâfınadır. Çünkü kadın zaruret yokken hakkının iskat edilmesine razı
olmuştur. Onun için kocasına mirâsçı olamaz. Velevki kocası tarafından yapılmış
talâk sayılsın.
Evet, kocasının hastalığında âleti kesik
olduğu veya kalkınamadığı için kadın kendini ihtiyar ederse kocasına mirâsçı
olamaması müşkildir. Zira mirâsçı olamamasının illeti kadının razı olmasıdır.
Nitekim yukarıda geçti. Binaenaleyh bu muztar kalma dâvâsına aykırıdır. Cevap
şudur: Bu hakikaten muztar kalmak değildir. Binaenaleyh aykırılık yoktur.
Kadının hakikaten muztar kaldığı teslim edilse bile bundan kocasına mirâsçı
olması lâzım gelmez. Çünkü ona mirâsçı olması ancak onun mirâs kaçırdığı sâbit
olduğuna göredir. Böyle bir şey de sâbit olmamıştır. Binaenaleyh bu kadın kocasının
oğlu tarafından zorla cima edilen kadın gibidir. Ona mirâsçı olamaz. Meğerki
babası oğluna bunu emretmiş olsun. Nitekim yukarıda geçti.
Şu halde kadının muztar kalmasından
kocasının mirâs kaçırıcı olması lâzım gelmez. Çünkü kocasının ona bir cinayeti
yoktur. Buradaki onun hilâfınadır. Zira kadının muztar kalması bir özürdür.
Çünkü kendi tarafındandır. Binaenaleyh burada muztar kalışı tesirlidir. Erkeğin
mirâs kaçırması bunun hilâfınadır. O onun tarafından geldiği için kadının
iztırarı ona tesir etmez. Zorlanan kimse gibi ki başkasının ölümü için
zorlanması ancak kısası kendinden def için kendi fiilinde tesir eder,
başkasının fiiline tesir etmez. Başkasından murad zorladığıkimsedir.
Bu söylediklerimizi Fetih sahibinin şu sözü
de teyid eder: "Erkeğin hastalığında karısı ile ayrılmalarına âletinin
kesikliği, kalkınamaması, bülûğ muhayyerliği ve âzâdlık gibi şeyler sebeb
olursa karısı ona mirâsçi olamaz. Çünkü kadın hakkını ibtal eden sebebe
razıdır. Velevki muztarı olsun. Zira iztırarın sebebi erkek tarafından
gelmemektedir. Binaenaleyh ayrılma hususunda erkek cinayet işlemiş
değildir." Burada bana zâhir olan budur.
«Kocası istihsanen ona mirâsçı olur.» Çünkü
kadının mirâs kaçırmak istediği anlaşılmıştır. T. Kıyasa göre ona mirâsçı
olamaması gerekirdi. Çünkü müslümanla kâfir arasında mirâs muamelesi cereyan
etmez. T.
«Sağlamken dinden dönmüşse ona mirâsçı
olamaz.» Çünkü kadın helâke yaklaşmadan dinden dönmekle bâin olmuştur. Bu
helâke yaklaştıran dinden dönme değildir. Zira kadın öldürülmez. Fetih'de böyle
denilmiştir.
«Kocasının dinden dönmesi bunun hilâfınadır
ilh...» Çünkü dinsizliğinde devam ederse öldürülür. T.
"Mutlak surette mirâsçı olur."
Yani sağlamlığında ve hastalığında mirâsçı olur. T.
"Karı-koca beraberce dinden dönerlerse
ilah..." Burada Bahır sahibi şunları söylemiştir: "Karı-koca
beraberce dinden dönerler de sonra birisi müslüman olur ve sonra birisi ölürse
müslüman olan öldüğü takdirde mürted ona mirâsçı olamaz. Mürted olarak ölen
koca ise müslüman olan karısı ona mirâsçı olur. Dinden dönen kadın ölürse
bakılır: Dinden dönmesi hastalık esnasında olmuşsa müslüman olan kocası
mirâsını alır. Sağlamken olmuşsa kadına mirâsçı olamaz. Hâniyye'de böyle
denilmiştlr."
METİN
Bir adam evlendiğim son kadın üç defa boş
olsun der de bir kadın nikâh ederse, sonra bir kadın daha nikâh edip koca
ölürse evlendiği anda son kadın boş olur. Ve kocası mirâs kaçıran olmaz.
İmameyn buna muhâliftir. Çünkü ölüm bildiricidir. Evlenmenin son diye
vasıflanması şart vaktinden itibarendir. Binaenaleyh müstenid olarak sâbit
olur. Dürer.
FER'İ MESELELER: Bir adam hastalığında
karısını talâk-ı bâinle boşar da sonra ona seninle evlenirsem üç defa boşsun
der ve iddet içinde onunla evlenerek hastalığı esnasında ölürse kadın mirâsçı
olamaz. Çünkü kadın yeni bir iddet içindedir. Evlenme kadının fiiliyle hâsıl
olmuştur. Binaenaleyh bu mirâs kaçırma değildir. İmam Muhammed buna muhâliftir.
Hâniyye.
Kocası öldükten sonra kendisini hastalığı
esnasında boşadığını iddia eden karısını mirâsçılar yalanlarlarsa söz
kadınındır. Nasılki kadın kocam beni uyurken boşadı der de mirâsçılar uyanıkken
boşadığını söylerlerse söz yine kadınındır. Valvalciyye.
Bir kimse hasta iken karısını boşar da
iddeti bittikten sonra ölürse ev eşyasından müşkil olanlar kocanın mirâsçısına
verilir. Çünkü kadın ecnebi olmuştur. İddet içinde ölmesi bunun hilâfınadır.
Câmiu'l-Fûsuleyn.
İZAH
"Son kadın boş olur." Sözünü
Şârih Dürer sahibine uyarak ziyade etmiştir. Bunu metnin ibâresini düzeltmek
için yapmıştır. Kocası mirâs kaçıran olmayınca kadın ondan mirâs alamaz. Kadın
zifaf olunmuşsa kendisine bir buçuk mehir verilir. Mehir şüpheyle zifaf için,
yarısı da cima'dan önce boşandığı içindir. Kadın iddetini hayızla bekler yas
tutmaz. Zeylai.
"İmameyn buna muhâliftir." Onlara
göre talâk ölüm anında olur. Çünkü son diye tehakkuk eden vakit o vakittir ve
adam mirâs kaçıran olur. Karısı kendisinden mirâs alır, bu kadına bir mehir
verilir ve talâkla vefat iddetlerinin hangisi uzunsa onu bekler. Ric'î talâkla
boşanmışsa vefat iddeti beklemesi gerekir, yas tutması da lâzımdır. Bunu Zeylaî
söylemiştir.
"Çünkü ölüm bildiricidir ilah..."
Cümlesi İmam-ı A'zam'ın kavlinin illetidir. Yani ölüm bu kadının son kadın
olduğunu bildirir.
"Binaenaleyh müstenid olarak sâbit
olur." Yani evlenme vaktine müstenid olarak sâbit olur. Nasılki talâkı
kadının hayız görmesine tâlik etse kanı görmekle yemini bozulmaz. Çünkü kanın
kesilmesi ihtimali vardır. Üç gün akarsa talâkın hayzın başında vâki olduğu
meydana çıkar. Zeylaî. Bunun muktezası şudur: Bu adam evlendiği vakit hastaysa
mirâs kaçıran sayılır ve karısı kendisine mirâsçı olur.
"Kadın mirâsçı olamaz ilah..."
Bunun izahı şudur: Bu kadının birinci iddeti evlenmekle bâtıl olur. Binaenaleyh
hastalığında boşanmasiyle kendisine sâbit olan mirâs hakkı da bâtıl olur. Çünkü
kadın ona ancak iddeti içinde mirâsçı olur. İddet bitmiştir. Kadına ikinci
talâk ile yeni bir iddet vâcib olmuştur. Nitekim iddet bahsinde görülecektir
ki, bir kimse iddet bekleyen karısını cima' etmeden boşarsa o kadına yeni bir
iddet beklemek vâcib olur. İkinci talâktan sonra kadının mirâsçı olmasına imkân
yoktur: Çünkü bunun şartı evlenmektir. O da hâsıl olmuştur. Binaenaleyh kadın
üç talâkın vukuuna razı demektir. Bu Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed'e göre
ise kadın ona mirâsçı olur. Çünkü kadına vâcib olan yalnız birinci iddeti
tamamlamaktır. Binaenaleyh iddeti kaldığı için mirâs kaçırma hükmü de birinci
talâkla bâkidir. Rahmetî.
"Mirâsçılar yalanlarsa ilah..."
Yani kadın kocam beni ölüm hastası iken bâin olarak boşadı ve iddetim içinde
öldü diye iddia eder de mirâsçılar: Hayır sağlamken boşadı derlerse söz
yeminiyle birlikte kadınındır. Çünkü kadın mirâsın sukutunu inkâr etmektedir.
Kadın mirâsı iskat etmeyen bir talâkı ikrar etmektedir.
"Ev eşyasından müşkil olanlar"
dan murad: Hem erkeğe hem kadına elverişli olanlarıdır. Yalnız birine elverişli
olanlar hakkında söz elveren tarafındır. Bu meselede dâvâ bahsinin yeminleşme
bâbında inşaallah tafsilât verilecektir.
"Çünkü kadın ecnebî olmuştur."
Yani artık zilyed değildir. Zilyed mirâsçılardır. Söz ise zilyedindir.
"İddet içinde ölmesi bunun
hilâfınadır." Yani kocasının iddet içinde ölmesi bunun hilâfınadır. Çünkü
Ebû Hanife'ye göre o zaman müşkül kadının olur. Zira kadın mirâsçıdır, ecnebî
değildir. Sanki kocası boşamadan ölmüştür. Câmiu'l-Fûsuleyn. Allahu a'lem.
METİN
Ric'at kelimesi rac'at da okunabilir. Bazen
müteaddi olur, bazen olmaz. Ric'at: Mevcut olan milki iddetin içinde
karşılıksız olarak devam ettirmek istemektir. İddetten murad hakiki cima'
iddetidir. Çünkü halvet iddetinde ric'at yoktur. İbn-i Kemâl. Bezzâziye'de:
"Bir adam zifaftan sonra cima'da bulunduğunu iddia eder de kadın inkârda
bulunursa ric'at edebilir. Bunun aksinde ric'at edemez." denilmiştir.
Ric'at zorla, şakayla oyun ve hata ile sahih olur.
İZAH
Musannıfın ric'at bâbını talâktan sonra
getirmesi ric'at hem tab'an hem vaz'an talâktan sonra olduğu içindir. Nehir.
"Bazen müteaddi olur, bazen
olmaz." Yani bazen geçerli olarak kullanılır, bazen geçersiz.
"Devam ettirmek istemektir." sözü
reddetmektir mânâsında kullanılmıştır. Bundan murad ric'atdır. Çünkü reddetmek
deyince hatıra gelen mânâ elden gittikten sonra iade etmektir. Bu ise mevcud
olmaya aykırıdır. Bir de burada reddetmek ibkâ mânâsındadır. Teâlâ Hazretleri:
"Kocaları onları redde daha lâyıktır." buyurmuştur. (Yani Kocaları bu
kadınları ellerinde bırakmaya daha lâyıktır demektir.) Buradaki red mevcud olan
milki devam ettirmek ve tutmaktır. Teâlâ Haz'retleri: "Müddetleri
yaklaştığında onları mâruf vecihle tutun." buyurmuştur. Nehir sahibi diyor
ki: "Tutmak mevcudu devam ettirmektir. Elden gideni geri çevirmek
değildir. Onun için bu kadına îlâ, zıhâr ve liân yapılabilir. Kadınlarım boş
olsun sözü bu kadına da şâmildir. Ric'atta şahidler şart değildir. Mal olarak
kadına bir şey vermek de vâcib değildir."
"Karşılıksız olarak" yani mal
vermek şart değildir. Maksad yeni mehir koymanın şart olmamasıdır. Yoksa
konmuşsa verilmeyecek mânâsına değildir. Şârih bunu milk bâkidir dâvâsını tekid
için zikretmiştir. Çünkü milk bâki olmasa onu tekrar iade ederken karşılık
vermek şart olurdu.
"Çünkü halvet iddetinde ric'at
yoktur." Yani velevki halvet esnasında kadına dokunmuş, şehvetle bakmış
olsun. Bunun vechi şudur: Cima'dan sonra iddetin meşru' olmasında esas rahimin
temiz olup olmadığını bilmektir. Bu da nesebler birbirine karışmasın diyedir.
Cima'sız halvetten sonra iddetin vâcib olması ihtiyattır. Ama o iddet esnasında
ric'atı sahih kabul etmek ihtiyattan değildir. Rahmetî.
"İbn-i Kemal." Cima'dan sonra
beklenen iddet hakkında şöyle demiştir: "Bu kayıd mutlaka lâzımdır. Çünkü
iddet bazen cima' olmaksızın halvet'i sahiha ile de vâcib olur. Ama bu iddette
ric'at sahih değildir."
Ben derim ki: Mehir bâbında da geçtiği
vecihle halvet-i sahiha ric'at hususunda cima' gibi değildir. Halvet-i sahiha
böyle olunca halvet-i fâside evleviyetle cima' gibi olmaz.
"Bezzâziye'de ilah..." cümlesini
buradan atmak daha iyi olurdu. Çünkü ileride hem metinde hem şerhde gelecektir.
Bu cümledeki "zifaftan sonra" ifadesinden murad halvettir. Halvetten
sonra cima'ı iddia ederse demiş olsa daha iyi ederdi. Nitekim ileride böyle
diyecektir.
"Ric'at zorla ilah..." Bahır
sahibi diyor ki: "Ric'atın hükümlerinden biri de ileride bir vakte izafesi
ve bir şarta tâlikı sahih olmamaktır. Meselâ yarınki gün gelirse sona müracaat
ettim, şu haneye girersen sana müracaat ettim denilemez. Ama zorla, şakayla,
oyun ve hata ile nikâh gibi bu da sahih olur. Bedayi'de böyle denilmiştir.
T." Kınye'de. "Bir kimse fuzûlinin müracaatını kabul etse bu sahih
olur." denilmiştir. Bahır.
"Şaka ve oyun" kelimelerini kâmûs
sahibi ciddiyetin zıddıdır diye tefsir etmiştir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.
METİN
Ric'at: Sana müracaat ettim, seni geri
çevirdim ve seni tuttum gibi kelimelerle niyetsiz olarak yapılır. Çünkü
sarîhtir. Fiille yapılması kerâhetle câizdir. Hörmet-i musahereyi icab eden
dokunmak gibi şeylerle de olur. Velevki bunları kadın yapsın ve bunlar ihtilas
yoluyla yahut uyurken veya zorla yahut deli veya bunak olarak yapılmış olsun.
Elverir ki erkek kadını bizzât veya o öldükten sonra mirâsçıları tasdik etsin.
Cevhere. De
linin ric'atı fiille olur. Bezzâziye.
Ric'at kadınla iddeti içinde evlenmekle sahih olur. Bununla fetva verilir.
Cevhere.
İZAH
"Sana müracaat ettim gibi kelimelerle
ilah..." diyeceğine "Ric'at sözle olur." dese daha iyi olurdu.
Çünkü az sonra fiille de olur diyecektir. Bu onun rüknünü beyandır. Ric'atın
rüknü kavil veya fiildir. Kavlî ric'at iki kısımdır. Biri mis'âlde gösterdiği
gibi sarîhtir. Nikâh ve tezviç kelimeleri de sarîhten sayılırlar. Nitekim
gelecektir. Musannıfın işe bundan başlaması hilâfsız olduğu içindir. Diğeri
kinâyedir ki, benim indimde sen eskisi gibisin, sen benim karımsın gibi
sözlerle yapılır. Kinâyede niyetsiz müracaat sahih değildir. Bunu Bahır ve
Nehir sahibleri söylemişlerdir.
"Fiille yapılması" sarîh veya
kinâye değildir. Çünkü sarîh veya kinâye olmak sözün halleridir. Evet, ulemanın
zâhir olan sözlerinden anlaşıldığına göre fiil sarîh hükmündedir. Çünkü delinin
de fiille ric'atı sâbittir. Nitekim gelecektir.
"Kerâhetle câizdir." Zâhire
bakılırsa buradaki kerâhet tenzihidir. Nitekim Bahır sahibinin sözü de buna
işaret etmektedir. Fetih sahibinin sözü dahi bunu te'yid etmektedir. Fetih
sahibi Şâfiî'nin cima' haramdır dediği yerde söz ederken: «Bize göre cima
helâldır. Çünkü milk her cihetten bâkidir. Milk ancak iddet bitince elden
gider. Binaenaleyh iddet bitmezden önce helâllık bâkidir." demiştir. Buna:
"Talâk-ı ric'i ile boşadığı karısını sefere götürmesiharamdır." diye
itiraz edilemez. Çünkü o kıyasın hilâfına olarak nassla sâbit olmuştur. Nitekim
gelecektir. Bunu Fetih sahibinin: "Müstehab olan kadına sözle müracaat
etmektir." ifadesi dahi te'yid eder. Anla!
"Dokunmak gibi" sözünden murad
şehvetle dokunmaktır. Nitekim Minah'da belirtilmiştir. "Hörmet-i
musahereyi icab eden" ifadesi de bu mânâyı ifade etmektedir. H. Bahır
sahibi diyor ki: "Cima' ve şehvetle öpmek de bunda dahildir. Öpmek
ağızdan, yanaktan, çeneden, alından, baştan ve nereden olursa olsun mânisiz
dokunmak yahut şehvetle harerete mâni olmayacak derecede ince bir perde
arkasından dokunmak, şehvetle fercinin içine bakmak -ki bu kadın dayanarak
otururken olur- hep dahildir. Bu fiillerin şehvetsiz olarak yapılması fercin
içine velev dübürün halkasına şehvetsiz bakmak ise hariçtir. Çünkü böylesi
müracaat etmiş olmaz .Lâkin mekrûhtur. Nitekim Valvalciyye'de belirtilmiştir.
Kınye'de ise müracaat kasdı olmaksızın gözü şehvetle kadının fercine dokunmakla
ric'at etmiş sayılır, denilmiştir." Muhît'te şu ibâre vardır: "Ric'at
kasdıyla olmazsa öpmek ve şehvetsiz dokunmak mekrûhtur."
"İhtilas yoluyla" tâbirinden
murad aniden yapmaktır. Bahır sahibi diyor ki: "Öpmek, dokunmak ve
şehvetle bakmak gibi şeylerin erkek veya kadından olması fark etmez. Yeterki
erkek kadını tasdik etsin. Kadının bunları erkeğin müsaadesiyle yapması ile
ihtilasen yapması arasında fark olmadığı gibi erkeğin uyanık veya zorla yahut
bunamış olduğu halde yapması arasında da fark yoktur. Ama bunları kadın iddia
eder de inkârda bulunursa ric'at sâbit olmaz."
"Elverirki erkek kadını tasdik etsin
ilah..." Fetih sahibi diyor ki: "Bu şehvet hususunda kocası kadını
tasdik ettiğine göredir. Tasdik etmezse ric'at sâbît olmaz. Kezâ erkek ölür de
kadını mirâsçıları tasdik ederse hüküm budur. Şehveti isbat için getirilen
beyyine kabul edilmez. Çünkü şehvet gaib bir şeydir. Hulâsa'da böyle
denilmiştir."
Ben derim ki: Lâkin nikâhı haram olan
kadınlar bahsinde kitabımızın hem metninde hem şerhinde geçti ki, kadın
kocasının veya oğlunun kendisini öpmesinde şehvet iddia eder de erkek inkârda
bulunursa erkeğin sözü tasdik edilir, kadının sözü tasdik edilmez. Meğerki
kadının yanına âleti kalkmış olarak gelerek onu kucaklamış olsun. Çünkü burada
yalan söylediğine karine vardır. Yahut kadının memesini tutsun veya kadınla
beraber vasıtaya binsin yahut onun fercine dokunsun veya ağzını öpsün. Bu sözün
muktezası şudur: Kadın kocasının fercine dokunur veya ağzını öperse kocası
yalanlasa bile kadın tasdik olunur ve burada şehvet için getirilen beyyine
kabul edilir. Çünkü şehvet olduğu eserleriyle bilinir. Meselenin tamamı ileride
gelecektir.
"Delinin ric'atı fiille olur."
Yani bir adam karısını talâk-ı ric'î ile boşar da sonra delirirse onunric'atı
fiille olur. Fetih sahibi şöyle demektedir: "Delinin ric'atı fiilledir.
Sözle ric'atı sahih olmaz. Bazıları bunun aksini söylemiş, bazıları da her
ikisine kâil olmuşlardır." Bu sözün zâhiri birinciyi tercih ettiğini
göstermektedir. Bezzâzî sade birinciyi söylemekle yetinmiştir. Bahır sahibi:
"Her halde tercih edilen budur. Çünkü delinin sözlerinden değil
fiillerinden sorumlu olduğu mâlumdur. Sayrafiyye sahibi bunu rıza şart değildir
diye ta'lil etmiştir. Onun içindir ki, fiille ric'ata zorlansa sahih
olur." demiştir.
"Bununla fetva verilir." Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Zâhir rivâyet budur. Bedâyı'da böyle denilmiştir. Muhtar
olan budur. Valvalciyye'de böyle denilmiştir. Fetva buna göredir. Yenâbi'de
böyle denilmiştir. Binaenaleyh şârihlerin: Bu İmam-ı A'zam'a göre ric'at
değildir. İmam Muhammed muhâliftir demelerı zâhir olmayan rivâyete göredir.
Nitekim gizli değildir. Böylece anlaşılır ki nikâh lâfzı ric'at için istiare
edilir. Ama ric'at lâfzı nikâh için istiare edilemez." Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
METİN
Kadını dübüründen cima' etmekle de mu'temed
kavle göre ric'at yapılır. Çünkü bu da şehvetle dokunmaktan hâli değildir.
Ric'at kadını bâin olarak boşamadıysa sahih olur. Bâinle boşadıysa sahih değildir.
Velevki kadın kabul etmesin veya erkek: Sen benim ric'atımı ibtal ettin yahut
benim sana ric'atım yok desin. Bu adamın karşılık vermeksizin ric'at etmeye
hakkı vardır. Acaba yeni mehir koyarsa bu eski mehire ziyade sayılır mı
sayılmaz mı? Bu hususta iki kavil vardır. Talâk-ı ric'i ile mehr-i müeccel
peşine döner. Ama kadına dönmekle müecceI mehir müeccel olmaz. Hulâsa.
Sayrafiyye'de: "İddet geçinceye kadar peşin olmaz." denilmiştir.
İZAH
"Mu'temed kavle göre" demesi
fetva ona göre olduğundandır. Nitekim Fetih ve Bahır'da belirtilmişti.
"Çünkü bu da şehvetle dokunmaktan hâli
değildir." Burada mu'teber olan şehvetle dokunmaktır. Musâheret meselesi
bunun hliâfınadır. Orada bundan fazla olarak çocuğun doğmasına sebeb olan bir
şehvet mu'teberdir. Onun için bu cima' onu icab etmez. Nitekim dokunduktan
sonra menîsini indirse hörmet-i musahere sâbit olmaz. Binaenaleyh burada
ulemadan hiç biri dokunmak ve benzeri bir şeyden sonra menî gelmemesini şart
koşmamıştır.
"Ric'at kadını bâin olarak boşamadıysa
sahih olur." Bu söz ric'atın şartını beyandır. Ric'atın beş şartı vardır
ki düşünmekle bilinir. Şürunbulâliyye.
Ben derim ki: Bu beş şart şunlardır:
1) Hürrede talâk üç, cariyede iki
olmayacaktır.
2) Mal karşılığı bir talâk olmayacaktır.
3) Ayrılık bildiren uzun veya şiddetli gibi
bir sıfatla mevsuf olmayacaktır.
4) Dağ gibi boşsun diyerek benzetme
yapılmış olmayacaktır.
5) Talâk-ı bâin ifade eden kinâye
olmayacaktır. Gizli değildir ki şart birdir. O da talâkın ric'i olmasıdır. Bu
saydığımız beş şey talâkın ric'i olmasının şartlarıdır. Bunlardan biri
bulunmazsa talâk bâin olur. Nitekim biz bunu talâk bahsinin başında izah
etmiştik. Musannıf: "Ric'at kadını bâin olarak boşamadıysa sahih
olur." sözüyle bunlara hâcet bırakmamıştır. Musannıfın bu sözü Kenz sahibinin:
"Üç defa boşamadıysa" sözünden daha güzeldir. Lâkin Hayreddin-i Remlî
şöyle demektedir: "Mevcud olan milki iddet içinde devam ettirmek
istemektir. dedikten sonra buna hâcet yoktur. Çünkü talâk-ı bâinde her cihetten
milk yoktur. Sözümüz bâinde değil ric'îdedir. Ulemanın çoğu burada gaflete
düşmüşlerdir. "Lâkin fazla izah için ibârede biraz müsamaha göstermekte
beis olmadığı meydandadır.
TENBİH: Cariyede iki talâkın, hürrede üç
talâk gibi olmasının şartı cariyeliği iki talâktan sonra onun ikrarı ile sâbit
olmamasıdır. Nehir'de Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: "Bulunan insan
bir kadın olur da erkek kendisini iki defa boşadıktan sonra cariye olduğunu
ikrar ederse kocası ona ric'at edebilir. Bir defa boşadıktan sonra ikrar ederse
ric'ata hakkı yoktur. Fark şudur: Bu cariye birinci defa ikrarıyla kocasının
sâbit bir hakkını yani ric'atı ibtal etmektedir. İkinci defada böyle değildir.
Çünkü kocası için hiç bir hak sâbit olmuş değildir."
"Velevki kadın kabul etmesin."
Yani kadın öğrendikten sonra ister razı olsun ister olmasın hiç bilmemesi hâli
de böyledir. İnâye'de: "Gaib olan kadına bildirmek şarttır."
denilmişse de bu yanlıştır. Çünkü kadına bildirmenin şart değil sadece mendûb
olduğu tekarrur etmiştir. Nehir.
"Ric'at etmeye hakkı vardır."
Çünkü bu şeriat tarafından verilmiş bir hüküm olup kadının rızasıyla kayıdlı
değildir. Iskat etmekle de sâkıt olmaz, mirâs gibidir.
"Bu hususta iki kavil vardır."
Yani bazıları: Evet kadın kabul ederse ziyade sayılır demişlerdir. Bazıları ise
arzettiğimiz gibi ziyade sayılmayacağını söylemişlerdir. İkinci kavlin vechi
Cevhere'deki şu ifadedir: "Ric'î talâk milki yok etmez. Bir insana milkinn
mukabilinde karşılık vermek vâcib değildir.
"Talâk ric'î ile mehr-i müeccel peşine
döner." Yani kadını talâk-ı ric'î ile boşarsa zimmetindeki mehr-i müeccel
peşine döner ve muaccel olur. Kadın onu derhal isteyebilir. Velevki iddet
geçmeden olsun. Ama iddet içinde kadına müracaat ederse muaccel mehir müeccele
dönmez. Bahır sahibi mehir bâbında şöyle demiştir: "Yoai te'cil talâka
kadar ise böyledir. Fakat muayyen bir müddete kadarsa boşamakla muaccele
dönmez."
"Sayrafiyye'de ilah..." Bahır
sahibi mehir bâbında şunları söylemiştir: "Fetâvâ-iSayrafiyye'de talâk-ı
ric'i ile mehr-i müeccelin mutlak surette muaccele döneceği veya iddet
bitinceye kadar devam edeceği hususunda iki kavil zikredilmiştir. Kınye sahibi
iddet bitinceye kadar helâl olmadığına kesinlikle hükmetmiş, umumiyetle
ulemanın kavli budur demiştir." Yani âdet mehrin milki gideren talâka
yahut ölüme kadar te'cilidir, demek istemiştir. Talâk-ı ric'î ise milki ancak
iddet bittikten sonra elden çıkarır.
Binaenaleyh ondan önce mehir peşine
dönemez. Bu naklettiğimizle anlarsın ki, Hulâsa'daki ifade iki kavilden biridir
ve şârihin zikri ile yetindiği Sayrafiyye'nin ifadesinde müracaatla mehrin
peşine döndüğüne dair bir şey yoktur. Velevki iddet müracaatla bâtıl olsun.
Çünkü iddet geçmekle peşine döner sözü söylediğimiz gibi ayrılık ve milkin
elden gitmesi sebebiyledir, iddetin bitmesi sebebiyle değildir. Müracaat
etmekle peşine dönmenin şartı olan iddetin bitmesi bulunmaz. Çünkü bu şartın
faydası müracaatla peşine dönmemektir, peşine dönmek değildir.
METİN
Müracaat ettiğini kadına bildirmek
mendûbtur. Tâ ki kadın iddetten sonra başka kocaya varmasın. Şayet başkasına
nikâh olursa zifaftan sonra bile olsa araları ayrılır. Şûmunnî. Fiilen
ric'attan sonra bile olsa iki âdil kimseyi şâhid tutmak mendûbtur. Kadının izni
olmaksızın kocasının onun yanına girmemesi dahi mendûbtur. Bu kadın hazırlansın
diyedir. Velevki ric'at maksadıyla girsin. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle
fiilen müracaat mekrûhtur. Erkek: Ben sana iddetin içinde müracaat etmiştim
diyerek iddet geçtikten sonra iddet içinde kadına müracat ettiğini iddiada
bulunur da kadın kendisini tasdik ederse, birbirlerini tasdik etmeleri
sebebiyle sahih olur. Aksi takdirde ric'at iddiası bilittifak sahih olmaz.
İZAH
"Tâ ki kadın başka kocaya
varmasın." ifadesi Hidâye'nin: "Tâ ki kadın günâha girmesin."
sözünden daha güzeldir. Çünkü kadın ric'atı bilmediği halde burada bir günâh
yoktur.
"Araları ayrılır." "Yani
erkeğin müracaatı beyyineyle sâbit olursa ikinci kocası ile cima'da bulunsalar
bile araları ayrılır. Fetih'de: "Birinci kocası o kadınla cima' etmiş
bulunsun bulunmasın." denilmişse de bu herhalde kâtibin bir yanlışlığı
veya kalem hatası olacaktır. Çünkü birinci kocasıyla cima'da bulunmayan kadına
ric'at yoktur. Bu âşikârdır.
"İki âdil kimseyi şâhid tutmak
mendûbtur." Bu hem birbirlerini inkârdan korunmak, hem de töhmet altına
düşmemek içindir. Çünkü halk bu adamı karısını boşadı bilirler. O kadınla
beraber kalırsa itham olunur. Mamafih şâhid getirmese de olur. "Adâlet
sahibi iki kişiyi şâhid tutun." âyet-i kerîmesindeki emir nedib içindir.
Zeylaî.
"Velevki ric'at maksadıyla
girsin." Zira Bahır'da Hâvi'l-Kudsî'den naklen şöyle denilmiştir:
"Karısına öpmek veya dokunmakla ric'at ederse, efdal olan ikinci defa
şâhid getirerekmüracaat etmesidir." Yani karısına döndüğünü söylediğine
şâhid getirir. Yoksa cima'a, dokunmaya veya şehvetle baktığına şâhid getiremez.
Çünkü şâhidler bunu bilmez. Nitekim Zahîriyye'de buna işaret edilmiştir. Dürr-ü
Müntekâ. Bahır sahibi diyor ki: "Musannıf biri sünnî, biri bid'î olmak
üzere ric'atın iki nev'i olduğuna işaret etmiştir. Sünnî ric'at kadına sözle
müracaatta bulunmak ve ric'at ettiğine şâhid getirmek ve kadını haberdar
etmektir. Kadına sözle müracaat eder de şâhid getirmezse yahut şâhid getirir de
müracaatını kadına bildirmezse sünnete muhâlif hareket etmiştir. Nitekim Tahâvî
şerhinde beyan edilmiştir."
Ben derim ki: Kadına fiilen ric'at eder de
ikinci defa şâhid çağırmazsa hüküm yine böyledir. Rahmetî: "Burada
bid'îden murad mendûbun hilâfıdır. Talâkda ise tahrimen mekrûhtur."
demiştir.
"Kadının izni olmaksızın"
diyeceğine "kadına bildirmeden" dese daha iyi olurdu. Çünkü kadın
izin vermeden yanına girmesi mekrûh değildir. Kenz'in ibâresi: "Kadına
bildirmeden girmemesi" şeklindedir. Bahır sahibi diyor ki: "Yani
yanına girdiğini kadına bildirir. Bu ya ayak sesiyle; ya öksürmekle yahut
seslenmekle olur."
"Velevki ric'at maksadıyla
girsin." Hidâye ve diğer kitablarda buna muhâlif olarak "ric'at etmek
istemezse" diye kayıdlanmıştır. Onun için Bahır sahibi şöyle demiştir:
"Musannıf bunu mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh kadına ric'atı kasdettiği
ve etmediği hallere şâmildir. Ric'atı kasdederse bildirmesi mendûbtur. Çünkü
kadının fercini şehvetle görmeyeceğinden emin değildir. Görürse bu şâhid
çağırmadan fiilen ric'at olur ki, evvelce arzettiğimiz gibi iki cihetten
mekrûhtur. Ric'atı kasdetmezse bildirmeden yanına girmesi çok defa kadının
iddetini uzatmaya sebeb olur. Çünkü bakmak istemediği halde kadını görür,
bakmakla ric'at etmiş sayılır. Sonra onu boşar. Bu ise kadına zarardır."
İki cihetten mekrûhtur demesi biri fiilen ric'at, biri de şâhid çağırmadan
ric'at olduğundandır. Bunların ikisinde de bildiğin gibi kerâhet tenzihîdir.
Bununla Şürunbulâlî'nin itirazı def edilmiş olur.
"Birbirlerini tasdik etmeleri
sebebiyle sahih olur." Çünkü karı-kocanın birbirlerini tasdikleriyle nikâh
sâbit olur. Ric'atın sâbit olması evleviyette kâlır. Bahır. Bu sözün zâhirine
bakılırsa yalan bile söyleseler ric'atın sâbit olmasıdır. Fakat bunun mahkeme
hükmüne göre olduğu gizli değildir. Diyâneten ise hakliate göre hükmolunur.
"Aksi takdirde ric'at iddiası
bilittifak sahih olmaz." Çünkü o anda inşâsına mâlik olmadığı bir şeyi
haber vermiştir, kadın bunu inkâr etmektedir. Binaenaleyh söz yeminsiz
kadınındır. Mâlumdur ki altı şeyde yemin aranmaz. Bahır. Yani ileride gelecek
dâvâ bahsinde musannıf: "Nikâh, ric'at, fey', îlâ', döl alma, kölelik,
neseb, vela', had ve liânda yemin ettirmek yoktur. Fetva yedi şeyde yemin
ettirileceğine dairdir." diyecektir. Yani bunların ilk yedisinde yemin
verdirilmez. Bu İmameyn'e göredir. Son ikisinde ise bilittifak yemin
verdirilmez.
METİN
Kezâ iddet geçtikten sonra koca: Ben ona
iddeti içinde müracaat etmiştim yahut onunla cima'da bulunmuştum diye beyyine
getirirse ric'at olur. Sırf dokunduğuna ve öptüğüne dair beyyine kabul
edileceği evvelce geçmişti. Bellenmelidir. Çünkü beyyine ile sâbit olan bir şey
muayene ile sâbit gibidir. Bu en şaşılacak meselelerden biridir. ikrarı
ikrarıyla sâbit olmaz, beyyineyle sâbit olur. Nitekim iddet içinde: ben sana
dün müracaat etmiştim demiş olsa sahih olur. Velevki kadın kendisini
yalanlasın. Çünkü o anda inşâya mâliktir.
Kadına inşâ kasdıyla: Ben sana müracaat
ettim deyip de hemen arkacığından kadının ona: Benim iddetim bitti diye cevap
vermesi bunun hilâfınadır. İmam-ı A'zam'a göre bu sahih olmaz. Çünkü iddetin
bitmesiyle beraber olmuştur. Kadın susar da sonra cevap verirse bilittifak
sahih olur. Nitekim kadın geçen iddet hakkında yemin etmekten çekinirse
bilittifak yemin verdirilir. Cariyenin kocası iddet geçtikten sonra: Ben ona
müracaat ettim der de cariyenin sahibi kendisini tasdik, cariye ise tekzib
ederse beyyine de bulunmazsa yahut cariye iddetim bitti der de kocasıyla sahibi
inkârda bulunurlarsa İmam-ı A'zam'a göre söz cariyenindir. Çünkü cariye
emindir. Kocasını cariyenin sahibi yalanlar da cariye tasdik ederse söz sahih
kavle göre efendisinindir. Çünkü cariyeye mâlik olduğu anlaşılmıştır. Bunu ibtal
etmek cariyenin elinde değildir.
İZAH
"Evvelce geçmişti ilah..." Yani
haram olan kadınlar bahsinde geçmişti. H. Orada şöyle denilmişti:
"Şehvetle dokunduğunu ve öptüğünü ikrar ettiğine şehadet kabul edilir.
Kezâ sırf dokunduğuna, öptüğüne ve avret yerine şehvetle baktığına şehâdet dahi
muhtar kavle göre kabul edilir. Tecnis. Çünkü şehvet âletin kalkmasıyla ve
eserleriyle bir dereceye kadar bilinen şeylerdendir." Biraz yukarıda
arzetmiştik ki, âleti kalkarak sarılmak, fercine dokunmak ve ağzını öpmek söz
şehvet iddia eden tarafındır. Bu da şehvete şâhidliğin kabulünü te'yid
etmektedir.
«Bu en şaşılacak meselelerden biridir
ilh...» Ulema bunu İmam Serahsî'nin Mebsût'undan nakletmişlerdir. Şunun için
şaşılır ki, sana bir adam şimdi bir şey ikrar etti diyorlar da ikrarı sâbit
olmuyor ve o şeyi geçmişte ikrar ettiğine beyyine getirilirse sâbit oluyor.
Buna elbette şaşarsın. Çünkü şimdiki ikrarı muayeneyle sâbit ve beyyineyle
sâbit olan ikrarından daha kuvvetlidir. Beyyinenin yalancı olmak ihtimali
vardır. Onun içindir ki bir kimse birinde alacak malı olduğunu iddia eder de
beyyine getirirse, sonra dâvâlı da ikrarda bulunursa beyyine bâtıl olur. Çünkü
ikrar daha kuvvetlidir. Burada ise bunun aksini kabul etmişlerdir. Vechi şudur:
Bu adamın iddet içinde ikrar etti diye şimdi ikrarda bulunması sırf bir dâvâdan
ibarettir, beyyinesiz sâbit olmaz. Sebeb meydana çıkınca aceb bâtıl olur.
Binaenaleyh bu enşaşılacak şeylerdendir diye ulemaya dolu dizgin itirazda
bulunmak terbiyesizlikten ileri gelir.
«Çünkü o anda inşâya mâliktir ilh...» Yani
inşâya mâlik olan kimse haber vermeye de mâliktir. Vasî, mevlâ, satışa vekil ve
muhayyerlik sahibi böyledir. Bunu Telhisü'l-Câmi'den Bahır sahibi nakletmiştir.
«İnşâ kasdıyla» söylerse kabul edilmez.
Fakat ihbar kasdıyla söylerse kadının tasdikine müracaat edilir. T.
«Hemen cevap vermesi» sözüyle musannıf
kadının bunu hiç gecikmeden söylediğine işaret etmiştir. Nitekim bunun
muhterezi az sonra gelmektedir. Bu sözle musannıf ilk konuşanın koca olduğuna
işaret etmiştir. Söze kadın başlar da: Benim iddetim bitti der, arkacığından
koca: Ben sana müracaat ettim derse söz bilittifak kadının olur. Fetih'de:
"Her ikisi beraber söylerse ric'atın sâbit olması gerekir."
denilmiştir. Nehir.
«İmam-ı A'zam'a göre sahih olmaz ilh...»
Şübhesiz bu müddetin bitmeye ihtimalli olmasıyla mukayyeddir. Müddet buna
ihtimalli değilse ric'at sâbit olur. Meğerki kadın doğurduğunu iddia etsin de
bu sübut bulsun. İmameyn'e göre ise sahihtir. Çünkü zâhiren iddet devam ederken
yapılmıştır. İmam-ı A'zam ise erkeğin konuştuğu anda iddetin devamını kabul
elmemektedir. Çünkü kadın iddetini haber vermekde emindir. Kadının verdiği
haberin havale edileceği en yakın zaman kocasının konuştuğu zamandır.
Binaenaleyh ric'at iddet bitmesiyle beraber olur ve sahih kabul edilemez.
Tamamı Fetih'dedir.
«Bilittifak sahih olur.» Çünkü sustuğu için
kadın müttehemdir. Fetih.
«Yemin etmekten çekinirse» Fetih sahibi
şöyle demektedir; "Kadın haber verdiği zaman iddeti geçmiş olduğuna burada
bilittifak yemin verdirilir. Bununla ric'at arasında Ebû Hanife'ye göre fark
vardır. Ric'atta adam karısına iddet içinde müracaat etmediyse ona göre yemin
verdirilmez. Çünkü yemin ilzamının faydası yeminden çekinmektir. Bu ona göre
bezl (harcama) dir. Altı şeyden ric'atı ve diğerlerini bezl ise câiz değildir.
İddet evlenmekten çekinmek, kocasının evinde kendisini hapsettirmektir. Bunu
bezlettirmek câizdir. Sonra kadın burada yeminden caydı mı ric'at sâbit olur.
Çünkü kadının yeminden caymasıyla bizzarure iddet sâbit olur. Ric'at da ona
bina edilir. Nasılki neseb ebe kadının şâhidliği ile sübut bulur. Bu onun
doğuma yaptığı şâhidliğe dayanır." Lâkin Fetih sahibinin Zeylaî ile Mecma'
şerhine uyarak bahsettiği icma'a Bahır sahibi itiraz etmiş: "Zeylaî ile
Mecma' şârihinin mezheblerine göre burada ric'at sahihtir. Binaenaleyh onlara
göre yemin verdirmek tasavvur olunamaz." demiştir.
«Sahibi tasdik, cariye ise tekzib ederse»
diye kayıdlaması şundandır: Çünkü her ikisi tasdik ederlerse bilittifak ric'at
sâbit olur. İkisi de tekzib ederlerse bilittifak sâbit olmaz. Bunu Nehir'den
Tahtâvî nakletmiştir.
«Beyyine de bulunmazsa» söz cariyenindir.
Beyyine getirirse ric'at sâbit olur. Nehir.
«İmam-ı A'zam'a göre söz cariyenindir.»
İmameyn söz cariye sahibinindir demişlerdir. Çünkü o hâlis kendi hakkı olan bir
şeyi ikrar etmiştir. Onun için sözü kabul edilir. Nitekim cariye aleyhine
nikâhı ikrar etse kabul olunur. İmam-ı A'zam'ın delili şudur: Ric'at hükmünün
sahih olup olmaması iddetin bitip bitmediğine bağlıdır. Bu hususta cariye
emindir. Verdiği haber tasdik olunur. Sahibinin bu hususta sözü yoktur. Nikâh
hakkında sözünün kabul edilmesi burada yalnız olduğu içindir. Ric'at böyle
değildir. Nehir.
«Söz sahih kavle göre efendisinindir.» Yani
bu hususta ulemamız müttefiktir. Fetih sahibi: "Söz bilittifak
efendisinindir." demiştir. Şârihin "sahih kavle göre" demesi
Yenâbî'in sözünden ihtiraz içindir. Orada bunun dahi ihtilâflı olduğu
bildirilmiştir.
«Çünkü cariyeye mâlik olduğu
anlaşılmıştır.» Nehir sahibi diyor ki: "Söz bilittifak cariye
sahibinindir. Sahih kavle göre demesi Yenâbî'in sözünden ihtiraz içindir. Orada
bu da ihtilâflıdır denilmiştir. İmam-ı A'zam'a göre bu meseleyle yukarıda geçen
arasında fark şudur: Bu meselede iddet bitmiştir. Efendisinin milkinin zâhir
olması gerekir. Onun için cariyeinin ibtal hususundaki sözü kabul edilmez.
Geçen mesele bunun hilâfınadır. Çünkü sahibinin ric'atı tasdik etmesi iddeti de
ikrar sayılır. Binaenaleyh iddetle birlikte milki zâhir değildir, ki sözü kabul
edilsin." Bahır sahibi: "Hâsılı hükümde her iki mesele arasında fark yoktur.
Hüküm ric'atın sahih olmamasıdır. Velevki izahı muhtelif yapılmış olsun."
diyor.
METİN
Kadın iddetim bitti der de sonra
bitmediğini söylerse kocasının ric'ata hakkı vardır. Çünkü kadın kendi
üzerindeki bir hak için yalan söylediğini haber vermiştir. Şümunnî. Sonra
müddet hayızla olursa muteberdir. Çocuk düşürmekle mu'teber değildir. Düşük
çocuğun uzuvları belli olduğunda kocasının ondan yemin istemeye hakkı vardır.
Doğum için olursa ancak beyyineyle kabul edilir. Velevki kadın hürre olsun.
Fetih.
Kadın son hayzından on günde temizlenirse
mutlak surette ric'at hakkı kesilir. Bu cariyeye de şâmildir. Velevki yıkanmış
olmasın. Daha azda temizlenirse yıkanmadan ric'at hakkı kesilmez. Velevki eşek
artığı su ile yıkansın. Mutlak su varken onunla yıkanması da câizdir. Çünkü
temiz olması ihtimali vardır. Ancak pis olması da muhtemel olduğundan ihtiyatan
o temizlikle namaz kılamaz, evlenemez. Yahut bir namazın bütün vakti geçinceye
kadar bekleyip namaz zimmetinde borç olmadıkça veya su bulunmadığı vakit teyemmüm
edip -velevki nafile olsun- tam bir namaz kılmadıkça esah kavle göre ric'at
hakkı kesilmez. Kanı tekrar görürse on günü geçmediği takdirde kocası ona
ric'at edebilir.
İZAH
«Sonra müddet hayızla olursa mu'teberdir.»
Yani kadının "iddetim bltti" sözünün kabuledileceği meselelerde ancak
müddetin buna ihtimali varsa sözü kabul edilir. Bu da iddetini hayızla
beklediğine göredir. İddeti çocuk doğurmakla biterse velevki uzuvları belli
olmuş düşük bir çocuk doğursun müddet şart değildir. Müddetin beyanı bâbın
sonunda gelecektir
«Bu cariyeye de şâmildir.» Çünkü cariyenin
iddeti iki hayızdır." Son kelimesi ikinci hayıza da şâmildir. Böyle demek
Hidâye'nin: "Üçüncü hayıza da şâmildir." sözünden daha iyidir.
«On günde temizlenirse» sözü temizlenmenin
illetidir. Yani temizlenmek tamam olduğu için kan kesilsin kesilmesin ric'at
hakkı biter demektir. Nehir. Lâkin on günde kan kesilmez de kadının bu hususta
bir âdeti olursa ric'at hakkı âdeti bittiği zaman sona erer. Nitekim Müntekâ'da
Zeylaî ve diğer kitablardan böyle nakledilmiştir.
«İhtiyatan» sözü hepsine râci'dir. Çünkü
eşek artığının temizlemediği şübhelidir. Mutlak su varken onunla yıkanırsa
ihtiyat olan ric'at hakkının kesilmesidir. Çünkü temizleme ihtimali vardır.
Kadının namaz kılamaması, kocaya varamaması onun temizlenmemesi ihtimalinden
dolayıdır.
«Yahut bir namazın bütün vakti geçinceye
kadar ilh...» Murad bir vaktin tamamiyle geçmesidir. Hayız ondan önceki mühmel
vakitte -kuşluk vaktinde- yahut vaktin evvelinde veya ortasında kesilsin fark
etmez. Bu söz bir namaz sığacak kadar vakit geçmesinden ihtiraz içindir. Bu
kadarcık vakit mu'teber değildir. Mu'teber sayılmak için bütün vakit çıkıp
namaz kadının boynuna borç olmalıdır. Onun içindir ki kadın vaktin sonunda
temizlense fakat yıkanıp namaza niyetlenecek kadar zaman kalmasa ric'at hakkı
kesilmez. Birinci namazın bütün vakti çıkacaktır. O çıkmadıkça o namaz boynuna
borç olmaz.
«Kanı tekrar görürse ilh...» Bahır sahibi
diyor ki: "Hayzın azı hakkında iki şeyden birinin şart kılınması
şundandır: Çünkü müddet bitmediği için kanın tekrar gelmesi ihtimali olduğundan
kanın kesilmesi ya hakikaten yıkanmakla yahut temiz kadınlara mahsus bir hüküm
lâzım gelmekle mutlaka kuvvet bulmak icab eder. Kitabî kadın bundan hariçtir.
Çünkü onun hakkında fazla bir emare beklenemez. Kanın kesilmesiyle yetinilir.
Şârihler bunu böyle söylemişlerdir.
Zâhirine bakılırsa ric'atı kesen kanın
dinmesidir. Lâkin bu muhakkak olmayınca onun hakikatini meydana getiren şey
şart kılınmıştır. Bu şunu ifade eder ki, kadın yıkanır da tekrar kan gelirse on
günü de geçmemişse kocası ona ric'at edebilir. Böylece yıkanmakla ric'at
hakkının kesilmediği anlaşılır. On günden azda kan kesilerek yıkanmadan önce
kadın kocaya varır da ondan sonra vakit biterse nikâhın sahih olduğu anlaşılır.
Fethü'l-Kadir sahibi bunu böyle
incelemiştir. Bu inceleme metinlerin zâhirine muhâlif olsa da mânâ ona
müsaiddir. Kaidelere de aykırı değildir." Yani metinlerin ibârelerinden
anlaşılıyor ki, ric'atı kesen ya yıkanmak yahut vaktin geçmesidir. Bizzat kanın
kesilmesi değildir. Kankesilir de kadın yıkanırsa yahut vakit geçer de sonra
kadına ric'at ederse yahut kadın kocaya varır da kan tekrar galip on günü
geçmezse metinlerin zâhirine göre evlenme sahihtir, fakat ric'at sahih
değildir. Kan kesilir de tekrar gelmezse kadın da yıkanmadan başka kocaya varır
ve vakit geçerse evlenme sahih değildir. Ric'at hakkı bâkidir. Şübhesiz ki bu
Fetih sahibinin bahsettiğinden başkadır. Nehir sâhibinin anladığına muhâliftir.
Ama şöyle denlebilir: Ulemanın on günden azda kan kesilirse sözlerinden murad
hakikaten kesilmesidir. Çünkü tekrar kan gelir de on günü geçmezse, anlaşılır
ki kadının yıkanması sahih olmamıştır, boynuna namaz da borç olmamıştır.
Binaenaleyh ric'at hakkı bâkidir, kadının
evlenmesi doğru değildir. Lâkin kadına ric'at eder de yahut kadın yıkanmadan
evlenir de namaz vakti geçer ve tekrar kan gelmezse metinlerin muktezasınca
ric'at sahih, evlenme sahih değildir. Bu te'vil götürmez. Binaenaleyh sırf
inceleme neticesi buna muhalefette bulunmak makbul değildir. Ric'atı kesen bizzat
kanın dinmesi olursa bunun takviye eden bir şartla mevcud olması uzak
görülemez. Bu da o kadına temiz kadınlar hükmüyle amel etmesi hususunda
şeriatın hükmüdür. Çünkü yıkanırsa şeriat kendisine Kur'an okumayı, tavâf
etmeyi ve emsalini câiz görmüştür. Kezâ şeriat namazın boynuna borç olduğuna
hükmetmiştir.
Kıyâsa bakılırsa tekrar kan gelebilecek bir
müddet bulundukça kadın hayızlı sayılmalıdır. Şeriat kadına temiz kadınlara aid
bir hüküm verince bu ondan hayız kalktığına hüküm sayılır. Ama kan tekrar gelirse
bu hüküm ortadan kalkar. Gelmezse hüküm bâkidir. O zaman kanın kesilmesi ancak
bu şartla iş görür. Yani ric'at bu şartla kesilir. Başka kocaya varmak bununla
sahih olur. Kanın tekrar gelmesiyle devam eden bu hüküm ortadan kalkarsa ameli
bâtıl olur. Hüküm bâkiyse amel de bâkidir. AIIahu a'lem. Şârih zikri geçen
bahsin yalnız bir kısmını zikretmekle bunun için yetinmiştir.
«Esah kavle göre ilh...» Bunun sahih
olduğunu Fetih sahibi Mebsûttan nakletmiştir. Tebyîn ile Mecma' şerhinde de
sahih olduğu bildirilmiştir. Lâkin Cevhere'de Fetâvâ'dan nakledildiğine göre
sahih olan kavil mücerred başlamakla ric'at hakkının kesilmesidir. Kadın
mushafa dokunur veya Kur'an okur yahut mescide girerse, Kerhî ric'at kesilir
demiş. Râzî kesilmeyeceğini söylemiştir. Fetih'de böyledir. Şürunbulâliyye.
Nehir saihibi diyor ki: "Musannıfın namazla kayıdlaması Râzî'nin kavlini
seçtiğine işaret etmektedir. Bu Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed mücerred
teyemmümle ric'at kesilir demiştir ki, kıyas da budur. Çünkü mutlak temizliktir.
Fetih sahibi bunu tercih etmiş, Bahır ve Nehir sahibleri de bunu ikrarda
bulunmuşlardır.
METİN
Kitabî kadında mücerred kanın kesilmesiyle
ric'at biter. Mültekâ. Çünkü o muhatab değildir. Ben derim ki: Bunun ifade
ettiği mânâ deli ve bunak kadınların da böyle olmasıdır. Kadın yıkanır da bir
uzuvdan daha az bir yerini unutursa rlc'at kesilir. Çünkü kurumak çabuk olur.
Kadın su ulaşmadığını kesin olarak bilir veya kasden yıkamayı terk ederse
ric'at hakkı kesilmez. Bir uzvu yıkamayı unutursa ric'at hakkı kesilmez.
Mazmaza ve istinşaktan her biri uzuvdan az mesabesindedir. Çünkü sahih kavle
göre bunların ikisi bir uzuvdur. Behensî. Bir kimse hamile olan karısını boşar
da onunla cima'da bulunduğunu inkâr ederse, sonra doğurmadan ona ric'at eder ve
kadın talâktan altı aydan daha az bir müddette, nikâhtan altı ay veya daha
fazlada çocuk doğurursa sâbık ric'atı sahih olur. Sahih olduğunun anlaşılması
doğurmaya bağlı olması onun daha önce sahih, olmasına aykırı değildir.
Binaenaleyh Vikâye'nin sözünde müsamaha yoktur. l
İZAH
«Mücerred kanın kesilmesiyle» yani
yıkanmaya, namaz vaktinin geçmesine veya teyemmüme hâcet kalmaksızın hayız
kanının kesilmesiyle ric'at hakkı biter. Çünkü kitabîyye küfür halindeyken
ibâdetin edasıyla mükellef değildir.
«Ben derim ki...» diyen Nehir sahibidir.
«Bir uzuvdan daha az bir yerini» meselâ bir
veya iki parmağını, pazı ve baldırının bir kısmını yıkamayı unutursa demektir.
Bahır. Unutmaktan murad şübhedir. Zira kuru bir yer bulur da oraya su isabet
edip etmediğini bilemezse demektir. Bunu Rahmetî ve Tahtâvî söylemişlerdir.
«Ric'at kesilir.» Bununla kayıdlaması
kocasının onunla cima'ı helâl olmadığı içindir. Unutulan yeri yıkamadıkça yahut
yıkanmaya kudreti varken yıkanmadan üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe başka
kocaya da varamaz. Bunu İsbîcâbî'den Bahır sahibi nakletmiştir. Yani fercler
meselesinde ihtiyat göstermiş olmak için bunu yapar. Nehir. Onun için ulema
yıkanmada itibara aldıklarını burada itibar etmemişlerdir.
«Çünkü kurumak çabuk olur» Zâhirine
bakılırsa zikredilen hüküm ıslaklık kurumadan önce şübhe ettiğine göredir.
Islaklık kuruduktan uzun müddet sonra şübhe ederse zâhire göre şübhe tam bir
uzuvda olsun, daha azında olsun itibara alınmaz. Çünkü burada illet zâhir
değildir.
«Bir uzvu» meselâ elini veya ayağını unutursa
ric'at hakkı kesilmez. Bahır.
«Bunların ikisi bir uzuvdur.» Yani ikisi
bir uzuv mesabesindedir. Ayrı ayrı ele alınırlarsa bir uzuvdan daha az
hükmündedirler. Bu kavil İmam Muhammed'indir. İmam Ebû Yusuf'tan da bir
rivâyettir. Diğer rivâyette bunları ayrıca terketmek bir uzvu terk etmek
gibidir. Mültekâ sahibi birinci kavlin sahih kabul edildiğine işaret etmiştir.
Çünkü onu evvel zikretmiştir.
«Bir kimse hamile olan karısını» yani kadın
talâktan sonra altı ay geçmeden doğurmaksuretiyle boşandığı zaman hamile olduğu
anlaşılırsa demektir.
«Sonra doğurmadan ona ric'at ederse» sözünü
musannıf Sadru'ş-Şeria'ya uyarak ziyade etmiştir. Nitekim gelecektir. Çünkü
doğurduktan sonra ric'ata hakkı yoktur.
«Kadın talâktan altı aydan daha az bir
müddette, nikâhtan altı ay veya daha fazlada çocuk doğurursa..» Ekseri
nüshalarda böyle denilmiştir. Bazılarında ise "Kadın talâk vaktinden sonra
altı aydan azda, nikâh vaktinden itibaren altı ay veya daha fazlada
doğurursa" denilmiştir ki, doğrusu da budur. Çünkü çocuğun talâktan önce
ana rahmine düştüğü bununla bilinir.
«Sâbık ric'atı sahih olur.» Velevki
kocasının cima'ını inkâr etmesi sahih olmamasını gerektirsin. Çünkü kocasının
sözüne göre kadına müracaatı cima'dan öncedir. Halbuki cima' edilmeyen kadına
ric'at edilmez. Lâkin çocuğun nesebi kendisinden sâbit olunca koca şer'an
yalanlanmış olur. Onun için de ric'atı sahihtir.
«Sahih olduğunun anlaşılması ilh...»
Bilmelisinki Vikâye'de şöyle denilmiştir: "Bir adam hamileyi veya çocuklu
kadını boşar da cima' etmedim derse ona dönebilir." Kenz, Hidâye ve diğer
kitablarda da böyle denilmiştir. Sadru'ş-Şeria kendilerine itirazda bulunarak
şöyle demiştir: "Hamile meselesinde işkâl vardır. Çünkü kadının talâk
vaktinde hamile olduğunu bilmek ancak o vakitten itibaren altı ay geçmeden
doğurmakla bilinir. Doğurursa iddet biter. Şu halde ric'ata nasıl hakkı olur?
Doğurmadan ric'ata hakkı vardır mânâsı da kasdedilemez. Çünkü kocası cima'ı
inkâr edince şer'an tekzib olunmamış, ancak altı ay geçmeden doğurursa tekzib
olunmuştur. Şu halde sözün doğrusu: Bir kimse cima'da bulunduğunu inkâr ederek
hamile olan karısını boşar da sonra ona müracaat ederse kadın altı ay geçmeden
doğurduğu takdirde ric'at sahih olur demektir." Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.
Musannıf metinde Sadru'ş-Şeria'ya tâbi
olmuş, şârih ise Vikâye nâmına cevap vermeye işaret ederek: "Sonra
doğurmadan ona ric'at ederse" demiştir ki, bunun mânâsı doğurmadan ric'at
ederse ric'atı talâktan itibaren altı ay geçmeden doğurmasına bağlı olarak
sahihtir, demektir. Ric'atının sahih olmasının anlaşılması doğurmasına
bağlanmak onun sahih olmasına aykırı değildir. Lâkin ihtimalden uzak olması da
gözden kaçmamaktadır. Ama Bahır sahibi ulemanın tarafını tutarak
Sadru'ş-Şeria'nın sözünü şöyle reddetmiştir: "Hamilelik doğurmadan sâbit
olur. Onunla neseb de sâbit olur. Çünkü ulemamn hıyar-ı ayb (kusur
muhayyerliği) bâbında açıkladıklarına göre satılan cariyenin hamileliği
doğurmadan meydana çıkmakla anlaşılır. Nesebin sübutu bâbında da: Bu açık
hamilelikle sâbit olur, denilmiştir." Yani doğurmadan hamilelik sâbit
olunca doğurmadan ric'at sahihdir diye de hüküm verilebilir demek istemiştir.
Ama Yâkub Paşa dahi hâşiyelerinde bunu iki vecihten reddetmiştir. Biri
Bahır'dan naklettiğimizdir. İkincisi aşağıdaki meselede görülecektir ki, karısına
ric'at eder de sonra kadın iki sene geçmeden doğurursa çocuğun nesebi sâbit
olur. Yâkub Paşa: "Böylece anlaşılır ki gebelik altı aydan fazlada
doğurmakla bilinir." demiştir. Nehir sahibi de onu tasdik etmiştir.
Ben derim ki: Birinci vecih nâmına Allâme
Makdisî cevap vermiş ve şöyle demiştir: "Sadru'ş-Şeria'nın sözü bir
tahkîktır ve kabule şâyândır. Onu reddederek: Gebelik doğurmadan sâbit olur,
neseb de bununla sabit olur diyenin sözü reddedilir." Hıyar-ı ayb bâbında
istidlal ettiği söze gelince: Bu söz İnam Muhammed'den nakledilen zayıf bir
rivâyettir. Ona göre kadının kusur var diye şâhidlik etmesiyle reddedilir. Ebû
Yusuf'tan bu hususta iki rivâyet vardır. Bunların zâhir olanına göre kadının
kavli ancak husumet ve dâvâ için kabul edilir, red için kabul edilmez.
Nesebin sübutu bâbında ulemanın açık
gebelik hakkında: "Neseb ancak nikâhla, doğum ise kadının sözüyle sâbit
olur." sözlerine gelince: Oradaki hilâf mâlumdur. Ebû Hanife şöyle
demektedir: "Koca didet bekleyen karısının doğurduğunu inkâr ederse, doğum
ancak iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şâhidlikleriyle sâbit olur.
Meğerki gebelik açık olsun. O zaman bir kadının yani ebenin şehâdetiyle sâbit
olur. Bu sözle hamileliğin sübutuna dair bir şey yoktur. Sadece hamileliğin
anlaşılması kadının şehâdetini te'yid eder. Sübutu ise doğurmaya bağlıdır.
Nitekim Mebsût'ta kocası: Gebe kalırsan boşsun dediği yerde şu ifade vardır:
Kadınla bir defa cima'da bulunduysa efdal olan ona yaklaşmamaktır." Sonra
şöyle demiştir: "Bu sözü söyledikten sonra kadın iki seneden fazlada. bir
çocuk doğurursa talâk vâki olur ve çocuğun doğmasıyla iddet biter." Demek
ki onu ancak vech-i mahsus üzere doğumla isbat etmiştir. Gebeliğin zâhir olması
sâbit olması demek değildir. Sübuta bağlı olan bir şey zuhura terettüb etmez."
Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü
Zeylaî'nin orada anlattığı şudur: "Ortada açık gebelik yahut mevcud nikâh
veya koca tarafından gebeliğin zuhurunu itiraf varsa, doğum ebe kadının
doğurdun demesiyle sâbit olur. Hatta kadının talâkını doğurmasına tâlik ederse
Ebû Hanife'ye göre ebe kadının doğurdun demesiyle talâk vâki olur. Ona göre ebe
kadının şâhidliği çocuğun tâyini için şarttır. İmameyn'e göre ise çocuğun
doğması ancak ebe kadının şehâdetiyle sâbit olur. Bu suretle anlaşılır ki doğum
İmam-ı A'zam'a göre gebeliğin zuhuru ile sâbit olur.
Allâme Kâsım orada demişti ki: Gebeliğin
zuhurundan murad emarelerinin görülmesidir. Öyle ki her gören galebe-i zanla bu
kadının hamile olduğunu anlar. Evet, bizim meselemizde olduğu gibi başka bir
şey muaraza etmezse zuhuru itibara alınır. Çünkü kocasının cima etmedim diye
ikrarı yalanı meydana çıkmadıkça ric'atının sahih olduğuna aykırıdır. Altı
aydan azda doğurursa yalanı meydana çıkar.
Bunun bir benzeri de şudur: İddetini
bekleyen kadın iddetinin bittiğini haber verir de sonra gebe olduğunu iddia
ederse ulema gebeliğin zuhuruna bakmamış, yalnız doğurmasına bakmışlardır. Bu
kadın haber verdiğinden itibaren altı aydan daha azda doğururursa nesebi sâbit
olur. Çünkü yalan söylediği kesindir. Altı aydan fazlada doğurursa neseb sâbit
olmaz: Zira sözünde çelişki vardır demişlerdir. Demek oluyor ki çelişki olduğu
yerde gebeliğin zuhuruna bakmamışlardır. Onlar ancak ilk haberin kesinlikle
yalan olduğunu meydana çıkaran şeye bakmışlardır ki, bu da Sadru'ş-Şeria'nın
söylediğini te'yid eder.
İkinci vecih nâmına verilen cevab da şudur:
Aşağıdaki meselede talâk kocası o kadınla halvette bulunduğunu ikrar ettikten
sonra farzedilmiştir. Halvetten sonra yapılan talâk iddeti icab eder. Talâk-ı
ric'î iddetini bekleyen bir kadın iddetinin bittiğini ikrar etmez de bir çocuk
doğurursa onun nesebi sâbit olur. Lâkin çocuğu iki seneden fazlada doğurursa
yaptığı doğum ric'at sayılır. Aksi takdirde sayılmaz. Zira boşamadan ana
rahmine düşmüş olması câizdir. Nitekim iddet bahsinde gelecektir.
Çocuğun nesebi sâbit olunca kadına da
meselâ sözle ric'at etmişse iki seneden azda doğurmak suretiyle bu ric'atın
sahih olduğu anlaşılır. Bizim meselemizde ise erkek halveti ikrar etmiş
değildir ki kadına lâzım gelsin. Bu kadını boşarsa cima'dan önce boşadığı zâhir
olur. Binaenaleyh kadına iddet yoktur. Talâk vaktinden itibaren altı aydan azda
doğurursa talâkın cima'dan sonra olduğu anlaşılır ve kadın iddet beklemektedir.
Ona doğurmadan ric'at etmişse ric'atın sahih olduğu anlaşılır. Çünkü kadın
iddet içindedir. Talâk vaktinden itibaren altı ay sonra doğurması bunun
hilâfınadır. Çünkü ric'atın iddet içinde olduğu bilinmez. Çocuğun nesebi de
sâbit olmaz. Zira ulemanın açıkladıklarına göre kaide şudur: Kendisine iddet
vâcib olmayan her kadının çocuğunun nesebi kocasından sâbit olmaz. Meğerki
yüzde yüz ondan olduğu bilinsin. Meselâ altı aydan azda doğursun. Bununla
anlaşılır ki ric'atın doğuma ve nesebin sübutuna bağlı olması hususunda iki
meselenin arasında fark yoktur.
Bizim meselemizde neseb ancak talâk vaktinden
itibaren altı aydan azda doğurmakla sâbit olur. Zira kadının talâktan önce gebe
kaldığı ve iddet vâcib olmayan her kadının çocuğunun nesebi kocasından sâbit
olduğu kendisiyle halvet yapılıp da üzerine iddet vâcib olan kadın hakkında
farz edilmiştir. Binaenaleyh o altı aydan fazlada da doğursa ona ric'at
sahihdir. Bir çok kimselerin ayakları kaydığı bu makamın izahını ganimet bil!
Selâm sana!
METİN
Nasılki boşanmadan önce doğuran kadını
cima'ını inkâr ederek boşasa ric'at sahih olur. Çünkü şeriat çocuğu nikâha
nisbet etmekle adamı yalanlamıştır. Binaenaleyh ikrarına başkasının hakkı
teallûk etmedigi yerde sözü bâtıl olur. Kadın talaktan sonra doğurursa ric'at
yoktur. Çünkü müddet geçmiştir. O kadınla halvette kalır da sonra cima'ı inkâr
eder vesonra kadını boşarsa ric'ata hakkı kalmaz. Çünkü şeriat kendisini
yalanlamamıştır. Cima'ı ikrar eder de onu karısı inkârda bulunursa ric'ata
hakkı vardır. Kadınla halvet yapmamışsa ric'ata hakkı yoktur. Çünkü zâhir
kadına şâhiddir. Valvalciyye. Kadını boşar da sonra kendisine ric'at ederse
mesele de aynı halde olursa kadın talâktan itibaren iki seneden azda çocuk
doğurduğu takdirde sâbık ric'atı sahih olur. Çünkü yukarda geçtiği vecihle
kendisi yalanlanmış olur.
İZAH
«Boşanmadan önce doğuran kadını» yani
nikâhtan itibaren altı ayda veya daha fazlada doğuran karısını boşarsa ric'atı
sahih olur.
«İkrarına başkasının hakkı teallûk etmediği
yerde ilh...» Bahır sahibi diyor ki: "Burada Kâfi sahibinin itirazı vârid
değildir. O şöyle itiraz etmiştir: Bir kimse bir köleyi başkasınındır diye
ikrar eder de sonra onu satın alırsa, sonra hak sahibi çıkarsa bu haber
ulaştığında o kimsenin köleyi ikrar edilen şahsa teslimi emredilir. Velevki
şer'an yalanlanmış olsun. Çünkü ikrarına başkasının hakkı teallûk etmiştir.
Ric'at meselesi bunun hilâfınadır." H.
«Çünkü şeriat kendisini yalanlamamıştır.»
Zira bu adam ric'ata yalnız cima' iddetinde mâliktir. Halvet iddetinde ric'ata
hakkı yoktur. Kendisi cima'ı inkâr etmişti. Binaenaleyh kendisi hakkında sözü
tasdik edilir. Ric'at da kendi hakkıdır. Bu bâbta şeriat onu yalanlamamıştır.
Yukarda geçenle aşağıda gelen bunun hilâfınadır. Zira neseb sâbit olmakla adam
şer'an yalanlanmış olur.
Burada "Halvetle mehir kuvvet bulur ve
iddet vâcib olur." şeklinde bir itiraz vârid olamaz. Çünkü mehrin kuvvet
bulması mübdelin teslimine bağlıdır. İddet ise cima' ihtimali olduğundan
ihtiyatan vâcib olur. Bundan cima'ın isbatı lâzım gelmez. Binaenaleyh inkâriyle
şer'an yalanlanmış olmaz. Bahır'dan anlaşılan budur.
«Ric'ata hakkı vardır» Çünkü zâhir adama
şâhiddir. Halvet cima'a delildir. Bahır.
«Mesele de aynı halde olursa» yani kadınla
halvette kalmış, fakat cima'da bulunduğunu inkâr etmişse sâbık ric'atı sahih
olur. Yani yaptığı ric'atın sahih olduğu anlaşılır.
«Kendisi yalanlanmış olur.» Yani ben bu
kadınla cima'da bulunmadım iddiasında yalancı olduğu meydana çıkar. Zira neseb
sâbit olmakla talâktan sonra değil önce cima' ettiği anlaşılır. Velevki inkâr
etsin. Çünkü kendisini yalancı çıkarmak zinâya yormaktan daha evlâdır. Nehir.
Biz bu meselenin tahkîkını evvelce yapmıştık.
METİN
Erkek karısına doğurursan sen boşsun der de
kadın doğurursa ve boş düşerek iddeti içine girerse, sonra iki batında başka
bir çocuk doğurduğu takdirde -yani altı ay geçtikten sonra demek istiyor ki,
iddetinin geçtiğini ikrar etmedikçe on seneden fazlada da doğurursa-
ikincidoğan çocuk ric'at sayılır. Çünkü temizlik müddetinin uzaması için
ye'sten başka bir sınır yoktur. Bu çocuğun ana rahminde kalması iddette yapılan
yeni bir cima'la sayılır. İkisinin bir batında doğmaları bunun hilâfınadır. Sen
her doğurdukça boşsun der de kadın üç batın çocuk doğurursa üç talâk vâki olur,
ikinci çocuk birinci talâktan ric'at sayılır. Nitekim geçti ve onunla kadın
ikinci defa boş olur. Nasılki üçüncü çocuk da öyledir. Yani o da ikinci talâk hakkında
ric'attır ve onunla kadın üç defa boş olur. Bu "Her doğurdukça"
sözüyle amel edilerek böyle olur. Kadın üçüncü talâk için hayızla iddet bekler.
Çünkü hayızdan kesilme yaşına varmadıkça kendisi hayızla iddet
bekleyenlerdendir. O yaşa varırsa aylarla bekler. Çocukların üçü de bir
batından doğarlarsa ilk ikisiyle iki talâk vâki olur, üçüncüyle talâk vâki
olmaz. Çünkü onunla iddet biter. Fetih.
İZAH
«Yani altı ay geçtikten sonra» sözü iki
batında doğurmanın tefsiridir. Zira iki doğum arasında bundan daha az bir
müddet geçerse, birinci çocuk doğmadan önce ikincinin mevcud olduğu teayyün
eder ve iki çocuk bir batında beraber bulunmuş olurlar. O zaman ikincinin
doğması ric'at olamaz. Çünkü bu çocuk kesin olarak talâktan önce ana rahmine
düşmüştür.
«İkinci çocuk ric'at sayılır.» Yani ikinci
çocuğun meydana geldiği cima" ric'at sayılır. Ric'atın doğuma isnad
edilmesi cima ancak onunla bilindiği içindir.
«Yeni bir cima'la» yani boşandıktan sonra
iddet içinde yaptığı bir cima'dan kalmış olur ki, karı-kocanın hallerini iyiye
yormak için bu adam onunla ric'at etmiş sayılır. Zira kadın iddetinin bittiğini
ikrar etmemiştir. Nitekim kadını talâk-ı ric'î ile boşar da iki seneden fazla
geçtikten sonra doğurursa çocuk kesinlikle yeni bir cima'dan kalmış demek olur.
İki seneden azda doğurursa bunun hilâfınadır. Zira ric'at sayılmaz. Talâktan
önce kalmış olması ihtimali vardır. Burada bu ihtimal sâkıttır. Çünkü çocuklar
iki batından olunca ikincisi mutlaka talâktan sonra yapılan yeni bir cima'dan
kalmış olur. Nitekim bunu Fetih sahibi söylemiştir. Bununla Miskîn şerhindeki
muhalefet dâvâsı defedilmiş olur.
«Üç batın çocuk doğurursa» yani her iki
doğum arasında altı ay yahut daha fazla müddet bulunarak doğurursa demek
istiyor.
«Nitekim geçti.» Yani ikinci çocuğun iddet
içinde yapılan yeni bir cima'dan kalmış olduğu yukarıda geçmişti. "Burada
nifas halinde cima' etmiştir hükmü vardır. Bu ise haramdır." diye bir
itiraz vârid olamaz. Çünkü nifasın azı için gün sayısı yoktur. Kadının hiç kan
görmemesi ihtimali de vardır. Nehir.
«Her doğurdukça sözüyle amel edilerek»
ifadesi her iki yerde kadının boş olmasının illetidir. Yani her kelimesi tekrar
iktiza eder. Zira umum fiilleri ifade eder.
«Çocukların üçü de bir batından doğarlarsa»
meselâ her iki çocuğun arasında altı aydandaha az müddet bulunursa ilk ikisiyle
iki talâk vâki olur.
«Çünkü onunla iddet biter.» Ve şart vakti
olan doğum iddetin bittiği vakte rastlar. Binaenaleyh onunla bir şey vâki
olmaz. Dürr-ü Müntekâ sahibi şöyle demiştir: "Meğerki bir dördüncüyü
doğursun. Yani o zaman üçüncü çocukla bir talâk meydana gelir. Üçüncüyü
doğurmazsa ikinciyle boş olmaz demek istemiştir. İlk iki çocuk bir batından,
üçüncüsü ayrı bir batından doğarlarsa ilk çocukla bir talâk vâki olur, ikinci
çocukla iddet biter, üçüncü çocukla hiç bir şey vâki olmaz. İlk çocuk bir
batında, ikinciyle üçüncü de bir batında olurlarsa birinci ve ikinci çocuklarla
iki talâk vâki olur, üçüncü çocukla iddet biter ve bir şey vâki olmaz. Bunu
Fetih'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
METİN
Talâk-ı ric'î ile boşanan bir kadın ric'at
ümidi varsa evde olan kocası için zînetlenir, ric'at ümidi yoksa zînetlenmez.
Bunu Miskîn söylemiştir. Kocası evde yoksa zînetlenmez. Çünkü illet yoktur.
Talâk-ı bâinde ve ölüm iddetinde zînetlenmek haramdır. Kocası ric'at ettiğine
şâhid getirmedikçe kadını evinden çıkaramaz. Velevki sefer müddetinden az bir
yere götürmek için olsun. Çünkü nehy mutlaktır. Ric'at ettiğine şâhid getirirse
iddet bâtıl olur. Ama bu ric'at etmediğini açık söylediğine göredir. Açık
söylemezse sefer delâleten ric'at sayılır. Bunu inceleme suretiyle Fetih sahibi
söylemiş, musannıf da ikrar etmiştir. Talâk-ı ric'î cima'ı haram kılmaz. İmam
Şâfiî Radıyallahü Anh buna muhâliftir. Cima'da bulunursa ukr lâzım gelmez.
Çünkü bu cima' mubahdır. Lâkin karısına dönmeye niyeti yoksa onunla başbaşa
kalmak tenzihen mekrûhtur. Aksi takdirde mekrûh değildir. Karısına dönmeye
niyeti varsa kadın için kasm hakkı sâbit olur. Aksi takdirde bu kadına kasm
yoktur. Bunu Bahır sahibi Bedâyı'dan nakletmiş ve: "Ulema zîneti terkettiğinden
dolayı bir adamın karısını dövebileceğini açıklamışlardır." demiştir. Bu
hal ric'î talâkla boşanan kadına da şâmildir.
İZAH
«Talâk-ı ric'î ile boşanan kadın
zinetlenir.» Çünkü kocasına helâldır, nikâhı mevcuddur, ric'at müstehabdır.
Zînetlenmek ric'ata teşvik sayılır. Binaenaleyh meşru'dur.
«Çünkü illet yoktur.» İllet ric'ata
teşviktir. T.
«Talâk-ı bâinde ve ölüm iddetinde
zînetlenmek haramdır.» Bâinde haram olması ric'at meşru olmadığı ve o kadına
bakmak haram olduğu içindir. Vefat iddetinde ise yas tutmak vâcibdir. Bunu
Bahır sahibi söylemiştir.
«Çünkü nehy mutlaktır.» Nehyden murad Teâlâ
Hazretlerinin: "Onları evlerinden çıkarmayın." âyet-i kerîmesidir. Bu
âyet-i kerîme talâk-ı ric'î ile boşanan kadın hakkında inmiştir. Evden çıkarma
yasağı mutlaktır, sefer müddetinden daha az bir mesafeye dahi şâmildir.
«Ric'at ettiğine şâhid getirmedikçe»
cümlesinin yerine: "Ric'at etmedikçe kadını evden çıkaramaz." dese
daha iyi olurdu. Çünkü şâhid getirmek sadece mendûbtur. T. Yani şâhid getirmeyi
evden çıkmanın haram olmasıyla sınırlamak doğru değildir. Çünkü haram olmak
ric'atla mutlak surette sona erer. En güzeli mutlak surette sefere çıkarmak
haramdır demektir. Çünkü bu hususta nass mutlaktır.
«Ama bu ilh...» ifadesindeki işaret şâhid
getirmedikçe cümlesinden anlaşılan çıkarmanın ric'at olmamasınadır. Bahır'da
şöyle denilmiştir: "Murad kadına ric'at etmediğini açıklamış olmasıdır.
Şayet susarsa yolculuk delâleten ric'at sayılır. Nitekim Fetih'de Câmi-i Sağîr
şerhinde Bedâyı' ve Gâyetü'l-Beyân'da buna işaret edilmiştir. Bu kitablarda
seferin delâleten ric'at sayıldığı bildirilmiştir. Böylece Zeylaî'nin:
"Sefer delâleten ric'at değildir." sözü def edilmiş olur."
«Bunu inceleme suretiyle Fetih sahibi
söylemiştir.» Burada şöyle denilebilir: "Fetih sahibinin sözünde bunun
kendi incelemesi olduğunu gösteren bir şey yoktur. Buna yukarıda zikredilen
kitablarda işaret edilmiştir. Fetih'in ibâresi şudur: «Kadını sefere götürmek
bu nassla haram olduğu için ric'at sayılmamıştır. Hatta ric'ata delâlet dahi
olamaz diyenler vardır. Çünkü sözümüz kadına ric'at etmediğini açıkca söyleyen
hakkındadır. Buna da şöyle itiraz edilmiştir: Şehvetle öpmek ve benzeri şeyler
bizzat ric'at sayılır. Velevki ric'at etmiyorum diye seslensin. Bu itirazın
cevabı haramla helâl arasında fark vardır sözüdür." Yani öpmek helâldır.
Binaenaleyh ric'at sayılır. Sefere götürmek haramdır, o ric'at olamaz. Ric'at
etmediğini söyleyip dururken ric'ata delil de sayılamaz. Fetih sahibinin:
"Çünkü sözümüz ilh..." demesi gösteriyor ki, bu söz kendisinin bir
incelemesi değil ulemadan nakledilmiştir.
«Şâfiî buna muhâliftir.» Hilâfın esası
şudur: Bize göre ric'at mevcud milkin devamını istemektir. Ona göre ise elden
giden helâllığın yenilenmesidir. Binaenaleyh bize göre nikâh milki mevcud
olduğu için cima' her vecihle helâldır. Nikâh milki ancak iddetin bitmesiyle
elden gider.
«Çünkü bu cima' mubahdır.» ifadesinde
müsamaha vardır. Çünkü bu cima' sünnete muhâlif olduğu için bize göre
mekrûhtur. Nitekim izahı yukarıda geçti. Mubah Allah'ın hitabının bir şeyin
fiil ve terkine müsavî olarak muhayyer bırakmak suretiyle teallûk etmesidir.
Mekrûh velevki tenzihen olsun terki tercih edilen şeydir. Binaenaleyh mubah
olamaz. Onun için "çünkü mubahdır" diyeceğine "çünkü
câizdir" dese daha iyi olurdu. Zira şer'an haram olmayan şeye câiz
denilir. Velevki o şey vâcib veya mekrûh olsun. Nitekim Tahrîr'de
belirtilmiştir.
«Karısına dönmeye niyeti yoksa onunla
başbaşa kalmak mekrûhtur.» Çünkü halvet çok defaşehvetle dokunmaya vardırır.
Böylece o adam istemediği halde ric'at etmiş olur. Sonra kadını tekrar boşar ve
kadının iddeti uzar. Bunu Bahır'dan naklen Tahtâvî söylemiştir.
«Kasm hakkı sâbit olur iIh...» Bundan
sonraki bâbta görüleceği vecihle ric'î talâkla boşanan bir kadının kazaen ve
diyâneten cima' hakkı yoktur. Onun için bu ka'dına cima'dan başka bir şeyle
ric'at etmek müstehabtır. O zaman kasm sohbette bulunmak içindir.
«Aksi takdirde ilh...» Yani ric'at etmeye
niyeti yoksa bu kadın için kasm hakkı yoktur. Zira ric'ata niyeti yokken sâbit
olursa çok defa iş halvetle neticelenir ve az yukarıda söylediklerimiz lâzım
gelir.
METİN
Bir adam üçten aşağı talâk-ı bâinle
boşadığı karısını iddeti içinde ve iddetten sonra bilicma' nikâh edebilir.
İddet içinde kocasından başkası men edilir. Çünkü neseb şübheye düşer. Sahih ve
geçerli bir nikâhtan boşanan kadın -ki tahkîkını yapacağız- hürre ise üç
talâkla, cariye ise iki talâkla boşanırsa velevki cima' etmeden boşansın
başkası tarafından geçerli nikâhla cima' edilmedikçe nikâh olunamaz. Velevki o
başkası cima' edebilen mürahîk olsun. Şeyhülislâm bunu on yaşla takdir
etmiştir. Yahut enenmiş veya deli yahut zimmîye için zimmî olsun. Müşkilât'ta
beyan edilen bâtıldır. Yahut evvelce geçtiği vecihle müevveldir.
İZAH
«Üçten aşağı talâk-ı bâinle boşadığı
karısını nikâh edebilir ilh...» Musannıf talâk-ı ric'î ile gevşemiş bulunan
nikâh bağının nasıl ekleneceğini beyandan sonra burada da talâk-ı bâinle kopan
bağın nasıl ekleneceğini anlatıyor. Fetih. Onun için Hidâye'de buna ayrıca bir
fasıl yapılmıştır.
«Bilicma' nikâh edebilir.» sözü iddet
içinde sözüne râci'dir. Bu bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Teâlâ Hazretleri:
"İddet bitinceye kadar nikâh akdine girişmeyin." buyurmuştur. O halde
bir adam boşadığı karısıyla iddeti içinde nasıl evlenebilir? Bu nass umumiyle
onu men etmektedir. Cevap şudur: Kocasının iddet içinde nikâhı bu âyetten
bilicma' tahsis edilmiştir.
«Çünkü neseb şübheye düşer.» Yani kadın
gebe kalır, fakat birinci kocasından mı yoksa ikinciden mi gebe kaldığı
bilinemez. Böylece neseb karışır. Esasen iddetin meşru' olmasının hikmeti
budur. Burada zikredilmesinden murad kocanın bilicma' tahsisine mâni olmadığını
beyandır. Yoksa illetini beyan değildir. Zira illetini beyan olsa küçük kızla,
hayızdan kesilen kadınla cima'dan önceki vefat iddetiyle sâbiden iddet bekleyen
kadınla, ikinci ve üçüncü hayızlarla buna itiraz vârid olurdu. Çünkü bunlarda
nesebin karışması yoktur. Ama müddet içinde evlenmek başka bir illetten dolayı
câiz değildir. O da mahallin ehemmiyetini göstermek veya teabbüdî (kulluk icabı
yapılan) bir hükümdür. İzahın tamamı Fetih'dedir.
«Boşanan bir kadın nikâh olunamaz.»
cümiesindeki "nikâh oluna-maz" sözünü atıfmuktezası olarak şârih
takdir etmiştir. Lâkin evlâ olan "Milk-i yeminle cima da edemez."
cümlesini de ziyade etmektir. Çünkü o' kadını nikâh akdiyle alması helâl
olmadığı gibi milk-1 yeminle cıma etmesl de helâl değildir. Nitekim gelecektir.
Âyet-i kerînlede olduğu gibi: "Boşa-nan bır kadın helâl olmaz."
deseydi ikisine de şâmil olurdu.
«Sahih ve geçerli bir nikâhtan»
ifadesindeki sahih sözüyle fâsid nikâhtan ihtiraz etmiştir. Meselâ şâhidsiz
kıyılan nikâh böyledir. Böyle bir nikâhın cima'dan önce hükmü yoktur. Cima'dan
sonra ise mehr-i misil vâcib olur. Bu nikahın talâkı talâk sayısını azaltmaz.
Çünkü bir mütarekeden (birbirlerini bırakmaktan) ibarettir. Kadını üç defa
boşasa bir şey vâki olmaz. O kadınla hulleye hâcet kalmaksızın evlenebilir.
Nitekim sarîh bâbının sonunda geçmişti. Geçerli sözüyle de mevkûf nikâhtan
ihtiraz etmiştir. Fetâvâ-i Hındiyye'nin kölelerin nikâhı bâbında Muhît'ten
naklen şöyle denilmiştir: "Köle veya mükâteb yahut müdebber veya
ümmüveledin oğlu sahibinin izni olmaksızın evlenir de sonra sahibi cevaz
vermeden üç defa boşarsa bu talâk iki tarafın nikâhı terketmesinden ibarettir.
Hakikatte talâk değildir. Hatta talâkın sayısından bir şey azaltmaz. Köle
sahibi bundan sonra nikâhı câiz kabul ederse onun cevaz vermesi bir işe
yaramaz. Bundan sonra evlenmesine izin verirse kölenin o kadınla evlenmesi
mekrûh olur. Ama ben bunların arasında fark göremedim."
«Tahkîkını yapacağız.» Tahkîkını iddet
bâbında yapacak ve: "Fâsid nikâhtaki halvet iddeti icab etmez. Oradaki
talâk talâkın sayısını azaltmaz. Çünkü feshtir." diyecektir. Musannıf
orada mevkûftan bahsetmiştir. Çünkü o fâsidin kısımlarındandır. Buradaki:
"Tahkîkını yapacağız." sözünden az ileride gelecek olan; "Fâsid
ve mevkûf hariçtir ilh..." ifadesini kasdetmiş de olabilir. Zira o söz
muhallil hakkında olsa da boşayan hakkında da mu'teber olmadığını
göstermektedir. Şârih bu sözle daha sonra gelecek olan: "Sonra bütün
bunlar ilk nikâhın sahih olmasının fer'îdir ilh..." ifadesini kasdetmiş
değildir. Çünkü o sözden muradı nikâhın bütün mezheblere göre sahih olmasıdır.
Nitekim göreceksin. O bizim bahsettiğimiz mesele değildir.
«Müşkilât'ta beyan edilen» şudur: "Bir
kimse karısını cima' etmeden üç defa boşarsa onunla hulle yapmadan evlenebilir.
Teâlâ Hazretlerinin: Onu boşarsa artık kadın başka bir kocaya varmadıkça ona
helâl olmaz, âyet-i kerîmesi cima' edilen kadın hakkındadır."
«Bâtıldır.» Yani Müşkilât'ın ibâresini
zâhirî mânâsında bırakmak bâtıldır. Onun içindir ki Fetih sahibi şöyle
demiştir: "Bu büyük bir hata olup nass ve icma'a karşı gelmektedir. Bunu
gören bir müslümanın itibara almak şöyle dursun onu nakletmesi bile helâl olamaz.
Çünkü onu nakletmek yaymak demektir. O zaman da buradaki emri hafife almak
hususunda şeytanın kapısı açılmış olur. Gizli değildir ki böyle bir şeyde
içtihad câiz değildir. Çünkü içtihadın şartı yoktur. İçtihadın şartı kitap ve
icma'a muhâlif olmamaktır. Biz sapıklık ve dalâletten Allah'asığınırız. Bu
husustaki emir dinin zaruriyatındandır. Muhâlifinin tekfir edilmesi uzak
görülemez."
Ben derim ki: Sakın Zâhidî'nin Hâvî nam
eserinin sonundaki hileler bahsinde söylediklerine aldanma! Zâhidî orada üç
defa boşanan kadının hilesi hakkında bir fasıl yazmış, orada bu meseleyi
aşağıda gelen te'vili kabul etmeyecek şekilde zikretmiştir. Bir çok hileler
zikretmiştir ki, hepsi bâtıl olup aşağıda reddi gelecek: "Cima'sız akid
kâfidir." esasına mebnîdir.
«Yahut müevveldir.» Yani Allâme Buhârî'nin
Gurarü'l-Ezkâr şerhinde söylediği şu sözle te'vil edilir: "Müşkilâtın
ifadesi müşkil değildir. Çünkü onun üç talâktan muradı ayrı ayrı zamanlarda
yapılan üç talâktır. Böyle te'vil edilir ki umumiyetle Hanefî kitablarındakine
uysun." Biz bu te'vili Müşkilât sahibinin âyetten dolayı verdiği cevabla
te'yid etmiştik. Âyette talâk ayrı ayrı zikredilmiş, bununla beraber yine de
helâl olmadığı açıklanmıştır. Müşkilât sahibi buna: "O cima' edilen kadın
hakkındadır." diye cevap vermiştir. Anla! Meselenin evvelce geçtiği yer
cima' edilmeden boşanan kadın bâbının başıdır.
«Başkası tarafından geçerli nikâhla cima'
edilmedikçe» yani hakikaten veya hükmen cima' olunmadıkça demektir. Nitekim
kadın âleti kesik veya deli bir kimseyle evlenir de ondan gebe kalırsa hükmen
cima' vardır. Bu gelecektir. Bu suret kadını hayızlı iken veya ihramlı olduğu
halde cima' etmesine şâmil olduğu gibi kadını bir kaç kocanın cima etmeden üçer
defa boşaması ve tekrar başka kocaya varması hallerine de şâmildir. Kadın
bunların hepsine helâl olur. Bahır. Boşanan kadın cima' edilmişse birinci
kocasının iddeti geçtikten sonra mutlaka nikâhla cima' edilmesi gerekir.
Musannıfın bundan bahsetmemesi açık olduğu içindir. Sonra bil ki cima'da
bulunmak bilicma' şarttır. Mücerred akid kâfi değildir.
Kuhistânî diyor ki: "Keşif ve diğer
usul kitablarında bildirildiğine göre Saîd b. Müseyyeb'den maadâ bütün ulema
cima'ın şart olduğuna ittifak etmişlerdir." Zâhidî'de bunun icma-i ümmetle
sâbit olduğu, Münye'de Saîd'in Cumhur kavline döndüğü kaydedilmektedir. Artık
her kim onun kavliyle amel ederse yüzü kararır ve rahmetten uzaklaşır. Her kim
onunla fetva verirse ta'zîr olunur. Sadru'ş-Şehid'e nisbet edilen sözün onun
kitablarında eseri yoktur. Bilâkis zıddı vardır. Hulâsa'da ondan nakledildiğine
göre kendisi: "Her kim bu sözle fetva verirse Allah'ın, meleklerin ve
bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Çünkü bu söz icma'a muhâliftir. Bir
hâkimin onunla verdiği hüküm geçersizdir." demiştir. Tamamı oradadır.
«Mürâhîk olsun.» Mürâhîk bülûğa yaklaşan
çocuktur. Nehir. Bülûğa erdikten sonra mutlaka kadını boşaması lâzımdır. Çünkü
mürâhîkın talâkı vâki değildir. Bunu Dürr-ü Müntekâ sahibi Tatarhâniyye'den
nakletmiştir.
«Cima' edebilen» sözü mürâhîkın tefsiridir.
Bunu Câmi' sahibi zikretmiştir. Bazıları: "Mürâhîkâleti kalkan ve
kadınları arzulayandır." demişlerdir. Fetih'de de öyle denilmiştir.
Şübhesiz bu iki kavlin arasında zıddıyet yoktur. Nehir. Evla olan muhallilin
hür ve bâliğ olmasıdır. Çünkü İmam Mâlik'e göre menî gelmesi şarttır. Nitekim
Hulâsa'da bildirilmiştir. Evlâ olan iki mezhebin kavliyle de amel etmektir.
Çünkü İmam Mâlik Ebû Hanife'nin talebesi gibidir. Onun için bazı ulemamız
zaruret icabı onun bazı kavillerine meyletmişlerdir. Nitekim Musaffâ'nın
Dîbâcesi'nde belirtilmiştir. Kuhistâni. Fettâl hâşiyesinde bildirildiğine göre
Fakîh Ebu'l-Leys Te'sisü'n-Nezâir adlı kitabında "İmam-ı A'zam'ın
mezhebinde bir mesele hakkında kavil bulunamazsa Mâlik'in mezhebine müracaat
edilir. Çünkü onun mezhebi kendi mezhebine en yakın olandır." demiştir.
«Enenmiş» den murad yumurtaları kesilmiş
olan erkektir. Böylesinin hulle yapması âleti mevcud olduğu için câizdir. T.
«Veya deli» sözü yerine bazı nüshalarda
"veya âleti kesik" denilmiştir. Bundan murad sünnet mahallinde ferce
sokacak bir şey kalmamış olan kimsedir. Lâkin bunun hullesi sahih olmak için
kadının ondan gebe kalması şarttır. Nitekim gelecektir.
«Yahut zimmîye için zimmî olsun.» Yani
velevki hulleyi kocası müslüman olan bir kadın için zimmî yapmış olsun,
demektir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.
METİN
«Geçerli kaydıyla fâsid ve mevkûf nikâhlar
hariç kalmıştır.» Kadını sahibinin izni olmaksızın bir köle nikâh eder de
efendisi cevaz vermeden cima'da bulunursa ona hulle yapmış sayılmaz. Ondan
sonra cima'da bulunması lâzım gelir. Lâtif hîlelerden biri kadının iki şâhid
huzurunda mürâhîk bir köleye nikâh edilmesidir. Aletini fercine soktuğunda
köleyi kadına temlîk eder, böylece nikâh bâtıl olur. Sonra kadın bu köleyi
başka bir beldeye gönderir. Böylelikle işi meydana çıkmaz. Lâkin İmam Hasan'ın
müftâbiha rivâyetine göre bu çocuk o kadına hulle yapmış sayılamaz. Çünkü
kadının velîsi varsa aralarında kefâet (denklik) yoktur. Velîsi varsa yukarıda
geçtiği vecihle ona bilittifak hulle yapmış olur. İddeti de bitmelidir. Murad
ikincinin iddetidir.
İZAH
«Geçerli kaydıyla fâsid ve mevkûf nikâhlar
hariç kalmıştır.» Burada şöyle denilebilir: Fâsid sahihin karşılığıdır,
geçerlinin karşılığı değildir. Çünkü geçerli akid demek akdi yapandan
başkasının cevaz vermesine bağlı olmayan demektir. Binaenaleyh fâsid bir şartla
yapılan satış bu mânâya göre geçerlidir.
Evet, mevkûf hakkında ulemanın iki tarikı
vardır. Bazıları mevkûf sahihin bir kısmıdır demiş; birtakımları fâsidin bir
kısmı olduğunu söylemişlerdir. Nitekim tahkîkı inşaallah satışlar bahsinde
gelecektir. İkinci tarika göre lügat itibariyle her mevkûf fâsiddir, aksi
yoktur. Şöylede denilir: Her sahih geçerlidir, ama aksi iki tarika göre de
sahih değildir. Anla! Bundan anlaşılır ki, musannıfın "sahih bir
nikâhla" tâbirini kullanmak hususunda Kenz ye diğer kitablara uyması
gerekirdi. Böylelikle fâsid ve kezâ iki tariktan birine göre mevkûf hariç
kalırdı. Buna şöyle cevap verilebilir: Sahih olan mutlak nikâhtır. Onunla fâsid
hariç kalır.
"Ona hulle yapmış sayılmaz." Yani
velevki sonradan cevaz vermiş olsun. Bunun vechi şu olsa gerektir: Nassla şart
kılınan nikâhdan kâmil nikâh anlaşılır. Çünkü şer'an bilinen odur. Fâsid ve
mevkûf bunun hilâfınadır. Yoksa ulemanın açıkladıklarına göre mevkûf nikâh
halen sebeb olarak mün'akiddir. Yalnız hükmü cevaz vaktine kadar gecikir. Cevaz
verilince onunla helâllık akid vaktinden meydana çıkar.
"Lâtif hilelerden biri ilah..."
Yani kadının hulleciden gebe kalmaması ve hullecinin onu boşamaktan
kaçınmaması, bir de hulle meselesinin halk arasında duyulmaması için çare
metinde beyan edildiği gibi hareket etmektir. Hullecinin hür ve bâliğ olması
bunun hilâfınadır.
"Lâkin ilah..." sözü bir hile
üzerine yapılan bir istidraktır. Hâsılı şudur: Bu hile zâhir mezhebe göre
tamamdır. Çünkü zâhir mezhebe göre nikâhta kefâlet şart değildir. Fakat İmam
Hasan'ın rivâyetine göre -ki bununla fetva verilir- kefâlet şarttır.
Binaenaleyh köle hulleci olamaz. Zira kadının velîsi var da bu işe razı değilse
ona küf değildir. Aksi halde yani kadının hiç velisi yok yahut var da razı olursa
köleden bilittifak hulleci olur. Nitekim kefâet bâbında geçmişti. Bu İmam-ı
Hulvânî'nin irad ettiği iki vecihten biridir. İkincisi Bezzâziye'de
zikredildiği vecihle mürâhik hakkında hilâf vardır. Olur da sahih değildir
diyenin mezhebinde bulunan bir hâkim huzurunda dâvâya çıkar da hâkim onu
fesheder, meram da hâsıl olmaz.
"İddeti de biter." Şâfiîlerden
biri bu iddeti ıskât için bir hile söylemiştir. Hile şudur: Kadın on yaşına
varmayan küçük bir çocuğa nikâh edilir. Çocuk âleti kalkarak onunla cima'da bulunur
ve bu nikâhın sahih olduğuna bir Şâfiî hüküm verir. Sonra çocuk kadını boşar ve
Hanbelîlerden biri talâkının sahih olduğuna hüküm verir. Bu kadına iddet lâzım
gelmediğini söyler. Çocuk on yaşında olursa Hanbelî'ye göre iddet lâzım gelir.
Yahut bu işde bir yarar görürse kadını velîsi boşar ve Mâlikilerden biri buna
hüküm verir. O adamın cima'ıyla bu kadına iddet vâcib olmadığını söyler. Sonra
kadın ilk kocasıyla evlenir ve Şâfiîlerden biri bu evlenmenin sahih olduğuna
hüküm verir. Çünkü bütün şartları hâiz olarak dâvâ geçtikten sonra hâkimin
hükmü hilâfı kaldırır ve kadın ilk kocasına helâl olur.
«Onun iddetinin de bittiğini haber verirse»
rnurad sadece ikinci kocamdan iddetim bitti demesi değildir. Bilâkis kocaya
vardım, ikinci kocam benimle cima'da bulundu, sonra beni boşadı ve iddetim
bitti diyecektir. Nitekim Hidâye'de belirtilmiştir. Zira bu söylenenleri sadece
iddetim bitti cümlesi ifade edemez. İddet halvetle de vâcib olur. Halbuki
mücerred halvetle de kadın helâl olmaz. Bundan dolayıdır ki Nihâye sahibi şöyle
demiştir: "Hidâye'de kadınınverdiği haberden uzun uzadıya bahsedilmesi
şundandır: Bu kadın ben sana helâl oldum der de o adamla evlenir, sonra
hullenin şartlarını bildiği halde ikinci kocam benimle cima'da bulunmamıştı
derse tasdik edilmez. Aksi takdirde tasdik olunur. Ama uzun uzadıya her şeyi
söylediğinde hiç bir halde tasdik edilmez."
Serahsî'den rivâyet olunduğuna göre kadına
soruşturmadan o adamın onunla evlenmesi helâl değildir. Çünkü mücerred akidle
helâl olup olmayacağı hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir. İmam Fazlı'dan bir
rivâyete göre kadın: Benimle evlen. Çünkü ben senden başkasıyla evlendim,
iddetim de bitti der de sonra evlenmediğini söylerse, tasdik edilir. Meğerki
ikinci kocasının cima'ını ikrar etmiş olsun. Çünkü tezevvüç ettim sözünü akid
mânâsına almakla tezevvüç etmedim sözünü benimle cima'da bulunmadı mânâsına
almak birbirleriyle çelişmez. Cima'da bulunduğunu ikrar edince çelişki sâbit
olur. Nitekim Fetih'de ifade edilmiştir. Tamamı ileride gelecektir.
«Zann-ı galibine göre kadın doğru
söylemişse» ifadesiyle musannıf kadının adâleti şart olmadığına işaret
etmiştir. Onun için Bedâyı' sahibi şöyle demiştir: "Hâkim'in Kâfî'si ile
diğer kitablarda: Kadın ona göre güvenilirse yahut doğru söylediğine kalbi
yatarsa onu tasdikte bir beis yoktur denilmiştir." Kezâ nikâhlı bir kadın
başka bir adama: "Kocam beni boşadı ve iddetim bitti." derse, gönlü
yattığı takdirde kadın âdil olsun olmasın tasdiki câizdir. Kadın: Benim ilk
nikâhım fâsiddir derse âdil bile olsa tasdiki câiz değildir. Bezzâziye'de böyle
denilmiştir. Bahır.
«Onu tasdik etmesi câizdir.» Çünkü bu ya
muâmelattandır. Zira cima zamanında bud'un kıymeti vardır yahut diyanet
bâbındandır. Çünkü helâl olmak ona teallûk eder. Bunların ikisinde de bir
kişinin sözü makbuldür. Dürer.
METİN
İmam'ı A'zam'a göre hayızla beklenen
iddetin en az müddeti iki aydır. Cariyenin ise bâbın başında geçtiği gibi çocuk
düşürdüğünü iddia etmedikçe kırk gündür. Buna ihtimali olan müddet geçtikten
sonra kadın evlenir de sonra iddetim bitmedi yahut ben başka kocaya varmadım
derse tasdik olunmaz. Çünkü evlenmeye özenmesi helâl olduğuna delildir.
Serahsî'den rivâyet olunduğuna göre kadına soruşturmadıkça onunla evlenmek
helâl değildir.
İZAH
«İmam-ı A'zam'a göre hayızla beklenen
iddetin en az müddeti iki aydır.» sözü "müddet buna ihtimalli
bulunursa" ifadesinin izahıdır. Bundan daha aşağı ihtimal yoktur.
«Hayızla beklenen» sözüyle ayla iddet
beklemekten ihtiraz etmiştir. Çünkü aylarla iddet bekleyen kadın hakkında azı
çoğu yoktur. Hürre üç ay, cariye birbuçuk ay bekleyecektir.
«İki aydır.» Yani İmam-ı A'zam'a göre
altmış gündür. Çünkü kadını temizlik müddetinin başında boşanmış hesabeder.
Bunu içinde cima bulunan temizlik müddetinde boşamış olmaktan korunmak için
yapar. Zira bu takdirde üç temizlik müddetiyle kırkbeş gün ve üç hayızla onbeş
güne muhtaç olur. Bu da temizlik müddetini en azına, hayız müddetini orta olana
yorumlamakla olur. Çünkü bir müddette her ikisinin en az mikdarının bir araya
gelmesi nâdirdir. Bu hesap İmam-ı A'zam'ın kavlini İmam Muhammed'in tahricine
göredir. İmam Hasan'ın tahricine göre ise kadını iddetini uzatmaktan kaçınmak
için temizlik müddetinin sonunda boşanmış kabul eder. Böylece iki temizlik
müddeti otuz gün ile üç hayız otuz güne muhtaç olur. Bu da temizlik müddetini en
azına, hayız müddetini en çoğuna yorumlamakla olur. Tâ ki ikisi denk gelsin ve
ikinci kocanın iddetinde kadın bunun misliyle fazladan bir temizlik müddetine
muhtaç olmasın. Bu Hasan'ın tahricine göredir ki, kadın 135 gün hakkında tasdik
olunur. İmam Muhammed'in tahricine göre ise 120 gün hakkında tasdik olunur.
Bunu Halebî söylemiştir.
Ben derim ki: Temizlik müddetinin ziyade
edilmesinden murad ikinci kocanın içinde evlenip de sonunda boşadığı temizlik
müddetidir. Lâkin bu tahrice göre talâkın cima vâki olan temizlik müddetinde
yapılmış olması lâzım gelir. Çünkü cima mutlaka lâzımdır. Düşün! Bu da İmam
Muhammed'in tahricini te'yid eder.
«Çocuk düşürdüğünü iddia etmedikçe» yani
ilk kocasından çocuk düşürmedikçe demek istiyor. Çünkü çocuğu boşandığı gün
düşürmesi de mümkündür ve düşürmekle iddeti biter. Çocuğun ikinci kocasından
oldu gunu iddia etmesine gelince: Mutlaka bir vakit geçmesi lâzımdır ki, o
müddet zarfında çocugun bazı uzuvları belli olsun. Rahmetî.
Ben derim ki: Kezâ çocugun birinci
kocasından olduğunu idd'a ederse onunla ilk akdin arasında mutlaka dört ay
müddet geçmesi lâzım gelir.
«Müddet geçtikten sonra kadın evlenir de
ilh...» Fetih sahıbi diyor ki: "Dağınık meseleler meyanında beyan
edildiğine göre bir adam kadınla evlenir de ona sormazsa, sonra kadın ben
evlenmedim yahut benimle cima olunmadı derse tasdik olunur. Çünkü bu ancak
kadın tarafından biIinir. Şurası müşkül görülmüştür: Kadının nikâha özenmesi
onun sahih olduğunu itiraftır. Binaenaleyh bu bir çelişkidir, kabul edilmemek
gerekir. Nitekim evlendikten sonra kadın ben mecûsi idim yahut mürtedde,
mu'tedde veya başkasının nikâhlısıydım yahut nikah akdi şâhidsiz yapılmıştı
demiş olsa sözü kabul edilmez. Bunu Câmi-i Kebir sahibi ile başkaları
zikretmişlerdir. Kadının iddetim geçmedi demesi bunun hilâfınadır. Sonra
Hulasa'da adı geçen işkâle uyan sözler gördüm. Ba faslındaki fetvâlarda şöyle
demiş: Kadın ilk kocasına vardıktan sonra ben başkasıyla evlenmedim der de ilk
kocası: Başkasıyla evlendin ve seninle zifaf da oldu cevabını verirse kadın
tasdik olunmaz." Fetih sahibinin sözü burada biter.
Ben derim ki: İşkâl şöyle de giderilebilir:
Üç defa boşanan kadında üzerine akid yapmaya mâni vardır. Bu mâni ancak
helâllık şartı bulunduktan sonra ortadan kalkar. O da kadının ilk kocasından
sonra başka biriyle evlendiğini ve zifaf olduğunu, iddetinin bittiğini,
müddetin buna ihtimalli olduğunu haber vermesiyle olur yahut yukarıda
Nihâye'den naklen geçtiği gibi helâllık şartlarını bildiği halde kocasına helâl
olduğunu haber verir. İşte o zaman kadının sözü kabul edilmez. Çünkü çelişki
vardır. Fakat bu olmazsa kabul edilir. Burada çelişki yoktur. Çünkü kadının
mücerred akidle helâl olacağını zannetmesi ihtimali vardır. Bir de tefsir ve
izahsız nikâh akdine girişmesiyle mâni ortadan kalkmaz. Bu itiraf sayılmaz.
Onun için Serahsî: "Kadına soruşturmak
mutlaka lâzımdır." demiştir. Yukarıda Fazlı'da nakletliğimiz de onu te'yid
eder Bu kadının: "Ben mecûsiyye idim ilh..." demesinin hilâfınadır.
Çünkü akid zamanında kadına nikâh akdi yapmaya bir mâni yoktu. Onun için akid
sahih olurdu. Bu sebeble buna zıd olarak verdiği haberi kabul edilmez. Zira
çelişkiye düşer. Kadının mücerred akde özenmesi bir mâni olmadığını itiraftır.
Sonra buma aykırı olarak iddiada bulundumu kabul edilmez. Fetâvâ'dan yukarıda
nakli geçen söz ulemanın sözlerinin arasını bulmuş olmak için kadın tefsir ve
izahını yaptıktan sonra evlendiğine yorumlanmıştır.
Bezzâziye'de şöyle denilmektedir:
"Boşanan bir kadın evlenir de sonra ikinci kocasına: Sen beni iddet içinde
aldın derse nikâhla talâk arasında iki aydan az bir müddet bulunduğu takdirde
İmam-ı A'zam'ın kavline göre kadın tasdik edilir ve ikinci nikâh fâsid olur.
İki aydan çok müddet buıunursa tasdik olunmaz ve ikinci nikâh sahihtir. Nikâha
girişmek iddetin geçtiğini ikrardır. Çünkü iddet birinci kocanın hakkıdır.
Nikâh ise ikincinin hakkıdır. Bunlar ikisi birarada bulunamazlar. Binaenaleyh
nikâha girişmek geçtiğine delâlet eder. Üç defa boşanan kadın bir müddet sonra
ilk kocasıyla evlenir de: Seninle ikinci kocamın nikâhından önce evlendim derse
bunun hilâfınadır. Bu girişmesi ikinci kocanın cima ve nikâhına delil olmaz. Üç
defa boşanan bir kadın kocasına: Senden başkasıyla evlendim der de ilk kocası
onunla evlenir, sonra: Ben söylediğim sözde yalancıydım, evlenmiş değildim
derse ikincinin cima'ını ikrar etmedigi takdirde nikâh bâtıl olur. ikrar
etmişse kadın tasdik edilmez." Bu da söylediğimiz farkı ve arabulmayı
te'yid etmektedir. Muvaffakiyet Allah'dandır. Bu anlattıklarımızla şârihin
sözündeki sakatlık sana zâhir olmuştur. Zâhire bakılırsa o bahsettiği hususatta
Fetih sahibine tâbi olmuştur.
METİN
Bezzâziye'de şöyle denilmiştir:
"Kadın: Kocam beni üç defa boşadı der de sonra kendini konuştuğu adama
nikâh etmek isterse, bu sözünde ısrar etse de kendini yalanlasa da buna hakkı
yoktur." Bir kadın kocasından kendisini boşadığını işitir de onu kendinden
menetmeye öldürmekten başka bir şeyle kâdir olamazsa kısas korkusuyla onu
ilaçla öldürebilir, kendini öldüremez. Özcendî: "Mesele hâkime arzolunur.
Erkek yemin eder beyyine de bulunmazsa günâh onun olur. Kadın onu öldürürse ona
da bir şey lâzım gelmez." demiştir. Talâk-ı bâin üç talâk gibidir.
Bezzâziye. Yine Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "İki şâhid kocasının bu
kadını üç defa boşadığına şâhidlik ederlerse, kocası orada bulunmamak şartıyla kadın
hulle için başka biriyle evlenebilir."
Ben derim ki: Diyâneten evlenebilir demek
istiyor. Sahih olan câiz olmamasıdır. Kınye. Yine Kınye'de bildirildiğine göre
kocası uzaklara gitmek suretiyle de bu kadından kurtulamazsa. yani kadın onu
büyüleyip kendine döndürürse kadını öldürmesi helâl olamaz. O kadınla
uğraşmaktan vazgeçer. Bazıları kadının kocasını öldüremiyeceğini söylemişlerdir
-söyleyen İsbîcâbî'dir-. Bununla fetva verilir. Nitekim Tatarhâniyye'de ve
Mültekât'tan naklen Vehbâniyye şerhinde beyan edilmiştir. Yani yukarıda geçtiği
gibi günâh erkeğindir. Kocası karısını üç defa boşadıktan sonra bunlardan önce
bir talâk vardı, kadının iddeti de geçti der de kadın da onu tasdik ederse
müftâbih olan mezhebe göre ikisi de tasdik edilmezler. Nitekim kadın erkeği
tasdik etmese hüküm buydu. "Bu kadını cima etmeden iki defa boşar da sonra
bu iki talâktan önce ben onu bir talâkla daha boşamıştım derse üç talâka
hükmedilir." denilmiştir.
İZAH
«Bezzâziye'de ilh...» Şârih Bahır sahibine
uyarak Bezzâziye'nin ibâresinin bir kısmını nakletmekle yetinmiştir. Fakat
yeterli değildir. Onun ibâresinin tamamı şöyledir: "Süt bahsinde
bildirildiğine göre kadın: Bu benim süt oğlumdur der de bu sözünde ısrar ederse
o adam bu kadınla evlenebilir. Çünkü, haram hükmünü vermek kadının elinde
değildir. Ulema bütün vecihlerde bununla fetva verildiğini
söylemişlerdir." Bu sözün muktezası şudur: Muftâbih olan kavle göre bu
kadın kendini o adama nikâh edebilir. Şârihin süt bahsinin sonunda: "Bunun
ifade ettiği mânâ şudur ilh..." diyerek söylediği budur.
Evvelce arzetmiştik ki şârihin orada
söylediklerini Hulâsa sahibi Sadru'ş-Şehid'den şu ifadeyle nakletmiştir: Bunda
şuna delil vardır: "Kadın üç defa boşandığını iddia eder de kocası inkârda
bulunursa kadının kendisini ona nikâh etmesi helâl olur." Nehir sahibi
bunu ta'lil ederek: "Kadın hakkında talâk gizli olan şeylerdendir. Çünkü
onu müstakillen erkek yapar. Binaenaleyh kadının dönmesi sahihtir."
demiştir. Yani hükümde sahihtir. Diyâneten ise kadın talâkı bildiği takdirde
helâl olmaz. Bu anlattıklarımızla bilmiş olursun ki şârihin söyledikleri
nakledilmiş hükümlerdir, kendi hükümleri değildir.
«Kendini boşadığını işitirse» ifadesinden
murad üç defa boşadığını işitmesidir. Çünkü üçten az olursa nikâhı tazelemek
mümkündür. Meğerki kocası inkâr etmiş olsun.
«Onu ilaçla öldürebilir.» Muhît'te şöyle
denilmiştir: "Kadının kendi malından fidye vererek kurtulması gerekir.
Yahut kocasından kaçar. Bunu da yapamazsa kendisine yaklaşacağını bildiği an
onu öldürür. Lâkin ilaçla öldürmesi gerekir. Kadın kendini öldüremez. Kocasını
âletle öldürürse kısas vâcib olur." Bahır.
«Günâh onun olur.» Yani günâh yalnız
erkeğin olur demektir. Fakat bunu "kadın fidye veremez veya
kaçamazsa" diye kayıdlamak gerekir. «Kadın onu öldürürse» sözü her iki
fiilin mubah olduğunu gösterir. T.
«Orada bulunmamak şartıyla...»
Bezzâziye'nin tam ibâresi şöyledir: "Kocası orada ise kadın evlenemez.
Çünkü kocası inkâr ettiği takdirde karı-kocanın birbirlerinden ayrılmalarına
hüküm vermek icab eder. Bu hüküm ise ancak kocanın orada bulunmasıyla
verilebilir."
«Sahih olan câiz olmamasıdır.» Kınye'de
şöyle denilmiştir: "Bedî' diyor ki: Hâsılı Şemsü'l-Eimme Özcendî'nin,
Necmüddin-i Nesefî'nin, Seyyid Ebû Şucâ'ın, Ebû Hâmid'in ve Serahsî'nin
verdikleri cevaba göre bu kadının başka bir kocaya varması kendisiyle Allah
Teâlâ arasında (diyâneten) ona helâldır. Geri kalan ulemanın cevablarına göre
helâl değildir." Fetâvâ-i Sirâciyye'de: "Güvenilir bir kimse
kocasının boşadığını kadına haber verir de kocası orada bulunmazsa kadının iddet
beklemesi ve evlenmesi câizdir." denilmiş, diyânetle kaydedilmemiştir.
Vehbâniyye şerhinde de öyledir.
Ben derim ki: Bu adı geçen imamların
kavlini te'yiddir. Çünkü güvenilir bir kişinin ihbarıyle kadına evlenmek helâl
olunca burada boşandığını işittiği zaman veya boşandığına kadının huzurunda iki
âdil kişi şâhidlik ettiğinde hulle yapması evleviyetle helâl olur. Hatta
ulemanın açıkladıklarına göre kadına kocasından mektup gelerek boşadığını
bildirirse başka kocaya varması helâl olur. Kadının bu işin doğruluğuna gönlü
yatarsa velevki mektubu getiren güvenilir biri olmasın. Sözün mutlak
bırakılmasına bakılırsa kazaen de câizdir. Hatta bunu hâkim bilirse kadını
serbest bırakır. Şu halde burada câiz olmadığını sahih kabul etmek müşkildir.
Meğerki hâkimin hükmettiğine yorumlansın. Velevki bu zâhirin hilâfına olsun.
Düşün! Evet. karısını boşar da karı-koca gibi yine birarada yaşarlarsa kadın
başka kocaya gidemez. Çünkü o kocadan beklediği iddeti bitmemiştir. Nitekim
iddet bahsinde izahı gelecektir.
«Kadını öldürmesi helâl olamaz.» Hilâfın
burada da bulunması gerekir. Hatta burada kadını öldürebilir demek kadın
kocasını öldürür demekten daha münasibtir. Çünkü kadın sihir yapmıştır. Sihir
yapan tevbe etse bile öldürülür.
«Bazıları kadının öldüremiyeceğini söylemişlerdir
ilh...» Tatarhâniyye sahibi dahi kadının kocasını öldürebileceğini Şeyh
Ebu'l-Kasım'dan ve Şeyhülislâm Ebu'l-Hasan Atâ' b. Hamza'dan ve İmam Ebû
Şücâ'dan naklettiği gibi İmam Muhammed b. Velid SemerkandîFetâvâ'sından da
nakletmiştir. O da Abdullah b. Mübarek'den, o da Ebû Hanife'den nakletmiştir.
Kezâ Tatarhâniyye sahibinin nakline göre İmam Necmüddin İmam Ebû Şücâ'nın
sözünü hikâye ederek: "O büyük adamdır, onun büyük üstadları vardır.
Söylediğini ancak sahihse söyler. Binaenaleyh itimad onun kavlinedir."
dermiş. Bundan anlaşılır ki bu kavil de güvenilirdir.
«Kadının iddeti de geçti.» demesi kadın
ecnebi olsun da kendisine üç talâk yapılamasın diyedir.
Ben derim ki: Bu iddetin bittiği
bilinmediği vakittir. Çünkü şârihin iddet bahsinin sonunda yine Kınye'den
naklen beyan edeceğine göre karısını üç defa boşar da: Ben onu daha önce bir
defa boşamıştım, iddeti de bitmişti derse, iddetinin bittiği halk tarafından
bilindiği takdirde üç talâk vaki olmaz. Aksi takdirde olur. Kocası inkâr
ettikten sonra kansını üç talâkta boşadığına beyyineyle hükmolunursa kadını
bundan bir müddet önce bir talâkla boşadığına getirdiği beyyine kabul olunmaz.
«Üç talâka hükmedilir.» Çünkü bu adamın
talâka özenmesi ismetin devamına delildir. Onun ikrarıyla amel olunarak ihtiyatan
kadın üç defa boş olur. T. Allahu a'lem.
METİN
Bunun beynunetle münasebeti netice
itibariyledir. Lügaten îlâ yemin demektir. Şer'an ise müddeti içinde karısına
yaklaşmayacağına yemin etmektir. Velevki zimmî olsun. Mûlî (îlâcı) o kimsedir
ki, karısına yaklaşması ancak kendisine lâzım gelen meşakkatli bir şeyle mümkün
olur. Bundan yalnız küfür mâni'i müstesnadır. İlânın rüknü yapılan yemindir.
İZAH
«Bunun beynunetle münasebeti netice
itibariyledir.» Yani bu bâbın ric'at bâbından sonra zikredilmesinin münasebeti
Bahır sahibinin söylediğidir. O: "ÎIâ ikinci halde talâk-ı ric'î gibi
ayrılmayı icab eder." demiştir.
«Şer'an ise müddeti içinde karısına
yaklaşmayacağına yemin etmektir.» ifadesi meşakkatli bir şeye yapılan tâlika da
şâmildir. Çünkü tâlik bâbında arzettiğimiz gibi buna da yemin denilir. Onun
için Fetih sahibi şunları söylemiştir: "Şeriatta îlâ: Karısına dört ay ve
daha fazla yaklaşmayacağına Allah Teâlâ'ya yemin etmektir. Yahut ona yaklaşmayı
güçleştiren bir şeye tâlikla olur. Böyle demek Kenz sahibinin: "Karısına
dört ay yaklaşmayacağına yemin etmektir." sözünden daha iyidir. Çünkü
mücerred yemin: Seninle cima edersem Allah için iki rekât namaz kılmak yahut
gazaya gitmek boynuma borç olsun gibi sözlerle de tehakkuk eder. Ama o adam
bununla îlâ yapmış olmaz. Çünkü nefsine meşakkat veren şeylerden değildir.
Velevki korkaklık ve tembellik gibi nefisden gelen çirkin bir ârıza dolayısıyla
ona güç gelsin." Bu söz musannıfa da vâriddir. Gerçi onun nâmına Bahır
sahibi cevap vermişse de Nehir ve Makdisî şerhinde onun cevabı reddedilmiştir.
«Karısına yaklaşmayacağına» sözü halen
mevcud karısına ve ileride evleneceği kadına şâmildir. Meselâ ecnebî bir
kadına: "Seninle evlenirsem vallâhi sana yaklaşmam." derse îlâ olur.
Çünkü muteber olan îlânın yürürlüğe girdiği vakittir. Nitekim gelecektir.
Binaenaleyh İbn-i Kemâl'in: "Tarifte mutlaka nikâhta hâsıl olan veya
nikâha muzaf olan demek lâzımdır." sözüne hâcet yoktur. Halbuki Nehir
sahibinin dediği gibi bu şarttır. Şartların hâli ise tariften hariç
bırakılmaktır. "Halen mevcud karısı" sözünde ric'î talâk iddeti
bekleyen kadın dahildir. Şu da öyledir: Bir adam hür olan korısına îlâ yapar da
sonra onu bir talâk-ı bâinle boşarsa, kadın iddetlnl beklerken îlâ müddeti
bittiği takdirde o kadını bir daha boşayabilir. Nitekim gelecektir. Kuhistânî
buna Hâniyye'nin şu ifadesiyle itiraz etmiştir: "Bir kimse cariye olan
karısına îlâ yapar da sonra onu satın alarak îlâ müddeti geçerse talâk vâki
olmaz."
Ben derim ki: Buna şöyle cevap verilir:
Cariyeyi satın almak akdi feshtir. Sanki o anda cariye onun karısı değilmiş
gibi olur. Yahut şöyle cevap verilir: Şart karı-kocalığın devamı veya iddet
gibi onun eseridir. Burada ise iddet yoktur. Küçük kız dahi dahildir. Velev ki
cima olunmasın.
«Yaklaşmayacağına» yani cima etmeyeceğine
diye kayıtlaması şundandır: Çünkü başka şeye yemin ederse meselâ: Vallâhi
cildim senin cildine dokunmayacak yahut senin döşeğine yaklaşmayacağım gibi bir
söz söyler de cima'ı niyet etmezse îlâ yapmış olmaz. Nitekim gelecektir.
«Müddeti içinde» yani aşağıda beyan
edilecek müddeti demek istiyor.
«Velevki zimmi olsun.» sözü yaklaşmak
mastarının failini umumileştirmektir. Yani îlâyı bir zımmî de yapabilir
demektir. Velev ki kendisine kefâret lâzım gelmesin. Nitekim ileride
gelecektir.
«Ancak kendisine lâzım gelen meşakkatli bir
şeyle mümkün olur» Şart hac ve benzeri gibi nefsine meşakkat vermesidir.
Nitekim gelecektir. Binaenaleyh gaza ve iki rekât namaz gibi meşakkatsiz şeyler
tariften hariç kalır. Velev ki korkaklık veya tembellik gibi arızî meşakkatler
bulunsun. Meşakkatli şeylerden biri de kefârettir. Bahır sahibi buna zımmînin
kefâret icab eden îlâsıyla itiraz etmiştir. Meselâ zımmî karısına vallâhi sana
yaklaşmayacağım derse İmam-ı A'zam'a göre kefâret lâzım gelmeksizin îlâ
sahîhtir. Bir itirazı da şudur: Bir adam dört karısına vallâhi size
yaklaşmayacağım diye yemin ederse üçüne bir şey lâzım gelmeksizin yaklaşabilir.
Birinci itiraza yine kendisi Kâfî'nin şu sözüyle cevap vermiştir: Bozulmaktan
hâli olan yemin o kimseye lâzımdır. Buna delil dâvâlarda billahilazîm diye
yemin ettirilmesidir. Lâkin zımmîye kefâret vâcip olmasına mâni vardır. O da
kefâretin ibâdet olmasıdır. Zımmî ise ibâdete ehil değildir.
Ben derim ki: İkinciye cevap da şudur: îlâ
dört kadının hepsine yapılmıştır, bazılarına yapılmış değildir. Onun içindir ki
bazılarına yaklaşmakla yemini bozulmaz. Çünkü o yaklaştığına yemin etmiş
değildir. O üzerine yemin edilenin bir cüz'üdür. Nitekim bunu Hidâye şârihleri
anlatmışlardır. Şu halde bu söz: Zeyd ve Amr'la konuşmam demesi gibi olur ki,
beraber olmadıkça yalnız birisiyle konuşması yemini bozmaz. Bedâyı'da şöyle
denilmiştir: "Bir kimse karısına ve cariyesine vallâhi size
yaklaşmayacağım diye yemin ederse cariyeye yaklaşmadıkça karısına îlâ yapmış
sayılmaz." Yani yeminden dönmenin şartı her ikisine yaklaşmaktır. Birisine
yaklaşmakla yemini bozulmaz demek istemiştir. Lâkin birine yaklaştı mı
yemininde durma şartı ikinciye yaklaşamamakla teayyun eder. İkincisi karısıysa
ona îlâ yapmış sayılır. Bunun muktezası şudur ki: Yukarıdaki meselede üçüne
yaklaşırsa dördüncüsüne îlâ yapmış olur.
TENBİH: Bir kimse karısına yaklaşmayacağına
kölesinin âzâd olmasıyla yemin eder de sonra köleyi satarsa yahut köle ölürse
îlâ sâkıt olur. Çünkü o adam karısına yaklaşmakla kendisine bir şey lâzım gelmeyecek
hale dönmüştür. Eğer satıldıktan sonra köle karısına yaklaşmadan tekrar onun
milkine dönerse îlâ hükmü de döner. Bedâyı'.
METİN
Şartı kadının mahâl olmasıdır. Îlâ
yürürlüğe girdiğinde nikâhlısı olacaktır. "Seninle evlenirsem vallâhi sana
yaklaşmayacağım." sözü bundandır. "Sen de boşsun." sözünü ziyade
eder de sonra o kadınla evlenirse, yaklaştığı için kefâret vermesi lâzım gelir.
Terk ettiği için de talâk bâin olur. Kocanın talâka ehil olması da şarttır,
İmameyn'e göre kefârete ehil olması şarttır. Binaenaleyh zımmînin ibâdet
sayılmayan bir şeyle îlâ yapması sahihtir. Bunun faydası talâkın vâki
olmasıdır. Îlânın şartlarından biri de müddetinden noksan olmamasıdır.
İZAH
«Nikâhlısı olacaktır.» Yani talâk-ı ric'î
iddetini bekleyen kadın gibi hükmen dahi olsa nikâhlısı sayılacaktır. Nitekim
arz etmiştik. Bu îlâdan sonra karısını talâk-ı bâinle boşayıp da iddet içinde
îlâ müddetinin geçmesi haline de şâmildir. Nitekim yukarıda görmüştük. Bundan
anlaşılır ki üç talâktan az olan bâin talâkla îIâ bâtıl olmaz. Bedâyı'da şöyle
denilmiştir: "Milki olmayan yerde ibtidaen îlâ mün'akid olmaz. Velev ki
mülksüz îlâ devam etsin." Bu suretle ecnebî kadın ve talâk-ı bâinle
boşanan hariç kalır: Nitekim gelecektir. Kezâ cariye, müdebbere ve ümmüveled de
hariçtirler. Çünkü Teâlâ Hazretleri: «Kadınlarına îlâ yapanlar için ilh...»
buyurmuştur. Nikâh milkiyle milk sayılan kadın zevcedir. Nitekim Bedâyı'da
bildirilmiştir.
«Yaklaşmayacağım sözü bundandır.» Yani
îlânın yürürlüğe girdiği vakitte kadının nikâhlısı olmasındandır. Çünkü şarta
muallak olan bir şey o şart bulunduğu vakit yürürlüğe konan gibidir. Yürürlüğe
konduğu vakit kadın onun nikâhlısıdır. H.
«Sonra o kadınla evlenirse» yani muallak
talâk vâki olduktan sonra evlenirse demek istiyor.
«Kefâret vermesi lâzım gelir.» sözünün
mânâsı îlânın hükmü sâbit olur ve îlâ tesirini gösterir demektir. Onun
gösterdiği tesir müddeti içinde kadına yaklaşmakla kefâret lâzım gelmesi,
yaklaşmayı terk etmekle de talâk-ı bâin vâki olmasıdır. Şöyle ki, bu adam îlâ
ile talâkı evlenmeye tâlik ettiği için sıra ile vâki olurlar. Kadın bâin
olmazdan önce îlâ meydana gelir, arkasından talâk vâki olur ve onunla kadın
kocasından ayrılır. Zira bu talâk cima'dan öncedir. Milkin elden gitmesi îlânın
hükmünü iptal etmez. Îlâ müddetinin içinde o kadınla evlenirse îlâ amelini icra
eder. Ama talâkı îlâdan önce yaparsa İmam'ı A'zam'a göre hükmü bâtıl olur.
Çünkü bâin olduktan sonra vuku bulur. Milkde yapılmayan îlâ ise mün'akid olmaz.
Nitekim Bahır'da ta'lil bâbında belirtilerek şöyle denilmiştir: "Seninle
evlenirsem sen boşsun; sen bana annemin sırtı gibisin; vallâhi sana
yaklaşmayacağım der de sonra o kadınla evlenirse talâk vâki olur. İmam-ı
A'zam'a göre zıhâr ile ilâ hükümsüz kalır. Çünkü evvela talâk vâki olur. Onunla
kadın bâin sayılır. İmameyn'e göre ise beraberce vâki olurlar. Talâkı sona
bırakır dakadınla evlenirse talâk vâkidir. Zıhâr ile îlâ da sahihtir."
«Kocanın talâka ehil olması da şarttır.»
cümlesi akıl ve bülûğun şart olduğunu ifade eder. Binaenaleyh çocuk ile delinin
îlâları sahih olmaz. Çünkü bunlar talâka ehil değillerdir. Kölenin mala taallûk
etmeyen: Sana yaklaşırsam üzerime oruç veya hac yahut umre borç olsun yahut
karım boş olsun gibi sözlerle îlâ yapması sahihtir. Yeminini bozarsa cezası
lâzım gelir yahut vallâhi sana yaklaşmayacağım derse yeminini bozduğunda
kendisine oruçta kefâret lâzım gelir. Mala taallûk eden şeyler bunun
hilâfınadır. Meselâ köle âzâdı boynuma borç olsun yahut şu kadar sadaka vermek
boynuma borç olsun derse îlâsı sahih olmaz. Çünkü kendisi mala ehil değildir. Bedâyı'.
«Zımmînin îlâ yapması sahihtir.» Yani
İmam-ı A'zam'a göre sahihtir, İmameyn'e göre sahih değildir. Lâkin her iki
kavil alelıtlak değildir. Çünkü zımmînin hac gibi hâlis ibâdet olan bir şeyle
îlâ yapması bilittifak sahih değildir. Köle âzâdı gibi ibâdet olması lâzım
gelmeyen bir şeyle îlâ yapması bilittifak sahihtir. Kefâret icap eden: Vallâhi
sana yaklaşmam gibi bir sözle îlâ yapması İmam-ı A'zam'a göre sahih. İmameyn'e
göre sahih değildir. Nitekim Bahır ve diğer kitaplarda bildirilmiştir.
«İbâdet sayılmayan» yani hâlis ibâdet
olmayan bir şeyle îlâsı sahihtir. Şârih bununla bildiğin gibi hac, oruç ve
emsalinden ihtiraz etmiştir.
«Bunun faydası ilh...» Yani zimmîye
yeminini bozmakla kefâret lâzım gelmediği halde îlâsının sahih olmasının bir
faydası vardır. O da müddet Içinde kadına yaklaşmamakla talâkın vukuudur.
«Îlânın şartlarından biri de ilh...» Îlânın
bir mekânla mukayyed olmamasıdır. Çünkü başka bir yerde yakınlaşmak mümkündür.
Karısıyla başkasını bir arada bulundurmaması da şarttır. Meselâ karısıyla
cariyesini veya ecnebî bir kadını bir arada bulundurmayacaktır. Çünkü karısı
yalnız olursa kendisine bir şey lâzım gelmeksizin ona yaklaşması mümkündür.
Nitekim geçti. Fakat zamanla mukayyed olmaması şartı doğru değildir. Çünkü
zamanla îlâ müddeti murat edilirse bunun nefyi doğru değildir. Ondan az bir
müddet murat edilirse o da şârihin ziyade ettiğidir.
Evet, müddetin bir kısmını istisna etmemek
şarttır. Meselâ: Sana bir sene yaklaşmayacağım, yalnız bir gün müstesna
dememelidir. Bu meselede tafsilât vardır ki gelecektir. Îlâda yalnız cima'dan
men edilmiş olmalıdır. Zira Valvalciyye'de şöyle denilmiştir: "Sana
yaklaşırsam yahut seni yatağa dâvet edersem sen boşsun derse îlâ yapmış olmaz.
Çünkü kendisine bir şey lâzım gelmeksizin yaklaşması mümkündür. Meselâ kadını
yatağa dâvet eder. Böylece yemini bozulur, sonra müddet içinde onunla cima
eder."
METİN
Îlânın hükmü yemininde durur da cima
etmezse, bir talâk-ı bâin vâki olmak ve cima'la yeminini bozarsa kefâret yahut
muallak cezanın lâzım gelmesidir. Îlâ müddetinin en azı hürre için dört ay,
cariye için iki aydır. Çoğu için sınır yoktur. Bu iki aydan daha aza yemin
etmekle îlâ olmaz. Îlânın sebebi talâk-ı ric'îdeki sebep gibidir.
İZAH
«Îlânın hükmü»nden murat dünyevî hükmüdür.
Uhrevî hükmü ise kadına dönmediği takdirde günâha girmektir. Nitekim Teâlâ
Hazretlerinin: "Eğer dönerlerse, bilsinler ki Allah çok bağışlayan, çok
acıyandır." âyet-i kerîmesi bunu ifade etmektedir. Kuhistânî'nin Netif'ten
naklen açıkladığına göre îlâ yapmak mekrûhtur. Yine ulema açıklamışlardır ki,
müddetin geçmesiyle talâk vâki olması o kimsenin zulmünün cezasıdır. Lâkin
Fetih'de îlâ bâbının başında zikredildiğine göre îlâya günâh lâzım gelmez.
Çünkü bazen kadının rızasıyla yapılır. Memede çocuğu varken hamile kalacağından
korkar, mizâcı uymaz ve benzeri şeylerden dolayı nefsin tama'ını kesmek için
karı-koca buna ittifak edebilirler.
«Cima etmezse» sözü yemininde durmanın
atf-ı tefsiridir. Cimadan murat hakikatıdır. Yahut cimadan âciz ise söz gibi
onun yerini tutan şeydir. Maksat üzerine yemin ettiği şeye dönmezse demektir.
«Cimayla yeminini bozarsa» ifadesinden
murat hakikî cimadır. Cimadan âciz ise sözle yeminden dönmesi ile îlâsı
bozulmaz. Çünkü yemin söze yapılmamıştır. Sözle yemini bozduktan sonra müddet
içinde cimada bulunursa îlâsı bozulur. Nitekim gelecektir.
«Kefâret yahut muallak cezanın lâzım
gelmesidir.» Bazı nüshalarda Dürer'in ifadesine uygun olarak: "Kefâret ve
muallak cezanın lâzım gelmesidir." denilmiştir. Musannıf şerhinde de
öyledir. Ama o da yahut mânâsındadır. Çünkü maksad iki nev'ini beyandır. Buna
karine aşağıda gelen: "Allah Teâlâ'ya yeminde kefâret vâcip olur,
başkasına yeminde ise ceza vâciptir." sözüdür. Yani hac, köle âzâdı, talâk
ve buna benzer üzerine tâlik yapılan şeydir. Ve edatını kendi mânâsında
bırakmak da mümkündür. Çünkü: Vallâhi sana yaklaşmam ve sana yaklaşırsam
üzerime hac farz olsun gibi sözlerde kefâret ile ceza bir arada bulunabilir.
Böyle denilmiştir.
Şöyle diyenler de vardır: "Burada iki
îlâ vardır. Yemin bozulmakla birisinde kefâret, diğerinde ceza lâzım gelir.
Velevki yemininde durduğu takdirde bir talâk vâki olsun. Buna delil ulemanın
vallâhi sana yaklaşmayacağım sözü tekrarlanırsa bundan tekîd niyet etmediği
takdirde üç yemin meydana gelir. Her biri için bir kefâret vâcip olur ve bununla
bir talâk vâki olur sözleridir." Nitekim bâbın sonunda gelecektir.
«Dört ay...» îlâ ayın başında yapılırsa
müddetinin hilâli görmekle hesaplanacağında hilâf yoktur. Ayın içinde olursa
nasıl hesaplanacağına dair İmam-ı A'zam'dan rivâyet yoktur. İmamEbû Yusuf'a
göre günlerle hesap edilir. Züfer'den bir rivâyete göre o ayın kalan kısmı
günlerle, ikinci ve üçüncü aylar hilâlle hesaplanır ve birinci ayın günleri
dördüncü ayın başındaki günlerle tamamlanır. Bunu Bedâyı'dan naklen Nehir
sahibi söylemiştir.
«Cariye için iki aydır.» Bu ifade cariyenin
kocasının hür olmasına da şâmildir. Îlâ müddetinde cariye boşanıp âzâd olunursa
hür kadınların müddetine intikal eder. Nehir. Bu ifadenin bir misli de
Bedâyı'dadır.
«Daha aza yemin etmekle îlâ olmaz» Yani
talâk hakkında îlâ olmaz. Bedâyı'. Yemini bozulma hakkında olur. Bir kimse hür
karısına: Vallâhi iki ay sana yaklaşmam diye yemin eder de bu müddet zarfında o
kadına yaklaşmazsa kadın boş düşmez. Fakat bu müddette ona yaklaşırsa yemini
bozulur.
«Talâk-ı ric'îdeki sebeb gibidir.» O da
kavga etmeleri ve geçinememeleridir. Nehir. Dürerü'l-Bihâr şerhinde de böyle
denilmiştir. Galiba ric'îyi tahsis etmesi ileride ayrılma hususunda îtâya daha
çok benzediği içindir. Nitekim yukarıda geçmişti.
METİN
Îlânın lâfızları sarîh ve kinâyedir. Sarîhe
misâl: Bir adamın hayızlı olmayan karısına: Vallâhi sana yaklaşmayacağım
demesidir. Kendisiyle yemin edilen her kelime de vallâhi gibidir. Bunu Sa'di
söylemiştir. Çünkü o zaman men'î yemine izafe etmek yoktur.
İZAH
«İlânın lâfızları sarih ve kinâyedir.» Üç
olduğunu söyleyenler de vardır. Onlara göre îlâ lâfızları ya sarîh, ya sarîh
yerine geçen yahut kinâye olur. Sarîh sözler ikidir: Cima ve nîk. Yaklaşmak,
cima ve vat gibi kelimeler sarîh yerini tutan kinâyelerdir.
Fetih sahibi diyor ki: «Evla olan hepsini
sarîhten saymaktır. Çünkü sarahat kelime hakikat olsun mecaz olsun çok
kullanılmak sebebiyle mânânın zihne gelivermesine bağlıdır. Hakikatine bağlı
değildir. Aksi takdirde sarîhin yalnız nîk sözü olması gerekir. Bedâyı'da bâkire
hakkında bozmak tâbiri sarîh yerine geçer denilmiştir." Kinâyenin
lâfızları ileride gelecektir.
Bahır'da şöyle denilmektedir: "Sârîhte
bir adam cimayı kastetmediğini iddia ederse kazaen tasdik olunmaz. Fakat
diyâneten tasdik olunur. Kinâye; söylendiğinde zihne cima mânâsı gelivermeyen
sözdür ki, başka mânâya da ihtimali vardır. Bu sözle niyetsiz îlâ olmaz. Ama
kazaen sorumlu olur."
«Sarîhe misâl ilh...» şârih sarîhe dört
misâl vermiş, daha başka sarîh kelimeler olduğuna da îşaret etmiştir. Zira bir
adamın bâkireye seni bozmam diye yemin etmesi yukarıda geçtiği vecihle
sarîhtendir. Müntekâ'da: "Seninle yatmam sözü niyetsiz olarak îlâdır. Kezâ
fercim fercine dokunmaz demesi de böyledir." denilmektedir. Bu Bedâyı'nın
ifadesine muhâliftir. Orada: "Seninle bir döşekte yatmam sözü
kinâyedir." denilmektedir Cevamiu'l-Fıkh'ın ifâdesine de muhâliftir.
Orada: "Cildim cildine dokunmasın derse îlâ yapmış olmaz. Çünkü âletine
bir bez sararak dokunması mümkündür." Denilmektedir. Bunu Fetih sahibi söylemiştir.
Cevami'deki sözün zâhiri onun sarîh ve kinâye olmadığını göstermektedir.
Ben derim ki: Müntekâ'nın ifadesinden
anlaşılan her iki lâfzın sarîhten olmasıdır. Biliyorsun ki sarahat mânânın
zihne gelivermesine bâğlıdır. Filan karısıyla yattı sözünden zihne gelen mânâ
cimadır. Evet. onunla beraber bir döşeğe yattı dersen bu mânâ zihne gelivermez
ve muhalefet dokunmak meselesinde kalır. Onun söylediği imkân zihne gelivermeye
aykırı değildir.
«Hayızlı olmayan karısına...»
Gâyetü'l-Beyân'da Şâmil'e nisbet edilerek şöyle denilmiştir! "Bir adam
hayızlı olan karısına yaklaşmayacağına yemin ederse îlâ yapmış olmaz. Çünkü
hayız sebebiyle karısına yaklaşmaktan men edilmiştir. Binaenaleyh bu men yemine
izafe edilemez. "Bu suretle anlaşılır ki sarîh her ne kadar niyete muhtaç
değilse de onunla bir şey oluvermez. Çünkü değiştiren bir şey vardır. Bahır'da
böyle denilmiştir. Sürunbulâlî inceleme yaparak bunu kocası karısının hayızlı
olduğunu bilirse diye kayıtlamıştır. Sa'di ise inâye hâşiyelerinde tafsilâta
giderek Şamil'in sözünü sana yaklaşmayacağım dediği surete yorumlamış ve onu
müddetle kayıtlamamıştır. Fakat dört ay derse îlâ yapmış olur. Velev ki kadın
hayızlı olsun. Şârihin buradaki hayızlı olmayan sözünün mânâsı budur. Ondan
sonraki sözü mukayyed hakkındadır. Velev ki hayızlı için olsun. Nehir sahibi
bunu şöyle izah etmiştir: "Dört ayla kayıtlarsa bu men'in yemine izafe
edildiğine karinedir."
Ben derim ki: Bütün bunlar Şâmil'in:
"Kadın hayızlı iken" sözü kocanın ifadesinden olmadığına göredir.
Lâkin Makdisî'nin bildirdiğine göre bu söz yemin ederse fiilinin failinden
değil ona yaklaşırsa fiilinin mefulünden haldir. Yani kocasının sözündendir.
Ben derim ki: Bunu Hâkim'in Kâfî'sindeki şu
sözü de ifade etmiş olabilir: "Kadın hayızlı iken ona yaklaşmayacağına
yemin ederse îlâ yapmış olmaz. Kadına dört ay geçmeden yapabileceği bir işi
yapmadıkça yaklaşmayacağına yemin ederse îlâ yapmış olmaz. Bu işin dört ay
gecikmesi ona zarar etmez." Buradaki "yapmadıkça" sözü kesin
olarak kocasının ifadesindendir. Hayızlı iken sözü de öyledir. Bunun illetini
sonra söylemiştir. O da: "Hayız müddetinin dört aydan önce geçmesi
mümkündür. Bu suretle îlâ yapmış olmaz. Velev ki üzerine ziyade etsin."
ifadesidir.
Bunu Valvalcî'nin ta'lili de te'yid eder. O
şöyle demiştir: "Çünkü bu adam hayız müddetinde o kadına yaklaşmaktan
kendini men etmiştir. O da dört aydan azdır." Eğer illet yukarıda geçen:
"Koca hayız sebebiyle cimadan men edilmiştir ilh..." sözü olsaydı
bunu îlânın sıhhat şartları içinde zikretmek vâcip olur ve: Îlâ sahih olmak
için kocanın îlâ zamanında karısıylacimadan men edilmiş olmaması şarttır
denilirdi. Buna şöyle itiraz olunur: Bu kadının ihramlı, itikâflı, oruçlu ve
namaz kılar hallerde olmasına şâmildir. Halbuki ileride göreceğiz ki kadın
ihramlı iken îlâ sahihtir. Velev ki kadınla harem arasında dört aydan fazla
zaman olsun. Erkeğin kadına dönmesi de sözle değil cimayla olur. Çünkü ihram
şer'î bir mânidir. O kadının cima hakkını ıskât etmez. İşte îlâ sahih oldu
demektir. Halbuki bu adam dört ay zarfında şer'an bu kadına yaklaşmaktan memnu'
olduğunu bilmektedir. Öyleyse hayız halinde evleviyetle sahih olur. İhram
haline cevap olan şey hayız haline de cevaptır. Bu makamın izahını ganimet bil!
«Kendisiyle yemin edilen her kelime de
vallâhi gibidir.» Bahır sahibi diyor ki: "Vallâhi sözüyle yemin edilen
kelimeleri murat etmiştir. Tallâhi, azametillâhi, celâli hakkı için, kibriyası
hakkı için gibi ki, bunlarla yemine yaramayan? "AIIah'ın ilmi hakkı için
sana yaklaşmam." gibi sözler hariç kalır. Allah'ın gazabı üzerime olsun,
sana yaklaşırsam Allah'ın hışmı üzerime olsun gibi sözler de böyledir. T.
«Sana yaklaşmayacağım.» Yani ne kadar
müddet olduğunu bildirmeden söylemesidir. Musannıf bunun da îlâ müddetiyle
muvakkat olan söz gibi olduğuna işaret etmiştir. Çünkü mutlak söz ebediyet
bildiren söz gibidir. İlâ müddetinde meydana gelmesi umulmayan bir sınır
koyması da böyledir. Meselâ: Recep ayında karısına: Sana Muharremin orucunu
tutuncaya kadar yaklaşmam demesi, aralarında dört aylık veya daha fazla mesafe
bulunan bir yer için çocuğunu filan yerde sütten kesinceye kadar diye yemin
etmesi bu kabîldendir. Daha az olursa îlâ yapmış sayılmaz. Güneş battığı yerden
doğuncaya kadar, Dabbetü'l-Arz çıkıncaya kadar veya Deccal çıkıncaya kadar
demesi de istihsanen böyledir. Çünkü örfe göre bu sözler ebediyet bildirmek
için kullanılır. Îlâ müddetinde bulunması beklenebilen ancak nikâhın onunla
birlikte kalması tasavvur edilemeyen bir müddet söylemesi de böyledir. Meselâ:
Sen ölünceye kadar yahut ben ölünceye kadar veya seni üç defa boşayıncaya kadar
yahut ben sana mâlik oluncaya kadar diye yemin etmesi bu kabîldendir.
Nikâhın kalması tasavvur edilen bir söz
söylerse meselâ seni satın alıncaya kadar derse îlâ yapmış sayılmaz. Zira
mutlak surette satın almak nikâhı yok etmez. Onu başkası için satın almış olabilir.
Kendim için dese de hüküm yine böyledir. Çünkü satış fâsid olabilir de ancak
teslim almakla mâlik olur. Hatta seni kendim için satın alarak teslim alıncaya
kadar diye yemin ederse îlâ yapmış sayılır. Bu takdirde sen nikâhımda olduğun
müddetçe sana yaklaşmayacağım demiş gibi olur. Kölemi âzâd edinceye kadar veya
karımı boşayıncaya kadar diye yemin ederse İmam-ı A'zam'la İmam Muhammed'e göre
îlâ olur. Ebû Yusuf buna muhâliftir. Ben şu haneye girinceye kadar veya Zeyd'le
konuşuncaya kadar diye yemin ederse bilittifak îlâ olmaz. Nitekim Nehir ve
diğer kitaplarda beyan edilmiştir.
METİN
Yahut sarîh vallâhi cünüplükten dolayı sana
dört ay yaklaşmayacağım, seninle cimada bulunmayacağım, sana yakınlık
etmeyeceğim, senin sebebinle yıkanmayacağım gibi sözlerdir. Velev ki bunları
müddeti tâyin için hayızlı kadına söylesin. Sana yaklaşırsam üzerime hac farz
olsun ve benzeri meşakkatli şeyler söylemek dahi böyledir. İki rekât namaz
üzerime borç olsun demesi bunun hilâfınadır. İki rekâtta bir meşakkat olmadığı
için bu sözle îlâ yapmış sayılmaz. Ama yüz rekât namaz boynuma borç olsun derse
bunun hilâfına olur. Buna kıyasen yüz hatim inmek veya yüz cenazeye gitmek gibi
sözlerle îlâ yapmış sayılmalıdır. Fakat ben bunu bir yerde görmedim. Sana
yaklaşırsam sen boş ol yahut kölem hür olsun demesi dahi böyledir.
Kinâyeye misâl; sana dokunmam, sana gelmem,
seni sarmam, döşeğine yaklaşmam, yanına girmem gibi sözlerdir. Dâbbetü'l-Arz
çıkıncaya kadar, Deccal çıkıncaya kadar, güneş battığı yerden doğuncaya kadar
sana yaklaşmam gibi sözler de müebbeddendir. Müddet içinde karısına yaklaşırsa
yemini bozulur. Velev ki deli olduğu halde yaklaşsın. O zaman Allah'a yemin
etmişse kefâret, başkasına yemin etmişse ceza vâcip olur ve îlâ sukut eder.
Çünkü yemin sona ermiştir. Müddet içinde kadına yaklaşmazsa müddetin geçmesiyle
kadın bir talâk-ı bâin boş olur. Kadına müddet içinde yaklaştığını müddet
geçtikten sonra iddia ederse sözü ancak beyyineyle kabul olunur. Ve yemin
muvakkat ise sâkıt olur. Velev ki iki müddetle muvakkat olsun. Çünkü ikinci
müddetin geçmesiyle kadın ikinciyle bâin olur ve îlâ sukut eder.
İZAH
«Müddeti tâyin için» yani müddeti zikretmek
menin hayız için değil yemin için olduğuna karinedir. Müddeti zikretmemesi
bunun hilâfınadır.
«Üzerime hac farz olsun ve benzeri» meselâ
üzerime umre veya sadaka yahut oruç veya hedy kurbanı yahut itikâf veya yemin
yahut kefâret farz olsun gibi sözler yahut sen boş ol veya öteki karısı için bu
boş olsun, kölem hür olsun veya belirsiz bir köle için âzâdı üzerime borç
olsun, bir gün oruç tutmak boynuma borç olsun gibi sözlerdir.
Bu ayın orucu boynuma borç olsun demesi
bunun hilâfınadır. Çünkü o ay geçtikten sonra kendisine bir şey lâzım
gelmeksizin o kadına yaklaşması mümkündür. Bir cenazenin arkasından gitmek veya
secde-i tilâvet yahut Kur'an okumak veya bir tespih yahut, Beyt-i Makdis'de
namaz kılmak boynuma borç olsun derse îlâ yapmış sayılmaz. Zahire'de İmam
Muhammed'in muhâlif olduğu bildiriliyor. Çünkü ona göre nezirle bunlar lâzım
gelir. Fetih'te de böyle denilmiştir. Fetih sahibi İmam Muhammed'in kavline
cevaba işaretle: "Bu iş nezrin sahih olmasına değil meşakkatli bir işin
lâzım gelmesine dayanmaktadır. Aksi takdirde ikirekât namaza tâlik etmekle de
îlâ yapmış olması lâzım gelirdi. Mezhebe göre namazı Beyt-i Makdis'den başka
bir yerde kılmakla nezir sâkıt olur." demiştir.
"İki rekâtta meşakkat olmadığı için
îlâ yapmış sayılmaz." Velev ki yemini bozulunca bu namazı kılmak lâzım
gelsin. Zira iki rekât namazı nezretmek sahihtir. Şârih bununla tembellik gibi
ârızî meşakkatin muteber sayılmayacağına işaret etmiştir. Nitekim gazaya gitmek
boynuma borç olsun gibi sözde ârız olan korkaklığa itibar yoktur.
"Buna kıyasen ilah..." Bu
inceleme Nehir sahibine aittir. Fakat yerinde değildir. Zira yukarıda geçti ki
mûlî (îlâ yapan kimse) karısına yaklaşması ancak kendisine lâzım gelen
meşakkatli bir şeyle mümkün olan kimsedir. Binaenaleyh mutlak lâzım olacak ve
mutlaka meşakkatli olacaktır. Kur'an okumak, cenaze namazı kılmak, ölü
kefenlemek gibi şeyleri nezretmek sahih olamaz. Nitekim Kuhistânî'nin yeminler
bahsinde beyan edilmiştir. Nezretmesi sahih olmayınca kendisine hiç bir şey
lâzım gelmeksizin kadına yaklaşması mümkündür. Nasıl ki sana yaklaşırsam bana
bin abdest borç olsun dese îlâ yapmış olmaz.
"Sana yaklaşırsam sen boş ol yahut
kölem hür olsun." sözünü "ve benzeri meşakkatli şeyler"
ifadesinden önce zikretmesi gerekirdi. Kadına yaklaşırsa talâk-ı ric'î ile boş
olur, köle de âzâd olur. Zâhirine bakılırsa velev ki bu iş meşakkat veren
şeylerden olmasın. Çünkü aslı itibariyle meşakkatlidir. Nitekim Tahtâvî ifade
etmiştir. Yukarıda arz etmiştik ki, bu adam köleyi satarsa îlâ sâkıt olur. Köle
tekrar milkine dönerse îlâ da döner. Oğlumu kesmek boynuma borç olsun derse îlâ
sahih olur, yeminini bozmakla bir koyun kesmesi lâzım gelir. Nitekim Bedâyı'da
bildirilmiştir.
"Kinâyeye misâl ilah..."
Kinâyelerden bazıları da seninle başımı bir yastığa koymam, sana dokunmam,
seninle yatmam, seni kızdırırım ve sana kötülük ederim gibi sözlerdir. Fetih.
Fetih sahibinin bildirdiğine göre Bedâyı'da yaklaşmak sözüyle seninle uyumam
sözü de kinâyelerden sayılmıştır. Bu son kelime hakkında evvelce söz geçmişti.
"Müebbeddendir ilah..." Çünkü
bunlar örfen ebediyet bildirmek için söylenir. Bir de dört ay zarfında vuku
bulmayacaklarına delâlet eden sâbık işaretleri vardır. Bu cümleyi musannıfın
aşağıda gelen: "Yemin müebbed ise sâkıt olmaz." sözünün yanında
zikretmesi münasip olurdu. Nitekim Fetih sahibi öyle yapmıştır.
"Veleyki deli olduğu halde
yaklaşsın." Çünkü ehliyet yemin ederken muteberdir, yemin bozulurken muteber
değildir.
"Kefâret vâcip olur." Yemini
bozulmadan kefâret verirse muteber sayılmaz. Bahır.
"Ceza vâcip olur." Yeminler
bahsinde görüleceği vecihle böyle bir hal karşısında üzerine aldığı nezri ifâ
etmekle yemin kefâreti vermek arasında muhayyer bırakılır. Rahmetî. Yani İmam-ı
A'zam'ın da döndüğü sahih kavil budur. Şürunbulâliyye. Ama bu îlâ kaldığına
göredir. Âzâdına yemin edilen köle ölerek îlâ sâkıt olursa bildiğin gibi hiç
bir şey vâcip olmaz.
"Ve ilâ sukut eder." Dört ay
geçerse talâk vâki olmaz. Çünkü yemin bozulmakla bitmiş gitmiştir. Bu hususta
dört aya yemin etmesiyle mutlak veya ilelebet yemin etmesi arasında fark
yoktur. Bahır.
"Bir talâk-ı bâin boş olur." Bu
sözle musannıf yeniden boşamaya veya ayrılmalarına hükmetmeye hâcet olmadığına işaret
etmiştir. Şâfiî buna muhâliftir. Nitekim Hidâye'de bildirilmiştir.
"Sözü ancak beyyineyle kabul
olunur." Yani kadınla müddet içinde cimada bulunduğunu ikrar ettiğine
beyyine getirecektir. Bahır. Çünkü müddet içinde kendisi inşâya mâliktir.
Binaenaleyh ihbara da mâlik olur ve onun için şâhit getirmesi sahihtir. Ric'at
bâbında bunun benzeri geçmiş ve en şaşılacak meselelerden biri olduğu
bildirilmişti.
«Velev ki iki müddeti» muvakkat
olsun." İki müddet sekiz aya yemin etmekle olur. Nitekim Kuhistânî'ye
uyarak Dürr-ü Müntekâ sahibi böyle demiştir. Ama bu söz Kenz ve diğer
kitaplardaki ifadeye muhâliftir. Onlar da; "Dört ay üzerine yemin ederse
îlâ sâkıt olur." denilmiştir ki bu iki müddete veya fazlasına yemin etse
sâkıt olmayacağını iktizâ eder. "Çünkü ikincinin geçmesiyle kadın
ikinciyle bâin olur." sözünün mânâsı budur. Lâkin şârihin muradı iki
müddet geçtikten sonra sâkıt olur demektir.
"İkinciyle bâin olur." Yani
onunla ikinci defa evlenirse demek istiyor. Yoksa bu söz müebbet hakkında
aşağıda gelen esah sözden başkadır. Çünkü aralarında görünen bir fark yoktur.
Sonra gördüm ki Kuhistânî şöyle demiş: "İkincide yani iki müddet
meselesinde kadın talâk-ı bâinle boşanır da sonra o kocasıyla tekrar evlenir ve
diğer dört ay geçerse diğer bir talâk-ı bâinle boş olur, ilâ da düşer."
Valvalciyye'de şöyle denilmiştir: "Vallâhi sana bir sene yaklaşmam der de
dört ay geçer ve kadın bâin olarak onunla tekrar evlenir de dört ay daha
geçerse yine bâin olur. Onunla üçüncü defa evlenirse talâk vâki olmaz. Çünkü
evlendikten sonra seneden dört aydan daha az bir zaman kalmıştır."
METİN
Yemin müebbet ve kadın temiz ise yukarıda
geçtiği vecihle sâkıt olmaz. Bunun üzerine musannıf şu sözü tefri' etmiştir: O
kadın ikinci ve üçüncü defa nikâh eder de her iki müddet rucu'suz yani kadına
yaklaşmadan geçerse, son iki müddetle bâin olur. Müddet evlenme vaktinden
itibar edilir. Kadın başka kocadan ayrıldıktan sonra nikâh ederse boş olmaz.
Çünkü bu milk sona ermiştir. Üç talâktan aşağı îlâ yapmak suretiyle bâin olursa
yahut geçerli talâkla bâin olarak boşadıktan sonra kadın üç talâk hakkıyla
dönerse, bunun hilâfına îlâ ile talâk vâki olur. İmam Muhammed buna muhâliftir.
Nitekim yıkma meselesinde geçmişti. Başka kocadan döndükten sonra o kadınla
cimada bulunursa kefâret verir. Çünkübozulmak için yemin bâkidir.
İZAH
"Yemin müebbet ise sâkıt olmaz."
Yani îlâ sâkıt olmaz. Fetih sahibi diyor ki: "Müebbet yemin açık olarak
ebedî sözüyle yapılandır. Yahut mutlak bırakılandır. Bu takdirde sana yaklaşmam
ancak hayızlı olursan müstesna der ki, bununla aslâ îlâ yapmış sayılmaz."
"Kadın temiz ise..." Fetih
sahibinin: "Ancak hayızlı olursan müstesna." demesinin mânâsı budur.
Yukarıda geçenlerden bunda olan sakatlığı gördün.
"Bunun üzerine şu sözü tefri'
etmiştir." Yani "Yemin müebbed ise sâkıt olmaz." sözünün
üzerine: "Kadını ikinci ve üçüncü defa nikâh ederse ilah..." sözünü
tefri' etmiştir. Bu gösterir ki evlenmeden talâk tekerrür etmez. Çünkü kadının
hakkına mâni olmak yoktur. Bazıları demişlerdir ki: "Dört ayın geçmesiyle
kadın îlâdan dolayı talâk-ı bâinle boş olur da sonra iddet beklerken diğer dört
ay geçerse ikinci bir talâk vâki olur. İddet içindeyken bir dört ay daha
geçerse başka bir talâk vâki olur." Ama esah olan birinci kavildir. Çünkü
talâk vukuu zulmün cezasıdır. Bâinle boşanmış bir kadının ise hakkı yoktur.
Binaenaleyh boşayan zâlim olmaz. Nitekim Zeylaî'de böyledir. Fetih sahibiyle
Bahır ve Nehir sahipleri de ona uymuşlardır. Metinler de buna göre yazılmıştır.
"Müddet evlenme vaktinden itibar
edilir." Evlenmenin iddet içinde yahut iddet bittikten sonra olması
müsavîdir. Nehir sahibi diyor ki: "Müddetin başını itibar hususunda
ihtilâf vardır. Hidâye'de ve ona uyan Kâfî'de müddetin evlenme vaktinden itibar
edileceği bildirilmiştir. Nihâye sahibi ile Timurtâşî ve Merginânî'ye uyarak
İnâye sahibi bunu evlenme iddet bittikten sonra olmuşsa diye kayıtlamışlardır.
Şayet iddet içinde olursa iptida talâk vaktinden itibar edilir." Zeylaî:
"Bu doğru değildir. Ancak evlenmezden önce talâk tekerrür eder diyenin
kavline göre doğru olur ki, bu kavlin zayıf olduğu yukarıda geçmişti."
demiştir. Fetih sahibi: "Evlâ olan mutlak bırakmaktır. Nitekim Hidâye
sahibi öyle yapmıştır." demiştir.
"Başka kocadan ayrıldıktan sonra nikâh
ederse" yani üç talâk ile milki sona eren îlâ sahibi nikâh ederse demek istiyor.
H. Lâkin bu mesele aşağıda gelen talâkı yıkma meselesidir.
"Çünkü bu milk sona ermiştir." Bu
mesele "Kadının talâkını meselâ şu haneye girmesine tâlik edip de sonra
müneccez olarak üç defa boşarsa ve kadın başka kocaya vararak tekrar birinci
kocasına döner ve o haneye girerse boş olmaz." meselesinin fer'idir. İmam
Züfer buna muhaliftir. Kezâ kadına îlâ yapar da sonra onu üç defa boşarsa îlâ
bâtıl olur. Hatta iddetini beklerken dört ay geçerse talâk vâki olmaz. Züfer
buna muhâliftir. O kadınla başka kocadan döndükten sonra müebbet îlâda
evlenirse îlâ geri dönmez. Züfer muhâliftir. Fetih.
"Kadın üç talâk hakkıyla dönerse"
bu şöyle olur: Kadın başka kocaya gittikten sonra Şeyhayn'ın kavline göre
ikinci koca üç talâktan azının da hükmünü yıkacağından ilkkocasıyla evlenirse
yeniden helâl olur. Ona üç talâk hakkıyla döner.
"Îlâ ile talâk vâki olur." Yani
üç talâk vâki olur. Şöyle ki: Cimasız olarak kadının üzerinden her dört ay
geçtikçe bir talâk-ı bâin boş olur. Nihayet üç talâk meydana gelir. Fetih, Nehir
ve Tebyîn'de böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Bunu mutlaka esah kavle göre
her müddetten sonra tekrar onunla evlenirse diye kayıdlamak gerekir. Tâ ki
talâk zulmün cezası olsun. Nitekim geçmişti. Galiba ulemanın bunu mutlak
bırakmaları yakında geçtiği içindir.
"İmam Muhammed buna muhâliftir."
Ona göre üç talâk vâki olmaz. Kalan bir veya iki talâk vâki olur. Çünkü ona
göre ikinci koca üç talâktan aşağısını yıkamaz. Nitekim bu bâbtan az önce
geçmişti. Onun kavline itimad edileceğini de görmüştük.
"Çünkü bozulmak için yemin
bâkidir." Yani talâk hakkında bâki olmasa da bozulmak hakkında yemin
bâkidir ve sanki bir ecnebi kadına sana yaklaşmam demiş gibi olur. Bununla îlâ
yapmış sayılmaz. Ama kadına yakınlık ederse keffâret icab eder. Zeylaî.
METİN
Vallâh sana iki ay yaklaşmam "bu iki
aydan sonra iki ay daha" sözü îlâ olur. Çünkü müddet tehakkuk etmiştir.
Bir gün durur da sonra vallâhi sana iki ay yaklaşmam derse îlâ yapmış olmaz.
Burada günden murad mutlak zamandır. Zira bir saat dahi böyledir. Bahır. İlk iki
aydan sonra desin demesin fark etmez. Çünkü müddet noksandır. Lâkin bunu derse
keffâret birleşir, demezse ayrı ayrı lâzım gelir.
İZAH
"Bu iki aydan sonra" sözü
ittifâkî (tesadüfî) bir kayıddır. Çünkü bu adam iki ay ve iki ay dese yine
hüküm böyle olurdu. Nitekim Tebyîn'de açıklanmıştır. H. Bunun bir misli de
Fetih ile Bahır'dadır.
"Çünkü müddet tehakkuk etmiştir."
Yani dört ay müddet mevcuddur. Onun için bir adam: Ben fülanla iki gün ve iki
gün konuşmam dese onunla dört gün konuşmam demiş gibi olur. Bu meselelerin
cinsinde asıl olan şudur: Nefy edatı ve Allah'ın ismi tekrarlanmadan
atfedilirse bir yemin olur. Tekrarlanırlarsa iki yemin meydana gelir. Fakat
ikisinin müddeti içiçe girerler. İzahı şudur: Bir kimse ben Zeyd'le iki gün
konuşmam, iki gün daha konuşmam derse, bu iki yemin olur. Ama iki yeminin
müddeti birdir. Hatta Zeyd'le ilk gün veya ikinci gün konuşursa ikisinde de
yemini bozulur. Kendisine iki keffâret lâzım gelir. Üçüncü gün konuşursa yemini
bo-zulmaz. Çünkü yeminlerin müddeti geçmiştir. Keza, vallâhi ben Zeyd'le iki
gün konuşmam, vallahi ben Zeyd'le iki gün konuşmam derse hüküm yine budur. Ama,
ben onunla iki gün ve iki gün konuşmam derse bir yemin olur ve bu yeminin
müddeti dört gündür, Hatta iki gün zarfında Zeyd'le konuşursa kendisine bir
keffâret vâcib olur.
Bu izaha göre; vallâhi ben onunla bir gün
ve iki gün konuşmam derse bir yemin olur ve üç güne kadar devam eder. Hatta bu
günler zarfında onunla konuşursa bir keffâret vâcib olur. Vallâhi ben onunla ne
bir gün konuşurum ne iki gün derse yahut vallâhi ben onunla bir gün konuşmam,
vallâhi ben onunla iki gün konuşmam derse iki yemin olur. Birincinin müddeti
bir gün, ikincinin müddeti iki gündür. Hatta onunla ilk gün konuşursa kendisine
iki keffâret vâcib olur. İkinci gün konuşursa bir keffâret kâfidir. Üçüncü gün
konuşursa yemini bozulmaz. Çünkü her iki yeminin müddeti bitmiştir. Bu izaha
göre; vallâhi sana ne iki ay yaklaşırım ne de iki ay der yahut vallâhi sana iki
ay yaklaşmam, vallâhi sana iki ay yaklaşmam derse îlâ yapmış olmaz. Çünkü
bunlar iki yemin olup müddetleri birbirinin içine girer. Hatta iki ay geçmeden
kadına yakınlık ederse kendisine iki keffâret vâcib olur. İki ay geçtikten
sonra yakınlık ederse hiç bir şey vâcib olmaz. Çünkü ikisinin de müddeti
bitmiştir. Zeylaî.
Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Nefy
edatının ve Allah isminin tekrarıyla yeminin müteaddid olduğuna hüküm verilir.
Yemin müteaddid olursa müddet bir olur. Yani birinci yeminin müddeti ikincinin
müddeti içine girmiş olur. Ne zaman yemin bir olursa müddet müteaddid olur.
Yani ikincinin müddeti aynı, birincinin müddeti ayrı olur. Bazen yemin
müteaddid olmakla beraber müddet de müteaddid olur. Mesela; müddetin başka
olduğunu söyler; o zaman her müddete bir keffâret vâcib olur. Nitekim ikinci
meselede gelecektir.
"Bir gün durur da" yani vallâhi
sana iki ay yaklaşmam dedikten sonra durur da sonra ikinci cümleyi söylerse îlâ
yapmış sayılmaz.
"İlk iki aydan sonra desin demesin
fark etmez." Yani burada zarfla kayıdlaması ilk meselede olduğu gibi
tesadüfîdir.
"Çünkü müddet noksandır." Yani
iki yeminin arasını ayıran meselâ bir gün gibi bir fâsıla mikdarı noksandır.
Çünkü, birinci yeminde kadına yaklaşmama müddeti iki aydır. Ondan sonraki
ikinci yeminde dahi iki ay vardır. Bu iki yeminin arasında kadına yaklaşmakla
kendisine bir şey lâzım gelmeyecek bir müddet vardır. Onu çıkardımı îlâ müddeti
tamam olmaz. Birinci mesele bunun hilâfınadır. Çünkü oradaki dört ayda fâsıla
yoktur. Bu burada ilk iki aydan sonra dediğine göredir. Çünkü müddetin değişik
olduğuna nassdır. Velevki yemin müteaddid olsun. Bunu demezse müddet birleşir.
Çünkü Allah Teâlâ'nın ismini tekrarladığı için müddetin teaddüdünü mûcib
olmayacak şekilde yemin teaddüd eder. Binaenaleyh îlâ müddeti dahi yoktur.
"Lâkîn bunu derse ilah..." sözü
zarfı söylemekle söylememek arasında fark görmemesi üzerine istidraktır. Yani
bu adamın îlâ yapmış sayılmamasına bakarak zarfın zikredilmesi ve edilmemesi
arasında fark yoktur. Lâkin aralarında başka cihetten fark vardır. Bu farkı
Fetihsahibi ve başkaları söylemişlerdir ki şudur: O adam bunu söylerse ikinci
yeminin müddeti teayyün eder. Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir.
Yani ikinci yeminin müddeti birincinin
içine girmeksizin ayniyle murad edilmiş olur. Şârih bunu "keffâret
birleşir" sözüyle ifade etmiştir ki, kendisi de Fetih sahibinin bu suret
hakkındaki şu sözünden almıştır: "Eğer kadına ilk iki ayda yaklaşırsa
kendisine bir keffâret lâzım gelir. Son iki ayda yaklaşırsa yine öyledir. Çünkü
iki ay içinde iki yemin toplanmamıştır. Bilâkis her iki ayda bir tek yemin vardır.
"Bunun üzerine Hidâye şârihleri:" Yakınlık ettiği için o adama iki
keffâret lâzım gelir." diye itiraz etmişlerse de Fetih sahibi bunun hata
olduğunu söylemiştir.
Nehir sahibi diyor ki: "Çünkü her
yemin için yalnız başına bîr müdet olunca iki müddet arasında içiçe girme
yoktur ki, kendisine iki keffâret lâzım gelsin. Meğerki her ikisinin müddeti
içinde yakınlık ettiği murad edilsin. Sa'diyye haşiyelerinde böyle denilmiştir.
Bence bu yorum yapılması vâcîb bir şeydir."
Ben derim ki: Fetih'de beyan edilen ve
Bahır'da ona uyarak; "Lakin iki müddet içiçe girer. Kadına ilk iki ayda
yaklaşırsa kendisine bir keffaret lâzım gelir ilah..." denilmesi bir kalem
hatasıdır. Doğrusu iki müddetin içiçe girmemesidir. Ben buna tenbihde bulunan
görmedim. Lâkin mânâ ve sözün gelişi geçişi buna delâlet etmektedir. Kezâ
Nehir'den naklettiğimiz ibâre dahi açıkça buna delâlet etmektedir. Fakat o adam
ilk iki aydan sonra demezse her ikisinin müddeti bir olur ve ikincisi
birincisinden bir gün sonraya kalır. Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir.
Şârih bunu "demezse ayrı ayrı lâzım
gelir" sözüyle ifade etmiştir.Yani bunu demezse ayrı ayrı keffâret lâzım
gelir, demek istemiştir ki bunu Fetih sahibinin şu ifadesinden almıştır:
"İki müddet içiçe girdikleri için îlâ yapmış olmaz ve ikincinin müddeti
birinciden bir gün yahut -iki yeminin arasını ayırmasına göre- bir saat
gecikir. Böylece bu iki yeminden iki ayla bir güne yahut -fâsılaya göre- bir
saatlik yemin meydana gelir."
Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Bu adam
sana iki ay yaklaşmam deyip bundan meselâ bir gün sonra aynı sözü söylerse iki
müddet bir olur. Çünkü, yukarda geçtiği vecihle yemin müteaddiddir. Lâkin iki
yeminin arasını ayıran bir gün birinci yeminde dahil ikincide dahil değildir.
Binaenaleyh ikinci yeminde iki ay üzerine bir gün ziyade etmekle iki ay
tamamlamak lâzım gelir. Bu ziyade gün ikinci yeminde dahildir. Fasıla olan
günün aksine birincide dahil değildir. Bundan da zikri gecen iki günden maada
iki müddetin içiçe girmesi lâzım gelir. Çünkü iki müddete iki yemîn toplanmamıştır.
Kadına bunların birinde yakınlık ederse kendisine bir keffâret lâzım gelir.
Müddetin kalanı bunun hilâfınadır. Çünkü o iki yeminde dahildir. Binaenaleyh
onda keffâret müteaddid olur. Burada bana zâhir olan budur.
METİN
Yahut vallâhi sana bir sene yaklaşmam
yalnız bir gün müstesna derse îlâ yapmış olmaz. Bilâkis kadına yakınlık eder de
seneden dört ay yahut daha fazla zaman kalırsa o zaman îlâ yapmış olur. Aksi
takdirde olmaz. Sene sözünü atarsa kadına yaklaşmadıkça îlâ yapmış olmaz,
yaklaşırsa îlâ yapmış olur. "Ancak içinde sana yakınlık ettiğim gün
müstesna." ifadesini ziyade ederse ebediyyen îlâ yapmış olmaz. Çünkü
içinde kadına yakınlık edeceği her günü istisna etmiştir.
Bînaenaleyh ebediyyen men'i tasavvur
edilemez. Yahut kendisi Basra'da olduğu halde: Vallâhi Mekke'ye girmem der de o
halde kadın Mekke'de bulunursa îlâ yapmış olmaz. Çünkü onu Mekke'den çıkararak
kendisiyle cima'da bulunması mümkündür. Bir kimse talâk-ı ric'î ile boşadığı
karısına îlâ yaparsa sahih olur. Çünkü karı-kocalık bâkidir. O iddetin
geçmesiyle bâtıl olur.
İZAH
"Yalnız bir gün müstesna..."
Yalnız bir saat müstesna demesi de böyledir. Bunu Tahtâvî Hamevî'den
nakletmiştir.
"Derhal îlâ yapmış olmaz." Çünkü
belirsiz bir gün istisna etmiştir. Binaenaleyh bu hakikat olarak senenin her
gününe uyar ve o günde kadına yaklaşması mümkün olur. Kendisine hiç bir şey de
lâzım gelmez. Elverir ki bunu dört ay geçmeden önce yapmış olsun. İmam Züfer'in
dediği gibi bunu senenin en son gününe vermek sözü hakikatinden çıkarmak olur.
Zira hakikati belirsizliktir. Bu sefer hiç hâcet yokken onu tâyine çevirmiş
oluruz. "Bir gün noksan kalması müstesna" demesi bunun hilâfınadır.
Çünkü noksan örf-ü âdete göre sondan olur. Sana hanemi bir sene icârâ verdim
yalnız bir gün müstesna yahut alacağımı erteledim yalnız bir gün müstesna
demesi dahi böyledir. Çünkü akdin sahih olması ve ödemenin geciktirilmesi için
bu sözden son gün murad edilmesine ihtiyaç vardır.
Vallâhi Zeyd'le bir sene konuşmayacağım
yalnız bir gün müstesna sözü de böyledir. Zira buna sebeb olan dargınlık halen
konuşmamayı iktiza eder ve konuşmak sonraya bırakılır. îlâ bazen gönül razılığı
ile olur. Velevki dargınlıktan dolayı olsun. Lâkin geciktiği takdirde iki
mekrûhun lâzım gelmesi dargınlık cihetiyle karşılaşır ve her ikisi sâkıt olarak
lâfzın muktezası olan belirsizlikle amel edilir. Bahır ve Nehir'in ifadelerinin
hülasası budur.
"Bilâkis kadına yakınlık eder de"
yani bir günde yakınlık eder de ondan sonra yaklaşmazsa demek istiyor.
"İlâ yapmış olur." Yani sırf
yakınlaşmakla değil o gün güneş kovuşmakla îlâ yapmış olur. "Bir sene
yaklaşmam yalnız bir defası müstesna." demesi bunun hilâfınadır. Zira
yakınlık ettiği an îlâ yapmış olur.
"Aksi takdirde olmaz." Yani dört
ay kalmazsa îlâ yapmış olmaz.
"Yaklaşırsa îlâ yapmış olur." Yani
müebbeden îlâ yapmış olur. Çünkü müstesna olan günden sonrası için sınır
yoktur. Binaenaleyh ona yukarıda geçen müebbed îlâ hükmü verilir. "Bir gün
müstesna" sözünü atar da sene sözünü bırakırsa îlâ yapmış olur, bu sözle
kadın yalnız iki talâk boş olur. Nitekim Bahır'da Valvalciyye'den naklen
bildirilmiştir ki ibâresini arzetmiştik.
"Ebediyyen îlâ yapmış olmaz."
Yani kadına yakınlıkta bulunsun bu-lunmasın demek istiyor. Bahır.
"Kendisiyle cima'da bulunması
mümkündür." Yani müddet içinde ken-disine bir şey lâzım gelmeksizin
mümkündür. Mümkün değilse meselâ iki yer arasında sekiz aylık mesafe varsa
Cevamiu'l-Fıkıh'da bildirildiğine göre îlâ yapmış sayılır. Kâdîhân'ın
bildirdiğine göre itibar dört ayadır. Bunun zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü
karı-kocadan her biri diğerinin yanına giderek bundan daha az bir müddete
karşılaşmaları mümkündür. Bahır. Burada şöyle denilebilir: "Her iki kavle
göre îlâ tehakuk etmez. Çünkü îlâ kadına yaklaşmayacağına yemindir. Buradaki
yemin ise girmeyeceğinedir." Cevabı şudur: Bu söz onun kinâyelerindendir.
Binaenaleyh onunla îlâ yapmış olmak için niyet şarttır. T.
"Çünkü karı-kocalık bâkidir."
Binaenaleyh Teâlâ Hazretlerinin: "Kadınlarına îlâ yapan erkekler için
ilah..." âyet-i kerîmesi bu kadına da şâmildir. Buna şöyle itiraz
olunmuştur: "îlâ kadını cima hakkından men ettiği için erkeğe verilen bir
zulüm cezasıdır. Talâk-ı ric'îde kadının ne kazâen, ne de diyâneten cima hakkı
yoktur. Hatta erkeğin ona cimasız müracaat etmesi müstehaptır. Binaenaleyh
erkek zâlim olamaz." Bu itiraza Şemsü'l-Eimme Kerderî şu cevabı vermiştir:
"Nassan bildirilen bir şeyde hüküm mânâya değil nassa izafe edilir."
Tamamı inâye'dedlr. Fetih sahibi diyor ki: "Görmüyor musun kadının cima
hakkı sâkıt olsa bile îlâ sâbittir. Bu gebe olduğu halde coçuk üzerine cima
etmek veya başka bir şey korkusundandır. Böylece anlaşılır ki zulümle ta'lil
etmek ekseriyete göre hüküm verme esasına dayanır."
"İddetin geçmesiyle bâtıl olur."
Yani îlâ müddeti tamam olmadan iddetin geçmesiyle bâtıl olur. Fakat kadın hayız
görenlerden olup temizlik müddeti uzarsa müddetinin geçmesiyle kadın bâin
olarak boş düşer. Nehir.
METİN
Bâinle boşadığı karısına yahut îlâdan sonra
nikâhladığı ecnebî bir kadına ilâ yapar da yukarıda geçtiği gibi onu milke
izafe etmezse îlâ sahih olmaz. Çünkü mahalli yoktur. O kadınla cimada bulunursa
yemin bâki olduğu için kefâret verir. Evvela îlâ yapar da sonra kadını talâk-ı
bâinle boşarsa, kadın iddet beklerken îlâ müddeti geçtiği takdirde başka
birtalâkla boş düşer. Aksi takdirde bâin olmaz. Hâniyye.
Bir kimse kadına cimadan ihram gibi hükmî
aczle değil de -çünkü îlâ erkeğin ihtiyariyledir- hakiki aczle meselâ ikisinden
birinin hastalığı yahut kadının küçüklüğü veya fercinin yapışıklığı yahut
erkeğin âletinin kesikliği ve kalkınamaması yahut îlâ müddetinde yürüyemeyeceği
bir mesafe olması veya erkeğin hapsedilmesi sebebiyle âciz kalır -yani
hapishanede de kadınla cimaya imkân bulamazsa demektir. Nitekim Gâye'den naklen
Bahır'da böyle denilmiştir- bir hak sebebiyle âciz kalmazsa -ben bunu
başkasının söylediğini görmedim. Araştırmalıdır. Kadının hapsedilmesi ve
itâatsizliği dahi böyledir- o kimsenin dönmesi diliyle kadına döndüm veya sana
müracaat ettim yahut îlâyı iptal ettim veya söylediğimden döndüm gibi sözlerle
olur. Çünkü kendisi men sebebiyle ona eziyet etmiştir. Şu halde vaat etmekle
onu razı kılacaktır.
İZAH
"Bâinle boşadığı karısına"
sözüyle musannıf îlâdan sonra nikâhın bâki olmasının şart kılınmadığına işaret
etmiştir.
"Aksi takdirde bâin olmaz." Yani
îlâ müddeti iddet beklerken geçmez de iddetten sonra geçerse kadın bâin olmaz.
Hâniyye'de dahi: Kadınla iddet bitmeden evlenirse îlâ hali üzere kalır. Hatta
îlâ müddetinden dört ay geçmeden iddet tamam olursa kadın ikinci bir talâkla
boş olur. İddet geçtikten sonra evlenirse îlâ yapmış sayılır. Bunun müddeti
evlenme vaktinden sayılır.
"Cimadan âciz kalırsa"
meselesinde musannıfın yaptığına bakılırsa âcizlik îlâdan sonra meydana
gelmiştir. Halbuki aczin îlânın başından sonuna kadar devamı şarttır. Nitekim
bunun açıklaması gelecektir. Şu halde buradaki aczden murat mevcut olandır,
sonradan ârız olan değildir. Sonra Hindiyye'de Fetih'ten naklen şöyle
denildiğini gördüm: "Bu îlânın başından dört ay geçinceye kadar âciz
kaldığına göredir ilah..." Bundan sonra şöyle devam edilmiştir: "Velev
ki îlâ şarta muallak olsun. Zira sıhhat ve hastalık dille dönmenin câiz olması
hususunda şartın bulunması halinde muteberdir, tâlik halinde muteber
değildir."
"Hükmî aczle değil de" yani kadın
ihramlıyken yahut kendisi ihramlı bulunduğu halde hac ile aralarında dört ay
varken kadına îâ yaparsa bu adamın dönmesi ancak fiilen olur. Velev ki fiilinde
âsî olsun. Tatarhâniyye'de Tahâvî şerhinden naklen böyle denilmiştir. Fetih ve
Bahır'da bu: "Çünkü kendisi sebep olmuştur. Kendisine lâzım gelen bir
hususta haram bir yol tutmuştur. Binaenaleyh hafiflik istemeye hakkı
yoktur." şeklinde ta'lil edilmiştir.
"Kendisine lâzım gelen bir
hususta" sözünden murat talâkın vukuudur. Haram olan yol da îlâdır. Çünkü
îlâyı kendi ihtiyariyle yapmıştır. Binaenaleyh lâzım gelecek şeye kendisi sebep
olmuştur. Halbuki hakikî cimaya kudreti de bulunuyordu. Bu sebeple kadının
hakkınıvermeyerek zâlim olmuştur. Bu bir kul hakkıdır. Binaenaleyh sâkıt olmaz.
Velev ki ihram sebebiyle ondan hükmen âciz kalsın. Onun hükmen âciz kalması
dille dönmek suretiyle hafifletmeye sebep olamaz. Çünkü kendisi haram bir işi
yapmakla hafifliğe müstahak olmamıştır. Buna ancak hakikî aczle müstahak olur.
Zira talâkın üstünde teklif yoktur. Şu halde seferiyle günâha giren gibi olur.
Böylesi su bulamazsa kendisine teyemmüm mubah olurdu. Bana zâhir olan budur.
"Hakikî aczle" meselâ şer'an
cimaya mâni bulunmamakla demek istiyor. Çünkü şer'an mâni olsa hakikatte ona
kâdir, hükmen âciz sayılır. Nitekim Bedâyı'da böyle denilmiştir.
"Çünkü îlâ erkeğin
ihtiyariyledir." İhram öyle değildir. Nitekim izahatımızdan anlamışsındır.
Bahusus kadının ihramlı bulunduğu surette açıktır. Bu da bizim söylediklerimizi
teyit eder. Biz: "Kadının hayzı îlânın sahih olmasına mâni değildir."
demiştik. Çünkü o nihayet şer'î bir mânidir. Aksi takdirde ihram meselesinde de
sahih olmamak lâzım gelir. Nitekim arz etmiştik.
"Yahut kadının küçüklüğü..."
Erkeğin küçüklüğü ise îlânın sahih olmasına mânidir. Nitekim evvelce arz
etmiştik.
"Îlâ müddetinde" yani dört ayda
veya daha fazlada demek istiyor. Nitekim Fetih'te ve Hâkim-i Şehid'in
Kâfî'sinde böyle denilmiş ve şöyle devam edilmiştir: "Dört aydan az olursa
dönmek ancak cimayla câiz olur." Yani o adamı sultan yahut düşman men etse
bile başka çare yoktur. Çünkü bu nâdirdir.
"Erkeğin hapsedilmesi ilah..."
Fetih'te şöyle denilmiştir: "Hapis hakkında ihtilâf olunmuştur. Bedâyı'
sahibi hapis sebebiyle dille dönmeyi sahihlemiş, Tahâvî şerhinde ise bunun
hilâfı ifade edilmiştir. Rivâyetin cevabı da budur. Bunu Hâkim Kâfî'de
söylemiştir. Bedâyı' sahibi Kâfî ile Tahâvî şerhinin sözlerini hapishanede
kadına yaklaşmaya imkân bulmaya yorumlamak suretiyle yatıştırma yapmış ve:
«Kadın onun yanına girer de onunla cimada bulunur. Hak sebebiyle hapis dille
dönmekte muteber değildir. Bununla hapis ise muteberdir." demiştir.
Şârihin söylediği de bu yatıştırmadır. Fetih sahibi: "Hak sebebiyle hapis
ilah..." sözüyle bu hilâf ve yatıştırmanın ancak zulüm sebebiyle
hapsedildiği zamana mahsus olduğunu anlatmak istemiştir. Hakkıyla hapis
edilirse asla muteber değildir. Çünkü hakkını ödeyerek hapisten çıkmaya
muktedirdir. Başka bir arabulmaya da işaret olabilir. Makdisî ona göre hareket
etmiştir.
"Araştırmalıdır." Halebî diyor
ki: "Biz bunu araştırdık ve Fetâvâ-i Hindiyye'de Gâyetü's-Surûcî'den
nakledildiğini gördük."
Ben derim ki: şârih sözü uzaklara götürdü.
Bu gördüğün gibi Fetih'te de zikredilmiştir.
"Kadının hapsedilmesi de
böyledir." Yani ister hakkıyla ister zulmen hapsedilsin araştırmaya değer.
Çünkü özür erkekten gelmeyince erkek onu gidermeye imkân bulamaz. Rahmetî.
"Ve itâatsizliğin dahi böyledir."
Bahır sahibi diyor ki: "Kadının erkeğe teslim olmaması yahut kadın kaçak
olup kocasının onun nerede olduğunu bilmemesi yahut üç talâkın şehâdetiyle
tezkiye yapmak için hâkimin aralarına girmesi dahi aczden sayılır."
"O kimsenin dönmesi ilah..." Yani
talâk hakkında îlâyı iptal eden dönüşü sözle olur. Yeminin bozulması itibariyle
bâki sayılması hakkında ise sözle olmaz. Hatta îlâ müddetinde sözle kadına
döndükten sonra onunla cimada bulunursa kefâret vermesi lâzım gelir. Çünkü
yeminini bozduğu tahakkuk etmiştir. Bahır. Yemin ancak bozulmakla biter.
Bozulması ise üzerine yemin edilen şeyin yapılmasıyla olur. Söz, üzerine yemin
edilen bir şey değildir. Binaenaleyh yemin bitmez. Bedâyı'.
"Diliyle" diye kayıtlaması hasta
bir adam diliyle değil de kalbiyle dönse muteber sayılmayacağı içindir. Bunu
Hâniyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Kadın tasdik ederse muteber olur
diyenler de olmuşsa da birinci söz daha yerindedir. Fetih.
"Gibi sözlerle olur." demesi
sözlerin bunlardan ibaret olmadığını anlatmak içindir. Çünkü maksat döndüğünü
anlatan sözdür. Anla!
METİN
Şayet müddet içinde cimaya kâdir olursa
onun dönmesi ferce cimayla olur. Çünkü asıl odur. Dübür gibi başka bir yere
cimada bulunursa bu dönmek olmaz. Bu aczin îlâ vaktinden müddetinin sonuna
kadar devam etmesi şart olduğunu gösterir. Mültekâ'da bu açıklanmıştır. Hâvî'de
şöyle denilmektedir: "Bir kimse sağlamken îlâ yapar da sonra hastalanırsa
onun dönmesi ancak cimayla olur."
İZAH
"Şayet cimaya kâdir olursa
ilah..." sözü îlâ zamanında kâdir olup da sonra âciz kalmaya da şâmildir.
Şu şartla ki, îlâdan sonra cima mümkün olacak bir zaman geçmelidir. Bu söz îlâ
zamanında âciz olup sonra müddeti içinde muktedir olması haline de şâmildir.
Müddeti içinde diye kayıtlaması müddeti geçtikten sonra kâdir olursa bâtıl
olmadığı içindir. Bahır.
"Çünkü asıl odur." Yani söz onun
halefidir. Bedelle maksat hâsıl olmazdan önce aslına kâdir olursa bedel bâtıl
olur. Teyemmüm eden kimse gibi ki namaz kılarken suyu görürse teyemmümü bâtıl
olur. Bahır.
"Başka bir yere cimada bulunursa"
kezâ kadına hayız halinde cimada bulunur veya onu şehvetle öper yahut dokunur,
yahut fercine bakarsa hüküm birdir. Nitekim Hindiyye'de böyle denilmiştir. T.
Ben derim ki: Lâkin Hindiyye'nin ibâresi
hayız meselesinde Tahtâvî'nin ondan naklettiğinin hilâfınadır. İbâresi şudur:
"Îlâ yapan hasta karısıyla fercden başka bir yere yakınlık ederse bu onun
tarafından dönmek değildir. Ama kadına hayız halinde yakınlık ederse dönmek
olur. Zahîriyye'de böyle denilmiştir." Tatarhâniyye'den naklettiğimiz:
"İhram halinde cimayla kadına dönmek sahihtir." sözü de bunu teyit
etmektedir. Zira şer'î mâni her ikisinde mevcuttur.
"Bu ilah..." Yani "Cimaya
kâdir olursa ilah..." cümlesinin ifade ettiği mânâ sözle dönmek sahih
olmak için aczin devamı şarttır demektir.
Ben derim ki: Bu şartın ifade ettiği mânâ
da şudur: Acz ortadan kalkarsa sözle dönmek bâtıl olur. Velev ki müddet içinde
başka acz bulunsun. Çünkü Câmiu'l-Fusûleyn'de hastanın talâkı bahsinde şöyle
denilmektedir: "Hasta bir adam karısına îlâ yapar da sonra o iyileşmeden
karısı hastalanırsa, sonra kendisi iyileşerek karısı müddetin sonuna kadar
hasta kalırsa böylesinin dönmesi bize göre cimayla, Züfer'e göre sözle olur.
Bizim delilimiz şudur: Ruhsatın sebebi muhteliftir. Zira her iki hastalık o
adamın sözle dönmesinin câiz olmasını gerektirir. Ruhsat sebeplerinin muhtelif
olması ise birinci ruhsatı ikinciye tercih etmeye mânidir ve birinci ruhsat yok
hükmüne girer. Yolcu gibi ki su bulamadığı için teyemmüm eder de sonra kendisine
yalnız başına teyemmümü mubah kılan bir has-talığa tutulursa. su bulamadığı
için yaptığı teyemmümün hükmü kalmaz.
Burada kadının hastaliğı dahi sözle dönmeyi
mubah kılar. Binaena-leyh onun hükmü kocasının hastaiığına bina edilemez.
"Şârih bu ibâreyi teyemmüm bâbında kısaltmıştır. Lâkin Fetih ve Bedâyı'da
şöyle denilmek-tedir: "Bir kimse hosta oiduğu halde müebbed îtâ yapar da
müddet geç-mekle kadın bâin olur ve sonra kendisi iyîleşerek o kadınla hasta
Iken evlenir ve sözle dönerse İmam-ı A'zam'la fmam Muhammed'e göre sahih
ol-moz. Ebû YusuF'a göre sahih olur. Ulemanın söylediklerine göre esah olan
budur. Çünkü bu adam îlâyı hasta iken yapmıştir. îtânın hükmü de o has-ta iken
dönmüştür. O sağlamken kadın talâk-ı bâinle boşanmıştır. Cima'a hokkı yoktur.
Binaenaleyh bu bâbdaki îlânın hükmü geri dönmez. İmam-ı A'zam'la İmam
Muhammed'in delilleri şudur: Bu adam ikinci müddette iyileşince hakikaten
cimaya kâdir oldu demektir. Binaenaleyh bu müddette, sözle dönmenin itibarı
sâkıt olur. Velev ki günâha girmeden onunla cimaya kâdir olamasın. Nitekim
ihramlı bulunursa dediğimiz yerde geçmişti." Burada da ruhsatın sebebi
muhteliftir ve Ebû Yusuf'un kavline göre muteber değildir.
Galiba cevap şöyle olacaktır: Ruhsat
sebeplerinin değişmesinin ilk ruhsatı hesaba katmaya mâni olması ancak iki
sebep bir vakitte toplandığı vakittir. O zaman birincisi muteber olur. İkincisi
hükümsüz kalır. Birincisi ortadan kalktı mı onun hükümsüz kaldığı sâbit
olduktan sonra ikincisi muteber değildir. Birincisi ortadan kalktıktan sonra ikincinin
bulunması bunun hilâfınadır. Çünkü ikinci meselede olduğu gibi onu hükümsüz
bırakacak bir şey bulunmadığından ikincisi amel ve tesirini gösterir. Buna şu
da delâlet eder ki, ulemaTarafeyn'in ruhsat sebeplerinin değişmesi kavlini
ta'lil etmemişlerdir. Nitekim gördün. Bu izahı ganimet bil. Çünkü tektir!
"Mültekâ'da bu açıklanmıştır."
Ben derim ki: Bedâyı'da da açıklanmıştır.
"Hâvî'de ilah..." Zikredilen
şartın fer'lerinden olmak üzere demek istiyor. Nitekim Bedâyı'da da öyledir.
"Sonra hastalanırsa" yani
sağlamken cima' edebileceği bir müddet geçtikten sonra hastalanırsa bu müddet
kısa olduğu için cima edemediyse o kimsenin dönmesi sözle olur. Çünkü cimayı
terk hususunda ileri gitmemiştir. Binaenaleyh ma'urdur. Bedâyı'.
METİN
Üçüncü bir şart kalır ki onu Bedâyı' sahibi
zikretmiştir. O da sözle döndüğü vakit nikâhın mevcut olmasıdır. Şayet kadını
talâk-ı bâinle boşar da sonra sözle dönerse îlâ bâkidir. Bir kimse karısına:
Sen bana haramsın der ve buna benzer sen haramda benimle berabersin gibi bir söz
söylerse, haram kılmayı niyet ettiği veya hiç bir şeyi niyet etmediği takdirde
bu söz îlâ olur. Zıhârı niyet ederse zıhâr, yalanı niyet ederse hükümsüz ve
bâtıl olur. Ama bu diyâneten böyledir. Kazaen ise îlâdır. Kuhîstânî.
İZAH
"Üçüncü bir şart kalır." Yani
yukarıda geçen acz ve aczin devamı şartlarından maada bir de nikâhın devamı
şartı vardır. Kadın talâk-ı bâinle boşanmamış karısı olacaktır. Bedâyı'.
"İla bâkidir." O kadınla evlenir
de müddet geçerse kadın ondan talâk-ı bâinle boş olur. Çünkü nikâh mevcut iken
sözle kadına dönmek ancak talâk hükmü hakkında îlâyı kaldırır. Çünkü onunla
kadının hakkı ifâ edilmiş olur. Bâin olduğu halde ise kadının bir hakkı yoktur.
Cimayla dönmek bunun hilâfınadır. O bâinle ayrıldıktan sonra dahi sahihtir.
Hatta îlâ bâki kalmayıp bâtıl olur. Çünkü o adam cimayla yeminini bozmuştur.
Yemin çözülüp bitmiştir. Burada yeminden dönme yoktur. Îlâ da kalkmaz. Bedâyı'.
"Bir kimse karısına: Sen bana haramsın
der ilah..." Ben derim ki: Burada metinlerin ibâresi böyledir. Yeminler
bahsindeki ibâresi ise: "Her helâl bana haram olsun." derse bu
yiyecekle içeceğe yorumlanır. Fetva niyetsiz olarak karısının bâin olacağına
dairdir." şeklindedir. Hidâye'de yeminler bahsinde: "Bu söz örften
dolayı yiyeceğe, içeceğe yorumlanır. Çünkü âdeten yiyip içilen şeyler hakkında
kullanılır. Binaenaleyh erkek yer içerse yemini bozulur. Niyetsiz olarak kadına
şâmil değildir. Şayet kadını niyet ederse îlâ olur. Ama yemin yenilen içilen
şeylerden başkasına yorumlanmaz. Bunların hepsi zâhîr rivâyetin cevabıdır."
denilmiştir. Sonra müteehhirin ulemanın niyetsiz olursa karısı talâk-ı bâinle
boş düşeceğini ihtiyar ettikleri belirtilmiştir.
Bunun hâsılı şudur ki: Zâhir rivâyete göre
örfen bu söz yiyeceğe, içeceğe yorumlanır. Kadınıharam kılmayı niyet ederse ona
mahsus kalmaz. Bilâkis hem ona hem yiyeceğe içeceğe şâmil olur. Bununla
anlaşılır ki, buradaki kadını haram kılmak veya zıhâr yahut yalan veya talâk
niyeti arasındaki tafsilât söz umumî olmadığı zamana mahsustur. Söz umumî
olursa meselâ her helâl yahut Allah'ın her helâli veya müslümanların her helâli
derse bunun hilâfınadır. Çünkü niyetsiz olarak örfen yiyeceğe içeceğe
yorumlanır. Kadını niyet ederse ona da şâmil olur. Fetva müteehhirin ulemanın
kavline göredir. Yani söz umumî olsun hususî olsun talâk-ı bâine yorumlanır. Bu
izahı ganimet bil!
"Ve buna benzer" yani hususî
lâfızları söylerse demektir. Nitekim onları biliyorsun.
"Bu söz îlâ olur ilah..." Yani
müebbet mânâsında mutlaktır. Hükmü yukarıda geçmişti. Dürer sahibi diyor ki:
"Çünkü bu lâfız mücmeldir. Binaenaleyh izahı onu söyleyene aittir. Ben
bununla haram kılmayı murat ettim yahut bir şey murat etmedim derse yemin olur
ve bununla îlâ yapmış sayılır. Çünkü helâlı haram yapmak yemindir."
"Zıhârı niyet ederse zıhâr olur."
Çünkü zıhârda haram olmak vardır. Onun niyet ederse sahih olur. Zira ona
ihtimali vardır. Dürer.
"Yalanı niyet ederse bâtıl olur."
Çünkü sözünün hakikatini niyet etmiştir. Sözünün hakikati kadını haram olmakla
vasıflandırmaktır. Halbuki kadın helâllikle vasıflıdır. Binaenaleyh söylediği
yalan olur. Buna şöyle itiraz olunmuştur: Eğer sözünün hakikati bu olaydı
niyetsiz ona yorumlanırdı. Halbuki niyetsiz yemine yorumlanır. Cevap şudur: Bu
birinci hakikattir. Onun için ancak niyetle elde edilir. Yemin ikinci
hakikattir, şöhret bulması vasıtasıyladır. Bunu Fetih'ten naklen Bahır sahibi
söylemiştir. Hâsılı birincisi lügaten hakikat, ikincisi örfen hakikattir.
"Kazaen ise îlâdır." Yani kazaen
yalan murat ettiği tasdik olunmaz. Çünkü helâlı haram kılmak nassan yemindir.
Bu kavil Şemsü'l-eimme Serahsî'nindir. Fetih sahibi: "Doğru olan budur.
Amel ve fetva buna göredir. Nitekim ileride söyleyeceğiz. Birincisi Hulvânî'nin
sözüdür. Zâhir rivâyet de odur. Lâkin fetva yeni çıkan örfe göredir."
demiştir.
Bunun hâsılı şudur: Burada iki örf vardır.
Birisi aslî örftür ki, o da îlâ mânâsına yemin olmasıdır. Diğeri sonradan çıkan
örftür. O da talâkı murad etmektir. Şemsü'l-Eimme'nin: "Kazaen tasdik
edilmez. Bilâkis îlâ olur." sözü aslî örfe göredir. Fakat fetva yeni örfe
göredir. Çünkü her akit yapan, yemin eden ve benzeri işler gören kimsenin sözü
kendi örfüne yorumlanır. Velev ki zâhir rivâyete muhâlif olsun.
Nitekim ulema: "Hâkim veya müftü örfü
bırakıp da zâhir rivâyetle hüküm veya fetva veremez." demişlerdir. Şu
halde doğrusu Şemsü'l-Eimme'nin dediği gibi o adam kazaen tasdik olunmaz
demektir. Lâkin bizim zamanımızda onu îlâya yorumlamak doğru değildir. Doğru
olan talâka yorumlamaktır. Çünkü yeni ve müftâbih örf odur. Şu halde Fetih
sahibinin: "Doğru olan budur. Amel ve fetva buna göredir." sözü
yemini yani aslî örf olan îlâyı murat etmekten ihtirazdır. Bu izah ile Bahır ve
Nehir sahiplerinin: "Bu söz götürür." demeleri sâkıt olur. Çünkü amel
ve fetva ancak onun niyetsiz olarak talâka yorumlanması hususundadır, yemin
hususunda değildir.
METİN
Talâkı niyet ederse bir talâk-ı bâin, üçü
niyet ederse üç talâk olur ve bu bir talâk-ı bâindir diye fetva verilir. Velev
ki ona niyeti olmasın. Zira örf bu mânâda gâliptir. Onun içindir ki bununla
ancak erkekler yemin eder.
İZAH
"Talâkı niyet ederse" yahut hal
buna delâlet ederse demektir. Nehir. Yani talâk müzakeresi halinde olursa bir
talâk-ı bâin sayılır. Rıza veya öfke halinde olursa mutlaka niyet lâzımdır.
Çünkü kinâyeler bahsinde geçtiği vecihle bu söz sitem mânâsına da gelebilir.
Anla! Talâk niyeti hürre hakkında bir ve ikiyi niyet etmesine şâmil olduğu gibi
bir defa boşayıp da sonra sen bana haramsın demesine ve bununla iki talâk niyet
etmesine dahi şâmildir. Çünkü bununla üç talâk tamam olsa da haram sözüyle
ancak bir talâk meydana gelir. Nitekim Bahır'da da öyle denilmiştir. Bu bâbın
sonundaki fer'î meselelerde Fetih sahiblnin: "Bununla hiç bir şey vâki
olmaz." mânâsını îham eden sözüne muhâlif mesele gelecektir.
"Üçü niyet ederse üç talâk olur."
Çünkü evvelce görüldüğü vecihle bu söz kinâyelerdendir. Kinâyelerde üçü niyet
sahihtir. Nehir. Ama ikiyi niyet sahih değildir. Çünkü iki mahz-ı adettir.
Nitekim evvelce geçti. Meğerki kadın cariye olsun.
"Velev ki ona niyeti olmasın." Bu
kazaen böyledir. Diyâneten ise niyet etmedikçe talâk vâki olmaz. Talâkı niyet
etmemesi hiç bir şey niyet etmemeye sâdık olduğu gibi zıhâr veya îlâya niyet
etmeye de sâdıktır. Bu adam kazaen tasdik edilmez. Nitekim bunu Zeylaî
açıklamış: "Bundan dolayı başkasını niyet ederse kazaen tasdik
edilmez." demiştir. H.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa bu adam hiç
bir şeyi niyet etmez diyâneten dahi vâki olur. Bahır sahibi şöyle diyor:
"İmam Zahîruddin'in beyanına göre biz niyet şart değildir demiyoruz. Lâkin
o adam örfen niyet etmiş sayılır." Fetih'te: "Binaenaleyh boşadığını
söylemiş gibi olur, kazaen tasdik edilmez. Fakat kendisiyle Allah Teâlâ
arasında tasdik edilir." denilmiştir. Bizim söylediğimizde bu açıktır.
"Zira örf bu mânâda gâliptir."
ifadesi Bahır'ın şu sözüne işarettir: "Talâk niyetsiz vâki olunca sarîh
gibi olması gerekir ve onunla ric'î talâk olmalıdır dersen, ben de derim ki:
Bununla bâin yapmak örf olmuştur. Bezzâziye'de böyle denilmektedir."
Ben de derim ki: Bu cevap söz götürür.
Çünkü şunu iktiza eder: Bununla bâin talâk yapmak örf olmasaydı zamanımızdaki
gibi ric'î talâk vâki olurdu. Zira şimdi örf-ü âdet haramkelimesinin talâk
mânâsında kullanılmasıdır. İnsanlar bâini örf edinmek şöyle dursun ric'î talâk
ile bâin arasını bile ayıramıyorlar. Şu izaha göre "Örf bu mânâda
gâliptir." diye ta'lil, onunla niyetsiz talâk meydana geldiği içindir.
Bâin olmasına gelince: Onu haram sözü iktiza eder. Çünkü talâk-ı ric'î iddet
esnasında kadını kocasına haram kılmaz. Kadını haram sıfatıyla vasıflamak ancak
bâin talâkla sahih olur. Kinâyeler bahsinde verdiğimiz izahatın hâsılı budur.
TEMBİH: Hayreddin-i Remlî Minah hâşiyesinin
yeminler bahsinde şunları söylemiştir: "Ben derim ki: Memleketimizin
ekseri avam tabakası: Sen bana haram kılınmışsın yahut bana haramsın veya seni
kendime haram kıldım sözleriyle helâlin mukabilindeki cimanın haram olması
mânâsından başka bir şey kastetmezler. Onun için birçokları kadının haram
olmasına bir müddet koyarlar. O müddete kadar kesinlikle yalnız cimanın haram
olmasını kastederler. Şüphesiz ki bu îlâyı icap eden bir yemindir.
Bu meseleyi gerektiği vecihle tahkîk eden
azdır. Ulemanın; "Biz niyet şart değildir demiyoruz. Lâkin o adam örfen
niyet etmiş sayılır." demelerine bak! Bu söz örfün itibara alınacağı
hususunda açıktır. Örf böyle değil de bilâkis müşterek olursa niyeti itibara alarak
yemin sahibini tasdik etmek teayyün eder. Nitekim mütekaddimin ulemanın mezhebi
budur.
Fethü'l-Kadir'in yeminler bahsinde şöyle
denilmektedir: Bezdevî Mebsût'unda: Bu hususta insanların örfü benim için açık
değildir, diyor. Yani her helâl bana haram olsun sözündeki örfü bilmediğini
anlatmak istiyor. Çünkü evli bir adam yemin ettiği gibi karısı olmayan da
bununla yemin ediyor. Bu hususta örf gâlip olsaydı onu ancak evliler
kullanırdı. Binaenaleyh sahih olan: "Talâkı niyet ederse talâk olur."
dememizdir.
Delâletsiz olursa ihtiyat insanın bunda
tevakkuf etmesi (duraklaması) ve mütekaddimin ulemaya muhalefet etmemesidir.
Bilmelisin ki böyle bir söz memleketimizde örf olmamıştır. Bizde örf olan:
Seninle konuşmak bana haram olsun ve benzeri yemek kezâ giymek gibi şeylerdir.
Umumî sîga değildir. Halkımız haram bana lâzım geliyor sözünü de örf-ü âdet
edinmişlerdir. Şüphesiz bununla muallak talâkı kastederler. Çünkü bu sözden
sonra "şöyle yapmam" ifadesini ziyade ederler. Bu talâktır ve bunu
onların aleyhlerine geçerli saymak icap eder.
Hâsılı Arapça olsun Farsça olsun bu sözleri
yorumlarken muteber olan örfi mânâyı niyet etmemektir. Örf yoksa söyleyenin
niyeti sorulur. Niyetsiz yorumlanan kelimelerde söyleyen kimse: Ben başkasını
murat ettim derse diyâneten tasdik olunur, kazâen tasdik olunmaz."
Fetih'in sözü burada sona erer. Bahır sahibi de ona uymuştur.
Ben derim ki: Bizim memleketimizde örf olan
sadece: "Üzerime haram lâzım gelsin şu işi yapmam" sözüyle talâkı
murad etmektir. Zikri geçen diğer lâfızlarla talâk kastedilmez.
"Onun içindir ki bununla ancak
erkekler yemin eder." Yani şu işi yaparsam her helâl bana haram olsun
derler.
METİN
O adamın karısı yoksa yahut bu sözle kadın
yemin ederse yemin olur. Nitekim kadın ölür veya iddetiz olarak talâk-ı bâinle
boşanır da sonra şart bulunursa o adamla evli bulunan karısı boş düşmez.
Bununla fetva verilir. Zira bu yemin olur ve artık talâka değişmez. Bunun bir
misli de: "Haramda sen benimle berabersin, haram bana lâzım geliyor, senin
haram olman üzerime borçtur, sen bana haram kılınmışsın veya bana
haramsın." gibi sözlerdir. İsterse "bana" demesin. Kezâ
"ben sana haramım, sona mahremim, kendimi sona haram kıldım veya sen bana
eşek gibisin, sen bana domuz gibisin." gibi sözlerdir. Bezzâziye.
İZAH
"O adamın karısı yoksa..."
Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Talâkın haram lâfzıyla olduğu yerlerde
adamın karısı yoksa yemini bozulduğu takdirde kendisine kefâret lâzım gelir.
Nesefî lâzım gelmediğine kâildir." Bu ibârenin bir misli de Bahır'dadır.
Ben derim ki: Zahîriyye'de ikisinin arasını
bulmaya yarayan sözler vardır. Zira şöyle denilmiştir: "Bu sözle yapmış
bulunduğu bir iş için: Ben o işi yapmadım diye yemin ederse, karısı da yoksa
kendisine bir şey lâzım gelmez. Çünkü talâkla yemin yapmıştır. Bunu Allah
Teâlâ'ya yemin saysak yemin-i gâmus olur. İleride olacak bir şeye yemin eder de
o şeyi yapmazsa karısı da bulunmadığı takdirde kefâret vermesi icap eder. Çünkü
helâli haram kılmak yemindir." Binaenaleyh Nesefî'nin sözü gelecekten
başka bir şeye yemin ettiğine yorumlanır. Bu izahatımızdan anlarsın ki, Nihâye
sahibinin Nevâzil'den naklen yeminler bahsindeki: "Karısı yoksa kefâret
vermesi lâzım gelir." sözünün mânâsı: İleride bir şey yapmayacağına yemin
ederse fiilen yeminini bozduğu takdirde demektir. Yoksa Bahır sahibinin yorumladığı
gibi yer içerse mânâsına değildir. Bahır sahibi: "Çünkü karısı yoksa bu
söz yemeye içmeye yorumlanır." demiştir. O sözün bu mânâya yorumlanması
örf değişip haram lâfzından talâk murat edilmezden önceydi. Örf değiştikten
sonra ise karısı bulunmadığı zaman yemin mânâsına gelir. Nitekim ulemanın
sözlerini işittin. Bunun bir misli de yakında gelecektir.
"Yahut bu sözle kadın yemin
ederse..." Bahır sahibi diyor ki: "Koca diye kayıtlaması şundandır:
Çünkü karısı kocasına: Ben sana haramım yahut seni haram kıldım derse yemin
olur. Hatta kadınla isteyerek veya istemeyerek cimada bulunursa kadının yemini
bozulur." "Kadın isteyerek veya istemeyerek" sözü Fetih
sahibinin: "Kocasına imkân verirse kadının yemini bozulur ve kefâret
verir." demesinden daha iyidir.
"Nitekim kadın ölür ilah..."
Burada Bezzâziye'nin ibâresi şöyledir: "Adam yemin ederkenkarısı var da
şartı söylemeden kadın ölürse yahut iddet lâzım gelmeksizin ondan bâin olursa
sonra sahih şartı yaptığı takdirde evli bulunan karısı boş düşmez. Fetva buna
göredir. Çünkü o adamın yemini vücut vaktinde Allah'a yemin olur. Artık talâka
dönüşemez. Bu ibâreyi Bahır sahibi Bezzâziye'den böyle nakletmiştir. Gizli
değildir ki ta'lil üst tarafına münasip değildir. İbârede düşüklük vardır. Buna
Halebî'nin Hâniyye'den naklettiği şu ibâre delildir: "Yemin vaktinde o
adamın karısı var da şarttan önce kadın ölür veya iddet gerekmeksizin boş
olursa sonra adam şartı yaptığında kendisine yemin kefâreti lâzım gelmez. Çünkü
onun yemini vücut zamanında talâka değişmiştir. Yemin zamanında karısı yok da
bir kadınla evlenir, sonra şart yaparsa, bu hususta ulema ihtilâf etmişlerdir.
Fakîh Ebû Ca'fer: "Evli kadın bâin olur," demiş, başkaları boş
olmadığını söylemişlerdir. Fetva da buna göredir. Çünkü o adamın yemini mevcut
olduğu an Allah'a yemin olmuştur. Artık bundan sonra talâk olamaz."
Ben derim ki: Bunun bir mislini de Bahır
sahibi yeminler bahsinde Zahîriyye'den nakletmiştir. Demek oluyor ki,
Bezzâziye'nin ibâresinden "sonra şartı yaparsa" cümlesi ikinci defa
"sonra şartı yaparsa" deyinceye kadar düşmüştür.
"Bunun bir misli de" yani sen
bana haramsın sözünün bir misli de haramda sen benimle berabersin sözüdür. Evlâ
olan bu cümleyi meselenin başında zikretmekti. Nitekim Nehir sahibi öyle
yapmıştır.
"İsterse bana demesin." sözü
Hızânetü'l-Ekmel sahibine ret cevabıdır. O bunu şart koşmuştur. Nitekim
Kınye'den naklen Bahır'da izah olunmuştur. Kinâyeler bahsinde Bahır'dan
nakletmiştik ki, erkek haram olmayı veya bâinliği kadına izafe ederek sen
bâinsin yahut sen haramsın derse kendine izafe etmeksizin talâk vâki olur.
Kendine izafe ederek ben haramım yahut ben bâinim derse kadına izafe etmeden
talâk vâki olmaz. Kadını muhayyer bırakır da kadın hörmet ve beynunet
kelimeleriyle cevap verirse mutlaka iki izafeti bir araya getirerek: Sen bana
haramsın yahut ben sana haramım. Sen benden bâinsin veya ben senden bâinim
demesi lâzım gelir.
"Kendimi sana haram kıldım."
sözünde sana demesi şarttır. Nehir. Çünkü hörmeti kendi nefsine izafe etmiştir.
Bezzâziye sahibi diyor ki: "Hatta kendimi haram kıldım der de sana demezse
talâkı niyet de etse vâki olmaz."
"Sen bana eşek gibisin ilah..."
Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Kocası: Sen bana eşek ve domuz gibisin
der veya ayn'ı haram olan bir şey söylerse bu söz sen bana haramsın demek
gibidir. Niyet etmezse acaba bu yemin olur mu? Ulema burada ihtilâf
etmişlerdir." Bunun muktezası talâkı niyet etmezse talâk olmamaktır. Çünkü
örf yoktur. Sen bana haramsın sözü bunun hilâfınadır. Çünkü buradak" örf
niyet yerine geçer. Nitekim görmüştük.
METİN
Adamın dört karısı var da mesele de hali
üzere ise kadınlardan her birine bir talâk-ı bâin vâki olur. Bazıları onlardan
biri boş olur, beyan etmek kocaya düşer demişlerdir. Nitekim sarih bahsinde
geçmişti ki, bu daha zâhir ve daha güzeldir. Bunu Zeylaî, Bezzâzî ve diğerleri
söylemişlerdir. Kemâl ise; "Bence daha güzeli birincisidir."
demiştir. Bahır sahibi de Fetâvâ'sında kesinlikle buna kâil olmuş,
Cevâhirü'l-Fetâvâ sahlbi bu kavli sahihlemiş, musannıf da şerhinde bunu kabul
etmiştir. Lâkin Nehir'de şöyle denilmiştir: "Zeylaî'nin mesele hali üzere
ise sözünün mânâsı yani haram kılmak metinde olduğu gibi bir kadına hitap
ederek: Sen bana haramsın kaydıyla olmamak icap eder. Bilâkis o takdirde talâk
yalnız muhatap kadına olmak gerekir."
Ben derim ki: Yani Allâh'ın helâli veya
müslümanların helâli demesi bunun hilâfınadır. Çünkü o umumidir ve bununla
arabulma hâsıl olur. Bellemelidir.
İZAH
"Mesele de hali üzere ise"
cümlesinin izahı Nehir'den naklen ileride gelecektir.
"Nitekim sarih bahsinde
geçmişti." Yani cima edilmeyen kadının talâkı bâbında şöyle geçmişti:
"Sarîh sözle boşar da karım boştur derse, dört karısı bulunduğu takdirde
her birine bir talâk vâki olur." Hilâftan bahsetmemişti. Biz de orada
izahını yapmıştık.
"Kemâl ise..." Kemâl'in ibâresi
şöyledir: "Fetâvâ'da bildirildiğine göre bir adam karısına: Sen bana
haramsın yahut Allah'ın helâli bana haram olsun derse bu üç vecihledir
ilah..." Bundan sonra şöyle demiştir: "Dört karısı varsa her biri bir
talâk boş olur. Özcendî ile İmam Mes'ud Keşânî'nin fetvasına göre bir talâk
vâki olur, beyan kocaya düşer. Zahîre ve Hulâsa'da bunun daha münasip olduğu
söylenilmiştir. Bence dahâ güzeli Fetâvâ'nın sözüdür. Çünkü Allah'ın helâli
veya müslümanların helâli sözü her zevceye şâmildir. Şayet orada talâk
hususunda örf varsa bu sözle kadınların hepsi boş olsun demiş gibi olur. Çünkü
Allah'ın helâli bütün kadınlara bedel yoluyla değil istiğrak yoluyla şâmildir.
Nitekim sizden biriniz boştur, sözünde de öyledir. "Görüyorsun ki onun
ta'lili hilâf ve tercih yeri sen bana haramsın gibi hâs değil âm söz olduğuna
göre açıktır. Velev ki bu Fetâvâ'nın ibâresinde zikredilmiş olsun. Zira kimseye
gizli değildir ki, sen bana haramsın sözünde muhatap kadından başkası dahil
değildir. Onun hakkında niza yoktur. Nitekim Nehir'den naklen gelecektir. Buna
şu da delâlet eder ki, Zahîre'de mezkûr hilâf: "Müslümanların helâli bana
haram olsun." sözü hakkında da hikâye edilmiştir. Bezzâziye'de de böyle
denilmiştir.
"Lâkin Nehir'de şöyle
denilmiştir..." Bu söz Zeylaî'nin yukarıda geçen "mesele de hali
üzere ise" sözüne istidraktır. Çünkü o söz Kenz'de daha önce zikredilen
sen bana haramsın meselesinin murat edildiği zannını vermektedir. Halbuki onda
hilâf cereyanı mümkündeğildir. Binaenaleyh muradın şöyle açıklanması gerekirdi:
"Haramdır. Lâkin bir kadına hitap ederek değil." Allah'ın helâli bana
haram olsun yahut müslümanların helâli bana haram olsun sözlerinde olduğu gibi
umumî yapılması gerekirdi. Zira niza yeri budur. Nitekim Kemâl'in ibâresinden
de anlaşılmıştır.
"Ben derim ki" sözü Nehir'in
ifadesinin beyanıdır. Hâsılı şudur: Zeylaî'nin muradı hususi lâfız değil
dediğimiz gibi umumîdir.
"Bununla arabulma hâsıl olur."
Yani Nehir'in ifadesiyle arabulunmuş olur. Şöyle ki: Kadınlardan her biri boş
olur diyenin sözü lâfız umumî olduğu zamana; yalnız birisi boş olur diyenlerin
sözü de lâfız hâs olduğu zamana yorumlanır. Şârihin sözünden anlaşılan budur.
Ama söz götürdüğü meydandadır. Çünkü Zeylaî hilâfı zikretmiştir. Biz onun
sözünü "Muradı lâfız umumî olduğu zamandır. Binaenaleyh onda hilâf vardır."
diye yorumladık. Fetih, Zahîre ve Bezzâziye'nin sözleri de bildiğin gibi açıkça
böyledir. Şu da var ki sen bana haramsın sözünde nasıl olur da bu söz dört
kadından birine vâki olur. Beyan etmek kocasına düşer denilebilir Bilâkis talâk
yalnız muhatap olan kadına aittir.
Şârihin zifaf olunmayan kadının talâkı
bâbındaki sözlerine gelince: O Zeylaî'nin sözünü karım bana haramdır gibi bir
mânâya yorumlamış, bununla karım boştur sözü arasında fark bulmuştu. Zikredilen
hilâfı da birinciye vermiş, ikincide hilâf olmadığını söylemişti ve orada bu
sözü musannıfa nispet etmişti. Biz de orada bunun musannıfın sözüne muhâlif
olduğunun söylemiştik. Çünkü musannıf Zeylaî'nin sözünü müslümanların helâli
mânâsına yorumlamıştı. Orada biz karım haramdır sözüyle karım boştur sözleri
arasında fark olmadığını tahkik etmiş, bunların ikisiyle de bir kadın boş
olacağını beyanın kocaya ait olduğunu tahkîk etmiştik. Çünkü karım sözünün
umumu bedel yoluyla kadınların her birine sâdıktır, tâyin yoluyla değildir.
Müslümanların helâli sözünün umumu ise istidrak yoluyladır. Hepsine bir defada
şâmil olur. Karım boştur sözünde yalnız bir kadının boş olacağı hususunda hliâf
olmayınca karım haramdır sözünde de onun misli söylenir. Bunların birinin
sarîh, diğerinin kinâye olması aralarında fark bulunmasını icap etmez. Kim fark
iddia ederse ona beyan düşer.
Hâsılı sen bana haramsın sözünün muhatap
kadına mahsus olduğunda ve her helâl bana haram olsun sözünün de dört kadına
şâmil bulunduğunda hilâf yoktur. Çünkü bunda umum edatı açıktır. Karım haramdır
yahut boştur sözüyle muayyen olmamak şartıyla bir kadın boş düşer. Hilâf ancak
Allah'ın helâli yahut müslümanların helâli gibi sözlerdedir. Bazıları müfred
suretine bakarak bununla muayyen olmamak şartıyla bir kadın boş düşer
demişlerdir. En güzeli hepsine şâmil olmasıdır. Bu hususta sözün tamamını orada
arz etmiştik. Anla! Bu yegâne izahı ganimet bil ve taklit gerdanlığını
kendinden at!
METİN
FER'İ MESELELER: Sen bana bin defa haramsın
sözüyle bir talâk vâki olur. Bir kimse karısını bir defa boşar da iki niyet
ederek sen haramsın derse bir talâk vâki olur. Sözünü iki defa tekrarlar da
birinci ile talâk, ikinci ile yemin niyet ederse sahih olur.
Bir adam üç defa şöyle yaparsam Allah'ın
helâlı bana haram olsun der de şart bulunursa üç talâk vâki olur. İki karısına
siz bana haramsınız der de birisinin üç talâk, diğerinin bir talâk boş olmasını
niyet ederse niyet ettiği gibi olur. Bununla fetva verilir. Tamamı
Bezzâziye'dedir.
Her ikiniz bana haramdır diyen bir adam her
biriyle cimada bulunmakla yeminini bozmuş olur. Vallâhi sizin ikinize yaklaşmam
derse ikisiyle cimada bulunmadıkça yemini bozulmaz. Fark gizli değildir.
Cevhere'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse bir mecliste vallâhi sana
yaklaşmayacağım sözünü üç defa tekrarlarsa, tekrarı niyet ettiği takdirde ikisi
birleşirler. Aksi takdirde îlâ bir, yemin üç olur. Meclis müteaddit ise îlâ da
yemin de müteaddit olur.
İZAH
"Bir talâk vâki olur." Zahîre ile
Bezzâziye'de böyle denilmiştir. Bunun vechi şudur: bu ifade bu sözü bin defa
tekrarlamaktan ibarettir. Tekrarlamış olsa yalnız birinci talâk vâki olurdu.
Çünkü bâin talâka bâin lahîk olmaz. Cima edilmeyen kadının talâkı bâbından az
önce gecen; "Bir kimse cima ettiği karısına; sen defalarca boşsun yahut
binlerce boyun derse üç talâk vâki olur." İfadesi bunun hilâfınadır. Çünkü
o sarîhtir. Sarîh tekrarlanırsa sarîha lahîk olur. Onun için de cimada
bulunduğu karısına diye kayıtlamıştır. Zira iddet bâkidir. Nitekim orada izah
etmiştik.
"Sonra iki niyet ederek" yani sen
haramsın sözüyle iki talâkı niyet ederse bir talâk vâki olur. Çünkü iki
kelimesi mahz-ı adettir. Haram sözünün ona ihtimali yoktur. Meğerki kadın
cariye olsun. Çünkü cariye hakkında iki itibarî ferddir. "Bir talâk vâki
olur." sözü Fetih sahibinin "Hiç bir şey vâki olmaz." sözüne
rettir. Çünkü onun sözü kalem hatasıdır. Ulemanın ibârelerinde vâki olan ikiyi
niyetin sahih olmamasıdır. Üçü niyet etmesi bunun hilâfınadır. Çünkü sahihtir
ve üçü tamamlamak için iki talâk vâki olur. Nitekim Hâniyye ve diğer kitaplarda
beyan edilmiştir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Nehir sahibi ise; "Hiç
bir şey vâki olmaz." sözünü lâfzıyla olsa da niyetiyle bir şey olmaz
şeklinde cevaplandırmıştır. Düşün! Burada Cevhere'nin: "Birinci ile niyet
ederse iki talâk vâki olur." sözüne ret cevabı vardır. Nitekim şârih bunu
sarîh bâbının başında söylemiş, biz de bunun üzerine orada söz etmiştik.
"İkinci ile yemin" yani îlâ niyet
ederse niyet ettiği sahih olur. Çünkü bunda kendi nefsine şiddet gösterme
vardır. Zira bu sözle bir talâkı niyet etse yahut onu mutlak bırakıp talâkayorumlansa
-nitekim müftâbih olan da budur- bir şey vâki olmazdı. Çünkü bâindir. Bâin ise
kendi misline lahîk olamaz. Nitekim geçmişti. Anla!
"Üç talâk vâki olur." Çünkü
muallak olursa bâin bâine lahîk olur. Zira o zaman ikinciyi birinciden haber
yapmak doğru olamaz. Nitekim bâbında geçmişti.
"Tamamı Bezzâziye'dedir." İbâresi
şöyledir: "Bir adam iki karısına: siz bana haramsınız der de birinin üç,
diğerinin bir talâk boş olmasını niyet ederse İmam-ı A'zam'a göre niyeti sahih
olur. Fetva buna göredir. Bu adam ikisinden birisi hakkında talâkı, diğeri
hakkında yemini niyet ettim derse Ebû Yusuf'a göre kadınların ikisi de boş
düşer. İmam-ı A'zam'a İmam Muhammed'e göre ise niyetine göre olur. Bir adam üç
karısına: siz bana haramsınız der de birinci kadının üç talâkla boş olmasını
ikinci hakkında yemini, üçüncüsü hakkında yalanı niyet ederse kadınlar üç
talâkla boş olurlar. Bazıları bu kavlin İmam Ebû Yusuf'a ait olduğunu
söylemişlerdir. İmam-ı A'zam'la İmam Muhammed'e göre ne niyet ettiyse o olmak
gerekir.
"Her biriyle cimada bulunmakla
yeminini bozmuş olur." Yani her ikisine îlâ yapmış sayılır. Ama fetva buna
göre değildir. Müftâbih kavle göre kadınların her biri bir talâk-ı bâinle boş
olur. H. Yani bu söz örfte talâktır demektir.
"Fark gizli değildir." Ve şudur:
Allah Teâlâ'nın ismi hörmetini çiğnemek ancak her ikisiyle cimada bulunmakla
tahakkuk eder. Her ikiniz bana haramsınız sözünde îlâ tahrim kelimesinin mânâsı
itibariyledir ve bu ikisinde de mevcuttur. Muhît'ten naklen Fetih'te böyle
denilmiştir. Bahır ve diğer kitaplarda da bunun gibidir. Halebî diyor ki:
"Fark şudur: bu adam her ikiniz bana haramdır sözüyle kadınları kendisine
haram kılmıştır. İkisini de haram kılmak her birini ayrı ayrı haram kılmaktır.
İkinize de yaklaşmam sözünde ise kendini ikisine birden yaklaşmaktan men
etmiştir. Binaenaleyh ikisiyle birden cima etmezse yemini bozulmaz. Bu farkı
Nehir sahibi yeminler bahsinde açıklamıştır."
"Tekrarı niyet ettiği takdirde"
yani te'kidi niyet ederse birleşirler ve bir îlâ ile bir yemin meydana gelir.
Hatta müddet içinde kadına yaklaşmazsa kadın bir talâk boş olur. Yaklaşırsa
erkeğe bir kefâret lâzım gelir.
"Aksi takdirde" yani hiç bir şey
niyet etmez yahut güçlük ve ağırlaştırma niyet ederse -ki bu tekrar değil
yeniden başlamaktır- bir îlâ ile üç yemin hâsıl olur. Fetih'te böyle
denilmiştir. Kıyasa göre îlânın da üç olması gerekir. Ki İmam Muhammed'in kavli
de budur. Hatta dört ay geçer de kadına yaklaşmazsa kadın bir talâk bâin olur,
sonra onun arkasından bir daha, sonra bir daha bâin olur. Meğerki kadın cima
edilmemiş olsun. O zaman yalnız bir talâk boş olur. İstihsana göre ki
Şeyhayn'ın kavli de budur îlâ birdir. Binaenaleyh yalnız bir defa vâki olur.
Çünkü müddet birleşmiş olunca men dahi birleşmiş olur. Binaenaleyh îlâ
tekerrüretmez ve kadına yaklaşmakla bilittifak üç kefâret lâzım gelir. Çünkü
bir şart bir çok yeminlere kâfidir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Allahu
a'lem.
Hul' lügatta gidermek mânâsına gelir.
Evliliği gidermek mânâsında bu şekilde kullanılmış, başka mânâlarda hal'
şeklinde kullanılmıştır. Şer'an Bahır'da belirtildiği gibi nikâh milkini
kadının kabulüne bağlı olarak hul' lafzıyla veya o mânâda bir sözle
gidermektir. Nikâh milkini kaydıyla fâsid nikâhtaki hul', talakı bâinden ve dinden
döndükten sonra yapılan hul' hariç kalmıştır. Çünkü hükümsüzdür. Nitekim
Fûsul'de beyan edilmiştir. Kadının kabulüne bağlı olan kaydıyla talâkı niyet
ederek seni hul' ettim demesi hariç kalır. Çünkü talâk bâin olarak meydana
gelir. Hukuku ıskat etmez. Çünkü hukuk buna bağlı değildir. Ama mufâale
bâbından kullanarak seni muhâlea ettim yahut emirle muhâlea ol der de mal
söylemezse kadın kabul ettiği takdirde bu hul' olur, hakları ıskat eder. Hatta
kadın bedeli almışsa onu iade eder. Hâniyye.
Hul' lafzıyla kaydı mal vermek şartıyla
talâkı tariften çıkarır. Çünkü mal vermek şartıyla talâk hak ıskat etmez.
Fetih. Veya o mânâda bir söz kaydını ziyade etmesi mubâree sözü tarife girsin
diyedir. Zira o da hukuku ıskat eder. Nitekim gelecektir. Bir de alış-veriş sözleri
tarife girsin diyedir. Zira bunlar da öyledir. Nitekim Suğra sahibi bunu
sahihlemiştir. Hâniyye sahibi ise muhâliftir. Böylece tarif talâk-ı ric'î ile
boşanan bir kadının hul'u sahih olacağını ifade etmiştir.
İZAH
Musannıfın hul'u îlâdan sonraya bırakması
îlâda mal olmadığı için o talâka daha yakın sayıldığındandır. Hul' bunun
hilâfınadır. Çünkü onda kadın tarafından muaveza (bedel verme) manâsı vardır.
Bir de îlânın esası erkek tarafından gelen geçimsizliktir. Hul' ise ekseriya
kadın tarafından gelen geçimsizlikle olur. Bu sebeple musannıf erkekten geleni
kadından gelene tercîhan önce zikretmiştir. İnâye.
"Hul' lügatta gidermektir
ilah..." Araplar hala'tün-na'le derler. Ayakkabını çıkardım mânâsına
gelir. Kadın kocasına fidye vererek ayrılırsa buna muhâlea denir. İsim hul'dur.
Bu kelime elbiseyi çıkarmaktan istiare edilmiştir. Çünkü karı-kocadan her biri
diğerinin elbisesi mesabesindedir. Hul'u yapınca sanki her biri elbisesini
çıkarmış gibi olur. Bunu Bahır sahibi Misbah'dan nakletmiştir.
"Çünkü hükümsüzdür." Zira fâsid
nikâh milk-i müt'a ifade etmez. Talâk-ı bâinle ve dinden dönmekle ondan önce
giderme işi olmuştur. Hul'da giderme kalmamıştır. Bahır sahibi diyor ki:
"Mehir sâkıt olmaz. Hul'dan sonra erkeğin dinden dönme halinde kadını nikâha
zorlama hakkı kalır. Nitekim Bezzâziye'de bildirilmiştir."
Ben derim ki: Bu mutlak sözün zâhiri fâsid
nikâhta mehrin sâkıt olmadığını gösterir. Velev ki cima'dan sonra olsun. Lâkîn
Câmiü'l-Fûsuleyn'de şöyle denilmiştir: "Kadını nikâhı fâsidle alır da
onunla cima'da bulunursa mehri karşılığında hul' yaptığında bazıları mehrin
sâkıtolduğunu söylemişlerdir. Çünkü hul' ibrâdan kinâye sayılır. O ibrâ için
vaz' edilmîştir. Birtakımları mehir sâkıt olmaz demişlerdir. Çünkü hul'
hükümsüz kalır. O ancak mevcud nikâhta sahihtir. Bahır'da dahi şöyle
denilmektedir: "Kadını mal karşılığında muhâlea eder de sonra iddet îçinde
hul' yaparsa sahih olmaz. Nitekim Kınye'de bildirilmiştir." Lâkin şu iki
mesele arasında fark göstermeye muhtaçtır. Kadını hul'dan sonra muhâlea ederse sahih
olmaz. Hul'dan sonra mal mukabilinde boşarsa sahih ve vâkî olur. Ama mal vâcib
olmaz. Biz bunu kinâyeler bahsînin sonunda zikretmîştik.
Ben derim ki: Orada biz farkı göstermîştik.
Fark şudur: Hul' talâk-ı bâîndir. Bâin îse kendi gibi bâine lahîk olmaz. Mal
karşılığında talâk sarîhtir. Binaenaleyh o hul'a lahîk olur. Burada mal vermek
vâcîb olmaması şundandır: Çünkü mal kadın kendisini ancak onunla kurtaracaksa o
zaman lâzım gelir. Onun içindir ki hul'la talâkı bâin meydana gelir. Kadını
hul'dan sonra mal karşılığında boşarsa bu talâk kadının kendisîni kurtarmasını
ifade etmez. Zîra kurtulma işi bundan önce hul'la olmuştur. Onun içindir ki
kadını mal karşılığında boşar da sonra hul' yaparsa malı vermesî lâzım gelir.
Biz bu husustaki sözün tamamını orada arz etmiştik.
"Kadının kabulüne bağlı
olarak..." Bahır sahibi diyor ki: "Mal vermek şartıyla yahut muhâlea
sözüyle yapılan hul'da kadının kabulü mutlaka lâzımdır." Tatarhâniyye'de
dahi şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: Şu haneye girersen seni bin dirheme
muhâlea ettim der de kadın o haneye girerse bin dirheme talâk vâki olur. Bu
sözle kadın girerken kabul ettiyse demek istemiştir." Bundan anlaşılan
şarttan önce kabulün sahih olmamasıdır. Nitekim ileride söyleyeceğiz.
"Seni hul' ettim demesi hariç kalır
ilah..." Yani seni hul' ettim deyip mal zikretmezse hul' olmaz. Çünkü hul'
ne zaman mal şartıyla yapılırsa kadının kabul etmesi lâzım gelir. Nitekim az
yukarıda söyledik.
"Talâkı nîyet ederek" Diye
kayıdlaması zâhir rivâyete göredir. Çünkü bu kinâyedir. Onun için ya niyet
yahut halin delâleti lâzımdır. Lâkin göreceğiz ki bu söz çok kullanılmakla
sarîh gibi olmuştur.
"Hukuku ıskat etmez." Yani
evliliğe aid hakları ıskat etmez. Bunların beyanı gelecektir.
"Seni muhâlea ettim ilah..."
Yerine zikredilmesi veya "Seni muhâlea ettim demesi bunun
hilâfınadır" Cümlesini kullansa daha iyi olur ve tarîfin hukuku ıskat eden
hul'a mahsus olduğunu gösterirdi. Mal zikretmeksizin kadına seni hul' ettim
demesine şer'an hul' adı verilemez. O bir talâk-ı bâindir, kadının kabulüne
bağlı değildir. Beraberinde mal zikretmesi yahut hul'un mufâale bâbından veya
emirle yapılması bunun hilâfınadır. Zira kadının mutlaka kabul etmesi lâzımdır.
O kadın tarafından bir muâvezadır. Nitekim gelecektir.
Zâhire bakılırsa mufâale bâbından seni
muhâlea ettim demesî ancak mehrin sukutu içinkabule bağlıdır. Bu sözle talâk
vâki olmak için kabule bağlı değildir. Zira talâkın vukuu hususunda seni
muhâlea ettim sözüyle seni hul' ettim sözü arasında fark görülmemektedîr.
İleride bunu te'yîd eden sözler gelecektir. Düşün! Mal vermek şartıyla talâk da
hul' hükmündedir. Binaenaleyh onda da kabul şarttır. Velevki hul" adı
verilmesin. Bu izahtan anlaşılır ki, mal zikredilirse seni hul' ettim ile seni
muhâlea ettim sözleri arasında fark yoktur ve kadının kabulüne bağlı olan her
şeye hul' denilmez. Hul' lafzıyla yapılan her şey kabule bağlı değildir,
hakları ıskat etmez.
T E N B İ H : - Tatarhâniyye'de ve diğer
kîtablarda şöyle denilmektedir: "Mutlak olan hul' lafzı bedel vermek
şartıyla talâka yorumlanır. Hatta bir adam başkasına: Benim karımı hul' et der
de bedelsiz hul' ederse sahih olmaz."
"Muhâlea ol ilah..." Karısına
kendini hul' et derse dört vecih meydana gelir.
1) Ya kendini şu kadara hul' et der de
kadın hul' eder. Bu sarîhtir. Velev ki kocası sonunda cevaz verdim yahut kabul
ettim demesin. Muhtâr kavil budur.
2) Yahut kendini malla hul' et der
mikdarını söylemez. Yahut dilediğin kadarla der. Kadın da kendimi şu kadara
hul' ettim şeklinde cevap verir. Zâhir rivâyete göre burada kocası kabul etmezse
hul' tamam olmaz.
3) Yahut hul' ol der başka bir şey
söylemez. Kadın da hul' yapar. Bu Ebû Yusuf'a göre hul' olmaz. İmam
Muhammed'den bir rivâyete göre bedelsiz olarak boş düşer. Ulemadan bir çokları
bu kaville amel etmişlerdir.
4) Yahut malsız hul' yap der kadın da
yapar. Burada kadının sözüyle hul' tamam olur. Meselenin tamamı
Câmiu'l-FûsuIeyn'dedir. Bir misli de Hâniyye'dedir.
Gizli değildir ki, şârihin söylediği üçüncü
vecihdir. Hâniyye sahibi geçen hilâfı zikretmiş ve bir çok ulemanın İmam Muhammed'in
kavliyle amel ettiklerini söylemiştir. Şu halde Hâniyye'deki ifade şârihin ona
nisbet ettiğinden başkadır. Evet, Hâniyye'de şöyle denilmîştir: "Erkek
seni muhâlea ettim der de kadın bunu kabul ederse kadına borcu olan mehirden
beraet eder. Kadına verecek mehir borcu yoksa kadın ondan aldığını kendisine
iade eder." Hâkim-i Şehid de böyle demiştir. İbnü'l-Fadl da bununla amel
etmiştir. Bu bizim imam Ebû Yusuf'tan naklettiğimiz: "Hul' ancak bedelle
olur." sözünü te'yid eder. Lâkin söz götürür. Bundan sonra bahsedeceğiz.
"Çünkü mal vermek şartıyla talâk hak
ıskat etmez." Yani mu'temed kavle göre mehri ıskat etmez. Nitekim bunu
musannıf söyleyecektir. Evet, nafakayı ıskat eder. Velev ki takdir edilmiş
nafaka olsun. Nitekim gelecektir.
"Nitekîm gelecektir." Bu
musannıfın: "Hul' ve mubaree her hakkı ıskat eder ilah..." dediği
yerde gelecektir.
"Zira bunlar da öyledir." Yani
bunlar da hukuku ıskat eden hul'dur. Bahır. İmâdiyye'de şöyle denilmiştir:
"Mültekaf'ta beyan edildiğine göre bir kimse karısına nefsini sana sattım
der de mal zikretmezse kadının satın aldım demesiyle aldığı mehir karşılığı
talâk vâki olur. Kadın bu mehri kocasına iade eder. Mehrinî almamışsa kocasının
zimmetindeki borç sâkıt olur."
"Hâniyye sahibi muhâliftir." O
şöyle demiştir: "Sahih olan şudur: Alışveriş lafzıyla yapılan hul'
mehirden berâet icab etmez Meğerki zikredilsin." Bu söz götürür ki biz
ondan ileride bahsedeceğiz.
METİN
Hâcet zamanında yani karı-koca anlaşamayıp
geçimsizlik zuhurunda mehir olmaya yarayan malla hul' yapmakta bir beis yoktur.
Burada aksikülli yoktur. Çünkü on dirhemden aşağı malla, kadının elindeki
parayla, koyununun karnındaki kuzu ile hul' yapmak sahihtir. Aynî aksikülliyi
câiz görmüştür. Hul'un şartı talâkın şartı gibidir. Sıfatını musannıf şu
sözüyle ifade etmiştir. Hul' erkek tarafından yemindir. Çünkü talâkı mal
kabulüne tâlikten ibarettir. Binaenaleyh kadının kabulünden önce erkeğin bundan
dönmesi sahih değildir.
İZAH
"Geçimsizlik zuhurunda..."
Kuhistânî'de Tahâvî şerhinden naklen şöyle denilmektedir: "Sünnet şudur:
Karı-koca arasında geçimsizlik oldu mu her ikisinin aileleri toplaşarak onların
aralarını bulmalıdırlar. Uzlaşmazlarsa talâk ve hul' câiz olur." T. Âyette
zikredilen hüküm de budur. Fetih sahibi bunu bâbın sonunda izah etmiştir.
"Mehir olmaya yarayan malla" sözü
hul'da bedel şarttır mânâsını îham etmektedir. Halbuki biliyorsun bir adam
karısına: Seni muhâlea ettim der de kadın kabul ederse hul' tamam olur. Bedel
zikri şart değildir. Bahır sahibi bununla Fetih sahibine itirazda bulunmuştur.
Çünkü Fetih sahibi tarifte bedeli zikretmiş, sonra şöyle demiştir:
"Meğerki kadının hul'la sâkıt olan mehri bedeldir. Binaenaleyh hul'
bedelden hâli değildir denilsin." En iyisi Kenz ve diğer kitablardaki
gibi: "Mehir olmaya yarayan her şey hul' bedeli de olabilir."
demektir. Çünkü bunun mânâsı hul'da mehir olmaya yarayan bir bedel zikredilirse
sahih olur demektir. ileride göreceğiz ki hul'da verilen karşılık mal bâtıl
olursa kadın meccanen talâkı bâinle boş olur.
"Burada aksi külli yoktur."
Binaenaleyh mehir olmaya yaramayan her şey hul' bedeli de olamaz, denilemez.
Çünkü bazı mehir olmaya yaramayan şeyler hul' bedeli olabilir. Nitekim
kitabımızın misâllerinden anlaşılıyor. Şu halde külli kazıyye doğru değildir.
Evet, aksi mûcibe-i cüz'iyye olarak sâdıktır. Meselâ hul' bedeli olabilen
şeylerin bazısı mehir olur denilebilir.
"Aynî aksi külliyi câiz
görmüştür." 0 bu hususta Gâyetü'l-Beyân'ın şu sözüne uymuştur: "Bu
kaide müttariddir, külli olarak in'ikâs eder. Çünkü küllinin muttarid
olmasından maksad kıymeti haiz mal olması ve tamamlanması gereken bilinmez
tarafı bulunmamasıdır. On dirhemden az mal ise bu mesabededir. Aksi küIIinin
bir şekli de kıymeti haiz olmayan mal yahut tamamlanması gereken bilinmez
tarafı bulunandır. On dirhemden az olan mal kıymeti haizdir, bilinmeyen tarafı
yoktur. Binaenaleyh ne tard-ı külliye ne de aksine sual vârid olamaz."
Nehir sahibi diyor ki: "Şüphesiz mutlak salahiyet kâmil olandır.
Kemmiyyetten hali kıymeti haiz mutlak malın mehir olabilmesi ise memnu'dur.
Onun için de muhakkık âlimler külli olarak in'ikâsını kabul
etmemişlerdir."
"Talâkın şartı gibidir" ki, o da
kocanın ehliyeti kadının müneccez veya milke muallâk talâka mahal olmasıdır.
Hul'un rüknü ise Bedâyı'da denildiği gibi mal karşılığında yapılıyorsa icab ve
kabuldür. Çünkü bedel şartıyla talâk akdidir. Kabul bulunmaksızın ayrılık vâki
olmadığı gibi bedel de hak edilmez. Ama kocanın seni muhâlea ettim deyip bedeli
zikretmemesi ve bununla talâk niyet etmesi bunun hilâfınadır. Kadın kabul
etmese de talâk vâki olur. Çünkü bu bedelsiz talâkdır. Kabule ihtiyacı yoktur .
Şürunbulâliyye'de dahi bâbın sonunda Hâniyye'den naklen böyle denilmîştir.
Zâhirine bakılırsa mal zikredilmediği takdirde kabule bağlı olmaması hususunda
seni muhâlea ettim sözüyle seni hul' ettim sözü birbirine müsavîdir. Bu
yukarıda gecenin zâhirine muhâliftir. Meğerki şöyle denilsin Mufaale bâbından
kullanılan sözün kabule bağlı olması hakları ıskat etmek için şarttır. Seni
hul' ettîm demesi bunun hilâfınadır. Çünkü bir şey ıskat etmez. Velevki kabulle
beraber olsun.
Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Erkek
seni muhâlea ettim der de kadın kabul ederse talâk-ı bâin vâki olur. Kadın
kabul etmese dahi öyledir. Çünkü talâk seni muhâlea ettim sözüyle meydana
gelir." Yine Haniyye'de şu ifade vardır: "Seni şu kadara muhâlea
ettim der de ma'lum bir mal söylerse kadın kabul etmedikçe talâk vâki olmaz.
Nitekim seni bin dirheme boşadım dese hüküm budur." Yani bu kabule
muallaktır demek istiyor. Ama mal zikretmezse ma'nen kabule muallak olmaz ve
kadın kabul etmese de talâk vâki olur.
"Çünkü talâkı mal kabulüne tâlîktan
ibarettir." Bedâyı'da böyle açık-lanmıstır. Onun için Hânîyye sahibi:
"Seni şu kadara muhalea ettîm der de ma'lum bir mal söylerse, kadın kabul
etmedikçe talâk vâki olmaz. Nitekîm seni bin dîrheme boşadım derse kadın kabul
etmedikçe talâk vâki olmaz." demiştir. Bâbın sonunda gelecek ilk fer'î
mesele bunun üzerine teferru' etmektedir. Onu orada izah edeceğiz.
"Erkeğin bundan dönmesî sahih değildir
ilah..." Yani hul'a kocası başlayarak seni bin dirheme muhâlea ettim derse
bundan dönmeye hakkı yoktur. Kezâ bunu feshe ve kadını kabulden men etmeye dahi
hakkı yoktur. Ama şarta tâlika ve bir vakte izafe etmeye hakkı vardır. Meselâ
Zeyd gelirse seni şu kadara muhâlea ettim yahut seni yarın veya ay başındanşu
kadara muhâlea ettim diyebilir. Kadının bunu Zeyd geldikten sonra veya izafe
ettiği vakit geldikten sonra kabule hakkı vardır. Çünkü bu söz şart veya vakit
bulunduğu an boşamaktır. Kadının bundan önce kabul etmesi hükümsüz olur.
Bedâyı'.
METİN
Kendisine muhayyerlik şartı koyması dahi
sahih değildir. Hul' meclise yani erkeğin meclisine münhasır değildir. Ama
kadının kabulü hul'u duyduğu meclise münhasırdır. Kadın tarafından malla
muâveza (bedel verme) dır. Binaenaleyh erkek kabul etmeden kadının sözünden
dönmesi sahihtir. Kadının kendisi için muhayyerliği şart koşması da sahihtir.
Velev ki üç günden fazla olsun. Bahır. Satış gibi hul' da meclise münhasırdır.
İZAH
"Hul' meclise münhasır değildir."
Binaenaleyh kadın kabul etmeden er-keğin meclisinden kalkmasıyla bâtıl olmaz.
Bedâyı'.
"Ama kadının kabulü ilah..."
Burada şöyle denilebilir: Bu mesele hul'un kadın tarafından muâveza olmasının
fer'lerindendir. Şu halde evlâ olan bunu oraya bırakmaktı. Bedâyı'ın ibâresi
şöyledir: "Kadının mevcud olması şart değildir. Bilâkis hul' meclisten
öteye bağlıdır. Hatta kadın gaibte olur da kulağına gelirse kabul edebilir.
Lâkin bulunduğu mecliste kabul edecektir. Çünkü onun tarafından hul'
muavezadır."
"Kadın tarafından muâvezadır."
Cümlesi "Erkek tarafından yemindîr." Cümlesinin üzerine mâtuftur.
Yani kadın talâka mâlik değildir. Talâk erkeğin milkidir. O da onu şarta talik
etmiştir. Talâkın tâlika ihtimali vardır. Fakat dönmeye ve muhayyerlik şartına
ihtimali yoktur. Şart bâtıl olur, talâk bâtıl olmaz. Meclisle de mukayyed değildir.
Fakat kadın tarafından hul' mal muâvezasıdır. Çünkü malı bedel karşılığında
temlîktir. Binaenaleyh satış ve emsali gibi bunda da mal muâvezası hükümlerine
riayet olunur. Nitekim Bedâyı'da bildirilmîştir.
"Kadının sözünden dönmesi
sahihtir." Yani hul'a kadın başlamış meselâ kendimi senden şu kadara hul'
ettim demişse, kocası kabul etmeden bu sözden dönebilir. Kadının ve keza
kocasının meclisten kalkmasiyle de hul' bâtıl olur. Meclisin ötesine tevakkuf
etmez. Meselâ kocası gaib ise duyduğu anda kabul etse sahih olmaz. Tâlik ve
izafesi de sahih değildir. Bedayı'.
"Kadının kendisi için muhayyerliği
şart koşması da sahihtir." Meselâ erkek üç gün muhayyer olman şartıyla
seni şu kadara muhâlea ettim der de kadın kabul ederse İmam-ı A'zam'a göre şart
câizdir. Hatta bu müddet zarfında kadın kendini ihtiyar ederse talâk vâki, mal
vâcib olur. Reddederse talak da vâki olmaz, mal da icab etmez. İmameyn'e göre
muhayyerlik şartı bâtıldır. Talâk vâki, mal da lâzım olur. Bedâyı'. Bahır
sahibi diyor ki:
"Muhayyerlik şartıyla kayıdlaması
şundandır: Zira hul'da ve feshe ihtimali olmayan herakîdde görme muhayyerliği
sâbit olmaz. Nitekim Fusul'de belirtilmiştîr. Fakat hul'un bedelinde kusur
muhayyerliği fazla kusurda sâbittir. Fazla kusurdan murad o malın derecesini
iyiden ortaya indîren, ortadan da kötülüğe düşürendir. Az olan kusurda görme
muhayyerliği yoktur.
"Velev ki üç günden fazla olsun."
Yani satışın hilâfınadır demek istiyor. Çünkü satışta muhayyerlik şartı kıyasa
muhâliftî. Zira o temlîklerdendir. Meselenin tamamı Keşif'den naklen
Bahır'dadır. Karı-koca hul'u mutlak olarak yaparlar, yani müddet
zikretmezlerse, sadece kadının bulunduğu mecliste muhayyerlik hakkı olması
gerekli. Bu hüküm satışta mutlak bıraktıkları halden çıkarılır. Bahır. Ama söz
götürür. Çünkü Bahır sahibi mutlak muhayyerliği söylemek istiyorsa şöyle
denilir: Onun satışta sâbit olması akidden sonra olması ile mukayyeddir. Akid
esnasında ise satış fâsîd olur. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. O zaman
kadının hul'u kabulünden sonra zikredilmesinin bir faydası yoktur. Çünkü hul'
tamam olduktan sonra artık feshe ihtimali yoktur. Satış bunun hilâfınadır.
Muhayyerliği kabulden önce zikrederse satışa kıyas sahih olmaz. Çünkü onda
sâbit değildir. Meğerki şöyle denilsin: Satışda sabit değildir. Çünkü o fâsid
şartlarla bozulmaz. Hul' bunun hilâfınadır. Lâkin satışda sâbît olsa meclise
münhasır olarak sâbit olurdu. Nitekim akidden sonra sâbît olursa hüküm budur.
Hul'da da öyledir. Meclisi aşmaz. Düşün!
"Hul' da meclise münhasırdır."
Binaenaleyh hem kadının hem erkeğin meclisten kalkmalarıyla bâtıl olur. Nitekim
yukarıda geçti.
METİN
F A i D E: - Kadının kabul ederken hul'u
mânâsıyle bilmesi şarttır. Çünkü muâvezadır. Talâk, köle âzâdı ve tedbir bunun
hilâfınadır. Çünkü bunlar ıskattır. Iskat bilmeden de sahih olur. Mal şartiyle
âzâd meselesinde köle tarafı talâkda kadın tarafı gibidir.
Hul'; Alış-veriş, talâk ve mubâree
sözleriyle olur. Senin nefsini veya talâkını sattım yahut seni şu kadara
boşadım veya seninle mubâree yaptım yani senden ayrıldım gibi sözler ki, kadın
kabul ederse hul' sahih olur.
İZAH
"Mânâsıyle bilmesi şarttır
ilah..." Kocası Arapça olarak: Senden mehirle ve iddet nafakasıyla hul'
oldum demeyi kadına dikte eder de kadın bunun mânâsını bilmezse yahut seni
iddet nafakasından ibrâ ettim dîye söylemesini dikte ederse, esah kavle göre
câiz olmaz. Çünkü tefvîz tevkil gibidir. Tevkil âncak vekilin ilmiyle tamam
olur. Nafaka iddeti ile mehirden ibrâ ıskat olsa da feshe ihtimali olan
ıskattır. Binaenaleyh bunda satış şübhesi vardır. Satışda ve bütün muâvezalarda
bilmek mutlaka lâzımdır. Bu suret çok defa vâki olur. Fetih.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa murad hul'un
sahih olması, bedelin lâzım gelmemesidir. Çünkü kadının hul'un mânâsını
bilmemesi hakkının sâkıt olmaması hususunda özürdür. Bundan kabul ederse boş
düşmemesi de lâzım gelmez. Düşün! Şu da var ki zamanımızın ekseri kadınları
hul'un mûcebi hukuku ıskat olduğunu bilmezler. Kadın kocasından kendisini hul'
etmesini ister de kocası seni muhalea ettim cevabını verir ve kadın buna razı
olursa acaba sırf bununla kadının mehri sâkıt olur mu olmaz mı? Bunu açıklayan
görmedim. Ulemanın bülûğ muhayyerliğinin sukûtu hakkında söylediklerine
bakılırsa kadın bilmemekle mâzûr sayılmaz. Şirket bâbında göreceğiz ki mufâveza
ancak mufâveza lafzıyla sahih olur. Velev ki mânâsını ikisi de bilmesinler.
"Iskat bilmeden de sahih olur."
Yani sadece kazaen sahih olur. Nitekim bunu talâk bâbında söylemişti. Rahmetî.
"Köle tarafı ilah..." Nikaye'de
ve onun Kuhistânî şerhinde şöyle denilmiştir: "Âzâd olma meselesinde köle
ile cariye hul'da kadın gibidirler. Köle sahibi koca mesabesindedir. Hatta köle
sahibine: Kendimi senden şu kadara satın aldım derse sahibi kabul etmeden bu
sözden dönebilir. Fakat sahibi nefsini sana şu kadara sattım derse dönmeye
hakkı yoktur. Sen muhayyerlik şartını ve meclise mahsus olma işini de buna
kıyas et!" T. Bunun hâsılı şudur: Mal karşılığında köle âzâdı köle
tarafından muâvezadır ve kadın tarafından hul' gibidir. Binaenaleyh köle
tarafından muâveza hükümleri itibar olunur. Sahibinin tarafı bunun hilâfınadır.
O koca mesabesindedir. Binaenaleyh onun hakkında bu hükümler aksine olur.
"Talâkta kadın tarafı gibidir."
sözünden murad hul'dur. Çünkü sözümüz hul'dadır. Şârihin buna talâk demesi
kinâye ile talâk olduğu içindir.
"Hul' ilah..." Cevhere'de şöyle
denilmiştir: "Hul'un lâfızları beş olup onlar da: Seni muhâlea ettim, seni
bâin kıldım, seni mubaree ettim, senden ayrıldım ve kendini bin dirheme boşa
sözleridir." Musannıfın söylediği alış-veriş sözleri de bunlara ziyade
edilir.
"Senin nefsini sattım." Suğra'dan
naklen yukarıda geçmişti ki, bu sözün hukuku ıskat ettiği sahihlenmiştir.
"Veya talâkını sattım." Bahır'da
şöyle denilmiştir: "Erkek: Sana talâkını mehrin mukabilinde sattım der de
kadın kendimi boşadım cevabını verirse, mehri mukabilinde ondan bâin olur. Bu
söz satın aldım demesi gibidir. Bazıları talâkın ric'î olacağını
söylemişlerdir. Fakat birinci kavil esahdır. Kocası sana bir talak sattım der
de kadın satın aldım cevabını verirse meccanen bir talâk-ı ric'î meydana gelir.
Çünkü bu söz sarîhtir." Hâniyye sahibi ikinciyi bedeli zikretmediyse diye
kayıdlamış, sonra şunlar söylemiştir: "Nefsini sana sattım der de kadın
satın aldım cevabını verirse bir talâk-ı bâin meydana gelir. Çünkü talâkı
satmak onu temlik etmektir. Bedeli zikretmeyince seni boşadım demiş gibi olur
ve talâk-ı ric'î meydana gelir. Ama kadının nefsini satmak nefsi kadına temlîk
olur. Nefse mâlik olmak ise ancakbâinle hâsıl olur. Böylece talâk-ı bâin
meydana gelir." Bu gösterir ki sana bir talâkı şu kadara sattım sözüyle dahi
bir talâk-ı bâin meydana gelir.
"Yahut seni şu kadara boşadım."
Bu söz mal mukabilinde talâk mehri ıskat ettiğine göredir. Ama mutemed olan
kavil bu değildir. Nitekim ileride gelecektir. H. Yani "Yukarıda geçti ki
murad hul'un hakları ıskat etmesidir. Mal karşılığında talâk ise bu kabîlden
değildir." diyecektir.
METİN
Hul'un hükmü: Onunla vâki olan talâkın
velev ki malsız yapılsın kezâ sarîh sözle mal karşılığında yapılan talâkın bâin
olmasıdır. Bunun semeresi bedelin bâtıl olduğu yerdir. Nitekim gelecektir. Hul'
kinâye lâfızlardandır. Binaenaleyh kinâyelerde muteber olan talâk karineleri
onda da muteberdir. Lâkin fesh olduğuna hüküm verilirse geçerli olur. Çünkü
içtihad götüren bir yerdir. Bazıları içtihad götürmeyen yerlerden olduğunu
söylemişlerdir. Bir kimse karısına hul' yapar da sonra ben bununla talâkı niyet
etmedim derse, bedel zikrettiği takdirde kazaen dört surette tasdik olunmaz.
Aksi takdirde hul' ve mubâree lâfızlarıyla yapılmışsa tasdik edilir. Çünkü bu
iki lâfız kinâyedirler. Karine de yoktur. Satış ve talâk lâfızları böyle
değildir. Çünkü zâhirin hilâfınadır. Burada niyetin şart kılındığına işaret
vardır ki, zâhir rivâyet de o dur. Şu kadar var ki ulema burada niyetin şart
olmadığını söylemişlerdir. Çünkü çok kullanılmak suretiyle bu kelime sarîh gibi
olmuştur. Nitekim Muhît'in talâkın dağınık meselelerinden naklen Kuhistânî'de
böyle denilmiştir.
İZAH
"Velev malsız yapılsın." Bu hul'
lâfzıyla yahut nefsini sattım lâfzıyla yapıldığına göredir. Talâkı yahut
talkayı sattım der de bedel zikretmezse bunun hilâfınadır. Çünkü yukarıda
gördüğün gibi bununla bir talâk-ı ric'î meydana gelir.
"Mal karşılığında yapılan talâk"
dan murad ibraya da şâmildir. Hatta kadın: Beni boşaman şartıyla seni sende
olan alacaklarımdan ibrâ ettim der de boşarsa kendisi berî olur, kadın da
talâk-ı bâinle boş düşer. Ama kadının: Sende olan alacağımı tehir etmem
şartıyla beni boşa demesi bunun hilâfınadır. Çünkü tehir etmek mal değildir.
Mâlum bir sınırı varsa ona tehir sahihtir, yoksa sahih olmaz. Talâk mutlak surette
ric'î olur. Bunu Bezzâziye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Fetih'de bu
bâbın sonunda şöyle denilmektedir: "Bir adam karısına: Beni kadınların
adamlar üzerinde olan bütün haklarından ibrâ et der de kadın ibrâ eder
arkacığın'dan kocası: Seni boşadım derse, kadın da cima" edilmişse bir
talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü bedel karşılığıdır. Kadın kocasında olan her
hakkına karşı onunla hul' yaparsa iddet içinde kendisine nafaka vardır. Zira
hul' halinde kadının hakkı yoktu. Böylece anlaşılır ki, kadının erkekteki bütün
alacakları ve kadınların erkekler üzerindeki bütünalacakları nâmına yapılan
hul' sahihtir. Bu söz kadının o andaki haklarına yorumlanır."
Ben derim ki: Evet, kadın hul'dan önce ve
sonra kadınların erkekler üzerindeki bütün haklarından derse nafaka sâkıt olur.
Nitekim Bezzâziye'de belirtilmiştir. Tamamı ileride gelecektir. Kadına çocuk
nafakasından ibrâ etmesi şartıyla yapacağı hul' dahi ileride gelecektir.
"Bunun semeresi" yani talâkı mal
karşılığı diye kayıdlayıp hul'u kayıd-lamamasının semeresi bedelin bâtıl olduğu
yerde kendini gösterecektir. Nitekim göreceğiz ki kadını şarab veya domuz yahut
ölü eti karşılığında boşarsa hul'da talâk-ı bâin, talâkda talâk-ı ric'î meydana
gelir. Bedel bâtıl olduğu için bunların ikisi de meccanen vâki olurlar. Bedel
bâtıl olunca hul' lâfzı kalır. Onunla da bir talâk-ı bâin meydana gelir. Veya
talâk lâfzı kalır, onunla talâk-ı ric'î vâki olur. Çünkü sarîhtir. Hul'la değil
de talâkla bâin vaki olmasından mal zikretmek şart olmasaydı onunla
kayıdlamanın bir semeresi olmazdı. Lâkin semereyi anlatırken sözü sadece
bedelin bâtıl olmasına münhasır bırakmak söz götürür. Çünkü bedeli hiç
zikretmemek dahi bunun gibidir. Düşün! Hul'un bütün hakları ıskat etmesine, mal
karşılığında talâkın ise ıskat etmemesine gelince: Bu malla kayıdlamanın
semeresi değildir.
"Hul' kinâye lâfızlardandır."
Çünkü elbiseden veya hayırdan yahut nikâhtan soyunma mânâlarına ihtimallidir
Mubâree de onun gibidir. Inâye.
"Binaenaleyh kinâyelerde muteber
olan..." Onda da muteberdir. Yani bir talâk-ı bâin meydana gelir. Üçü
niyet ederse üç talâk da olur. İkiyi niyet ederse bir talâk-ı bâin meydana
gelir. Hâkim'in Kâfisi.
"Talâk karineleri" talâk
müzakeresi ve talâkı istemek gibi şeylerdir Dürr-ü Müntekâ'da: "Mal koymak
kıymeti hâiz olmasa da karinelerdendir." denilmiştir. T.
"Fesh olduğuna hüküm
verilirse..." Nitekim Hanbelîlerin kavli budur Onlara göre hul' ile talâk
vâki olmaz. O feshtir. Talâkı niyet etmemek şartıyla onun sayısını azaltmaz.
Bahır.
"Çünkü içtihad götüren bir
yerdir." Yani sahih bir içtihadın yeridir. Şu mânâya ki onda içtihad etmek
câizdir. Çünkü kitap ve meşhur sünnete muhâlif olmadığı gibi icma'a da muhâlif
değildir. Zira müçtehidin reyince bunlardan birine muhâlif olursa içtihad
götüren yer olmaz. Hatta câiz olduğuna kâil olan bir hâkim onunla hükmetse
geçerli olmaz. Nitekim yerinde anlatılmıştı. Bundan sonraki bâbın başında
Fetih'den naklen bunun izahı gelecektir. Şüphesiz ki geçerli olur sözünden
murad meselemizde Hanbelî bir hâkimin hükmüdür. Hanefî hâkimin hükmü değildir.
Çünkü onun mezhebine muhâlif hüküm vermesi bir kavle göre sahih ise de bu
zamanda bil ittifak sahih olmaz. Çünkü sultan hakimlerini mezhebimizin sahih
hükümleriyle kayıdlamıştır. Binaenaleyh muhâlif mezheb şöyle dursun zayıf bir
kaville verdiği hüküm bile geçerli olamaz.
"Kazaen tasdik olunmaz." Ama
diyaneten tasdik olunur. Çünkü Allah Teâlâ onun kalbini bilir. Ancak kadının o
adamla beraber yaşaması câiz değildir. Çünkü kadın hâkim gibidir. O adamın
yalnız zâhirini bilir. Bunu Mebsût'tan naklen Bahır sahibi söylemiştir.
"Dört surette" Yani hul',
alış-veriş, talâk veya mubâree sözleriyle ya-pıldığında tasdik olunmaz.
"Satış ve talâk lâfızları böyle
değildir." Çünkü onlar sarîhtirler. Lâkîn satış kelimesinin sarîh olması,
meselâ nefsini sattım veya talâkını sattım demesi kelimenin bu mânâya delâleti
kesindir, ondan ayrılmaz mânâsınadır. Çünkü burada satış milki yeminin elden
gitmesidir. Bundan da kesinlikle milki müt'anın elden gitmesi lâzım gelir.
Nitekim musannıf bunu Minah'da söylemiştir. Düşün! Talâkın sarîh olması ise
zâhirdir. Velev ki hükmü ancak mal zikredildiği takdirde hul' hükmü olsun.
Çünkü sözümüz mal karşılığı olmadığı zaman bununla talâk-ı ric'î meydana
gelmesindedir. Kelime sarîh olduğu için ben bununla talâk, murad etmedim demesi
tasdik edilmez.
"Burada niyetin şart kılındığına
işaret vardır." Yani diyâneten bu sözle talâk vâki olmak için niyetin şart
kılındığına işaret vardır. Mal zikretmek gibi bir karine yoksa kazaen vâki
olması için de şarttır. Nitekim diğer kinâyelerde hüküm budur.
"Burada" Yani hul' lafzında niyet
şart olmadığını söylemişlerdir. Bahır'da Bezzâziye'den naklen şöyle
denilmiştir: "Mubâree dahi böyle olursa yani talâk mânâsında daha çok
kullanılırsa niyete muhtaç olmaz. Velev ki kinâyelerden sayılsın. Aksi takdirde
onda ve diğer kinâyelerde niyet aslı üzere şart olarak kalır." Bu sözde
mubâree kelimesinin örfen talâk mânâsında daha fazla kullanılmadığına işaret
vardır. Hul' böyle değildir. O havas olsun avam olsun herkesçe meşhurdur.
METİN
Geçimsizlik erkekten geliyorsa hul' karşılığında
bir şey almak tahrimen mekrûh olur. Kadının kocasındaki alacaklarından onu ibrâ
etmesi de buna ilhak edilir. Fakat geçimsizlik kadından gelirse bir şey alması
mekrûh olmaz. Velev ki erkekten de gelsin. En muvafık kavle göre velevki kadına
verdiğinden daha çok alsın. Fetih. Şümunnî fazla almanın mekrûh olduğunu
sahihlemiştir. Mültekâ sahibinin beis yoktur tâbirini kullanması kerâhetin
tenzihî olduğunu ifade eder. Bununla iki kavlin arası bulunmuş olur. Kadını
hul' yapmaya kocası zorlarsa mal lâzım gelmeksizin boş olur. Çünkü malın lâzım
gelmesi ve sukutu için rıza şarttır. Hul' bedeli teslim etmeden kadının elinde
helâk olur veya sahibi çıkarsa bedel kıyemiyattan olduğu takdirde kıymetini,
misliyattan olduğu takdirde mislini vermek kadına borç olur. Çünkü hul' fesh
kabul etmez.
İZAH
"Bir şey almak tahrimen mekrûh
olur." Yani az olsun çok olsun alması mekrûhtur. Hak şudur ki, geçimsizlik
erkektense almak kesin olarak haramdır. Çünkü Teâlâ Hazretleri: "Ondan bir
şey almayın." buyurmuştur. Şu kadar var ki, alırsa o mala haram bir
sebeple mâlik olur. Tamamı Fetih'dedir. Ancak Bahir sahibinin Su'yûtî'nin
Dürr-ü Mensûr'undan naklettiğine göre İbn-i Cerir bu âyet hakkında İbn-i
Zeyd'den, sonra ruhsat vererek: "Eğer karı-kocanın Allah'ın emirlerini tutamayacaklarından
korkarsanız kadının fidye vermesinde ikisine de günâh yoktur." buyurdu.
Böylece bu âyet ötekini neshetti. dediğini tahriç etmiştir. Bu rivâyet kadın
razı olduğu takdirde ondan bir şey almanın mutlak surette helâl olacağını
iktiza etmektedir. Yani geçimsizlik gerek erkekten, gerek kadından, gerekse her
ikisinden olsun kadından bir şey alabilir. Lâkin burada şöyle denilebilir:
Bahır'da evvela Fetih'den naklen bildirildiğine göre birinci âyet geçimsizlik
yalnız erkekten geldiğine göredir. İkinci âyet erkekten gelmediğine göredir.
Binaenaleyh aralarında çelişki yoktur. Aralarında çelişki olsa bile haksız yere
mal almanın haram olduğu icma'la ve Teâlâ Hazretlerinin: "Kadınları
zulmetmek için onların zararına elinizde tutmayın." Âyet-i kerîmesiyle
sâbittir. Kadını isteyerek değil de onun zararına yani kurtuluşu mukabilinde
malını almak için elinde tutmak kat'î delile muhâliftir.
"Buna ilhak edilir." Yani malını
almak hükmündedir.
"Velev ki erkekten de gelsin."
Çünkü Teâlâ Hazretlerinin: "Kadının fidye vermesinde ikisine de günâh
yoktur." âyet-i kerîmesi nassan gösteriyor ki. geçimsizlik iki taraftan
olursa kadının mal vermesi mubahdır .Geçimsizlik yalnız kadın tarafından ise
mal vererek kendini kurtarması nassın delâletiyle yani evleviyetle mubahdır.
"Bununla iki kavlin arası bulunmuş
olur." Yani Fetih sahibinin tercih ettiği: Fazlayı almakta kerâhet yoktur
sözü -ki Câmi-i Sağîr'in rivayetidir- Şümünnî'nin tercih ettiği: Kerâhet vardır
sözünün arası bulunmuş olur. Şümunnî'nin tercih ettiği söz Asıl'ın rivâyetidir
ve birinci rivâyet kerâheti tahrimiyye olmadığına, ikinci rivâyet kerâheti
tenzihiye olduğuna yorumlanır. Bu suretle yatıştırma Fetih'de açıklanmıştır.
Zira Fetih sahibi meselenin sahabe arasında ihtilâflı olduğunu bildirmiştir.
İki tarafın delillerini göstermiş, sonra tahkîkda bulunarak: "Bu izaha
göre Câmi-i Sağîr'in rivâyeti daha münasib görünmektedir. Evet, ziyadeyi almak
evlânın hilafınadır. Câiz olmamak evlânın hilâfınadır diye yorumlanır."
demiştir. Bahır sahibi dahi bu yoldan yürümüştür.
"Hul' yapmaya kocası zorlarsa"
Yani beni muhâlea et demeye zorlarsa demektir. Bahır'da: "Kabule
zorlarsa" denilmiştir ki, bu söze kocası başlayarak seni muhâlea ettim
demekle olur.
"Mal lâzım gelmeksizin boş olur."
Yani hul' lâfzıyla söylerse bir talâk-ı bain, mal karşılığı talâklâfzıyla
olursa bir talâk-ı ric'î vâki olur. Nitekim geçmişti ve yine gelecektir.
"Malın lâzım gelmesi içîn rıza
şarttır." Yani kadının mal vermesi ki hul'da söylenen bedeldir.
"Malın sukûtu" ndan murad mehrin
kocasından sukûtudur.
"Veya sahibi çıkarsa" Yani biri
çıkıp da bu mal benimdir diye iddia ve isbat ederse demektir. Bu ibârenin bir
misli de Hakim'in Kâfî'sinden naklen Fetih'de şöyledir: "Bedel kanı helâl
bir köle olur da erkeğin elindeyken öldürülürse kıymetini kadından alır. Kezâ
elini kesmek vâcib olur da onun yanında iken kesilirse köleyi iade ederek
kıymetini olabilir."
METİN
Kadını şarab veya domuz yahut lâşe gibi mal
olmayan bir şey mukabilinde hul' eder veya boşarsa hul'da bir talâk-ı bâin,
ondan başkasında bir talâk-ı ric'î vâki olur, ikisi de meccanîdir. Çünkü bedel
bâtıldır ki, yukarıda geçtiği vecihle semere de budur. Kadın helâl bir şey adı
söyler meselâ şu sirke der de şarab çıkarsa, kocası şayet bilmezse kadından
mehrini geri alır. Aksi takdirde kendisine bir şey verilmez. Meselâ şu elimdeki
ile beni muhâlea et der de kadının elinde bir şey bulunmazsa, mal tesmiye
etmediği için meccanen talâk-ı bâin vâki olur. Aksi de böyledir. Lâkin erkeğin
elinde kadının bir mücevheri bulunur da kadın kabul ederse, kadın bilsin
bilmesin o erkeğin olur. Kadın mal veya dirhemler sözünü ziyade ederse
birincide şayet almışsa mehrini kocasına idde eder. Almamışsa bir şey vermesi
lâzım gelmez. Cevhere. Yahut ikincide üç dirhem iade eder. Elindeki paralar üç
dirhemden azsa onları tamamlar. Ama kadın dirhem der de elinde altınlar çıkarsa
ne olacağını görmedim!
İZAH
"Mal olmayan" Kan ve hür insan
gibi bir şey mukabilinde hul'da bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü hul' vuslatı
kesmek mânâsına gelen kinâyelerdendir. Binaenaleyh onunla bir talâk-ı bâin vâki
olur. Fakat bu kadın kabul ederse talâk vâki olur mânâsınadır. Bahır.
"İkisi de meccanidir." Yani her
iki surette bir şey vermek lâzım gelmez. Meccanî: Bir şeyi bedelsiz vermek
manâsınadır. Fetih sahibi şöyle demiştir: "Yani kocaya bir şey vâcib
olmaksızın talâk vâki olur. Çünkü nikâh milki elden çıkarken kıymeti hâiz
değildir. Onun için talâkta bir şey lâzım gelmez." İmam-ı Züfer'e göre
kadının mehrini kocasına iade etmesi vâcib olur. Nitekim Muhît'te beyan
edilmiştir. Ama mehir henüz kocasının zimmetinde ise sâkıt olur. Çünkü yukarıda
geçtiğine göre seni muhâlea ettim sözü hakları ıskat eder. Velev ki ivezle
olmayan haklardan olsun.
"Kadın helâl bir şey adı söyler
ilah..." Fetih sahibi diyor ki: "Mâlikîlerin kitablarında
bildirildiğine göre kocası kadını bir helâlla bir haram üzerine meselâ şarabla
bir mal üzerine hul' etse sahih olur. Fakat yalnız malı vermek vacib olur.
Derler ki bizim ulemamızınkavillerine kıyasen dahi böyledir. Sahih olan da
budur."
"Kadından mehrini alır." Yani kadın
mehrini teslim almışsa kocası onu geri alır. Teslim almamışsa erkeğin
zimmetinden mehir borcu düşer. Ama bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre
orta bir sirkeden mislini vermek vacib olur. Çünkü mal tesmiyesiyle erkek kadın
tarafından aldatılmıştır. H.
"Kadının elinde bir şey
bulunmazsa" Meccanen talâk-ı bâin vâki olur. Fakat elinde bir şey varsa
velevki az olsun kocasına verilir. Bahır.
"Aksi de böyledir." Meselâ erkek:
Seni şu elimdeki şeyle muhâlea ettim der de elinde bir şey bulunmazsa hüküm yine
budur. Bahır. Bu evleviyet yoluyla anlaşılır.
"Lâkin ilah..." Birinci meselede
bir şey lâzım gelmemesi kadın tarafından aldatma vâki olmadığı içindir.
Mücevher meselesinde de kadından aldatma olmadığına bakarak erkeğin onu hak
etmediği zannedilebilir. Onun için şarih lâkin sözüyle istidrak yaparak bunun
erkeğe verileceğini anlatıyor. Çünkü kadın hul'u kabul etmekle onun elinde ne
olduğunu bilmezden önce kendi aleyhine zararı kabul etmiştir. Binaenaleyh bu
istidrak yerindedir.
"Mal veya dirhemler sözünü ziyade
ederse" Yani elimdekine beni muhâlea et dedikten sonra mala veya
dirhemlere sözünü de ilave ederse, elinde bir şey olmadığına göre
"Birincide mehrini iade eder" Yani beni elimdeki mal karşılığında
muhâlea et dediğinde mehrini kocasına iade eder;
Mal yerine metâ, veya mehir malı
tâbirlerini kullanmak da böyledir. Kezâ cariyemin veya koyunumun karnındaki
yavruya demek dahi böyledir. Çünkü kadın mal tesmiye edince kocası boşamaya
ancak bedelle razı olur. Tesmiye edileni veya kıymetini verdirmeye imkân
yoktur. Çünkü meçhuldür. Mehri misli verdirmeye de imkân yoktur. Çünkü milk-i
müt'a elden çıkarken kıymeti hâiz değildir. Şu halde kocasındaki olacağı mehr-i
müsemma veya mehri misli ona iade etmesi teayyün eder. Nehir.
"İkincide üç dirhem iade eder."
Yani kadın elimdeki dirhemler mukabilinde beni muhâlea et derse dirhemleri
belirli veya belirsiz söylesin kocasına üç dirhem iade eder. Çünkü cem' sîgası
kullanmıştır. Cem'in çoğu için sınır yoktur. Azı ise üçtür. Onun için üç dirhem
iade eder. Kadın şuradaki koyunlar veya atlar yahut katırlar, eşekler veya
elbiseler mukabilinde beni muhâlea et derse kocasına yine üç dirhem iade etmesi
gerekir. Diraye'de böyle denilmiştir. Bahır sahibi: "Elbiseler söz
götürür. Çünkü bilinmez." demiştir.
Ben derim ki: Her birinden orta olanı
vermesi icab eder. Ve bununla Bahır sahibinin itirazı def edilmiş olur. Nehir.
Ben derim kî: Bu da söz götürür. Çünkü
elbisenin cinsi meçhûldür. Nasıl ki hayvan ve köle dese cinsleri meçhûldür.
Katır ve eşek demesi bunun hilâfınadır. Onun için kadını bir elbiseveya bir
köle mukabilinde almış olsa mehr-i misil vâcib olur. Bir at veya Herat kuması
mukabilinde alırsa ortası vâcib olur. Bu izaha göre mutlak söylenen elbîsede
birincide olduğu gibi mehrini iade etmesi gerekir. Sonra Hâkim-i Şehid'in
Kâfî'sinde şu ibâreyi gördüm: "Kadın tartı ve ölçü ile satılan şeylerden
ve elbiselerden vasfını bildirdiği bir şeyle kocasından hul' olursa bu câizdir.
Ama nev'î bildirilmeyen bir elbiseyle yahut yine böyle bîr hane ile ondan
muhâlea olursa kocası kadına verdiği mehri alır. Hayvan dediyse yine
böyledir."
"Elindeki paralar üç dirhemden azsa
onları tamamlar." Üçten çoksa hepsini kocasına verir. Bunu Dürer sahibi
Nihâye'den nakletmiştir.
"Ne olacağını görmedim." Nehir
sahibi diyor ki: "Kadın dirhem olduğunu söyler de elindekiler altın
çıkarsa kocasının dirhemden başkasını almaya hakkı yoktur. Ama ben bunu bir
yerde görmedim." H.
Ben derim ki: Bizim örfümüze göre altınları
vermesi lâzım gelir. Çünkü dirhem sözü örfen her ikisine şâmildir. Hâsılı kadın
mehirden başka bîr şey üzerine hul' olursa bunun bir çok vecihleri vardır.
Birincisi tesmiye edilen mal şarab ve lâşe
gibi kıymeti hâiz olmayan maldır. Bu takdirde meccanen talâk vâki olur.
İkincisi mal olmaya da olmamaya da
ihtimallidir. Meselâ kadın evimdeki veya elimdeki şeylere karşılık beni muhâlea
et der. Zira şey kelimesi mala da, mal olmaya da şâmildir. Koyununun veya
cariyesinin karnındakine dediyse hüküm yine budur. Çünkü karnındaki şey bazen
yel olabilir. Şayet tesmîye edilen şey çıkarsa kocasına onu verîr. Çıkmazsa
talâk meccanen vâki olur.
Üçüncüsü ileride olacak maldır. Meselâ
kadın hurmalarımın yemişi veya bu sene koyunlarımın kuzuları yahut bu sene
kendi kazancı üzerine hul' ister. Bu takdirde bu söyledikleri bulunsun
bulunmasın aldığı mehri kocasına iade eder.
Dördüncüsü maldır. Lâkin mikdarı belli
değidir. Meselâ kadın evimdeki eşya yahut hurmalığımdaki meyva veya
koyunlarımın karnındaki kuzu mukabilinde der. Bu söylediği bulunursa kocasına
onu verir. Bulunmazsa almış olduğu mehri ona iade eder.
Beşincisi mikdarı belli mal olur. Meselâ
elimdeki dirhemler mukabilinde der. Bunların en azı üçtür. Şu halde mikdarı
belli demektir. Kocasına üç dirhem veya daha fazla verir.
Altıncısı kadın mal tesmiye eder de mal
olmayan bir şeye işarette bulunursa, meselâ şu sirke mukabilinde beni muhâlea
et der de şarab çıkarsa, erkek bunun şarab olduğunu bildiği takdirde kendisine
bir şey verilmez. Bilmezse kadına verdiği mehri geri alır. Zahîre'de
bildirilenin hülasası budur.
METİN
Ev, sandık, cariyenin karnı -altı ayda
doğurmazsa-, koyunun karnı ve ağacın yemişi el gibidir. Eli zikretmesi
misâldir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Hulâsa
ve diğer kitablarda bunun kaydedilmesi bilmediği içindir. Hulâsa sahibinin
söylediğine göre eğer koca evde eşya olmadığını yahut mehri mukabilinde hul'
yaparken kadının kendisinde alacak mehri olmadığını bilirse kadının bir şey
vermesi lâzım gelmez. Çünkü kocasını tamahlandırmamıştır. Kocası da aldatılmış
olmamıştır. Kocası mehir borcu olduğunu zanneder de sonra borcu olmadığını
hatırlarsa kadın aldığı mehri iade eder. Kadın kaçak bîr kölesinî vermek üzere
muhâlea olur da onu ödemekten beraetini şart koşarsa berî olmaz. Ele geçirirse
köleyi teslim etmesi, geçiremezse kıymetini ödemesî gerekir. Çünkü nikâh gibi
hul' da fâsid şartla bâtıl olmaz. Kadın beni bin dirheme yahut bin dirhem
vermem şartıyla üç defa boşa der de kocası bir defa boşarsa, bulunduğu mecliste
boşadığı takdirde birincide onun yani binin üçte biri mukabilinde bir talâk-ı
bâin vâki olur. Aksi takdirde talâk meccanen vâki olur. Fetih. Hâniyye'de:
"Kadını ikî defa boşadıysa kendisîne binin tamamı verilir."
denilmiştir. îkincide meccânen bîr talâk-ı ric'î vâki olur. Çünkü (şartıyle
diye tercüme ettiğimiz) alâ edatı şart bildirir. İmameyn onun (yapıştırma
bildiren) bâ harfi gibî olduğunu söylemişlerdir.
İZAH
"Altı ayda doğurmazsa" Cümlesi
bir şey vâcib olmamak icin kayıddır. Altı ayda doğurursa mevcudiyeti tehakkuk
ettiği için çocuk erkeğin olur. Bunu koyunun karnından sonra söylese daha iyi
olurdu. Zira zâhire göre yine altı ay itibar olunur.
FAİDE: - Cevhere'nin ikrar bahsinde:
"Hayvanların koyundan maadasında en az hamil müddeti altı aydır. Koyunun
en az hamil müddeti ise dört aydır." denilmiştir.
"Hulâsa ve diğer kitablarda bunun
kaydedilmesi" cümlesini "Kadın mehrini iade eder yahut üç dirhem
verir." Dedikten sonra zikretmek münasib olurdu. Nitekim Bahır sahibi öyle
yapmıştır. Tâ ki zamirin mercii zikredilen iade olduğu anlaşılsın. Hulâsa'nın
ibâresi şöyledir: "Fetâvâ'da bildirildiğine göre «bir adam karısına
mehirden borcu kaldığını sanarak ona olan mehir borcu mukabilinde hul' yapar da
sonra ona verecek mehir borcu kalmadığını hatırlarsa, talâk kadına mehri
mukabilinde vâki olur ve şayet mehrini almışsa onu kocasına iade etmesi vâcib olur.
Ama kocası ona mehir borcu kalmadığını bilirse, meselâ kadın mehrini
bağışlamışsa hul' sahih olur, kocasına hiç bir şey iade etmez. Nasıl ki kadına
şu evdeki eşyaya diye hul' yapar da o evde eşya olmadığını bilirse hüküm yine
budur." Kezâ kadının elindeki mala diye hul' yapar da elinde bir şey
olmadığını bilirse kadının ona bir şey iade etmesi gerekmez. Nitekim Müctebâ'da
bildirilmiştir.
"Ödemekten berâetini şart
koşarsa" Cümlesinin mânâsı şudur: Köleyî bulursa teslim eder. Bulamazsa
bir şey ödemesî gerekmez. Ama bedelîndeki bir kusurundan berâeti şart koşmuşsa
şart sahihtir. Bahır.
"Çünkü nikâh gibi ilah..." Yani
hul' sahih, şart bâtıl olur. Kadını, çocuğunu vermemek yahut mehri çocuğunun
olmak veya bir ecnebîye verilmek şartıyla hul' yapması da bu kabîldendir. Uygun
şart bunun hilâfınadır. Meselâ izinname yazmak şartıyla yahut kadının
kumaşlarını iade etmek şartıyla hul' yapar da erkek bunu kabul ederse muhâlea
haram olmaz. İzinnamenin yazılması ve kumaşların iadesî o meclîste lâzım gelir.
Nitekim fer'î meselelerde gelecektir. Tamamı Bahır'dadır.
"Beni bîn dirheme üç defa boşa"
der de kocası bir defa boşarsa bir talâk-ı bâin meydana gelir. Fakat benî bin
dirheme bir defa boşa der de kocası üç defa boşarsa, bin dirheme dediği, kadın
da kabul ettiği takdîrde üç talâk vâki olur. Kadın kabul etmezse hîç bir şey
vâki olmaz. Erkek mal zikretmezse imam-ı Azam'a göre kadın bir şey vermek lâzım
gelmeksîzîn üç talâk boş olur. İmameyn'e göre ise bin dirheme bir talâk, bir
şey lâzım gelmeksizîn de ikî talâk vâki olur. Nitekim ayrı ayrı söyleyerek: Sen
bîr talâk boşsun, bîr daha ve bîr daha derse bütün imamlarımıza göre hüküm
budur. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den nakletmiştir.
"Kocası bir defa boşarsa..." iki
defa boşaması da öyledir. Şilbî. Fakat üç defa boşarsa gerek üçünü bir lâfızla,
gerekse bir mecliste ayrı ayrı söylesin bin dirhemin hepsi erkeğin olur. Bahır.
"Bulunduğu mecliste boşadığı
takdirde" Metinde beyan edildiği gibi olur. Meclisinden kalkar da boşarsa
hiç bir şey lâzım gelmez. Nehir. Bunun vechi şudur: Bu talâk kadın tarafından
muâvezadır. Onun için erkeğin bulunduğu mecliste kabulü şarttır. Nitekim satışı
kabul meselesi de öyledir. Rahmetî. Söze erkek başlar da seni bin dirheme
muhâlea ettim derse, erkeğin değil kadının meclisi mu'teber olur. Erkek gittikten
sonra kadın bulunduğu mecliste kabul ederse sahih olur. Bunu Cevhere'den naklen
Bahır sahibi söylemiştir.
"Kadını iki defa boşadıysa" Yani
kadın ona: Beni boşa İlh.. demezden önce iki defa boşar da sonra kadın bu sözü
söyledikte bir daha boşarsa erkek bin dirhemi alır. Çünkü maksad hâsıl
olmuştur. Onun için Hulâsa sahibi şöyle demiştir: "Kadın: Beni bin dirheme
dört defa boşa der de kocası üç defa boşarsa bu bin dirhem karşılığında olur.
Bir defa boşarsa binîn üçte biri karşılığındadır." Tamamı Bahır'dadır.
"Çünkü atâ edatı şart bildirir."
Meşrut şartın cüzlerine taksim edilmez. Bu kadını bir meclis de ayrı ayrı üç
defa boşarsa kadının bin dirhem vermesi lâzım gelir. Çünkü birinci ile ikinci
talâklar İmam-ı A'zam'a göre ric'îdir. Üçüncü talâkı yaparken kadın nikâhlıdır.
Onun için kocasına bin dirhem verilir. Ayrı ayrı üç mecliste olursa İmameyn'e
göre binin üçte biri verilir. İmamı A'zam'a göre bir şey verilmez. Bunu
Muhît'ten naklen Bahır sahihi söylemiştir.
T E N B İ H: - Derler ki, atâ kelimesi
isti'la (yüksek görmek) mânâsında hakikat, şart mânâsında mecazdır. Gerçek
şudur ki, o hissî cisimlere bitişîrse isti'la mânâsında hakikattir. Teras
üzerinde durdum sözü böyledir. Başka yerlerde hâlis şart mânâsına sâdık olan
lüzum mânâsında hakikattir. Nitekim "Kadınlar sana şirk koşmamak şartıyla
bey'at etsinler, şu eve gîrmen şartıyla sen boşsun." Misâllerinde
böyledir. Bana bunu bin dirheme sat mîsâlinde olduğu gibî bazen sırf şer'î
muâveza mânâsında, bazen de örfî muâveza mânâsında kullanılır. Sana Zeyd'în
yanında şefâatçi olmam şartıyla bunu yap demek bu kabîldendir. Bahis mevzuumuz
olan alâda lüzumun iki mânâsı da sahihtir. Çünkü talâk hem hâlis şarta, hem de
bedelli şarta tâlik edilen şeylerdendir. Mal zikretmek ikincîyi tercih
ettirmez. Çünkü malı hâlis şart yapmak sahihtir. Hatta cüzleri mukabilinin
cüzlerine taksim edilmez. Nitekîm taksimi kabul eden bedel yapmak da sahihtir.
Binaenaleyh şüpheyle mal vâcib olmaz. Bu izaha göre alâ sözü îsti'la ile lüzum
mânâları arasında müşterektir. Çünkü ikisinde de hakikat delili vardır.
Mücerred söylenince hatıra gelen de budur. Mecazın müşterekten daha hayırlı
olması tereddüt hâsıl olduğu zamandır. Lügat ulemasının: Alâ isti'la içindir
demeleri buna yorumlanır. Çünkü içtihad sahibleri dil âlimleridir. Meselenin
tam tahkiki Fetih'dedir. Bahır'da bildirildiğine göre Tahrîr'de: "Mal
zikredilirse bedel mânâsına kullanılması tercih olunur." denilmiştir.
Çünkü bu mânâ asıldır.
METİN
Erkek karısına kendini bin dirhemle yahut
bin dirhem şartıyla üç defa boşa der de kadın kendini bir defa boşarsa hiç bir
şey vâki olmaz. Çünkü erkek ayrılığa ancak binin bütününü vermek şartıyla razı
olmuştur. Yukarıda geçen bunun hilâfınadır. Çünkü kadın ona bin dirhemle razı
olmuştur. Onun bir kısmı ile ise evleviyetle razı olur. Bir adam karısına: Sen
bin dirheme yahut bin dirhem vermek şartıyla boşsun der de kadın bulunduğu
mecliste kabul ederse bini vermesi lâzım gelir. Bu evvelce geçtiği vecihle
kadın zorlanmış olmamak ve ileride geleceği vecihle sefîh ve hasta bulunmamak
şartıyledir. Çünkü ya ta'viz yahut tâliktir. Bahır'da Tatarhâniyye'den naklen
şöyle denilmiştir: "Bir adam iki karısına: Biriniz bin dirheme, diğeriniz
yüz dinara boş olsun der de kadınlar kabul ederlerse bir şey lâzım gelmeksizin
boş olurlar." Bir kimse karısına: "Sen boşsun, bin dirhem de boynuna
borçtur." Yahut kölesine: Sen hürsün, bin dirhem de boynuna borçtur derse
kadın meccanen boş, köle de meccanen âzâd olur. Velevki kabul etmesinler. Çünkü
"Bin dirhem de boynuna borçtur" sözü tam bir cümledir. İmameyn'e göre
her ikisi kabul ederlerse sahih olur ve mal lâzım gelir. İmameyn vav'ın hâliyye
olmasıyla amel etmişlerdir. Hâvî'de: "İmameyn'in kavliyle fetva
verilir." denilmiştir. Bir kimse karısına: Ben seni dün bin dirhem
şartıyla boşadım amasen kabul etmedin der de, kadın kabul ettim cevabını
verirse söz yeminiyle beraber erkeğindir. Erkeğin: Sana talâkını dün bin dirhem
vermem şartıyla sattım ama sen kabul etmedin deyip karısının kabul ettim
cevabını vermesi bunun hilâfınadır. Burada söz kadınındır. Kezâ kölesine böyle
derse hüküm yine böyledir.
İZAH
"Onun bir kısmı ile ise evleviyetle
razı olur." Burada söz vardır. Çünkü kadının üç talâk da gözü olabilir.
Bunu kocasına pek kızdığı için dönmesine imkân bırakmamak için yapar. Birisîni
kendini kocasına dönmeye teşvik edeceğinden korkar. Bu arzusu ise ancak üç
talâkla tamam olur. Makdisî. Burada şöyle denilebilir: Kadın kendi nefsine
malik olmakla maksad yerini bulunca buna bakılmaz. Şu da var ki, kocasına dönme
imkânı hulleye yormakla da hâsıl olur.
"Kadın bulunduğu mecliste kabul ederse
bini vermesi lâzım gelir." Fa-
kat o meclisten sonra kabul ederse mal
vermesi lâzım gelmez. Çünkü bu kadın tarafından mubadeledir. Nitekim yukarıda
geçmişti. Bir de muallak yahut muzaf olmayacaktı. Aksi takdirde şart
bulunduktan sonra dahi kabul mu'teber olur. Nitekim Bedayı'dan naklen
arzetmiştik. Bu ifadenin bir misli de Bahır'dadır.
"Evvelce geçtiği vecihle" Yani
musannıfın: "Kocası karısını hul' için zor-larsa mal lâzım gelmeksizin
kadın boş olur " Dediği yerde geçmişti.
"Sefih ve hasta bulunmamak
şartıyledir." Kadın sefîh (akılsız) olursa mal lâzım gelmez. Hasta olursa
malının üçte birinden itibar olunur. Nitekim izahı ileride gelecektir.
"Çünkü ya ta'viz yahut tâliktir."
Sen bin dirheme boşsun demişse ta' viz, sen bin dirhem vermen şartıyle dediyse
tâliktir. Zeylaî diyor ki: "Kadının mutlaka kabul etmesi lâzımdır. Çünkü
bu ya bir muâveza akdi yahut şarta tâliktir ve ne muâveza akdi kabulsüz olur,
ne de muallak olan şart bulunmaksızın vâki olur. Çünkü rızası olmadıkça karı-kocanın
birbirlerine ilzam etmeye hakları yoktur. Vâki olan talâk bâindir. Çünkü kadın
ancak kendini kurtarmak için mal vermeyi iltizam etmiştir. Bu ise talâkın bâin
olmasıyla mümkündür."
"Bir şey lâzım gelmeksizin boş
olurlar." Çünkü adam onların talâklarını kabullerine bağlamıştır. Kabul de
vardır. Kadınların her birine ne lazım geldiği malum değildir. Çünkü her biri
bana sadece dirhem lâzımdır diyebilir. Adam da her ikisinin dirhem vermesine
razı olursa bunun lâzım gelmesi gerekir. Kadınların ikisi de bir şey lâzım
gelmeden boş olunca meydana gelen talâk ric'î olur. Çünkü sarîh lâfızla
yapılmıştır. Rahmetî. Bazıları her iki kadının mehirleri vermeleri lâzım gelir,
demîşlerse de bu doğru değildir. Çünkü sarîh talâk velevki mal şartiyle
yapılsın mu'temed kavle göre mehri ıskat etmez. Nitekim metinde gelecektir.
"Tam bir cümledir." Yani üst
tarafıyla ancak halin delaleti vasıtasıyle bağlanır. Zira cümlede asıl olan
müstakil bulunmasıdır. Burada delâlet de yoktur. Zira talâkla âzâd maldan
ayrılabilirler. Satışla icare bunun hilâfınadır. Onlar maldan ayrılamazlar.
Dürer.
"İmameyn vav'ın hâliyye olmasıyla amel
etmişlerdir." Sanki bu adam sen bana bin dirhem verecekli olduğun halde
boşsun demiş gibidir. Bu ise ancak kabulle tehakkuk eder ve kabulle mal lâzım
gelir. Nehir.
"Kezâ kölesine böyle derse" Yani
kölesine: Ben seni dün bin dirhem vermen şartıyla âzâd ettim ama sen kabul
etmedin yahut dün nefsini sana bin dirheme sattım ama kabul etmedin derse hüküm
yine böyledir. Bahır.
METİN
Nasıl ki başkasına şu köleyi dün sana bin
dirheme sattım ama kabul etmedin der de, müşteri kabul ettim cevabını verirse
söz müşterinin olur. Aralarındaki fark şudur: Mal vermek şartıyla talâk erkek
tarafından yemindir. Kadın onun yeminini bozduğunu iddia etmekte, kocası ise
inkârda bulunmaktadır.
Satışa gelince: Adamın onu ikrar etmesi
kabulü ikrardır. İnkârı ise dönmektir. Ona kulak verilmez. Her ikisi beyyine
getirirlerse kadının beyyinesi ele alınır. Tatarhâniyye. Erkek mal şartıyla
hul'u iddia eder de kadın inkârda bulunursa ikrarıyla talâk vâki olur. Mal
hakkında dâvâ hali üzere kalır ve söz kadının olur. Çünkü inkâr eden odur.
Aksinde ise nasıl olursa olsun bir şey vâki değildir. Bezzâziye.
İZAH
"Erkek tarafından yemindir." Bu
tamam olmuş bir akiddir. Binaenaleyh onu ikrar etmek kadının kabulünü ikrar
sayılmaz. Satış bunun hilafınadır. Çünkü o kabul olmadan satış değildir. Bahır.
"Kadının beyyinesî ele alınır."
Yani kabul ettiğine dair getirdiği beyyine ele alınır. Çünkü asıl şudur: Dâvâda
söz kiminse o beyyineye muhtaç değildir. Çünkü beyyine zâhirin hilâfını isbat
içindir. Zâhir ise söz hakkı olanındır. Burada söz hakkı olan kocadır ki,
yeminin bozulma şartı olan kabulü inkâr etmektedir. Zâhirin hilâfı da kadının
sözüdür. Binaenaleyh ikisi karşılaşınca kadının beyyinesi tercih edilir. Bir de
onun beyyinesi daha çok isbat eder. Zira o talâkı isbat etmektedir. Gerçi
bazıları: "Kadının beyyinesi isbata yöneliktir, erkeğin beyyinesi îse
nefyedir. Onun için de kabul edilmez." demişlerse de buna şöyle cevap
verilir: Yeminin bozulma şartında nefye beyyine kabul edilir. Nitekim talik
bahsinde geçmişti.
"İkrarıyla talâk vâki olur." Yani
talâk-ı bâin vâki olur. Velev ki mal sâbit olmasın. Çünkü ikrar yaptığı hul'
lâfzı bakidir. O kinâye olduğu için talâk-ı bain meydana gelir. Nitekim geçti.
"Hali üzere kalır." Yani
dâvâlarda malum olan hal üzere kalır ki, söz inkâr edenin, beyyinedâvâcının
olur.
"Aksinde ise" Yani hul'u kadın
iddia ederse onun dâvâsıyla bir şey olmaz. Çünkü kadının talâk îkâ'ına hakkı
yoktur. Rahmetî.
"Nasıl olursa olsun." Yani kadın
mal iddia etsin etmesin kendisinin mal vermesi lâzım gelmez. Çünkü o malı hul'
mukabilinde ikrar etmişdi. Hul' sâbit olmayınca mal da sâbit olmaz. Bir de
kocası inkârda bulunmakIa kadının mal ikrarını reddetmiştir. Rahmetî.
FER'Î MESELE: - Karı-koca hul'un kaç defa
olduğunda ihtilâf ederler de erkek iki kadın üç defa olduğunu söylerse,
ulemadan bazılarına göre söz erkeğindir. Bazılarına göre evlendikten sonra
ihtilâf ederler de kalın: "Bu evlenme câiz değildir. Çünkü üçüncü hul'dan
sonra oldu." derse kocası inkâr ettiği takdirde söz onundur. İddette yahut
iddet geçtikten sonra ihtitâf ederler de erkek: Bu iddet ikinci hul'un
iddetidir, der kadın üçüncü hul'un iddeti olduğunu söylerse söz
kadınındır" ve nikâh helâl değildir. Câmiu'l-Fûsuleyn.
METİN
FER'Î MESELELER:- Erkek hul'u inkâr eder
veya bir şartı yahut istisnayı iddia eder yahut aldığı malın borç verdiği
maldan olduğunu söylerse; yahut karı-koca zorla veya gönüllü olduğunda ihtilâf
ederler ise söz erkeğindir. Kadın hul' bedelsizdi derse söz onun olur.
İZAH
"Veya bir şartı yahut istisnayı iddia
ederse" Meselâ sen bin dirheme boşsun der de kadın kabul eder sonra:
"Ben şu haneye girersen demiştim yahut inşaallah demiştim." Şeklinde
iddiada bulunur. Câmiu'l-Füsuleyn'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse
karısını boşar veya hul' yapar da sonra istisnada bulunduğunu iddia ederse,
hul' bedelini zikretmediği takdirde tasdik edilir. Zikrederse yani seni şu
kadara hul' ettim derse tasdik edilmez. İstisna yaptığını iddia ederek:
"Benim senden aldığım sende olan alacağım idi." Der, kadın da:
"Ben onu sana hul' bedeli olarak verdim." derse söz erkeğindir. Çünkü
hul'un sahih olduğunu inkâr edince kadınca hul' bedelinin vâcib olduğunu da
inkâr etmiş, kadında iki değil bir mal alacağı olduğunu ikrarda bulunmuştur.
Kadın ise onun kendisinde başka bir mal alacağı olduğunu ikrar etmektedir.
Binaenaleyh koca tasdik edilir. Erkek istisna iddia etmezse bunun hilâfınadır.
Çünkü kadın'da hul' bedeli alacağı olduğunu ikrar etmiş sayılır. Temlîk eden
kadındır. Onun için onun sözü kabul edilir. Fakat bu söz götürür."
Bu ifadenin hülasası şudur: Adamın istisna
dâvâsı makbuldür. Ancak hul' bedelle yapılmışsa o zaman kabul edilmez. Zira
bedel hul' kasdına karinedir. Binaenaleyh istisna suretiyle onun ibtali dâvâsı
kabul edilmez. Meğerki erkek aldığı malın hul' bedeli değil başka bir hak
karşılığı olduğunu iddia etsin. O zaman söz erkeğin olur. Çünkü istisnayı dâvâ
etmekle hul'un sahih olduğunu ve bedelin vücubunu inkâr etmiş olur.
Ben derim ki: Lâkin burada şöyle itiraz edilebilir:
İstisna dâvasının sahih olmasına mâni hul' akdinde bedel zikretmektir. Akidden
sonra bedeli aldığını zikretmek değildir. Madem ki bedeli zikretmiştir istisna
dâvâsı da kabul edilmez. Binaenaleyh hul'un sahih ve bedelin vâcib olduğunu
inkârı kabul olunmaz. Bilâkis hul' bedelli olarak kalır. Bu adam bundan sonra
aldığı malın başka bir hak olduğunu iddia etmektedir. Kadın ise:
Hayır, o hul' bedeliydi demektedir. Onun
için söz kadının olur. Çünkü malı veren kadındır. Söz ise malı verenindir. Şu
halde istisnayı iddia etmekle etmemesi arasında bir fark kalmaz. Söz götürür
dediği yer bu olsa gerektir. Allahu a'lem.
Tâlik bâbında geçmişti ki, fetva istisna ve
şart dâvâsında erkeğin sözü kabul edilmeyeceğine dairdir. Çünkü zaman
bozulmuştur. Bu bâbta orada söz geçmişti.
"Yahut aldığı malın borç verdiği
maldan olduğunu söylerse..." Bezzâzi-ye'de şöyle denilmiştir: "Kadın
hul' bedelini verir de kocası onu başka bir hak karşılığı aldığını söylerse
İmam-ı Zahîruddin söz kocasının olur diye fetva vermiştir. Bazıları: "Söz
kadınındır, Çünkü temlîk eden odur." demişlerdir.
Ben derim ki: Zâhir olan ikincisidir. Onun
için de gördüğün gibi Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi kesinlikle buna kâil olmuştur. Bu
ayrı bir meseledir. Esası karı-kocanın hul' bedeli üzerinde anlaşıp teslim
cihetinde ihtilâf etmelidir. Onun için de şârih onu yahut diyerek atfetmiştir
ve edatıyla atfı da sahihdir. O zaman evvelki meselenin tetimmesi olur. Lâkin
gördüğün gibi söz götürür diye itiraz edilir.
"Zorla ve gönüllü olduğunda ihtilâf
ederlerse" Yani gönüllü veya zorIa kabul ettiğinde anlaşamazlarsa
demektir. Hul'un zorla yapılmasına gelince o sahihtir. Nitekim ileride
görülecektir. T.
"Söz onun olur." Çünkü hul'un
sahih olması bedel icab etmez. Böylece kadın inkâr etmiş olur ve söz
kendisinindir. Bahır.
METİN
Kadın kocasının kendini boşadığını,
binaenaleyh mehir ve iddet nafakasını iddia eder, kocası ise hul' iddiasında
bulunursa beyyine olmadığı takdirde mehir hakkında söz kadının, nafaka hakkında
kocasınındır.
Bir adam iki karısını bir köle karşılığı
hul' yaparsa, kölenin kıymeti kadınların mehr-i müsemmalarına taksim olunur.
Bir adam karısına seni kölem üzerine hul'
ettim derse, kadının kabulüne bağlı olur, bir şey vâcib olmaz. Bahır.
İZAH
"Kocası hul' iddiasında
bulunursa" sözünü kocasının iddet nafakası hul' bedelindendir, diyeiddia
ettiği zamana yorumlamak gerekir. Bahır.
"Mehir hakkında söz kadının, nafaka
hakkında kocasınındır." Çünkü mehir daha önceden kocasının üzerinde sâbit
idi. Binaenaleyh onun sukûtunu dâvâ etmek makbul değildir. İddet nafakası ise
önceden vâcib değildi. Kadın talâkla bunu hak ettiğini iddia, kocası ise inkâr
etmektedir. Şu halde söz kocasınındır. Ama bu mesele müşkildir. Çünkü nafakanın
istihkak sebebi hususunda karı-koca ittifak etmişlerdir. Zira hul' ile talâkın
ikisi de iddet nafakası icab ederler. O halde nafaka nasıl sâkıt olur? Bahır.
Ben derim ki: Bunu asıl müşkil gören
Câmiu'l-Fûsuleyn sahibidir. Nuru'l-Ayn sahibi kendisine itiraz etmiş; Sözünün
iki nefy edatıyla sâkıt olduğunu söylemiştir.
Burada Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi: "Ben
derim ki: Yukarıdaki izaha binaen söz nafaka hakkında dahi kadının olmak
gerekir." demiştir, Nuru'l-Ayn sahibi de ona şöyle itirazda bulunmuştur
"Gerekmemek gerekir. Çünkü bunu o hata olduğunu göstermek için söylemiştir.
Hakikatte inkâr eden kocadır. Zira nafakanın kendisine vâcib olduğunu inkâr
etmektedir..." Tahrîrat-ı Rafiî. "İki nefy edatıyla sâkıt"
sözünden muradı Nuru'l-Ayn sahibinin: "Gerekmemek gerekir." sözüdür.
A.D.
"Kölenin kıymeti kadınların mehr-i
müsemmalarına taksim olunur." Kölenin kıymeti otuz dirhem, kadınlardan
birinin mehri iki yüz dirhem, diğerininki yüz dirhem olursa; Birinci kadının
yirmi, ikincinin yüz dirhem vermesi lâzım gelir. Yarı yarıya taksim edilmez. Bu
meselenin yeri köle başkasının olduğu zamandır yahut köle kadınların olup
mehirleri birbirinden farklı olduğuna göredir. Kadınların mehirleri birbirine
müsavî olur da yarı yarıya ikisine taksim edilirse köle hul' bedeli olur. T. Bu
meseleyi Hâkim Kâfî'de: "Bir adam iki karısını bin dirheme hul' yaparsa..."
Şeklinde farzetmiştir.
"Kadının kabulüne bağlı olur."
Müctebâ sahibi diyor ki: "Zâhire bakıIırsa bununla talâkın vukuunu
kasdetmiştir. Bu zamanda bu meseleyi bilmek en mühim meselelerdendir. Çünkü
insanlar kadın mehrini kocasına bağışladıktan sonra hul'u kocasının malına
izafe etmeyi âdet edinmişlerdir. Bu izahla anlaşılır ki, kadın kabul ederse
talâk vâki olur, fakat kocaya bir şey vâcib olmaz. Münyetü'l-Fukaha'da
bildirildiğine göre bir adam karısına: Seni sende olan alacağım mukabilinde
hul' ettim der de kadın kabul ederse talâk vâki olması gerekir. Fakat vâcib
olan bir şey yoktur. alacak bâtıl olur." Müctebâ'nın ibâresi burada sona
erer. Şârih bu bâbın sonunda hul' bedelinin kocaya ödettirilmesi sahih olduğunu
söyleyecektir. Tamamı ileride gelecektir.
METİN
Sahih nikâhta velev alış-veriş lâfzıyla
kıyılmış olsun nitekim İmâdî ve başkaları buna itimad etmişlerdir hul' ve
mubâre'e yani iki tarafın birbirlerini ibrâ etmeleri, karı-kocanın o
vakitbirbirleri üzerinde bu nikâha aid olan her hakkını ıskat eder. Hatta
kadını bâin olarak boşar da sonra yeni bir mehirle alırsa kadın mehri
mukabilinde ondan hul' olduğu takdirde ikinciden berî olur birinciden berî
olmaz. Müt'a da bunun gibidir. Bezzâziye. Yine Bezzâziye'de bildirildiğine göre
kadın birbirlerinden dâvâcı olmamak şartıyla kocasından hul' olur da sonra
kocası şu kadar pamuk alacağı olduğunu iddia ederse sahihtir. Çünkü berâet
nikâh haklarına mahsustur.
İZAH
"Sahih nikâhta" sözünü şârihin
zikretmesi vakıı beyan içindir. Yoksa fâsid nikâhı bâbın başında: "Nikâh
milkini gidermektir." Sözü ile çıkarmıştı. Bunu Tahtâvî söylemiştir. Fâsid
nikahta cima'dan sonra mehrin sukûtu hakkında iki kavil bulunduğunu evvelce
arzetmiştik. Yine geçmişti ki, bir adam karısını talâk-ı bâinle boşar da sonra
mehri mukabilinde hul' yaparsa mehir sâkıt olmaz. Fûsul sahibi: "Çünkü
hul'dan sonra kadının eline bir şey geçmemiştir. Kadın dinden döner de kocası
onu hul' ederse hüküm yine böyledir." demiştir.
"Nitekim İmâdî ve başkaları" Yani
el-Fetâvâ's-Suğra sahibi gibileri buna itimad etmişlerdir. Çünkü Fetâvâ sahibi
hul' ve mubâre'e gibi mehrin de sâkıt olacağını sahihlemiş, Hâniyye sahibi ise
mehrin ancak zikredilirse sâkıt olacağını sahihlemiştir. Bu kavli
Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi dahi sahih bulmuştur. Şu halde sahihlemeler muhtelif
demektir. Şârih bâbın başında "Hâniyye'ye muhâlif olarak" Demiş, bu
hususta Bahır sahibine uymuştu. Kâdîhân ise bunun hilâfını açıklamıştı. Birinci
sahihlemeyi ikinciye tercih etmenin vechi ne olduğu bence zâhir değildir.
Halbuki Kâdıhân tashihine güvenilecek en büyüklerden biridir derler.
"Mubâre'e" Kelimesi mufâale
bâbından olup berâetten alınmıştır. Mubâre'e kocanın karısına senin nikâhından
şu kadar mal mukabilinde berî oldum demesidir. Bunu Sadru'ş-Şeria söylemiştir.
Fetih'de ise şöyle denilmiştir: "Mubâre'e kocanın karısına: Seni bin
dirhem karşılığında berî kıldım diyerek kadının kabul etmesidir. Nehir."
Ben derim ki: Feth'in ibâresi daha
uygundur. Çünkü Hâkim'in Kâfî'sinde şöyle denilmiştir: "Sonra Nehir'de
denilmiştir ki, musannıfın kadına mubâre'e yaparsa diye kayıdlaması şundandır:
Çünkü kocası kadına senin nikahından berî oldum derse talâk vâki olur. Ama bu
sözle bir şey sâkıt olmamak gerekir." Yani berâet sözünü mufâale bâbından
kullanmazsa bedel de zikretmediği takdirde kadının kabulüne bağlı olmaz. O
sözle hemen bir talâk-ı bain meydana gelir ve bir hak ıskat etmez. Seni hul'
ettim demiş gibi olur. Mufâale bâbından kullanması yahut bedel zikretmesi bunun
hilâfınadır. Çünkü kabule bağlıdır. Hem de ıskat edicidir. Bu izahtan anlaşılır
ki evvela Sadru'ş-Şeria'dan naklettiği bedel zikredilen ifâdeyle sonradan
zikrettiği söz arasında aykırılık yoktur.
T E N B i H : - Nehir'de bu bâbın başında
Feth'in ibâresinden alınarak zikredildiğine göremubâre'e kelîmesi hul'
lâfızlarındandir.
Ben derim ki: Biz Cevhere'nin bunu
açıkladığını arzetmiştik. Lâkin Bez-zâziye'den naklen evvelce geçmişti ki, hul'
lâfzı kinâyelerdendir. Şu kadar var ki, ulema çok kullanıldığı için onun sarih
gibi olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh niyete muhtaç değildir. Mubâre'e lâfzı
da bu mânâda çok kullanılırsa onun gibi olur. Yine geçmişti ki, hul'la vâki
olan talâk bâindir. Biri veya ikiyi niyet etsin müsavîdir. Fakat üçü niyet
ederse üç talâk vâki olur. Bunu para karşılığında yapmışsa, bununla talâkı
murad etmediği iddiasında tasdik edilmez. Hâkim Kâfî'sinde: "Bütün bu
hususatta mubâre'e hul' gibidir." demiştir.
"İki tarafın birbirlerini ibrâ
etmeleri..." Kadının kocasına bana mubâre'e yap demesi, kocasının da ona
seni mubâre'e ettim diye cevap vermesiyle olur. Yahut bunu kocası söyler, kadın
da kabul ettim cevabını verir. Nitekim Manzume şerhinde böyle denilmiştir. Şu
halde murad iki taraftan birinin ibrâ yapmasına, öteki tarafın da kabulüne
şâmildîr. T.
"Her hakkını" Sözü mehre,
konulmuş nafakaya, geçmiş nafakaya ve elbiseye şâmildir. Kezâ müt'a dahi
zikredilmeksizin sâkıt olur. Bundan müstesna olan şudur: Kadını mehri
mukabilinde yahut mehrinin bir kısmına mukabil hul' yapar da, mehri de ödemiş
bulunursa Kadın onu iade eder, berî olamaz. Halbuki fukahanın mutlak olan sözleri
berâeti iktiza eder. Yalhul' bedelidir. Binaenaleyh kadın ondan berî olamaz.
Nitekim başka bir hul' bedelidir. Binaenaleyh kadın ondan berî olamaz. Nitekim
başka bir mal olsa beri olamazdı. Bahır. Bu kavil İmam-ı A'zam'ındır. İmam-ı
Muhammed'e göre hul' ve mubâre'ede karı-kocanın söylediklerinden başkası sâkıt
olmaz. İmam-ı Ebû Yusuf mubâre'ede İmam-ı A'zam'la, hul'da İmam-ı Muhammed'le
beraberdir. Mültekâ. Sonra bilmelisin ki bu meselenin vecihlerinin hâsılı
şudur: Bedel ya hiç söylenmemiştir, ya nefy edilmiştir yahut kocaya veya
mehrinin bütünü, bir kısmı yahut başka bir mal karşısında kadı-na isbat
edilmiştir. Bu altı kısmın her biri iki vecihle olur. Ya mehir teslim
alınmıştır yahut alınmamıştır. Böylece kısımlar on iki olur. Bu on iki kısım
dahi ya cima'dan önce veya sonradır. Bedel söylenmemişse bu hususta iki rivâyet
vardır. Bunların esah olanına göre karı-kocadan her biri mehirden berî olur,
başkasından berî olmaz ve kadın aldığını iade etmez. Kocası da kalanı istemez.
Bu hususta sözün tamamı musannıfın: "Üzerinde mehri müeccel varsa ondan
berî olur." dediği yerde gelecektir. Menfî olursa meselâ karısına nefsini
benden bir şeysiz hul' et der de kadın bunu yaparsa kocası kabul ettiği
takdirde bir şeysiz sahih olur. Çünkü bu söz mal lâzım gelmemesi ve talâkın
bâin olması hususunda açıktır. Binaenaleyh karı-koca birbirlerinin haklarından
berî olmazlar. Kocanın üzerinde muayyen ise bâbın sonunda gelecektir. Hul'
bütün mehir karşılığında yapılmışsa teslim edildiği takdirde karısından bütün
mehri alır. Aksi takdirde mutlak surette kocadan sakıt olur. Yani cima'dan önce
veya sonra olması farketmez. Kadını hul' bedelini çocuğuna veya ecnebî birine
vermesi şartıyla hul' yaparsa câiz olur. Mehir kocanındır. Mehrin tamamı yirmi
dirhem olurda onun bir kısmına meselâ onda birine hul' yaparsa, kadın mehrini
aldığı takdirde cima'dan sonra ise kocasına iki dirhem iade eder. Geri kalanı
kadınındır. Cima'dan önce ise kocası bir dirhem alır. Çünkü yarısının onda biri
bir dirhem eder. Mehir teslim edilmemiş bulunursa mutlak surette hepsi sâkıt
olur. Mehr-i müsemmanın sukûtu şart hükmünce, kalanın sukûtu da hul' lâfzı
hükmüncedir. Şayet mehirden başka bir malla yapılmışsa kocası mehr-i müsemmayı
alır. Diğer hallerin hepsinde karı-koca berî olurlar. Bu satırlar kısaltılarak Bahır,
Nehir ve Gurarü'l-Ezkâr'dan alınmıştır. Lâkin sonuncudan murad malum ve halen
mevcud mal olduğuna göredir. Aksi takdirde altı vecih meydana gelir ki biz
bunları Zahîre'den naklen arzetmiştik.
"O vakit" Yani hul' ve mubâre'e
vaktinde demektir. Musannıf bununla iddet nafakası ve mesken gibi sonradan
sâbit olan haklardan ihtiraz etmiştir. Nitekim şârih buna işarette bulunmuştur.
"Birinciden beri olmaz." Çünkü
birinci bu nikâhın hakkında değil ilk nikâhın hakkıdır.
"Müt'a da bunun gibidir." Müt'a
da bundandır dese daha iyi olurdu. Yani müt'a da sâkıt olan haklardandır. Bahır
sahibi şöyle demiştir: "Müt'aya gelince: Bezzâziye'de şöyle denilmiştir:
Kadını cima'dan önce muhâlea eder ve mehir koymamış bulunursa müt'a
zikredilmeden sâkıt olur." Müt'a da bunun gibidir sözünden müt'a da mehir
gibidir mânâsını kasdetmiş olması da muhtemeldir. Binaenaleyh şârihin
yorumladığı gibi önceki nikâhın müt'ası değil de bu nikâhın müt'ası ise sâkıt
olur. H.
"Sahihtir ilh..." Bahır sahibi
diyor ki: "Umumî ibrânın muktezası sahih olmamaktır. Galiba hul'un
zımnında olduğu için nikâha aid haklarla tahsis edilmiştir.
METİN
Bundan yalnız iddet nafakası ile mesken
müstesnadır. Onlar sâkıt olmazlar. Meğerki hul'u yaparken nassan beyan etmiş
olsun. O zaman nafaka sâkıt olur, mesken sâkıt olmaz. Çünkü mesken şeriatın
hakkıdır.
İZAH
"Meğerki nassan beyan etmiş
olsun." Yani hul' yaparken nafakanın sâkıt olacağını söylemiş olsun.
Söylemez de kadın hul' olur, sonra bu nafakayı ıskat ederse nafaka sâkıt olmaz.
Çünkü bu takdirde kadın vâcib olmayan bir şeyi kasden ıskata kalkışmış olur.
Zira nafaka ancak yavaş yavaş vâcib olur. Bu zimnî ıskat onun hilafınadır.
Çünkü o hul' zamanında kadının naklettiğine göre sâkıt olur. Kalanı hul'un
zımnında tâbi olarak sukût eder. Fetih. Zahîre'nin nafaka bahsinde şöyle
denilmiştir: "Kadın kocasına: Ben senin karın olduğum müddetçe sen benim
nafakamdan ebediyyen berîsin dese sahih olmaz. Çünkü ibrânın sahiholması vücuba
yahut sebebi vücubun bulunmasına dayanır. Burada bunlar yoktur. Çünkü nafakanın
sebebi vücubu ileride olacaktır ki, o da ileride kadının kendisini kocası için
onun evine kapamasıdır. Halen bu mevcud değildir." Zahîre sahibi bundan
sonra sözüne şöyle devam etmiştir: "Nafaka kocasının zimmetinde borç
olmadan kadın onu ibrâ ederse bil-ittifak sahih olmaz. Ama hul'da şart kılarsa
sahih olur. Çünkü mal karşılığı ibrâ olur ve hakkında beraet yapılan şeyi
tamamiyle almak olur. Zira ivez onun yerini tutar. Vâcib olmadan almak ise
bil-ittifak sahihtir." Kınye'de: "Nafaka vâcib olmasa da sebebi mevvuddur.
Onun için ondan ibra sahihtir." denilmiştir. Yani hul' iddet nafakasının
vücubuna sebebtir, demek istemiştir. Bedâyı'da: "İddet nafakasına gelince:
O iddet zamanında vâcib olur. Binaenaleyh nafaka üzerine hul' yapmak onun vâcib
olmasına mânidir." Sözünun mânâsı budur. Yani hul'dan önce veya sonra
kadının nafakadan ibrâ yapması bunun hilâfınadır demek istiyor. Zira bu sahih
değildir. Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Bazıları sahih olduğunu
söylemişlerdir. Bu daha münasibtir."
Ben derim ki: Lâkin umumiyetle kitablarda
zikredilen sahih olmamasıdır. Onun için Fetih'de Tahâvî şerhinde, Bedâyı'da,
keza Hâniyye ve diğer kitablarda kesinlikle sahih olmadığı ifade edilmiştir.
Hatta biliyorsun ki bu bil-ittifaktır. Valvalciyye'de şöyle denilmiştir:
"Kadın kocasında olan her hakkı karşılığında ondan hul' olursa iddeti
içinde kendisine nafaka verilir. Çünkü hul' yapılırken bu nafaka henüz onun
hakkı değildi." Bahır'da dahi Bezzâziye'den naklen şöyle denilmiştir:
"Kadın hul'dan önce ve sonra kadınlar için erkeklere vâcib olan her hak
mukabilinde bir talâk-ı bâinle hul' olur da mehri ve iddet nafakasını anmazsa,
bunların ikisinden de berâet sabit olur. Çünkü mehir hul'dan önce sâbittir.
Nafaka da hul'dan sonra sâbit olur."
T E N B İ H: - Bir hâdise oldu. Bana
sordular: Dediler ki: "Bir kadın kocasının mehrinden ve malum olan ayn
mallardan berî kılmak şartıyla kocasının kendisini boşamasını ister de, o da
razı olur ve kadın kendisini bunlardan ibrâ kılarsa, sonra kocası: Senin ibrâ
yapman doğruysa sen boşsun dese boş olur mu olmaz mı?" Ben bu kadın boş
olmaz diye cevap verdîm. Çünkü ulema aynlardan berâet sahih değildir
demişlerdir. Kocanın muradı bedelin hepsi kendinin olsun diye talâkı hepsinden
beraetin sahih olmasına tâliktir. Bana öyle gelmişdi. Bu cevabı verdikten sonra
Fetâvâ-i Kâze-runî'de Allâme Abdurrahman Mürşidî'nin Fetâvâ'sından naklen şöyle
denildiğini gördüm: Kendisine çok vuku bulan, şu meseleyi sormuşlar: Kadın
kocasına seni mehirden ve iddet nafakasından ibrâ ettim der de kocası senin
talâkın ibranın sahih olmasıyladır, cevabını verirse talâk vâki olur mu?
Mürşidî olmaz diye cevap vermiş. Diyor ki: "Bana zamanımızın bazı Hanefî
âlimleri muvafakat etti, bazıları da üstadımız Carullah b. Zâhirâ talâk vâki
olur diye fetva verirdi. Çünkü ulema iddet nafakasıadı söylenirse sâkıt olur
demişlerdir, şeklinde huccet getirerek bir şey diyemediler. Bunun üzerine ben
de derim ki: Bu bizim meselemizden uzaktır. Çünkü nafaka talâkla azar azar
vâcib olur. Mevcud olmayan bir şeyden ibrâ ise bâtıldır. Ona muallak olan da öyledir.
Çünkü cüz'ü olmayınca üzerine tâlik yapılan şey de yoktur.
Hul' bâbında zikredilene gelince; Ondan
murad mubâre'edir ki, o da kadının mecliste kabulüne bağlı olan hul
nev'indendir. Hul', mehir ve iddet nafakası karşılığında yapılmışsa ona tebean nafaka
sâkıt olur. Burada ise sırf talik yapılmıştır. Binaenaleyh üzerine tâlik
yapılan şeyin bir kısmı bâtıl olunca o da vâki olmaz." Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır. Sonra gördüm ki, Eşbâh şerhinde Bîrî İbn-i Zâhirâ'nın
fetvasını doğru bulmuş, Mürşidî'ye red cevabı vermiştir,
Ben derim ki: Doğrusu eğer ibrâ talâk
isteğine binaen yapılmamışsa nafaka sâkıt olmaz. Velevki kadını isteğin
akibinde boşasın. Çünkü bu nikâhın devamı halindedir. Talâk isteğine binaen
yapılmışsa sâkıt olur. Velevki nikâhın devamı halinde olsun. Çünkü o zaman
bedelle karşılık vermiş olur. Zahîre, Hâniyye ve diğer kitablarda şöyle
denilmektedir: "Kadın kocasından talâkını ister de kocası beni her
hakkından ibrâ et ki seni boşayayım der, bunun üzerine kadın: Seni kadınların
kocaları üzerinde olan her hakkımdan ibrâ ettim cevabını verirse, kocası da
hemen arkacığından seni bir talâkla boşadım derse, kadın cima' edilmiş olmak
şartıyla bir talâk-ı bâinle boş olur. Çünkü bu bedelle boşamaktır ki, o da
delâleten ibrâdır." Fetih'de nafakanın bununla sâkıt olmayacağı
bildirilmiştir. Çünkü hak o anda kadının mevcud hakkına yorumlanır.
Evet, az yukarıda arz ettik ki, kadın
kocasını hul'dan önce veya sonra her haktan ibrâ ederse nafaka sâkıt olur. Keza
kocası onu boşamak için açık olarak kendisini mehir ve nafakadan ibrâ etmesini
ister de o da ibrâ eder ve kocası hemen boşarsa ibrâ sahih olur. Çünkü bu ibrâ
bedellidir. Bedel kadının kendine mâlik olmasıdır. Şu halde sanki kadın
bedelini almak suretiyle nafakasını almış gibidir. Vâcib olmadan almak
sahihtir. Nitekim kocası kadına bir aylık nafakasını verse sahih olur. Bu izaha
göre şartlı ibrâ olur. Kocası onu boşamazsa berî olmaz. Hâniyye'de
açıklandığına göre kadın kocası kendini boşamak şartıyla onu bütün
alacaklarından ibrâ etse kocası boşarsa berâet câizdir, boşamazsa câiz
değildir. Kocasını kendi üzerine evlenmemesi şartıyla ibrâ etmesi bunun
hilâfınadır. O zaman berâet sahih olur, şart sahih olmaz. Çünkü birincinin
karşılığında para vermek sahihtir, ikincide sahih değildir. Binaenaleyh onun
şartı bâtıl olur. Zûhidî'nin Hâvî nâmındaki kitabında şöyle denilmiştir:
"Kadın kendini boşasın diye kocasını ibrâ eder de kocası ayağa kalkar,
sonra boşarsa meclisin hükmü kesilmedikçe berî olur. aksi takdirde berî
olmaz." Bunu öğrendikten sonra anlarsın ki, bu berâetin sahih olması hemen
boşamaya bağlıdır. Yani o meclisteboşayacaktır. Karısına: Senin talâkın ibrânın
doğruluğu iledir derse, talâkı berâetin sahih olmasına tâlik etmiş olur. Bu da
onun önceden sahih olmasının tehakkukunu iktiza eder. Nitekim şartın muktezası
budur. Üzerine tâlik edilen şey yoktur. Binaenaleyh talâk da vakî olmaz. Talâkı
halen yapması bunun hilâfınadır. Çünkü vaki olur ve onunla berâet sahih olur.
Böylece anlaşılıyor ki, hak Mürşidî'nin sözüdür. Fukahanın şartla nafaka sâkıttır
şeklindeki açıklamaları buna aykırı değildir. Biliyorsun ki nafakanın sukûtu
talâk veya hul'a bağlıdır. Ondan önce berâet yoktur. Hem de berâet müneccez
olan talâk veya hul' ile olur. Sahih olmasına muallak yapılanla olmaz. Burada
bana zâhir olan budur. Bu mesele çok vuku bulur. Onun zabtını ganîmet bil!
Allahu a'lem.
"Çünkü mesken şeriatın hakkıdır."
Zira kadını boşandığı evden başkasında oturtmak günahtır. Bunu Fetih'den naklen
Bahır sahibi söylemiştir.
METİN
Meğerki kocasını mesken külfetinden ibrâ etmiş
olsun! O zaman sahihtir. Fetih. Bizim söylediklerimizle bu söze hâcet kalmaz.
Çünkü nafaka ve mesken o vakitte vâcib olmuş değillerdir. BiIâkis sonra vâcib
olmuşlardır. Mal vermek şartıyla talâk hul' gibi mehri ıskat eder, diyenler
olmuşsa da mu'temed olan kavil ıskat etmemesidir. Bunu Bezzâzî söylemiştir.
Seni AIIah ibrâ etsin sözüyle erkek berî olmaz. Bunu Behensî söylemiştir.
Kocası çocuk nafakasından berâeti şart koşarsa bakılır: Sene gibi bir vakit
koydularsa sahih ve lâzımdır. Aksi takdirde sahih olmaz. Bahır.
ÎZAH
"Meğerki kocasını mesken külfetinden
ibrâ etmiş olsun." Meselâ kadın kendi evinde oturur yahut ev kirasını
kendi malından verirse, bu suretle iltizamı sahihtir. Fetih. Lâkin bunun
muktezası kira masrafının mutlaka açıkça söylenmesidir. Halbuki Fetih ve diğer
kitablarda yas tutma faslında beyan edildiğine göre kadın mesken istememek
şartıyla hul' olursa, mesken masrafı kocasından sâkıt olur. Kadına kocasının
evinde kira ile oturması lâzım gelir. O evden çıkması helâl olmaz.
"Bu söze" Yani musannıfın:
"Bundan yalnız iddet nafakası ile mesken müstesnadır ilah..."
Demesine hâcet kalmaz. Binaenaleyh bunu terk etse daha îyi olurdu.
"Mehri ıskat eder." Diye
kayıdlaması şundandır: Çünkü Bahır sahibî: "Vikâye şerhinde, Hulâsa'da,
Bezzâziye'de ve Cevhere'de açıklandığına göre mahkeme tarafından konulan nafaka
talâkla sâkıt olur. Bu zevat bunu mutlak söylemişlerdir. Binaenaleyh mal
karşılığı talâka ve başkasına şâmildir." demiştir. Ama söz götürür ki,
nafaka bahsînde gelecektir.
"Bunu Bezzâzî söylemiştir."
İfadesi şudur: "Fetva buna göredir. Bunun bir misli de Fûsul ve diğer
kitablardadır. Bahır'da bunun zâhir rivâyet olduğu kaydedilmiştir. Şârihler ve
Kâdîhânbunu sahihlemişlerdir."'
Ben derim ki: Kadihân'ın sözünün hülasası
şudur: Mal karşılığı talâkın hükmü İmameyn'e göre hul'un hükmü gibidir. Yani
mehri ıskat etmez. Bir rivâyette İmam A'zam İmameyn'le beraberdir. Sahih olan
da budur. Diğer bir rivâyette ona göre ıskat etme hususunda hul'a benzer. Biz
hul' hakkındaki hilâfı Mültekâ'dan naklen arz etmiştik. Böylece Nehr'in
ibâresindeki îhamı anlamış olursun. Bu îham başkalarını hataya düşürmüştür.
"Bunu Behensî söylemiştir."
Talebesi Bâkânî de Mültekâ şerhinde ona tâbi olmuştur. Hayreddin-i Remlî dahi
bununla fetva vermiştir. Lâkin Tahtâvî'nin Allâme Makdisî'den naklettiğine göre
o bununla berâetin sahih olduğuna örften dolayı fetva vermiştir.
Ben derim ki: KaarIü'l-Hidâye ile İbn-i
Şilbî dahi: "Çünkü bunun İbrâ olduğuna örf vardır." Diye ta'lil
ederek bununla fetva vermişlerdir. Nâsır Lekkânî ile Şeyhülislâm Hanbelî'nin de
bunun gibi yazdıklarını söylemişlerdir. Kezâ Muhibbiyye manzumesi sahibi bunu
zikretmiş, Hâmidiyye sahibi dahi bununla fetva vermiştir. Sâihânî bunu
Bezzâziye'nin: "Bir adam karısına: Senî Allah boşadı yahut cariyesine: Seni
Allah âzâd etti dese talâk ve atak vâki olur." Sözü ile te'yid etmiştîr.
Cevhere sahîbi buna "Niyet etsîn etmesin" Sözünü ziyade etmiştir.
"Çocuk nafakasından" Sözü ana
karnındaki çocuğu da şâmildir. Doğduktan sonra onun nafakasından berâetini şart
koşabilir. "Çocuk nafakası"ndan murad süt emen çocuğun masraflarıdır.
Fetih'den naklen Bahır'da böyle denilmiştîr. Bu sözün bir misli de Kifaye ve
ihtiyar'dadır.
METİN
Müntekâ ve diğer kitablardan naklen
Bahır'da bildirildiğine göre çocuk süt emerse, vakit koymasalar bile sahih
olur. Kadın çocuğu iki sene emzirir. Memeden ayrılan çocuk bunun hilâfınadır.
Bu kadınla evlenir veya kadın kaçar yahut ölürse veya çocuk ölürse bu adam
kalan çocuk ve iddet nafakasını kadından geri alır. Meğerki kadın berâetini
şart koşmuş bulunsun. Kadın bu adamdan çocuğun gîyeceğini isteyebilir. Ancak
bunun üzerine de hul' yaptıysa memeden ayrılmış bile olsa ücretli süt annede
olduğu gibi sahihtir.
İZAH
"Bahırda bildirildiğine göre
ilah..." İfadesinin zâhirine bakılırsa bu başka bir rivâyettir. Bunu
Hulâsa'nın şu sözü de te'yid etmektedir: "Çocuğu sütten kesmek şartıyla
berâetin sahih olması ancak müddeti beyan ettiği zamandır. Müddeti beyan
etmezse çocuk ister emer bulunsun, ister memeden ayrılsın sahih olmaz..."
Ben derim ki: Galiba birinci rivâyetin
vechi şu olacaktır: Hul' süt emerken çocuğun nafakasını vermeye veya kesmeye
yapılırsa bunun sonu kavgaya varır. Çünkü kadın meselâben onun bir aylık
nafakasını istedim der, kocası daha çok dediğini söyler. İkinci rivâyetin vechi
de şu olsa gerektir: Çocuğun meme emer bulunması süt müddetini kasdettiğine
karinedir. Hâniyye ve Bezzâziye sahibleri kesin olarak bu rivâyeti tercih
etmişlerdir.
"Memeden ayrılan bunun
hilâfınadır." Çünkü çocuğun annesinin yanında kalma müddeti oğlanın kendi
işlerini kendi görmeğe başlaması, kızın da hayız görmesidir. Bu ise meçhûldür.
Ben derim ki: Ben bu ta'lili başka kimsenin
yaptığını görmedim. Eğer hul' hadâne müddetinde çocuğun annesinin yanında
kalması şartıyla yapılmışsa bu zâhirdir. Halbuki mu'temed kavle göre yine zahir
değildir. Çünkü mu'temed kavle göre hadâne müddeti erkek çocuk için yedi, kız
içîn on senedir. Bilâkis zâhir olan şudur: Onun muradı hul' çocuk nafakası
şartıyla yapılmışsa ve çocuk süt emiyorsa nafakadan emzirme masrafları
kasdedilir. Çünkü çocuğun nafakası onu emzirmekten ibarettir. Bunun vakti ise
şer'an sınırlıdır. Binaenaleyh ona yorumlanır. Çocuğun memeden ayrılması bunun
hilâfınadır. O zaman mutlaka vakit koymak lâzımdır. Çünkü nafakası yemek
içmekle olur. Bunun ise hususî bir zamanı yoktur. Zira ömrü boyunca yiyecektir.
Binaenaleyh vakit koymaksızın tesmiye sahih değildir. Zira meçhûldür.
Zahîre'de şöyle denilmiştir: "Ebû
Süleyman İmam Muhammed'den, o da Ebû Hanife'den naklen rivâyet etmiştir ki:
Kocasından olan çocuğunun yaşadıkları müddet nafakasıyla ondan hul' olan bir
kadın kocasından aldığı mehri ona iade edecektir." Yani bu mesele kadının
evindeki eşya karşılığında onunla hul' yapıp da evde hiç bir şey bulunmaması
gibidir.
"Bu kadınla evlenirse" Yani
onunla iddet ve çocuk nafakası üzerine hul' yapmışken evlenirse demektir. T.
Evlenmek müddet tamam olmadan vuku bulmuştur.
"Yahut kaçarsa" Yani kadın çocuğu
kocasına bırakarak kaçarsa demektir. Bahır. Kezâ kadınla iddet nafakası üzerine
hul' yapar da kadın boşandığı evde oturmayarak nafakası sâkıt olursa kocası
nafakayı ondan geri alır. Nitekim bunu Bahır sahibi incelemiştir.
"Veya çocuk ölürse" Kezâ çocuk
doğurursa onu iki seneye kadar emzirmek şartıyla hul' yapar da kadının karnında
çocuk bulunmazsa, kadın süt masrafını kocasına iade eder. Kadın on sene derse
kocası ondan iki senelik süt masrafı ile kalan senelerin nafakasını alır.
Fetih.
"Kalan çocuk nafakasını geri
alır." Meselâ iki seneden biri geçmişse bir senelik emzirme masrafım kadın
ona iade eder. Nitekim Fetih'de beyan edilmîştîr.
"Ve iddet nafakasını" Yani iddet
nafakası üzerine hul' yaptıysa onun kalanını kadından geri alır.
"Meğerki kadın berâetîni şart koşmuş
bulunsun." Yani hul' yaparken çocuğun veya kadının ölmesiyle berâetini
şart koşmuş olsun. Nitekim Fetih'de böyle denilmiştir. Bahır sahibi diyor ki:
"Kadının berâeti için hîle: Kocasının; seni çocuk nafakasından iki seneye
kadar berî olmam şartıyla muhâlea ettim. Çocuk bu müddetten önce ölürse senden
bir şey istemeyeceğim demesidir. Hâniyye'de böyle denilmiştir. Bir sene
müddetle şu kadara diyerek ücretle süt ana tutar da sene geçmeden öldüğü
takdirde ücretin yine kadına verileceğini şart koşarsa bunun hilâfınadır. Bu
icare fâsiddir. Hulâsa'nın icareler bahsinde böyle denilmiştîr. Bezzâziye'de:
"Çünkü başkasında câiz olmayan bir şey hul'da câiz olur."
denilmiştir.
"Kadın bu adamdan çocuğun giyeceğini
isteyebilir." Yani giyecek meselesi ancak konuşulmak şartıyla dahil olur.
Fetih'de şöyle denilmiştir:
"Kadın çocuğun giyeceğini kocasından
isteyebilir. Meğerki onun nafakasıyla giyeceğine de hul' yapmış olsun, o zaman
isteyemez. Giyecek meçhûl de olsa ve çocuk emer veya memeden ayrılmış da olsa
fark etmez." Bu ifadenin bir misli de Hulâsa'dadır. Çocuğun tamiminde ne
fayda olduğunu araştır. Şu da var ki, bugün kadınla onun çocuğa kefaleti
şartıyla hul' yapmak örfü âdet olmuştur. Bunun mânâsı çocuğun bütün işlerinî
annesi görecek, müddet bitinceye kadar babasından bir şey istemeyecek demektir.
Zâhire bakılırsa bu söz giyecek yerini de tutar. Çünkü örf olan bir şey şart
kılınmış gibidir. Düşün!
"Ücretli süt annede olduğu gibi
sahihtir." Bezzâziye sahibi diyor ki:
"Kadınla çocuğunu bir sene emzirmek ve
sütten ayrıldıktan sonra on sene çocuğun nafakasını vermek şartıyla muhâlea
yaparsa sahih olur. Burada bilinmemek mâni değildir. Nasıl ki yiyeceğini ve
elbisesini vermek şartıyla süt ana kiralasa İmam-ı A'zam'a göre sahih olur.
Çünkü âdet süt analara biraz geniş davranmaktır. Burada bütün imamlarımıza göre
sahihtir. Çünkü çocuğunun nafakası için bir kimse, velevki alçak olsun münakaşa
etmez."
METİN
Kadın fakir olduğu halde kocasıyla
çocuğunun meselâ bir ay nafakasını vermek şartıyla muhâlea olur da kocasından
nafaka isterse, kocası vermeye mecbur edilir. İtimad bu kavledir. Fetih. Yine
Fetih'de beyan edildiğine göre kadın çocuğu bülûğa erinceye kadar elinde tutmak
şartıyla hul' yaparsa kız çocuğu hakkında sahih olur, erkek çocuğu hakkında
olmaz. Kadın evlenirse kocası çocuğu alabilir. Velevki bırakacağına ittifak
etmiş olsunlar. Çünkü bu çocuğun hakkıdır. Babasının ecr-i misil alması için bu
müddette geçer ecr-i mislin ne olduğuna bakılır ve baba bunu anneden alır. Baba
küçük kızı nâmına onun malı veya mehriyle hul' yaparsa esah kavle göre kız boş
olur. Nasıl ki kız mümeyyiz iken (kârı-zararı ayıracak yaşta) kendisi kabul etse
boş olur ve mal vermek lâzım gelmez. Çünkü buteberru'dur. Büyük kızın hükmü de
böyledir. Ancak o kabul ederse mal vermesi lâzım gelir. Bedeli İltizam
etmedikçe annenin hul' yapması sahih olmadığı gibi küçük oğlan üzerine hul' da
asla sahih değildir.
İZAH
"Kocası vermeye mecbur edilir."
Çünkü hul'un bedeli kadının borcudur. Kocasının kadındakî alacağı iIe çocuğun
nafakası sâkıt olmaz, Nitekim kadında başka bîr alacağı olsa kadın bunu
ödeyemediği takdirde çocuğun nafakası o adamdan sâkıt olmaz, itimad bu kavledir.
Sair fetva verenlerin "Sâkıt olur." kavline değildir. Kınye ve
Hâvî'de böyle denilmiştir. Fetih ve diğer kitablarda da böyledir. Bu şunu ifade
eder ki, .kadın zenginledikten sonra baba verdiği nafakayı ondan geri alabilir.
"Kız çocuğu hakkında sahih olur, erkek
çocuğu hakkında olmaz." Çünkü erkek çocuğu erkeklerin âdâb ve ahlâkını
öğrenmeye muhtaçtır. Annesinin yanında uzun zaman kalırsa kadınların ahlâkını
alır. Bunda ise ne derece fesad olduğu meydandadır. Fetâvâ'l-Hindiyye'de böyle
denilmiştir. Makdisî diyor ki: "Kız çocuğunda sahîh olur demesi söz
götürür. Çünkü bugün fetva verilen kavle göre kız çocuğu bülûğ zamanına kadar
annenin yanında kalmaz.
" Ben derim ki: İllet çocuğun hakkının
zâyi olmasıdır. Kız çocuğunu bülûğa erinceye kadar annesinin yanında bırakmakta
îse zâyiat yoktur. Evet, bülûğ müddeti meçhûldür diye bir itiraz vârid
olabilir. Ama umulur ki, bu cehalet affedilir. Çünkü ekseriyetle bülûğ on beş
yaşında olur.
"Çünkü bu çocuğun hakkıdır." Zira
çocuğu kadının ecnebî olan kocasının yanında bırakmak ona zarardır. Onun için
de kadının hadâne (çocuğa bakma) hakkı sâkıt olur. Bu ifadenin bir misli de
Hâniyye'dedir. Orada şöyle denilmiştir: "Kadınla çocuğun mâlum seneler
baba yanında kalması şartiyle hul' yaparsa hul' sahih, şart bâtıl olur. Çünkü
küçük çocuğun annesinin yanında bulunması çocuğun hakkıdır. Anne babasının
ibtaliyle bâtıl olmaz.
"Kız boş olur." Yani hul'
lâfzıyla yaptıysa kız talâk-ı bâinle boş olur. Nitekim geçmişti, ileride de
gelecektir.
"Esah kavle göre" Kız boş olur.
Bazıları boş olmadığını söylemişlerdir. Çünkü talâk mal lâzım gelmesine
muallaktır. Mal ise yoktur. Esah olmasının vechi talâkın babanın kabulüne
muallak olmasıdır. Bu mevcuddur. Bezzâziye.
"Nasıl ki kendisi kabul etse..."
Nasıl ki sözüyle şârih meselenin ittifâkî olduğuna işaret etmiştir. Anla!
Fetih'de şöyle denilmiştir: "Bu yani zikredilen hilâf baba kabul ettiğine
göredir. Kız kabul eder de aklı başında olup nikâhın menfaat celbettiğini,
hul'un ise menfaati selbettiğini akıl ederse bil-ittifak talâk vâki olur. Mal
da lâzım gelmez."
Ben derim ki: Çok defa vâki oluyor ki, adam
karısını mehrini bağışlamak mukabilinde boşuyor. Zâhire bakılırsa bu talâk
ric'îdir. Çünkü mehir sâkıt değildir. Sonra Câmiu'l-Fûsul'de şöyle denildiğini
gördüm: "Bir vaka'da adam çocuk yaştaki karısına: Sen mehrin karşılığında
boşsun der de kadın kabul ederse ric'î olarak boş düşmesi ve mehrin sâkıt
olmaması gerekir." İleride Vehbâniyye şerhinden naklen bunu te'yid eden
ibâre gelecektir.
"Mal vermek lâzım gelmez." Yani
İbni Seleme'nin kavline göre mal vermek kadına da, babasına da lâzım gelmez.
Yine ondan bir rivâyete göre lâzım gelir. Velevki üzerine almış olmasın.
Üzerine almışsa vermesi lâzım geldiğinde söz yoktur. Metinde aşağıda gelecek
dediği mesele budur.
Bahır sahibi diyor ki: "İmam Mâlik'in
mezhebine göre baba hul'un kızı için daha hayırlı olduğunu bilirse, meselâ
kocası geçimsizse kızının mehri üzerine hul' yapması sahihtir. Buna bir hâkim
hüküm verirse hükmü geçerli olur." Beziâziye'de de böyle denilmiştir.
Hâkimden murad Mâlikî mezhebinde olan hâkimdir.
"Büyük kızın hükmü de böyledir
ilh..." Yani ondan izin almadan babası onun nâmına hul' yaparsa kızın mal
vermesi evleviyetle lâzım gelmez. Çünkü babası onun hakkında ecnebî gibidir.
Fûsuleyn'de şöyle denilmektedir: "Mal vermeyi baba veya ecnebî biri
garanti ederse hul' vaki olur. Sonrâ kadın razı olursa bu hul' aleyhine geçerli
olur. Kocası da mehir vermekten kurtulur. Razı olmazsa onu kocasından alır.
Kocası da hul'u yapandan alır. Garanti etmezse hul' kadının razı olmasına
baylıdır. Razı olursa câizdir ve kocası mehirden berâet eder. Aksi takdirde
câiz değildir. Zahîre'de kadın boş olmaz denilmiştir. Başkaları boş olması
gerekir. Çünkü talâk kabule muallaktır. Bu da mevcuddur demişlerdir." Yani
hul'u yapanın kabulüne muallaktır demek istemişlerdir. Bezzâziye'de
bildirildiğine göre baba garanti etmezse mal hakkında talâk kadının kabulüne
bağlıdır. Bezzâziye sahibi: "Bu talâk vâki olduğuna delildir. Bazıları
talâkın ancak kadının rızasiyle vâki olacağını söylemişlerdir." demiştir.
"Annenin hul' yapması ilh..."
Bahır sahibi diyor ki: "Baba ile kayıdlaması şundandır: Çünkü hul' küçük
kızın kocasıyla annesi arasında cereyan ederse, annesi bedeli kendi malına
izafe ettiği yahut ödemeyî üzerine aldığı takdirde ecnebîde olduğu gibi hul'
tamamdır. Aksi takdirde ne olacağına dair rivâyet yoktur. Sahih şudur ki; talâk
vâki değildir. Baba bunun hilâfınadır."
"Küçük oğlan üzerine hul' asla sahih
değildir." Bahır'da şöyle denilmiştir: "Kız diye kayıdlaması
şundandır: Çünkü küçük oğlunu hul' etmesi sahih olmaz. Küçük oğlanın hul'u
velîsinin rızasına da bağlı değildir. Hâsılı küçük kızda talâk vâki olmakla
beraber mal vermek lâzım değildir. Küçük oğlanda ise asla talâk vâki olmaz.
METİN
Nitekim kadın reşid olmayarak bununla yani
kendi malı veya mehriyle muhâlea yaparsa hüküm budur. Yani boş olur, mal vermek
lâzım gelmez. Hatta talâk lâfzıyla yapılmışsa her iki meselede ric'î talâk
meydana gelir. Vehbâniyye şerhi. Kadın nâmına mal vermek şartıyla babası
muhâlea yaparak vereceğini garanti ederse, yani kefil olarak değil de vermeyi
iltizam ederse hul' sahihtir, mal da babaya lâzım gelir. Zira kadına mal vermek
vâcib değildir. Ecnebî biriyle hul' yapmak gibi olur ki, baba bu hususta
evlâdır. Mehir sâkıt olmaz. Çünkü o babanın velayetine dahil değildir. Bunun
sukûtuna bir çare de hul' bedelini mehir mikdarı bir ecnebîye şart koşması,
sonra koca bunu ondan almak için velayeti olan birine havale etmesidir.
Bezzâziye.
İZAH
"Kadın reşid olmayarak..." Rüşd:
Bir şahsın kendi malında yararlı hareket etmesidir. Velevki fâsık olsun.
Nitekim hıcr bahsinde gelecektir. Ulemanın orada zikrettiklerine göre sefahet
dolayısiyle yapılan hıcr Ebû Yusuf'a göre borç sebebiyle yapılan gibi hâkim
hükmüne muhtaçtır. İmam-ı Muhammed mücerred sefahetle sâbit olacağını
söylemiştir. Sefahet maIı meşruun hilâfına har vurup harman savurmaktır.
Vehbâniyye şerhini zâhirine bakılırsa ikinciye itimad etmiştir. Çünkü
Mebsût'tan naklen şöyle demiştir: "Kadın müfsid olarak bülûğa erer de mal
mukabili kocasında." hul' olursa, hul' câizdir. Çünkü hul'da talâkın vâki
olması kabule dayanır. Bu da kadından tehakkuk etmiştir. Ama mal vermesi lâzım
gelmez. Çünkü kadının bunu iltizam etmesi mal karşılığı da değil, görünen bir
menfaat için de değildir. Binaenaleyh kadın küçük kız hükmünde tutulur. Kocası
onu bu mal üzerine bir talâkla boşadıysa ona dönmeye hakkı vardır. Çünkü
talâkın sarîh sözle yapılması bâin olmasını icab etmez. Ancak bedel verilirse
bâin olur. Hul' lâfzıyla yapılması bunun hilâfınadır." Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
"Yâni boş olur ilh..." Sözü küçük
kızla reşid olmayan kadın meseleleri arasındaki benzerliği açıklamaktır.
"Kadın nâmına" Yani küçük olan
kadın nâmına mal vermeyi demek istiyor ki, bu mal mehre de şâmildir.
"Kadına mal vâcib değildir."
Binaenaleyh kefalet tehakkuk etmemiştir. Çünkü kefalet; isteme hususunda
kefilin zimmetini asilın zimmetine katmaktan ibarettir. Asilden isteme yoktur.
T.
"Ecnebî biriyle hul' yapmak gibi"
Yani fuzûlî ile hul' yapmak gibi olur. Bunun hülasası şudur: Baba koca ile konuşur
da bedeli garanti ifade edercesine kendi nefsine izafede bulunur yahut onu
kocaya bu şekilde temlîk ederse, meselâ kızımı benim nâmıma bin dirheme muhâlea
et yahut ben ödemem şartıyla veya benim şu bin dirhemim yahut şu kölem
üzerinemuhâlea et der de o da bunu yaparsa sahih olur ve bedel babaya borçtur.
Şayet bedel için bir hak sahibi çıkarsa kıymetini vermesi lâzım gelir. Kadının
kabulüne bağlı değildir. Bu sözü gelişigüzel söyler meselâ bin dirheme yahut şu
köleye muhâlea et derse, kadın kabul ettiği takdirde köleyi veya âciz kaldığı
takdirde kıymetini teslim etmesi tâzım gelir. Baba bunun başkasına izafe eder,
meselâ fülanın kölesi ile hul' et derse, o fülanın kabulü mu'teber olur.
Kadınla kocası konuşur yahut kocasına bunu kadın söylerse, kadının kabulü
mu'teber olur. Bedel gelişigüzel söylensin yahut kadına veya ecnebîye izafe
edilsin müsavîdir. Hul'a vekil olan kimseden bedel istenmez. Meğerki ödemeyi
üzerine almış olsun. Bu takdirde ödediğini kadından alır. Meselenin tamamı
Bahır'dadır.
"Baba evlâdır." Çünkü kızının hem
nefsinde hem malında tasarrufa mâliktir. Fetih.
"Mehir sâkıt olmaz." Yani hul'
ister mehir mukabilinde, ister meselâ bin dirheme yapılmış olsun fark etmez.
Lâkin mehir mukabilinde yapılırsa kadın onu kocasından geri alabilir. Kocası da
kadının babasından alır. Çünkü o garanti etmiştir. Fakat hul' bin dirhem
karşılığında yapılmışsa kadın mehrini kocasından geri aldıktan sonra kocası
kadının babasından onu alamaz. Çünkü o mehri garanti etmemiştir. O bini
ödeyeceğine söz vermiştir. Fetih sahibinin sözü bu tafsilâta yorumlanır.
Nitekim Nehir'de ve Makdisî şerhinde belirtilmiştir. Bahır sahibinin anlayışı
bunun hilâfınadır. O Fetih sahibinin aleyhine hata etmiş diye hüküm vermiştir.
"Bunun sukûtuna bir çare de" Yani
mehrin kocadan sâkıt olmasına bir çare de şudur diyor ki, bununla daha başka
çareler de olduğuna İşaret ediyor. Onlardan biri yukarıda arz ettiğimiz Mâlikî
bir hâkimin sahihtir diye hüküm vermesidir. Bir çare de babanın kızının mehri
ile iddet nafakasını aldım diye ikrar etmesidir. Çünkü bunu babanın ikrarı
sahihtir. Sair velîler onun hilâfınadır. Sonra kocası kadını talâk-ı bâinle
boşar. Lâkin zâhire göre berî olur. Allah Teâlâ indinde berî olmaz. Nitekim
Bahır'da beyan edilmiştir. Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi bu zevata itiraz ederek:
"Bunda yalanı öğretmek ve kocanın zimmetini meşgul etmek vardır."
demiş, Makdisî kendisine şu cevabı vermiştir: "Kocası kadına zarar
verdiği, başka kurtuluş yolu da bulunmadığı vakit bu zarar etmez."
"Şart koşması" Yani kocanın şart
koşmasıdır. Bir nüshada her ikisinin yani koca ile babanın şart koşmaları
denilmiştir.
"Sonra bunu" Sözünden murad
mehirdir. Yani koca ecnebîye havale edecektir. Bazı nüshalarda bu mevcuddur.
"Velayeti olan birine havale
etmesidir." Sözünden murad babadır. Baba mevcudsa bunu o yapacak, değilse
hâkim bir vasî tâyin edecektir. Meselenin sureti şudur: Mehir meselâ bin dirhem
ise koca ecnebî biriyle kendi malından bin dirheme muhâlea yapar. Sonra
kocababayı veya vasîyi mehri almak için o ecnebîye havale eder. Ama kabul
şarttır, ecnebînin de kocadan daha zengin olması lâzımdır. O zaman koca
mehirden kurtulmuş olur, borç ecnebînin zimmetine geçer. Lâkin bunda ecnebî
için zarar vardır. Onun için "Sonra baba onu ibrâ eder yahut ondan
aldığını ikrarda bulunur." denilmiştir. Ama zâhire göre bu tekellüfe hâcet
kalmaksızın babanın baştan ikrarı kâfidir. Nitekim az yukarıda arz ettik. Bazı
nüshalarda:
"Sonra koca onu bunu
kendisinden^almaya velayeti olana havale eder." denilmiştir. Bu ayrı bir
hîledir. Onu Bahır sahibi Bezzâziye'den nakletmiştir. Bu sözün mânâsı o ecnebî
kimse kocayı hul' bedeli .olan bin dirhemi almak için babaya yahut vasîye
havale eder, demektir. Bu suretle ecnebî bedelden kurtulur; borç babanın
zimmetine geçer. Lâkin babanın bu tekellüfe hâcet kalmaksızın baştan bedeli
üzerine alması bu ikinci hîleye hâcet bırakmaz.
METİN
Eğer koca ödemeyi kadına yani küçük olan
karısına şart koşar da, o da buna ehil olarak kabul ederse bir şeysiz boş olur.
Ehil olmaktan murad nikâhın menfaati celb, hul'un onu selb ettiğine aklı ermesidir.
Bir şeysiz boş düşmesi borçlanmaya ehliyeti olmadığındandır. Şayet kabul etmez
veya akıl etmezse boş düşmez. Esah kavle göre velevki baba kabul etmiş olsun.
Zeylaî. Kadın bülûğa erer de babanın kabulüne razı olursa bu câizdir. Fetih.
Koca karısına: Seni muhâlea ettim der de kadın kabul eder ve maldan
bahsetmezlerse kadın boş olur. Çünkü icab ve kabul mevcuddur ve koca mehr-i
müeccelden şayet varsa berî olur. Mehr-i müeccelden borcu yoksa kadın ona
aldığı mehr-i muacceli iade eder. Çünkü yukarıda geçti ki, bu bir muâvezadır.
Binaenaleyh mümkün olduğu kadar itibara alınır.
İZAH
"Eğer koca ödemeyi" Sözünden
murad ödeneni demektir. Tâ ki Feth'in: "Yani koca bin dirhemi kadına şart
koşarsa onun kabulüne bağlı olur ilh..." sözüne uygun olsun. Bezzâziye'de
şöyle denilmiştir: "Hul' karıkoca arasında cereyan ederse kabul etmek
kadına aiddir. Bedel gelişigüzel söylensin yahut mutlak bırakılır veya kadına
yahut ecnebîye izafe edilsin. İzafet milk veya garanti izafeti olsun fark
etmez." Bunun misâlleri beni şu köleye hul' et, beni bir köleye hul' et.
beni şu köleme hul' et, beni falanın kölesi karşılığında hul' et sözleridir.
"Boş olur." Çünkü şart mevcuddur.
O da kadının kabulüdür. Hul'la talâk-ı bâin meydana gelmesi kabule dayanır, mal
lâzım gelmesine dayanmaz. Nitekim kadın şarab ve benzeri bir şey söylerse hüküm
budur. Fetih.
"Velevki baba kabul etmiş olsun."
Çünkü kadının kabulü şarttır. 'Bu niyabet kabul etmez. Fetih.
"Esah kavle göre" Demesi bir
rivâyette sahih olduğu içindir. Çünkü hâlis menfaattır. Kadın o adamın elinden
mal vermeden kurtulmaktadır. Fetih.
"Koca karısına: Seni muhâlea
ettim." İfadesinde hul'u mufâale bâbından kullanması şundandır: Çünkü seni
hul' ettim dese bu söz kabule bağlı değildir, koca berâet etmiş olmaz. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir. Bâbın başında da geçmişti. Bu mesele bülûğa ermiş
kadın hakkındadır.
"Ve koca mehr-i müeccelden berî
olur..." Hulâsa ve Bezzâziye'de zik-redildiğine göre bu surette İmam-ı
A'zam'dan iki rivâyetin birine göre karı-koca birbirlerinden berî olurlar. Sahih
olan da budur. Şayet kocanın üzerinde mehir borcu yoksa kadının aldığı mehri
ona iade etmesi gerekir. Çünkü mal hul'u zikretmekle örfen zikredilmiş sayılır.
Fetih'de de böyledir.
Bahır sahibi diyor ki: "İbârenin
evvelinden anlaşıldığına göre mehir alınmışsa kocanın dönüp istemeye hakkı
vardır. Hâniyye sahibi de bunu açıklamıştır, O zaman karı-koca birbirlerinden
berî olmuş sayılmazlar. Bana öyle geliyor ki, berâetin yeri mehr-i muacceli
kadına verdikten sonra onunla muhâlea yapmasıdır. Zira böyle olursa kadın
mehr-i muaccelden, kocası da mehr-i müeccelden berî olur. Onun içindir ki,
Muhît sahibi: Sahih kavle göre mehir sakıt olur. Kadının aldığı kendinin olur,
kocasının zimmetinde kalan da sâkıt olur, demiştir."
Ben derim ki: Bunu Hâniyye'nin "Her
biri berâet eder" demesi, bilâkis "Koca kadının onda alacağı olan
mehirden berî olur" demesi de te'yid eder. Hâniyye sahibi: "Kadının
kocasında alacak mehri yoksa kocasının verdiğini iade etmesi lâzım gelir."
demiştir. Bunu Hâkim-i Şehid ile İbn-i Fadl da böyle zikretmişlerdir. Hülasası
şudur: Koca kadına olan mehir borcundan kurtulur. Kadın ise ancak bir kısmından
kurtulur. Bütün mehrini almışsa iade etmesi lâzım gelir. Bu izahla musannıfın:
"Mehr-i müeccelden borcu yoksa kadın ona aldığı mehr-i muacceli iade eder."
Sözündeki îham meydana çıkar. Zira bu söz kadın bütün mehrini almışsa mehr-i
müecceli iade etmesi lâzım gelmez. mânâsını îham etmektedir. İfadenin hakkı:
"Aksi takdirde mehri iade eder." demekdi. Ancak şöyle cevap
verilebilir: Kadın bütün mehrini alınca mehrin hepsi muaccel olur.
Sonra bilmelisin ki bunların hepsi Feth'in
ibâresine muhâliftir. Fetih'de: "Hul' ve mubare'e her hakkı ıskat eder
İlh." denildiği yerde şu ifade vardır: "Bedelden söz edilmemişse bu
hususta üç rivâyet vardır. Bunların esah olanı karı-kocadan her birinin yalnız
mehirden berâet etmesidir. Cima'dan önce olsun sonra olsun mehir alınmış veya
alınmamış olsun artık karı-koca birbirlerinden onu isteyemezler. Hatta kadın
mehrini almamışsa kocasından bir şey isteyemediği gibi hepsini almışsa kocası
da ondan bir şey iade etmesini isteyemez ilh..." Bu ifadenin bir misli de
Zeylaî ile Vehbâniyye şerhinde, Makdisî ve Şürunbulâliyye'dedir. Kâdîhân'ın
Câmi-i Sağîr şerhinde şöyle denilmektedir. "Kadına hul' yapar da bedel
zikretmezse, İmameyn'e göre karı-koca birbirlerine nikâhla vâcib olan mal
borcundan berâet etmezler. Ebû Hanife'den iki rivâyet vardır, Sahih olan
rivâyet birbirlerinden berâet etmeleridir."
Muhtar metninde de şu ifade vardır:
"Mubâre'e de hul' gibidir. Bunların ikisi de karı-kocanın nikâha müteallik
haklarını ıskat ederler. Hatta cima'dan önce ise ve kadın mehrini almışsa
kocası ondan hiç bir şey geri alamaz. Kadın kocasından bir şey almamışsa ondan
hiç bir şey alamaz. "Bu ifadenin bir misli de Mültekâ metnindedir. Dürerü'l-Bihâr
şerhi ile Mecmâ' şerhinde: "Karı-koca hiç bir mal sözü etmedilerse
birbirlerinden berâet ederler. Kadın mehrini almış olsun olmasın, kocası onunla
cima'da bulunsun bulunmasın fark etmez." denilmiştir.
Ben derim ki: Bundan anlaşıldığına göre
Fetâvâ'dan naklen yukarıda geçen söz başka bir kavildir. Şerh ve metinlerde
sahihlenmemiştir. Böylece musannıfın sözünde bozukluk olduğu iki vecihten
anlaşılmıştır. Bunların birisi sahihin hilâfına yol tutması, ikincisi de
kadının yalnız mehr-i muacceli iade edeceğini îham etmesidir. Halbuki buna kâil
olan yoktur. Hilâf ancak bütün mehri almışsa onun iadesi hakkındadır.
METİN
Hasta kadının hul'u malın üçte birinden
itibar olunur. Çünkü bu bir teberru'dur. Binaenaleyh üçte birden çıktığı takdirde
kocası mirâsla hul' bedelinden hangisi azsa onu alır. Çıkmazsa mirâsın azını
alır. Kadın iddet içinde ölürse üçte biri, iddetten sonra yahut cima'dan önce
ölürse, üçte birden çıktığı takdirde kocası bedeli alır. Meselenin tamamı
Fûsûleyn'dedir. Mükâtebe hul' olursa âzâd edildikten sonra mal vermesi lâzım
gelir. Velevki sahibinin izniyle olsun. Çünkü kendisi teberru'dan men
edilmiştir. Cariye ile ümmüveled sahiplerinin izniyle hul' olurlarsa halen malı
ödemeleri lâzım gelir. Cariye satılır, ümmüveled ile müdebbere çalışarak
öderler. İzinsiz muhâlea olmuşlarsa âzâd edildikten sonra öderler. Cariyeyi
rakabesi karşılığında sahibi hul' yaparsa, kocası hür olduğu takdirde hul'
meccanen sahih olur. Kocası mükâteb veya köle yahut müdebber olursa sahihtir ve
cariye sahibinin olur, nikâh da bozulmaz. Fakat hür ise cariyeye mâlik olduğu
takdirde nikâh bâtıl olur, hul' da bâtıldır. Binaenaleyh bunu sahihlemek demek
onu ibtal olur. İhtiyar.
İZAH
"Hasta kadının hul'u"ndan murad
ölüm hastasıdır. Çünkü o hastalık'tan iyileşirse kocası bedelin hepsini alır.
Zira iki taraf buna razı olmuşlardır. Nasıl ki kocasına bir şey hibe eder de
sonra hastalığından iyileşirse hüküm budur. Velevki iddet içinde ölmüş olsun.
"Çünkü bu bir teberru'dur."
Tekarrur etmiş bir kaidedir ki. nikâh elden çıkarken kıymeti hâiz değildir. Şu
halde kadının hul' bedeli diye harcadığı mal teberru'dur, mirâsçıya verilmesi
sahih olmaz. Ecnebî için de üçte birden geçerlidir. Ancak anlaşma töhmetini
defy için azı verilir. Nitekim erkeğin ölüm hastalığında karısını boşaması
meselesinde geçmişti.
"Hangisi azsa onu alır İlh..." Bu
şöyle izah olunur: Bu adamın kadından mirâsı elli dirhem, hul, bedeli altmış
dirhem olup malın üçte biri yüz ederse mirâsla bedel üçte birden çıktı
demektir. Şu halde az olanı yani elliyi alacaktır. Eğer üçte biri kırk ise
bununla mirâsın hangisi daha azsa onu alacaktır ki, o da kırk dır . Hâsılı bu
adam mirâsla hul' bedelinden ve malın üçte birinden hangisi azsa onu alacaktır.
Câmiu'l-Fûsuleyn'e uyarak böyle dese daha kısa ve daha zâhir olurdu.
"Üçte birden çıktığı takdirde kocası
bedeli alır." Bu şunu ifade eder ki. burada mirâsa bakılmaz. Çünkü kadın
iddetten sonra veya cima'dan önce ölürse mirâs yoktur. O halde bedele ve üçte
bire bakılır ve hangisi azsa o verilir. Lâkin Tatarhâniyye'de bildirildiğine
göre cima'dan önce olursa ve hul' mehir karşılığında yapılmışsa kadını
boşamakla yarısı sâkıt olur, kalan yarısı da mirâsçı olmayan şahsa vasiyettir.
Kadının bundan başka malı yoksa adama bu yarının üçte biri verilir.
"Çünkü kendisi teberru'dan men
edilmiştir." Yani velevki izinle olsun. Hibe etmesi gibi ki, âzâd
edildikten sonraya bırakılmasının illeti budur.
"Halen malı ödemeleri lâzım
gelir." Çünkü hıcr efendisinin izniyle kalkmış ve onun hakkında diğer
borçlar gibi olmuştur. Bahır.
"Cariye satılır." Meğerki
fidyesini efendisi versin. Câmiu'l-Fûsuleyn.
FER'İBİR MESELE: - Cariye kocasından hul'
olan akıllı küçük hürreden şurada ayrılır: Hürre bülûğa erdikten sonra
kendisinden hul' bedeli istenilmez. Nitekim halen de istenilmez. Zahîre'de
bildirilmiştir. Câmiu'l-Fûsuleyn'de şöyle denilmiştir: "Küçük kızı mal
karşılığında boşarsa talâk ric'î olur. Cariyede ise bâindir. Zira cariyede mal
karşılığı talâk sahihtir. Ancak te'cil edilir. Küçük kızda ise aklı erer bile
olsa malsız vâki olur.
"Rakabesi karşılığında" Yani
sahibi kocasına hul' bedeli olarak cariyenin kendisini vermek şartıyla hul'
yaparsa demektir. T.
"Hul' meccanen sahih olur."
Zâhirine bakılırsa mehir sâkıt olmaz. Halbuki sâkıt olacak gibi görünürdü.
Çünkü tesmiye bâtıldır. Şarab ve domuzu bedel yapmak gibiydi.
"Cariye sahibinin olur." Sözünden
murad mükâtebden gayrı kocanın efendisinin olur, demektir.
"Nikâh da bozulmaz." Çünkü cariye
kocasının malı olmaz. Kocasının sahibinin malı olur. Mükâtebe gelince: Onun
cariyede milk hakkı sâbit olur. Milk hakkı ise nikâhın devamına mânideğildir.
Onun için nikâhı bozulmaz. Bunu Câmi'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Minah'da: "Milk mükâtebin sahibinindir." denilmiştir. Bu söz metni
mutlak bırakmasını iktiza etmiştir. Ama te'vili mümkündür. "Mükâteb
sahibinin de cariyede hakkı vardır. Mükâteb aciz kalırsa cariye efendisinin
olur." denilir. Bunu Rahmetî söylemiştir.
"Binaenaleyh bunu sahihlemek demek onu
ibtal olur." Yani böyle olan bir şey ise bâtıldır. Murad muâvezanın bâtıl
olmasıdır. Mutlak surette bâtıl demek değildir. Çünkü bâbın başında görmüşdük
ki, hul' koca tarafından yemin, kadın tarafından muâvezadır. Muâveza ciheti
bozulunca öteki ciheti kalır. Fetih'de: "Lâkin bir talâk-ı bâin meydana
gelir. Çünkü bedel bâtıl olmuş, hul' lâfzı kalmıştır. Bu ise bir talâk-ı
bâindir." denilerek buna işaret olunmuştur.
METİN
FER'İ MESELELER: - Bir adam karısına: Seni
bin dirheme muhâlea ettim der ve bunu üç defa tekrarlar da kadın kabul ederse
üç binle boş olur". Çünkü kocası bunu onun kabulüne tâlik etmiştir.
Müntekâ'da şöyle denilmektedir; "Sen
bin dirheme dört defa boşsun der de kadın kabul ederse üç defa boş olur. Üçü
kabul ederse boş olmaz. Çünkü kocası bunu karısının dört talâkı kabulüne tâlik
etmiştir."
Sen şu haneye girmen üzerine boşsun sözü
kabule tevakkuf eder. şu haneye girmen şartıyla derse girmeye tevakkuf eder.
Ben derim ki: Bunların arasında ne fark
vardır diye sorulur: Çünkü Arapçada üzerine "en" edatı giren fiil-i
muzarî masdar mânâsınadır.
Bir kimse karısına: Sen bin dirheme bir
defa boşsun der de karısı: Ben senden ancak üç talâk istemiştim. Üçte biri
senin olsun cevabını verirse söz kadınındır.
İZAH
"Üç binle boş olur." Yani kadın
üç defa üç bin dirhemle boş olur. Nitekim Bahır sahibi bunu Muhît'ten naklen
açıklamış ve şöyle demiştir:
"Çünkü kadının kabulü olmazsa hiç bir
şey vâki değildir. Talâk hul'da kadının kabulüne tealluk eder. Şu halde kadın
kabul edince üç talâk birden üç binle vâki olur."
Ben derim ki: Bu mal karşılığı boşamadadır.
Böyle olmazsa muâveza sayılmaz ve talâk kabule de bağlı kalmaz. Birincisi hemen
vâki olur, geri kalanları hükümsüz kalır. Çünkü bâin bâine lahîk olmaz. Onun
için Câmiu'l-FûsuIeyn'de şöyle denilmiştir: "Karısına seni hul' ettim der
de bununla talâkı murad ederek üç defa tekrarlarsa bir talâk-ı bâin meydana
gelir. Ama seni bende alacağın olan mehir karşılığında hul' ettim diyerek bu
sözü üç defa tekrarlar kadın da kabul ederse, üç defa boş olur. Çünkü talâk
ancak kadının kabulüyle vâki olur. Kezâ kendimi senden bin dirheme hul' ettim
der ve bu sözü üç defa tekrarlar da kocası razıoldum yahut câiz kıldım cevabını
verirse, üçer bin dirheme üç talâk meydana gelir. Ama bu Fetâvâ'l-Idde'deki
ibâreye muhâliftir. Onun ibâresi sahihtir."
Ben derim ki: İdde'nin ifadesi şudur:
"Mehr-i müsemma karşılığında bir talâk vaki olur ve muâvezâtta olduğu gibi
birinci ikinci ile ikinci de üçüncü ile bâtıl olur. "Bunun vechi şu olsa
gerektir: Hul' erkek tarafından yemin sayıldığına göre söze erkek başladığı
zaman talâk kadının kabulüne muallak olur. Söze kadının başlaması bunun
hilafınadır. Çünkü onun tarafından hul' muavezadır. Binaenaleyh kocasının
kabulüne talik sayılmaz. Kocası kabul etti mi üçüncü akdi kabul etmiş sayılır.
İkinci onunla hükümsüz kalır. Birinci de ikinci ile hükümsüz kalır. Bana zâhir
olan budur. Yine Câmiu'l-Fûsuleyn'de şöyle denilmektedir: "Bir kimse seni
bin dirhem karşılığında boşadım, seni üç bin dirhem karşılığında boşadım der de
kadın kabul ederse, bu söz her iki mala şâmildir. Mal şartıyla köle âzâdı da
bunun gibidir. Satış ise bunun hilâfınadır. Çünkü satışta bu söz son fiyata
yorumlanır. Zira satışda kabulden evvel dönmek sahihtir. Köle âzâdı ve talâk
bunun hilâfınadır." Zâhire bakılırsa söze kadın başlar da böyle söyler ve
kocası kabul ederse yalnız son malla bir talâk meydana gelir. Çünkü kadının
dönmesi sahih, erkeğin dönmesi sahih değildir. Nitekim babın başında geçmişti.
Bu da: "Hul' erkek tarafından yemin, kadın tarafından muâvezadır."
sözümüze binaendir.
"Üç defa boş olur İlh..." Yani
biner dirheme üç defa boş olur. Fetih. Fetih'de Hutâsa'dan naklen şöyle
denilmiştir: "Ebu Yusuf'tan rivâyet edildiğine göre kadın beni bin dirheme
dört defa boşa der de kocası üç defa boşarsa bu üç talâk bin dirheme olur. Bir
defa boşarsa binin üçte biriyle olur." Yani söze kadın başladığı vakit
tâlik değil mûaveza olur. Kocasının söze başlaması bunun hilâfınadır. Nitekim
söylemiştik.
"Bunların arasında ne fark vardır diye
sorulur ilh..." Kezâ bu sözle bana şu kadar dirhem vermen şartıyla sözü
arasında ne fark vardır ki, şu haneye girmen üzerine boşsun sözünde olduğu gibi
bu da kabule tevakkuf eder. Bahır sahibi bu üç meselenin farkını sormuş, fakat
bir fark görülmemiştir. Nehir sahibi de onun sözünü nakletmiş, fakat bir şey
söylememiştir. Dürr-ü Müntekâ sahibi Lübâb şerhinden naklen sarîh masdarla
müevvel masdar arasında fark olduğunu söylemiş, müevveli cüsseye yorumlamak
sahihtir. Birinciyi sahih değildir demiştir. Yani Arapçada "Zeydün İmma
enyekûme ve İmma enyek'ûde" demek sahihtir. Fakat "Zeydün imma
kıyâmün ve Imma ku'udün" demek sahih değildir. Lâkin bizim meselemizde
Tahtâvî'nin dediği gibi fark zâhir değildir.
"Söz kadınındır." Çünkü kadın
binin üçte birinden ziyadesini inkâr et-mektedir. Binaenaleyh tasdik olunur.
Bahır sahibi: "Yeminiyle beraber tasdik olunur. Her iki taraf beyyine
getirirlerse kocanın beyyinesi tercih olunur." demiştir.
METİN
Bir kimse karısına mehri çocuğunun veya bir
ecnebînin olmak yahut çocuğu kendi yanında bırakmak şartıyla hul' yaparsa hul'
sahih, şart bâtıl olur.
Kadın: Ben senden hul' oldum der de kocası ona:
Ben seni boşadım cevabını verirse talâk-ı bâinle boş olur. Talâk-ı ric'î ile
boş olduğunu söyleyenler de vardır. Kadın talâk-ı ric'î şartıyla seni mehirden
ibrâ ettim der de kocası onu talâk-ı ric'î ile boşarsa, ne hüküm verileceği
hususunda rivâyet yoktur. Lâkin Ziyâdât'ta: "Sen bugün ric'î olarak boşsun
ve yarın ric'î olarak bin dirheme diğer bir talâk boşsun derse, bedel iki
talâkın olur ve her iki talâk bâindir. Lâkin milkine dönmezse yarınki talâk bir
şeysiz vâki
olur.'" denilmiştîr.
İZAH
"Hul' sahih olur." Çünkü o fâsıd
şartla bozulmaz. Nitekim geçmişti.
"Şart bâtıl olur." Yani mehir
çocuğun veya ecnebînin olmaz, kocasının olur. Nitekim Bezzâziye ve diğer
kitablarda belirtilmiştir. Kocasının çocuğu kendi yanında tutmaya hakkı yoktur.
Çünkü çocuğun annesinin yanında kalması hakkıdır. Karı-kocanın bozmalarıyla bu
hak bozulmaz. Nitekim biz bunu Hâniyye'den naklen arz etmiştik.
"Talâk-ı bâinle boş olur ilh..."
Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Kadın kocasına beni bin dirheme hul' et der
de kocası sen boşsun cevabını verirse bazılarına göre bu cevap olur ve hul'
tamamdır. Bazıları: "Hayır, bu talâkdır." demişlerdir. Muhtar olan
kavil birincisidir. Çünkü o zâhiren cevabdır. Ama kocası ben bununla cevabı
kasd etmedim derse tasdik edilir ve bir şeysiz talâk vâki olur. Kezâ kadın ben
senden hul' oldum der de kocası ben seni boşadım cevabını verirse bazıları:
"Bu cevabdır ve hul' tamamdır." demiş, birtakımları: "Hayır,
bilâkis talâk-ı ric'îdir." mutaleasında bulunmuşlardır. Bazıları da:
"Kocasına niyeti sorulur. Birinci meselede dahi sorulmak gerekir
demişlerdir." Bezzâziye'nin ifadesi şudur: "Muhtar olan kavle göre
kocası bu sözle cevabı kasdediyorsa cevap olur ve sanki hul'la boşsun demiş
gibi sayılır. Çünkü cevap olarak ağzından çıkmıştır. Binaenaleyh hul'dur,
kocası mehri vermekten berâet eder."
"Rivâyet yoktur ilh..." Bunu
Kınye sahibi haklarında rivâyet olmayan ve müteahhirin ulema tarafından yeterli
cevap verilemeyen meseleler bâbının sonunda zikretmiş ve şöyle demiştir:
"Acaba malla karşılaştırıldığı için Ziyâdât'ın meselesi gibi talâk bâin mi
olur yoksa rlc'î midir? Ve sure-i bâresinî; "Kadına mal lâzım gelir."
sözünden az önce nakletmiştir. Ben ten şart bulunduğu içîn koca berâet eder mi
etmez mî?" Bahır sahibi onun ibaresini; "Kadına mal lâzım gelir"
sözünden az önce nakletmiştir. Ben bunun üzerine yazdığım hâşiyede şöyle dedim:
"Kınye sahibi Hâvî nâmındaki eserinde Esrar'dan naklen cevabı şöyle
zikretmiştir: Vâki olan talâk ric'îdir. Koca da berâet eder. Çünkü her ikisi
ric'i talâk vukûuna razı olmuşlardır. Talâkı malla karşılaştırmak onu ric'î
vasfından değiştirmez. Ziyâdât'ın meselesi ise başkadır. O kadın kocasından bin
dirheme iki talâk-ı bâin istediği zamandır. Binaenaleyh malla karşılaştırmak
onun ric'î vasfını değiştirir ve bu vasıf hükümsüz olur. Çünkü kadın nikâh
kalmakla beraber bin dirhem vermeye razı olmamıştır." Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki: Bu cevap ancak karısı ondan
iki talâk-ı bâin istedikten sonra kocası bunu söylemişse zâhir olur. Söze
kocası başlayarak bunu söylemîş kadın da kabul etmişse, bu sözle bir talâk-ı
ric'î olmak lâzım geIir. Çünkü ikisinîn de buna rızaları vardır. Halbuki
nakledilen şekil buna muhâliftir. Zahîre'de talâkın altıncı bâbında şöyle
denilmektedir: "Sen şu saatte bir talâk boşsun. Yarın da bin dirheme bir
daha boşsun der de kadın kabul ederse, o anda bînin yarısıyla bir talâk, yarın
bir şeysiz başka bir talâk vâki olur. Çünkü talâkta bedelin vâcib olmasının
şartı onunla milkin elden gitmesîdir. Birincî talâkla milk elden gitmiştir.
Lâkîn yarından önce o kadınla evlenirse, yarın binin yarısıyla bir talâk daha
boş olur. Çünkü milk onunla elden gider. Cima'da bulunduğu karısına: Sen şimdi
bir talâk-ı ric'î iIe boşsun, yarın da bin dirhemle bir daha boşsun der de
kadın kabul ederse o anda kadın bir şeysiz bir talâk boş olur. Çünkü onu bedele
aykırı bir şeyle vasfetmîştir. Bedelle talâk ric'i olmaz. Ertesi gün bin
dirheme bîr talâk daha boş olur. Zira milk onunla elden gider. Birinci talâk
rîc'îdir, o milki elden çıkarmaz. Şayet sen bugün bîr talâk-ı bâin boşsun.
Yarın bin dirheme bir daha boşsun derse derhal bir şeysiz bir talâk-ı bâin
meydana gelir. Çünkü bâin sarîh ibane sözüyle olmuştur. 'Mukabilinde bir şey
yoktur. Yarın bir daha bir şeysiz vâki olur. Çünkü birinci talâkla milk elden
gitmiştir. Meğerki o kadınla yarından önce evlenmiş olsun. O zaman bin dirheme
ikinci bir talak vâki olur. Çünkü milk onunla elden gîder. Bu adam sen şimdi
bir talâk-ı ric'î ile boşsun. Yarın da bîn dirheme başka bir talâk-ı ric'î ile
boşsun derse bedel iki talâka verilir. Kezâ sen şimdi üç talâkla boşsun. Yarın
da bin dirheme başka bir talâk-ı bâinle boşsun derse yahut şimdi bir şeysiz bîr
talâk boşsun, yarın da bir şeysiz diğer bir talâk bin dirhemle boşsun derse bin
dirhem her ikisîne verilir ve talâkların ikisi de bâin olurlar. Çünkü ya aykırı
vasfı yahut bedeli hükümsüz bırakmak mutlaka lâzımdır. Birinciyi hükümsüz
bırakmak daha iyidir. Çünkü sonuncusu onu nesheder ve o onda binin yarısı iIe
bir talâk, yarın meccanen başka bîr talâk meydana gelir. Ancak yarından önce o
kadınla evlenirse ikinci defa binin yarısı ile bir talâk vâki olur. Bu adam:
Sen bugün bir talâk boşsun, yarın da bîn dirheme başka bir talâk-ı ric'î boşsun
dese bedel yine iki talâka verilir. Çünkü ikinciyî zıddı ile vasıflandırmıştır.
Binaenaleyh bedel iki talâka verilir." Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.
Fetih sahibi bunun bir kaidesini
zikretmiştir ki, o da şudur: Ne zaman iki talâk söyler dearkalarından mal
zikrederse o mal ikisîne mukabil olur. Ancak birincîyi mala münafi bir vasıfla
zikrederse o zaman mal ikincîye mukabil olur ve mal lâzım gelmek için onunla
talâk-ı bâin hâsıl olmak şarttır.
"Ancak birinciyi mala münafi bir
vasıfla zîkrederse" Sözü yalnız bîrinciye mahsustur. Her ikisini yahut
yalnız îkînciyi münafi vasıfla zikrederse yahut hiç birini münafi vasıfla
zikretmezse mal ikisine mukabil olur. Geçmiş talâk-ı bâin ârızasıyla ikincî
talâkla, bir şey vâcib olmaması zarar etmez. Çünkü bu ârıza giderildiği vakit
yine mal vâcib olur. Nitekim îkinciyi talâkın vakti gelmeden o kadınla evlenirse
ârıza giderilmiş olur. Böylelikle bu meselelerin anlaşılması kolaylaşır.
"Lâkin Ziyâdât'ta ilh..." Kınye
ile Hâvî'nin Ziyâdât'tan naklettikleri ibârede ric'î lâfzı iki yerde değil
yalnız birincidedir. Ama münasib olan şârihin yaptığı gibi iki yerde zikretmekdir.
Tâ ki yukarıda söylediğimize uysun. Çünkü Kınye'deki ifadeye göre bedel iki
talâka değil yalnız ikinciye verilir. Çünkü milk onunla ortadan kalkar. Nitekîm
bunun Zahîre ile Feth'in ibârelerinde açıklandığı yukarıda geçmişti.
"Lâkin milkine dönmezse ilh..."
İfadesi Kınye'de nakledilen Ziyâdât ibâresinde yoktur. Olması münasib de
değildir. Sebebini biliyorsun. Evet, şârihin söylediğine göre sahih odur.
Zahîre'nin bu meseledeki ibâresinde bunun açık söylendiği yukarıda geçti. Anla!
Tahtâvî diyor ki: "Yani birinci gün 500 dirhem mukabilinde bir talâk-ı
bâin ve yarından önce o kadınla evlenirse, yarın dahi 500 dirhem karşılığında
bir talâk vâki olur. Aksi takdirde ikinci talâk bir şeysiz olur."
METİN
Zahîriyye'de şu İbâre vardır: "Bir
kimse küçük olan karısına: Senden dört ay uzak kalırsam beni mehirden ibrâ
ettikten sonra emrin elinde olsun der de şart bulunur kadın da onu ibrâ ederek
kendini boşarsa mehir sâkıt olmaz, bir talâk-ı ric'î meydana gelir."
Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Kocası 20 dirhem veya şu kadar batman
pirinç vermek şartıyla kadın mehrîyle hul' olursa sahihtir. Ödeme yerini
bildirmesi şart değildir. Çünkü hul' satıştan daha geniştir."
Ben derim ki: Bunun ifade ettiği mânâ hul'
bedelini kocasına vâcib kılmanın sahih olmasıdır. BeIlenmelidir! Kınye'de şöyle
denilmiştir: "Kadın huccet yazmak şartıyla yahut kocası kumaşlarını iade
etmek şartıyla hul' olur da kocası kabul ederse haram olmaz. Kocasının o
mecliste hucceti yazması ve kumaşları iade etmesi şarttır." Allahu a'lem!
İZAH
"Zahîriyye'de şu ibâre vardır."
Ben Zahîriyye'de onu bulamadım. Bahır sahibi onu Valvalciyye'den şu ifadeyle
nakletmiştir: "0 halde emrin elinde olsun ve ne zaman dilersen kendini
boşa." Câmîu'l-Fûsuleyn'de de bunun misli vardır. Orada: "Boş olman
içîn." lâfzıiledir. Şârih bu sözü zikretmemîştir. Fakat mutlaka lâzımdır.
Çünkü ondan sonra ric'î talâk vâki olur demektedir. Zira üst tarafını izah için
sarîh lâfzı zikretmezse talâk bâin olur. Emrin elindedir sözüyle yapılan tefvîz
kinâyelerdendir. Onunla talâk-ı bâin meydana gelîr. Velevki kadın kendimi
boşadım desin. Çünkü itibar kocasının tefvîzınadır. Kadının îkâ'ına değildir.
Nîtekim yerinde geçmişti. Ondan sonra sarîhi söylerse buradaki gibi mu'teber
olur. Zahîre'de:
"Bir boşama hususunda emrin elindedir
sözü ric'î talâk ifade eder." denilmiştir. Onun için Bahır sahibi:
"Mehir sâkıt olmaz. Çünkü küçüğün ibrâsı sahih değildir. Talâk rîc'i olur.
Çünkü kocası ona şart bulunduğu zaman sen şu kadar mala boşsun demiş gibi olur.
Onun hükmü söylediğimîz gibidîr." demîştir. Bu ifadenîn bir mîsli de
Câmiu'l-Füsuleyn'dedir.
"Çünkü hul' satışdan daha
geniştir." Yani selemden daha geniştir demek istiyor. Çünkü yerini
bildirmek selemde şarttır. T.
"Bunun ifade ettiği mânâ ilh..."
İfadesi; Hul' ve mubâre'e her hakkı ıskat eder ilh..." sözünden az önceki
"Seni kölemi vermen şartıyla hul' ettim derse kadının kabulüne bağlı kalır
ve bir şey vâcib olmaz." İfadesine muhâliftir. Orada Müctebâ'dan naklen
bunu te'yid eden şeyler arz etmiştik. Lakin Bahır'da o meselede Bezzâziye'den
şu ifade nakledilmiştir: "Kadın kocası ile ona mehrini ve iddet nafakasını
vermek şartıyla hul' olur, kocasının kendisini 20 dirhem iade etmesini şart
koşarsa sahih olur. Kocasının 20 dirhem vermesi lâzım gelir. Bunun delili
Asıl'da zikredilen: Kadın kocası kendisine içinde şuf'a bulunmayan bin dirhem
iade etmek şartıyla bir hane üzerine muhâlea yaparsa... meselesidir. Bu delâlet
eder ki, hul' bedelini kocaya vâcib kılmak sahihtir. Kudûrinin sulh bâbında
şöyle denilmektedir: Kadın kocası aleyhine nikâh iddia eder de, o da karısına
mal vererek onunla uzlaşırsa câiz olmaz. Bazı nüshalarda câiz olur denilmiştir.
Birinci rivâyet öncekine muhâliftir. Araları şöyle bulunur: Kadın bedel
mukabilinde hul' yaparsa bedeli kocasına da vâcib kılmak câizdir ve bu hul' bedeline
mukabil olur. Hul'da iddet nafakası zikredilmediği vakit dahi böy-ledir. İddet
nafakası takdir edilmiş sayılır Fakat iddet nafakası üzerine hul' olur da başka
bir bedel zikretmezse hul' bedelinin kocasına vacib olmaması gerekir."
Bahır sahibinin Bezzâziye'den naklettiği ifade burada sona erer. Bu son derece
güzeldir. Nehir.
Hâsılı kocaya bedeli vâcib kılmanın bir
vechi yoktur. Çünkü hul' kadın tarafından muâvezadır. Kadın verdiği malla kendi
nefsine mâlik olur, Onun için de mal şartıyla yapılan talâk bâin olur. Hatta
daha önce talâk-ı bâinle boşarsa mal vâcib olmaz. Çünkü mukabilinde bir şey
yoktur. O zaman kadını mal karşılığı hul' eder yahut zimmetinde bulunan mehir
borcuna karşılık hul' yapar da kadına bir şey vermeyi kendine şart koşarsa bu hul'
bedelinden istisna sayılır. Ondan fazla olur veya hic bedel buîunmazsa iddet
nafakosınıtakdir sayılır. Meğerki bu nafaka üzerine de hul' yapılmış olsun. O
zaman ziyadesl vâcib olmaz. Allahu a'lem.
Lâkin Bezzâziye'nin başka bir yerinde
zikredildiğine göre ki bunu Bahır sahibi de kabul etmiştir muhtar olan kavil
hul' üzerine bedelin câîz olmasıdır. Bunun yolu mehir borcu varsa mehirden
istisnaya yormaktır. Bor Onun içinde mal şartıyla yapılan talâk bâin olur.
Hatta daha önce talâk-ı dar kadının mehrine ziyade olunmuş da sonra hul'
yapılmış gibi sayılır. Bu hul'u mümkün mertebe sahihlemek îçindîr. Nafakadan
istisnadır sözünûn mânâsı kadını nafakası karşılığı hul' ettiğine göredir. Aksi
takdirde o nafakayı takdirdir. Nitekim geçti. Câmiu'l-Füsuleyn'de bu uzun söze
hâcet yoktur. Ziyade satışta olduğu gibi akdin aslına katılır."
denilmîştir.
"Huccet yazmak şartıyla hul'
olursa" Yani kocası bir huccet yazıp içînde bu eşyayı zikretmek şartıyla
hul' olursa demektir.
"Haram olmaz." Yani mücerred
kocasının kabulüyle kadın kendisine haram oluvermez. Hucceti yazması ve
kumaşları iade etmesi mutlaka lazımdır. Bunların o mecliste yapılması dahi
lâbüddür. H. Allahu a'lem.
METİN
Lügaten zıhâr zâhera fiilinin masdarıdır.
Kocası karısına: Sen bana annemin sırtı gibisin. dediği zaman Araplar
"Zâhera min imraetihi" derler. (Karısına sırtını döndü mânâsınadır.)
Şer'an bir müslümanın karısını velev kitabîyye veya küçük yahut deli olsun
yahut kadının bütününü ifadeye yarayan uzuvlarından birini veya cüzü şâyı'ını kendine
ebediyyen haram olan birine zevali mümkün olmayan bir vasıfla benzetmektir.
Bize göre zimmînin zıhârı yoktur.
İZAH
Bu bahsin hul'la münasebeti zâhiren her
ikisinin geçimsizlikten meydana gelmeleridir. Hul'u evvela zikretmesi haram
kılınma hususunda daha mükemmel olduğu içindir. Çünkü hul' nikâh bağını
kesmekle haram kılmaktır. Zıhâr ise nikâh bâkî olmakla beraber haram kılmaktır.
Fetih.
"Lügaten ilh..." Bu zıhârın lügat
mânâlarından biridir çünkü zâhera fiili zahırdan alınmıştır. Sırt sırta verdiği
zaman Araplar zâhertehu derler. Bahır'da Misbâh'dan naklen şöyle denilmiştir:
"Hassaten zahır kelimesiyle zikredilmesi sırt mânâsına gelen zahır
hayvanın binilecek yerî olduğu içindir. Cima' halinde kadına binilir.
Binaenaleyh anneye binmek hayvana binmekten istiare edilmiştir. Sonra bir
kimsenin karısına binmesi yasak olan anneye binmeye benzetilmiştir. Burada
lâtif bir istiare vardır. Sanki erkek karısına: Sana nikâh için binmek bana
haramdır demiş gibidir."
"Şer'an bîr müslümanın karısını
ilh..." İfadesi sarîh ve zimmî teşbihe şâmildir. Zimmî teşbihe misâl
kocasından zıhâr olmuş bir kadını niyet ederek karısına: Sen bana filân kadın
gibisin, demektir. Kezâ bir kimse karısına zıhâr yapar da ikinci karısına: Seni
bunun zıhârına ortak kıldım yahut sen bana bunun gibisin derse zımnen ona zıhâr
yapmış olur. Velevki o kadın öldükten veya zıhâr için keffâret verdikten sonra
olsun. Çünkü bu söz "Sen bana annemin sırtı gibisin" manâsını
tezammun etmektedir. Ve hem muallaka, hem gün veya ay gibi muvakkat olana şâmildir.
Nitekim gelecektir. Bahır. Müslümandan murad âkıl bâliğ olandır. Velevki hükmen
olsun. Binaenaleyh deli, çocuk, bunak, çıldırmış, birsamlı, baygın ve uyuyan
kimselerin zıhârı sahih değildir. Ama sarhoşun, zorlanan kimsenin, hata edenin
ve mâlum işaretiyle dilsizin zıhârı sahihtir. Zıhâr yapar da sonra dinden
dönerse İmam-ı Azam'a göre zıhârı bâkîdir, İmameyn'e göre değildir.
"Karısını" tâbiri cariyeye de
şâmildir. Ama mâlik olduğu cariye ile ecnebî kadın tariften hariçtir. Meğerki
milkin sebebine izafe etmiş olsun. Nitekim gelecektir. Bir talâk-ı bâinle veya
üç talâkla boşanan kadın da tariften hariçtir. Bahır sahibi şöyle demektedir:
"Hatta zıhârı bir şarta bağlar da sonra kadını talâk-ı bâinle boşar ve
sonra şart iddet içinde bulunursa zıhâryapmış sayılmaz. Çünkü şartın bulunduğu
vakitte o kimse teşbihinde sâdıktır. Muallak talâk-ı bâin bunun hilâfınadır.
Çünkü onun faydası sayıyı azaltmaktır.
"Velev kitabîyye" Yerine
"Velev kâfire" dese daha iyi olur, mecûsîyye de şumulü bulunurdu.
Bahır'da Muhît'ten naklen şöyle denilmîştir:
Mecûsî bir kadının kocası müslüman olur da
kadına müslümanlığı arz etmeden önce ona zıhâr yaparsa sahih olur. Çünkü
kendisi keffârete ehildir. Ferci yapışık, cima edilmiş ve edilmemiş kadın bunda
dahildir. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir.
"Uzuvlarından" Baş ve boyun gibi
birini benzetmesidir.
"Cüz-ü şâyı'ını benzetmektir."
Senin yarın, üçte bîrin ve benzeri sözlerle olur.
"Kendine ebediyyen haram olan bîr
kadına" Yani kendisine gerek ne-seben gerekse sıhriyyet ve süt dolayısıyla
haram olan bir kadının bakılması haram bir uzvuna benzetmektir. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir. Yahut o kadının bütününe benzetmekle yapılır. Meselâ
"Sen bana anam gibisin" der. Çünkü, bunda sırtına benzetmek ve daha
fazlası vardır. Nitekim gelecektir. Lâkin bu kinâyedir. Mutlaka nîyet etmesi
lâzımdır. Bu da gelecektir. Anlaşılıyor ki, kendisine benzetilen kadının
bakılması haram bir cüz'üne benzetmesi lâzımdır. Aksi takdirde zıhâr sahih
olmaz. Velevki bütününü ifadeye yarayan bir uzvu olsun. Meselâ, annemin başı
veya annemin yüzü gibisin demiş olsun. Benzetilen zevce bunun hilâfınadır. Zira
onun bütün vücudu ifadeye yarayan bir cüz'ünü zikretmesi kâfidir. Velevki o
cüz'e bakmak haram olmasın. Meselâ senin başın desin. Buna dikkat et! Kendine
haram kıldığı kadın tâbiriyle îkinci Karısı ve carîyesi hariç kalır.
Fetih sahibi diyor ki: "Bu uzvun sırt
ile bakılması helâl olmayan başka bir uzuv olması arasında fark yoktur. Buna
zıhâr isminin tahsis edilmesi sırt kelimesini tağlib suretiyledir. Çünkü Arapların
dilinde asıl olan bu kelimedir." Nihâye sahibi haram kılmayı zinâ ettiği
kadının anasıyla kızından ihtiraz için, bil-ittifak ise diye kayıdlamıştır.
Zira karısını bunlara ben zetmekle zıhâr yapmış olmaz. O bu sözü Tahavî şerhine
nisbet etmiştir. Lâkin bu kavil İmam Muhammed'indir. Ebû Yusuf'a göre zıhâr
yapmış sayılır, İmam-ı Azam'ın kavli de budur. Kaadi Zahîruddin: "Sahih
olan da budur." demiştir. Lâkin İmâdî, îmam Muhammed'in kavlini tercih
etmiştir. Nehir. Fetih sahibi diyor ki: "Bu hilâf hâkimin o kadının nikâhı
helâldır veya değildir diye verdiği hükmün geçerliliğine mebnîdir. Yoksa evvela
hürmetin ittifâkı olup olmadığına mebnî değildir. Hatta burada içtihad câiz
midir değil midir meselesine mebnîdir..."
"Bîze göre zimmînin zıhârı
yoktur." Çünkü keffâret ehlinden değildir. Fakat İmam Şâfiî'ye göre
sahihtir. T.
"Zevali mümkün olmayan bir
vasıfla" Annelik, kız kardeşlik velev süt cihetinden olsun ve musaheret
zevali mümkün olmayan vasıflardandır.
METİN
Karısının kız kardeşine yahut üç talâkla boşadığı
kadına benzetmesi bu tariften hariçtir. Mecûsîyyeye benzetmesi de öyledir.
Çünkü, müslüman olması câizdir. Haram olan biri tâbiri erkek ve kadına şâmil
olan şahsın sıfatıdır. Binaenaleyh kadını babasının veya akrabasından birinin
fercine benzetse zıhâr yapmış olur. Bunu musannıf Bahır sahibine uyarak
söylemiştir. Fakat Nehir sahibi bunu Bedayı'ın şu ifadesiyle reddetmiştir:
"Zıhârın şartlarından bîri kendisiyle
zıhâr yapılanın kadınlar cinsinden olmasıdır. Hatta bir adam karısını babasının
veya oğlunun sırtına benzetse sahih olmaz. Çünkü bu ancak şeriatla bilinen bir
şeydir. Şeriat ise kadınlar hakkında vârid olmuştur.
Evet, Hâniyye'nin şu ifadesi vârid
olabilir: "Sen bana kan, şarab, domuz, gıybet, koğuculuk, zina, ribâ,
rüşvet ve müslümanı öldürmek gibi sin" der de talâk veya zıhârı niyet
ederse, sahih kavle göre niyetiyle olur. Sen bana anam gibisin sözü böyledir.
Çünkü anaya teşbih ziyadesiyle onun sırtına benzetmektir. Bunu Kuhistânî
Muhît'e nisbet ederek söylemiştir. Zıhârı milke veya milkin sebebine izafe
etmek de sahihtir. Meselâ; "Seni nikâh edersem şöyle olsun" der.
Hatta, "Seninle evlenirsem sen bana yüz kerre annemin sırtı gibi ol"
dese her defası için bir keffâret vermesi icab eder. Tatarhâniyye.. Kadının
erkeğe zıhâr yapması hükümsüzdür. Ona hürmet ve keffâret yoktur. Bununla fetva
verilir. Cevhere. İbn-i Şihne yemin keffâreti lâzım geleceğini tercih etmiştir.
İZAH
"Çünkü müslüman olması câizdir."
Kitabîyye olması da öyledir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Şu halde onun
ebedî haram olması mecûsîlik vasfının devamına bakaraktır. Bu vasıf ortadan
kalkarsa ebedîliği kalkar. T.
"Fakat Nehir sahibi ilh..." Ben
derim ki: Bu ifadenin bir misli de Ha-niyye'nin şu sözüdür: "Erkeğe
benzetmek hangi erkeğe olursa olsun zıhâr değildir." Bu sözün benzeri de
Tehzib'den naklen Tatarhâniyye'de ve keza Zahîriyye'de mevcuddur. Sonra bunu
açıkça Hâkim'in Kâfî'sinde dahi gördüm. Bu Muhît sahibinin eleştirme yaparak:
"Zıhâr yapmış sayılması gerekir." demesine aykırıdır. Nehir sahibi
diyor ki: "Bununla Bahır'ın sözü defedilmiş olur. Bahır sahibi Muhît'in
ifadesini kesin olarak kabul etmiş, fakat inceleme yaparak nakletmemiştir.
"Evet, Hâniyye'nin şu ifadesi vârid
olabilir ilh..." Nehir'de böyle denilmiş ise de bu söz reddedilmiştir.
Çünkü Hâniyye'nin ifadesi bunun hilâfınadır. Nassı şudur: "Bir kimse
karısına: Sen bana lâşe, kan ve domuz eti gibisin, derse bu hususta muhtelif
rivâyetler vardır. Sahih olan rivâyete göre bir şey niyet etmemişse îlâ olmaz.
Talâkı niyet etmişse talâk olur. Zıhârı niyet etmişse zıhâr olmaz."
Tatarhâniyye ile Şürunbulûliyye'de dahi Hâniyye'yenisbet edilerek böyle
denilmektedir. Binaenaleyh anlaşılıyor ki, zıhâr olmaz sözü Nehir sahibinin
nüshasından düşmüştür. Bununla Bedâyı ve diğer kitabların ifadeleri te'yid
edilmiş olur. Anla!
"Çünkü anaya teşbih" Sözü bir
itirazın cevabıdır. İtiraz: "Burada mahreminin bakılması haram bir uzvuna
benzetme yoktur." şeklindedir.
"Muhît'e nisbet ederek
söylemiştir." Benim Kuhistânî'de gördüğüm bunu sahihlemekten
bahsetmeksizin Nazm'a nisbet etmesidir. Bu sadece Hâniyye'de zikredilmiştir.
Lâkin gördüğün gibi şârihin söylediğinin aksinedir.
"Seni nikâh edersem şöyle olsun."
Sözü milkin sebebine misâldir. Milke misâl ise: Benim karım olursan şöyle olsun
demesidir.
"Şöyle olsun" Sözünden murad: Sen
bana annemin sırtı gibi ol demektir. "Ve sen boşsun" Sözünü ziyade
eder de sonra muallak talâk yerini buldukta o kadınla tekrar evlenirse zıhârın
hükmü bâkîdir. Meğer ki bunu öne alarak: Sen boşsun ve bana annemin sırtı
gibisin demiş olsun. Bu takdirde kadın talâk ile evvela bâin olur. Çünkü
cima'dan önce boşanmıştır. İmam-ı A'zam'a göre bu iş vuku hususundaki tertibe
göredir. İmameyn buna muhâliftir. Nitekim Dürr-ü Müntekâ'da bu bâbın sonunda
beyan edilmiştir. Biz onu tâlikta ve îlâ bâbının başında arz etmiştik.
"Yüz kerre" Sözü haldir. Cümlenin
mef'ulüne de hal olabilir. cevabı şarta da. Mef'ulün hali dersek: "Bu sözü
yüz defa tekarlayarak söylerse, mânâsına gelir. Cevabı şarta hal olması daha
yakındır ve mef'ulün tamamlaması olur. Her iki ihtimale göre de zıhar ve
keffâret tekerrür eder. Birinci ihtimale göre bu zâhirdir. İkinciye göre de
öyledir. Çünkü: Sen defalarca yahut binlerce boşsun." demiş gibi olur.
Böyle dese kadın üç talâkla boş olur. Nitekim cima edilmeyen kadının talâkı
bâbından az önce geçmişti. "Sen bana bin defa haramsın" Sözünü cima
ettiği karısına söylerse bunun hilâfına yalnız bir defa boş olur. Bunu orada
arz etmiştik. îlâ bâbının sonunda da geçmişti ki, bu iki sözün arasındaki fark
şudur: Yüz defa dediğinde o sözü yüz defa söylemiş gibi olur. Haram sözünü
defalarca tekrarlarsa onunla yalnız bir talâk hâsıl olur. Çünkü o bâindir.
Talak sözü onun hilâfına olarak sarîhtir. Sarîh sarîhe lahîk olur. Zıhâr dahi
zıhâra lahîk olur. Nitekim metinde gelecektir. Anla!
"Kadının erkeğe zıhâr yapması
hükümsüzdür." Yani kadın kocasına:
"Sen bana annemin sırtı gibisin"
yahut "Ben sana annenin sırtı gibiyim" derse bu söz hükümsüz kalır.
Çünkü kadının haram kılmaya hakkı yoktur. T.
"Ona hürmet yoktur." Sözü
hükümsüz kaldığını beyandır. Yani bu kadının cima için kocasına imkân vermesi
haram değildir. Zıhâr ve yemin keffâreti vermesi de lâzım gelmez. T.
"Bununla fetva verilir." Bu
kavlin mukabili Şürunbulâlî'nin Vehbâniyye şerhinde Hasan b. Ziyad'dan
nakledilmiştir ki, ona göre kadının zıhârı sahihtir, zıhâr keffâreti vermesi
icab eder. Bu kavil İmam Ebû Yusuftan da rivâyet olunmuştur. T.
"Yemin keffâreti lâzım geleceğini
tercih etmiştir." Binaenaleyh yemin bozulunca bu keffâret vâcib olur.
Bazıları zıhâr keffâreti vacib olacağını söylemişlerdir. Bu söz tâlik suretiyle
söylenmişse keffâret kadın o adamIa evlendiği vakit vâcib olur. Kadın halen
nikâhında iken söylenmişse derhal vâcib olur. Çünkü kadına kocasını cima'dan
men etmek için kesin olarak direnmek helâl değildir. Bunu İbn-i Vehbân'dan
naklen Bahır sahibi söylemiştir.
METİN
Bu yani zıhâr: Sen bana annemin sırtı
gibisin yahut annenin sırtı gibisin -söylemeyip bana kelimesini söylemese de
hüküm böyledir. Nitekim Nehir'de belirtilmiştir.- yahut senin başın annemin
sırtı gibidir ve benzeri sözlerle olur. Meselâ, boyun gibi bütün insanı ifade
eden kelimelerle yahut senin vücudunun yarısı -cüzü şâyı'ı da öyledir- annemin
sırtı gibidir yahut annemin karnı gibidir veya annemin uyluğu gibidir yahut
annemin ferci gibidir veya kız kardeşimin sırtı gibidir, halamın sırtı gibidir,
annemin ferci gibidir, kızımın ferci gibidir gibi sözlerle olur. Şerhin
nüshalarında böyle denilmiştir. Bundaki tekrar gözden kaçmamaktadır. Metnin
nüshalarında ise: "Yahut babamın ferci veya akrabamın ferci gibisin."
denilmiştir. Bunun reddedildiğini gördün. Bu gibi sözlerle o kimse niyetsiz
zıhâr yapmış olur. Çünkü söz sarîhtir. Artık keffâret verinceye kadar o kâdınla
cimada bulunmak ve cima'ın mukaddimeleri kendisine haram olur. Çünkü temastan
men edilmiştir. Bu hepsine şâmildir. Kezâ kadının cima için kocasına imkân
vermesi de haramdır. Ama bakmak haram olmaz. İmam Muhammed'den bir rivâyete
göre adam yoldan gelirse şefkat için karısını öpmesi caizdir. Velevki kadın ona
milki yeminle yahut başka kocayla evlendikten sonra dönmüş olsun. Çünkü zıhârın
hükmü bâkîdir.
İZAH
"Sen bana..." Bahır sahibi diyor
ki: "Sen benden, sen bence ve sen benimle sözleri de bunun gibidir."
"Nitekim Nehir'de
belirtilmiştir." Yani Nehir sahibi Bahır sahibinin yaptığı incelemeye
muhâlif olarak bana kelimesini söylemeden "Sen annemin sırtı
gibisin." demekle zıhâr yapmış olması lâzım geleceğini söylemiştir.
Hayreddin-i Remlî diyor ki: "Bununla zıhârı niyet etmedikçe zıhâr olmaz.
Çünkü zarf mâlum olduğu vakit onu cümleden atmak câizdir. Onu niyet etmesi
sahih olur. Düşün!" Bu izaha göre o zıhârın kinâyesi demek olur ki, niyete
bağlıdır. Çünkü sözün "Benden başkasına annemin sırtı nasılsa sen de
öylesin." mânâsına ihtimali vardır."
"Ve benzeri ilh..." Bahır sahibi
diyor ki: "Talâkın izafe edilmesi sahih olan her şeyle zıtlâryapmış olur.
Binaenaleyh el, ayak ve benzerleri bundan hariçtir."
"Annemin sırtı gibidir ilh..."
Yani mahreminden ebediyyen bakması helâl olmayan her uzvu böyledir. Nitekim
yukarıda geçti. Bununla bakması helâl olan el, ayak ve yan gibi uzuvlar hariç
kalır. Bunlarla zıhâr olmaz. Hâniyye'de bildirildiğine göre: Sen bana annemin
dizi gibisin dese kıyasda zıhâr yapmış olur. Senin uyluğun annemin uyluğu
gibidir dese zıhâr yapmış olmaz. Senin başın annemin başı gibidir sözü de
böyledir. Yani ikincide müşebbeh tarafından şart yoktur. Üçüncüde ise
müşebbehüm bih tarafında şart bulunmamaktadır.
"Bundaki tekrar gözden
kaçmamaktadır." Zira annenin ferci iki defa zikredilmiştir. Tahtâvî buna
cevap vererek: "Yahut annemin ferci yahut kızımın ferci sözünden murad
bunu ikisinin arasında tereddütlü söylediğine göredir." demiştir.
"Metnin nüshaları"ndan murad
şerhsiz yazılan nüshalardır. "Niyetsiz zıhâr yapmış olur." Yani
bunlarla yalnız zıhâr meydana gelir. Talakı niyet ederse sahih olmaz. Çünkü
nesh edilmiştir. onu yapamaz. Hidâye'de böyle denilmiştir. Bu söz zıhârın
vaktiyle İslâm'da talâk sayıldığını gerektirir. Tâ ki neshle vasıflansın.
Halbuki Hidâye sahibi evvela zıhârın cahiliyyet devrinde talak sayıldığını
söylemiştir. Bu söz zıhârın nâsih olmamasını gerektirir. Bahır. Cevap şudur:
Zıhâr hem cahiliyyet devrinde, hem İslâm'ın ilk devirlerinde talâk idi. Buna
delil Peygamber (S.A. V.)'in: "Seni ancak ona haram olmuş görüyorum."
buyurmasıdır. Bunun üzerine "Kaa semia" âyeti inmiştir.
"Çünkü söz sarîhtir." Ulemanın
sözlerinden zâhir olan şudur ki, sarîhten murad uzuv zikredilendir. Dürr-ü
Müntekâ. Kinâye lâfızlarını musannıf ileride bildirecektir. Tahtâvî diyor ki:
"Şaka yapanın zıhârı sahihtir. Zıhâr talâkın sayısını azaltmaz. Talâk-ı
bâin mânâsına da gelmez. Velev ki müddet uzasın." Hindiyye.
"Ve cima'ın mukaddimeleri" Öpmek,
sıkmak, fercine şehvetle bakmak gibi şeylerdir. Şehvetsiz dokunmak ise bil
ittifak bundan hariçtir. Nehir.
"Çünkü temastan men edilmiştir
ilh..." Yani Teâlâ Hazretlerinin:
"Karı-koca birbirlerine temas etmezden
önce..." âyet-i kerîmesiyle temastan men edilmiştir. Bu hem cima'a, hem
onun mukaddimelerine şâmildir. Ayeti mecaza hamletmek için bir sebeb yoktur.
Mecaz mânâsı cima'dır. Çünkü hakikat mânâsı mümkündür. Binaenaleyh bunların hepsi
nass ile haram kılınmıştır. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştir.
Ben derim ki: Şehvetsiz dokunmanın bilicma
hariç kalması mecaza yorumlamayı mûcib değildir. Bahır'ın ifadesi buna
muhâliftir.
"Ama bakmak haram olmaz." Yani
kadının sırtına, karnına, saçlarına ve göğsüne bakmak haram değildir. Bahır.
Yani şehvetle baksa bile haram değildir demek istiyor ki, şehvetle fercine
bakmak bunun hilafınadır. Nitekim geçti.
"şefkat için" tâbiri gösteriyor
ki, öpmek ancak şehvetle olursa haramdır. Bunu ağzından öpmezse diye kayıdlamak
gerekir, Çünkü ağızdan öpmek mutlak surette hürmeti musahereyi icab eder.
Düşün!
"Keffâret verinceye kadar"
İfadesi haramdır sözünün gayesidir. Ama bu zıhâr muvakkat olmadığına göredir.
Muvakkat olursa vaktin geçmesiyle sakıt olur. Nitekim gelecektir.
"Ona dönmüş olsun ilh..." Nehir
sahibi diyor ki: "Musannıf gaye ile yani "keffâret verinceye
kadar" demekle şunu ifade etmek istemiştir ki, bu adam karısını üç defa
boşar da kadın tekrar ona dönerse zıhârla döner. Keza kadın cariye olur da onu
satın alır ve akid bozulursa yahut kadın hurre olur da dinden dönerek darı
harbe kaçar ve esir edilerek sonra kocası onu satın alırsa. keffâret vermedikçe
kadın ona helâl olmaz."
METİN
Liân da öyledir. Keffaret vermeden cima'da
bulunursa tevbe ve istiğfar eder ve yalnız zıhâr için keffâret verir. Bazıları
cima için ayrı keffâret vermesi lâzımdır demişlerdir. İkinci defa cima'da
bulunursa keffâret vermeden karısına dönemez. Âyette zikredilen dönmesinden
murad kadınla cima'da bulunmanın mubah olduğuna kuvvetle azmetmesidir. Azmeder
de sonra cima'da bulunmamaya karar verirse keffâret vermesi vâcib değildir.
Yani âyetteki avdet ederlerse tâbirinden murad söylediklerinden dönerler de
cima'da bulunmak isterlerse demektir, Ferrâ diyor ki: "Avdet rucu' demektir.
Buradaki (li) edatı (an) mânasınadır." (Yani limâ kâlû cümlesinin mânâsı
söylediklerine dönerler demek değil, söylediklerinden dönerlerse mânâsınadır
demek istiyor.) Kadının kocasından cima istemeye hakkı vardır. Çünkü buna hakkı
teallûk etmiştir. Ama keffâret verinceye kadar kocasını kendisinden istifadeden
men etmesi gerekir. Hâkime vâcib olan da adamı keffâret vermeye zorlamaktır. Bu
kadından zararı defy içindir ki, ya keffâret verinceye yahut boşayıncaya kadar
o adamı hapset-mek veya döğmekle olur. Keffâret verdim derse yalancılıkla mâruf
olmamak şartıyle tasdik edilir. Zıhârı bir vakitle kayıdlamışsa o vaktin
geçmesiyle zıhâr sâkıt olur. Zıhârı Allah'ın dilemesine tâlik etmek onu ibtal
eder. Filanın dilemesine tâlik etmesi bunun hilâfınadır.
İZAH
"Liân da öyledir." Yani onun da
hürmeti ebedî kalır. Velevki kadın başka kocaya gittikten sonra tekrar ilk
kocasına dönsün. Kadın tasdik edinceye veya erkek kendini yalanlayıncaya yahut
her ikisi veya birisi lian ehliyetinden çıkıncaya kadar hürmet bâkîdir. Nitekim
izahı gelecektir. Şübhesiz kadının cariye olması veya dinden dönmesi kendisini
liâna ehil olmaktan çıkarır. Binaenaleyh meselenin bu ikisiyle tasviri dahi
sahih değildir.
"Tevbe ve istiğfar eder." Bahır
sahibi diyor ki: "İstiğfar Muvatta'da İmam Mâlik'in kavli olmak üzere
nakledilmiştir. Bundan murad o günâhtan tevbe etmektir. Adı geçen günâh
keffâretvermeden cima'da bulunmanın haram olmasıdır." Bu ifade bu hususta
hadîs sâbit olmadığını gösterir. Nitekim Fetih'de de kaydedilmiştir. Lâkin Nûh
Efendi'nin Allâme Kâsım'dan naklettiğine göre bunu İmam Muhammed Asıl nâmındaki
kitabında zikretmiş ve şöyle demiştir: "Bize Resûlüllah (S.A.V.)'den
nakledildi ki, bir adam karısına zıhâr yapmış ve keffâret vermeden onunla
cima'da bulunmuş. Peygamber (S.A.V.) bunu duyunca o adama Allah Teâla'dan
istiğfarda bulunmasını ve keffâret vermedikçe bu işi bir daha yapmamasını emir
buyurmuş." İmam Muhammed'in tebligatı, senedlidir. Bunu da oruç bahsinde
senedli olarak zikretmiştir.
"Bazıları cima için ayrı keffâret vermesi
lazımdır demişlerdir." Bu sö-
zün zâhirine bakılırsa söyleyen bizim
mezhebimizdendir. Halbuki öyle değildir. Çünkü Fetih'de şöyle denilmektedir:
"İki keffâret vâcib olmaz. Nitekim Amr b. Âs'dan Kâbisâ, Saîd b. Cübeyr,
Zührî ve Kûtâde'den iki keffâret lazım geldiği nakledilmiştir. Hasan-ı Basri
ile Nehaî'den rivâyet edildiği gibi üç keffâret dahi lâzım gelmez."
"Karısına dönemez ilh..." Dönerse
yine tevbe ve istiğfar eder. Çünkü keffâret vermeden hürmet hâla bâkîdir.
"Keffâret vermesi vâcib değildir."
Çünkü kuvvetli azim yoktur. Bazılarının dediği gibi nefsi azim ile keffâret
vâcib olur da sonra sukut eder demek değildir. Çünkü keffaret sâkıt olduktan
sonra ancak yeni bir sebeble icab eder. Bunu Bedâyı'dan naklen Bahır sahibi
söylemiştir. Lâkin Bedâyı'da bundan sonraki bâbta: "Azmeder de sonra
kadını talâk-ı bâinle boşarsa keffâret sâkıt olur." denilmiştir. Buna
şöyle cevap verilebilir:
"Vâcib değildir diyecekken müsamaha
göstererek sâkıttır kelimesini kul-lanmıştır."
"Kadınla cima'da bulunmanın mubah
olduğuna" İfadesindeki mubah olduğuna kaydı şunun için yapılmıştır: Bahır
sahibi: "Ulemanın kadınla cima'da bulunmaya azmetmesidir sözlerinden
muradları o kadınla cima'da bulunmanın mubah olduğuna azmetmesidir. Yoksa
cima'ın kendisine azmetmesi değildir. Çünkü demişlerdir ki, âyet-i kerîmedeki
sonra dönerlerse tâbirinden murad söylediklerini bozmak ve kaldırmak için
dönerlerse mânâsınadır. Bu ise ancak o kadının cima'ı haram olduktan sonra onu
mubaha döndürmekle olur. Çünkü mubah haramın zıddıdır, Yoksa cima'ın kendisi
değildir." demiştir.
"Söylediklerinden dönerlerse
ilh..." sözü "Avdet ederlerse"nin tefsiridir. Burada münasip
olan "Yani âyetteki" diyeceğine "Yahut ayetteki" tâbirini
kullanmasıydı. Çünkü avdeti cima'ı mubah görmeye azmetmek diye tefsirde
bulunmak âyette muzaf takdir edildiğine göredir. Yani söylediklerinin zıddına
dönerlerse demektir. Nitekim yukarıda geçmişti. Şârihin bahsettiği ise
naklettiğine mebnî başka bir tefsirdir.
"Adamı keffâret vermeye
zorlamaktır." Bu söze şöyle itiraz edilmiştir:
Keffaret vermeye zorlamaktan fayda ancak
cima'dır. Cima ise erkeğe ancak ömründe bir defa hükmolunur. Nitekim kasm
bâbında geçmişti. Onun içindir ki, kadınla bir defa cima'da bulunduktan sonra
âleti kalkmaz olsa te'cil edilmez.
Hamevi diyor ki: "Bu meseleyi zıhârdan
önce hiç cima'da bulunmadığına göre farz etmek ihtimalden uzaktır. Şöyle
denilebilir: Keffârete zorlamanın faydası günâhı kaldırmaktır." Yani zıhâr
bir mâsiyettir. Erkeği üzerine diyâneten vâcib olan kadının cima hakkına mâni
olmaya sevk eder. Onun için bu mâsiyeti yok etmesini emreder ki, kadın
kendisine helâl olsun. Nasıl ki îlâ yapan kimseye müddeti içinde karısına
cima'da bulunması emrolunur. Cima'da bulunmazsa kadından zararı defy için kadın
talâk-ı bâinle boş olur.
"Hapsetmek veya döğmekle olur."
Yani evvela hapseder, yine inadında devam ederse onu döğer. Nitekim Bahır'da
belirtilmiştir.
"Zıhân bir vakitle kayıdlamışsa
ilh..." 0 vakit içinde kadına yaklaşmak isterse keffâret vermeden câiz
olmaz. Zâhire bakılırsa vakit dört ay yahut fazla olduğu takdirde îlâ sayılmaz.
Çünkü rüknü yoktur. İlânın rüknü yemin etmek yahut meşakkatli bir işe tâlikta
bulunmaktır. T. Bu zâhirdir. Zeylaî'de buradan başka bir yerde şöyle
denilmiştir: "Zıhâr yemindir diyenin sözü fâsiddir. Çünkü zıhâr münker bir
söz ve hâlis bir yalandır. Yemin ise meşru ve mubah bir tasarruftur."
Sonra Hâkim'in Kâfîsi'nde şöyle denildiğini gördüm: "Zıhar yapan kimseye
îlâ dahil değlidir. Velevki kadınla dört ay cima'da bulunmasın."
"Filanın dilemesine ilh..." Çünkü
bu zıhârı ibtal etmez. O filan meclisde dilerse zıhâr olur. Nitekim Nehir'de
beyan edilmiştir. H.
METİN
Sen bana annemin mislisin yahut annem
gibisin -kezâ bana kelimesini atarak sen annemsin- sözüyle iyilik yahut zıhâr
veya talâk niyet ederse niyeti sahihtir, niyet ettiği şey olur. Çünkü bu
kinâyedir. Hiç bir şey niyet etmez veya gibi edatını atarsa hükümsüz kalır ve
en azı olan iyilik yani keramet teayyün eder. Ama sen anamsın veya ey kızım, ey
kız kardeşim gibi sözler mekrûhtur. Sen bana anam gibi haramsın sözü ile niyet
ettiği zıhâr veya talâk sahih olur. Haram sözünü ziyade ettiği için bu keramet
mânâsını murad etmeye mânidir. Hiç bir şey niyet etmezse en aşağısı sâbit olur
ki, o da esah kavle göre zıhârdır. Sen bana annemin sırtı gibi haramsın sözüyle
yalnız zıhâr sâbit olur. Çünkü bu söz sarîhtir.
İZAH
"Niyet ederse ilh..." Cümlesi
zıhârın kinâyelerini beyandır. Musannıf bununla işaret ediyor ki, sarîh sözde
mutlaka uzvu zikretmek lâzımdır. Bahır.
"Çünkü bu kinâyedir." Yani zıhâr
ve talâkın kinâyelerinden biridir. Bahır sahibi diyor ki: "Bununla talâkı
niyet ederse haram lâfzında olduğu gibi talâk-ı bâin meydana gelir. İlâyı
niyetederse Ebû Yusuf'a göre îlâ, İmam Muhammed'e göre zıhârdır. Sahih kavil
hepsine göre îlâ olmasıdır. Çünkü teşbihle te'kid edilmiş bir haramdır."
Fetih sahibi buna itirazla:
"Bu ancak sen bana annem gibi haramsın
sözünde doğrudur. Halbuki bizim sözümüz mücerred sen anamsın dediğine
göredir." demiştir. Yani haram sözünü söylemediği zaman demek istemiştir.
Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir:
Hürmet açık olarak söylenmese de murad edilmiştir. Şu da var ki Hayreddin-i
Remlî: "Kezâ mücerred hürmeti niyet ederse zıhâr olması gerekir. O
kimsenin ben iyiliği niyet ettim demesi şayet kavga ve talâk müzakeresi
halindeyse kazaen tasdik edilmemelidir." demiştir.
"Veya gibi edatını atarsa" Yani
sen anamsın derse hükümsüz kalır. Bunu Zeyd arslandır cümlesinde olduğu gibi
istiare saymak kötü zandan sayılır. Bunu Kuhistânî'den naklen Dürr-ü Müntekâ
sahibi söylemiştir.
Ben derim ki: Fetih'den nakledeceğimiz;
"Edatı açıkça söylemek mutlaka lâzımdır." sözü de buna delâlet eder.
«Hükümsüz kalır.» Çünkü teşbih hakkında
mücmeldir. Hususî bir maksad anlaşılmadıkça bir şeye hüküm edilemez. Fetih.
«Mekrûhtur ilh...» Şârih Bahır ile Nehir'e
uyarak mekrûh olduğunu kesin söylemiştir. Fetih'in ibâresi ise şöyledir:
"Sen annemsin derse zıhâr yapmış olmaz. Ama mekrûh olması gerekir.
Ulemanın açıkladıklarına göre bir adamın karısına ey kız kardeşim demesi
mekrûhtur. Bu hususta Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiği bir hadîs vardır:
"Rasûlüllah (s.a.v.) bir adamı karısına: Ey kız kardeşim derken işitti de
bunu kerîh gördü ve bundan nehy buyurdu." denilmektedir. Nehyin mânâsı
teşbih sözüne yakınlığıdır. Bu hadîs olmasa bu zıhârdır denilebilirdi. Çünkü
sen anamsın sözündeki teşbih edatı da zikredilince ondan daha kuvvetlidir. Ey
kız kardeşim sözü şüphesiz istiaredir. O da benzetmeye binaen söylenir. Lâkin
hadîs onda nehy ve kerâhetten başka bîr hüküm beyan etmediğlne göre onun zıhâr
olmadığını göstermiştir. Binaenaleyh anlaşılıyor ki, şer'an zıhâr olması için
teşbih edatını açık olarak söylemek mutlaka lâzımdır.
«Niyet ettîği zıhâr olur.» Çünkü kadını
hürmette anasına benzetmiştir. Halbuki bu adam karısını anasının sırtına
benzetse zıhâr yapmış olurdu. Anasının bütününe benzetmekle bilevla zıhâr
yapmış olur. Nehir.
«Veya talâk sahih olur.» Çünkü bu söz
kinâyelerdendir. Kinâyelerle ise ya niyet yahut halin delâleti bulunmak
şartıyla talâk vâki olur. Sen annem gibisin sözü hürmeti te'kiddir. Talâk murad
ettiğine delil bulunursa meselâ karısı talâkı istediyse kocası ben zıhârı niyet
ettimdediği takdirde ne hüküm verileceğini bir yerde görmedim. Nehir.
Ben derim ki: Tasdik edilmemesi gerekir.
Çünkü kinâyeler bâbında halin delâleti acık bir karine olarak niyete tercih
edilir. Binaenaleyh en aşağısını niyet ettim iddiasında tasdik edilmez. Çünkü
bunda kendine tahfif vardır. Şu da var ki, bu meselede îlâyı yahut mücerred
haram kılmayı niyet ederse ne hüküm verileceği beyan edilmemiştir.
Tatarhânîyye'de Muhît'ten naklen şöyle denilmektedir: "Sadece haram
kılmayı nîyet ederse niyeti sahihtir." Yine orada Hâniyye'den naklen:
"Talâkı veya zıhârı yahut îlâyı hiyet ederse niyetine göre olur."
denilmektedir.
Hayreddîn-i Remlî diyor kî: "Haram
kılma niyeti sahihtir dersek bu Ebû Yusuf'a göre îlâ, İmam Muhammed'e göre
zıhâr olur. Yukarıdaki sahihlemesine göre bil-ittifak zıhâr olur. Çünkü
teşbihle te'kîdlenmiş bir tahrimdir. Bunu söylememiz memleketimizde çok vuku
bulduğu içindir."
Ben derim ki: Hâkim'in Kâfîsi'nde:
"Haram kılmayı murad eder de talâkı niyet etmezse zıhâr olur."
denilmektedir.
«En aşağısı sâbit olur» Çünkü uzun zaman
geçse de nikâh milkini gi-dermemiştir. T.
«Esah kavle göre...» Çünkü yukarıda geçtiği
gibi bu söz teşbihle te'kid edilmiş bir tahrimdir. Hâniyye'de: "Ebu
Hanife'den bir rivâyete göre îlâ olur. Ama sahih olan birincisidir."
denilmiştir.
«Çünkü bu söz sarihtir.» Zira sırt kelimesi
açık söylenmiştir. Binaenaleyh o kimse talâkı da, îlâyı da niyet etse veya hiç
niyeti olmasa zıhâr yapmış olur. Bahır. İmameyn'e göre talâk veya îlâyı niyet
ederse niyetine göre olur. Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre bu sözle talâkı
murad ederse talâk lâzım gelir. Zıhârı ibtal iddiası tasdik edilmez. Kezâ
bununla yemini murad ederse hem îtâ hem zıhâr yapmış sayılır. Tatarhâniyye.
METİN
Bir kimsenin cariyesine ve izni olmadan
aldığı karısına zıhâr yapması, sonra kadının razı olması sahih değildir. Çünkü
ortada karı-kocalık diye bir şey yoktur. Siz bana annemin sırtı gibisiniz sözü
bil-ittifak bütün kadınlarına zıhârdır ve her biri için keffâret verir. İmam
Mâlik'le İmam Ahmed:
"İlâda olduğu gibi bir keffâret
vermesi kâfidir." demişlerdir. Bir kimse bir meclisde veya ayrı ayrı
meclislerde karısına birkaç defa zıhâr yapsa her zıhâr için bir keffâret
vermesi lâzım gelir. Bu sözleriyle tekrar ve te'kîdi niyet etmîşse bakılır: Bir
meclisde ise kazaen tasdik olunur, değilse mu'temed kavle göre tasdik olunmaz.
Kezâ zıhârı nikâhına tâlik ederse hüküm yine budur. Nitekim Tatarhâniyye'den
naklen geçmişti.
FER'Î MESELELER: Sen bana her gün annemin
sırtı gibisin sözünde zıhâr bir olur. Ama senbana her günün içinde diyerek
söylerse zıhâr yenilenir. O adam geceleyin karısına yaklaşabilir. Şayet bugün
annemin sırtı gibisin ve her gün geldikçe derse, îlk zıhâr bakî kalmak şartıyla
her gün geldikçe ayrı bîr zıhâr yapmış olur. Her ne zaman zıhâr tekerrür eden
bir şarta tâlik ederse zıhâr da tekerrür eder. Bütün ramazanda ve bütün recebde
annemin sırtı gibisin derse istihsanen bir olur ve recebde keffaret vermesi
sahih olur, şabanda sahih olmaz. Bu adam zıhâr yapıp da meselâ cuma gününü
istisna eden kimse gibi olur. İstisna ettiği gün keffâret verirse câiz olmaz
aksî takdirde câiz olur. Tartarhâniyye ve Bahır.
İZAH
«Bir kimsenin cariyesine» İbtidaen zıhâr
yapması sahih değildir. Ama bakâen yani sonradan zıhârı sahih olur. Yukarıda
geçmişti ki, cariye olan karısına zıhâr yapar da sonra onu satın alırsa zıhâr
bâkîdir. Çünkü zıharın hürmeti yerine tesadüf ettimi ancak keffâretle
gîderilir. Nitekim Nehîr'de beyan edilmiştir.
«Sonra kadının razı olması» Yâni kadının
sonradan nikâha razı olması ile zıhâr sahih olmaz. Zıhârın bâtıl olması
şundandır: Bu adam kadın razı olmazdan önce yaptığı teşbihde sâdıktır. Zıhârı
iradeyle razı olmaya bağlı değildir. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
"İlâda olduğu gibi" Zira bu adam
kadınların hepsine îlâ yaparsa geçerli olur ve kendisine bir keffâret lâzım
gelir. Bize göre burada fark şudur: Zıhârda keffâret haram hükmünü kaldırmak
içindir. Kadınlar bir kaç olunca bu hüküm de müteaddid olur. îtâda ise keffâret
Allah Teâlâ'nın ismi çiğnendiği içindir. Bu birdir, müteaddid değildir. Bunu
Bahır sahibiyle başkaları söylemişlerdir.
«Bir meclisde ise kazaen tasdik olunur
ilh...» Ben derim ki: Fethü'l-Kadir'de bu ibare şöyledir: "Zıhârı bir
kadına bir meclisde yahut muhtelif meclislerde iki defa veya daha fazla
tekrarlarsa keffâret de tekrarlanır. Meğerki ilk söylediğinden sonraki sözlerle
te'kid kasdetmiş olsun. O zaman her ikisinde kazaen tasdik edilir. Bazılarının
dediği gibi bir meclisde olur, ayrı meclislerde olmaz değildir." Bu
ibârenin bir misli de Sirâc'dan naklen Şürunbulâliyye'dedir. Bahır sahibi diyor
ki: "Bazı kitablarda bir meclisle çok meclis arasında fark görülmüştür.
Ama mu'temed olan birincisidir." Bununla anlaşılıyor ki, musannıf ve şârih
meseleyi karıştırmışlardır. Sonra Tahtâvî'nin buna tenbihde bulunduğunu gördüm.
«Kezâ» Yani zıhârı kadının nikâhına tekrar
ifade eden bir kelimeyle tâlik ederse zıhâr ve keffâret tekerrür eder. Nitekim
yukarıda "Seninle evlenirsem sen bana yüz defa annemin sırtı gibî
ol." dediği yerde geçmiştî. Tekerrür eden bir şarta tâlik etmesi de
böyledir. Nitekim az ileride gelecektir.
«Zıhar bir olur.» Ve bir keffâret vermekle
bozulur. Hindiyye Karısına geceleyin yakınlaşamaz. T. Yani keffâret vermeden
yakınlaşamaz. Çünkü bu müebbed zıhârdır.
«Zıhâr yenilenir.» Yani her gün ayrı ayrı
zıhâr yapmış olur. Karısına geceleyin yakınlaşabilir. Bahır. Çünkü zarfda şart
mânâsı vardır. T. Gündüzün kadına yakınlık etmek isterse o günün keffâretini
vermesi lâzım gelir. Geçmişin keffâreti gerekmez. Çünkü o bâtıl olmuştur.
Nitekim zâhirdir.
«Ve her gün geldikçe derse ilh...» Bu
ibârede düşüklük vardır. Bunu Bahır'ın şu ifadesi gösterir: "Sen bana
bugün annemin sırtı gibisin ve her gün geldikçe derse o gün kadına zıhâr yapmış
olur. O gün geçtimi bu zıhâr batıl olur. Karısına geceleyin yaklaşabilir.
Ertesi gün başka bir zıhâr yapmış olur ki, bu zıhâr muvakkat değil daimîdir.
Kezâ her gün geldikçe ayrı bir zıhar yapmış olur, ilk zıhâr da bâkîdir."
Bu ifadenin muktezası ilk gün istediğini yaparsa onun keffâretini vermesidir.
Ondan sonra azmettiği her günün keffâretini verir. Çünkü her günün zıhârı
bâkîdir. Ondan sonraki günde de yenilenecektir. Çünkü her geldikçe sözü
fiillerin tekrarını ifade eder. Sadece "her" sözü böyle değildir. O
ferdlerin umumunu ifade eder. Yani yukarıdaki meselede her gün sözünde olduğu
gibi günlerin umumunu ifade eder.
«Tekerrür eden bir şarta tâlik ederse»
meselâ şu haneye her girdikçe sen bana annemin sırtı gibi ol derse;.girmek
tekrarlandıkça zıhâr da tekerrür eder. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir.
«Recebde keffâret vermesi sahih olur.»
Ramazanda vermesi de anla-şılıyor ki öyledir. Hatta evlâdır,
«Şabanda sahih olmaz.» Çünkü şabanda
kadınla cima'da bulunması keffâretsiz câizdir. Bu zıhâr müddetinde dahil
değildir. Keffâret şer'an yasak olan cima'ı mubah gördüğünde onu yapmaya
azmettiği zaman vâcib olur. Daha önce vâcib olmaz. Zâhire bakılırsa bu hususta
receb ayında cima etmesiyle etmemesi arasında fark yoktur. Çünkü keffâret
vermeden Önce cima etmekle kendisine ancak tevbe ve istiğfar lâzım gelir.
Keffâret cima'a azmettiği zaman lâzımdır. Keffâretin lüzumu cima'la değil sâbık
zıhârladır. Binaenaleyh müddeti içinde olmadıkça keffâret sahih değildir.
Müddetten önce veya sonra olması müsavîdir. Anla! AIIahu a'lem!
METİN
Keffâretin sebebinde ihtilâf edilmiştir.
Cumhura göre sebeb zıhâr ve kadına dönüştür. Lügatta keffâret
"Kefferallahu anhu'z-zenbe" cümlesinden alınmıştır. AIlah onun
günâhını imha etti demektir. Şer'an ise cima etmeden bir köleyi hürriyetine
kavuşturmaktır. Yani keffâret niyetiyle onu âzâd etmektir. Bir kimse keffâret
niyetiyle babasını mirâs olarak alsa câiz olmaz.
İZAH
«Keffâretin sebebinde ihtilâf edilmiştir.»
Yani vücubunun sebebinde ihtilâf vardır. Meşru olmasının sebebine gelince: O tevbenin
vücubuna sebeb olan şeydir ki, bu da müslüman olması ve Allah Teâlâ'ya isyan
etmeyeceğine söz vermiş bulunmasıdır. Allah'a isyan ederse tevbekâr olur. Çünkü
bu tevbenin tamamındandır. Zira tekfir için meşru kılınmıştır. Bahır.
«Cumhura göre sebeb zıhâr» yani cumhura
göre sebeb iki şeyden mürekkebdir. Bazıları:. "Sebeb yalnız zıhârdır,
kadına dönmek şarttır. Zira keffâretin sebebi izafe edildiği şeydir."
demişlerdir. Bunun aksini söyleyenler de olmuştur. Birtakımları:
"Keffâretin sebebi cima'ı mubah kılmaya azimdir." demişlerdir ki, bir
çok ulemamızın kavlı budur. Bu hususta sözün tamamı Fetih'de geçen bâbın
başındadır. Bahır'da sebebin zıhâr olduğunu te'yid eden sözler vardır.
Bahır sahibi şöyle demiştir:
"Et-Tarikatü'l-Muîniyye'de bildirildiğine göre mâsiyeti ibâdete sebeb
yapmakta imkânsızlık yoktur. Elverir kî o ibâdetin hükmü keffâret olsun ve
günâh giderilsin. Hele de o keffârette men etmek mânâsı maksud olursa! îmkânsız
olan ancak cennete götürecek ibâdete mâsiyeti sebeb yapmaktır." Yine Bahır'da
bu ihtilâfın bir semeresi olmadığı kaydedilmiştir.
«İmha etti.» tâbiri Misbâh'dan alınmıştır.
Daha doğrusu örttü tâbirini kullanmaktır. Bahır'da Muhît'ten naklen şöyle
denilmiştir: "Keffâret lügatta örtmek mânâsına gelir. Çünkü kefr
kelimesinden alınmıştır. Kefr örtmek demektir." Bundan alarak çiftçiye
kâfir denilir. (Çünkü tarlayı sürerek tohumları örter.) Bunun zâhirine
bakılırsa mâsiyet amel defterinden imha edilmez, sadece örtülür. Yerinde
kalmakla beraber ondan dolayı muâheze edilmez. Bu husustaki iki kavilden biri
budur. Keffâretle günâh tevbesiz de sâkıt olur. Tarikat-ı Muîniyye'den yukarıda
nakledilen söz buna işaret etmektedir. Lâkin yine yukarıda Bahır'dan
naklettiğimiz: "0 tevbenin tamamındandır." sözü buna muhâliftir.
Zâhir olan da odur.
TENBİH: Keffâretin rüknü: Fill-i mahsusdur
ki, köle âzâd etmek, oruç tutmak ve fakir doyurmak gibi şeylerdir. Keffâret
vacib olmak için ona kudret şarttır. Keffâretin sahih olması için de fiiliyle
beraber niyet şarttır.' Sonraki niyet mu'teber değildir. Keffâretin verileceği
yerler zekâtın verileceği yerlerdir. Ancak keffâret zimmîye de verilebilir,
harbîye verilemez Buhususta ileride söz gelecektir.
Keffâretin sıfatı: Vücub itibariyle ceza,
edâ itibariyae ibâdet olmasıdır.
Hükmü: Vâcibin zimmetten sukutu ve
günâhlara keffâret olmayı gerektiren sevâbın hâsıl olmasıdır. Sahih kavle göre
keffaret terâhi ile (yanî mühletli olarak) vâcibdir. Binaenaleyh imkân bulduğu
ilk vakitten geciktirmekle sahibi günâhkâr olmaz. Borcunu kaza değil edâ etmiş
sayılır. Ama insanın son ömründe vakti daralır. Edâ etmeden ölürse günâhkâr
olur. Malının üçte birinden verilmesini vasiyet etmezse ölenin terikesinden
alınmaz. Ama mirâsçılar onu teberru ederlerse câiz olur. Yalnız köle âzâdı ile
oruçta câiz olmaz. Tamamı Bahır'dadır.
Ben derim ki: Lâkin yukarılarda geçtiğine
göre zıhâr yapan kimse keffâretini vermeye zorlanır. Bunun muktezası gecikirse
günâha girmiş olmaktır. Şu da var ki, keffâret tevbenin tamamından olduğuna
göre hemen verilmesi icab eder.
«Bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır.»
KöIe mutlaka kendisine zıhâr yapılandan başkası olacaktır. Çünkü Zâhîriyye iIe
Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir: "Bir adamın nikâhında bir cariye
bulunur da ona zıhâr yapar, sonra cariyeyi satın alarak zıhârı içîn âzad ederse
Tarafeyn'e göre câiz olmaz denilmiştir. İmam Ebû Yusuf buna muhâliftir.
Bahır." Yine Bahır'da Tatarhânîyye'den naklen bildirildiğine göre âzâd
eden kimsenin mutlaka sağlam olması lâzımdır. O hastalığından ölür de köle
malının üçte bîrinden çıkmazsa câiz değildir. Velevki mirasçılar razı olsunlar.
Hastalığından iyileşirse câizdir.
«Cima etmeden» sözü sahih olmanın kaydı
değil, vâcib olmanın ve hürmetin giderilmesinin kaydıdır. Cima'ın mukaddimeleri
de cima mânâsındadır.
«Keffâret niyetiyle» Yani niyet âzâdla
beraber yahut akrabasını satın alırken mevcud olacaktır. Nitekim gelecektir.
«Mirâs olarak alsa» sözü "âzâd
etmektir" sözü üzerine tefri'dir. Çünkü âzâd etmek sözü âzâd etme işini
mutlaka yapmak lâzım geldiğini ifade etmektedir. Mirâs ise cebrî'dir, yapmakla
olan iş değildir. Babasına mirâsçı olmasının sureti babaya oğlunun teyzesi gibi
zîrahim akrabadan birinin mâlik olması, sonra ölmesidir. Teyzesi ölürken oğlu
keffâreti niyet ederse câiz olmaz. Ama babasını satın alırken keffâreti niyet
etmesi bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir.
METİN
Velevki köle meme emen küçük bîr çocuk veya
katli mubah bir kafir yahut rehin edilmiş köle veya borçlu yahut kaçak bir köle
olsun da sağ idiği bilinsin yahut dinden dönmüş kadın olsun. Dinden dönen
erkekle serbest bırakılan harbî hakkında hilâf vardır. Yahut sağır olup
bağırılırsa işitsin bağırılmazsa işitmesin veya enenmiş yahut âleti kesilmiş
veya ferci yapışıkyahut ferci boynuzlu yahut kulakları kesik, kaşları ve
başının saçlarıyla sakalı tıraş edilmiş, burnu veya dudakları kesilmiş olup
yemek yiyebilsin. Aksi takdirde câîz olmaz. Yahut bir gözü kör veya gözleri
zayıf yahut ellerinden biriyle ayaklarından biri çaprazlamaya kesilmiş olsun
yahut mükâteb olup bir şey ödememiş bulunsun. Ve kendisi mirâsçı değil de
sahibi âzâd etsin.
İZAH
«Küçük bir çocuk İlh...» sözü köleyi
ta'mimdir. Çünkü köle Hidâye'de de belirtildiği gibi zâttan ibarettir. Yani her
cihetten memlNktur. Binaenaleyh sayılanların hepsine şâmildir. "Yani her
cihetten" sözü köleye mutealliktir. Zira köleliğin mükemmel olması
şarttır, milkîn kemali şart değildir. Onun için bir şey ödememiş mükâtebden
keffâret câiz olur, müdebberden olmaz. İnâye. Ana karnındaki çocuk bundan
hariçtir. Velevki altı aydan azda doğurmuş olsun. Çünkü o bir vecihle köle, bir
vecihle annesinin bir cüz'üdür. Hatta annesinin azâd edilmesiyle o da âzâd
olur. Nitekim Muhît'ten naklen Bahır'da belirtilmiştir. Yaşlı köle velevki
geçkin yaşta olsun dahil olduğu gibi iyileşmesi umulan basta ve gasbedilen köle
ele geçirilirse dahildir. Bahır. Lâkin Hindiyye'de Sûrûcî'nin Gâye'sinden
naklen: "Âciz ihtiyar kâfi değildir." denilmiştir.
«Katli mubah» sözünü Bahır sahibi
Câmiu'I-Cevâmi'a nisbet etmiş, ondan önce İmam Muhammed'in: "İdamına
hükmedilir de sonra onu zıhârı için âzâd eder, sonra affolunursa câiz olmaz."
dediğini söylemiştir. Bu sözün bir benzeri de Fetih'dedir. Birinci kavlin
zâhiri affedilmese de câiz olduğunu göstermektedir. Araştırmalıdır.
«Yahut rehin edilmiş...» Bahır'da
Bedâyı'dan naklen şöyle denilmiştir:
"Kezâ rehin edilmiş bir köleyi âzâd eder
de köle borcunu ödemek için çalışırsa bu köle keffâret nâmına câizdir. Para
efendisinden alınır. Çünkü çalışmak köleliğin bedeli değildir."
«Veya borçlu...» Velevki alacaklılar
çalıştırılmasını istesin. Çünkü borcun kölenin bütününü kaplaması ve köleyi
çalıştırmak köleliği ve milki ihlal etmez. Zira çalıştırmak hürriyetten
çıkarmayı icab etmez Binaenaleyh her vecihle bedelsiz olarak âzâdlık vâki olur.
Bunu Muhît'te naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Dinden dönmüş kadın olsun.» Yani bu
hilâfsızdır. Çünkü dinden dönen kadın öldürülmez. Fetih'de de böyle
denilmiştir.
«Dinden dönen erkekde ilh...» Hilâf vardır.
Biliyorsun ki, katli mubah olan hakkında da hilâf vardır. Binaenaleyh onu da
burada zikretmek münasib olurdu. Feth'in zâhirine bakılırsa dinden dönen erkek
hakkında cevazı tercih etmiştir. Çünkü şöyle demiştir: "Kâfirede dinden
dönen erkekle kadın dahildir. Dinden dönen kadın hakkında hilâf yoktur. Çünkü o
öldürülmez. Zâhirine bakılırsa dinden dönen erkek hakkında illet
öldürülmesidir."
Nehir'de de şöyle denilmiştir: "Dinden
dönen erkek hakkında hilâf vardır. Kerhî câiz olduğuna kâildir. Nasıl ki
öldürülmeyecek bir köle azâd edilse câiz olur. Câiz olmadığını söyleyene göre
dinden dönmekle o kimse harbî olur. Ona keffâret vermek câiz değildir."
Yani onu âzâd etmek keffareti ona vermek hükmündedir. Bu ta'lilin muktezası
harbî âzâd edilirse bil-ittifak ondan keffâret câiz olmamaktır. Onun için Fetih
sahibi kifayet etmez sözünü mutlak bırakmıştır. Lâkin Bahır'da Tatarhâniyye'den
naklen: "Bir kimse dar-ı harbde harbî bir köleyi âzâd eder de yolunu
serbest bırakmazsa câiz olmaz. Serbest bırakırsa burada ulemanın ihtilâfı
vardır. Bazıları câiz olmadığını söylemîşlerdir." denilmiştir.
«Bağırılırsa işitir, bağırılmazsa işitmez.»
Hidâye'de de böyle denilmiştir. Böylelikle zâhir rivâyetle Nevâdir rivâyetinin
arası bulunmuş olur. Zâhir rivâyette câiz olur, Nevâdir rivâyetinde ise câiz
olmaz denilmiştir. Nevadir rivâyeti sağır doğana yorumlanmıştır. Fetih.
«Veya enenmiş» den "yahut ferci
boynuzluya" kadar sayılanlarda menfaat cinsi kalmamışsa da kölede bu
maksud değildir. Zira onda maksud erkek olsun kadın olsun hizmet ettirmektir.
Hatta cariye ile cima'da bulunmak ve onu hizmetinde bulundurmak kabîlindendir
derler. Cima'ı mümkün değilse kullanışı noksan demektir, yok değildir. Rahmetî.
«Yahut kulakları kesik» yani işitmesi bâkî
demek istiyor. Bahır. Çünkü bu meselelerde mevcud olmayan şey zînettir. O da
kölede maksud değildir. Fakat yemekten âciz kalırsa iş helâkına varır ki, onda
yemek menfaati maksuddur. Binaenaleyh iyileşmesi umulmayan hasta gibi hükmen
helâk olmuş sayılır. Rahmetî.
«Yahut mükâteb olup bir şey ödememiş
bulunsun.» Çünkü mükâtebin köleliği kâmildir. Velevki onun üzerinde milk nâkıs
olsun. Keffâret nâmına azâdlığın câiz olması köleliğin kemaline dayanır, milkin
kemaline dayanmaz. Ama bir şey verirse keffâret yerine geçmez. Nitekim
gelecektir. Bahır.
«Mirâsçı değil de sahibi âzâd etsin.» Yani
onu mirâsçı kendi keffâreti için âzâd ederse câiz olmaz. Çünkü mükâteb sahibi
öldükten sonra vârisin milkine intikal etmez. Sahibi öldükten sonra kitabet
bâkîdir. Mirâsçının onda milki yoktur. Sahibi bunun hilâfınadır. Mirâsçının
âzâdı câiz olması kitabet bedelinden ibrâyı tezammun ettiği içindir. Bu da âzâd
etmeyi gerektirir. Bahır.
METİN
Kezâ yakınını satın almak keffâret
niyetiyle olursa keffâret yerine geçer. Çünkü bu onun fiili iledir. Mirâs böyle
değildir. Kölesinin yarısını âzâd edip sonra kalan kısmını keffâret için
cimadan önce âzâd etmek de istihsanen câizdir. Müşterek bunun hilâfınadır.
Nitekim gelecektir.
Kendisinde menfaat cinsi kalmayan köle
keffâret için yeterli değildir. Çünkü hükmen helâkolmuştur. Kör ve akli
gelmeyen deli böyledir. Ayılan deliyi ayıldığı halde âzâd etmek yeterlidir.
İyileşmesi umulmayan hasta; dişleri düşmüş kimse, elleri veya baş parmakları
yahut her elinin üç parmağı veya ayakları kesilmiş yahut bir taraftan bir elle
bir ayağı kesilmiş. bunak ve felçli de yeterli değildir. Müdebber, ümmüveled ve
bedelinin bir kısmını ödeyen fakat kendisi aciz kalmayan mükâteb dahi yeterli
değildir. Âciz kalır da onu âzâd ederse câiz olur. Mükâteb bir şey ödedikten
sonra câiz olmasının hîlesi budur.
İZAH
«Yakınını satın almak» yani kölenin
yakınını satın almak demek istiyor. Bundan murad onun zîrahmi mahremleridir.
Satın almaktan murad kendi fiiliyle mâlik olmasıdır ki, bunda hibe, sadaka ve
vasiyet dahildir.
«Keffâret niyetiyle olursa» Beraber olursa
mânâsınadır. Niyet satın almadan sonra olursa yeterli değildir. Nitekim geçti.
Bahır sahibi diyor ki:
"Hâniyye'de akrabayı âzâd bâbında:
Zıhârından bir ay sonra babasını satın aldırıp âzâd etmek için bir adama
vekâlet verir de vekil onu satın alırsa satın aldığı gibi âzâd olur ve
emredenin zıhârı nâmına kâfidir denilmiştir ki, bunun esası bir aydan sonra
sözünü hükümsüz bırakmaya dayanır. Çünkü meşru'a muhâliftir. Meşru olan mahrem
kimsenin satın alındığı an âzâd olunmasıdır.
«Mirâs böyle değildir.» Yani mûrisi
öldüğünde köleyi keffâreti nâmına âzâd etmek isterse yeterli olmaz. Çünkü mirâs
cebrîdir. Nitekim geçmişti.
«İstihsanen câizdir.» Kıyâsa göre Sahih
olmaz. Çünkü yansını âzâd etmekle kalan kısmında noksanlık yer etmiştir ve
ortak köleden kendi hissesini âzâd edip de ortağına onun hissesini ödemiş gibi
olur. İstihsanın vechi şudur: Bu noksan keffâret milkinde olması sebebiyle
birinci âzâdın eserlerindendir. Böylesi mâni değildir. Bu kurban etmek için
koyunu yatırıp da bıçak hayvanın gözüne rastlayarak çıkarmaya benzer. Ortak
köle bunun hilâfınadır. Nitekim izahı gelecektir. Bu İmam-ı Azam'a göredir.
İmameyn'e göre köle âzâdı parçalanmayı kabul etmez. Kölesinin yansını âzâd edip
yarısını etmese İmameyn'e göre câizdir. Çünkü kölenin bütünü âzâd olur. Mınah.
«Kendisinde menfaat cinsi kalmayan» Yani
görmek, işitmek, konuşmak, tutmak, çalışmak ve akıl gibi menfaatler kalmayan
köle yeterli değildir. Kuhistânî. Murâd menfaatin tamamiyle yok olmasıdır. T.
Yani köleden beklenen menfaatin tamamıdır. Binaenaleyh enenmiş ve benzeri
kölelerde nesil menfaati kalmaması ile itiraz edilemez.
«İyileşmesi umulmayan hasta» hükmen ölüdür.
Bahır. Ama bunu o hastalığından ölürse diye kayıdlamak gerekir.
«Dişleri düşmüş kimse» Çiğnemeye kâdir
olamadığı için yetersizdir. Bunu Valvalciyye'dennaklen Bahır sahibi
söylemiştir. Lâkin burada şöyle denilebilir: Bu hal menfaat cinsini tamamiyle
yok etmez, sadece azaltır. Yukarıda geçmişti ki, geçkin ihtiyarı ve küçük
çocuğu âzâd etmek câizdir. Fetih'in ibâresi şöyledir: "Dişleri düşmüş
yemekten âciz kimseden olmaz." Bunun zâhirine bakılırsa yemekten tamamiyle
âciz kalan demektir ki, bu takdirde işkâl yoktur.
«Elleri kesilmiş...» Elleri veya ayakları
kurumuş, felç olmuş, bir tarafı ve mak'adı tutulmuş ve hiç bir şey işitmeyen
sağır dahi muhtar kavle göre bunun gibidir. Nitekim Valvalciyye'de beyan
edilmiştir. Bahır.
«Baş parmakları» yerine iki elinin baş
parmakları dese daha iyi olurdu .Çünkü ayaklarının baş parmakları kesilirse
mâni teşkil etmez. Nitekim Sirâc'da bildirilmiştir. Şürunbulâliyye.
«Yahut her elinin üç parmağı...» Çünkü
ekseriyet için bütün hükmü vardır. Fetih.
«Bir taraftan bir elle bir ayağı»
kesilmişse keffâret olmaya yeterli değildir. Çapraz kesilmesi bunun
hilâfınadır. Çünkü yukarda geçtiği vecihle bu câizdir. Sağlam eliyle sopayı
tutarak sağlam ayağının üzerinde yürümek mümkündür.
«Müdebber ve ümmüveled» yeterli değildir.
Çünkü bunlar bir cihetten hürriyeti hak etmişlerdir. Binaenaleyh kölelikleri
noksandır. Keffâret nâmına âzâd ise satışta olduğu gibi tam köleliğe dayanır.
Onun için bu ki nev'i köleyi satmak caiz olmaz. Bahır.
«Âciz kalır da âzâd ederse câiz olur.»
Çünkü âciz kalmakla kitabet akdi bâtıl olur.
METİN
Ortak bir kölenin yarısını âzâd edip
ödedikten sonra kalan kısmını âzâd etmek dahi câiz değildir. Çünkü eksiklik yer
etmiştir. Kölesinin yarısını keffâreti nâmına, kalan yarısını da zıhâr yaptığı
karısıyla cima ettikten sonra âzâd etmesi dahi câiz değildir. Çünkü köle âzâdı
temastan önce emredilmiştir. Zıhâr yapan kimse âzâd edecek köle bulamazsa
-velevki elinde olup da hizmeti veya borcunu ödemek için muhtaç olsun. Zira
hakikaten bulmuştur. Bedayı- iki ay oruç tutar. Hilâl hesabıyla ise velev elli
sekiz gün; değilse altmış gün oruç tutar. Cevhere'deki: "Bir kimsenin
hizmet için bir kölesi bulunursa oruç tutması câiz değildir. Meğerki kötürüm
olsun." İfadesinden murad köledir. Tâ ki ulemanın sözleri birbirlerine
muvafık olsun. Ama "kötürüm olsun" cümlesindeki zamirin köle sahibine
aid olması ihtimali de vardır. Ancak bu nakle muhtaçtır. Köle sahibinin evi
mu'teber değildir. Malı olur da o kadar da borcu bulunursa, borcu ödediği
takdirde oruç tutması yeterlidir. Aksi takdirde iki kavil vardır. Gâibde malı
varsa onu bekler. Üzerinde iki keffâret, milkinde ise bir köle bulunur da
birisi için oruç tutar sonra diğeri için köleyi âzâd ederse câiz olmaz. Aksini
yaparsa câiz olur.
İZAH
«Çünkü eksiklik yer etmiştir.» Kölenin
üzerinde köleliği devam ettirmek imkânsız olduğu için arkadaşının hissesindeki
milki de eksilmiştir. Sonra eğer bu adam zenginse İmam-ı Azam'a göre
arkadaşının hissesi ödemek suretiyle ona geçer. Fakir ise ve köle kalan
kıymetini ödemek için çalışırsa bu suretle tamamı âzâd olduğunda efendisinin
keffâreti nâmına bil-ittifak kâfi gelmez. Çünkü ,bu mal karşılığı âzâddır.
İmameyn'e göre ise sahibi zengin olduğu takdirde kâfidir. Çünkü kölenin bir
kısmını âzâd etmekle bütünü âzâd olur. Bu, âzâd İmam-ı Azam'a göre parçalanmayı
kabul ettiği, İmameyn'e göre etmediği esasına binaendir.
«Çünkü köle âzâdı temastan önce
emredilmiştir.» Yani mutlak surette helâl olmak için cima'dan önce bütün
kölenin âzâd edilmesi şarttır. Bu bulunmamıştır ve o cimayla günâh tekarrur
etmiştir. Sonra bu yarıyı şarttan saymak mümkün değildir ki, onunla birlikte
kalan yarıyı azâd etmesi kâfi gelsin. Çünkü bu takdirde mecmuu temastan önce
olmuş sayılamaz. Bilâkis birazı temastan önce, birazı sonra olmuş olur. Halbuki
şart bu değildir ve mecmu'dan sonra hürmet te şart bulununcaya kadar eskisi
gibi kalır. Şart bütün kölenin ikinci cima'dan önce âzâd edilmesidir. Tâ ki o
cimayla ondan sonrakiler helâl olsun. Tamamı Fetih'dedir. Sonra bu İmam-ı
Azam'a göredir. İmameyn'e göre ise cima'dan önce kölenin yarısını âzâd etmek bütününü
âzâd demektir. Nitekim geçti.
«Bulamazsa» Yani vücub vaktinde değil edâ
vaktinde bulamazsa demektir. Bahır. Bu fer'î meselelerde de gelecektir.
«Velevki hizmeti için muhtaç olsun.»
cümlesi mefhum üzerine mubâle-gadır. Sanki şöyle demiştir: "Ama bulursa
âzâdı teayyün eder. Velevki hizmetine muhtaç olsun."
«Veya borcunu ödemek için ilh...» Bahır
sahibi diyor ki: "Bedâyı'da bildirildiğine göre o adamın milkinde
keffârete elverişli bir köle bulunursa onu âzad etmesi vâcib olur. Borcu olsun
olmasın müsavîdir. Çünkü hakikaten köle bulmuştur." Hasılı şudur ki: Borç
elinde mevcud olan köleyi âzâd etmeye mâni değildir. Ama bir kavle göre malla
köle satın almasının vücubuna mânidir.
«Murad köledir.» Yani "meğerki kötürüm
olsun" cümlesindeki zamir köleye râci'dir. Bu te'vili yapan Bahır
sahibidir. Nehir, Minah ve Şürunbulâliyye sahibleri de ona uymuşlardır
«Köle sahibine; aid olması ihtimali de
vardır.» Hatıra gelen zaten budur. Çünkü kölenin hizmet için bulundurulması
kötürüm olmasına aykırıdır
«Ancak bu nakle muhtaçtır.» Yani
Cevhere'nin ifadesi ihtimallidir. Tatarhâniyye'nin ibâresi ona aykırıdır.
Orada: "Bir kimse bir köleye mâlik olursa azad etmesi lâzım gelir. Velevki
ona muhtaç olsun." denilmektedir. Bedâyı'nın yukarıda geçen sözü de
öyledir. Orada da: "Çünkü hakikaten bulmuştur." denilmiştir. Yani
nass köle bulamazsa oruç tutmasının kâfi geleceğine delâlet etmektedir. Bu köle
bulmuştur demek istemiştir. Eğer "Muhtaç olunan şeyyok gibidir. Bu sebeble
susuzluk için muhtaç olunan su varken teyemmüm câiz olmuştur. Halbuki
teyemmümün kâfi gelmesi âyette su bulunmaması üzerine tertib edilmiştir."
dersen ben de derim ki: Fetih'de bildirildiğine göre bizce fark şudur: Suyu
susuzluğu için tutması emredilmiştir. Onu kullanmak kendisine yasaktır.
Hizmetçi bunun hilâfınadır. Tahtâvî'nin Hamevî'den nakline göre o: "Köle
sahibi kötürüm olup âzâd ettiği takdirde kendine hizmet edecek kimse bulamazsa
oruç câizdir, denilse bu sözün güzel bir vechi olur," demiştir.
Ben derim ki: Bu zahirdir. Çünkü azâd
ettirirsek bu adama kaldıramayacağı yükü yüklemiş olmak lâzım gelir. Nasıl ki
köle kazanıp da onu geçindirir ve benzeri şeyler yaparsa bunlarla beraber onu
âzâd etmesi vâcibdir demek şeriat kaidelerine muhâlif olur. Binaenaleyh
hâssaten naklî delile muhtaç değildir. Nitekim âşikardır
«Köle sahibinin evi mu'teber değildir.»
Yani onunla köle azâdına kâdir sayılamaz ve köleyi satmak. köle almak teayyün
edemez. Bilâkis oruç tutmak kâfi gelir. Çünkü bu onun elbisesi ve ailesinin
elbisesi gibidir. Hızâne. Ulemanın meskeni diye kayıdlamaları gösteriyor ki
oturduğu evden, başka bir evi olursa onu satması lâzım gelir Dürr-ü Müntekâ'da:
"Kendisine lâzım olan elbisesi itibarcı alınmaz." denilmiştir ki,
bunun ifade ettiği mâna muhtaç olmadığı eşyasının satılması lüzumudur. T.
«Malı olur da İlh...» Yani elinde bir
kölenin kıymeti bulunur da zarurî ihtiyaçlarından artarsa demektir. Çünkü
zarurî ihtiyaçları mikdarını sarfedecektir. Bu yok hükmündedir. Sanat sahibi
ise günlük yiyeceği de onlardandır. Sanat sahibi değilse bir aylık yiyeceği hesap
edilir. Bahır.
Hâsılı bu meselenin üç vechi vardır. Kölesi
varsa onun hizmetine muhtaç olsa bile keffâret için oruç kâfi değildir. Başka
bir köle bulur da ev gibi aslî bir hacetiyle meşgul olursa o da yok
hükmündedir. Çünkü o vâcibin aynı değildir. Onu ödemek için hazırlanmış da
değildir. Ödemeye yarayan dirhem ve dinar gibi şeyler bulur da kendisi aslî
ihtiyaçları ile meşgul ise bunları ihtiyaçlarına sarfettiği takdirde oruç
tutmak kâfi gelir. Çünkü aczi tehakkuk etmiştir. Aksi takdirde iki kavil vardır.
Bunların birine göre bulamamış hükmündedir. Çünkü ona muhtaçtır. İkinci kavle
göre ödemeye yarayan şeye mâliktir ve hükmen köle bulmuş sayılır. Bunu Rah-meti
söylemiştir. Adı geçen iki kavle İmam Muhammed'in sözü işaret etmektedir.
Nitekim bunu Bahır sahibi izah etmiştir.
"Gâibde malı varsa onu bekler."
Yani onunla âzâd etmek için bekler. Oruç tutması kâfi gelmez. Kezâ iyileşmesi
umulan bir hastalığa tutulursa oruç tutmak için iyileşmesini bekler. Bahır:
İyileşmesi umulmayan hastalık olursa bunun hilâfınadır. O zaman fakirleri
doyurur. Nitekim gelecektir. Bahır'da Muhît'ten naklen şöyle denilmiştir:
"Eğer alacağı olur da borçlusundan alamazsa ona oruç kâfidir, alabilirse
kâfi gelmez. Kezâ kadına keffâret vâcib olur da onunla mehri bir köle olmak
üzere evlenmiş ve istenildiği zaman buna kâdir olursahüküm yine böyledir."
"Câiz olmaz." Yani birincisi için
oruç câiz değildir. Köle âzâdı ise mutlak surette câizdir. Sonra bunu Bahır
sahibi inceleyerek zikretmiş, Nehir sahibi ile Makdisî de onu kabul etmişlerdir.
O bunu Muhît'in şu sözünden almıştır: "iki keffâret borcu olur da elinde
yalnız birine yetecek yiyecek bulunursa, birisi için oruç tutup öteki için
yiyecek verdiği takdirde orucu câiz değildir. Çünkü mal ile keffâret vermeye
kâdir iken yiyecek vermiştir." H.
"Hilâl hesabıyla ise velev elli sekiz
gün" Yani oruca ayın başından itibaren başlarsa iki ay oruç kâfidir. Bu
iki ay tam olsun, nâkıs olsun yahut biri tam biri nâkıs olsun fark etmez.
"Değilse altmış gün oruç tutar."
Yani oruca ayın başında hilâli görerek başlamamışsa altmış gün oruç tutar.
Hâkim'in Kâfîsi'nde şöyle denilmiştir: "Hilâli görerek bir ay oruç tutar
da bu yirmi dokuz gün olursa ondan önce on beş gün, sonra da on beş gün oruç
tutarsa kâfi gelir."
METİN
Son günün sonunda köle âzâdına kudret
bulursa âzâd etmesi lâzım gelir. Oruç gününü tamamlaması da mendûb olur.
Bozarsa kaza lâzım gelmez. Velevki nafile olsun. Bu iki ay oruç arka arkaya
tutulacak, cima'dan önce olacak, araya ramazan ve orucu yasak edilen günler
girmeyecektir. Kezâ arka arkaya tutulması şart olan hiç bir oruç araya
girmeyecektir. Sefer ve nifâs gibi bir özürden dolayı orucunu bozarsa -hayız
bunun hilâfınadır. Meğerki hayızdan kesilsin,- yahut özürsüz olarak oruç
tutmazsa yahut zıhâr yaptığı karısı ile bu iki ayda mutlak olarak cima'da
bulunursa- yani gece veya gündüz, kasden veya unutarak cima ederse demektir.
Nitekim Muhtar'da ve başkalarında böyle denilmiştir. İbn-i Me-lek geceyi kasden
diye kayıdlamışsa da bu hatadır. Bahır. Lâkin Kuhistânî'de ona muhâlif sözler
vardır. Kınye.- oruca yeniden başlar. Fakirleri doyurduğu sırada cima'da
bulunmuşsa fakir doyurmaya yeniden başlamaz. Çünkü doyurmak hususunda nass
mutlak, köle âzâdı ile oruç hususunda mukayyeddir. Fakat zıhâr yaptığı
karısından başkasıyla orucu bozmayacak şekilde cima'da bulunursa bil-ittifak
zarar etmez. Katl keffâretindeki cima gibi olur.
İZAH
"Köle âzâdına kudret bulursa
ilh..." Demesinden anlaşılıyor ki, bula-mamaktan murad iki ay bitinceye
kadardır. Bahır.
"Âzâd etmesi lâzım gelir." Kezâ
fakirleri doyurduğu son günde oruç tutmaya kâdir olursa oruç tutması tâzım
gelir. Verdiği yiyecekler nafileye inkilab eder. Şürunbulâliyye.
"Velevki nafile olsun." Çünkü bu
oruç iltizam ederek değil ıskat için meşru olmuştur. Minah. Yani mâlumdur ki,
zan üzerine oruç tutan kimseye hemen orucunu bozarsa o günü tamamlamak lâzım
gelmez. Ama biraz durursa velevki az olsun nafileye başlamış gibi olur. Artık
onu tamamlaması lâzım gelir. Rahmeti. Lâkin oruçlu durduğu vaktin niyet
vaktinde olması şarttır. Zira zevalden sonra olursa oruca başlamak mümkün
değildir. Onun için devama niyet etmesi başlamış gibi sayılmaz. Nitekim oruç
bahsinde izah etmiştik.
"Araya ramazan girmeyecektir
İlh..." Çünkü sağlam ve mukîm bir kimse hakkında ramazana vaktin farzından
başka oruç sığmaz. Yolcuya gelince: O başka bir vâcib için niyetlenebilir.
Hasta hakkında iki rivâyet vardır. Nitekim usûl-ü fıkıh ilminde emir bahsinde
görülebilir. Yasak günlerden murad bayram ve teşrik günleridir. Çünkü yasak
edildiği için o günlerde oruç tutmak nakıs olur. Nakısla kamil ödenmez. Bu şunu
gösterir ki, bu günlerin içinde adak orucu bulunmamak şart değildir. Çünkü
muayyen olan adak orucu gününde başka bir vâcibe niyet ederse câiz olur.
Ramazan orucu bunun hilâfınadır. Bahır.
"Arka arkaya tutulması şart olan hiç
bir oruç ilh..." Katl keffareti, iftar ve yemin oruçları gibidir. Bahır'da
Fetih'den naklen: "Arka arkaya tutulması şart kılınan muayyen veya mutlak
oruçlar böyledir. Bu şarttan hali olan muayyen nezir bunun hilâfınadır. Onun
arka arkaya tutulması tâzım ise de -meselâ receb gibi- onda bir gün orucu terk
ederse ona yeniden başlamaz. Çünkü o ramazandan fazla değildir. Hükmü de
söylediğimiz gibidir." denilmiştir.
"Orucunu bozarsa" Demesi
gösteriyor ki, unutarak yerse zarar etmez. Nitekim Kâfî'de belirtilmiştir.
"Hayız bunun hilâfınadır." Çünkü
o kadının katl ve iftar keffâretlerini kesmez. Zira kadın hayızdan hali iki ay
bulamaz. Yemin keffâreti bunun hilâfınadır. Kadın hayzını bitirdikten sonra
orucunu geçmiş günlere ekleyebilir. Ama bundan sonra bir gün oruç tutmazsa
yeniden başlar. Çünkü zaruret yokken arka arkaya tutmayı terk etmiştir. Nifâs
ise her keffâretin orucunda tetabua (arka arkaya tutmayı) keser. Tamamı
Bahır'dadır.
"Meğerki hayızdan kesilsin."
Mesela bir ay oruç tuttuktan sonra hayzını görür sonra hayız'dan kesilirse
oruca yeniden başlar. Çünkü arka arkaya tutmaya kudret kazanmıştır. Artık bu
ona lâzım gelir. Bunu Müntekâ'dan Bahır sahibi nakletmiştir. Yani orucu
bitirmeden tetabua kudret bulmuştur. Bitirdikten sonra bulması bunun
hilâfınadır. Bahır sahibi bundan sonra Muhît'den şunu nakletmiştir: "Ebû
Yusuf'tan bir rivâyete göre kadın ikinci ayda gebe kalırsa tuttuğu günler
üzerine bina eder."
"Muhtar'da ve başkalarında"
Bedâyı, Tûhfe, Gâyetü'l-Beyân, Inâye ve Fetih'de böyledir.
"İbn-i Melek ilh..." Burada şöyle
denilebilir: "Kasden kaydı ekseri kitablarda vardır. İbn-i Melek'in hatası
onu unutmaktan ihtiraz içın yapmasıdır. Bilâkis o tesadüfî bir kayıddır.
Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.
"Kuhstânî'de ona muhâlif sözler
vardır." ibâresi şudur: "Kezâ kadınla yani zıhâr yaptığı karısı ile
kasden cima'da bulunursa oruca yeniden haşlar. Nitekim Mebsût, Nazım, Hidâye,
Kudûrî, Muzmerât, Zâhidî, Netf ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir. Sırf
İsbîcâbî'nin Tahâvî şerhinde: "Geceleyin kasden veya unutarak"
Demesiyle kasden sözünü Kifâye sahibi ve ona uyanların yaptıkları gibi tesadüfî
bir kayda yorumlamak doğru değildir. Nihâye sahibinin ona iltifat etmemesi de
bunu te'yid eder.
Ben derim ki: Şöyle denilebilir:
İsbicâbî'nin ifadesi sarihtir. Binaenaleyh mefhuma tercih edilir. Nasıl ki
yerinde tekarrur etmiştir. Onun için de Muhtar ve diğer kitablarda bildiğin
gibi bu yoldan yürünmüştür. Allâme İbn-i Kemâl Paşa dahi yazdığı metinde bu
yoldan yürümüş şerhin hâmişinde:
"Buradan anlaşılır ki, geceleyin kasden
diyen iyi etmemiştir. Çünkü geceleyin cima'da kasid ve hata musavîdir."
demiştir. Fetih ve inâye'de dahi: "Kadınla geceleyin kasden veya unutarak
cima'da bulunmak birdir. Çünkü hilâf orucu bozmayan cima'dadır."
denilmiştir. Yani Ebû Yusuf'la Tarafeyn arasındaki hilâf demek istemiştir. Ebû
Yusuf'a göre zıhâr yaptığı karısı ile cima'da bulunmak ancak orucu bozarsa
tetabuu keser. Tarafeyn'e göre mutlak surette tetabuu keser. Çünkü keffâretin
temastan önce verilmesi nassla şart kılınmıştır. Meselenin tam izahı
Fetih'dedir. Onun için Ya'kubiyye hâşiyelerinde: "Zâhire göre hata ile
kasid arasında fark bulunmamak Ebû Hanife'yle İmam Muhammed'in delili
muktezasıdır." denilmiştir.
"Nass mutlak ilh..." Bizim
kaidelerimizden biri de şudur: Mutlak ile mukayyed iki hükümde iseler hâdise
bir olsa bile biz mutlakı mukayyede hamletmeyiz. Fakirleri doyurmazdan önce
cima'a mâni olan ancak haram kılınmış olmasıdır. Çünkü o adam köle âzâdı ile
oruca muktedir olabilir ve bunlar fakir doyurmadan sonra olurlar. Fukaha böyle
söylemişlerdir. Ama söz götürür. Çünkü fakirlik, ihtiyarlık ve düzelmesi
umulmayan hastalık sebebiyle acizlik meydanda iken muktedir olması mevhum bir
şeydir. Mefhum şeyler itibariyle ibtidaen hüküm sâbit olmaz. Sadece istihbab
sâbit olur. Nehir. Bu mesele Fetih'den alınmıştır.
"Orucu bozmayacak şekilde" Mesela
geceleyin mutlak olarak, gündüzün unutarak kadınla cima'da bulunursa bu cima
oruç bozan cima değildir. Hindiyye'de böyle denilmiştir. Fakat kadınla gündüzün
kasden cima'da bulunursa orucu bozulur. T.
"Katl keffâretindeki cima gibi
olur." Çünkü katl keffaretinde unutarak cima ederse oruca yeniden
başlamaz. Zıhar keffâretinde cima'dan men edilmesi oruca mahsus olan bir
mânâdan dolayıdır. Bunu Cevhere'den Nehir sahibi nakletmiştir. Fakat
"Çünkü nass orucu birbirleriyle temastan önce şart koşmuştur," diye
ta'lil etmek daha iyidir.
METİN
Köleye velev mükâteb olsun veya
çalıştırılsın kezâ sefaheti sebebiyle hacredilen hür kimseye mu'temed kavle
göre adı geçen oruçtan başkası kâfi gelmez. Köle hakkında orucunyarıya
bölünmemesi bunda ibâdet mânâsı olduğu içindir. Sahibi onu bundan men edemez.
Velevki onun nâmına sahibi köle âzâd etsin veya fakir doyursun. Velevki bunları
onun emriyle yapsın. Çünkü kölede temellûk ehliyeti yoktur. Bundan ancak hacda
mahsur kalması rnüstesnadır. O zaman onun nâmına sahibi fakir doyurur. Bazıları
bunun mendûb, bazıları da vâcib olduğunu söylemişlerdir. Oruçtan düzelmesi
umulmayan bir hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle âciz kalırsa altmış fakir
doyurur. Yani onlara velev hükmen yiyecek temlîk eder. Mürahîk çocuktan başkası
kâfi gelmez. Bedâyı.
İZAH
"Köleye velev mükâteb olsun."
Yalnız oruç kâfi gelir. Çünkü köle mâlik değildir. Mâlik olsa bile âzâd etmek
ve doyurmak ancak temlîk edebilen tarafından sahih olur. Mükâtebin milki tam
değildir. Bilâkis elinden gidiverecek gibidir.
"Veya çalıştırılsın."
Çalıştırılandan murad bir kısmı âzâd edilen köledir. Bu köle kalan kısmını
ödemek için mal kazanmaya çalışır. Bu İmam-ı A'zam'a göredir. İmameyn'e göre
bütünü âzâd olur. O köle artık borçlu hürdür. Binaenaleyh onu âzad etmek ve
doyurmak suretiyle keffâret vermek sahihtir. Rahmeti.
"Mu'temed kavle göre" Sözünden
murad: Hür fakat sefih olan kimseye hacr muamelesinin yapılmasıdır. Bu kavil
İmameyn'indir. Böyle bîr kimse keffâret için kölesini âzâd ederse, köle kıymeti
hususunda çalışır. O adamın keffâreti nâmına câiz olmaz. Hızânetü'l-Ekmel ve
diğer kitablarda böyle denilmiştir. Nehir. Bahır'da bildirildiğine göre bu
mesele hakkında luğz yapılarak: "Hür bir adamımız var, oruçtan başka keffâreti
yok." denilir.
"Orucun yarıya bölünmemesi" Sözü
bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Köleye nasıl oluyor da iki ay oruç lâzım
geliyor. Halbuki kölenin hakkı bir çok hükümlerde hürrün yarısıdır. Neden iki
ayın yarısı lâzım gelmiyor? Cevap: Yarıya bölünmemesi keffârette ibâdet mânâsı
bulunduğu içindir. Köle hakkında ibâdet yarıya bölünmez. Yarıya bölünen ancak
had vurmak gibi ceza ve nikâh gibi nimettir.
"Sahibi onu bundan men edemez."
Yani bu keffâretin orucundan men edemez. Çünkü ona kadının hakkı geçmiştir.
Sair keffâretler bunun hilâfınadır. Onlarda sahibi oruçtan men edebilir. Çünkü
onlara kul hakkı geçmemiştir. Bahır.
"Velevki bunları onun emriyle
yapsın." Yani sahibinin emriyle yapsın. Çünkü teklif edilen bir şeyi
yapmak için mutlaka ihtiyar şarttır. Bu cümle "Velev sahibi bunu kölenin
emriyle yapmış olsun." mânâsına da gelebilir.
"0 zaman onun nâmına sahibi fakir
doyurur." İbâresinde müsamaha vardır. Feth'in ibâresi şöyledir:
"Ancak ihsarda kalması müstesnadır. Çünkü sahibi onun nâmına ihramdan
çıkmak için birini gönderir. Âzâd olduğu zaman bir hacc ve bir ömre yapması
icab eder."
"Bazıları da vâcib olduğunu
söylemişlerdir." Hilâf vâcib olup olmadı-ğındadır. Bahır'da Bedâyı'dan
naklen şöyle denilmiştir: "Sahibinin izniyle ihrama girdikten sonra ihsarda
kalırsa, bazılarına göre sahibinin hedy kurbanı göndermesi lâzım değildir.
Çünkü köle için sahibine bir hak vacib olmaz. Âzâd edilirse kendisine vâcib
olur. Bazıları lâzım olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu kurban sahibinin
izniyle, mübtela olan kölenin başına gelen bir beladan dolayı vâcib olmuştur.
Binaenaleyh nafaka gibidir. "Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Tahtâvî
diyor ki:" Şöyle de denilebilir:
"Vâcib olmadığını söyleyen mendûb
değildir demiyor. Bilakis diğer kavle riayet ederek mendûb olduğunu
söylüyor."
"Düzelmesi umulmayan bir hastalık
sebebiyle âciz kalırsa 60 fakir do-yurur." Fakat iyileşirse oruç tutması
vâcib olur. Rahmetî.
"Yiyecek temlîk eder." Yiyecek
vermek hassaten temlîkle olmaz. Nitekim gelecektir. Lâkin burada ondan murad
temlîktir. Bundan sonra zikredilenden murad ise ibahadır. Onun için Bedâyı
sahibi: "Temlîk etmek isterse fitrede olduğu gibi yiyecek verir. İbahayı
murad ederse fakirleri sabah-akşam doyurur." demiştir.
"Velev hükmen" Yani fakir de
bunun gibidir demek istemiştir. Kuhistânî diyor ki: "Fakir kaydı
tesadüfîdir. Çünkü diğer zekât verilecek yerlere vermesi câizdir." Hükmen
sözü altmış fakir tâbirinde mubâleğa için söylenmiş de olabilir. Tâ ki altmış
fakir yerine bir fakiri altmış gün doyurmasına da şâmil olsun. Ama musannıfın
aşağıda gelecek tasrihi buna hâcet bırakmamıştır.
"Mürahîk çocuktan başkası kâfi
gelmez." Yanı aralarında bülûğa yak-laşmamış küçük çocuk varsa kâfi
gelmez. Ulema bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Hulvani Kenz'in: "Şart olan
doyurucu iki sabah yemeği veya iki akşam yemeğidir." dediği yerde caiz
olmadığna meyil göstermiş, yine Kenz'in Bedâyı'dan naklen: "Bu köle âzâd
etmekten ibarettir." dediği yerde:"Keffâret yerine küçük çocuğa
yiyecek vermek ise temlîk yoluyla câizdir, ibaha yoluyla câiz değildir."
demiştir. Bundan dolayıdır ki, onu burada zikretmesi doğru değildir. Velevki
Nehr'in ifadesinde geçmiş olsun. Çünkü burada sözümüz temlîk hakkındadır.
Küçüğe temlîk de sahihtir. Doğru hareket çocuğu "Fakirlere sabah yemeği
veya akşam yemeği yedirirse ilh..." dediği yerde zikretmektir. Nitekim
Bahır ve kezâ Minah'da böyle yapılmış: "Yemek verdiklerinin arasında
memeden ayrılmış bir çocuk varsa câiz olmaz. Çünkü o mu'tad yemeği tam
yiyemez." denilmiştir.
Tatarhâniyye'de şu ifade vardır:
"Birtakım fakirleri çağırır da içlerinde memeden ayrılmış veya daha
büyücek bir çocuk bulunursa kâfi gelmez. Asıl'da böyle zikredilmiştir. Mücerred
nam kitabda ise: Kendilerine güvenilir çocuklar olursa câizdir,
denilmiştir." Bu izahtan daanlaşılır ki, memeden ayrılmış ve mürahîk
olmayan tâbirlerinden murad mu'tad yemeği yeyip bitiremeyendir.
METİN
Keffâret; mikdar ve verilecek yer
itibariyle fitre gibidir. Yahut nassan bildirilmeyen şeylerden bunun kıymeti
verilir. Çünkü atıf mugayeret içindir. Eğer ibahayı murad eder de fakirlere
sabah ve akşam yemeği verirse yahut sabah yemeğini yedirir de akşam yemeğinin
kıymetini verir veya bunun aksini yaparsa yahut iki sabah yemeği veya iki akşam
yemeği yahut bir akşam yemeği ile bir sahur vererek karınlarını doyurursa, arpa
ve mısır ekmeği katıklı olmak şartıyla câizdir. Buğday ekmeği katık istemez.
Nasıl ki bir fakiri altmış gün doyursa, câiz olur. Çünkü hacet yenilenir.
İZAH
"Fitre gibidir." Yani buğdaydan
yarım, kuru hurma ve arpadan bir sâ'dır (1040 dirhem) verilir. Bunların unları
da asılları gibidir. Kavrulmuş unlan dahi böyledir. Sadaka-i fıtırda olduğu
gibi unla kavrulmuşu hakkında ölçek mi yoksa kıymetimi itibara alınacağı
hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir. Bahır. Tatarhâniyye'de: "Arpa veya
kavrulmuş un verirse kâfidir. Lâkin söylenildiğine göre burada ölçeğin tamamı
mu'teberdir. Bu da buğday unundan yarım sâ'dır, arpa unundan bir sâ'dır. Kerhî
ile Kudûri buna meyletmişlerdir. Bazıları kıymetle verileceğini söylemişlerdir.
O halde ölçeğin tamamı itibara alınmaz." denilmiştir. Demek oluyor kî,
Bahır sahibinin: "Her birinin unu aslı gibidir." Sözü birinci kavle
göredir.
Bahır sahibi diyor ki: "Bir kısmını
buğdaydan, bir kısmını da arpadan verse vâcib mikdarını doldurduğu takdirde
câiz olur. Meselâ buğdaydan çeyrek sâ', arpadan yarım sâ' verebilir. Çünkü
maksad birdir. O da fakir doyurmaktır. Ama kıymetle tekmil câiz değildir.
Meselâ yarım sâ' iyi cins kuru hurma orta cins hurmadan bir sa'a müsavîdir,
hesabiyle tekmil edilemez.
"Verilecek yer itibariyle" Fitre
gibidir. Binaenaleyh bir kimse aslına, fer'ine keffâret veremediği gibi
karı-koca birbirine ve kölesine, hûşimîye dahi veremez. Zimmîyi doyurmak
câizdir. Harbîyi ise pasaportlu bile olsa doyurmak câiz değildir. Bahır. Remlî
diyor ki: "Hâvî'de bildirildiğine göre bir kimse zimmîlerin fakirlerini
doyursa câiz olur. Ebû Yusuf câiz olmadığını söylemiştir. Biz onunla amel
ederiz."
Ben derim ki: Hatta Hâkim Kâfî'de câiz
olmadığını açıklamış, burada hilâf zikretmemiştir. Bununla anlaşılır ki, bütün
imamlardan zâhir rivâyet budur.
"Çünkü atıf mugayeret içindir."
Zira kıymet kelimesini fitre gibidir sözünden anlaşılan mansus üzerine atfetmek
kıymetin mansus sayılmamasını gerektirir. H. Nehir'de: "Bu söz götürür.
Çünkü kıymet nassan bildirilenle bildirilmeyenin kıymetlerine şâmildir."
denilmişse de bu söz götürür. Biz bunu Bahır üzerine yazdığımız hâşiyede
belirttik.
Hâsılı kıymetini vermek ancak keffâret
nassan bildirilmeyen şeylerden verildiği zaman câizdir. Nassan bildirilenlerden
câiz değildir. Meğerki verilen şer'an mukadder olan kemmiyeti doldurmuş olsun.
Yarım sâ' buğday kıymetinde olan yarım sâ' kuru hurmayı vermiş olsa câiz
değildir. Keffâreti verdiği kimselere o cinsten mukadder olan mikdarı
tamamlaması gerekir. Aynen o kimseleri bulamazsa yeniden başkalarına verir.
Tamamı Bahır'dadır.
"Sabah yemeğini yedirir de akşam
yemeğinin kıymetini verirse" câiz olur. Yani ibaha ile temlîki bir yere
getirmek câizdir. Çünkü o kimse ayrı ayrı câiz olan iki şeyi bir araya
getirmiştir. Kezâ otuz kişiye temlîkde bulunur, otuzunu da doyurursa yine câiz
olduğu gibi birini diğerinden tamamlamak da câizdir. Hâkim'in Kâfîsi'nde:
"Her fakire yarım sâ' kuru hurma ve bir müd (takriben 260 dirhem) buğday
verse kâfi gelir." denilmiştir.
"Veya iki sabah yemeği" Verir de
doyurursa câiz olur. İki akşam yemeği de öyledir. Bunların bir günde olduğu
zâhirdir. Yemeğin birini bir gün, diğerini ertesi gün verirse kâfi gelmez.
Lâkin bâbın sonundaki fer'î meselelerde buna muhâlif sözler gelecektir.
"Karınlarını doyurursa" Yani
yedikleri şey az da olsa karınlarını do-yurması lâzımdır demek istiyor. Nitekim
Vikâye'de belirtilmiştir. Şu halde ibaha yemeğinde şart her fakiri doyurucu iki
öğün yemektir. Fakirlerin içinde birisi tok bulunur yahut bülûğa yaklaşmamış
küçük çocuk olursa câiz değildir. İleride bu da gelecektir. Yukarıda arz
etmiştik ki, doğru hareket çocuğu temlîkde değil burada zikretmektir.
"Katıklı olmak şartıyla ilh..."
Tâ ki doyuncaya kadar yemeleri mümkün olsun. İki kavilden biri budur. Kerhî
buna meyletmiştir. İkinci kavle göre doyurmak ancak buğday ekmeği ile câiz
olur. Çünkü İmam Muhammed Ziyâdât'ta buğdayı nassan bildirmiştir. Nitekim
Bahır'da zikredilmiştir. Tatarhânîyye'de: "Müstehab olan fakirleri yanında
katık bulunan ekmekle sabah ve akşam doyurmaktır." denilmiştir.
"Bir fakiri doyurmuş olsa" Sözü
hem temlîke hem ibahaya şâmildir. Kenz'de burada temlîke mahsus olan
"Verirse" kelimesi kullanılmıştır. Doğrusu mezhebimize göre fark
yoktur. Meselenin tamamı Bahır'dadır. Yine Bahır'da: "Yemin keffâretinde
giyecek yiyecek gibidir. Hatta bîr fakire on gün zarfında on elbise verse câiz
olur. Yemin keffâretinde bir kişiyi yirmi gün doyursa kâfi gelir."
denilmiştir.
Ben derim ki: Bunun muktezası bir kişiyi
yüz yirmi gün doyurursa zıhâr keffâreti nâmına kâfi gelir demektir. Sonra bunu
açıkca gördüm. Tatarhâniyye'de şöyle deniliyor: "Hasan b. Ziyad tarîkıyla
Ebû Hanife'den rivâyet olunduğuna göre bir kişiyi yüz yirmi gün doyurursa kâfi
gelir."
"Çünkü hâcet yenilenir." Maksad
muktacın ihtiyacını gidermektir. İhtiyaç ise her günyenilenir. İhtiyaç tekerrür
ettikçe hükmen fakir de tekerrür eder ve hükmen müteaddid olur.
METİN
Bir fakire bütün yiyeceği bir günde birden
verirse bil-ittifak yalnız o gün nâmına kâfi gelir. Kezâ esah kavle göre
yiyeceği bir günde bir kaç defada temlîk ederse yalnız o gün nâmına kâfi gelir.
Bunu Zeylaî söylemiştir. Çünkü hakikaten ve hükmen teaddüd yoktur. Bir kimse
kendi zıhârı nâmına yiyecek vermesini başkasına emreder, o da verirse sahih
olur. Acaba verdiğini ondan olabilir mi? Benden alman şartıyla dediyse alır.
Bir şey demediyse borç meselesinde bil-ittifak alır. Keffâret ve zekâtta
mezhebe göre alamaz. Nasıl ki keffâret yiyeceklerinde katl keffâretinden
başkalarında ve oruç fidyesinde hacc cinayetinde doymak şartıyla ibaha sahihtir
ve ibahayla temlîki bir araya getirmek câizdir. Sadakalarla öşürde bu câiz
değildir.
Kaide şudur: Yedirmek ve yiyecek sözleriyle
meşru olan şeyde ibaha câizdir. Vermek ve edâ etmek sözüyle meşru olan şeyde
temlîk şarttır. Bir kimse bir veya iki kadına yaptığı iki zıhârdan dolayı iki
köle âzâd eder de birer birer tâyin etmezse her ikisi nâmına sahih olur. Sahih
olma hususunda dört ay oruçla yüz yirmi fakir doyurmak da bunun gibidir. Zira
cins birdir. Cins muhtelif olursa bunun hilâfınadır. Meğerki her biriyle
bunlardan her birini niyet etmiş olsun. O zaman sahih olur.
İZAH
"Çünkü hakikaten ve hükmen teaddüd
yoktur ilh..." Sözü her iki me-selenin illetidir. Minah'da: "Çünkü
fakirin o günlük ihtiyacı görülünce sonraki gün kendisine verilen yemek yemiş
bulunan bir insana yemek yedirmek olacağından câiz değildir. T."
denilmiştir.
"Başkasına emreder de ilh..."
Emirle kayıdlaması emirsiz doğurduğu takdirde câiz olmayacağı içindir.
Yiyecekle kayıdlaması şundandır: Çünkü keffâreti nâmına köle âzâdını emrederse
Tarafeyn'e göre câiz olmaz. Ebû Yusuf buna muhâliftir. Ama adını söylediği bir
bahşişle olursa bil-ittifak câizdir. Mirâsçının fakir doyurmakla keffâret
vermesi câizdir. Yemin keffâretinde giyecekle dahi câizdir. Köle âzâdı bunun
hilâfınadır. Onun için de katl keffâretinde teberru'u mümkün değildir. Nitekim
Muhît'da belirtilmiştir. Nehir.
"Sahih olur." Çünkü manen ondan
temlîk istemiştir. Fakir evvela onun nâmına sonra kendisi için almış olur.
Nehir.
"Borç meselesinde" Yani borcunu
ödemesini emrettiyse kezâ nafakasını ver diye emir verdiyse bil-ittifak alır.
Bezzâziye.
"Keffâret ve zekâtta" Yani ona
benim keffâretimi ver yahut malımın zekâtını ver derse mezhebe göre alamaz.
Kezâ benim hibemin yahut filanın hibesinin bedeli benim nâmıma bin dirhem ver
derse sonra benden alırsın diye şart koşmadıkça bir şey alamaz. Demek oluyorki,
her ne zaman kendisine mal verilen kimse o mala sahip olmak için karşılığında
mal verirse, emredilen şahıs şart koşmaksızın verdiğini âmirden alır. Mal
mukabilinde mâlik olmazsa şart koşmadıkça âmirinden bir şey alamaz. Bezzaziye.
Bu meseleler hakkında sözün tamamını biz Tenkihü'l-Hâmidiy-ye'de zikrettik.
"Nasıl ki keffâret
yiyeceklerinde" Diye kayıdlaması şundandır: Çünkü yemin keffâretinde
giyecekde ibaha câiz olmaz. Meselâ on fakire emaneten birer elbise giydirse
câiz olmaz. Bahır.
"Katl keffâretinden başkalarında"
Zira katlde yiyecek vermek yoktur. Binaenaleyh ibaha da yoktur. Şârihin bunu
zikretmesi Aynî'ye reddiye olsun diyedir. Çünkü Aynî: "Yani zıhâr, yemin,
oruç ve katl keffâretleri" demiştir,
"Oruç fidyesinde" İbahanın sahih
olması zâhır rivâyettir. İmam Hasan'ın rivâyetine göre bunda mutlaka temlîk
lâzımdır. Bahır.
"Hacc cinayeti" Tıraş olmak,
özürden dolayı elbise giymek gibi şeylerdir ki, ya hayvan kesmek, ya fakir
doyurmak yahut oruç tutmakla ödenir.
"Sadakalarda" Yani zekâtta ve
sadaka-i fıtırda câiz değildir .
"Kaide ilh..." İzahı şudur:
Keffâretlerle fidye hakkında vârid olan emir fakir doyurmaktır. Doyurmak yemeye
imkân vermek mânâsında hakikattir. Temlîkin câiz olması ancak imkân vermesi
itibariyledir. Zekat hakkında vermek sadaka-i fıtır hakkında eda etmek
emrolunmuştur; Bunların ikisi de hakikaten temlîk ifade ederler. Bunu Bahır
sahibi söylemiştir.
"Sahih olma hususunda ilh..." Ben
derim ki: Kezâ hem köle âzâd eder hem oruç tutar ve hem fakir doyurursa sahih
olur. Hâkim'in Kâfîsi'nde şöyle denilmektedir: "Bir kimse dört karısına
zıhâr yapar da bir köle âzâd eder elinde başkası bulunmazsa, sonra arka arkaya
dört ay oruç tutar, sonra hastalanır ve altmış fakir doyurursa, bu
yaptıklarından hiç biriyle muyyen bir kadın niyet etmezse istihsanen bütün
kadınlar nâmına kâfi gelir."
"Zira cins birdir." Yani muayyen
niyete hâcet yoktur. Hidâye. Bunun beyanı aşağıdaki kaidede gelecektir.
"Cins muhtelif olursa bunun
hilâfınadır." Meselâ üzerinde bir yemin keffâreti, bir zıhâr keffareti ve
bir katl keffareti bulunur da keffâretler için diyerek bir kaç köle âzâd ederse
keffâret nâmına kâfi gelmez. Ama her köleyi gayrı muayyen bir keffâret için
niyet ederse bilicme câiz olur. Neye keffâret olduğunun bilinmemesi zarar etmez.
Muhît'de böyle denilmiştir. Bahır. "Ama her köleyi gayrı muayyen
ilh..." sözünü şârih "Meğerki her biriyle bunlardan her birini niyet
etmiş olsun," ifadesiyle anlatmıştır Velevki ifadesi muradın hilâfını îham
etsin.
METİN
İki zıhar için bir köle azad eder veya
ikisi için iki ay oruç tutarsa tayini ile biri nâmına sahih olur. Keffâretini
verdiği kadınla cima'da bulunmaya hakkı vardır. Öteki ile cima'da bulunamaz.
Biri zıhâr diğeri katl keffareti için olursa kâfir bir cariye âzâd etmedikçe
sahih olmaz. Sebebi yukarıda geçti. Kâfir cariye istihsanen zıhâr nâmına âzâd
edilebilir. Çünkü onun öldürülmeye salâhiyeti yoktur. Bir kimse iki zıhâr için
bir defada altmış fakir doyurur ve her birine bir sâ' yiyecek verirse yukarıda
geçtiği vecihle biri nâmına sahih olur. Şerhin nüshalarında böyle denilmiştir.
Metnin nüshalarında ise sahih olmaz, yani ikisi nâmına sahih olmaz,
denilmiştir. İmam Muhammed buna muhâliftir. Kemâl de bunu tercih etmiştir. Biri
iftar biri zıhâr için olursa bil-ittifak her ikisi nâmına sahih olur. Kaide
şudur:
Sebebi bir cinsten olanlarda tâyini niyet
hükümsüzdür. Sebebi muhtelif olanlarda ise faydalıdır.
FER'İ MESELELER: Zenginlik ve fakirlikte
mu'teber olan keffâret verme zamanıdır. Bir kimse yüz yirmi fakiri doyursa
ancak fakir doyurmanın yarısı yerine câiz olur. Onlardan altmış fakiri sabah
veya akşam olmak üzere tekrar doyurur. Velevki başka bir günde olsun. Çünkü
mikdarla beraber sayı da lâzımdır. Sütten ayrılan çocuğu ve tok fakiri doyurmak
câiz değildir.
İZAH
"Sebebi yukarıda geçti." Bundan
murad metindeki: "Cins muhtelif olursa bunun hilâfınadır." sözüdür.
"Çünkü onun öldürülmeye salâhiyeti
yoktur." Âyet-i kerime katl keffâretinde kölenin mutlaka mü'min olması
lazım geldiğini beyan etmiştir. Bunun bir eşi de bir kadınla kızını veya kız
kardeşini bir araya getirip nikâh etmesidir. İkisi de evli değilse ikisine de
akid sahih değildir. Biri evliyse evli olmayanın akdi sahih olur. Bunu
Bedâyı'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.
"Bir sâ" dan murad buğdaydır
Çünkü kuru hurma veya arpadan olsa iki sâ' demesi gerekirdi, Bahır.
"Bir defada" Olursa biri nâmına
yeter. Fakat bir kaç defada olursa bil-ittifak câizdir. Nitekim Kafî'de beyan
edilmiş: "Çünkü ikinci defada başka bir fakir gibidir." denilerek
illeti gösterilmiştir. Bahır.
"Biri nâmına sahih otur." Çünkü
sayıdan eksik bırakmak câiz değildir. İki zıhârda vâcib olan yüz yirmi fakiri
doyurmaktır. Binaenaleyh vâcibi bundan azına vermek câiz olamaz. Nasıl ki otuz
fakire birer sâ' yiyecek verse bir zıhâr nâmına kâfi gelmez. Bedâyı'da: "Kezâ
iki yemin için on fakire birer sâ' yiyecek verse hüküm bu hilâfa göredir."
denilmiştir. Bahır.
"İmam Muhammed buna muhâliftir."
Ona göre ikisi nâmına sahihtir. "Kemâl de bunu tercih etmiştir."
Etkânî dahi Gâyetü'l-Beyân'da bunu tercih etmiştir.
"Kaide şudur ilh..." Niyet ancak
cinsleri birbirinden ayırmak için mu'-teberdir. Çünkü cinslerin değişmesine
göre maksadlar da değişir. Bir cinsde ise niyete hâcet yoktur. Zira ona göre
maksadlar değişmez. Binaenaleyh niyet mu'teber değildir. O halde bir cinsde
mutlak olarak zıhâr niyeti kalır. Mücerred onunla da birden ziyadesi lâzım
gelmez. Her fakire yarım sâ'dan fazla verilmiş olması fazlalığı gerektirmez.
Çünkü yarım sâ" en az mikdardır. Ondan fazlası verilemez diye değildir.
Bilâkis daha azı verilemez diyedir. Ayrı ayrı zamanlarda vermesi yahut
cinslerin başka olması bunun hilâfınadır. Şöyle denilebilir: Niyetin mu'teber
olması ayırmaya ihtiyaç olduğu içindir. Bu adam ayrı cinslerde olduğu gibi bir
cinsin şahıslarında da buna muhtaçtır. Bu itibarın eseri ulemanın açıkladıkları
şu meselede meydana çıkar: İki zıhârdan biri için tâyin ederek bir köle âzâd
ederse tâyini niyet sahih olur, niyeti hükümsüz kalmaz. Hatta tâyin ettiği
cariye ile cima'ı helâl olur. Fetih. Yukarıda geçen "Şöyle denilebilir
ilh..." Sözü imam Muhammed'in kavlinin tercih edildiğini beyandır. Bahır
sahibi evvela onu kabul etmiş, sonra şöyle demiştir: "Nihâye sahibi muradı
itiraz götürmez bir şekilde anlatarak şöyle demiştir: O bununla niyetle cinsin
tâmimini murad etmiştir. Görmüyor musun ikiden birinin zıhârını tâyin ederse
sahih ve ona yakınlık etmesi helâl oluyor. Fevaid-i Zahîriyye'de böyle
denilmiştir."
Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Tâyinden
murad cinsin bütün ferdlerinin tâyinini hükümsüz bırakmaktır, hususi bir ferdin
tâyinini hükümsüz bırakmak değildir. Sonra bil ki cinsin bir olması sebebinin
birliği ile, cinsin ayrılığı da sebebinin başka başka olmasıyla bilinir. Onun
içindir ki ramazan orucu birinciden, namaz ikinci kabîlinden sayılmıştır. İki
ramazandan iki günün orucu dahi böyledir. Tamamı Bahır ve Nehir'dedir.
Keffâret verme zamanıdır." Hatta zıhâr
vaktinde zengin keffâret verdiği
vakit fakir bulunursa oruç tutması kâfi
gelir. Bunun aksi kafi değildir Tatarhâniyye.
"Yüzyîrmi fakiri doyursa" Yani
her birine bir öğün yemek verse demektir.
"Onlardan altmış fakiri" Yani yüz
yirmiden altmışını sabah veya akşam tekrar doyurur. Sabah yemeğini
yedirdiklerinde ortadan kaybolurlarsa onların gelmesini beklemesi gerekir yahut
başkalarına tekrar sabah ve akşam yemeklerini yedirir. Bahır. Yemek yediren
vasî ise beklemesi vâcib olmak gerekir. Meğerki bulunmadıkları kanaatına
varsın. O zaman doyurma işine yeniden başlar. Nehir
"Sayı da lâzımdır." Sayı
altmışdır. Mikdar ise ibahada doyurmak şartıyla iki öğün yemek, temlîkde bir
veya yarım sâ' yiyecektir.
"Sütten ayrılan çocuğu ve tok fakiri
doyurmak câiz değildir." Bu hususta yukarıda söz geçmişti. Allahu a'lem.
METİN
Liân lügatta lâane fiilinin masdarıdır.
Kaatele gibidir, la'ndan alınmıştır. La'n koğmak ve uzaklaştırmaktır. Buna
gadab değil de liân adı verilmesi kadından daha evvel erkek kendine lanet
ettiği içindir. Öncelik tercih sebeblerindendir.
Şer'an liân: Zinâ şahidleri gibi dört
şehâdet olup yeminlerle te'kidli ve erkeğin şehâdeti la'nla, kadının şehâdeti
gadabla birliktedir. Çünkü kadınlar lânet sözünü çok kullanırlar. Binaenaleyh
kadın hakkında gadab daha önleyicidir. Erkeğin şehadetleri kendi hakkında kazf
haddi yerine, kadının şehâdetleri de kendi hakkında zinâ haddi yerine geçer.
Yani lânetleştikleri vakit erkekten kazf haddi, kadından da zinâ haddi sâkıt
olur. Çünkü Allah adıyla şehadette bulunmak had gibi, hatta ondan daha da
şiddetli olarak helâk edicidir.
Liânın şartı: Evliliğin devamı ve nikâhın
fâsid değil sahih olmasıdır.
Sebebi: Erkeğin ecnebî bir kadın hakkında
olsa haddi icab edecek şekilde karısına zinâ isnadında bulunmasıdır. Kadının
bununla tahsis olunması isnad kendisine yapıldığı içindir. Böyle olunca ihsanın
şartları kendisinde tamam olur.
İZAH
"Lâane fiilinin masdarıdır." Yani
semâi (işitmekle bilinen) bir masdardır. Kıyasa göre mülââne denilmeliydi.
Lakin bir çok nahiv ulemasının beyanlarına göre bu kelime kıyasî masdar olarak
da kullanılır. Nehir.
"Buna gadab değil de liân adı
verilmesi" Yani erkek tarafından lânete şâmil olduğu gibi kadın tarafında
da gadaba şâmil olduğu halde demek istiyor.
"Zinâ şâhidleri gibi" Yani liânı
zinâ şâhidlerine benzetiriz. Lian yapan adam kendine şâhid olduğu için
şâhidliği dört defa tekrarlar. Bu Mültekâ şerhinde belirtilmiştir. T.
"Yeminlerle te'kidi" Yani eşhedü
biilâh diyerek yapılır. Nitekim gelecektir.
"Erkeğin şehâdeti la'nla" Yani
dördüncü şehâdetten sonra lânet kelimesini söyleyerek yapılır. Kadınınki böyle
ise de lânet yerine o gadab kelimesini kullanır.
"Çünkü kadınlar lânet sözünü çok
kullanırlar." Nitekim bir hadîsde;
"Kadınlar lâneti çok kullanırlar,
kocalarına küfrederler." buyurulmuştur. İnâye sahibi diyor ki:
"Binaenaleyh dillerine çok doladıkları için kadınlar olabilir lânet
kelimesini söylemek cür'etinde bulunurlar. Bu kelimenin tesiri onların
kalblerinden silinmiştir. İşte buna cür'etten onları men etmek için kadınlar
tarafında liânın rüknü gadab kelimesiyle değiştirilmiştir."
"Kendi hakkında" Yani yalan
söylediği takdirde kazf haddi yerine geçer. Bu mutlak sözün zâhiri erkeğin
şehâdetinin ebediyyen kabul edilmemesini gerektirir. Aynî İhtiyarın ifadesine
uyarak burada kesinlikle buna kâil olmuştur. Zeylaî ise kazf bâbında kabul
edileceğini söylemiştir. Nehir.
"Kadın hakkında zinâ haddi yerine
geçer." Yani kocası doğruyu söylediği takdirde bu liân kadın hakkında zinâ
haddi yerine geçer. Nitekim Nehir'de belirtilmiştir. H.
"Helak edicidir." Yani erkek
yalan söylemişse yaptığı şâhidlik kendisini müdhiş helâk eder. Çünkü haddin
helâk etmesi dünyevîdir. Allah'ın adını anmak cür'etinin ise ihlâki uhrevîdir.
Âhiret azabı elbette daha şiddetlidir.
"Liânın şartı evliliğin
devamıdır." Binaenaleyh fâsid nikâhla evlendiği yahut talâk-ı bâinle
boşadığı karısına -velevki bir talâkla boşasın- zinâ isnad etmekle liân
yapılmaz. Talâk-ı ric'î ile boşadığı bunun hilâfınadır. Ölmüş olan karısına
zinâ isnad etmekle dahi ilân yoktur. Liân için hürriyet, akıl bülûğ, islâm,
dili söylemek, kazf haddi yememiş olmak dahi şarttır. Bu şartlar karı-kocanın
ikisine de râci'dir. Hassaten kazfi yapanın doğruluğuna beyyine getirememesi
şart olduğu gibi kazf olunan kadının da hassaten zinâyı inkâr etmesi ve bundan
iffetli bulunduğunu söylemesi şarttır. Kazfin açık olarak zinâ kelimesiyle
yapılmış olması ve islâm memleketinde olması dahi şarttır Bahır'da Bedâyı'dan
nakledilen ifadenin hülasası budur. Çocuk benden değildir demek açık zinâ
mesabesindedir. Bu şartların ekserisi musannıfın sözleri arasında gelecektir.
"Ecnebî bir kadın hakkında olsa haddi
icab edecek" Yani kadının muhsana olmasıdır.
"Kadının bununla tahsis olunması"
Yani kadının muhsana olmasının şart koşulması demek istiyor. Bu sözün hâsılı
Fetih'de de beyan edildiği vecihle şudur: Kazfedilen erkek değil kadındır. Onun
için de kendisine kazf edene had vurulan kadınlardan olması şartı kadına
mahsustur. Tabii şehâdet ehlinden olması da şarttır. Erkek bunun hilâfınadır.
Çünkü ona kazf (zinâ isnadı) yapılmamıştır. O şâhiddir. Binaenaleyh şehâdete
ehil olması şarttır. Kendisine kazf edene had vurulanlardan olması şart
koşulmamıştır. Burada Nihâye'nin: "Liânda erkeğin dahi muhsan olması
şarttır." sözünü red vardır. Zeylaî ve başkaları Nihaye sahibinin hata
ettiğini söylemişlerdir.
"İstihsanın şartları kendisinde tamam
olur." Yani zinâ isnadı erkeğe değil kadına yapıldığına göre kadında
ihsanın beş şartının tamam olması lâzımdır. Bunlar: Zinâdan iffetli, âkıl,
bâliğ, hür ve Müslüman olmasıdır.
METİN
Rüknü: Yemin ve lânetle te'kidli
şehâdetlerdir.
Hükmü: Lânetleştikten sonra velevki araları
ayrılmadan önce olsun cima ve istifadenin haram olmasıdır. Çünkü hadîs-i şerifte:
"Liân yapan iki kişi ebediyyen biraraya gelemezler." buyurulmuştur.
Liânın ehli müslüman aleyhine şehâdete ehil olan kimsedir. İmdi kim İslâm
diyarında diri olan sahih nikâhlı -velev talâk ric'î iddetinde olsun- zinâ
fiilinden ve töhmetinden iffetli olan karısına açık zinâ sözüyle isnadda
bulunursa ve karı-kocamüslüman aleyhine şâhidlik yapmaya elverişli iseler
lânetleşirler. Zinâ töhmetinden iffetli olmak demek haram yoluyla velev bir
defa şübheyle olsun cima'da bulunmamak, fûsid nikâhla evlenmiş olmamak ve
babasız çocuğu bulunmamakdır. Şahidlik yapmaya elverişli iseler kaydıyla köle
ve küçük çocuk tariften hariç kalırlar. Ama kör ve fâsık tarifde dahildirler.
Çünkü onlar edâ ehlindendirler.
İZAH
"Lânetleştikten sonra" Yani
liânın hükmü bâkî kaldığı müddetçe demektir. Her ikisi veya biri liâna ehil
olmaktan çıkarsa o kadınla evlenebilir. Nitekim gelecektir. Zikri geçen hadîs
böyle yorumlanmıştır. Teâlâ Hazretlerinin: "Çünkü kâfirler size gâlib
gelirlerse ya sizi recm ederler yahut kendi dinlerine çevirirler. O zaman
ebediyyen felâh bulamazsınız." Âyet-i kerîme'sin deki ebediyyen kaydı buna
aykırı değildir. Çünkü mânâ onların dininde devam ettiğiniz müddetçe demektir.
Nitekim Bedâyı'da beyan edilmiştir. Hadîs üzerinde sözün tamamı Fetih'dedir.
"Ve istifadenin haram olmasıdır."
Yani cima'ın mukaddimelerini yapmak suretiyle istifade haramdır. Liânın
hükümlerinden biri de karı-kocayı birbirinden ayırmanın vücubudur. Bu ayrılıkla
bir talâk-ı bâin meydana gelir. Bahır. T.
"Şehâdete ehil olan kimsedir."
Yani müslüman aleyhine şehadeti edâya ehil olan demektir, tahammülüne değildir.
Binaenaleyh iki kâfir arasında liân yoktur. Velevki birbirleri aleyhine
şâhidlikleri kabul edilsin. İki memlûk arasında veya bir memlûk yahut küçük
çocuk veya deli yahut kazf haddi vurulmuş veya kafir olan karı-koca arasında
liân yoktur. İki âmâ ve iki fâsık arasında ise sahihtir. Çünkü bunlar edâya
ehildirler. Şu kadar var ki âmâ temyize kâdir olamadığı için fâsıkın da
fıskından dolayı şâhidlikleri kabul edilmez. Ölüm, nikâh ve neseb gibi
işitmekle sâbik olan şeylerde âmânın şâhidliği makbuldür. Tamamı Bahır ve
Nehir'dedir. Lâkin Dürr-ü Müntekâ sahibi şöyle demektedir: "Ben derim ki:
Esah olan kabul edilmemektir. Nitekim gelecektir. Evet, Kuhistânî ehliyeti
umumileştirmiştir. Velevki hâkimin hükmüyle sâbit olsun. Çünkü bunların
şehâdetleriyle mahkeme hükmü geçerli olur." Yani maksad geçerliliktir.
Velevki hâkimin bunu yapması câiz olmasın. Lâkin buna kazf haddi vurulanla
itiraz olunur. İbn-i Kemâl Paşa diyor ki: "Kazf haddi vurulana gelince:
Onun şehâdetiyle hüküm, vermek aslâ câiz değildir. Evet, bu şehadetle hüküm
vermişse geçerli olur. Lâkin sözümüz câiz olup olmamasındadır. Çünkü bu
geçerliliğin ötesinde bir iştir."
Ben derim ki: Buna fâsıkla itiraz olunur.
Çünkü onun şehâdetiyle verilen hüküm geçerlidir. Halbuki şâhidliği câiz
değildir. İhtimal câiz değildir demekten muradı sahih olmadığını anlatmak,
geçerlilikle muradı da Şâfiî gibi cevazına kâil olan birinin sahihtir diye
verdiği hükmün geçerliliğidir. Fâsıkın şehâdetiyle hüküm vermek sahihtir.
İşitmekle sâbit olanşeylerde âmânın şâhidliği sahihtir diyenin sözüne göre âmâ
da öyledir. Kazf haddi vurulan bunun hilâfınadır.
"Diri olan" Tabirini kullanması
ölen kadının zevceliği kalmadığı içindir. Bir de onun tarafından liân tasavvur
olunamaz. Bir adam ölmüş karısına zinâ isnadında bulunur da nesebine dokunulan
şahıs -kazf edenin çocuklarından olmamak şartıyla- kazf haddi isterse beyyine
getiremediği takdirde kazf haddi vurulur. Ama kazf edenin çocuklarından biri
isterse had sâkıt olur. Çünkü bir adama çocuğu için had vurulamaz.
"Sahih nikâhlı" Sözü evlilik
kaydının izahıdır. Çünkü fâsid nikâhla alınan kadın zevce değildir. Velev ki
onunla cima'da bulunsun. İffetli de değildir. Ona zinâ isnadında bulunana had
vurulmaz. Rahmeti.
"Velev talâk-ı ric'î iddetinde
olsun." Bu kayıd talâk-ı bâinle boşanan kadını hariç bırakır. Bâinle
boşanan kadın hakkında liân yoktur. Lâkin ecnebi gibi erkeğe had vurulur. Bunu
Tahâvî şerhinden Kuhistânî nakletmiştir. T.
"İffetli" Kadından murad şeriatta
haram cima'dan ve töhmetten berî olan kadındır. Kuhistâni.
"Karısına" Sözü cima etmediği
karısına da şâmildir. Nitekim Dürr-ü Müntekû'da ve başka kitablarda
belirtilmiştir.
"Açık zinâ sözüyle" Yani ey
zâniye veya ey zani diyerek isnadda bu-lunmaktır. Çünkü ey zâni sözü terhimdir.
"Ben senin cesedinle evlenmezden önce sen zinâ ettin" sözünün
kısaltılmışıdır. Yahut senin nefsin zâni mânâsınadır. Bununla kinâye ve ta'riz
hariç kalır. Ta'rizdan murad: "Zinâ eden ben değilim" gibi sözlerdir.
Bunu Kuhistânî söylemiştir. Zinâ sözüyle livâta hariç kalmıştır. İmam-ı Azam'a
göre livâtada liân yoktur. İmameyn'e göre vardır. Bahır'da böyle denilmiştir.
T. Kezâ kadınla cima eden bir adam görmesi de bundan hariçtir. Çünkü cima
zînâyı iltizam etmez Bahır.
"Şâhidlik yapmaya elverişli
iseler" Sözünden murad şâhidliğin edâsıdır, tahammülü değildir. Nitekim
yukarıda geçmişti. Zira küçük çocuk şâhidliğin tahammülüne ehil, edâsına ehil
değildir.
"Cima'da bulunmamak ilh..." Sözü
şer'î iffetin beyanıdır. "Haram yoluyla" Demek aynen haram ise
demektir. Hayız gibi ârizî haram olan değildir. Bu da sahih olarak milki
nikâhında bulunmayan kadındır. Milkinde olup da hayız ve benzeri bir ârızadan
dolayı haram olan bunun hilâfınadır. Burada zinâdan murad haddi icab eden cima
değildir. Onun içinde şârih "Velev bir defa şübheyle olsun" demiştir.
Bundan murad talâk-ı bâinle boşadığı karısı ile veya helâl sandığı kadınla
cima'da bulunmaktır.
"Fâsid nikâhla evlenmiş olmamak"
Cümlesini yahut harfiyle atfederek "Veya fâsid nikâhlaevlenmiş olmamak"
dese daha iyi olurdu. Çünkü bu da haram cima'dandır.
"Köle ve küçük çocuk hariç
kalırlar." İfadesinden murad şâhidliği sahih olmayan herkestir.
Karı-kocadan birine kazf haddi vurulmuş olması veya birinin kâfir olması bu
kabîldendir. Nitekim geçmişti. Yalnız kocanın kâfir olduğu suret Bedâyı'da
şöyle gösterilmiştir: "Karısı müslüman olur da kocasına müslümanlık arz
olunmazdan önce karısına zinâ isnadında bulunur." Yani kocası onun
aleyhine zinâ şahidliğinde bulunmuş demektir; Halbuki kâfirin müslüman aleyhine
şâhidliği makbul değildir. Bu söz Kuhistânî'nin şu ifadesini reddeder:
"Liân halinde şehâdete ehil olmak şarttır. Kazf halinde şart
değildir." Zira bu îfadeye göre Müslüman olduktan sonra kâfir karı-kocanın
arasında ve azâd edildikten sonra memlûk karı-koca arasında ilân cereyanı lazım
gelir. Halbuki zahire göre her iki halde ehliyet şarttır. Musannıf da
söyleyecektir ki, kazf halinde ihsan mu'teberdir.
METİN
Yahut bir adam çocuğun nesebini kendinden
veya başkasından nefy eder de kadın veya nefy edilen çocuk bunu yani kazfin
mûcebi olan haddi hâkim huzurunda isterse -velev ki af ettikten veya zaman
geçtikten sonra olsun. Zira zamanın geçmesi kazf, kısas ve kul haklarında hakkı
ibtal etmez. Cevhere. Kadın içîn efdal olan gîzlemektîr. Hâkim için efdal olan
da kadına bunu emretmektir.- liânlaşır. Yani zinâ isnadında bulunduğunu ikrar
eder veya isnadı beyyineyle sâbit olursa hüküm budur. İnkâr eder de kadının da
beyyinesi bulunmazsa yemin ettirilmez, liân sâkıt olur. Bu adam ilâna razı
olmazsa, ya ilâna razı oluncaya yahut kendisini yalanlayıp kazf için had
vuruluncaya kadar hapsolunur. Liânlaşırsa ondan sonra kadın da liân yapar.
Çünkü dâvâcı kocasıdır. Hâkim kadının liânından işe başlarsa sonra kadın
tekrarlar. Ama tekrarlamadan aralarını ayırırsa sahihtir. Çünkü maksad hâsıl
olmuştur. ihtiyar. Kadın Iiânı kabul etmezse, ya liânı kabul yahut kocasını
tasdik edinceye kadar hapsolunur. Bununla liân defedilmiş olur ve kadına had
vurulmaz. Velev ki kocasını dört defa tasdik etmiş olsun. Çünkü bu kasden ikrar
değildir
İZAH
"Yahut bir adam çocuğun nesebini nefy
ederse" Sözünü musannıf mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh zinâyı açık
söyleyip söylemediği suretlere şâmildir. Hidâye sahibi ile Zeylaî bunu tercih
etmişlerdir ki, hak olan da budur. Muhît ve Mübtegâ'nın ifadeleri bunun
hilâfınadır. Çünkü her vecihten nesebi kesmek zinâyı istilzam eder. Çocuğun
şübheyle cima' dan doğması ihtimali bilicma sakıttır. Şu da var ki, sen babanın
oğlu değilsin diyen kimse onun anasına kazfetmiş olur. Hatta kendisine kazf
haddi lâzım gelir. Halbuki bu ihtimal onda da vardır. Tamamı Bahırda'dır.
T E N B İ H : Zahîre'de şöyle
denilmektedir: "Âleti kesik, enenmiş ve çocuğu olmayan kimsehakkında çocuk
ondan değildir diye liân yapmak meşru değildir. Çünkü böylesine çocuk ilhak
edîlmez." Fakat bu ifade söz götürür. Çünkü âleti kesik olan kimse sürtmek
suretiyle menîsini indirir ve muhtar kavle göre çocuğunun nesebi sâbit olur.
Fetih'de böyle denilmiştir.
"Kadın bunu isterse" Diye
kayıdlaması istemediği takdirde liân yapılmadığı içindir. Çünkü liân kepazeliği
kendinden def için kadının hakkıdır. Musannıfın muradı sarîh zinâ sözüyle kazf
ettiği zaman kadının had istediğini anlatmaktır. Çocuğu nefy etmek suretiyle
kazf de bulunmuşsa haddi istemek kocasının da hakkıdır.
"Veya nefy edilen çocuk isterse"
Sözü kalem hatasıdır. Ben başkasının bunu söylediğinî görmedim. İbârenin
doğrusu: "Yahut çocuğu nefy eden kimse isterse" şeklindedir. Feth'in
îbâresi şöyledir: "Kadının istemesi şarttır. Kazf çocuk nefy edilmekle
yapılmışsa bunun hilâfınadır. Zira şart erkeğin istemesidir, Çünkü çocuğu ondan
olmadığını nefy edecek bir şahsa muhtaçtır."
Zeylaî'nin ibâresi: "Kadının mutlaka
istemesi lâzımdır. Meğer ki kazf çocuğun nefyi ile yapılmış olsun. Çünkü
erkeğin istemeye hakkı vardır ilh..." şeklindedir. Bunun bir misli de az
yukarıda Bahır'dan naklen zikrettiğimizdir. Şübhesiz ki "istemesi"
kelimesindeki zamir çocuğa değil kazf edene râcidir. Evet, çocuk kazf edenin
oğlu değilse anne de ölmüşse kazf haddi vâcib olmak için çocuğun istemesi şarttır.
Aksi takdirde kadının istemesi şarttır. Nitekim bâbında gelecektir. Sözümüz
Iiânın vücubunun şartı olan isteme hususundadır. Kadın öldükten sonra bu olmaz.
Bu açıktır. Sonra gördüm ki Rahmetî bu söylediklerimîzin bazısına işarette
bulunmuştur.
"Velevki af ettikten sonra
olsun." Yani affetmekle sâkıt olmaz. Lâkin afla beraber had vurulmaz. Bu
af sahih olduğu için değil istek terk edildiği içindir. Hatta kazf edilen kimse
döner de kazfeden için had isterse hâkim ona afv ile birlikte had vurur.
Nitekim Bahır'da kazf haddi bâbında buna tenbih olunmuştur.
"Kazf, kısas ve kul haklarında hakkı
ibtal etmez." Geri kalan hadler bunun hilâfınadır. Kaza bahsinde inşaallah
gelecektir ki, sultan hâkimi on beş sene sonra dâvâ dinlemekten nehy ederse
sahih olur ve dâvâyı o hâkimin dinlemesi sahih olmaz. Ama bu hasım inkâr
ettiğine ve terk bir özürden dolayı yapılmadığına göredir. Aksi takdirde sahih
olur. Şübhesiz ki o dâvâyı dinlemekten yasak etmesi hakkı ıskât etmez. Bilâkis
hak dünyada ve âhirette bâkîdir. Onun için sultan bundan sonra dâvânın
dinlenmesine izin verirse hak sâbit olur.
"Yani zinâ isnadında bulunduğunu ikrar
eder ilh..." Sözü liânlaşır ifadesinin kaydıdır. Aynı zamanda bu söz
Kocasının ısrarıyla, kadının zinâsına veya zinâyı ikrarına yahut kocasını
tasdikine beyyine getirmekten âciz kalmasıyla da kayıdlıdır. Tamamı
Bahır'dadır.
"Veya isnadı beyyineyle sâbit olursa
hüküm budur." Beyyine iki erkektir, bir erkekle iki kadın değildir. Bahır.
Hâkim Kâfîsi'nde bunu: Çünkü hadlerde kadınlar için şâhidlik hakkı yoktur. Bu
da şâhidliklerdendir." şeklinde ta'lil etmiştir. Şu halde Nehir'in ve ona
uyarak Dürr-ü Müntekâ'nın: "Yahut bir erkekle iki kadındır."
ifadeleri kalem hatasıdır.
"Yemîn ettirilmez." Çünkü bu kâfi
bir haddir. Yani yemin ettirmenin faydası yeminden yüz çevirmektir. Bu da manen
ikrardır,sarîh değildir. Bunda şübhe vardır. Şübheyle had vurulmaz.
"Hapsolunur ilh..." İbn-i Kemâl
diyor ki: "Burada ikinci bir sınır vardır ki, hapis onunla nihayet bulur.
O da kadının talâk veya başka bir şeyle o adamdan bâin olmasıdır. Bunu Serahsî
Mebsût'ta zikretmiştir." Bu mânâ musannıfın evvelce: "Liânın şartı
evliliğin devamıdır." demesinden anlaşılmıştı. Şürunbulâliyye.
"Had vuruluncaya kadar"
ifadesinde mücerred kabul etmemekle had vurulmayacağına delâlet vardır.
Ulemadan bazıları şazz olarak buna muhalefet etmişlerdir. Nehîr.
"Çünkü dâvâcı kocasıdır." Sözü
kadının sonra lian yapmasının illetidir.
"Sonra kadın tekrarlar." Tâ ki
liân meşru tertibi üzere yapılmış olsun. Bunu Bahır sahibi İhtiyar' dan
nakletmiştir. Zâhirine bakılırsa bu vâcibtir. Lâkin başka yerde şöyle demiştir:
"Gâye'de bildirildiğine göre tekrarı vâcib değildir. Yalnız sünnette hata
etmiştir. Fetih sahibi vecih budur diyerek bunu tercih etmiştir. İmam Mâlik'in
kavli de budur." Bu ifadenin bir misli de Şürunbulâliyye'dedir.
"Kadına had vurulmaz." Kudûrî'nin
bazı nüshalarında kadına had vurulur denilmişse de yanlıştır. Çünkü bir defa
ikrarla bile had vâcib olmaz. O halde bir defa tasdikle nasıl vâcib olabilir!
Bahır ve Zeylaî.
Ben derim ki: şöyle cevap verilebilir:
Kudûrî'nin tasdikten muradı zinâyı ikrardır. Mücerred kadının tasdik ettim sözü
değildir. Bâbında anlattıklarına güvenerek tekrar etmemiştir. Hâkim'in
Kâfî'deki şu sözü de ona işaret etmektedir: "Kadın hâkimin yanında
kocasını tasdik ederek doğru söyledi der ve ben zinâ ettim demezse, bunu dört
ayrı meclisde dört defa tekrarladığı takdirde kendisine zinâ haddi vurulmaz.
Lîân da bâtıl olur. Bundan sonra ona zinâ isnadında bulunana da had
vurulmaz."
METİN
Neseb de nefy edilmiş olmaz. Çünkü o,
çocuğun hakkıdır. Onu ibtal hususunda karı-koca tasdik edilmezler. İkisi de
kabul etmezlerse hapsolunurlar. Bahır sahibi bunu kadının affetmediği surete
yorumlamıştır. Nehir sahibi îse kocası kabul etmedikten sonra kadının
hapsedilmesini müşkil görmüştür. Çünkü o takdirde kadına vâcib değildîr. Koca
köleliğinden veya küfründen dolayı şâhidliğe yaramaz da kazf için ehil olursa
yani âkıl bâliğve dili söylerse kendisine had vurulur.
Kaide şudur: Erkek tarafından gelen bir
mânâdan dolayı liân sâkıt olursa kazf sahih olduğu takdirde had vurulur. Aksi
takdirde ne had vardır ne de liân. Koca şâhid olmaya yarar fakat kadın yaramaz
veya kendisine kazfte bulunanlara had vurulmayanlardansa kocasına had yoktur.
Ona ecnebî bîri kazfetmiş gibi olur. Liân da yoktur. Çünkü liân haddin
halefidir. Lâkin bu kapıyı kapamak için ta'zir olunur. Bu söz mefhumu
tasrihtir.
İZAH
"Neseb de nefy edilmiş olmaz."
Çünkü neseb ancak liânla nefyedilir. O da bulunmamıştır. Bununla anlaşılır ki
Vikâye ve Nikaye şerhlerindeki: "Kadın kocasını tasdik ederse neseb
nefyedilmîş olur." sözü doğru değildir. Nitekim Dürer ve Gurer şerhinde
tenbih edilmîştir. Bahır. İleride gelecektir ki nefyin şartları altıdır.
Onlardan biri de liândan sonra hâkimîn ayırmasıdır.
"Çünkü o takdirde kadına vâcib
değildir." Yani kocası kabul etmeyince kadına vâcib olmaz. Zira kadına
ancak kocasının liânından sonra vâcib olur. Ondan önce vâcib olan bir haktan
kaçınmak sayılmaz. Nehir. Tahtâvî buna şöyle cevap vermiştir: "Karı-koca
dâvâya çıktıktan sonra liânı yürütmek şeriatın hakkı olmuştur. Kadın affetmeyip
imtina gösterince hapsedilir. Yalnız kocasının imtina etmesi bunun hilâfınadır.
O zaman kadın hapsedilmez. "Rahmetî de şu cevabı vermiştir: "Maksad
karı-kocanın bir anda imtina etmeleri değildir. Bilâkis murad erkeğin istenildikten
sonra imtina'ı, kadının da erkeğin liânından sonra imtina'ıdır." Böylece
Rahmetî meseleyi metindeki şekline çevirmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
"Koca köleliğinden" Yahut kazf
haddi vurulduğundan dolayı şâhidliğe yaramazsa demektir. Bahır.
"Veya küfründen dolayı..." Bu
evvela kadın müslüman olup kocası kendisine müslümanlık arzolunmadan ona
kazfetmekle olur. Bahır
"Ve dili söylerse ilh..." had
vurulur. Fakat küçük çocuk, deli veya dilslz olursa had ve liân yoktur. Minah.
Çünkü böylesinin kazfı sahih değildir.
"Erkek tarafından gelen bir mânâdan
dolayı" Meselâ erkek köleliğinden dolayı veya benzeri bir sebeble
şâhidliğe yaramazsa demektir. Fakat kadın tarafından gelen bir mânâdan dolayı
liân sâkıt olursa, cevabı musannıfın ifadesinde gelen: "Ne had vardır ne
lian.." sözüdür. Şimdi liânın her ikisi tarafından gelen bir mânadan
dolayı sukûtu meselesi kalır. Meselâ karı-koca kazf haddi yemişlerse bu mesele
birincîsi gibi olur. Çünkü liân koca tarafından gelen bir mânâdan dolayı sâkıt
olmuştur. Zira başlamak kocadan olmuştur. Onunla birlikte kadın tarafı mu'teber
değildir. Nitekim Cevhere'de beyan edilmiştir. Tamamı az ileride gelecektîr.
"Kazf sahih olduğu takdirde"
Meselâ erkek âkıl bâliğ ve konuşur olursa had vurulur.
"Ne had vardır ne de liân..." Liânın
nefyi te'kid içindir. Çünkü sözümüz liânın sukûtu hakkındadır.
"Fakat kadın yaramazsa" Yani
şâhidlik için yaramazsa demektir. Şârihin bu kelimeyi ziyade etmesi kazf haddi
vurulan kadına da şâmil olsun diyedir. Musannıfın "Çünkü bu kadın kazf
edenine had vurulanlardan değlidir." Sözünde o dahil değildir. Bahır
sahibi böyle demiştir. Eğer bu ziyade olmasaydı musannıfın sözünden kadına had
vurulur mânâsı anlaşılırdı. Halbuki vurulmaz. Nitekim beyanı gelecektir.
"Kocasına had yoktur." Çünkü had
vurmanın şartı ihsandır. (İhsan lügatta: muhkem yapmak, kal'a gibi oturtmak
mânâsınadır.) İhsan kadının Müslüman, hür, âkıl bâliğ ve afif olmasıdır.
Nitekim geçmişti. Liânın şartı ihsan ve şâhidliğe ehil olmakdır. Kadın muhsane
(ihsanlı) olmazsa ne had vardır ne liân! Çünkü ortada ihsan yoktur. Ama muhsane
olup kendisine kazf haddi vurulmuşsa liân yoktur. Çünkü şâhidliğe ehliyet
kalmamıştır. Had dahi vurulmaz. Çünkü liân kadın tarafından gelen bir mânâ
sebebiyle sâkıt olmuştur. Hâsılı kadın kâfir, cariye, küçük veya deli olursa
ihsan olmadığı için had vurulmadığı gibi yine bu mânâdan dolayı bir de
şâhidliğe ehliyeti olmadığından Iiân da yoktur. Kadın iffetli değilse ihsan
olmadığı için yine liân sâkıttır. Bir de erkek sözünde sâdıktır. Kadın iffetli
ve had vurulmuş ise bildiğin sebeble had ve liân sâkıttır. Bu yeri böyle izah
gerekir.
"Ecnebi biri kazfetmiş gibi
olur." Bu had vurulan iffetliden başkası hakkındadır. Had vurulan iffetli
hakkında ise kazfedilen ecnebîye had vurulur. Nitekim Şürunbulâlîyye'de
belirtilmiştir. Bir sebebten dolayı kocadan haddin sukutu ecnebîde mevcud
değildir.
"Çünkü liân haddin halefidir."
Dürer'de böyle denilmiştir. Fakat doğru ta'lil yukarıda arz ettiğimizdir. Zira
bu had vurulan iffetli kadında zâhir değildir. Onun hakkında liân hadde tâbi
olarak sukut etmiş değil aksinedir. Meğerki şöyle denilsin: Çünkü o sözündeki
zamir hadde; halefidir sözündeki zamir de liâna râcidir. Şuna binaen ki,
kocanın kazfinde asıl vâcib olan liândır. Had vurmak onun halefidir. Yani liân
sâkıt olursa mâni bulunmadığı takdirde had vâcib olur, İbn-i Kemâl'in sözünde
bu te'vile delâlet vardır.
"Ta'zir olunur." Yani ta'zir
vâcibdir. Çünkü kocası kadına eziyet etmiş, onun namusunu lekelemiştir.
Bahır'da böyle denilmîştir. Bunun zâhirine bakılırsa iffetli olmayan kadın
hakkında tazir vâcibdir. Bunu Ebus-sûud söylemiştir. Şöyle de denilebilir:
Kadının namusunu lekeleyen kadının kendisidir. T.
Ben derim ki: Kadın bunu âşıkârelemişse bu
zâhirdir. Aksi takdirde adam kadının isteği ile ta'zir olunur. Çünkü kötülüğü
meydana çıkarmıştır.
"Mefhumu tasrihtir." Yani
"Ecnebî kadın hakkında haddi icab eden kazf" sözü ile
"Karı-kocaşehâdeti edâya yararlarsa" sözlerinin mefhumunu tasrihtir.
Çünkü şehâdete yararlarsa sözü iffetli olmayan kadından ve bir de şehâdeti edâya
yaramayan kocadan ihtirazdır. Yahut bunun aksidir.
TETİMME: Bahır sahibi diyor ki:
"Musannıf karı-kocanın ikisi de şehâdeti edâya yaramazlarsa meselesine
açıkça temas etmemiştir. Ama evvela liân yoktur diye şart koşmasından
anlaşılmıştır.
Hadde gelince: Karı-koca ikisi de küçük
veya deli yahut kâfir yahut memlûk olurlarsa had vâcib olmaz. İkisi de kazf
haddi yemişlerse vâcibdir. Çünkü liân erkek tarafından gelen bir mânâdan dolayı
imkânsızdır. Kezâ kocası köle, karısı had vurulanlardan ise yine vâcib olur.
Çünkü iffetli kadına kazfte bulunmak haddi mûcibtir. Velev ki kadın had
vurulanlardan olsun.
METİN
İhsan kazf zamanında mu'teberdir. Kadın
cariye veya kâfir iken ona kazfeder de sonra Müslüman olur veya âzâd edilirse
had ve liân yoktur. Zeylai. Liân vâcib olduktan sonra talâk-ı bâinle sukut eder
ve artık kadın başka kocaya varsa da liân dönmez. Çünkü sâkıt olan bir şey geri
dönmez. Kezâ kadının zinâ etmesiyle, şübheyle cima ve dinden dönmesiyle de
sâkıt olur. Bir daha müslüman olsa da geri dönmez. Kazf şâhidinin ölümü ve
kaybolması ile de sâkıt olur. Fakat şâhidin kör veya fâsık yahut mürted
olmasıyla sukût etmez. Bir adam karısına sen küçük kız iken zinâ ettin yahut
deli iken zinâ ettin der de delilik mâlum olursa liân yok-tur. Çünkü liânı
yerine isnad etmemiştir. Sen zimmî iken veya cariye iken zinâ ettin veya
kadının yaşı daha küçük olduğu halde sen kırk sene evvel zinâ ettin demesi
bunun hilâfınadır, lânetleşirler. Çünkü liân münhasırdır. Fetih. Liânın şer'î
sıfatı kîtab ve sünnetten nassın vasfettiği gibidir. Karı-koca lânetleşirlerse
velevki ekserisini yapsınlar kadın hâkimin ayırması ile kocasından bâin olur.
Huzurunda liân yapılan hâkim ayırmadan karı-koca birbirlerine mirâsçı olurlar.
İZAH
"İhsan kazf zamanında
mu'teberdir." Bu sözden ve "Kezâ kadının zinâsı ile sâkıt olur."
Demesinden anlaşılır ki, kazf zamanından lânetleşme yapılıncaya kadar ihsanın
devam etmesi şarttır. T.
"Talâk-ı bâinle sukût eder."
Beynunetle sukût eder deseydi talâk veya fesh yahut ölümle ayrılma hallerine
şâmil olurdu. Hâkim'in Kâfîsi'nde şöyle denilmektedir: "Bir adam karısına
kazfeder de sonra kadın ondan talâk veya başka bir sebeble ayrılırsa o adama
had ve liân yoktur. Çünkü onun haddi liân idi. Ayrıldıktan sonra liân kalmadığı
için had vurulmaya da dönüşmez. Adam kendini yalanlasa da had vurulmaz. Sen üç
defa boşsun ey orospu derse ona had vurulur. Ama ey orospu sen üç defa boşsun
derse had ve liân lâzım gelmez." Yaniayrılık lian vâcib olduktan sonra
hâsıl olduğundan bir şey lâzım gelmez demek istiyor.
"Kazf şâhidinin ölümü ile ilh..."
Yani şâhid bu adam zinâ isnadında bulundu diye şâhidlik edip hâkim de
doğruladıktan sonra ölür veya kaybolursa, hâkim o şehâdetle hüküm vermez. Fetih
ve Câmide şöyle denilmiştir: "iki şâhid doğrulandıktan sonra ölür veya
kaybolurlarsa liânla hüküm verilmez. Malda ise hüküm verilir. Şâhidlerin kör
veya fâsık olmaları, dinden dönmeleri bunun hilâfınadır. Karı-koca arasında
Iiân yapılır."
Ben derim ki: Farkın vechi şu olsa
gerektir: Had şübheyle vurulmaz. Hâkimin hükmünden önce şahîdin şehâdetinden
dönme ihtimali vardır ki, bu bir şübhedir. Şâhid hayatta ve hazır olduğu
müddette bu ihtimal mevcuddur. Ne zaman hâkim onun şehâdetiyle hüküm verîr de
şâhid de dönmezse ihtimal ortadan kalkar. Hâkimin hükmünden sonra bu ihtimal
yersiz kalır. Çünkü hak mahkeme kararıyla kuvvet bulmuştur. Fakat şâhid ölür
veya kaybolursa hâkim onun şehâdetiyle hüküm veremez. Çünkü şahid hayatta ise
mahkeme kararından önce dönüp gelmesi ihtimali vardır. Şu da var ki, had vurmak
için iki şâhid bulunmasını şart koşmak söz götürür. Bundan Şürunbulâliyye'nin
hırsızlık haddi bâbında bahsedilmiştir. Oraya müracaat edebilirsin. O bâbta
inşaallah kitabımızda da gelecektir.
"Liân yoktur." Had de vurulmaz.
Çünkü ihsan yoktur. "Çünkü liânı yerine isnad etmemiştir." Yani o
adam zinâ isnadında bulunmuştur. Zinânın mahalli ise âkıl bâliğ olan kadındır,
Feth'in ibâresi: "Halen kazf sayılmaz. Çünkü kadının fiili zinâ ile
vasıflanmaz." şeklindedir.
"Çünkü liân münhasırdır." Yani
liân konuşma zamanına münhasır olarak vâkidir Geçmişe istinad edemez. Çünkü
kadın zimmîyye veya carîye iken zinâ ile vasıflanabilir. Bu suretle kendisine
kepazelik lahîk olur. Kırk sene evvel demesi de böyledir. Velevki kadının yaşı
daha küçük olsun! Çünkü bu söz zinânın eskiliğînden mubalegadır.
"Kitab ve sünnetten" Sözü nass-ı
şer'îyi beyandır. Bununla Bahır'ın şu ifadesine hâcet kalmamıştır: "Zâhire
bakılırsa sıfatla rüknü yani mahiyeti kasdetmiştir. Çünkü sünnet vecihle
sıfatını nass beyan etmemiştir." Liân şöyle yapılır: Hâkim karı-kocayı
karşı karşıya durdurur ve kocaya liân yap der. O da: Eşhedübillâh (Allah'a
şehâdet ederim ki) ben bu kadına isnad ettiğim zinâda doğruyu söyleyenlerdenim
der. Beşinci defa tekrarladığında: Eğer ona isnad ettiğim zinâda yalan
söyleyenlerden isem Allah'ın lâneti üzerime olsun! der ve sözünün her defasında
kadına işaret eder. Sonra kadın da dört defa: "Allah'a şehâdet ederim ki,
bu adam bana isnad ettiği zinâda yalancılardandır." der, beşinci
defasında: "Eğer bana isnad ettiği zinâda doğru söyleyenlerden ise
Allah'ın gazabı üzerime olsun." ifadesini söyler. Nehir'de böyle
denilmiştir. H.
T E N B İ H : Liânın meşru olması muayyen
bir yalancıya bedduâda bulunmanın câiz olmasını gerektirir. Çünkü kocanın:
"Yalancılardan isem Allah'ın lâneti üzerime olsun" Sözüyalan
söylediği takdirde kendi aleyhine lânet duâsıdır. Sözünü yalancılardan isem
diye tâlik etmesi o adamı muayyen olmaktan çıkarmaz.
Evet, şöyle denilir: Liânın meşru olması o
odamın doğru söylediğine göredir. Yalan söylerse lânet etmesi helâl değildir.
Bahır'da câiz olduğuna delâlet eden sözler vardır. Şu sebeble ki,
Gâyetü'l-Beyân'ın iddet bahsinde: "Bizim zamanımızda mubâhele meşru'dur.
Mubâhele liân yapmaktır. Eskiden insanlar bir şeyde ihtilâf ettiler mi:
"Hangimiz yalan söylediyse Allah'ın behlesi (lâneti) onun üzerine
olsun." derlermiş. Biz bu hususta ric'at bâbında söz etmiştik.
"Hâkimin ayırması ile" Yanı
Tarafeyn'e göre hâkimin ayırmasiyle bir talâk-ı bâin meydana gelir. Ebu Yusuf:
"Bu ebediyyen haram kılmaktır." demiştir. Hidâye.
"Birbirlerine mirâsçı olurlar."
Çünkü hâkim ayırmadıkça kadın o adamın karısıdır. Kâfî. Evet, cima ve
mukaddimeleri ayırmadan da haram olur. Nitekim geçmişti. İleride de gelecektir.
Sonra bu mesele mefhum üzerine tefridir. Mefhum şudur: Hâkim ayırmadan önce
sırf liân ile ayrılık olmaz. Sa'diyye'de Kifâye'den nakledilen şu mesele dahi
bunun fer'lerindendir: "Kocası kadını bu haldeyken boşarsa bir talak-ı
bâin meydana gelir ve kezâ kendini yalanlarsa nikâh tazelemeden cimada
bulunması helâl olur." İmam Şâfiî'ye göre ise liânın kendisiyle olur.
Şâfiî ile bu husustaki sözümüz Fetih'de yeterince beyan edilmiştir. Bu mesele
hâkimin hükmü şart kılınan yerlerden biridir. Bunları Minah sahibi manzum
şekilde sıralamıştır. Talâk bahsinde geçmişti.
METİN
Karı-koca ayrılmaya razı olmasalar bile
hâkim onları ayırır. Şümunnî. Liân ehliyeti ortadan kalkarsa bakılır: Şayet
delilik gibi geçmesi ümidi varsa araları ayrılır. Aksi takdirde ayrılmaz.
Karı-koca liân yaparlar da birisi kaybolur ve ayırmak için vekâlet verirse
araları ayrılır. Tatarhâniyye. Bundan şu anlaşılır ki, tevkil etmezse beklenir.
Hâkim aralarını ayırmaz da makamından azledilir veya ölürse ikinci hâkim lianı
yeniler. İmani Muhammed buna muhâliftir. İhtiyar. Karı-kocadan her biri liânın
ekserisini yaptıktan sonra hâkim hata ederek aralarını ayırırsa sahih olur.
Azını yaptıktan yani bir veya iki defa söyledikten sonra ayırırsa sahih olmaz.
Erkek liânı yaptıktan sonra kadın liânını yapmadan aralarını ayırırsa hükmü
geçerli olur. Çünkü bu içtihad götüren meselelerdendir. Tatarhâniyye. Bahır
sahibi bunu Hanefî olmayan hâkim diye kayıdlamıştır. Hâkim Hanefî ise hükmü
geçerli değildir. Liândan sonra hâkim ayırmadan o ka dınla cimada bulunmak
kocasına haramdır. Sebebi yukarıda geçti. Kadına iddet nafakası vardır. Kocası
hayatta olan bir çocukla kazf yapmışsa hâkim o çocuğun nesebini babasından
silerek annesinin üzerine yazar. Ama bunun için nikâhın sahih olması ve liân
cereyan ettiği zaman çocuğun ana rahminde olması şarttır. Hatta kadın cariye
veya kitabîyye iken gebe kalır da sonra âzâd edilir veya Müslüman olursa
lânetleşmeolmadığı için çocuğun nesebi silinmez. Nesebi nefyetmenin altı şartı
vardır ki bunlar Bedayı'da sıralanmışlardır. Kitabımızda da ileride gelecektir.
İZAH
"Liân ehliyeti ortadan kalkarsa
ilh..." Bu mesele dahi hâkim ayırmadan ayrılma olmayacağının
fer'lerindendir.
"Araları ayrılır." Çünkü ihsanın
dönmesi ümidi vardır. Fetih.
"Aksi takdirde ayrılmaz." Yani
liân ehliyeti geçmesi ümid edilmeyen bir şeyle ortadan kalkar, meselâ adam
kendini yalanlar yahut karı-kocadan biri bir insana kazfte bulunarak kendisine
kazf haddi vurulursa yahut kadın haram olarak cima edilirse veya karı-kocadan
biri dilsiz olursa oraları ayrılmaz. Fetih.
"Beklenir." Çünkü aralarını
ayırmak bir hükümdür. Gaib aleyhine sahih olamaz. Rahmeti.
"imam Muhammed buna muhâliftir."
Ona göre yenilemez. Çünkü liân had yerine geçer ve hakikaten had vurmuş gibi
olur. Buna ise hâkimin azli veya ölümü tesir etmez. Şeyhayn'ın delilleri şudur:
Geçerliliğin tamamı ayırmakta ve işe son vermektedir. Bundan önce o iş son
bulmaz. Binaenaleyh yeniden yapılması icab eder. İhtiyar' da böyle denilmiştir.
Bundan şu anlaşılır ki, karı-kocayı birbirinden ayırmadan önce cima haram
olmaz. Bunun hilâfı da gelecektir. Ondan anlaşılan da kadının ikinci hâkimin
huzurunda mutlaka liân istemesi lâzım gelmesidir» Araştırılmalıdır.
"Ekserisini yaptıktan sonra"
Meselâ her biri üçer defa lânet ettikten sonra ayırılırsa sahih olur. Yalnız
sünnette hata etmiştir. Kâfî.
"Çünkü bu içtihad götüren
meselelerdendir." İmam Şâfiî (R.) yalnız kocanın liâniyle araları
ayrılabileceğine kâildir. Nehir'de böyle denilmiştir. H.
Ben derim ki: Biz hul'da ve zıhâr bâbının
başında içtihad götüren kelimesinin manâsını arzetmiştik. Bunu düşünürsen
anlarsın ki, sırf müçtehidlerin arasında hilâf vuku bulmakla meselenin içtihad
götürmesi sâbit olmaz.
"Hanefî olmayan hâkim diye..."
Hanefî olmayan hâkimden murad ya kendi içtihadıyla câiz görendir yahut Şâfiî
gibi bir müçtehidi taklid edendir.
"Hâkim Hanefî ise hükmü geçerli
değildir." Yani mu'temed kavle binaen geçerli olmaz demek istiyor.
Mu'temed kavil hâkimin kendi mezhebi hilâfına hüküm verememesidir. Bahusus
zamanımızın hâkimleri ki, Ebû Hanife'nin en sahih kavliyle hüküm vermeye
memurdurlar.
"Cima'da bulunmak" Kezâ cima'ın
mukaddimeleri haramdır. T.
"Sebebi yukarıda geçti." Yani
hadîs-i şerifte: "Liân yapan karı-koca ebediyyen biraraya
gelemezler." buyurulmuştur. H.
"Kadına iddet nafakası vardır."
Yani liân yaparak kocasından ayrılan kadına iddet nafakasıve mesken vardır. iki
seneye kadar bir çocuk doğurursa nesebi o adama lâzım gelir. Kadının üzerinde
iddet yoksa altı aya kadar nesebi ondan sâbit olur. Nitekim Kâfî'de
bildirilmiştir.
"Hayatta olan bir çocukla" Kazf
ederse çocuk annesinin üzerine yazılır. Fakat çocuk öldükten sonra benden
değildir diye nefy ederse liân yapar. Nesebi babasından kesilmez. Kezâ kadın
biri ölü biri diri iki çocuk doğurur da kocası bunları nefy ederse yahut
çocuklardan biri liândan önce ölürse hüküm yine budur. Nitekim gelecektir.
"Hâkim o çocuğun nesebini babasından
siler." Yani hâkimin aranızı ayırdım dedikten sonra mutlaka: "Bu
çocuğun nesebini bu adamdan kesdim." demesi lazımdır. Nitekim bu imam Ebu
Yusuf'tan rivâyet olunmuştur. Mebsût'ta: Sahih olan budur. Çünkü ayırmaktan
zaruri olarak nesebini nefy etmek lâzım gelmez. Nasıl ki ölümden sonra araları
ayrılır fakat neseb nefy edilmez." Bunu Nihâye'den naklen Bahır sahibi
söylemiştir.
"Annesinin üzerine yazar." Nefy
için bu lâzım değildir. Bu söz te'kid makamında söylenmiştir. Bunu Nehir sahibi
Nihâye'den nakletmiştir.
"Nikâhın sahih olması..." Bu
şartla bundan sonrakini Bahır sahibi Bedâyı'da zikredilen altı nefy şartı
üzerine ziyade etmiştir. Şârihin bu iki şartı altı şartla beraber saymaması
bunların asaleten şartlarıdır. Nitekim Nehir sahibi söylemiştir. Şu halde
bunlar vasıta ile nefyin şartlarındandır. Lâkin ikincisi birinciye hâcet
bırakmaz.
"Lânetleşme olmadığı için çocuğun
nesebi silinmez." Çünkü hâkim çocuğun nesebini ana rahminde kalma vaktine
istinad ederek silmiştir. Halbuki annesi o vakit liân ehlinden değildir.
Liânsız ise neseb nefy edilmez.
"Altı şartı vardır." Bunlar:
1) Karı-kocayı ayırmak,
2) Doğum zamanında veya doğumdan bir yahut
iki gün sonra olmak,
3) Erkeğin önceden çocuğu velev delâleten
ikrar etmemesi,
4) Karı-koca ayrılırken çocuğun hayatta
olması,
5) Ayırdıktan sonra kadının bir batından
diğer bir çocuk doğurmaması.
6) Çocuğun şer'an sübutuna hüküm verilmemîş
olmasıdır. Meselâ kadın bir çocuk doğurur da kocası meme emen o çocuğun üzerine
yuvarlanarak çocuk ölür, diyeti babanın âkılesine hükmedilir. Sonra baba çocuğun
nesebini nefyederse hâkim karı-koca arasında liân yaptırır ve çocuğun nesebini
kesmez. Çünkü diyetini babanın âkılesi ödeyecek diye hüküm vermek çocuğun ondan
olduğuna hükümdür. Bundan sonra çocuğun nesebi kesilmez. Tamamı Bahır'dadır,
"İleride gelecektir." Musannıfın:
"Hayatta olan çocuğu nefy ederse ilh..." dediği yerde gelecektir.
Fakat orada zikredilenler hepsi değil ekserisidir.
METİN
Koca kendini yalanlarsa -nefyedilen çocuk
mal bırakıp da babası nesebini iddia etmek suretiyle- velev delâleten olsun
kazf için had vurulur. Kendini yalanladıktan sonra had vurulsun vurulmasın o
kadını nikâh edebilir. Başka kadına kazfte bulunur da kendisine had vurulursa
yahut kadın kendisini tasdik ederse veya kadın zinâ ederse kendisine had
vurulmasa bile onunla evlenmesi câizdir. Çünkü iffet gitmiştir. Hâsılı
karı-koca yahut ikisinden biri liân ehliyetinden çıkarsa kocası o kadınla
evlenebilir. Liân yapıldıktan sonra ayrılmazdan önce karı-koca veya birisi
dilsiz olursa liân yoktur. Dilsizlik sonradan ârız olursa hüküm yine budur.
Artık ayırma ve had vurma yoktur. Çünkü şübheyle had vurulmaz. Halbuki rükün de
yoktur. Rükün şehâdet ederim sözüdür. Onun için yazı ile lânetleşme olmaz.
Nitekim hamli nefy etmekle liân yapılmaz. Çünkü kazf zamanında mevcud olduğu yüzde
yüz bilinmez.
İZAH
"Koca kendini yalanlarsa had
vurulur." Yani liândan sonra yalanlarsa hüküm budur. Liândan önce
yalanlarsa bakılır: Yalanlamadan önce kadını boşamışsa hüküm yine budur. Kadını
talâk-ı bâinle boşamış da sonra kendini yalanlamışsa had ve lian yoktur.
Zeylai. Yani talâk-ı bâinle ayrıldıktan sonra liâna yer kalmamıştır.
Binaenaleyh Kâfî'den naklettiğimiz gibi hadde dönmez. Şürunbulâliyye sahibi
diyor ki: "Musannıfın kendini yalanlarsa sözü ya liân yapıncaya yahut
kendisini yalanlayarak had vuruluncaya kadaf hapsolunur, sözünün yanında tekrar
sayılmaz. Çünkü oradaki sözü liândan önceye aiddi. Buradaki ise liândan sonraya
aiddir."
"Velev delâleten olsun." Yani
yalanlama ister kendi itirafıyla, ister beyyineyle ve isterse delâleten olsun
demek istiyor. Nehir.
"Nesebini iddia etmek suretiyle"
Yani neseb ve mirâs hususunda tasdik edilmez, kendisine had vurulur. Eğer ölen
çocuk erkek veya kız bir çocuk bırakırsa nesebi iddia edenden sâkıt olur, baba
da ondan mirâsçı olur. Kâfî.
"Kazf için had vurulur." Yani
liân kelimelerinin tezammun ettiği ikinci kazf için had vurulur. Meselâ zinâ
şâhidleri şâhidlikten dönerlerse kendilerine had vurulur. Fakat bu birinci kazf
için değildir. Çünkü onun mûcebi yapılmıştır. O liândır. Nitekim Bahır sahibi bunu
söylemiştir. Rahmetî'nin beyanına göre bu adam kendini yalanladıktan sonra
liânın yerinde yapılmadığı anlaşılır. O kazf haddi yerini tutacaktı.
Binaenaleyh asla döneriz. Asıl birinci kazfle haddin lâzım gelmesidir.
"Had vurulsun vurulmasın"
Kaydıyla şârih Bahır sahibinin: "Zeylaî'nin had ile kayıdlaması
tesadüfîdir." sözüne işaret etmiştir.
"Kadın zinâ ederse kendisine had
vurulmasa bile" ifadesiyle zinâdan haram cima'ı kasdetmiştir. Velevki
şer'an zinâ sayılmasın, Nitekim İsbîcâbî bunu söylemiştir. Bahır. Sonra Hidâye
ile Kenz'in ibâreleri: "Yahut kadın zinâ eder de kendisine had
vurulursa" şeklindedir.
Fetih sahibi diyor ki: "Bazıları bunun
doğru olmadığını söylemişler dir, Çünkü kadına had vurulunca onun haddi
recmdir. Binaenaleyh kocasına helâl olması tasavvur edilemez. Bilâkis mücerred
zinâ etmekle ehil olmaktan çıkar. Bazıları da zinâ ederse mânâsına gelen
"zenet" kelimesini nun'un şeddesi ile "zennet" okumuşlardır
ki, başkasını zinâya nisbet etti mânâsına gelir. Kazfin mânâsı da budur. O
zaman kadının ilk kocasına helâl olmasının ona had vurulmasına bağlı olması
doğru olur. Çünkü bu kazf haddidir. Kelimenin zenet şeklinde okunduğuna göre
izahı kazf ve liânın o kadınla cima etmezden önce yapılması, sonra kadının zinâ
ederek kendisine had vurulması şeklinde olur ki, o zaman kadının haddi recm
(taşla öldürme) değil dayaktır. Çünkü muhsane değildir." Kuhistânî'nin
beyanına göre cima edilmiş olan kadında zinâ tasavvur edilebilir. Nitekim
Muzmerat'ta buna işaret edilmiştir. Şöyle olur: Kadın dinden dönerek dar-ı
harbe kaçar, sonra esir alınarak bir adamın milki olur. Adam da ona zinâ eder.
Yine Kuhistânî'de bildirildiğine göre liân ehliyeti zinâ ile değil dinden
dönmekle ortadan kalkmıştır. Bahır sahibi rivâyetin "zenet" şeklinde
olduğunu söylemiştir. Onun için musannıf had vurmaktan bahsetmemiştir. Şarih
de: "Had vurulmasa da" diyerek hadle kayıdlamanın mefhumu zenet
rivâyetine göre mu'teber olmadığına işaret etmiştir. Zennet rivâyeti bunun
hilâfınadır. Nitekim bunu Nehir sahibi açıklamıştır.
"Çünkü iffet gitmiştir." İfadesi
kadın kocasını tasdik ettiği veya kadın zinâ ettiği vakit nikâhın helâl
olmasının illetidir. Fakat erkek kendini yalanlar da kendisine had vurulmazsa
yahut kazften sonra had vurulursa iffet gittiği için değil liânın yerinde
yapılmadığı anlaşıldığı içindir. Nitekim yukarıda arzettik.
"Liân ehliyetinden çıkarsa
evlenebilirler." Çünkü ne hakikaten ne de hükmen liân halleri kalmamıştır.
Hakikaten kalmamıştır. Çünkü lânetleşmenin hakikatı liân vaktidir. Hükmen de
kalmamıştır. Çünkü ehliyet kalmamıştır. Lânetleşme hükmen ehliyetle bâkî idi.
Binaenaleyh yukarıda geçen hadîse münafi değildir.
"Çünkü şübheyle had vurulmaz." Bu
şübhe birbirlerini tasdik etme ihtimalidir.
"Halbuki rükün de yoktur." Yani
dilsizlik liândan önce ârız olduysa liânın rüknü olan söz ortada yoktur.
"Onun için" Yani rükün
bulunmadığı yahut şübhe bulunduğu için -ki bu daha zâhirdir- yazı ile
lânetleşme olmaz. Çünkü yazı talâk ve emsalinde söz yerini tutar. Lâkin
dilsizin işaretinde olduğu gibi bunda da şübhe vardır. Binaenaleyh onunla had
vurulmaz.
"Yüzde yüz bilinmez." Fetih
sahibi diyor ki: "Zira şişkinlik veya su olması ihtimali vardır. Bana
ailemden birinin yakınlarından birinden naklen haber verdiğine göre kadında
hamilelik zuhur etmiş ve dokuz ay sürmüş. Kadınlar bundan şübhe etmemişler.
Hatta kadın çocuk elbisesi hazırlamış, sonra kadını doğum sancısı tutmuş ve ebe
kadın yanına oturarak sıkmaya başlamış, her sıktıkça su döküyormuş, fakat hiç
bir şey doğmamış. Kadın bomboş kalkmış gitmiş. Gebelikle mirâs ve vasiyet meselelerine
gelince: Bunlar ancak çocuk yerinden ayrıldıktan sonra haml için değil çocuk
için sâbit olurlar. Âzâd etmek şarta tâlikı kabul eder. Çocuğun âzâdlığı ma'nen
muallaktır. Satılan cariyenin hamille iadesine gelince: Burada gebelik
zâhirdir. Bunun yel olması şübhedir. Şübheden dolayı kusurlu malı iade etmek
yasak değildir. Ama şübheyle liân yasaktır. Çünkü liân hadler kabîlindendir.
Neseb şübheyle sâbit olur, fakat kusura kıyas edilmez."
METİN
Kadın az müddette doğurmak suretiyle hamlin
yüzde yüz çocuk olduğunu anlarlarsa kocası sen hamile isen şöyle olsun demiş
gibi olur. Kazfin şarta tâliki sahih değildir. Koca sen zina ettin, bu hamil de
ondandır derse lânetleşirler. Çünkü bu açık kazftir. Hâkim hamli nefy etmez.
Çünkü doğmadan onun aleyhine hüküm verilemez. Peygamber (S. A.V.)'in hilâlin
çocuğunu nefy etmesi vahy ile bildiği içindir. Diri çocuğu tebrik zamanında -ki
müddeti adeten yedi gündür- ve doğum âleti satın alırken nefyetmek sahihtir.
Ondan sonra sahih değildir. Çünkü delâleten onu ikrar etmiş sayılır. Kocası
yokken doğurmuşsa kocasının bildiği hali kadının doğurduğu hal gibidir. Sahih
olsun olmasın ikisinde de liân yapar. Çünkü kazf mevcuddur. Çocuğu nefyetmekle
liân tehakkuk eder. Ama nesebi nefyedilmez. Şu halde musannıfın yukarda geçen: "Hâkim
nesebini nefy eder." sözü ıtlakı üzere değildir. İki ikizden birinciyi»
nefy eder de ikinciyi ikrarda bulunursa dönmediği takdirde kendisine had
vurulur. Çünkü kendi yalanlamıştır. Aksini yaparsa dönmediği takdirde liân
yapar. Çünkü çocuğu nefy etmekle kadına kazfte bulunmuştur.
İZAH
"Yüzde yüz çocuk olduğunu anlarsa
ilh..." Sözü İmameyn'in kavline cevabdır.
"Vahy ile bildiği içindir." Yani
Peygamber (S.A.V.) kadının hamile ol-duğunu Allah'tan gelen vahy ile bilmiştir.
Maksad İmameyn'in kavillerine cevap vermektir. Onlar: "Kadın hamlin az
müddetinde doğurursa liân yapılır." demişlerdir. Bu söz şâfiî'ye de
cevabdır. Ona göre doğurmazdan önce liân yapılır. Ama bu cevap hilalin
karısına: "Hami benden değildir." diye kazfte bulunduğu teslim
edildiğine göredir. Halbuki imam Ahmed b, Hanbel bunu kabul etmemiştir. Ona
göre Hz. Bilâl karısına zinâ isnadında bulunmuş ve: "Şerik b. Sahmâ'yı
karnının üzerinde onunla zinâ ederken buldum." demiştir. Şu da var ki,
onların doğumdan önce liân yapmaları Sahiheyn'deki rivâyete aykırıdır.
Sahiheyn'de doğurduktan sonra liânyaptıkları bildirilmektedir. Binaenaleyh
deliller çatıştığı için muayyen olarak biriyle istidlal edilemez. Tamamı
Fetih'dedir. Lâkin orada Peygamber (S.A.V.)'in çocuğu doğmadan nefy ettiği
zikredilmemiştir. Şârihin sö-zü Nehir'e tebean nefyini iktiza etmektedir.
Fetih'de olan şudur: "Rasûlüllah (S.A.V.): Kadına bakın. Çocuğu şöyle
doğurursa Bilâl'indir, böyle doğurursa Şerik'indir, buyurdu. Kadın doğurdu ve
çocuk annesine verildi. Onu Şerik'e en ziyade benziyen bir insan olarak
doğurmuştu."
"Müddeti âdeten yedi gündür."
Sözüyle bunun muayyen bir zamanı olmadığına işaret etmiştir. Nitekim zâhir
rivâyet de budur. İmam-ı Azam'dan bir rivâyete göre üç günle, imam Hasan'ın
rivâyetine göre yedi günle takdir edilmiştir. Ama Serahsî bunu zayıf bulmuş:
"Reyle mikdar tâyini câiz olmaz." demiştir. Şürunbulâliyye. İmameyn'e
göre ise tebrik müddeti nifâs müddetiyle ölçülür. Fetih.
"Doğum âleti" Beşik ve benzeri
şeylerdir.
"Ondan sonra sahih değildir."
Yani tebriki kabulden veya doğum âletlerini satın alırken sustuktan sonra nefyi
sahih değildir. Bu vaktin geçmesi koca tarafından ikrar sayılır. Minah. Fetih
sahibi diyor ki: "Bu sükütün rıza sayıldığı yerlerden biridir. Yalnız İmam
Muhammed'den bir rivâyete göre cariyenin çocuğu tebrik edilir de sahibi susarsa
kabul sayılmaz. Çünkü bu çocuğun nesebi ancak bendendir diye iddia ile sâbit
olur. Susmak iddia değlidir. Nikâhlı kadının doğurduğu çocuğun nesebi ise
kocasından sâbittir. Onun susması nefy hususundaki hakkını ıskat eder."
Ümmü Veledin çocuğu nikâhlı kadının çocuğu gibidir. Çünkü onun firâşı
(kadınlığı) vardır. Cariye böyle değildir. Onun firâşı yoktur. Cevhere.
"Kocasının bildiği hali kadının
doğurduğu hal gibidir." Ve sanki çocuğu şimdi doğurmuş gibi sayılır. Ebû Hanife'ye
göre tebrik kabul edilecek günler müddetinde çocuğu nefy edebilir. İmameyn'e
göre ise geldikten sonra nifâs müddeti mikdarınca nefy edebilir. Fetih'de böyle
denilmiştlr. Şürunbulâliyye.
"Itlakı üzere değildir." Bilâkis
yukarıda geçen altı şartla meşruttur. "İkizden" Murad doğum
müddetleri arasında altı aydan az vakit geçen iki çocuktur. Bahır.
"Dönmediği takdirde" Diye
kayıdlaması ikinciyi ikrardan döndüğü takdirde liân yapılacağı içindir. H.
Rahmetî'nin beyanına göre bu kayıd Bahır, Nehir, Dürer, Minah ve diğer
kitablarda zikredilmediği gibi Mültekâ şerhinde de yoktur. Galiba kâtib
tarafından yapılma bir hata olacaktır. Çünkü ikinci çocuğu ikrar etmekle
birinciyi nefy etmesi hususunda kendini yalanlamıştır. Zira çocukların ikisi de
bir menîdendir. Binaenaleyh kazfetmiş olur. Dönmesi haddi ıskat etmez.
"Çünkü kendi kendini
yalanlamıştır." Yani ikinciyi ikrar etmekle kendini yalanlamış olur. Bu
söz had vurulur sözünün illetidir.
"Aksini yaparsa" Yani birinciyi
ikrar edip ikinciyi nefyde bulunursa dönmediği takdirde liân yapılır. Dönerse
Iiân yapılmaz, had vurulur. H. Çünkü kendini yalanlamıştır. Bu sahihtir.
Yukarda geçene ve yakında gelecek olana muvafıktır.
"Çünkü çocuğu nefy etmekle kadına
kazfte bulunmuştur." Cümlesi liân olunur sözünün illetidir. H. Fetih
sahibi diyor ki: "Birinci çocuğun nesebinin sübutu ikinciyi nefy ettikten
sonra muteber ve vâkidir. Onun şer'an bâkî olduğuna bakarak bu adam ikinciyi
nefy ettikten sonra kendini yalanlamış olur. Bu ise haddi icab eder, denilemez.
Çünkü biz şöyle diyoruz: Hakikat nesebin kesilmesidir. Sâbit sayılması hükmî
bir şeydir. Haddin isbatı hususunda ihtiyat gösterilmez. Binaenaleyh burada
hükmîyi değil hakikati itibara almak teayyün eder."
"Bu ise haddi icab eder." sözü
Halebî'nin: "Dönerse had vurulur." sözünü te'yid eder. Bahır
sahibinin Fetih'den naklettiği: "İkinci çocuğu nefy ettikten sonra onların
ikisi de benim oğlumdur yahut ikisi de benim oğlum değildir derse her ikisinde
had vurulmaz." ifadesi buna aykırı değildir. Çünkü birincide dönmek, ikincide
ise kazf yoktur. Fetih'de şöyle denilmiştîr: "Bundan sonra onların ikisi
de benim çocuklarımdır derse kendisine had vurulmaz. Çocukların nesebleri sâbit
olduğu için doğru söylemiş olur. Kendini yalanlamak bulunmadığından dönmek de
sayılmaz. Ben kadına yalan söyledim demesi bunun hilâfınadır. Çünkü döndüğünü
açıklamaktır. Onlar benim iki çocuğum değildir, derse çocuklar onun oğulları
olur. Ama kendisine had vurulmaz. Çünkü hâkim birini nefy etmiştir. Bu iki
ikizi nefy demektir. Binaenaleyh bir vecihten çocukları değildir ve kadına
mutlak surette kazfetmiş sayılmaz, bir vecihle kazfetmiş olur."
METİN
Her iki çocuğun nesebi sâbittir. Çünkü
ikisi de bir menîdendir. Kadın bir batında üç çocuk doğurursa kocası ikinciyi
nefy edip birinci ile üçüncüyü ikrarda bulunduğu takdirde liân yapılır.
Çocukların üçü de onun oğullarıdır. Birinci ile üçüncüyü nefy eder de ikinciyi
ikrarda bulunursa kendisine had vurulur. Çocuklar onundur. Birisi ölmüş gibi
olur. Şümunnî. Liân çocuğu ölür de adamın başka çocuğu bulunur ve liâncı onu
iddia ederse, liân çocuğu erkek olduğu takdirde nesebi icmaen sâbit olur. Kız
ise sâbit olmaz. Çünkü kızın oğlu babasının nesebiyle müstağnî sayılır. İmameyn
buna muhâliftir. İbn-i Melek.
İZAH
"Liân yapılır." Fetih ve Bahır'da
böyle denilmiştir. Bu ifadenin bir misli de Vecîz'den naklen Cevhere'dedir.
Nehr'in ifadesî ise had vurulacağını iktiza etmektedir. Nehir sahibi bunu
Fetih'e nisbet etmiştir. Halbuki vâkiin hilâfınadır. Anla! Evet, Rahmetî:
"Buradaki müşkildir. Çünkü bu adam üçüncü çocuğu ikrar etmekle ikinciyi
nefy hususunda kendisini yalanlamış olur. Binaenaleyh had vurulmak gerekir.
Zira yalanlamadan sonra lânetleşmeye mâhalkalmamıştır." diyor.
Ben derim ki: Cevap şudur: Bu adam birinci
çocuğu ikrar edince hepsini ikrar etmiş sayılır. Üçüncüyü ikrar etmesi ilk
ikrarını te'kiddir. Binaenaleyh dönmek sayılmaz. Çünkü o bu sözde sâdıktır.
Nitekim az yukarıda geçmişti. Onun için Fetih sahibi meseleyi şöyle ta'lil
etmiştir: "Çünkü hamlin bir kısmının nesebi sâbit olduğunu ikrar etmek
hepsini ikrardır. Onun eli veya ayağı bendendir diyen gibi olur. Bir çocukda da
öyledir. Onu ikrar eder de sonra nefy, sonra tekrar ikrar ederse liân yapılır
ve çocuğun nesebi kendisine lâzım gelir."
"Had vurulur." Çünkü birinciyi
nefy edince ona liân lâzım gelir. İkinciyi ikrar etmekle kendinî yalanlamış
olur. Bu sefer had lâzım gelir. Ondan sonra dönmesi kabul edilmez.
"Birisi ölmüş gibi olur." Fetih
sahibi diyor ki: "Çocukların ikisini de nefy eder ve biri ölürse yahut
liândan önce öldürülürse nesebi ona Iazım gelir. Çünkü ölüyü nefy mümkün
değildir. Ölümle nefy sona ermiştir, ona hâcet kalmamıştır. Ama diri olan çocuk
nefyedilmiş olmaz. Çünkü ondan ayrılmaz ve İmam Muhamed'e göre kazf bulunduğu
için aralarında liân yapılır. Liân çocuğu nefyden ayrılır. Ebû Yusuf'a göre
liân yapılmaz. Çünkü kazf nesebi kesen bir la'n icab etmiştir." Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derîm ki: Hâkim Kâfî'de hilâf
zikretmeden birinciden bahsetmekIe yetinmiştir. Böylece anlaşılır ki, bütün
imamlardan zâhir rivâyet budur. Şârihin de: "Birisi ölmüş gibi olur."
sözünü birinci meseledeki "Liân yapar, çocuklar onundur." Sözünün
arkasından zikretmeliydi ki, teşbih nesebin sübûtu ile Iiâna olsun. Onun
söylediğine göre ise liâna gerek yoktur. Halbuki bu zâhir rivâyetin hilâfınadır
ve haddin vücubunu iktiza eder ki söz götürür. Çünkü liân yoktur kavline göre
zâhir olan haddin de olmamasıdır. Zira liân erkek tarafından gelmeyen bir mânâ
sebebiyle sâkıt olmuştur.
"Nesebi sâbit olur." Yani liân
çocuğunun nesebi sâbit olur. Bahır sahibi: "Baba ona bil ittifak mirâsçı
olur. Çünkü ikinci çocuğun nesebinin sâbit olmasına ihtiyaç vardır. Onun bâkî
oluşu birincinin bâkî olması gibidir." demiştir.
"Müstağni sayılır." Yani kızın
çocuğu babasının nesebiyle yetinerek başka bir şeye muhtaç olmaz. Zira kızın
çocuğu babasına nisbet edilir. Bahır sahibi diyor ki: "Kadının ölmesiyle
yani nefy edilen kadının ölmesiyle kayıdlaması bu kadın sağ olmuş olsa
çocuğunun iddiasıyla bil ittifak nesebi sâbit olacağı içindir."
"İmameyn buna muhâliftîr." Onlara
göre çocuğun nesebi o adamdan sâbit olur. Bahır.
METİN
FER'î MESELELER: Kendisinden olmayan çocuğu
ikrar etmek haramdır. Kendinden olmayan çocuğun nesebini kendine katmak
isteyene karşı sükût gibidir. Bahır. Bahır'da beyan edildiğine göre her ne
zaman liân bir vecihle sâkıt olur yahut neseb ikrarla yahuthüküm yoluyla sübut
bulursa çocuğun nesebi ebediyyen nefy edilemez. Çocuğu nefy eder de liân
yapmaz, nihayet kadına bir ecnebî çocukla kazfederek kendisine had vurulursa,
çocuğun nesebi sâbit olur. Ondan sonra da nefy edilemez.
İki ikiz çocuğun nesebini nefy eder de
sonra biri ölüp öteki ikiz, annesi ve anne bir kardeşi kalırsa mirâs farz
olarak üçte bir hesabıyla taksim edilir. Red olarak da anneye altıda bir, iki
kardeşe üçte bir verilir. Kalanı kendilerine reddedilir. Bundan anlaşılır ki,
nefy etmesi onu asabe olmaktan çıkarır. Ulema diyorlar ki: "Neseb
kesilmişken imamlarımızın bütün hükümlerde nesebinin bâkî olduğunu açıklamaları
kadının firâşı bâkî olduğu içindir. Yalnız iki hükümde yani yalnız mirâsla
nafakada bâkî değildir. Hatta nefy edenden başkasının bendendir diye iddiası
sahih olmaz. Velevki çocuk kendisini tasdik etsin."
Ben derim ki: Behensî: "Meğerki
böylesinden bir çocuk doğabilsin yahut çocuğu liâncının öIümünden sonra iddia
etsîn." demiştir. Bellenmelidir.
İZAH
"İkrar etmek haramdır ilh..."
Liân ayeti inince Peygamber (S.A.V.): "Herhangi bir kadın bir kavmin
üzerine onlardan olmayan birini getirirse Allah indinde hiç bir yeri yoktur.
Allah onu aslâ Cennetine koymaz. Ve herhangi bir adam yüzüne bakıp dururken
çocuğunu inkar ederse kıyâmet gününde Allah ondan perde arkasına gizlenir ve
onu gelmiş geçmiş bütün insanların karşısında rezil eder." buyurmuşlardır.
Bu hadîsi Ebû Dâvûd ile Nesaî rivâyet etmişlerdir. Sahihayn'da Peygamber (S.A.V.)'den
şu hadîs rivâyet olunmuştur: "Her kim babası olmadığını bîle bile İslâm'da
babasından başka bir baba iddia ederse ona Cennet haramdır." Fetih'de
böyle denilmiştîr.
"Bir vecihle" Meselâ ikisinden
birinin şâhidliğe yoramaması yahut muhsan olmaması gibî bir vecihle sâkıt
olursa nesebî ebediyyen nefy edilemez.
"Çocuğun nesebi sabit olur." Bu
sübût zımnendir. Çünkü kadına kazf yapan kimseye had vurmak çocuğun nesebinîn
babasından sübutunu tezammun eder.
"Üçte bir hesabıyla taksim
edilir." Burada söylediği Bahır ile Nehir sahiblerinin Telhîz şerhînden
naklen kesin olarak bildirdikleridir. Bahır sahibî bunu daha önce Câmi'in
şehadetler bahsine nisbet etmiştir. Ama bu îfade şarihin feraiz bahsinde
söyleyeceklerine muhâliftir. Orada: "ikiz kardeşinden anne-baba bir
kardeşîn mirasını alır." diyecektir. Bu ifadenin bîr misli de ihtiyar'a
nisbet edilerek Sekbü'l-Enhür adlı kitaba alınmıştır. Lâkin Serahsî Mebsût'ta
birinci kavli bîzim ulemamıza, ikincîyi İmam Malik'e nisbet etmiştir. Bu
hususta sözün tamamı inşaallah feraiz bahsinde gelecektir.
"Kendilerine reddedilir." Yani
hisseleri mikdarınca taksim edilir ve her birine üçte bir verilir. Şu halde
farz meselesi altıdan, red meselesi üçten olur. T.
"Bundan anlaşılır ki ilh..."
Bahır'da şöyle denilmiştir: "Bu gösterir ki, nesebin kesilmesi ikizlerde
de cereyan eder. Çünkü ikiz kardeşinden nesebi kesilmese asabe olur, üçte ikiyi
alırdı. İkiz kardeşinden nesebinin kesilmesi babalarına tâbi olduklarındandır.
Tamamı Telhîz şerhindedir."
"Bütün hükümlerde kadının firâşı bâkî
olduğu içindir." Binaenaleyh çocuk ile liân yapan arasında şehâdet, zekât,
kısas, nikâh ve nesebi başkasına katmama hususunda neseb bâkîdir. Hatta biri
diğeri lehinde şâhidlik edemez. Biri diğerine zekâtını veremez. Oğlunu
öldürmekle babaya kısas vâcib olmaz. Liân yapan kadının oğlunun oğlu kocasının
başka kadından olan kızıyla evlenemez. Biri o çocuğun kendinin olduğunu iddia
ederse çocuk tasdik etse bile kabul edilmez. Bunu Zahîre'den Fetih sahibi
nakletmiştir.
"Fîrâşı bâki" Sözünden murad
doğurduğu vakit karısı bulunmasıdır. Misbâh'da beyan edildiğine göre Arapçada
karı-koca birbirlerine firâş derler. Nitekim libâs da denilir. Bahır sahibi
diyor ki: "Çünkü liân yapmakla nefy aslın hilâfına şer'an sâbit olmuştur.
Bu kocanın zannına binaendir. Halbuki çocuk onun firâşında doğmuştur. Peygamber
(S.A.V.):
Çocuk firâşa aiddir, buyurmuştur.
Binaenaleyh başka hükümler hakkında zâhir değildir."
"İddiası sahih olmaz." Nefy
edenin iddiası ise mutlak surette sahihtir. Velevki nefy ettiği şahıs büyük
olup nesebinin ondan geldiğini inkâr etsin. Bahır.
"Behensî ilh..." Behensî'nin
Mültekâ üzerine yazdığı şerhde ben bunu böylece kimseye nisbet edilmemiş olarak
gördüm. Halbuki bunu Fetih sahibi dahi inceleyerek söylemiştir. O yukarıda
Zahîre'den nakledilen ibareyi zikrettikten sonra şunları söylemiştir:
"İddia eden şahsın âdeten böyle bir çocuğu doğabilecekse ve iddiasını
liâncı öldükten sonra yaparsa nesebin sübûtu hakkında bu müşkildir. Çünkü neseb
isbatı hususunda ihtiyat gösterilen şeylerdendir. Halbuki bunun başkasından
nesebi kesilmiştir. Liân yapandan sübûtuna ümid kalmamıştır. Annesinden sâbit
olması buna aykırı değildir." Yani şübheyle cima edilmiş olması mümkündür.
Allahu a'lem.
METİN
Lügaten innîn cimaya kâdir olamayan
kimsedir. Fi'îl vezninde mef'ul mânâsınadır. "Unun" şeklinde
cem'lenir. Şer'an karısının fercine cimaya kâdir olamayan demektir ki, yaşlılık
veya sihir gibi erkek tarafından bir mâniden ileri gelir. Ferci yapışık kadının
muhayyerliği yoktur. Çünkü mâni ondan gelmektedir. Hâniyye. Kadın kocasını
âleti ve yumurtalıkları kesik yahut sadece âleti kesik veya pek küçük düğme
gibi bulursa, hürre bâliğa olup ferci yapışık ve boynuzlu olmamak, nikâhtan
önce kocasının halini bilmemek, nikâhtan sonra da razı olmamak şartıyla hâkim
kadının isteğiyle derhal aralarını ayırır. Velevki aleti kesilen koca küçük
olsun. Çünkü te'cılde bir fayda yoktur. Ama âleti kısa olup fercin içine sokmak
mümkün olmazsa kadının ayrılık istemeye hakkı yoktur. Bahır. Fakat bu söz
götürür. Burada şöyle denilebilir: Aleti kesik kimse âleti kalkmayan gibidir.
Bundan ancak iki mesele müstesnadır ki, onlar da te'cil ve çocuk doğması
meseleleridir.
İZAH
Musannıf burada nikâha teallûku olan bir
hastalığa tutulan kimsenin halini beyana başlıyor. İnnîn ve başkaları
diyeceğine innîn ve benzerleri dese daha iyi olur ve karısı ile cimaya kadir
olamayan âleti kesik, enen miş, büyülenmiş, geçkin ihtiyar ve şekkâz gibiler
dahil olurdu. Şekkâz;
kadınla konuştuğunda cimaya başlamadan
hemen menîsi gelen kimsedir. Kâmûs.
"Cima'a" Yani gerek karısı ile
gerek başkasıyla cimaya kâdir olamayan demektir ki, bu mânâ innînin şer'î
mânâsından eamdır.
"Karısının fercine cima'a kâdir
olamayan" Yani âleti mevcud olup kalksın kalkmasın cima edemeyen demektir.
Bu tarif dübürü hariç bırakır. Aleti dübüre girmekle bir adam innîn olmaktan
kurtulamaz. Hanbelîlerden İbn-i Akîl buna muhâliftir. Mi'râc. Zira dübüre
sokmak daha zor ise de bazen sihir sebebiyle ferce sokamaz. Kendi karısıyla
cimaya kâdir olamayıp başkalarıyla cimaya kâdir olan yahut bâkireyle cima
edemeyip bâkire olmayan kadınla cima eden dahi tariften hariçtir. Mi'râc'da
şöyle denilmektedir: "Yalnız sünnet mikdarını sokabilen innîn sayılmaz.
Sünnet mikdarı kesilmişse âletin kalan kısmını mutlaka sokmak gerekir."
Bahır'da da: Âleti kesilmişse kesilen yer kadarıyla yetinmek gerekir. Zekeri
kesilmişse hükmü ne olacağını görmedim. Ama mecbûb (âleti kesik) kelimesi
mutlak olarak buna şâmildir. Ancak ulemanın kadın buna razıysa muhayyerliği
yoktur, sözleri buna aykırıdır. Bunun iki benzeri vardır. Biri kiracının haneyi
harap etmesi, ikincisi satıcının malı teslim etmeden itlafıdır."
denilmektedir. Yani hane sahibi icareyi feshedemez. Mûşteri de verdiği parayı
geri alamaz demek istemiştir.
"Veya sihir gibi..." Bahır sahibi
diyor ki: "Kadına yakınlık edememek hususunda sihirli kimseinnîn gibidir.
Çünkü kadın hakkında maksad hâsıl değildir. Zira bize göre sihrin vücudu ve
tasavvuru haktır. Eseri de zâhir olur. Nitekim Muhît'ta belirtilmiştîr."
"Yahut sadece âleti kesik..."
Nehir sahibi diyor ki: "Ulema bunu zik-retmemişlerdir. Ama zâhire
bakılırsa bu hüküm verilir." Bunda şübhe yoktur.
"Erkek tarafından bîr mâniden"
Kaydıyla kadın tarafından veya karı ile kocanın her ikisinden gelen bir mâni
hariç kalmıştır. Nitekim gelecektir. T.
"Hürre bâliğa olursa" Kocasından
ayrılmayı isteyebilir. Fakat cariye olursa muhayyerlik sahibîne aid olur.
Nitekim metinde gelecektir. Kadın küçük ise mecbûb ve innînde bülûğa ermesi
beklenir. Çünkü bu hallere razı olması ihtimali vardır. Akıl şart değildir. Deli
kadının velîsinîn isteğiyle araları ayrılır. Yahut velî yerine hâkim birini
nasbeder, ayrılmalarını o ister. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştir. Kitabımızda
da gelecektir.
"Ferci yapışık ve boynuzlu olmamak
şartıyla" Demesi yapışık ve boynuzlunun muhayyerliği olmadığı içindir.
Çünkü mâni kendilerindendir. Nitekim yukarıda geçti. Bir de böylelerin cimaya
hakkı yoktur. Bahır'da Tatarhâhiyye'den naklen: "Karı-koca fercin yapışık
olup olmadığında ihtilâf ederlerse hâkim onu kadınlara gösterir" denilmiştir.
"Kocasının halini bilmemek
şartıyla" Demesi mezhebe göre bilirse muhayyerlik olmadığı içindir.
Nitekim gelecektir. Kadın nikâhtan sonra buna razı olursa yine muhayyerliği
yoktur.
"Kadının isteğiyle hâkim derhal
aralarını ayırır." Fakat bu istek derhal değil mühletle meşrudur. Nitekim
beyanı gelecektir. Bu ayırmanın hükmü innînde olduğu gibi talâk-ı bâindir.
Hâniyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Kadın bütün mehrini alır. Şayet
kendisiyle halvette kaldıysa iddet beklemesi de icab eder. İmameyn'e göre kadına
mehrinin yarısı verilir. Nasıl ki halvet yapmamışsa hüküm budur. Bedâyı.
"Velavki âleti kesilen koca küçük
olsun." Âleti kesik diye kayıdlaması şundandır: İnnîn küçük olursa bülûğa
ermesi beklenir. Bu mutlak söz deliye de şâmildir. Bahır'da Fetih'den naklen
şöyle denilmiştir: "Karı-kocadan biri deli olursa âleti kesikle
kalkınamayanı âkıl bâliğ oluncaya kadar tehir etmez. Zira bunda bir fayda
yoktur. Âleti kesik olanı derhal karısından ayırır. Kalkınamayanı îse te'cil
müddeti geçtikten sonra ayırır. Çünkü delilik şehveti yok etmez."
Nehir'de de şöyle denilmektedir: "Koca
bazen delirir bazen ayılırsa ayılması beklenir mi beklenmez mi?Bu meseleyi bir
yerde görmedim. Söylenmesi gereken şudur: Deliren koca ise beklenmez, kadınsa
beklenir. Çünkü ayrılığında bu hale razı olması ihtimali vardır. Nasıl ki
bülûğa ermemiş olsa beklenirdi." Bedâyı'da sahih olarak kabul edildiğine
gön deliye te'cil yoktur. Çünkü talâka mâlik değildir. Lâkin Bahır'da Mi'râc
dan naklen şöyle denilmektedir: "Küçük çocuk burada âlet keslkliği
meselesinde talâka ehil sayılmaktadır. Çünkü başkasıtarafından kendi aleyhine
hak edilir. Nitekim akrabasını âzâd hususunda da ehil sayılır. Ulemadan
bazıları bunu talâksız ayrılma saymışlardır. Ama esah olan birincisidir."
T E T i M M E : Karı-koca aletin kesik olup
olmadığında ihtilâf ederlerse bakılır: Elbise dışından yoklamakla bilinmezse
hâkim emin bir adama onun avretine bakmasını emreder. O da bakarak halini haber
verir, çünkü zarurette bu mübahdır. Hâniyye.
"Ama bu söz götürür." Bununla şârih
Şürunbulâlî'nin Vehbâniyye şer-hindeki şu ifadesine işaret etmiştir: "Ben
derim ki: Bu halde olan kimse innînin halinden daha aşağıdır. Çünkü innînin
kalkınmaması düzelebilir ve kadına yaklaşır. Burada ise bu imkânsızdır.
Binaenaleyh bunun hükmü âleti kesik olanın hükmü gibidir. Şundan dolayı ki,
kısa olan âletini fercin içine sokması mümkün değildir. O halde bundan kadına
hâsıl olacak zarar âleti kesilenin zararına müsavîdir. Onun için kadın ayrılık
isteyebilir. Bununla anlaşılır ki, ayırmak yoktur demek mânâsızdır. Bunu Kınye
sahibi söylemiştir ki teslim edilemez."
Ben derim ki: Lâkin bu sözü yalnız Kınye
sahibi söylememiştir. Onu Fetih ve Bahır sahibleri de Muhît'ten
nakletmişlerdir. En iyisi şöyle cevap vermektir: Fercin dahilinden murad âdeten
ulaşılabilen sonudur. Onun için Bahır sahibi: "Zâhirine göre âletini
sokmak hiç mümkün değilse o kimse âleti kesilen gibidir. Çünkü dahille
kayıdlomuştur." demiştir. Biz sünnet mikdarının girmesi şart olduğunu
açıkça arzetmiştik.
"Te'cil ve çocuk doğması meseleleridir."
Yani âleti kesik kimse te'cil edilmez. Derhal karısı ondan ayrılır. Karısı
ayrıldıktan sonra doğurursa bu ayırma bâtıl olmaz. Nitekim gelecektir. Bahır'da
iki mesele daha ziyade edilmiştir ki, onlar da erkek hasta olursa bülûğunun
beklenmemesi ve iyileşmesinin beklenmemesi meseleleridir.
METİN
Erkek kadına bir defa yakınlık ettikten
sonra delirir veya innîn olursa araları ayrılmaz. Çünkü bir defa cimayla
kadının hakkı yerine gelmiştir. Âleti kesik kimsenin karısı bir çocuk doğurur
do akid zamanında aletinin kesik olduğunu bilmez bulunursa ve kocası çocuk
bendendir diye iddia edip nesebi sâbit olduktan sonra kadın aletinin
kesikliğini öğrenirse ayrılık istemeye hakkı vardır. Tatarhâniyye. Hâkim
aralarını ayırdıktan itibaren iki seneye kadar doğurursa çocuğun nesebi sâbit
olur. Çünkü sürtmek suretiyle menîsini indirmiştir. Alet kesikliği bâkî olduğu
için ayırma hükmü de hali üzere bâkîdir. Ama kocası innîn ise ayırma hükmü
bâtıl olur. Çünkü çocuğun nesebi sâbit olmakla onun kalkınamamazlığı ortadan
kalkmıştır. Nitekim aralarını ayırmadan cimayı kadının ikrar ettiğine beyyine
bulunursa ayırma hükmü batıl olur. Ayırdıktan sonra diye beyyine bulunursa
bâtıl olmaz. Çünkü töhmet vardır. Böylece Zeylaî'nin itirazı sâkıt olur.
İZAH
"Kadının hakkı yerine gelmiştir."
Fazlası diyaneten kadının hakkıdır, kazaen hakkı değildir. Bunu Kâdîhân'ın
Câmi'inden Bahır sahibi nakletmiştir. Erkek cimaya kudreti varken inadına
diyâneti terk ederse günâha girer. T.
"Âletin kesik olduğunu bilmez
bulunursa" Diye kayıdlaması kadına muhayyerlik sabit olmak içindir.
"İddia edip nesebi sabit olduktan
sonra" İfadesi Tatarhâniyye'de "Kocası çocuğun nesebini iddia ve
hâkim çocuğun nesebini isbat ederse" şeklindedir. Burada da atıfla ifade
etse rekâket (eksiklik) kalmazdı. Tahtâvî diyor ki: "Dâvâ ile kayıdlaması
kocası iddia eder de karısı açıkça iddiasını teslim ederse hakkı sâkıt olur,
şeklindeki tevehhümü gidermek içindir. Yoksa nesebin kocasından sâbit olması
dâvâya bağlı değildir. Nitekim Hindiyye'nin ibâresi de bunu ifade etmektedir."
Ben derim ki: Az ileride Tatarhâniyye'den
nakledeceğimiz ibâre de bunu ifade etmektedir. Bahır sahibinin Hâkim'in
Kâfîsi'nden naklen iddet bâbında bildirdiğine göre çocuk ve iddet hakkında
enenmiş kimsenin hükmü sağlam gibidir. Menîsi gelirse âleti kesilenin hükmü de
böyledir. Menîsi gelmezse çocuk ona aid olmaz ve o kimse çocukla iddet hakkında
sabî mesabesindedir.
"Çocuğun nesebi sâbit olur." Yani
onunla halvette kalmışsa demek istiyor. Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir:
"Koca âleti kesik çıkar da hâkim aralarını ayırırsa, bundan sonra kadın
altı ay geçmeden bir çocuk doğurduğu takdirde o kadınla halvette kalsın
kalmasın çocuk kendisine aid olur. Bu Ebû Yusuf'a göredir. Ebû Hanife halvette
kalmışsa iki seneye kadar çocuğun o adama aid olacağını söylemiştir. Ayırmanın
hükmü hilâfsız geçerlidir."
"Ayırdıktan sonra diye" Yani
hâkim aralarını ayırdıktan sonra kadın cimayı ikrar ederse ayırma hükmü bâtıl
olmaz. Bahır. Binaenaleyh kocanın burada beyyine getirmesine hâcet yoktur.
"Çünkü töhmet vardır." Yani
kadının yalan söylemiş olması ihtimali vardır. Hatta kadın bununla çelişkiye
düşmüştür. Fetih.
"Zeylaî'nin itirazı sâkıt olur."
Zeylaî'nin itirazı şudur: "Hâkimin ayırmasiyle talâk meydana gelmiştir.
Hem bu talâk bâindir. O halde nesebin sübutu ile nasıl bâtıl olur? Görmüyor
musun kadın ayrıldıktan sonra ikrar etse de bana yakınlıkta bulunmuştu dese
ayırma hükmü bâtıl olmaz." Cevabı şudur: Aleti kesik olandan nesebin
sübutu sürterek menî indirdiğine göredir. Karı-kocanın arasını ayırmak ise âletin
kesikliği itibariyledir. Bu mevcuddur. İnnînden nesebinin sâbit olması bunun
hilâfınadır. Çünkü çocuk doğmakla o kimsenin innîn olmadığı anlaşılır.
Aralarını ayırmak da buna göredir. Zeylaî'nin istişhad ettiği ikrar meselesi
bunun hilâfınadır. Çünkü mahkeme hükmünü ibtal hususunda kadın müttehemdir.
Zira yalansöylemiş olması ihtimali vardır. Bu suretle anlaşılır ki, inceleme
hakikatten uzaktır. Nitekim Fethü'I-Kadir'de beyan edilmiştir. Bahır.
Ben derim ki: Lâkin innînin kalkınamaması
devam etmekle beraber yine sürtüşmekle yahut uğraşarak sokmakla nesebin
kendisinden sâbit olması bunu yaklaştırır. Kalkınamamazlığının bununla
giderilmiş olması lâzım gelmez. Meğerki şöyle denilsin: Âletin mevcud olması
çocuğun cimayla hâsıl olduğuna delildir. Çünkü asıl ve gâlib olan budur.
Zaruret yokken nâdire bakılmaz.
METİN
Kadın kocasını innîn veya enenmiş, âleti
kalkmaz halde bulursa bir sene te'cil edilir; İnnîn hastalıktan veya
yaşlılıktan yahut sihirden dolayı kadınlara yakınlık edemeyen kimsedir. Buna
bağlı da derler. Vehbâniyye. Enenmişin âleti kalkarsa kadın muhayyer olmaz.
Bahır. Bu izaha göre bu kelime hâssı âm üzerine atıf kabîlindendir. Çünkü
gizlilik vardır. Velevki yahut edatıyla atfetmiş olsun. Çünkü fukaha bu hususta
müsamaha gösterirler. Nehir. Bir sene te'cil edilmesi sene dört mevsime şâmil
olduğu içindir. O yerin hâkiminden başkasının te'ciline itibar yoktur. Mezhebe
göre sene kamerî aylarla itibar edilir ki, üç yüz elli dört gün ve küsur eder.
İZAH
"Kadın kocasını" Yani hür olup
ferci yapışık bulunmayan kadın demek istiyor. Nitekim âleti kesik kimsenin
karısı hakkında yukarıda geçmişti. Kocası bunak ise onun nâmına bir dâvâlı
tâyin edilerek huzurunda te'cil yapılır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Halen
te'cil edilmek için kocanın baliğ veya mürâhik (büluğa yaklaşmış) ve sağlam
olması, ihramlı bulunmaması şarttır. Nitekim gelecektir. Bu şuna da şâmildir:
Kadına bir defa yakınlık eder de sonra talak-ı bâinle boşarsa ve sonra tekrar
onunla evlenip ikinci nikâh esnasında kadına cimada bulunamazsa kadının yine
dâvâ hakkı vardır. Çünkü akid yenilendikçe kadının cima isteme hakkı da
yenilenir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.
"Kadınlara yakınlık edemeyen kimsedir
ilh..." Bu, kelimenin lügat mânâsıdır. Şer'î mânâsına gelince -ki burada
murad odur- hastalığından dolayı aleti olduğu halde karısının fercine cima
edemeyen kimsedir. Tahtâvî'nin dediği gibi bu cümleyi ibâreden atmak daha
iyidir.
"Hastalıkdan" Murad kalkınamama
hastalığıdır. Bu hastalık beden sağlam olmakla beraber hassaten cima âletine
ârız olur. Binaenaleyh aşağıda gelecek olan: "Hastaya iyileşinceye kadar
te'cil yoktur." sözüne aykırı değildir. Çünkü o hastalıktan murad uzuvları
zayıflatan hastalıktır ki, bu sebeble âlette de gevşeklik hâsıl olur.
"Yahut sihirden..." İnâye'de buna
"Yahut asıl hilkatindeki zayıflıktan veya başka sebebten" ifadesi
ziyade edilmiştir.
FAİDE: Tahtâvî'nin Tebyinü'l-Mahârim'den, o
da Vehb b. Müneb-bih'in kitabından naklen beyanına göre büyülenmiş ve bağlı
kimseye şu ilaç fayda verir: Yedi tane yeşil sidr (nebk) yaprağını iki taş
arasında ezerek su ile karışıtrılmalı ve o suyu üzerine serpmeli, kalanı ile de
yıkanmalıdır. Allah Teâlâ'nın izniyle bir şey kalmaz.
"Veya enenmiş'den murad yumurtaları
çıkarılmış da âleti kalmış kimsedir.
"Bu izaha göre ilh..." Yani âleti
kalkmazsa diye kayıdlandığına göre hâssı âm üzerine atıf kabîlindendir. Maksad
Bahır sahibinin itirazına cevap vermektir. Bahır sahibi: "Bu kelimeyi
innîn üzerine atfetmeye hâcet yoktur. Çünkü enenmiş innînde dahildir."
diye itiraz etmiştir. Şârih ona cevaben bunun hâssı âm üzerine atıf kabîlinden
olduğunu söylüyor. Lâ' kin bu attın mutlaka bir nüktesi olmalıdır. Nitekim
ayeti kerimede Cibril'in melekler üzerine atfedilmesi şerefinin
ziyadeliğindendir. Bu nükteyi şârih: "Çünkü gizlilik vardır." sözüyle
beyan etmiştir. Yani enenmişin innînde dahil olmasında gizlilik vardır demek
istemiştir. Çünkü buna ayrı isim verimiştir. Hâssı âm üzerine atıf meselesinde
meşhur olan âdet vav ve hatta edatlarıyla yapmaktır. Nitekim; insanlar öldü,
hatta peygamberler, cümlesinde böyledir. Yahut mânâsına gelen "ev"
edatıyla atıf yapılmaz. Şârih buna cevaben bu fukahanın bir müsamahasıdır,
diyor. Müsamaha alâka ve karine olmaksızın bir kelimeyi başka kelimenin yerinde
kullanmaktır. Lâkin buna şöyle itiraz edilebilir: Sahih hadîsde yahut edatı
kullanılmıştır. Peygamber (S.A.V.): "Her kimin hicreti dünya İçin olursa
ona isabet eder yahut bir kadın içinse onunla evlenir." buyurmuştur.
Muhakkık ulemadan bazıları bu atfı sonra mânâsına gelen "sümme"
edatıyla dahi câiz görmüşlerdir. Nitekim bir hadîsde: "Hayvan kestiğiniz
vakit kesmeyi iyi becersin. Sonra kesen kimse kestiği hayvanı rahatlatsın.
Bıçağını da keskinletsin." buyurulmuştur.
"Dört mevsime şâmil olduğu
içindir." Çünkü cimaya kâdir olamamak ya ârizî bir hastalık yahut aslî bir
âfet dolayısiyledir. Ârizî bir hastalık dolayısiyle ise ya sıcaklığın ya
soğukluğun ve ya rutubetin yahut kuru havanın galebe çalmasından ileri gelir.
Sene dört mevsime şâmildir. Yaz sıcak ve kuru, güz soğuk ve kurudur.
Mevsimlerin en kötüsü budur. Kış soğuk ve rutubetli, bahar sıcak ve rutubetli
olur. O kimsenin hastalığı bunlardan birinden ise ilacı ona zıd olan mevsimde
tamam olur. İkisinden ise iki zıd mevsimin geçmesiyle tamam olur. Böylece sene
tam olarak hali bildiren mi'yar olmuştur. Sene geçer de cimaya kâdir olamazsa
hastalığının aslî bir afet olduğu anlaşılır. Ama bu söz götürür. Çünkü arizî
hastalığı bir adam senelerce çekebilir. Nitekim büyülenmiş kimse böyledir. Hak
söz 'şudur: Karı-kocayı birbirinden ayırmak ya erkek kötürüm olduğu için
hastalığı geçmeyeceği kanaatine varmakla yahut aslî afet sebebiyle olur.
Senenin geçmesi bunun mûcibidir. Yahut mûcib kadının hakkını ödeyememektir.
Sene sabır ve ibtila için şer'an sınır konulmuştur. TamamıFetih'dedir.
"Başkasının teciline itibar
yoktur." Çünkü bu ancak hâkim huzurunda olacak işin başlangıcıdır ki, o da
ayrılmaktır. Onun başlangıcı da öyledir. Valvalciyye. Binaenaleyh kadının ve
başkalarının tecili muteber değildir. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den
nakletmiştir. Hâkimden başkasının -kim olursa olsun- te'cili de mu'teber
değildir. Fetih. Zâhirine bakılırsa velevki hakem tâyin edilmiş olsun.
Bahır'da: "Hâkim te'cil ettikten sonra azl olunursa yerine gelen ilk
te'cilin üzerine bina eder." denilmiştir.
"Kamerî aylarla itibar edilir."
Bunun vechi şudur: Hz. Ömer ve başkaları gibi ashabdan sene ismi sâbit
olmuştur. Şeriat uleması ise ay ve seneleri ancak hilâlla bilirler. Sene
denilince hilâfı açıklanmadıkça bu anlaşılır. Fetih.
"Küsur" Günden murad sekiz saat
kırk sekiz dakikadır. Kuhistânî. Bu bir günün üçte biriyle onda birinin üçte
biri eder.
METİN
Bazıları günlerle şemsî sene itibar
edileceğini söylemişlerdir. Bu ötekinden on bir gün fazladır. Bununla fetva
verildiği söylenmiştir. Ayın içerisinde tecil yapılırsa bil ittifak günlerle
hesap edilir. Ramazan ve kadının hayız günleri kezâ erkeğin haccı ve kaybolduğu
günler seneden sayılır. Kadının hacc müddeti ile kaybolduğu günler erkeğin ve
kadının mutlak surette hastalıkları sayılmaz. Bununla fetva verilir.
Valvalciyye. Koca sabî veya hasta yahut ihramlı olmadıkça dâvâ vaktinden
itibaren tecil edilir. Aksi takdirde sabî bulûğa erdikten, hasta iyileştikten,
ihramlı ihramdan çıktıktan sonra tecil olunurlar. Zıhâr yapmış olup köle
azadına kudret bulamıyorsa bir sene İki ay te'cil olunur. Ondan sonra bir defa
ci-mada bulunursa ne âlâ. Aksi takdirde kocası boşamaya razı olmazsa hâkimin
ayırması ile kocasından bâin olur.
İZAH
"Günlerle şemsi sene itibar
edileceğini söylemişlerdir." Bu kavli Şem-sü'l-Eimme Serahsî, Kâdîhân ve
Zahîruddin ihtiyar etmişlerdir. İmam Hasan'ın Ebû Hanife'den rivâyeti budur.
Fetih. İmam Muhammed'den bir rivâyete göre itibar sayı hesabına göredir ki, bu
üç yüz altmış gündür. Kuhistâni.
"On bir gün fazladır." Beş saat
elli beş dakika yahut kırk dokuz dakika da fazlası vardır. Tamamı Kuhistânî'dedir.
"Bil ittifak günlerle hesap
edilir." Bu mutlak sözün zâhirine bakılırsa sayı itibariyle senenin her
ayı otuz gün olacaktır ve birinci ayın otuzuncu günü ertesi aydan
tamamlanmayacaktır. Kalan aylar hilâl hesabiyle olacaktır. Nitekim İmameyn'in
icare hakkındaki kavli budur. Ulema İmam-ı Azam'la İmameyn arasındaki bu hilâfı
iddette de yürütmüşlerdir. Bazıları iddette bilittifak günler muteber
olacağını, hilâfın sadece icareye mahsus olduğunu söylemişlerdir. Musannıfın
iddet bahsindeki mutlak sözünün gereği de budur.
"Hayız günleri" Kezâ nifâsı
seneden sayılır. Bunu Bahır'dan naklen Tahtâvî söylemiştir. Lâkin ben bunu
Bahır'da göremedim. Başka nüshasına bakmalıdır.
"Seneden sayılır." Yani kocanın
aleyhine seneden sayılır. Yerine bedel kabul edilmez.
"Haccı ve kaybolduğu günler" dahi
böyledir. Çünkü acz erkeğin fiiliyle gelmiştir. Kadını beraberinde sefere
çıkarması yahut hacc ve gaybeti tehir etmesi mümkündür. Fetih. Hacc fevri
(mühletsiz) vâcib olur diyenlere göre ve kadını beraberinde götürmeye imkân
bulamazsa mazur görülür denilemez. Çünkü hacc Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Onunla
kulun hakkı sâkıt olmaz.
"Kadının hacc müddeti ile kaybolduğu
günler sayılmaz." Yani erkeğin aleyhine hesab edilmez. Çünkü acz kadından
gelmiştir. Bu bir özürdür, bedeli verilir. Kezâ koca hapsedilirse velev ki
kadının mehrine karşılık olsun, kadın da hapishaneye razı olmazsa yine bedel
verilir. Kadın hapishaneye gitmekten çekinmez de kocasının orada bir halvet
yeri bulunursa aleyhine hesap edilir. Fetih.
"Erkek ve kadının
hastalıkları"ndan murad cimaya mâni olan hastalıktır. Fetva buna göredir.
Bunu Hızâne'den naklen Kuhistânî söylemiştir.
"Mutlak surette" Yani ister bir
ay olsun ister daha az veya daha çok olsun hesaba katılmaz. Nitekim
Valvalciyye'nin sözüne müracaatla anlaşılır. Bahır sahibi diyor ki:
"Hâniyye'de sahih kabul edildiğine göre bir ay hesaba katılmaz, daha azı
katılır. Muhît'ta esah rivâyet Ebû Yusuf'un kavli olduğu bildirilmiştir ki, o
da yarım aydan fazla olan müddetin hesaba katılmamasıdır."! Bu mutlak
sözde kocanın hastalığı cimaya mâni olsun olmasın dahildir, demek doğru
değildir. Çünkü cimanın mümkün olduğu hastalık günlerini hesaba katmamanın bir
mânâsı yoktur. Zira bunun kusurudur. Şu halde bunların yerine nasıl bedel
verilebilir. Anla! Zâhire bakılırsa Kuhistânî'nin yukarıda geçen "fetva
buna göredir" sözü Hâniyye ile Muhît'ta zikredilen tafsilâtın mukabilidir.
Şu halde meselede fetva ihtilâfı yoktur. İhtilâf sadece sahiplemededir. Zâhire
göre şârihin söylediği tercih olunur. Çünkü fetva sözü tercih kelimelerinin en
kuvvetlisidir. Binaenaleyh Hâniyye ve Muhît'in ifadelerine tercih olunur.
Hidâye, Mültekâ, Vikâye ve diğer metinlerin mutlak olan sözleri de bunu iktiza
eder,
"Sabî olmadıkça" Yani cimaya
kâdir olmayan sabî değilse demek istiyor. Çünkü Fetih'de Kâdîhân'dan naklen
şöyle denilmiştir: "On dört yaşına varan çocuk karısına yakınlık edemez de
başkasına yakınlık ederse tecil olunur." Düşün!
"Bir sene iki ay..." Evlâ olan
iki aydan sonra bir sene te'cil edilir demektir. Yani oruç için te'cil edilir
mânâsınadır. Fetih'de şöyle denilmiştir: "Kocası kendisine zıhâr yapmışken
kadın onudâvâya verirse kocası köle âzâdına kâdir olduğu takdirde müddet dâvâ
zamanından itibar olunur. Âciz ise hakim ona keffâretin iki ayı için mühlet
verir. Sonra tecil eder. Bu suretle tecili bir sene iki ayı bulur. Tecilden
sonra zıhâr yaparsa buna bakılmaz. Müddetin üzerine de ziyade edilmez."
Kadın onu ramazanda dâvâya vermişse ramazanla ondan sonra iki ay mühlet vermesi
gerekir. Çünkü bu müddette keffâret orucunu tutması mümkün değildir.
"Hâkimin ayırması ile kocasından bâin
olur." Çünkü bu ayrılık hakikî cimadan öncedir. Binaenaleyh talâk-ı bâin
olur. Kadına mehrinin tamamı verilir. Halvet-i sahiha bulunduğu için iddet
beklemesi de vâcib olur. Bahır. Çünkü iyilikle nikâhında tutmaktan âciz kalınca
tatlılıkla ayrılmak kocasına vâcibdir. Buna razı olmazsa zâlim sayılır ve
yaptığına tevbe eder. Fiili kendisine izafe olunur. Bazıları kadının kendisini
ihtiyar etmesi kâfidir. Mahkeme kararına hâcet yoktur. Bu âzâdlık muhayyerliği
gibidir demişlerdir ki, esah kavlin bu olduğu söylenir. Gayetü'l-Beyân'da böyle
denilmiştir. Mecmâ'da birinci kavil İmam-ı Azam'ın ikincisi İmameynin olduğu
bildirilmiştir. Nehir. Bedâyı'da Muhtasar-ı Tahâvî şerhinden naklen ikinci
kavlin zâhir rivâyet olduğu bildirilmiş, sonra Bedâyı sahibi: "Bazı
yerlerde zâhir rivayet hakkında söylenen İmameyn'in kavli olduğu
bildirimiştir." demiştir.
METİN
Ayırmak kadının isteği ile olur. Bu bütün
fiillere taallûk eder. Binaenaleyh yukarıda geçtiği gibi âleti kesik kimsenin
karısına da şâmildir. Kadın deli olursa velîsinin isteği ile veya hâkimin
nasbettiği şahsın isteği ile olur. Kadın cariye ise muhayyerlik efendisinindir.
Çünkü çocuk onundur. Bu yani bu muhayyerlik fevrî (hemen) değil terahi (mühlet)
iledir, Kadın kocasını innîn veya mecbûb bulur da bir zaman dâvâ etmezse hakkı
bâtıl olmaz. Kezâ dâvâya verir de sonra bir müddet bırakırsa ayrılık istemeye
hakkı vardır. Velev ki bu günler zarfında kocasıyla beraber yatmış olsun,
Hâniyye. Nasıl ki kocasını bir hâkime dava eder de o da bir sene tecil ettikten
sonra sene geçer ve kadın bir zaman dâvâcı olmazsa hakkı bâtıl olmaz. Zeylaî,
Kocası cimayı iddia eder de karısı inkârda bu-lunursa güvenilir bir kadın -iki
kadın olması daha ihtiyattır- bu kadın bâkiredir derse yahut fercine, bir
yumurta içi sokulursa bulunduğu mecliste muhayyer bırakılır. Bâkireliği duvara
bevletmekle bilinir.
İZAH
"Kadının istegi ile olur." Bundan
murad ikinci isteğidir. Birincisi tecil için, ikincisi de ayrılmak içindir.
Kadın bulunmadığı vakit vekilinin istemesi kendi istemesi gibidir. Yalnız
burada hilâf vardır. Ama bunu imam Muhammed zikretmemiştir. Bahır.
"Bu bütün fiillere teallûk eder."
Bunlardan murad birbirlerinden ayrılmaları kocanın tecili ve kadının bâin
olmasıdır. Bunu Halebî Nehir'den nakletmiştir.
"Yukarıda geçtiği gibi" Sözünden
murad musannıfın: "Kadının isteği ile hâkim ayırır." sözüdür. H..
"Velisinin isteği ile" Demesi
gösteriyor ki, kadın akıllansın diye işi sonraya bırakmaz. Çünkü bu iş için
malum bir sınır yoktur. Küçük kız bunun hilâfınadır. Hâkim o bulûğa erinceye
kadar tehir eder. Çünkü kocasının o haline razı olması ihtimali vardır. Nitekim
yukarda geçmişti. Evet, Nehir sahibinin bahsettiği vâriddir. O: "Bazen
ayılırsa tehir eder." demişti. Nitekim arz etmiştik. Anla!
"Hâkimin nasbettiği şahıs" Yani
kadının velîsi yoksa hâkim onun yerine kadına hasım olacak birini tâyin eder ve
ayrılmalarını o ister. Nitekim Fetih'de bildirilmiştir.
"Muhayyerlik efendisinindir."
Yani azlde olduğu gibi burada da hak efendisinindir. İmam Ebû Yusuf'a göre
kadınındır. Onun azl hakkında dahi kavli budur. Ama fetva birinci kavle
göredir. Valvalciyye.
"Çünkü çocuk onundur." Bu talilin
muktezası şudur: Çocuğun hür olması şart kılınırsa efendisinin muhayyerlik
hakkı yoktur. Lâkin Bedâyı sahibinin bundan sonra şöyle bir ta'lili vardır:
"Bir de ayrılmayı istemek veya kocasıyla kalmak kadın tarafından kendisi
hakkında bir tasarruftur. Halbuki kendisi ve bütün cüzleri efendisinin
milkidir. Binaenaleyh tasarruf velâyeti efendinindir."
"Yani bu muhayyerlik" Sözüyle
yaptığı işaret bu bâbın yani innîn ve benzerlerinin kadınlarının
muhayyerliğidir. Şârih bununla bulûğ muhayyerliğinden ihtiraz''etmiştîr. Zira o
fevrîdir. Öyle olunca müddetten evvel de sonra da isteme muhayyerliğine
şâmildir. Nitekim metinde açıkça mevcuddur. Fetih'de şöyle denilmiştir:
"Müddetten önce dâvâya vermeyi geciktirmekle kadının ayrılık îsteği hakkı
sâkıt olmaz. Tecilden sonra sene geçmekle dahi ne kadar gecikirse geciksîn
hakkı bâtıl olmaz. Çünkü bu bazen razı olduğu için değil de denemek ve cîmayı
ummak için yapılabilir. Binaenaleyh şübheyle kadının hakkı bâtıl olmaz."
Ama bu hâkimin kadına muhayyerlik vermesinden öncedir. Sonra olursa fevrîdir.
Nitekim izahı gelecektir. Anla!
"Hakkı bâtıl olmaz." Yani onunla
beraber kalmaya razıyım demedikçe kadının hakkı bâkîdir. Tatarhâniyye sahibi
Muhît'ten naklen bunu burada ve aşağıda gelen: "Nasıl ki kocasını bir
hâkime dâvâ eder de ilh..." dediği yerde böyle kayıdlanmıştır.
"Sonra bir müddet bırakırsa" Yani
dâvâ etmeden ve te'cil yapılmadan önce bırakırsa demektir.
"Kocası cima'ı iddia eder de
ilh..." Sözü te'cilden önceye ve sonraya şâmildir. Lâkin şârihin aşağıda
gelen: "Bulunduğu mecliste" sözü ikinciyi tâyin etmektedir. Hâsılı
Mültekâ ve diğer kitablarda da beyan edildiği vecihle karı-koca tecilden önce
cima olup olmadığında ihtilâf ederlerse bakılır: Evlendiği zaman kadın dul
yahut bâkire olup kadınlar şimdi duldur derlersesöz yeminiyle beraber
kocasınındır. Bâkiredir derlerse tecil edilir. Kezâ koca yemînden çekinirse
hüküm yine budur. Tecilden sonra ihtilâf ederler de kadın dul veya bâkire olup
kadınlar duldur derlerse söz kocasınındır. Bâkiredir derler veya koca yemin
etmezse kadın muhayyer bırakılır. Hülasasa Bahır'da da belirtildiği gibi kadın
dulsa söz başında yeminiyle kocasınındır. Başında yeminden çekinirse tecil
edilir. Sonunda yeminden çekinirse ayrılmak için kadın muhayyer bırakılır.
Kadın bâkire ise başında tecil yapılır, sonunda araları ayrılır.
"Güvenilir bir kadın" Sözüyle
musannıf Kâfî'nin "Adâleti şarttır." ifadesine işaret etmektedir.
Düşün!
"İki kadın olması daha
ihtiyattır." Bedâyı'da bunun yerine "Daha gü-venilir.",
Isbîçâbî'de ise "efdal" tâbirî kullanılmıştır. Bahır.
"Yumurta İçî sokulursa ilh..."
Yani fercine yumurta sokmakla deneme yapılır. Yumurta girmezse kadın bâkiredir.
"Bulunduğu mecliste muhayyer
olur." Bahır sahibi diyor ki: "Fetva buna göredir. Nitekim Muhît ve
Vâkıat'ta böyle denilmîştir. Bedâyı'da İse zâhir rîvâyete göre meclise bağlı
olmadığı bildirilmiştir." Fetih sahibi birinci kavle göre hareket
etmiştir. Sonra bilmelisin ki, yukarıda geçen "Kadının muhayyerliğî
mühletlidir, ani değildir." sözü buradakine aykırı değildir. Çünkü o söz
te'cilden önceki muhayyerlik hakkındaydı. Yahut et'cilden sonra dâvâdan önce
idi. Buradaki ise te'cilden ve ikinci dâvâdan sonraki hakkındadır. Yanî kadın
kocasını innîn bulursa ona bir sene mühlet vermesi içîn hâkime dâvâ açabilir.
Uzun müddet susarsa bakılır: Hâkim tecil eder de sene geçerse kadın onu ikînci
defa dâvâya vererek aralarının ayrılmasını isteyebilir. Sene geçtikten sonra
ikinci defa dâvâya vermeden uzun müddet susarsa hâkime dâvâ edip de kocasının
bu kadına yakınlık edemedîği sâbit olursa hâkim kadını muhayyer bırakır. Kadın
o meclisde kendini ihtiyar ederse hâkim kocasına onu boşamasını emreder. Bedâvı'da
şöyle deniliyor: "Hâkim kadını muhayyer bırakır da kadın onunla kalır ve
gönül rızasıyla yatar kalkarlarsa, bu razı olduğuna delildir. Fakat kadın bunu
müddet geçtikten sonra hâkim muhayyer bırakmadan yaparsa rıza sayılmaz.
Kerhî'nîn Ebû Yusuf'tan rivâyetine göre hâkim kadını muhayyer bırakır da kadın
bulunduğu mecliste ihtiyar etmeden önce kalkarsa yahut hâkim kalkarsa veya
kadını bulunduğu meclisten hâkimin yardımcıları kaldırır da kadın bir şey
söylemezse muhayyerliği yoktur. Kaadî'nin bildirdiğine göre bu zahir rivâyette
meclise mün-hasır değildîr." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bu açık
gösteriyor ki, bizim dediğimiz gibi kadına hâkîmin muhayyer bırakmasından önce
sabit olan muhayyerlik terahi üzerinedir (mühletlidir). Kocasıyla yatıp kalkmakla
bâtıl olmaz. Fakat hâkim muhayyer bıraktıktan sonra yatıp kalkmak gibi şeylerle
bâtıl olur. Kezâ ayrılığı ihtiyar etmeden meclisten kalkmasıyla da bâtıl olur
ki, fetva bunun üzerinedir. Ben bunu naklinigörmeden önce böyle anladım. Hamd
Allah'a mahsustur. Sen de anla!
"Muhayyer bırakılır." Yani söz
kadının olur. Hâkim onu muhayyer bırakır. Nehir sahibi: "Sözünün zâhirine
bakılırsa hâkim ona yemin de ettirmez." demiştir.
Ben derim ki: Bedâyı sahibi Tahâvî
şerhinden naklen bunu açık söylemiş ve şöyle talil etmiştir: "Bu kadında
bekâret asıldır. O kadınların şehâdetiyle yok olur. Fetih'de bildirildiğine
göre kadın kendini ihtiyar etti mi hâkim kocasına onu boşamasını emreder.
Boşamazsa aralarını ayırır."
"Duvara bevletmekle bîlinîr
ilh..." Fetih'de şöyle denilmiştir: "Bâkire olduğunu bilmenin yolu
fercine en küçük tavuk yumurtası sokmakla olur. Kolayca girerse kadın duldur,
girmezse veya kırılırsa bâkiredir. Yahut yumurta kırılarak fercine akıtılır.
Girerse dul, girmezse bâkiredir. Bazıları: Duvara bevledebilirse bâkiredir,
edemezse duldur, demişlerdir."
METİN
Kadın duldur yahut dulmuş derse kocası
yeminiyle tasdik edilir. Baştan yeminden cayarsa tecil edilir. Sonunda cayarsa
kadın muhayyer bırakılır. Nasıl ki kadın dul çıkar da bekâretinin onun
cima'ından başka bir sebeble meselâ parmağı ile bozulduğunu söylerse tasdik
olunur. Çünkü zâhir budur. Asıl olan başka sebeblerin bulunmamasıdır. Mirâc.
Kocasını ihtiyar ederse -velev delâleten olsun- kadının hakkı bâtıl olur. Nasıl
ki kadından ayrılmaktan vazgeçtiğini gösteren bir delil bulunursa meselâ
meclisinden kalkar veya kendisini hâkimin memurları kaldırırsa yahut kadın bir
şey ihtiyar etmeden hâkim kalkarsa kadının hakkı bâtıl olur. Bununla fetva
verilir. Vâkıât. Çünkü kalkarken ihtiyar mümkündür. Ayrılığı ihtiyar ederse
kocası onu boşar yahut hâkim ayırır. Bu adam ilk karısı ile yahut onun halini
bilen başka bir kadınla evlenirse müftâbih mezhebe göre kadına muhayyerlik
yoktur. Bunu Bahır sahibi Muhît'ten nakletmiştir. Hâniyye'nin sahihlemesi bunun
hilâfınadır. Karı-kocadan biri diğerinîn kusuru ile muhayyer bırakılmaz. Velev
ki delilik, cüzâm, baras, ferc yapışıklığı ve boynuz gibi aşırı olsun. Üç
mezhebin İmamları kocada olursa bu beş şeyde muhalefet etmişlerdir. İadesine
hüküm verilirse sahih olur. Fetih.
İZAH
«Yahut dulmuş» yanı evlenirken dulmuş derse
kocası yeminiyle tasdik edilir. Yani cima'da bulunduğuna yemin ettirilir. Çünkü
ayrılma istihkakını inkâr etmektedir. Asıl olan selâmettir.
«Baştan» yani tecilden önce cayarsa
demektir.
«Çünkü zâhir budur.» Yani zahir bekâretinin
cimayla bozulmasıdır. Başka bir sebeble bozulması aslın hilâfınadır. Şimdi bu
kalır: Kocası bekâretini parmağı ile bozduğunu ikrar eder de cima'ına da kâdir
olduğunu ve cima ettiğini iddiada bulunursa acaba kadının muhayyerlîği kalır mı
kalmaz mı? Zâhir olan kalmamasıdır. Çünkü maksad hâsıl olmuştur. Velev ki
kocasının bu hareketi memnu olsun. Zira cinayetlerde küçüklerin ahkamı bahsinde
bildirildiğine göre kocası karısının bekâretini parmakla bozsa ödemez. Ama
tâzir olunur.
«Kocasını ihtiyar ederse» yani sene tamam
olduktan ve hâkim muhayyer bıraktıktan sonra demek istiyor. Buna karine bundan
sonraki sözüdür. Hâkim muhayyer bırakmazdan önce ise tecilden önce veya sonra
olsun açıkça razı olmadıkça kadının hakkı bâtıl olmaz. Meclisle mukayyed de
değildir. Nitekim izahı geçmişti.
«Velev delâleten olsun» Yani ihtiyar etmeyi
meclisten kalkıncaya veya kaldırılıncaya kadar geciktirmek suretiyle olsun
demektir. İnâye. Bu ifadenin bir misli de Bahır ve Nehir'dedir.
«Ayrılmaktan vazgeçtiğini gösteren bir
delil bulunursa ilh...» Sözü delâleten ihtiyarı beyandır. Zira ayrılmaktan
vazgeçtiğini gösteren delil kocasını seçtiğine delîldir.
«Yahut hâkîm ayırır.» Yani kocası boşamazsa
hâkim ayırır.
«Onun halini bilen» sözü başka kadının
kaydıdır. Birinci kadının onun halini bildiği mâlumdur. H.
«Hâniyye'nin sahihlemesi bunun
hilâfınadır.» Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Hâkim innîn ile karısını
birbirinden ayırır da sonra adam kendi halini bilen başka bir kadınla evlenirse
bu hususta rivâyetler muhteliftir. Sahih olana göre ikinci kadının husumet
hakkı vardır. Çünkü bir İnsan bazen bir kadınla cima'dan âciz olur da başka
kadınla cimadan aciz olmayabilir." H. Rahmetî Hâniyye'nin sözünü daha
zâhir görerek: "Birincil kadına yakınlık edememesi yalnız ona karşı
sihirlendiğinden olabilir." demiştir.
Ben derim ki: Müftâbıh kavlin vechi şudur:
Kadın bunun aczi tahakkuk ettiğini bilip aczinin birinci karısına mahsus
olduğunu bilmezse onunla evlenmeye razı olur. Onunla birleşmek istemesi
rızasını te'kid eder.
«Muhayyer bırakılmaz ilh...» Yani Şeyhayn'a
göre karı-kocadan birine diğerinin kusuru sebebiyle nikâhı fesh etme hakkı
yoktur. Atâ, Nehaî, Ömer b. Abdilaziz, Ebû Ziyad, Ebû Kılâbe, İbn-i Ebi Ceyla,
Evzâi, Sevrî, Hattâbî, Dâvûd-u Zâhiri ve ona tâbi olanların kavli budur.
Mebsût'ta bunun Hz. Ali ile İbn-i Mes'ud (R.A.)'nın mezhebleri olduğu
kaydedilmiştir. Fetih.
«Cüzâm» bir hastalıktır ki, ondan cild
çatlar ve kokar, et parçalanır. «Baras cildde zâhir olan beyaz lekelerdir (ki,
buna dilimizde abraş denir.) Bu kötüye yorumlanır. Kuhistânî.
«Boynuz» fercte zekerin gireceği yerde
bulunan gudde bir et parçasıdır. Bazen kemik olur. Misbah.
«Kocada olursa...» Burada ibârede bozukluk
vardır. Çünkü üç mezheb imamlarına göre bu beş şey kadında olursa kocanın muhayyer
olmamasını iktiza etmektedir. Halbuki vâki bunun hilâfınadır. Zâhire göre
ibârenin aslı şöyle olacaktır: "Üç mezhebin imamları bu beş şeyde mutlak
surette muhalefet etmişlerdir. İmam Muhammed ise kocada olursa ilk
üçündemuhaliftir." Nitekim Bahır ve diğer kitablardan anlaşılmaktadır. H.
Ben derim ki: Bir nüshada: "İmam
Muhammed'e göre şayet kocada olursa" denilmiştir. Lâkin buna "Ferc
yapışıklığı ve boynuz kocada bulunmazlar" diye itiraz edilir. Fetih sahibi
üç imamın ve İmam Muhammed'in istidlallerini söz götürmez bir şekilde
reddetmiştir.
«İadesine hüküm verilirse sahih olur.» Yani
bunu caiz gören bir hâkim hüküm verirse demektir ki, bu meselenin ictihad
götüren meselelerden olduğunu ifade eder. Bahır sahibi bu meseleyi zikretmişse
de Fetîh'de ben onu görmedim. Ancak "bu sahihtir. Yalnız" İmam
Ahmed'den bir rivâyete göre sahih olmaz. Liân ayrılığı gibi bu karı-koca bir
yere gelemezler. Fakat bu rivâyet bâtıldır, aslı yoktur. Bunu Mi'râc'dan naklen
Bahır sahibi söylemiştir.
METİN
İnnîn ile karısı ayrıldıktan sonra ikinci
nikâha razı olurlarsa bu sahihtir. Bir adam cariyesinin yapışık fercini
yardırabilir. Karısının fercini de yardırır. Acaba kadın buna mecbur edilebilir
mi? Zâhire bakılırsa evet edilir. Çünkü kadına vâcib olan teslim işi bunsuz mümkün
değildir. Nehir.
Ben derim ki: Behensî'nin ifadesine göre bu
adam karısı ile evlenirken kendisinin hür veya sünnî yahut mehir ve nafakaya
kâdir olduğunu söyler de aksi çıkarsa yahut damad filan oğlu filandır der de
bulma yahut zinâ dölü çıkarsa kadın için muhayyerlik vardır. Bellenmelidir.
İZAH
«Karısının fercini de yardırır.» Lâkin bu
ibâre nakledilmemiştir. Nakledilen sadece yapışıklık kusurundan dolayı
muhayyerlik olmadığını ta'lil ederken: "Çünkü yarmak mümkündür."
ifadesidir. Bu ise kocanın buna hakkı olduğuna delâlet etmez. Onun içindir ki
Bahır sahibi zikri geçen talili naklettikten sonra: "Lâkin zorla yarılır
mı yarılmaz mı bunu bir yerde görmedim." demiştir.
«Çünkü kadına vâcib olan teslim işi ilh...»
Burada şöyle denilebilir:
Teslimin vâcib olmasından bu meşakkatın
irtikâbı lâzım gelmez. Meşakkatten dolayı namazda kıyam sakıt olmuştur. Emzikli
kadın kendisinin veya çocuğunun telef olacağından korkarsa oruç sâkıt olur.
Bunun benzerleri çoktur. Fakat "Bu kullar tarafından isteyeni bulunan bir
vâcibtir." diye fark yapılabilir. T.
«Kadın için muhayyerlik vardır.» Yani
kefâet (denklik) bulunmadığı için kadın muhayyer olur. Buna bazı üstadlarımızın
üstadları itiraz etmiş:
"Muhayyerlik asabenin hakkıdır."
demiştir.
Ben derim ki; Bu söz şârihin kefâet bâbının
başında söyledlkierine uygundur. Şârih orada: "Kefâet velinin hakkıdır,
kadının hakkı değildir." demişdi. Lâkin biz orada yaptığımız tahkîkda
kefâetin her ikisinin hakkı olduğunu bildirmiş, Zahîriyye'den şunu
nakletmiştik: "Kocası kadına kendi nesebinden başka bir neseb söyler de
aksi çıkar ve küfü olmadığı anlaşılırsa her birine fesh hakkı sâbittir. Küf'ü
çıkarsa fesh hakkı yalnız kadının olur. Velîlere yoktur. Kadına haber
verdiğinden daha âlâ çıkarsa hîç birinin feshe hakkı kalmaz. İmam Ebû Yusuf'tan
bir rivâyete göre kadının fesh hakkı vardır. Çünkü ihtimal onunla beraber
kalmaktan âciz olur. Meselenin tamamı oradadır. Lâkin bana şimdi zahir olduğuna
göre kadına fesh hakkı sâbit olması aldatıldığı içindir, kefâet yok diye
değildir. Şu delil ile ki, kocası küf' çıkarsa kadına fesh hakkı sâbit olur.
Çünkü kadını aldatmıştır. Velîlere bu hak sâbit olmaz. Zira aldatma onlara
olmamıştır. Onların hakkı kefâettedir. O da mevcuddur. Bu İzaha göre bu
meselelerde kadına muhayyerlik sabit olmasından kocasının küf'ü çıkmaması lazım
gelmez. Allahu a'lem.
METİN
İddet lügatta saymak mânâsına gelir. Kelime
uddet şeklinde okunursa bir şeye hazırlanmak mânâsını ifade eder. Şer'an sebebi
bulunduğu vakit kadına veya erkeğe lâzım gelen bir bekleyiştir. Erkeğin
beklediği yerler yirmi olup Hızâne'de bildirilmiştir. Bunların hepsi: "Bir
mâniden dolayı kadını nikâh etmek mümkün değilse o mâniyi gidermek lâzım
gelir." kaidesine râcidir. Mâni karısının kız kardeşini nikâh etmek ve
karısından başka dört kadınla evlenmek gibi şeylerdir.
İZAH
İddet vücudda bütün nev'ileriyle ayrılmaya
terettüb ettiği için musannıf onu hepsinden sonraya bırakmıştır. Bahır.
«Şer'an bir bekleyiştir ilh...» Yani
evlenme müddetinin bitmesini bek-lemektir. Bunun hakikatı evlenmeyi ve şer'an
lâzım olan zîneti şer'an tâyin edilen bir müddette terk etmektir. Ulema:
"İddetin rüknü ayrılık anında sâbit olan birtakım haram
hükümleridir." demişlerdir. Bu izaha göre tarifte: "Beklemenin
lüzumudur." demek icab eder ki, rüknünün birtakım haram hükümler olması
sahih çıksın. Çünkü bu haram hükümler birtakım lüzumlardır. Yoksa bekleyiş
onları yapmaktır. Haram olan şeyler AIIah Teâlâ'nın hükümleridir. Binaenaleyh
bekleyişin kendi olamaz. Tamamı Fetih'dedir.
Ben derim ki: Şârihin "kadına lâzım gelen'
sözünün yanında lüzum kelimesini takdir etmek zayıf düşer. Bekleyişten evlenmek
ve dışarı çıkmaktan çekinmek gibi bir mânâ kasdetmeye ne mâni vardır! Haram
olan şeylerden murad da bu çekinmeler olur. Şu delil ile kî iddet kadınla
meydana gelen şer'î bir sıfattır. Binaenaleyh onun rüknü mutlaka kadınla
meydana gelmek lâzımdır. Bu izaha göre Sa'diyye hâşiyelerindeki şu İfadeye
hâcet yoktur: "İddetin rüknü haram fiiller olunca onu bekleyiş diye tarif
etmek lazım ile tarif olunur." Bedâyı sahibi iddeti şöyle tarif etmiştir:
"Nikâhın eserlerinden kalanın bitmesi için konulmuş bîr müddettir."
Bedâyı sahibi diyor ki: "Şâfiî'ye göre iddet bekleme fiilinin ismidir ki,
imtina ve çekinmeden İbarettir."
Ben de derim ki; Sıhâh ve diğer lügat
kitablarından naklen yukarıda geçene muvafık olan da budur. Fetih sahibinin
tahkıkı da budur. O: "İddet bekleyen kadın şübhe ile cima edilirse"
dediği yerde şunları söylemiştir: "Hakikatı Allah Teâlâ'nın kitabı ifade
eder ki. o: "Kadınların iddeti üç aydır." buyurmuştur. Bu hususi
müddetin kendisi olup haram fiiller bu müddete teallûk etmiş; bununla
kayıdlanmışlardır. Yoksa bu müddetin içinde sâbit olan haram fiiller değildir.
İmtina'ın bulunması ve bekleyiş de değildir." Kendisine haram fiillerin
rükün olması müşkül gelmez. Çünkü onu men edebilir. Bundan dolayıdır ki
bazıları bu fiilleri iddetin hükmü saymışlardır. Her iki tarife göre en zâhir
olan da budur.
Nehir sahlbi diyor ki: "Bedâyı'ın
tarifi küçük kızın iddetine şamildir. Musannıfın tarifi bunun hilâfınadır.
Ulemanın ekserisi kadına vâcibtir sözünü kullanmamışlardır. Onlar kadın îddet
bekler deyip geçmişlerdir. Vûcub ancak velîye râcidir. Iddeti bitinceye kadar
kadını kocaya vermez. Şemsü'l-Eimme'nin söylediğine göre iddet mücerred
müddetin geçmesidir. Onun kadın hakkında sabit olması şeriatın hitabını kadına
tevcihine müeddi olmaz. Müsemmasının müddet olması velîye kadını evlendirmemek
için hitab bulunmamasını gerektirmez; dersen ben de derîm ki: Böyle olunca
iddet İçinde sâbit olan evlenmenin sahih olmamasıdır. Bir kimseye hitab
değildir. Bilâkis şârih evlenme işinî yaparsa bunun sahih olmadığını
vazetmiştir." Bu İfade Fetih'den kısaltılmıştır. Hâsılı küçük çocuk
hitablı vaz'îye ehildir. Bu da ondandır. Nitekîm çocuk telef ettiği şeyleri
ödemekle de mükelleftir. Bu Bahır'da beyan edilmiştir.
«Veya erkeğe ilh...» Fetih sahibi diyor ki:
"Karısının kız kardeşiyle evlenmenîn haram olması iddetten değil kadının
iddeti hükmündendir. Şübhesiz ki onun da iddette olmasının mânâsı budur. Çünkü
îddetîn mânâsı evlenmekle vâcib olan bekleyiştir. O da müddetin geçmesidir.
İddette bu böyledir. Şu kadar var ki, ıstılahta îddet ismi erkeğin değil
kadının bekleyişine mahsustur."
«Erkeğin beklediği yerler yirmi olup»
şunlardır: "Karısının kız kardeşini, halasını, teyzesini, kardeşi kızını,
kız kardeşi kızını nikâh etmek istediğinde, beşinci kadını almak istediğinde,
hürrenin üzerine cariye ile evlenmek istediğinde, nikâh-ı fâsidde cima edilen
kadının kız kardeşini yahut akid şübhesiyle cima edilenin kız kardeşini nikâh
etmek istediğinde ki, dördüncü kadının nikâhı da böyledir. Yani adamın üç
karısı var da dördüncüyü nikâh-ı fâsidle veya akid şübhesiyle cima etmişse
cima'da bulunduğu kadının iddeti geçmedikçe dördüncü bir kadınla evlenemez.
Ecnebî birinden iddet bekleyen bir kadını nikâh için de bekler. Yani kendi
boşadığı kadının ve üç talâkla boşanan kadının hulle yapmadan nikâhı bunun
hilâfınadır. Satın alınan cariye ile istibrâ yapmadan cima'da bulunmak, zinâdan
hamile kalan bir kadınla doğurmadan evlenmek, dar-ı harbde Müslüman olup da
İslâm memleketine hicret eden harbîyye hamile ise doğurmadan onunla evlenmek
isteyen adam iddet bekler. Esir alınan ka-dın hayız görünceye veya küçüklük
büyüklük sebebiyle hayız görmezse bir ay geçinceye kadar cima edilmez,
mükâtebenin ya âzâd olunca veya âciz kalıncaya kadar sahibi tarafından nikâh ve
cima'ı putperest, murted ve mecûsî kadının nikâhı Müslüman oluncaya kadar caiz
değildir." Bu satırlar izah edilerek Bahır'dan alınmıştır.
«Beşinci kadını» sözünden murad ihtimal
dört kadınla evli olup da beşinciyi almak isteyendir. Böylesi dört kadından
birini boşamadıkça beşinciyi almaktan men edilir ve ihtimal dört karısından
birini boşayıp da beşinciyi almak isteyendir. Böylesi boşadığı kadının
iddetibitmedikçe beşinci kadını almaktan men edilir. Bu meseleden önce geçen
beş meselede de söylenecek söz budur. Hürrenin üzerine cariye ile evlenmek
isteyenin hükmü de budur.
«Bir mâniden dolayı» meselâ gerek akid
gerek iddet suretiyle olsun başkasının hakkı geçmek, cariyeyi hürrenin üzerine
almak dört kadından fazla ile evlenmek, haram kadınları bir nikâhda toplamak
birer mânidir.
METİN
Istılahta iddet; nikâh veya şübhesi ortadan
kalktığı vakit kadına veya küçük kızın velisine lazım gelen bir bekleyiştir.
Zinâda iddet yoktur. Nikâh şübhesi fâsid nikâh ve kocasından başkasının yanına
kapanan kadın gibidir. "Veya şübhesi" sözüne "veya benzeri"
kelimesini ilave etmeli ki, Ümmüveledin iddetine de şamil olsun. Sebeb-i vücubu
teslim ve onun yerini tutan ölüm veya halvet-i Sahiha ile kuvvet bulan nikâh akdidir.
Binaenaleyh ferci yapışık kadınla halvette bulunmakla iddet lâzım gelmez.
İZAH
«Istılahta» Yani fukahanın ıstılahında
demektir ki, bu yukarıda geçen şer'î mânâdan daha hususidir. Biliyorsun ki
iddet ismi erkeğin değil kadının bekleyişine tahsis edilmiştir.
«Küçük kızın velîsine» iddet şu mânâya
vâcibdir ki, ona bekletecektir. Yani onu iddet bekleyen kadınların sıfatı ile
vasıflandıracaktır. Çünkü iddet kadının sıfatıdır, velîsinin sıfatı değildir.
Kadın boşanır veya kocası ölürse velîsinin iddet beklemesi vâcib olur demek
doğru değildir. Yukarıda geçti ki ulema: Kadın iddet bekler, vücub ancak
velîsine aiddir. Onu iddeti bitinceye kadar kocaya vermeyecektir demişlerdir.
Düşün! Deli kadın küçük kız gibidir.
«Nikâh ortadan kalktığı vakit» ifadesine
şöyle itiraz olunmuştur: Talâk-ı ric'îde nikâh ancak iddetin bitmesiyle ortadan
kalkar. Binaenaleyh evlâ olan tarif Bedâyı'ın yukarıda naklettiğimiz tarifidir.
Küçük kızla yapılan itiraz ondan def edilir. Çünkü onda lüzum zikredilmemiştir.
İbn-i Kemâl'in tarifi ondan daha da güzeldir. O şöyle demiştir: "İddet bir
müddetin ismidir ki, bu müddet nikâhın eserlerinden kalanı yok etmek için
konulmuştur. Yahut firâşın eserlerinden demeli, tâ ki Ümmüveledin iddetine
şâmil olsun. T.
«Zinâda iddet yoktur.» Kendisiyle zinâ
edilen kadını hamile bile olsa almak câizdir. Lâkin doğuruncaya kadar cima'dan
men edilir. Aksi takdirde istibrâ yapmak mendûb olur. T. Babın sonunda
gelecektir ki, bir kimse başkasının karısıyla evlenir de bildiği halde onunla
cima'da bulunursa kocasına o kadının cima'ı haram olmaz. Çünkü yaptığı zihâdır.
«Veya şübhesi» ifadesi nikâh üzerine değil
zevali üzerine mâtuftur. Çünkü nikâh üzerine mâtuf olsa iddetin ancak şübhe
ortadan kalktığı vakit vâcib olması gerekir. Halbuki öyle değildir. Bahır'da
böyle denilmiştir. Muradı Fetih sahibinin sözünü reddetmektir. Zira o bu
kelimenin nikâh üzerine atfedildiğini söylemiştir.
Ben derim ki: Erkeğin sıfatı olan şübhe
sâbık cima olup kendisinden ayrılmaz. Zira ayrılsa onunla had vâcib olur. Evet,
onu meydana getirenin ortadan kalkması kasdedilirse yahut şübhesini sözünü
nikâh üzerine atıf sahih olur. Sebebi aşağıda gelecektir ki, fâsid nikâhta
iddetin başı hâkim tarafından araları ayrıldıktan veya birbirlerini terk
ettikten sonradır. Fâsid nikâh olan iddet menşei bununla ortadan kalkar.
Şüpheyle cima'da ise cima sona ermesiyle ve hal anlaşılmakla başlar.
«Ümmüveledin iddetine de şâmil olsun.»
Çünkü onun da hürre gibi firâşı vardır. Velev ki hürrenin firâşından daha zayıf
olsun. Âzâd olmakla bu ortadan kalkmıştır. Bahır.
«Nikâh akdidir.» Yani velevki fâsid olsun.
Bahır.
«Teslim» den murad cimadır.
«Ve onun yerini tutan» cümlesi teslim
üzerine atfedilmiştir. Evlâ olan veya kelimesiyle atfetmektir. Çünkü kuvvet
bulmak ikiden biriyle olur. Bu sahih nikâha mahsustur. Nikâh-ı fâsidde ise
iddet ancak cimayla vâcib olur. Nitekim mehir bâbında geçmişti. ileride de
gelecektir.
Ben derim ki: Teslim yerini tutan şeylerden
biri kadının erkek menîsini fercine sokmak istemesidir. Nitekim Bahır sahibi
bunu incelemiştir. Bâbın sonundaki fer'î meselelerde de gelecektir.
«Halvet-ı sahiha ile» ifadesi söz götürür.
Çünkü mehir bâbında geçtiğine göre mezheb halvet-i sahiha veya fâside ile
iddetin vâcib olmasıdır. Kudûrî demiştir ki: "Fesad oruç gibi şer'î bir
mâniden ileri gelirse iddet vâcib olur. Ferc yapışıklığı gibi hissî bir mâniden
ileri gelirse vâcib olmaz. Şu halde şârihin sözü bu iki kavilden hiç birine
uymamıştır." H.
Ben derim ki: Onu ikinci kavle yorumlamak
mümkündür. Şer'î mâni yokmuş gibi sayılır, onu bozmaz ve onunla iddet sahih
olur. Bozan sadece hissî mânidir. Ferci yapışık kadınla yapılan halvete iddet
yoktur demesi bunu gösterir.
METİN
İddetin şartı ayrılmak, rüknü; onunla sâbit
olan evlenmenin ve dışarı çıkmanın haram olması gibi haram fiiller ve iddet
içinde talâkın sahih olmasıdır. Hükmü; karısının kız kardeşiyle evlenmenin
haram olmasıdır. Nev'ileri; hayız, aylar ve doğurmaktır. Nitekim musannıf
bunları şöyle ifade etmiştir: İddet hayız gören hürre hakkında Müslümanın
nikâhı altında olmak şartıyla, velev ki kitabîyye olsun talâk -velev ric'î
olsun- veya bütün sebebleriyle fesh için -ki kocasının oğlunun öpmesiyle hâsıl
olan ayrılma da bundandır. Nehir.- hakikaten veya hükmen cimadan sonra ise tam
üç hayızdır. Çünkü bir hayız parçalanmaz. Musannıf şerhde hakikaten veya hükmen
sözünü atmış, aşağıda gelen "kadın cima edilmişse"sözünün hepsine
râci olduğuna kesinlikle hükmetmiştir.
«Şartı ayrılmak» Yani nikâh veya nikâh
şübhesinin ortadan kalkmasıdır. Nitekim Fatih'de bildirilmiştir.
«Rüknü haram fiillerdir.» Yani Fetih'den
naklen yukarıda geçtiği gibi birtakım lüzumlardır. Haram kılmanın kendisi
değildir. Yani kadına lâzım gelen birtakım şeylerdir ki, bunları yapmak kadına
haram olur. Onunla sabit olan sözünde mukadder muzaf vardır. Yani onun
sebebiyle şartı bulunduğu vakit sâbit olan demektir. Aksi takdirde bir şeyin
kendi kendine» sübutu lâzım gelir. Zira bir şeyin rüknü onun mahiyetidir.
«Evlenmenin» yani kadına başkasıyla
evlenmenin haram olması gibi ki, bu kadına haramdır. Erkeğin o kadının kız
kardeşiyle veya ondan başka dört kadınla evlenmesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu
erkeğin üzerine haramdır. Binaenaleyh iddetten değil onun hükmünden sayılır.
Nitekim Fetih'de ifade edilmiştir.
«Dışarı çıkmanın» yani kadının boşandığı
evden dışarı çıkmasının haram olması gibi şeylerdir. Geri kalan haram fiiller
yas tutma faslında gelecektir.
«İddet içinde talâkın sahih olmasıdır.»
Bunu iddetin rüknü saymanın bir mânâsı yoktur. O iddetin hükümlerindendir.
Nitekim Dürer sahibi bu yoldan yürümüştür. Şu da var ki bâinden sonraki bâin
iddetinde ve üç talâk iddetinde bu tehakkuk etmez. Binaenaleyh onu burada
zikretmek bir kalem hatasıdır. Zâhire bakılırsa musannıfın muradı iddetin hükmü
bir takım haram fiillerdir ilh... demektir. Fakat bir kalem hatası olarak onun
rüknü deyivermiştir. Onunla sâbit olan tâbirini kullanması bunu gösterir. Çünkü
sâbit olmak rükne değil hükme münasibtir. Bu haram fiilleri Dürer sahibine ve
başkalarına uyarak hüküm saymak rükün saymaktan daha zâhirdir.
«Hükmü karısının kız kardeşiyle ilh...»
Yani hükümlerinden biri budur. Kız kardeşten murad kadının bütün zîrahm-ı
mahrem akrabalarıdır, Erkeğin müddet beklediği meselelerden bir çoğu da iddetin
hükümlerindendir. Bunlardan biri de bildiğin gibi iddet içinde talâkın sahih
olmasıdır.
«Velev kitabiyye olsun» üç tam hayızdır.
Çünkü kitabîyye de Müslüman kadın gibidir. Hürresi hürre gibi cariyesi de
Müslüman cariyesi gibidir. Bahır. Musannıf bu sözle zimmîyyenin zimmî nikâhında
bulunmasından ve iddete inanmamasından ihtiraz etmiştir. Nitekim bâbın sonunda
metinde gelecektir
«Talâk veya fesh için...» Velî bâbında
manzum olarak hangi nikâh ayrılmalarının fesh, hangilerinin talâk sayıldığı
geçmişdi.
«Bütün sebebleriyle» ifadesinden murad
bulûğ ve âzâdlık muhayyerliği ile nikâhın feshedilmesi, kefâet bulunmaması ile,
karı-kocadan birinin diğerine mâlik olmasıyla, bazı suretlerde dinden dönmekle,
nikâh fâsidden ayrılmakla ve şübheyle cima'dan ayrılmaklanikâhın
feshedilmesidir. Lakin sonuncusu fesh değildir. Bu mutlak söze memleketlerinin
birbirine zıd olmasıyla, esir edilen kadının nikâhının feshi ve Müslüman yahut
zımmî olarak İslâm diyarına hicret eden kadının nikâhının feshi ile itiraz
olunur. Zira hamile kalmadıkça bunlardan birine iddet yoktur. Nitekim musannıf
babın sonunda söyleyecektir. Şürunbulâliyye sahibi karı-kocanın birbirlerine
mâlik olmaları sözünü: "Kadın kocasına mâlik olursa" diye kayıdlamış,
bundan kocası karısına mâlik olursa suretini çıkarmak istemiştir. Lâkin Zeylaî
yas tutma faslında ve neseb bahsinde buna muhâlif beyanda bulunmuştur. Muhammed
Ebussûud ikisinin arasını bularak: "Kocası karısına mâlik olursa kadın
onun için iddet beklemez, başkası için olursa bekler. Bir de kadın kocasına
mâlik olur da onu âzâd ederek evlenirlerse, ulemanın sözlerinden anlaşıldığına
göre bu kadına yine iddet yoktur." demiştir.
Ben derim ki: Bahır'da şu ifade vardır:
"Bir kimse cimadan sonra karısını satın alırsa kadına bu adamdan iddet
yoktur. Başkası için iddet bekler. Ama kadın iki hayiz görmedikçe onu başka
kocaya veremez. Bundan dolayıdır ki, kadını bu iddetin içinde sahibi boşasa
talâk vâki olmaz. Çünkü kadın başkası için îddet beklemektedir. Onun için kadın
ona milk-i yeminle helâl olur." Tamamı oradadır.
«Öpmesiyle hâsıl olan ayrılma da bundandır
ilh...» ifadesi İbn-i Kemâl'in sözünü red içindir. O: "Talâk için yahut
fesh veya ref için" diyerek ref kelimesini ziyade etmiş ve şunları
söylemiştir: "Bilmiş ol ki nikâh tamam olduktan sonra bize göre feshi
taşımaz. İmdi nikâh tamam olmazdan önce bulûğ veya âzâd muhayyerliği yahut
kefâet bulunmamak gibi talâksız her ayrılık feshtir. Tamam olduktan sonra ise
karı-kocadan birinin diğerine mâlik olması yahut kocasının oğlunun öpmesi gîbi
sebeblerle ayrılmalar ref'dir. (Nikâhın hükmünü kaldırmaktır.) Bu fenden nasibi
olan bir kimse için bu açıktır. "Nehir sahibi diyor ki:" Bu taksimi mu'temed
ulemanın yaptığını görmedik. Söz sahiblerinin söylediği şudur: Taksim ikilidir
ve öpmek suretiyle ayrılmak evvelce orz ettiğimiz gibi feshten sayılır."
«Veya hükmen» sözünden murad halvettir.
Velev ki fâsid olsun. Nitekim geçmişti ve gelecektir.
«Hepsi râci olduğuna» yani gerek hayızla,
gerek aylarla iddet bekleyenlerin hepsine râci olduğuna kesinlikle
hükmetmiştir. Bunun mutlaka hükmen cima'a şâmil olduğunu iddia etmek gerekir
ki, "veya hükmen" sözüne hâcet kalmasın.
TENBİH: -Kadının kanı kesilir de ilâç sürer
ve hayız günlerinde sarı renkte akıntı görürse ulemadan bazıları bununla
iddetin bittiğini söylemişlerdir. Nitekim hayız bâbında Sirâç'tan naklen arz
etmiştik.
«Çünkü bir hayız parçalanmaz.» sözü üç tam
hayzın illetidir. Hatta kadın hayız esnasındaboşanırsa o hayzı dördüncü hayzın
bir kısmıyla tamamlaması icab ederdi. Lâkin parçalanmayı kabul etmeyince
tamamını nazar-ı itibara ' alırız. Nitekim usül kitablarında beyan edilmiştir.
Dürer. Lâkin metinde gelecektir ki, boşandığı hayız sayılmaz. Bunun muktezası
iddetin ondan sonraki hayızdan başlamasıdır. Parçalanmamaya münasib olan da
budur. Tâ ki üç hayız tam olsun.
METİN
Birinci hayız rahimin boş olduğunu anlamak
içindir. İkincisi nikâh haram olmak için, üçüncüsü de hürriyetin fazileti
içindir. Sahibi ölen veya kendisini âzad eden Ümmüveledin iddeti de böyledir.
Çünkü hamile olmadıkça veya hayızdan kesilmedikçe yahut o kimseye haram
olmadıkça Ümmüveledin de hürre gibi firâşı vardır. Sahibi ile kocası ölürler de
hangisi önce öldüğü bilinmezse dört ay on gün yahut iki müddetin uzununu iddet
bekler. Bahır. Kocasının öldüğü gün hür olup olmadığı tehakkuk etmediği için
ona mirâsçı olamaz. Cariye ve müdebbereye cima etmekle iddet yoktur. Zira
bunlarla firâş yoktur. Cevhere.
İZAH
«Birinci hayız ilh...» Sözü üç olmasının
hikmetini beyandır. Halbuki iddetin meşru olması rahimin boş olduğunu anlamak
içindir. Bu ise bir hayızla anlaşılır. Onun için şârih ikinci hayzın hikmetini
beyanla hürmet ve itibarını göstermek için olduğunu bildirmiştir. Yani nikâhın
eseri gerek hürrede gerekse cariyede bir hayızla sona ermez. Hürrede üçüncü bir
hayzın ziyade edilmesi ise onun faziletinden dolayıdır.
«Ümmüveledin iddeti de böyledir.» Yani
hayız görenlerdense iddetin tam üç hayız olması hususunda hürre gibidir. Dürer ve
diğer kitablar.
«Çünkü hamile olmadıkça...» şayet hamile
ise iddeti doğurmakla biter. Bahır. Hayızdan kesilmişse iddeti üç aydır. Bahır.
0 kimseye haram ise iddet lâzım gelmez. Çünkü fırâşı kalmamıştır. Kuhistânî. 0
kimseye haram olmasının sebebleri üçtür: Başkasına nikâhlanmak, başkasının
iddetini beklemek ve efendisinin oğlunun öpmesidir. Binaenaleyh efendisinin
ölmesiyle veya oğlu öptükten sonra âzâd etmesiyle bu kadına iddet yoktur.
Nitekim Hâniyye'de beyan edilmiştir. Bahır.
«Ümmüvledin de firâşı vardır.» Yani bu
firâş ortadan kalkmakla Iddet vâcib olmuştur. Binaenaleyh nikâh iddetine
benzer. Bizim burada imamımız Hz. Ömer (R.A.) dır. Çünkü o; "Ümmüveledin
iddeti üç hayızdır." demiştir. Hidâye'de de böyledir. Bir de Ümmüveledin
firâşı vardır. Efendisi susmakla doğurduğu çocuğun nesebi ondan sâbit olur.
Ancak hürrenin firaşından daha zayıftır. Onun için mücerred çocuk benden
değildir demekle nesebi nefyedilmiş olur, liana hâcet kalmaz. Derler ki
Şemsü'l-eimme hapisten çıkarıldıktan sonra zamanın sultanı Ümmüveledlerini hür
olan hizmetçilerine nikâhlamış. Ulema bunu hoşgörmüşler. Fakat Şemsü'l-eimme:
"Her hizmetçinin bir hür karısı var. Bu hürre üzerine cariyeyi
almaktır." diyerek yapılan işin hata olduğunu söylemiş. Bunun üzerine
sultan: "Ben onları azâd eder ve akdi tazelerim." demiş. Ulema bu
sözü beğenmişler. Fakat Şemsü'l-eimme bunun da hata olduğunu söyleyerek:
"Azad edildikten sonra bu kadınlara
iddet lâzımdır." demiş. Hatta hapsine sebeb budur derler. Hapsolunmasını
hâkim teşvik etmiş, talebesi derse gelmekten vazgeçmedikleri için
Şemsü'l-eimme'ye kitablarını vermemişler, o da Mebsût'u talebesine ezberden
yazdırmış.
«Sahibi ile kocası ölürler de ilh...» Yani
sahibi onu âzâd ettikten sonra ölürlerse demek istiyor. Bilmelisin ki bu
meselenin üç veçhi vardır.
Birincisi: Sahibi ile kocasının ölümleri
arasında iki ay beş günden az olduğu bilinirse bu cariyenin dört ay on gün
iddet beklemesi icab eder. Çünkü sahibi evvel öldüyse kocası o hürre olduktan
sonra ölmüş demektir. Sahibinin ölümüyle bir şey lâzım gelmez. Vefat iddeti
olan dört ay on günü bekler. Evvela kocası ölmüşse kadın cariyedir, iki ay beş
gün beklemesi lâzım gelir. Sahibinin ölmesiyle ona bir şey lâzım gelmez. Çünkü
kocasının iddetini beklemektedir. Demek ki bir hale göre dört ay on gün, bir
hale göre bunun yarısını beklemek lâzım geliyor. Onun için ihtiyatan fazla
olanı beklemesi lâzım gelir. İkinci ihtimale göre iddeti intikal etmez. Çünkü
ölümde iddetin intikal etmediğini söylemiştik.
İkincisi: Sahibiyle kocasının ölümleri
arasında iki ay beş gün veya daha fazla olduğu bilinir. Bu takdirde dört ay on
gün bekler. Bu müddette ihtiyatan üç hayız da bulunmalıdır. Çünkü ilk ölen
sahibi ise cariyenin iddet beklemesi lâzım gelmez. Zira nikâhlıdır. Kocası
öldükten sonra dört ay on gün beklemesi gerekir. Çünkü hürredir. İlk ölen
kocası ise iki ay beş gün beklemesi lâzım gelir. Ondan olan iddeti de
bitmiştir. Çünkü ikisinin ölümü arasında bu müddet veya daha fazlası tasavvur
olunmuştur. Ondan sonra sahibinin ölmesi ile cariyeye üç hayız beklemek vâcib
olur. Binaenaleyh ihtiyatan bunların ikisi bir araya getirilir.
Üçüncüsü: Kocası ile efendisinin ölümleri
arasında ne kadar vakit geçtiği ve hangisinin evvel öldüğü bilinmez. Bu
takdirde İmam'ı Azam'a göre meselenin cevabı birincisi gibidir. İmameyn'e göre
ise ikincisi gibidir. Mi'râc ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Bahır.
Üçüncünün izahı Bahır'dan naklen Halebi'de zikredilmiştir. Ona müracaat
edebilirsin. Şârihin sözünde bu üç veche işaret vardır. Birinci ile üçüncüye
"Dört ay on gün iddet bekler." diyerek işaret etmiş, üçüncüye de
"Yahut iki müddetin uzun olanıyla" ifadesiyle işarette bulunmuştur.
«Cariye ve müdebbereye cima etmekle iddet
yoktur.» Yani sahibleri ölür veya kendilerini âzâd ederse bil ittifak iddet
beklemezler. Bahır. Musannıf: "Ümmüvled de böyledir." sözüyle bundan
ihtiraz etmiştir.
METİN
Kezâ şübheyle cima edilen meselâ kocasından
başkasının yanına zifaf olunan yahut muvakkat nikâh gibi fâsid nikâhla cima
olunan kadının hükmü de ölüm ve ayrılmada böyledir. İki surete birden teallûk
eder. Hürre olsun ümmüveled olsun dokuz yaşına varmayan küçük kız yahut hayız
dan kesilme çağına varan yaşlı kadın veya yaşça bulûğa ermiş ve hayzını
görmemiş kadın hakkında iddet ay başında ise hilâl hesabıyla üç aydır. Değilse
günlerledir. Bahır ve diğer kitablar. Hayzını görmemiş kaydıyla temizlik
müddeti uzayan genç kadın hariç kalmıştır. Meselâ hayzını görür de sonra
temizlik müddeti uzar gider. Böylesi hayızdan kesilme çağına varıncaya kadar
hayızla iddet bekler. Cevhere ve diğer kitablar. Vehbâniyye şerhinde bunun
iddeti dokuz ayda biter denilmesi garip olup bütün rivâyetlere muhâliftir.
Onunla fetva verilmez. Nasıl verilsin ki Hulasa'nın nikâh bahsinde şöyle
denilmektedir: "Bir Hanefiye filan meselede İmam şâflî'nin mezhebi nedir
denilse, Ebû Hanife şöyle demiştir şeklinde cevap vermesi icab eder.
Evet, Mâlikî bir hâkim bununla hüküm
verirse geçerli olur. Nitekim Bahır ve Nehir'de bildirilmiştir. Bunu üstadımız
Hayreddin-ı Remlî tenkidden salim bir şekilde nazma çekerek şöyle demiştir:
"Temizlik müddeti uzun süren kadın için Mâlikî bir hâkim dokuz ay iddet
takdir ederse yeter. Ondan sonra bozmaya yol yoktur. Böyle denilir. Tenkid ve
itiraz yapılmaz." Hayzı uzayan kadına gelince: Fethü'l-Kadir'in hayız
bâbında beyan edildiği gibi müftâbih kavil onun temizlik müddetini iki ayla
takdir etmektir. Böylece altı ay temizlik müddeti, ihtiyat'ûn bir ay da üç
hayız müddeti olmuş olur.
İZAH
«Kezâ şübheyle cima edilen yani gerek
şübheyle cima edilenin, gerekse fâsid nikâhla cima edilenin iddetleri üç hayızdır.
Musannıf bu meseleyi bir daha tekrarlayacaktır. Biz de onun üzerinde o zaman
söz edeceğiz.
LATİFE: -Mebsût'ta hikâye edildiğine göre
bir adam iki oğluna iki kız nikâhlamış. Ama kadınlar yanlışlıkla bir kardeşin
karısını öteki kardeşin yanına zifaf etmişler. Ulemaya soruldukta: Gelinler
zifaf edildikleri şahısların yanından alınarak iddet beklerler ve sonra
kocalarına verilirler, şeklinde cevap vermişler. Ebû Hanife (R.A.) ise:
"Her biri cima'da bulunduğu gelinden razı ise karısını boşar, cima ettiği
ile nikâhlanır ve derhal onunla zifaf olur. Çünkü iddetin sahibi odur."
demiş. Bunun üzerine damadlar onun dediğini yapmış, ulema da onun cevabına
dönmüşler.
«Ölüm ve ayrılmada böyledir.» Ölüm iddeti
vâcib olmaması şundandır: Ölüm iddeti ancak ölünceye kadar beraber yaşadığı
kocasına üzüldüğünü göstermek için vâcib olmuştur. Burada ise karı-kocalık
yoktur. Bahır.
«İki surete birden teallûk eder» Yani ölüm
ve ayrılmada ifadesi hem şübhe ile cima hem de nikâh-ı fâsid suretlerine
bağlıdır.
«Hürre olsun ümmüveled olsun.» Musannıf
burada iddet nev'ilerinin ikincisine başlıyor ki, o da aylarla iddet
beklemektir. Aylarla beklemek hususunda hürre ile ümmüveled arasında fark
yoktur. Görülecektir ki, bunların her ikisi üç ay iddet beklerler. Yalnız bu
sahibi ölen veya kendisini âzâd eden ümmüveled hakkındadır. Şayet nikâhlı
olursa onun iddeti gerek ölümde gerekse talâkda hayız görsün görmesin hürre
iddetinin yarısıdır. Nitekim gelecektir. Sonra ümmüveled ancak büyük olur.
Musannıfın "küçük kız için" sözü hürreye mahsustur. "Yaşlı
kadın" tâbiri her ikisine şâmildir. Nitekim âşikârdır.
«Dokuz yaşına varmayan...» Bazıları: Yedi
yaşına varmayan küçük kız demişlerdir. Fetih'de birinci kavlin esah olduğu
bildirilmiştir. Bu bir kızın bulûğa erebileceği en az yaşı beyandır. Şârihin
bununla kayıdlaması Fetih, Bahır ve Nehir'e uyarak olmuştur. Bundan dokuz
yaşını geçip de yaşla bulûğa ermeyen kızın hükmü anlaşılmamaktadır. Böylesine
mürâhika derler. Fetih'de zikredildiğine göre onun iddeti dahi üç aydır. Şârih
küçük kız sözünü mutlak bırakarak yaşça bâliğ olmayan diye tefsir etse
mürâhikaya ve daha küçük yaşta olana şâmil olurdu. Ama şöyle denilebilir: Onun
muradı kasden mürâhikayı çıkarmaktır. Çünkü Bahır sahibi: "İmam Fazlı'dan
rivâyet edildiğine göre küçük kız mürâhik ise iddeti ayarla geçmez. O cima'dan
gebe kalıp kalmadığı anlaşılıncaya kadar durulur. Gebe kaldığı anlaşılırsa
doğurmakla iddeti biter. Aksi takdirde iddetini aylarla bekler. Fetih sahibi
diyor ki: "Durulup beklendiği zaman onun iddetinden sayılır. Çünkü bu onun
hali anlaşılsın diye idi. Gebelik zuhur etmeyince iddetinden sayılır."
demiştir.
Ben derim ki: Yani gebe olmadığı
anlaşılınca geçen üç ayla iddetinin bittiğine hükmolunur. Ondan sonraki bekleme
hükümsüz kalır. Hatta o zaman evlenirse akdi sahih olur. Fethü'l-Kadir'in
nafakalar bahsînde şu fer'î mesele vardır: "Hulâsa'da beyan edildiğine
göre küçük kızın iddeti üç aydır. Meğerki mürâhika olsun. Bu takdirde rahminin
boş olduğu anlaşılmadıkça ona nafaka verir. Muhît'ta böyle denilmiştir. Yani
hilâf zikredilmeksizin beyan edilmiştir ki güzeldir." Fetih'in sözü burada
sona erer. Lâkîn bu fetvayı ihtiyaten akidden önce vermek gerekir. Yani
beklemeden akdi yapmamalı. Fakat ulema gebeliğin anlaşılacağı bekleme
müddetinîn ne kadar olacağını söylememişlerdir. Hâmidiyye'de Bezzâziye'nin
satışlar bahsinden naklen bildirildiğine göre bir rivayette carîyeyi satın
aldıktan dört ay on gün geçmişse o kimsenin gebelik dâvâsı tasdîk edilir. Daha
az geçmişse tasdik edilmez. Diğer bir rivâyette iki ay beş gün geçmiçse tasdik
edilîr. Halk bununla amel ederler. Hâmîdiyye sahibi bu son söze göre hareket
etmiştir, ama söz götürür. Çünkü bizim meselemizde murad üç ay geçtikten sonra
durup beklemekdi. Binaenaleyh birinci rivâyetleamel evlâdır. Dört ay on gün
geçer de gebelik zuhur etmezse, anlaşılır ki üç ay geçmekte îddet bitmîştir.
«Hayızdan kesilme çağı» nın takdiri metinde
gelecektir. Bu hususta sözün tamamı da orada görülecektîr.
«Yaşca bulûğa ermîşse» yani on beş yaşına
varmışsa demektir. Bunu Nihâye'den naklen Tahtâvî söylemiştîr. Bu müddetten
önce menîsi gelmek suretiyle bulûğa eren de bunun gibidir.
«Hayzını görmemiş» sözü hiç hayız görmeyene
ve hayzını görüp de müddeti tamam olmadan kesilene şamildir. Bahır'da
Tatarhânîyye'den naklen şöyle denîlmîştir: "Kız bülûğa ererek bîr gün kan
görür de sonra kesilir ve aradan bir sene geçerse bundan sonra kocası onu
boşadığında aylarla iddet bekler." Sârihin Bahır'dan naklen zikredeceğîne
göre otuz yaşına varır da hâlâ hayız görmezse hayızdan kesildiğîne hükmolunur.
Beyanı ileride gelecektir.
«Değilse günlerledir.» Muhît'ta şöyle
denilmiştir: "Talâk ve ölüm iddetî ay başına rastlarsa aylar hilâl
itibariyle sayılır. Velev kî sayıca noksan olsun. Ayın ortasına rastlarsa aylar
hilâl itibarîyle sayılır. Velev ki sayıca noksan olsun. Ayın ortasına rastlarsa
imamı Azam'a göre günlerle itibar edilir ve talâkda doksan gün, ölümde yüz otuz
gün iddet bekler. İmameyn'e göre ise birincinin noksanını sonuncudan tamamlar.
İkisinin arasını hilâl hesabıyla İtibar eder. İlâ ve fülanla konuşmayacağım
diye yemin müddeti dört aydır. İcare müddeti ayın ortasında ise bir senedir. Ay
içinde doğan bir kimsenin yaşı ile ay İçinde oruca başlayan kimsenin oruç
keffâreti bu hilâfa göredir." Müctebâ'dan naklen arzetmiştik ki, innînin
te'cili ay ortasında ise bil ittifak günlerle mu'teberdir. Bahır. Bahır sahibi
bundan sonra şöyle demiştir: "Suğra'da beyan edildiğine göre iddetin
günlerle itibar edilmesi bil ittifaktır. Hilâf yalnız icarededir. Kuhistânî
bunu müşkil görmüş, Muhît. Hâniyye, Mebsût ve diğer kitablarda birincinin
zikredildiğini söylemiştir."
«Hayzını görür de» meselâ üç gün hayız
görür de sonra temizlik müddeti uzarsa demek istiyor ki, bu bir sene veya daha
fazla olabilir. Bahır.
«Dokuz ayda biter.» Bunun altı ayı hayızdan
kesilme müddeti, üç ayı da iddet içindir, denilmiştir. Üstadlarımızın üstadı
Sâihânî'nin el yazısıyla gördüm ki, Mâlikîlerce mu'temed olan kavle göre iddet
bitmek için mutlaka tam bir sene lâzımdır. Bunun dokuz ayı hayızdan kesilme
müddetî için, üç ayı da iddetin bitmesi içindir.
Ben derim ki: Onun için Mecma'da sene
tâbiri kullanılmıştır.
«Onunla fetva verilmez.» İtiraz bu kavil
Mâlik'indir diye yapılmaktadır. Taklid telfik yapılmamak şartıyla câizdîr.
Nitekim Hasan-ı Şürunbulâlî bunu bir risalede beyan etmiştir. Hatta telfikle bile
câizdir. Nitekîm Molla İbn-i Ferruh bunu bir risalede beyan etmiştîr.
«Ben derim ki: İbn-i Ferruh'un sözünü
Seyyidî Abdülgânî hususi bir risalede reddetmiştir. Taklid şartını haiz oldukta
câizse de kendisi amel etmek icindir. Başkasına fetva veren için câîz değildîr.
Binaenaleyh kendi mezhebinde tercih edilmeyen bir kavilde fetva verilemez.
Çünkü şarih Resmü'l-Müftî'de şöyle demişdi: "Şeyh Kâsım'ın sahîh kabul
ettiği kavil hakkında söylediklerinin hâsılı şudur: Müftü iIe hâkim arasında
fark yoktur. Şu kadar var ki müftü bir hükmü haber verir. Hâkim îse o hükmü
ilzam eder. Terkedilmiş bir kaville hüküm ve fetva vermek cehalettir, icma'a
karşı gelmektir. Müleffak (karma) hüküm bil ittifak bâtıldır. Amel ettikten
sonra taklidden dönmek de bil ittifak bâtıldır IIh..." Bunun üzerine biz
de orada söz etmiştik.
«Ebû Hanife şöyle demiştir, şeklinde
ilh.,.» Bu ifade bazı usulü fıkıh ulemasının: "Daha iyisi varken terk
edilen kavil taklid câiz değildir." sözüne mebnîdir. Yine bu söze binaen:
"Bîr kimsenin mezhebinî doğru ama hataya İhtimalli olduğuna, başkasının
mezhebinin hata fakat doğruya ihtimalli olduğuna itikad etmesi vâcibdir. Bir
hüküm sorulursa ona ancak kendince doğru olan cevabı verir. Başkasının
mezhebiyle cevap vermesi câiz olmaz." demişlerdir. Biz kitabın başında bu
husustaki sözün tamamını arz etmiştik.
«Mâliki bir hâkim bununla hüküm verirse
geçerli olur.» Çünkü ictihad götüren bir yerdir. Bütün bunlar Bezzaziye'nin
ifadesine reddiyedir. Allâme diyor ki: "Bizim zamanımızda fetva Mâlik'in
kavline, bir de Câmiu'l-Fûsuleyn'in ifadesine göredir. Orada: "Kadının
dokuz ay geçtikten sonra iddetinin bittiğine bir hâkim hükmederse geçerli
olur." denilmektedir. Çünkü mu'temed kavle göre hâkim kendi mezhebinden
başkasıyla hüküm veremez. Bahusus zamanımızın hâkimleri bunu yapamazlar.
«Ondan sonra bozmaya yol yoktur.» Yani
Mâlikî hâkimin bu mikdarla hüküm vermesinden sonra Hanefî bir hâkim onun
hükmünü bozamaz. Çünkü bu ictihad götürür bir fasıldır. Onun hükmü hilâfı
kaldırır. H. Bazı nüshalarda Mâlikî hâkim ikrar olunur denilmiştir. Lâkin
biliyorsun ki Mâlikîlerce mu'temed olan kavîl müddetin bir seneyle takdiridir.
Bunu Bahır sahibi dahi Mâlik'e nisbet eden Mecma'dan nakletmiştir.
«Böyle denilir.» Yani tenkid ve itirazdan
hali olan bu söz gibi söylemek gerekir. Bazılarının dediği gibi: "Bununla
zarurette fetva verilir." dememelidir. H.
Ben derim ki: Lâkin bu söz Mâlikî bir
hâkimin hüküm vermesi veya hakem kılınması mümkün olan yerde zâhirdir. Fakat
hüküm verecek Mâlikî bulunmayan yerlerde zaruret tahakkuk etmiştir. Bezzâziye
ile Câmîu'l-Fûsuleyn'den yukarıda nakledilenin vechi de buydu. Binaenaleyh
Nehir sahibinin: "Hüküm verecek bir Mâlikînin huzurunda dâvâ imkânı varken
bizim itikadımızca onun mezhebi hatadır amma doğruya ihtimali vardır, diye
fetva vermeyebir sebeb yoktur." sözü vârid değildir. Onun içîndir ki
Zâhidî: "Bazı ulemamız zaruretten dolayı bu meselede İmam Mâlik'in
kavliyle fetva verirlerdi." demiştir. Sonra gördüm ki, benim bahsettîğimi
aynen Miskîn hâşiyecisi Hamevî'den naklen zikretmiştir. Bu meselenin bîr eşi
kaybolan kimsenin karısı bahsinde gelecektir. Orada şöyle denilmiştir:
"îmam Mâlik'in kavliyle fetva verilir ve kadın dört sene geçtikten sonra
vefat iddeti bekler denilir.
"Hayzı uzayan kadına gelince..."
Evlâ olan burada kan görmesi yahut istihazası uzun süren demekdi. Bundan murad
âdetini unutan mütehayyire (şaşırmış kadın) dır. Fakat kanı devam eder de kadın
âdetini bilirse âdetine döner. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.
"Müftâbih kavil ilh..."
İfadesinin hâsılı şudur: Bu kadının iddeti yedi ayla biter. Üç ayla biteceğini
söyleyenler de olmuştur.
METİN
Bunların hepsinde kadının cima edilmiş
olması şarttır. Velev ki halvet gibi hükmen olsun. Velev ki halveti fâside
olsun. Nitekim geçmişti. Erkek memede bile olsa iddet vâcibdir, mehir vâcib
olmaz. Kınye. Ölüm için iddet ay başında ise sahih nikâhın ölünceye kadar
devamı şartıyla mutlak surette dört ay on gündür. Yani cima edilsin edilmesin,
velev kadın küçük yahut kitabîyye olsun fark etmez. Yeter ki köle bile olsa bir
Müslümanın nikâhında bulunsun. Bundan yalnız hamile hariç kalır. Ben derim ki:
Musannıfın sözü emzikli kadın gibi temizlik müddeti uzayana da şamildir. Bu
fetva vakasıdır. Ama şimdiye kadın onu bir yerde görmedim. Sen araştır.
İZAH
"Bunların hepsinde" Yani yukarıda
geçen bütün hayızla iddet ve aylarla iddet meselelerinde cima edilmiş olmak
kaydı şarttır.
"Velev ki "halvet-i fâside
olsun." Sözü mutlaktır. Binaenaleyh halvetin fesadı hissî veya şer'î bir
mâniden ileri gelme hallerine şâmildir. Hak olan budur.
"Nitekim geçmişti." Yani mehir
bâbında geçmişti. Bu bâbta geçmemiştir. Zira bu bâbta geçen halvetin sahih
kaydıyla kayıdlanmasıdır. T.
"Erkek memede bile olsa ilh..."
Sözünde müsamaha vardır. Çünkü sözümüz cima edilen kadın hakkındadır. Meme emen
çocuktan karısı ile cima tesavvur edilemez. Onun için evlâ olan: "Velev ki
mürâhik olmasın." demekti. Kınye'nin ibâresi: "Sabi-i mürâhik olan
kocasının cima etmesiyle iddet vâcib olur." şeklindedir. Cürcânî'nin
Âhâd'ında: "Ebû Hanife'yle Ebû Yusuf'un kavline göre mehir ve iddet
sahibinin cima'ıyla vâcib olurlar. İmam Muhammed'in kavline göre ise iddet
vâcib olur, mehir vâcib olmaz." denilmektedir. Cürcânî bundan sonra
şunları söylemiştir: "îmamlar arasında hilâf yoktur. Çünkü Şeyhayn gebe
bırakması tesavvur olunan mürâhik hakkında, İmam Muhammed ise tesavvur
olunmayan hakkında cevapvermişlerdir. Çünkü İmam Muhammed onu çocuğun
parmağının hükmünde zikretmiştir." Bahır'da bundan önce bildirildiğine
göre ulema çocuğun halveti fâsid olduğunu, fakat çocuğun halvetine de şamil olan
halvet-i fâside ile iddet lâzım geldiğini, nikâh-ı fâsid ile cima ederse iddet
vâcib olacağını açıklamışlardır. Sahihi ile vâcib olması Ise evleviyette kalır.
Bundan sonra Bahır sahibi şöyle demiştir: "Hâsılı sahih ve fâsid
nikâhlarda, şübheyle cimada, ölümde, talâkda ve ayrılmada, çocuk doğurmada sabi
bulûğa ermiş gibidir. Nitekim gizli değildir. Bellenmelidir." Sabinin
karısı ermiş gibidir. Nitekim gizli değildir. Bellenmelidir." Sabinin
karısı çocuk doğurursa iddetinin ne olacağı meselesi az ileride gelecektir.
Cima'dan sonra iddet beklemesini icab eden talâkın sureti kocası zimmî olup
karısının Müslümanlığı kabul etmesi, velîsinin de çocuğun Müslüman olmasına
karşı gelmesidir. Yahut küçük olduğu halde kadınla halvette bulunması ve kadını
büyüdükten sonra boşamasıdır. Ayırmanın sureti de kadına fâsid akidle cimada
bulunmasıdır.
"Ölüm için îddet..." Bundan murad
hür kadının kocasının ölmesidir. Cariyenin hükmü biraz sonra gelecektir.
"Sahih nikâhın ölünceye kadar devamı
şartıyla..." Çünkü fâsid nikâhda iddet gerek ölüm gerek başkası için olsun
üç hayızdır. Nitekim yukarıda geçti. Bahır sahibi diyor ki: "Onun için
demiştik ki, mükâteb karısını satın alır da sonra ödeyerek ölürse vefat iddeti
vâcib olmaz. Onunla cima'da bulunmadıysa hiç iddet lâzım değildir. Bulundu da
kadın ondan doğurduysa iki hayız iddet bekler. Çünkü ölümden önce nikâh fâsid
olmuştur. Ödeyecek mal bırakmazsa kadın vefat iddeti olarak iki ay beş gün
bekler. Çünkü karı koca ikisi de sahiblerinin memlûkudur. Nitekim Hâniyye'de
belirtilmiştir."
"Dört ay on gündür." Tabii ki
geceleri ile beraberdir. Nitekim Müctebâ'da açıklanmıştır. Gurarü'l-Ezkâr'da:
"Yani beşinci aydan günleriyle beraber on gecedir. Evzâî'den
nakledildiğine göre burada on gece mukadderdir." Kadın onuncu gün
evlenebilir.
Biz deriz ki: "Günlerle gecelerin
hepsinin lafzan veya takdiren cem sîgasıyla zikredilmesi istikranın hizasına
geleni dahil olmasını gerektirir." denilmiştir. Bunun bir misli de
Fetih'dedir. Evzâî'den nakli geçen ifadeyî Hâniyye sahibi İbnü'I-Fadl'a nisbet
etmiş ve: "Bu daha ihtiyattır. Çünkü bir gece fazlalığı vardır."
demiştir. Yani fecir doğmazdan önce ölse onuncu günden sonra mutlaka bir
gecenin geçmesi lâzımdır demek istemiştir. Umumun sözüne göre ise güneşin
batmasıyla biter. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Ama söz götürür. Bilâkis
umumun sözüne müsavîdir. Biliyorsun ki takdir on gün on geceyledir. Güneş
battıktan sonra öldüğü farzedilirse umumun kavlinden azalır bile. Binaenaleyh
ihtiyat Evzâî'nin değil umumun kavlindedir.
"Velev kadın küçük" Diyeceğine evlâ
olan "velev ki büyük olsun" demekdi. Çünkü muradölüm iddetinin dört
ay on gün olmasıdır. Velev ki kadın hayız görenlerden olsun. Aylarla hesap
edilenlerden olursa evleviyette kalır.
"Köle bile olsa" Yani hürrenin
kocası köle bile olsa demektir.
"Bir Müslümanın nikâhında
bulunsun." Kâfirin nikâhında bulunursa dinlerinde iddet yoksa iddet
beklemez. Nitekim bunu musannıf söyleyecektir.
"Bundan yalnız hamile hariç
kalır." Çünkü hamilenin ölüm için iddeti çocuğunu doğurmasıdır. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir. Bu karısı hamile iken kocası öldüğüne göredir. Kocası
öldükten sonra iddet içinde hamile kalırsa sahih kavle göre değişmez. Nitekim
yakında gelecektir.
"Temizlik müddeti uzayana da şâmildir
ilh..." Zâhire bakılırsa bu me-selenin yeri temizlik müddeti uzayan genç
kadın meselesidir. Yani talâk için aylarla değil de hayızla iddet beklemesi
hususunda bu onun gibidir. Burada onun zikrine yer yoktur. Çünkü kan gören
kadın ölüm için dört ay on gün bekler. Kan görmeyen ise aylarla bekler.
Hayızlarla beklemiyeceği evleviyette kalır. Çünkü hayzın vefat iddetinde tesiri
yoktur. Bir de "Bundan yalnız hamile hariç kalır." sözü bu hususta
açıktır. Sonra gördüm ki Rahmetî bunun bir kısmını ifade etmiş. Biz evvelce
Sirâc'dan naklen şârihin bahsettiklerini anlatan sözler arz etmiştik ki
şunlardır: Emzikli bir kadın ilaçla hayız görse hayız günlerinde sarı renkli
akıntıyı gördümü onunla iddet biter. Bu gösterir ki, emzikli kadının hayız
görmesi mutlaka lâzımdır. Velev ki ilâç kullanmakla olsun. Bundan daha açığı
Müctebâ'nın şu sözüdür: "Ulemamızın söylediklerine göre boşanan bir
kadının hayzı ârızî yahut başka bir sebeble gecikirse ya hayzını görünceye
yahut hayızdan kesilme çağına ulaşıncaya kadar iddetli kalır."
METİN
Hayız gören cariye hakkında talâk veya fesh
için îddet iki hayızdır. Zira hayız parçalanmayı kabul etmez. Hayız görmeyen
veya kocası ölen cariye hakkında talâk veya fesh için iddet hürrenin yarısıdır.
Çünkü yarılanmayı kabul eder. Hamile hakkında mutlak surette velev cariye yahut
kitabîyye veya zinâdan doğma olsun -meselâ zînâdan gebe kalan bir kadın evlenir
de kocası onunla cimada bulunduktan sonra ölür veya onu boşarsa doğurmakla
iddeti biter. Cevahiru'l-Fetâvâ- Karnındakinin hepsini doğurmasıdır. Çünkü
hamil bütün karnındakinin adıdır. Bahır'da: "Çocuğun ekserisinin çıkması
bütününün çıkması gibidir." denilmiştir.
İZAH
"Cariye hakkında" Sözü mutlaktır.
Binaenaleyh İmam-ı Azam'a göre hâlis cariye olan karısına, ümmüvelede,
müdebbereye, mükâtebeye ve çalıştırılan cariyeye şâmildir. Cariye hakkında cima
kaydı mutlaka lâzımdır. Bundan yalnız kocası ölen müstesnadır. Bahır.
Karısıdiye kayıdlaması milk-i yeminle cima edilirse iddet lâzım gelmeyeceği
içindir. Yalnız ümmüveled olup efendisi ölür veya âzâd ederse onun iddeti üç
hayızdır. Nitekim yukarıda geçti.
"Zira hayız parçalanmayı kabul
etmez." Yani kölelik yarılayıcıdır. Bunun muktezası cariyeye bir buçuk
hayız iddet lâzım gelmesidir. Lâkin hayız bölünmeyi kabul etmediğinden iki
hayız beklemesi icab eder.
"Talâk yeya fesh içîn..." Veya
nikâh-ı fâsid veya şübheyle cima için iddet hürrenin yarısı kadardır. Yani
talâk ve benzerlerinde "bir buçuk ay ölümde iki ay beş gündür.
"Hamile hakkında" Yani nikâhtan
ise velev ki fâsid nikâhtan olsun ço- cuğunu doğurmasıdır, Zinâdan hamile kalan
kadına ise asla iddet yoktur Bahır.
"Mutlak surette" Yani iddet ister
talâktan, ister ölümden ve ister birbirlerini bırakmaktan ister şübheyle
cimadan lâzım gelsin fark etmez. Nehir.
"Velev cariye" Yani nikâhlı kadın
ister hâlis cariye, ister müdebbere veya mükâtebe yahut ümmüveled yahut
çalıştırılan cariye olsun fark etmez. Bunu Tahtâvî Hindiyye'den nakletmiştir.
Nikâhlının benzeri sahibi ölen veya kendisini âzâd eden ümmüveleddir. Nitekim
Hâkim'in Kâfîsi'nde belirtilmiştir.
"Yahut kitabiyye olsun." Burada
yukardaki gibi Müslümanın nikâhında dememiştir. Çünkü burada Müslümanın
nikâhında olmakla zımmînin nikâhı altında olması arasında fark yoktur. Nitekim
metinde gelecektir.
"Veya zinâdan doğma olsun ilh..."
Hamlin iddette olması da bunun gibidir. Nitekim Kuhistâni ile Dürr-ü Müntekâ'da
beyan olunmuştur. Zâhidî'nin Hâvîsi'nde şöyle denilmektedir: "İddet
bekleyen kadın hamile kalır da doğurursa iddeti onunla biter. İddeti boşayandan
olsun, zinâdan olsun fark etmez. Ondan bir rivâyete göre de zinâdansa
doğurmakla iddeti bitmez. Gebeliği fâsid nikâhtan ise birbirlerini bıraktıktan
sonra doğurduğu takdirde doğurmakla iddeti biter. Terk etmeden önce ise
bitmez." Lâkin az ileride geleceği vecihle sabi olan kocası öldükten sonra
hamile kalan kadın ölüm iddeti bekleyecektir. Şu halde "İddet bekleyen
kadın hamile kalırsa" sözünden murad talâk iddeti bekleyen kadındır. Buna
karine sözün bundan sonrasıdır. Sonra Nehir'de aşağıda gelen mirâs kaçıran
meselesinde gördüm ki şöyle denilmiş: "Bilmiş ol iddet bekleyen kadın
iddeti içinde hamile kalırsa Kerhî'nin söylediğine göre onun iddeti çocuğunu
doğurmasıdır. Kerhî tafsilât vermemiştir. İmam Muhammed'in söylediğine göre bu
talâk iddetindedir. Vefat iddetinde ise hamille değişmez. Sahih kavil budur.
Bedâyı'da böyle denilmiştir." Şübheyle cimadan dolayı iddet bekleyen kadın
iddet içinde gebe kalır da sonra doğurursa iddeti biter." Yine Bahır'da
Hâniyye'den naklen: "Kocası ölen bir kadın ölümden itibaren iki seneden
fazlada doğurursa doğumdanaltı ay veya daha ziyade önce iddeti geçtiğine hükmolunur
ve sanki bu kadın iddeti bittikten sonra başka bir kocaya varmış da ondan gebe
kalmış gibi tutulur." denilmiştir.
"Meselâ zinâdan gebe kalan bir kadın
evlenirse ilh..." İfadesi gösteriyor ki, iddet zinâ için lâzım gelmez.
Zira zinâdan hamile kalana aslâ iddet olmadığını evvelce görmüştük. İddet ancak
kocanın ölümü veya boşaması sebebiyle vâcih olur. Rahmeti diyor, ki:
"Hamlin zinâdan olduğu kadının akidden itibaren altı ay geçmeden
doğurmasıyla bilinir."
"Cimada bulunduktan sonra" Sözü
kocası ölmeyenin kaydıdır. Zira yukarıda geçmişti ki, ölüm iddeti için cima
şart değildir. Kadına zifaf ya halvetle yahut haram olmakla beraber cimayladır.
Zira zinâdan gebe kalan kadının nikâhı câiz ise de cima'ı helâl değildir.
Rahmeti. Bu meseleyi Bahır sahibi Bedâyı'dan cima Kaydı olmaksızın
nakletmişlerdir.
"Doğurmakla iddeti biter." Yani
müddet takdiri yoktur. İster talâktan sonra doğursun ister ölümden bir gün veya
bir günden daha az sonra doğursun fark etmez. Cevhere. Hamilden, murad bazı
uzuvları veya bütün âzâsı belli olan çocuktur. Bazısı belli olmazsa iddet
geçmez. Çünkü hamil değişen menînin adıdır. Kan pıhtısı veya et parçası olmakla
değişmez. Yüzde yüz değişmiş olduğu ancak bazı uzuvlarının belli olmasıyla
bilinir. Bunu Muhît'ten Bahır sahibi nakletmiştir. Yine Bahır'da belirtildiğine
göre azânın belli olması ancak yüz yirmi günde olur. Yine Bahır'da Müctebâ'dan
naklen: "Bazı uzuvları belli olan çocukta muteber olan müddet dört aydır.
Uzuvlarının tam yaratılması altı ayda olur." denilmiştir. Hayız bâbında
Bahır sahibinin bunu müşkil saydığını ve: "Müşahedeyle bilinen, âzânın
dört aydan önce meydana gelmesidir. Zâhire bakılırsa murad can verilmesidir.
Çünkü daha önce bu olmaz." dediğini ve meselenin tamamını arz etmiştik.
"Çünkü hamil ilh..." İfadesi
bütün kelimesini takdir için illettir. Kadın doğurur da karnında bir çocuk daha
kalırsa iddeti kalanın doğması ile biter. Bazı uzuvları belli olan bir çocuk
düşürürse onunla iddeti biter. Çünkü düşen çocuktur. Uzuvları belli olmamışsa
iddeti bitmez.
"Çocuğun ekserisinin çıkması bütününün
çıkması gibidir." Bu söz
"Karnındakinin hepsini
doğurmasıdır" ifadesine aykırıdır. Meğerki hepsini kelimesinden bütün
cüzler değil de bütün ferdler kasdedilmiş olsun. Burada şöyle denilebilir:
"Ancak kadının kocalara helâl olması hususunda müstesnadır." sözü
çocuğun ekserisinin çıkmasıyla iddetinin bitmemesini iktiza eder. Yine burada
şöyle denilebilir: İddeti bitmemiş olsa çocuğun kalan kısmı çıkmadan kadına
ric'at sahih olurdu. Şu halde murad bir vecihten iddet biter, bir vecihten bitmez
demek olur. Onun için Bahır sahibi şöyle demiştir: "Hâruniyat'ta beyan
edildiğine göre çocuğun ekserisi çıkarsa ric'at sahih olmaz. Ama kadın kocalara
helâl olmadığını söylemişlerdir. Çünkü ekserisinin çıkması ric'atın
kesilmesihakkında ihtiyatan bütünü hükmünde tutulmuştur. Kocalara helâl olması
hakkında ihtiyatan bütünü hakkında sayılmamıştır."
METİN
Bu bütün hükümler hakkında böyledir. Ancak
kocalara helâl olması hakkında ihtiyatan ekserisinin çıkması bütünü yerini
tutmaz. Başın çıkmasına itibar yoktur. Velev ki az kısmıyla beraber olsun.
Binaenaleyh başı kesmekle kısas yoktur. Talâk-ı bâinle boşanan kadının
doğurduğu çocuğun başı iki seneden azda, geri kalan uzuvları iki seneden
fazlada çıkarsa nesebi sâbit olmaz. Kadının ölen kocası mürâhik olmamış küçük
çocuk dahi olsa, onun ölümünden itibaren yarım seneden azda doğurursa esah
kavle göre doğurmakla iddet biter. Çünkü hamileler âyeti umumîdir. Sabi
öldükten sonra hamile kalan ve yarım senede veya daha fazlada doğuran hakkında
bil ittifak ölüm iddeti vardır. Çünkü ölüm anında hamilelik yoktur. Her iki
halinde de neseb sâbit olmaz. Çünkü sahibinin menîsi yoktur. Evet, mürâhik
sabiden ihtiyatan nesebin sâbit olması gerekir. Çocuk kadının karnında ölürse
dışarı çıkıncaya kadar yahut kadın hayızdan kesilme haddine varıncaya kadar
iddetinin kalması gerekir. Nehir.
İZAH
"Bu bütün hükümler hakkında
böyledir." Yani ric'atın kesilmesinde ko-dının doğurmasına muallak talâk
veya âzadlığın vukuunda ve kadının nifâslı olmasında böyledir. Sözün mutlak
olması bunu gerektirir.
"Velev ki az kısmıyla beraber
olsun." Bazı nüshalarda az kısmıyla beraber dahi muteber değildir,
denilmiştir ki doğurusu da odur. Bahır'ın ibâresi: "Yalnız başın çıkması
yahut bedenin az kısmıyla birlikte çıkması muteber değildir." şeklindedir.
Bu cümleden önce Bahır sahibi Nevâdir'den naklen bedeni; budlardan omuzlara
kadar olan kısımdır, diye tefsir etmiş. Yalnız başla ve yalnız ayaklarla beden
sayılmayacağını söylemiştir.
"Başı kesmekle kısas yoktur." Ama
diyet vardır. Bahır.
"Nesebi sâbit olmaz." Nesebinin
sâbit olması için başıyla bedeninin yarısı iki seneden azda çıkmalıdır. Bahır.
"Mürâhik olmamış" Yani on iki
yaşına varmamış demektir. Kuhistânî.
"Esah kavle göre" ifadesinin
mukabili İmam Ebû Yusuf'tan şazz olarak rivâyet edilen ölüm iddeti bekler
sözüdür. Nehir.
"Her iki halinde" Yani çocuğun
ölümünün her iki halinde yahut hamileliğin çocuğun ölümünde bulunup bulunmaması
hallerinde demektir.
"Çünkü sabinin menîsi yoktur."
Binaenaleyh ondan gebe kalması ta-savvur olunamaz. Doğulu bir adamın batılı bir
kadından çocuğunun nesebi sâbit olması akid gebelik yerinetutulduğu içindir.
Çünkü hakikaten tasavvur edilebilir. Sabî bunun hilâfınadır. Nitekim Bahır'da
bildirilmiştir.
"Evet ilh..." Burada Feth'in
ibâresi şöyledir: "Sonra bu çocuğun mürâhik olmaması icab eder. Mürâhik
olursa ondan nesebin sâbit olması gerekir. Meğerki akidden itibaren altı aydan
azda doğurmak suretiyle mümkün olmasın." Bahır sahibi: "Onun için
Hâkim-i Şehid Kâfî'de bu meseleyi çocuk süt emerse diye tasvir etmiştir." diyerek
teyidde bulunmuştur. Şübhesizki rivâyetin mefhumu mu'teberdir.
"Hayızdan kesilme haddine varıncaya
kadar iddetinin kalması gerekir." Yani o zaman kadın aylarla iddet bekler.
Burada şöyle denilebilir: Bu söz Teâlâ Hazretlerinin: "Hamilelerin iddeti
çocuk doğurmakla biter."âyet-i kerîmesine aykırıdır. H.
Ben derim ki: Şeyh Hayreddin'in Bahır
hâşiyesinde şöyle denilmektedir: "Çocuk varken iddet bitmiştir demenin bir
mânâsı yoktur. Çünkü rahim çocukla meşguldür." Şâfiîlerin kitablarında
böyle denilmiştir. Remlî Minhâc şerhinde şunları söylemiştir: "Çocuk ölür
de dört seneden fazla ana karnında kalırsa onu doğurmadıkça iddet bitmez. Çünkü
âyet umumîdir. Nitekim pederim de bununla fetva vermiştir. Kadının bundan zarar
görmesine bakılmaz." İbn-i Kâsım da şerhü'l-Menhec hâşiyesinde şöyle
demiştir: "Üstadımız Tablâvî diyor ki: Zamanınız uleması iddetin bitmesi
çocuğun çıkmasına bağlıdır diye fetva verdiler. Ben diyorum ki: Çıkacağından
ümid kesilirse bağlı değildir. Çünkü kadın kocaya varmaktan men edilmekle zarar
görecektir. Bizim kaidelerimizde Şâfiîlerin sözünü def eden bir şey yoktur.
Bunu bil! Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bununla anlaşılıyor ki,
"Hayızdan kesilme haddine varıncaya kadar" sözünden murad çocuğun
çıkmasından ümidi kesmektir. Acaba bundan hamilelik müddetinin sonu mu
kasdediliyor -ki Şafiîlere göre dört, bize göre iki senedir- yoksa bundan daha
umumî bir mânâ mı murad edilmektedir? İkisine de ihtimal vardır. Cemaatın
kavliyle amel gerekir. Çünkü bu kavil âyetin sarahatına uymaktadır.
METİN
Mirâs kaçıranın karısı hakkında talâk-ı
bain için iddet -şayet kadın iddet beklerken kocası ölürse- ihtiyatan vefat
iddetiyle talâk iddetinin uzun olanıdır. Meselâ ölümden itibaren dört ay on gün
bekler. Bunun içinde talâktan itibaren üç hayız da vardır. Şümunnî. Ama bu
ifadede kusur vardır. Çünkü kadın bu muddet zarfında hayız görmezse ondan sonra
üç hayız iddet bekler. Hatta temizlik müddeti uzun sürerse iddeti hayızdan
kesilme çağına kadar devam eder. Talâk-ı bâinle kayıdlaması şundandır: Çünkü talâk-ı
ric'î ile boşanan kadın için bil ittifak ölüm iddeti vardır. Talâk-ı bâin ve
ölüm iddetinde değil de talâk-ı ric'î iddetinde âzâd edilen bir cariye hakkında
iddet hürre iddeti gibi tamamlamasıdır. Bunlardan birinde yani bâin veya ölüm
iddetinde âzâd edilirse cariye iddeti gibi tamamlar. Çünkü talâk-ı ric'îde
nikâh bâkîdir, diğerlerinde değildir. Bazen iddet altıya intikal eder. Nikâhlı
küçük cariye gibi ki, talâk-ı ric'î ile boşanır da bir buçuk ay iddet
bekledikten sonra hayzını görürse iddeti iki hayız olur. Ondan şonra âzâd
edilirse üç hayız olur. Sonra temizlik müddeti hayızdan kesilme çağına kadar
uzarsa iddeti aylarla olur. Tekrar kan görürse iddeti hayızla olur. Sonra
kocası ölürse iddeti dört ay on gün olur.
İZAH
"Mirâs kaçıranın karısı hakkında"
Sözünden murad ölüm hastalığında karısının rızası olmadan onu talâk-ı bâinle
boşamasıdır. Böylesi mirâs kaçıran olur. Kendisi kadının iddeti içerisinde
ölürse İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'e göre kadın iki iddetin uzun olanını
bekler. Ebû Yusuf buna muhâliftir. Zira talâkla nikâh bağı hakikaten kesilmişse
de mirâs hakkında hükmen bâkîdir. Binaenaleyh talâk iddetiyle vefat iddeti
ihtiyaten biraraya getirilir. Tamamı Fetih'dedir.
Ben derim ki: Bu adam hastalığı esnasında
karısını onun rızasıyla bâin olarak boşarsa mirâs kaçıran olmayıp kadın yalnız
talâk iddeti bekler. Bu açıktır ve fetva vakasıdır. Bellenmelidir. Şu suret
dahi hariçtir: Bu adam sağlam İken karısını talâk-ı bâînle boşar da sonra
ölürse kadının iddeti intikal etmez ve bil ittifak ondan mirâsçı olamaz. Bunu
Fetih sahibi açıklatmıştır. Çünkü bu adam mirâs kaçıran değildir.
"Şayet kadın iddet beklerken kocası
ölürse" Bu kocası ölmeden üç hayız görmediğine göredir. O ölmeden üç hayız
görürse iddeti bitmiş olur ve bu meseleye dahil olmaz. Çünkü iddet bitmeden
kocası ölmezse kadına mirâs yoktur. Bu mesele düşüncesizlikten dolayı
zamanımızın bazı Hanefilerine müşkül görünmüştür. Bahır.
"Bu ifadede kusur vardır." Çünkü
"Bunun içinde üç hayız da vardır." sözü üç hayzın veya bir kısmının
mutlaka dört ay on gün zarfında bulunmasını iktiza eder.
"İddeti hayızdan kesilme çağına kadar
devam eder." Hayızdan kesilme çağına vardımı artık iddetini aylarla
bekler. Nitekim bunu da Fetih sahibi açıklamıştır.
"Talâk-ı bâinle kayıdlaması
şundandır." Bu meselenin hâsılı şudur:
Bir adam sağlam veya hastayken karısını
boşar da kadın iddet beklemeye başlarsa, iddet içinde adam öldüğü takdirde
kadının iddeti bil ittifak ölüm iddetine döner. Çünkü kadın onun karısıdır ve
ona mirâsçı olur. Fakat iddet bitmişse onun karısı değildir. Bu adamın
ölmesiyle kadına bir şey vâcib olmaz. Ona mirasçı da olamaz. Kezâ sağlamken
talâk-ı bâinle boşar da sonra kadın iddet beklerken ölürse hüküm yine budur.
Nitekim geçmişti. Sonra aşikârdır ki, bu kadın hastalığı esnasında talâk-ı bâinle
boşayıp iddeti içinde öldüğü takdirde mirâs kaçıranın karısı olur. Talâk-ı
ric'î ile boşamışsa ona bu hüküm verilemez. İmdi musannıfın Kenz ve diğer
kitablara uyarak; "Talâk-ı ric'î ile boşanan kadın İçin" sözünü
"talâk-ı bâiniçin" sözü üzerine atfetmesi mirâs kaçıranın karısı
bazen bâin, bazen ric'î talâkla boş düşeceğini gerektirir. Halbuki talâk-ı
bâinle boşanırsa kadın iki müddetin uzun olanını iddet bekleyecektir. Bu
yukarıda geçti. Buradaki ise ric'î talâkla boşanmasının hükmüdür. Şübhesizki
talâk-ı ric'î ile boşanan kadına mirâs kaçıranın karısı denilirse bundan bir
takım bâtıl lâzımlar doğar. Bunları Şürunbulâlî zikretmiş ve bu hususta bir
risale telif ederek bu îhamın bir çok kitablarda yapıldığını söylemiş, onun
hata olduğuna hüküm vermiştir. Şübhesiz burada mirâs kaçıranın karısı üzerine
atıfta müsamahadan başka bir şey yoktur. Onu da musannıf anlaşıldığına itimad
ederek kısaltmak için yapmıştır. İddet içinde erkeğin ölümü kaydını koymaktan
kurtulmak istemiştir.
"Hürre iddeti gibi tamamlamasıdır."
Sözüyle musannıf bu kadına yeniden başlayarak hürre iddeti vâcib olmadığına
İşaret etmiştir. Bilâkis onun iddeti hür kadınların jddetine intikal eder ve
geçmişin üzerine bina ederek üç hayzı yahut hayız görmeyenlerdense üç ayı
tamamlar.
"Ric'i iddetinde âzâd edilirse"
Demesi gösteriyor ki, âzâd edilmesi kocasının boşamasından sonradır. Çünkü önce
olsa kadına baştan hürre iddeti lâzım gelir ve bu iddet âzâdlık iddeti değil
talâk iddeti olur. Zira bu kadın onun ümmüveledi olup başkasının nikâhlısı iken
efendisi onu âzâd ederse iddet beklemesi gerekmez. Zira yukarıda da geçtiği
gibi kendisine haramdır. İddetin bâkî olduğunu da ifade eder. Zira efendisi onu
iddeti bittikten sonra âzâd etse yahut ölse üç hayız beklemesi lâzım gelir.
Çünkü onun firâşına dönmüştür. Nitekim Cevhere'den anlaşılmaktadır.
"Cariye iddeti gibi tamamlar."
Yani ya iki hayız, ya bir buçuk veya iki ay beş gün iddet bekler. İddeti hür
kadın iddetine dönmez. Kuhistânî.
"Çünkü talâk-ı ric'îde nikâh
bâkîdir." Sözü farkı beyandır. Fark şudur: Talâk-ı ric'îden sonra nikâh
her vecihle bâkîdir. Azad etmekle kocasının onun üzerindeki milkini tamamlamış
olur. Kâmil milkde iddet şeran üç hayızla takdir edilmiştir. Talâk-ı bâinden
veya ölümden sonraki bunun hilâfınadır.
"Bazen iddet altıya intikal
eder." Bunu altı yapması kendisinden intikal edeni itibara aldığı içindir.
Yoksa intikaller beştîr. Bunu Tahtâvî söylemiştir.
"Talâk-ı ric'î ile boşanır da"
Diye kayıdlaması azâd edilmek ve ölmekle intikali mümkün olsun diyedir. Bu
cihet Miskîn hâşiyecisine gizli kalmıştır. Bunu Tahtâvî söylemiştir.
"Hayzını görürse" Yani iddet
tamam olmadan görürse demektir. Ondan sonrakiler hakkında dahi aynı şey
söylenir. T.
"Üç hayız olur." Yani hür
kadınların iddetine intikal eder. Zira bildiğin gibi onun talâkı ric'îdir.
"İddeti aylarla olur." Hayız
görmezden önce küçüklük halinde geçirdiği günler itibara alınmaz. T.
"Tekrar kan görürse..." Gebe
kalması da öyledir. Şârih bunu da söylemiş olsaydı misâl iddetin bütün
nevilerini içine almış olurdu. İddet hayızla aylarla ve doğurmakla olmak üzere
üç nevidir. Lâkin kocası ölürse doğurmakla biten iddeti bâkîdir, aylara intikal
etmez.
"İddeti hayızla olur." Sözü
aşağıda gelen kavillerden birine mebnîdir.
"İddeti dört ay on gün olur."
Çünkü talâk-ı ric'î iddetini beklemektedir. Böylesine ölüm iddeti vardır.
Nitekim geçmişti.
Ben derim ki: Bu misâl küçük kızın, büyük
kadının, cariyenin, hürrenin, hayız görenin, hayızdan kesilenin, boşananın,
kocası ölenin ve âzâd olanın iddetlerine şâmildir. Bir de onuncu ziyade edilir
ki, o da söylediğimiz vecihle gebenin iddetidir.
METİN
Hayızdan kesilen bir kadın aylarla iddet
bekler de sonra eski âdeti vecihle tekrar kan görür veya başka bir kocadan gebe
kalırsa iddeti bâtıl, nikâhı fâsid olur. Yeniden hayızla iddet bekler. Çünkü
halef olmanın şartı asıldan ümidin kesilmesidir. Bu ölüme kadar devam eden
aczle olur. Zâhir rivâyet budur. Nitekim Gâye'de beyan edilmiştir. Hidâye
sahibi de bunu ihtiyar etmiştir. Binaenaleyh onunla amel taayyün eder. Bunu
Bahır sahibi sahihlenen altı kavli hikâye ettikten sonra söylemiş, musannıf da
ikrar etmiştir. Lâkin Behensî Şehid'in İhtiyar ettiğini tercih eylemiştir ki
şudur: Kadın kanı dört ay tamamlamadan görürse iddete yeniden başlar.
Tamamladıktan sonra görürse başlamaz.
Ben derim ki: Sadru'ş-Şeria'nın ve Molla
Hüsrev'le Bâkânî'nin ihtiyar ettikleri de budur. Musannıf hayız bâbında bunu
ikrar etmiştir. Bu kavle göre nikâh câizdir. Kadın gelecekte hayızla iddet
bekler. Nitekim Hulâsa sahibiyle başkaları bunu sahihlemişlerdir. Cevhere ile
Müctebâ'da beyan edildiğine göre sahih ve muhtar olan kavil budur. Fetva buna
göredir. Kudûrî'nin Tashihi'nde: "Bu sahihleme Hidâye'nin sahihlemesinden
daha iyidir." denilmiştir. Nehir'de ise rivâyetlerin en doğrusu bu olduğu
kaydedilmektedir. Tamamı Mültekâ üzerine yazdığım hâşiyededir.
İZÂH
"Sonra tekrar kan görürse" Yani
aylarla beklerken yahut aylar geçtikten sonra tekrar kan görürse demektir. Buna
delil: "Yahut başka bir kocadan gebe kalırsa" demesidir. Çünkü başka
kocadan gebe kalması ancak aylar geçtikten sonra olur. Mukabili de buna delâlet
eder. Bundan murad: "Lâkin Behensî ilh..." sözüdür. H.
"Sonra eski âdeti vecihle"
Sözünün muktezası âdetin kendisini itiba-ra almaktır. Kavillerden biri bu ise
de mu'temed değildir. Böyle diyeceğine âdete göre dese daha iyi olurdu. Nitekim
Hidâye sahibi öyle yapmıştır. Bahır sahibi diyor ki: "Ulema âdete göre
kanı görürse sözünün mânâsın-da ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre bunun
manâsı akıcı ve çok ise de-mektir. Bukadının az bir ıslaklık görmesinden
ihtiraz içindir. Bir takımla-rına göre bu sözün mânâsı hem yukarda söylenen,
hem de kanın kırmızı veya kara olmasıdır. Sarı, yeşil veya toprak rengi olması
değildir. Bu sözün mânâsı cari âdete göre olmaktır diyenler de vardır. Hatta
hayızdan kesilmezden önce kadının âdeti sarı renkli görmek olur da yine böyle
gö-rürse bozulur. Fetih'de böyle denilmiştir." Mi'raçta fetvanın birinci
kavle göre olduğu açıklanmıştır. Sonuncusu şârihin söylediğidir.
"Çünkü halef olmanın şartı" Yani
ayların hayıza halef olması asıldan ümidin kesilmesiyledir. Asılla amel imkânı
kalmazsa halefe ancak o za-man gidilir. Geçkin ihtiyar hakkında fidye vermek bu
kabîldendir. Bedele gelince: O mestler üzerine mesh gibidir ki, bu söylediğimiz
onda şart de-ğildir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.
"Sahihlenen altı kavil"den
birincisi: Mutlak surette bozulmasıdır. Hidâye sahibi bunu ihtiyar etmiştir.
İkincisi: Mutlak surette bozulmamasıdır.
İsbîcâbî bunu ihtiyar etmiştir.
Üçüncüsü: Aylarla iddet tamam olmadan kanı
görürse bozulması, ta-mam olduktan sonra görürse bozulmamasıdır, Sadru'ş-Şehid
bununla fet-va vermiştir. Müctebâ'da sahih ve fetva için muhtar olan budur
denilmiştir.
Dördüncüsü: Hayızdan kesilmek için mukadder
zaman yoktur rivâye-tine göre bozulmasıdır. Zâhir rivâyet budur. Mesele ancak
kadının zannı-na göre sâbit olmuştur. Hayız görünce hata ettiği anlaşılmıştır.
Hayızdan kesilmenin mukadder zamanı vardır rivâyetine göre bozulmaz. İzâh
sahibi bunu ihtiyar etmiş, Hâniyye sahibi yalnız bunu söylemekle yetinmiş,
Ku-dûrî ile Cessâs kesinlikle buna kâil olmuşlardır. Bedâyı sahibi de bunlarla
beraberdir.
Beşincisi: Kadının hayızdan kesildiğine
hüküm verilmemişse bozulur, verilmişse bozulmaz diyenlerin kavlidir. Meselâ
karı-kocadan biri nikâhın fâsid olduğunu İddia eder de bunun sahih olduğuna
hüküm verilirse bo-zulmaz. Muhammed b. Mukatil'in kavli budur. İhtiyar sahibi
bunu sahih bulmuştur.
Altıncısı: Gelecek hakkında bozulur ve
kadın ondan sonra boşanırsa ancak hayızlarla iddet bekler. Geçmiş hakkında
bozulmaz. Binaenaleyh aylarla iddet bekledikten sonra yapılan nikâhlar fâsid
değildir. Nevâzil sahibi bunu sahihlemiştir.
"Bu kavle göre nikâh câîzdir."
Çünkü ancak dört ay tamam olduktan sonra yapılmaktadır. Binaenaleyh şartı
mevcud olduğu içîn muteber sayılır. Şartı hayızdan kesilmektir. Sebebi de
mevcuddur. Sebebi ekseriyetle hayzın sona erdiği müddette kanın kesilmesîdir.
Bundan murad elli beş yaştır. Kadın gelecekte ancak hayızlarla iddet bekler.
Çünkü mutad kan tahakkuk etmiştir. O da kanın ferçten çıkması ve bir
bozukluktan neş'et etmeyip mutadvecihle gelmesidir. Her ne zaman hayızdan
kesilme tehakkuk ederse hükmü de tehakkuk eder. Hayız tehakkuk ederse onun
hükmü de tehakkuk eder. Kanın kesilmesinîn bu halînde ölünceye kadar devamını
şart koşmak içîn ise bir delil yoktur. Bazen bir şeyden ümid kesildiği tehakkuk
eder de sonra o şey bulunur. Tamamı Fetih'dedir. Gördüğün gibî bu dahi bu kavil
tercihtir.
METİN
Küçük bir kız aylarla iddet tamam olduktan
sonra hayız görürse yeniden iddet beklemez. Meğerkî aylarla beklerken hayız
görmüş olsun. O zaman yeniden hayızla iddet beklemeye başlar. Nasıl ki bîr veya
İkî hayız gören sonra hayızdan kesilirse îddeti yenîden aylarla bekler. Bu
asılla bedeli bir yere getirmekten korunmak İçindir. Hayızdan kesilmenin senesi
rumîyye içîn olsun başka kadın için olsun Cumhura göre elli beş senedîr. Fetva
buna göredir. Bazıları fetvanın elli sene üzerine olduğunu söylemişlerdir.
Nehîr. Bahır'da Câmi'den naklen: "Küçük bîr kız otuz yaşına varır da hayız
görmezse kesildiğine hüküm verilir." denilmiştir.
İZAH
"Yeniden iddet beklemez." Çünkü
hayızla daha önceden kendisinin hayız görenlerden olduğu anlaşılmamıştır.
Hayızdan kesilen bunun hilâfınadır. T.
"Aylarla beklerken" Yani tamam
olmadan velev bîr saat önce olsun hayız görürse iddete yeniden hayızla başlar.
"Sonra hayızdan kesilirse" Yani
iki hayız gördükten sonra kesilme Çağına varır da kanı kesilirse demektîr.
Fetih.
"Rumîyye için olsun başka kadın için
olsun elli beş senedir." Bazıları rumîyye için elli beş, başka kadın için
altmış sene olduğunu söylemişlerdir. Mutlak surette altmış sene olduğunu
söyleyenler olduğu gibi yetmiş senedir diyenler de vardır. Zâhir rivâyete göre
bu hususta takdir yoktur. Kadın emsalinin hayız görmediği yaşa varmakla
hayızdan kesilmiş olur. Bu çalışmakla, bedenin terkibi hususunda birbirine
benzemekle, semizlik ve zayıflıkla bilinir. Bunu Bahır'dan Halebî nakletmiştir.
Kuhistânî'de otuz sene olduğunu söyleyenler de vardır denilmiştir.
"Bazıları fetvanın elli sene üzerine
olduğunu söylemişlerdir." Kuhistânî: "Bugün bununla fetva verilir.
Nitekim Mefatih'de belirtilmiştir." demektedir.
"Bahır'da Câmi'den naklen ilh..."
İfadesi otuz seneyle takdir edilen kavle göre söylenmiş olabilir. Lâkin hayız
görmemişse demesi gösterîyor ki, evvelden hiç hayız görmemiştir. Böylesi yaşla
bulûğa eren genç kadındır. Hükmü evvelce geçmişti. Bunu Tatarhâniyye'nin
Yenâbi'den naklettiği şu ifade de te'yid etmektedir: "Bir kadın meselâ
otuz yaşına varır dahâlâ hayzını görmezse, yalnız bir gün kan görüp başka
görmeden kocası boşadığı takdirde bu kadın hayızdan kesilmiş değildir. Ebu
Cafer aylarla iddet bekleyeceğini söylemiş: "Çünkü bu kadın hayız
görmeyenlerdendir. Biz bu kaville amel ederiz." demiştîr.
T E N B İH: Küçük bir kız büyüdükten sonra:
Ben bulûğa erdim demekle sözü kabul edildiği gibi, ben hayızdan kesilme çağına
ulaştım demekle acaba sözü kabul edilir mi, yoksa mutlaka beyyine mi lâzım
gelîr? Ulemamızdan bunu açıklayan kimse görmedim. Bir müddetle takdir edilir
rivâyetine göre kabul edilmesi gerekir. Takdir edilmez rivayetine göre işe
muteber olan re'yin içtihadıdır. Nitekim yukarıda geçti.
TETİMME: Manzume-I Nesefiyye şerhi
Hâkâyık'ta imam Mâlik bâbında şöyle denilmiştir: "Bize göre kadın hayızdan
kesilme çağına varmadıkça aylarla iddet beklemez. Bunun haddi elli beş senedir.
Muhtar olan budur. Lâkin bu müddette hayızdan kesildiğine hükmetmek için uzun
bir müddet kanın kesilmesi şarttır. Esah kavle göre bu altı aydır. Sonra acaba
altı ay kesilmenin kesîlme müddetinden sonra olması mı şarttır? Esah kavle göre
bu şart değildir. Hatta hayızdan kesilme müddetinden önce kan gelmez olsa,
sonra kesilme müddeti tamam olarak kocası boşasa hayızdan kesîldiğine hüküm
olunur ve kadın üç ay iddet bekler. Şifa'nın hayız bahsinde yazılan budur. Bu
bellenecek bîr İnceliktir." Bu ibareyi şihab Ahmed b. Yunus eş-Şilbî Kenz
üzerine yazdığı şerhde Allâme Bâkir'in yazısından nakletmiş, fakat kîmseye
nisbet etmemiştîr. Tahtâvî onu Sey-yid Hamevî'den nakletmiştir.
METİN
müveledin hayızdan kesilen ve hamile
olanından maadasının iddetleri ölüm müveledin hayızdan kesilen ve hamile
olanından maadasının iddetleri ölüm yani cima edenin ölümü; ve ayrılmak,
birbirini terk etmek gibi ölümden başkaları için hayızdır. Çünkü böylelerin
iddeti rahmin temizliğini bilmek içindir. Bu hayızla olur ve ihtiyatan bir
hayızla iktifa edilmez. Bâtıl nikâhda ve kezâ icaze vermeden önce mevkuf
nikâhta iddet yoktur. İhtiyar. Lâkin doğrusu iddet ve neseb sabittir. Bahır.
Başkasının karısı ile onun halini bilmeden evlenmek şübheyle cimadan sayılır.
Nitekim gelecektir. Şübheyle cima edilen kadın ilk kocasıyla oturabilir. İddet
içinde onun izniyle dışarı çıkar. Çünkü aralarında nikâh mevcuddur, Yalnız cima
haram olmuştur. Hatta kadının nafakası ve giyeceği o adama lâzımdır. Bahır.
Yani kadın bilmez ve razı olmazsa demek istiyor. Nitekim gelecektir. Müdebbere
ile âzâd edilen cariyeye iddet yoktur. Hayızdan kesilenle hamilenin iddetleri
ise birincinin aylarla, ikincinîn doğurmakla biter.
İZAH
"Fâsid nikâhla alınan ilh..."
Cümlesine hâcet yoktur. Çünkü musannıfın evvelce geçen: "Kezâ efendisi
ölen veya âzâd eden ümmüveledin, şübheyle yahut nikâh-ı fâsidle cimaedilen
kadının ölüm ve ayrılma hallerinde iddetleri üç hayızdır." ifadesi buna
hâcet bırakmamıştır. Şu da var kî, buradaki sözü nikâh-ı fâsidde velev ki
cimadan önce olsun iddet vâcib olacağı vehmini vermektedir. Halbuki öyle
değildir. Fâsîd nikâhta iddet ancak halvette hatta önden cimayla vâcib olur.
Nitekim mehir bâbında geçmişti.
Fâsid nikâh şahidsiz kıyılan nikâhdır. Evli
olduğunu bilmeyerek başkasının karısını nikâh etmek, helâl olmadığını bildiği
halde haram kadınla evlenmek İmam-ı Azam'a göre fâsid, İmameyn'e göre fâsid
değildir. Fetih.
"Şübheyle cima edilen kadın"
Kocasından başkasının yanına zifaf olunan ve geceleyin erkeğin döşeğinde bulup
şübhe iddia ettiği kadın gibidirler. Fetih'de böyle denilmiştir. Nehir
sahibinin inceleme neticesi ifade ettiğine göre fetvası sorulan şu kadın da bu
nev'idendir: Bir kimse bir cariye satın alır da onunla cimada bulunur; sonra
kadın aslının hürre olduğunu isbat ederse ne olur? Bu zâhirdir. Bir kimsenin
boşayıp iddet beklemekte olan karısıyla şübhe ederek cimada bulunması da bu
kabîldendir ve ileride gelecektir. Şâfiî kitablarındaki şu mesele de öyledir:
Kadın kocasının veya efendisinin menîsi zannederek fercine bir menî akıtırsa
şübheyle cima edilen gibi iddet beklemesi lâzım gelir. Bahır sahibi diyor ki
"Ben bunu bizim ulemamızdan bir yerde görmedim. Ama kaideler buna aykırı
değildir. Çünkü iddetin vâcib olması rahimin temizliğini bilmek içindir."
"Cima edenin ölümü" Yani her üç
meselede üç hayızdır. Hayız gör-meyenlerdense aylarla yahut doğurmakla iddet
bekler. Bu gösterir ki, yukarda arz ettiğimiz gibi cimasız nikâh-ı fâsidde
iddet yoktur. Son meseledeki cima edenden murad cariyenin ölen veya âzâd eden
efendisidir. Fakat cimada bulunan kocası ise iddeti nikâhlı cariye iddetidir.
"Çünkü böylelerin iddeti ilh..."
Cümlesi bir suale cevabdır. Sual şudur: Bunların iddetleri neden hayızla olmuş
da haklarında vefat iddeti itibara alınmamıştır? T.
"Rahimin temizliğini bilmek
içindir." Yani rahimde çocuk olmadığını bilmek îçindir. Yoksa nikâhın
hakkını ödemek için değildir. Zira sahih yoktur. Maruf olan hayızdır. Bir
hayızla yetinmemesi nikâh-ı fâsid ihtiyaten sahih nikâhla katıldığı içindir.
"Bâtıl nikâhda Iddet yoktur."
Burada şöyle denilebilir: Nikâhın fâsîdi ile bâtılı arasında fark yoktur. Satış
bunun hilâfınadır. Lâkin Bahır'da Mücteba'dan naklen şöyle denilmektedir:
"Şâhidsiz nikâhta olduğu gibi ulemânın cevazında ihtilâf ettikleri her
nikâhta cima iddet beklemeyi icab eder. Başkasının nikâhlısını ve iddet
bekleyen karısını nikâh etmeye gelince: Burada şayet kadının başkasına aid
olduğunu bilirse cima iddeti icab etmez. Çünkü bunun câiz olduğunu söyleyen
yoktur. Binaenaleyh asla mün'akid olmamıştır. Bu izaha göre iddet hususunda
nikâhın fasidi ile bâtılı arasında fark vardır. Onun içindir ki, haram olduğunu
bilerek aldıysa had vurmak vâcib olur. Çünkü zinâdır. Nitekîm Kınye ve diğer
kitabtardabildirilmiştir."
Ben derim ki: Buna göre helâl olmadığını
bilerek haram bir kadınla evlenmek müşküldür. Bu bildiğin gibi fâsîddir. Bununla
beraber Müslümanlardan hiç kimse caiz olduğunu söylememiştîr. Mehir bâbında
geçmîşti kî, fâsid nikâhta cima' hem îddeti hem nesebin sübutunu icab eder.
Bahır sahibi orada buna misâl olarak şâhidsiz evlenmeyi, iki kız kardeşi bir
nikâhla olmayı, karısının iddetînde onun kız kardeşiyle evlenmeyi, dördüncü
kadının iddeti içinde beşinci iIe evlenmeyi ve hür kadın üzerine carîye ile
evlenmeyi göstermişdi.
"İhtiyar..." Bu sözün bir mîsli
de Muhît'tedir. Orada: "Çünkü bunda neseb sabit olmaz. Zira mevkuftur. Onun
hakkında mün'akid değildir. Binaenaleyh milk şübhesinin tesiri yoktur."
şeklinde illetlendîrilmiştir.
"Lâkin doğrusu ilh..." Zeylaî
nikâh-ı fâsidde şunu nakletmiştir: "Aslın dâvâ bahsinde zikrolunduğuna
göre bir kadın velisinin izni olmadan evlenir de kocası kendisiyle cimada
bulunarak altı ayda bir çocuk doğurursa çocuğu hem mevlâsı hem kocası iddia
ettiği takdirde çocuk kocasının oğlu olur. İmam Muhammed bunu cima vaktinden
değil nikâh vaktinden saymıştır. Hilâftan da bahsetmemiştir. Hulvânî bu meselede
nikâh-ı fâsidde bizzat akidle firâş mün'akid olduğuna delil olduğunu
söylemiştir. Bazılarının: Firâş ancak cimayla mün'akid olur demeleri bunun
hilâfınadır." Bu nikâh-ı fâsidde nesebin sübut bulacağı hususunda açıktır.
İddetin vâcib olması da ona bağlıdır. şu halde Muhît ve İhtiyar'ın ifadeleri
yanlıştır. Bahır.
Ben derim ki: Lâkin bunun karşısında
ulemanın: Nikâh-ı fâsidde ancak mehr-i misil ve iddet cimayla vâcib olur.
Mücerred akid ve halvetle vâcib olmaz. Çünkü bu halvette cimaya imkân
bulamadığı içîn o fasiddir. Hayızlı kadınla halvette bulunmak gibidir, cima
yerini tutamaz diye acıklamaları müşkil kalır. Nitekim bunu Fetih ve Bahır
sahibleriyle başkaları mehir bâbında açıklamışlardır. Meğerki firâşın bizzat
akidle mün'akid olması sadece nesebe nisbetledir. Çünkü çocuğu ihya için onun
isbatında ihtiyat gösterilir, denilsin. Sonra bilmelisin ki, Bahır'da
zikredildîğine göre altı ay olan neseb müddeti îmam Muhammed'e göre cima
vaktînden İtibar edilir. Fetva da buna göredir. Çünkü nikâh-ı fâsid cimaya sebeb
değildir. Akdi cima yerine saymak İse akid cimaya sebeb olduğu içindir.
Şeyhayn'a göre sahih nikâha kıyasen müddetin başı akid zamanından itibar
olunur. Ulema İmam Muhammed'in kavliyle fetva vermişlerdir. Çünkü zikrî geçen
kıyas sahih değildir. Hilâfın faydası kadın akid zamanından itibaren altı ayda
cima vaktinden ise altı aydan daha azda çocuk doğurduğu zaman görülür. Çünkü
müftâbih kavle göre çocuğun nesebi sâbît olmaz. Bunu öğrendikten sonra ihtiyar
ve Muhît'in ifadelerini İmam Muhammed'in kavline yorumlamak ve: "Nesebin
sâbit olmamasından murad cima zamanından itibaren altı aydan daha azda
doğurduğunagöredir. Velev ki akid vaktinden itibaren altı aydan fazla geçmiş
olsun." demek mümkündür. Yukarıda Zeylaî'den nakledilen söz de Şeyhayn'ın
kavline yorumlanır. Buna delil meselenin evlendiğinden itibaren altı ayda
doğurduğuna göre farz edilmesidir. Cima vakti itibara alınmamıştır. Sözün
tamamı buna karinedir. Şübhesiz ki aralarını bulmak hatadan evlâdır.
"Başkasının karısı ile evlenmek
şübheyle cimadan sayılır." Nehir sahibi diyor ki: "Semerkandî'nin
şerhinde başkasının nikâhlısı şâbheyle cima edilen kadından sayılmıştır. Çünkü
şöyle denilmiştir: "Yani milk veya akid şübhesiyle cîma etmiştir. Adamın
yanına karısından başkası zifaf edilmiştir. O da onunla cîmada bulunmuştur.
Yahut başkasının nikâhlısıyla evlenmiş de kadının halini bilmemiştir. Bilirsin
ki bu fâsid nikâhla alınan kadına hâcet bırakmamayı gerektirir. Çünkü şübhesiz
bu kadın da akid şübhesiyle cima edilmiştir. Hatta o buna başkasının nikâhlısından
evlâdır. Zira nikâhta şehâdetin şart kılınması ulema arasında ihtilâflıdır.
Başkasının nikâhından ayrılmak bunun hilâfınadır." Bunu görünce anlarsın
ki, şârih Semerkandî şerhindeki ifadeye muhâlif değil ona tâbi olmuştur. Çünkü
muhalefet kasdetse başkasının karısı ile evlenmek meselesini nikâh-ı fâsidle
alınan kadından sonra zikretmesi lâzım gelirdi. Şübheyle cima edilenden sonra
zikretmezdi. Ama Semerkandî nâmına şöyle cevap vermek mümkündür: O nikâh-ı
fâsidle almayı mahalliyyet bulunduktan sonra sıhhat şartı bulunmayan nikâha
yorumlamıştır. Nasıl ki muvakkat nikâh ile şâhidsiz nikâh böyledir. Başkasının
nikâhlısına gelince: O nikâha mahal değildir. Çünkü bir şey üzerinde bir anda
iki milkin bir araya gelmesi mümkün değildir. O halde akid fâsid milke tesir
etmemiştir. O ancak şübhenin bulunmasına tesir etmîştir. Şârih Nehir sahibine
çok tâbi olur. İhtimal burada bu söylediğimize işaret için ona muhalefette
bulunmuştur.
"Nitekim gelecektir." Bâbın
sonunda metinde gelecektir.
"Yani kadın bilmez ve razı olmazsa
demek istiyor" Bu ifade dahi Ba- hır'da mevcuddur. Bahır sahibi buna
Hâniyyenîn şu sözüyle şâhid getirmiştir: "Nikâhlı bir kadın bir adamla
evlenir de onunla cimada bulunarak sonra araları ayrılırsa iddeti içinde
nafakası ilk kocasına vâcib olmaz. Çünkü kadına iddet vâcib olunca o kaçak
sayılır." Nitekim fer'î meselelerden önce gelecektir.
"Müdebbere ile âzâd edilen cariyeye
iddet yoktur" Âzâd edilen cariye yerine sadece cariye demesi münasip
olurdu. Bahır'da şöyle denilmiştir:"Ümmüveled diye kayıdlaması müdebbere
ile cariyeye âzâd edildikleri veya sahibleri öldükleri vakit bil ittifak iddet
olmadığındandır. Nitekim bunu isbîcâbî söylemiştir." Yani şârihin dediği
gibi bunların firâşı yoktur demek istemiştîr.
METİN
İçerisinde boşandığı hayızda bil ittifak
iddet yoktur. İddet bekleyen bir kadın- velevkiboşayanın iddetinî beklesin-
şübheyle cima edilirse ikinci bir iddet beklemesi vâcib olur. Çünkü sebeb
yenilenmiştir. Ama iki iddet iç içe girerler. Görülen hayız her ikisinden
sayılır. Birinci iddet biterse kadının ikinciyi tamamlaması gerekir. Aylarla
yahut vefat iddetini bekler de hem aylarla hem hayızla iddet beklerse hüküm
yine budur. Musannıf; "Görülen hayız her ikisinden sayılır." sözünü
atsaydı hem her ikisine hem de hâile şâmil olurdu. Hâil (gebe olmayan kadın)
gebe kalırsa iddeti çocuk doğurmakla biter. Bundan yalnız vefat iddeti bekleyen
müstesnadır. O hamile kalmakla iddeti değişmez. Nitekim geçmişti. Bedâyı sahibi
bu kavli sahihlemiştir.
İZAH
"İçerisinde boşandığı hayızda bil
ittifak iddet yoktur." Çünkü boşanmadan önce gördüğü kan iddetten
sayılmaz. Bunun sebebi hayızın parçalanmayı kabul etmemesidir. Sayılmış olsa
dördüncü hayızdan tamamlanması icab ederdi. Yine hayız parçalanmadığı için onun
da bütünü vâcib olurdu. Nehir. Dürr-ü Müntekâ'dan: "İçinde ayrılma vâki
olan hayızda dese daha şumüllü olurdu." denilmiştir.
"İddet bekleyen bir kadın"
Talâktan dolayı olsun başka bir sebeble olsun kezâ nikahlı kadın şübheyle cima
edilip de sonra kocası boşasın ikinci bir iddet beklerler ve iki iddet içice
girerler. Nitekim Fetih ve diğer kitablarda bildirilmiştir.
"Şübheyle cîmaya" Misâl üç
talâkla boşandıktan sonra iddeti içinde kocasının o kadınla cimada
bulunmasıdır. Yahut nikâh bulunmaksızın erkek: Ben bu kadını bana helâl sandım
diyerek cima eder veya kadını kinâye sözlerle boşadıktan sonra onunla cimada
bulunur. Tamamı Fetih'dedir. Bundan şu anlaşılır ki, kadını üç defa boşadıktan
sonra iddeti içînde haram olduğunu bile bile onunla cimada bulunursa ikinci bir
iddet lâzım gelmez. Çünkü bu zinâdır.
Bezzâziye'de şöyle denilmiştir:
"Kadını ûç defa boşar da haram olduğunu bildiği halde iddeti içinde onunla
cimada bulunursa yeniden üç hayız iddet beklemez. İkisi de haram olduğunu
bilirler ve ihsan şartları da bulunursa recm edilirler. Erkek boşadığını inkâr
ederse kadının iddeti geçmez. Şübhe iddia ederse iddete yeniden başlar. Nevâzii
nam kitabta talâk-ı bâin üç talâk gibi sayılmıştır. Sadr sahibi ise mal
karşılığı talâkı ve hul'u üç talâk gibi saymamış, kadınla hul yapar veya mal
karşılığı boşar da sonra haram olduğunu bildiği halde iddet içinde onunla
cimada bulunursa kadın her cima içîn yeni iddet bekler ve birinci iddet
bitinceye kadar iki iddet içice girer. Ondan sonra ikinci ve üçüncü cima iddeti
olur, talâk iddeti olmaz. Hatta o iddette başka bir talâk vaki olmaz, nafaka da
vâcib olmaz demiştir." Sadr sahibinin sözü yukarıda Fetih'den
nakletti-ğimizin aynıdır. Kinâye sözlerle boşandıktan sonra yapılan cimayı
şübheyle cima saymıştır. Çünkü bazı İmamlar onlarla bain talâk vâkiolmayacağını
söylemişlerdir. Bu hilâf şübheye sebeb olmuştur.
"Velevki boşayanın iddetini
beklesin." Burada evlâ olan: "Velev ki bo-şayanın iddetini
beklemesin." demekdi. Çünkü Fetih'de: "Cima eden boşayan ise İmam
Şâfiî iki kavlinden birinde bizimle beraberdir." denilmiştir. Bundan
anlaşılır ki, hilâfın yeri boşamayan kimsedir. Münasip olan bunu söylemekti. Tâ
ki boşayan evleviyetle dahil olsun. Dürer'de şöyle denilmektedir: "Bilmiş
ol ki kadına iki iddet vâcib olursa, bunlar ya iki adamdan yahut bir
adamdandır. İkincide şübhesiz iki iddet içice girerler. Birincide iddetler iki
ayrı cinstendir, Meselâ kocası ölen kadın şübheyle cima edilir yahut ikisi bir
cinsten olur. Boşanan kadın iddeti içinde evlenir de ikinci kocası onunla
cimada bulunur. Araları ayrıldığında bize göre iki iddet içice girer ve kadının
gördüğü hayız her iki iddetten sayılır. Birinci iddet biter de ikincisi tamam
olmazsa kadının onu tamamlaması icab eder.
"Göüilen hayız her ikisinden sayılır
ilh..." Sözü içice germenin beyanı dır. Kadın bir hayız gördükten sonra
cima edilirse birinci iddeti tamamlamak için iki hayız daha görmesi lâzım
gelir. Bu İki hayız İkincî iddetten de sayılır. Onlardan sonra bir hayız daha
gördümü ikinci iddet dahi tamam olur. Nehir. Bahır'da Cevhere'den naklen şöyle
denilmektedir: "Sonra iki iddet içice girer de talâk-ı ric'î iddeti
olurlarsa kadına hiç birinden nafaka yoktur. Talâk-ı bâin iddeti iseler kadının
nafakası birinciye aid olur."
Ben derim ki: Talâk-ı bâinde fark şundan
olsa gerektir: Mâni ikîncinin iddetinden değil birinci talâkın bâin olmasından
ileri gelir. Talâk-ı ric'î bunun hilâfınadır. Bunda cima edene nafaka vâcib
olmaması bu iddet cima iddeti olduğundandır. Cima iddetinde nafaka yoktur.
TENBİH: İki iddetin beraberce bitmeleri
mümkündür. Meselâ aylarla vefat iddeti bekleyen bir kadın o iddetin içinde
şübheyle cima edilirse üç hayız gördümü her iki iddet biter. îkinci iddetin
birinciden önce bitmesi de mümkündür. Meselâ dört ay on sün geçmeden hayız
tamam oluverir. İkinci iddetin tamamiyle birinciden geri kalması da mümkündür.
Meselâ aylarla beklediği iddet bittikten sonra hayız görür.
"Aylarla" İddet beklemeye misâl
hayızdan kesilen bir kadının aylarla iddet beklerken, şübheyle cima
edilmesidir. Bu kadın ikinci iddetini de aylarla tamamlar. Nehir.
"Hem aylarla hem hayızla" îddet
beklemenin misâli yukarki tenbihde söylediğimizdir. Burada "Yahut
doğurmakla iddeti biter." cümlesini ziyade etse daha iyi olurdu ki, bu
aşağıda gelen hail meselesidir.
"Görülen hayız her İkisinden sayılır
sözünü atsaydı" demesi bu söz yalnız hayza münhasır kaldığı içindir. Ama
şöyle cevap verilebilir: Görülenden murad gözle görülen değil bilinendir. T.
"Hem her ikisine" Yani hem iki
iddeti aylarla bekleyene, hem de vefat iddetini aylarla, şübheyle cima iddetini
hayızlarla bekleyene şâmil olurdu.
"Eam da hâile şâmil olurdu." Hâil
gebe olmayan kadındır. İddet içinde gebe kalırsa onun iddeti doğurmakla biter.
İddeti boşayan kocasından ve zinâdan yahut nikâh-ı fâsidden olsun fark etmez.
Elverir ki nikâh-ı fâsidde birbirlerini terk ettikten sonra doğursun. Terk
etmeden doğurursa iddeti bitmez. Nitekim Hâvî'den naklen arz etmiştik.
"Bundan yalnız vefat iddeti bekleyen
müstesnadır." Böylece anlaşılıyor ki, hailden murad talâk veya feshten
dolayı iddet bekleyen kadındır. Vefattan dolayı iddet bekleyen bunun
hilâfınadır. Nehir sahibi şöyle demektir: "Hulâsa'da beyan edildiğine göre
iddeti içinde hamile kalan her kadının doğurmakla iddeti biter. Kocası ölen
kadın ise o öldükten sonra hamile kalırsa aylarla iddet bekler." Bunu
Bedâyı'dan da nakletmiştik. Biz onu hamilenin iddetinde musannıfın "yahut
zinâdan" dediği yerde yazmıştık. Orada musannıf: "Vefat iddetinde ise
doğurmakla değişmez. Sahih olan budur." demişdi. Yani onun iddeti dört ay
on gün olarak kalır demek istemişli.
"Nitekim geçmişti." Yani musannıfın:
"Ölüm için iddet mutlak surette dört ay on gündür." dediği yerde
geçmişti. Şârih orada: "Bundan yalnız hamile hariç kalır." demişdi.
Yani karısı hamile iken kocası ölürse demek istemişdi. Bundan anlaşılır ki,
kocası ölürken kadın hamile olmaz da sonra hâmile kalırsa mutlak sözde
dahildir. Onun iddeti değişmez, aylarla bekler. Lakin zâhire bakılırsa bu
vefata bakarak tır. Kadının gebe kaldığı cima iddeti ise şübheyle yapıldığı
takdirde ancak çocuğu doğurmakla biter. Çünkü çocuğun nesebi sâbittir. Zinâdan
gebe kalması bunun hilâfınadır. Çünkü zinâda asla iddet yoktur.
METÎN
Talâk ve ölümde iddetin başlaması fevrîdir
(yani hemen başlar). Kadın bilmese bile bunlarla yani talâkla ölümle iddet
biter. Çünkü iddet müddetten ibarettir. Onun geçtiğini bilmek şart değildir.
Koca talâkı itiraf etsin etmesin müsavîdir. Bir kimse karısını boşar da sonra
İnkâr ederse, bunun üzerine beyyine getirilip hâkim ayrılmalarına hüküm verdiği
takdirde- Meselâ kadın şevvalde iddia edip hâkim muharremde hüküm verdiğinde iddet
talâk vaktinden itibar olunur. Hüküm vaktinden itibar olunmaz. Bezzâziye.
Mübhem talâkta İse beyan vaktinden itibar olunur. İki şâhid kadının boşandığına
şehâdet eder de bir kaç gün sonra tezkiyeleri yapılıp hâkim ayrılmalarına hüküm
verirse iddet şehâdet vaktinden itibar olunur. Hüküm vaktinden itibar olunmaz.
Kadını geçmiş zamanda boşadığını ikrar etmesi bunıun hilâfınadır. Zira fetvaya
göre burada iddet mutlak surette ikrar vaktinden başlar. Bu muvazaa töhmetini
gidermek içindir.
İZAH
"Çünkü iddet müddetten
ibarettir." Müddetin geçtiğini bilmek şart de-ğildir. H.
Umumiyetlenüshalarda tesniye zamiri kullanılarak: "Çünkü bunların
ikisi..." denilmiştir. Bunlardan murad talâk iddetiyle ölüm iddetidir.
Ben derim ki: Bu Bedâyı sahibinin tarifine
göredir. O iddeti: "Nikâhtan kalan eserlerin bitmesi için konulan bir
müddettir." diye tarif etmiştir. Biz bu tarifin tercih edildiğini
söylemiştik.
"Beyan vaktinden itibar olunur."
Çünkü bir vecihten inşâdır. Bahır. Bu cümle "Talâk ve ölümde iddetin
başlaması" sözünden istisna gibidir. H. Şürunbulâliyye'de şöyle
denilmiştir:" İddetin başlaması talâkla ölümün akibindedir sözünden
karısını boşadığını beyan eden istisna edilir. Çünkü bu kadının iddeti beyan
vaktinden başlar. Kocasının: "İkinizden biri boştur." sözünden
başlamaz. Beyan etmeden ölürse her iki kadının ölüm iddeti beklemesi gerekir.
Bu müddetin içinde üç hayzı da tamamlarlar. Nitekim. Bezzâziye'de
bildirilmiştir." İleride musannıfın ifadesinde başka meseleler de istisna
edilecektir.
"Şehâdet vaktinden itibar
olunur." Burada muzaf hazfedilmiştir. Yani şehâdeti tahammül vaktinden
itibar olunur. Şehâdetin edâ edildiği vakitten itibar olunmaz. Zira şâhidler
muharrem ayında bu adamın karısını şevvalde boşadığına şâhidlik ederlerse iddet
şevvalden başlar. H.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa şehâdet
vakti zahirine göre murad olunur. Bu da şâhidliğin edâsı tehammül vaktinde
olduğuna binaendir. Çünkü bu şehâdet sevâbına yapılır. özürsüz geçiktirirse
şâhid fâsık olur ve kabul edilmez. Nitekim Bahır sahibi buna işaret etmiştir.
"Mutlak surette ikrar vaktinden
başlar." Yani kadın tasdik etsin etmesin yahut bilmiyorum desin müsavîdir.
Bahır sahibi diyor ki: "İmam Muhammed'in Mebsût'taki sözünün zâhiri ve
Kenz'in ibâresi talâk vaktinden itibar edileceğini göstermektedir. Şu kadar var
ki, müteehhirin ulema iddetin ikrar vaktinden vâcib olacağını tercih
etmişlerdir. Hatta o kadının kız kardeşiyle ve ondan başka dört kadınla
evlenmesi helâl olmaz. Bu, kadının talâkını gizlemekten onu men etmek içindir.
Muhtar kavil budur. Nitekim Suğra'da beyan edilmiştir." Suğdî arabuluculuk
yaparak İmam Muhammed'in sözünü talâkı isnad ettiği vakitten itibaren
ayrıldıklarına yorumlamıştır. Beraber kalırlarsa her ikisinin yalan
söyledikleri zâhirdir ve isnadda tasdik edilmezler. Bahır sahibi: "inşaallah
böylelikle ara bulunmuş olur." demiştir. Fetih'de bildirildiğine göre
müteehhirinin fetvası dört mezhebin imamlarına ve sahabe ile tâbiinin cumhuruna
muhâliftir. Bunların muhalefeti töhmetten dolayı olduğuna göre töhmetin yerleri
ve adamları araştırılmalıdır. Onun için Suğdî yukarıda geçen sözüyle tafsilde
bulunmuştur. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır, Bahır ve Nehir sahibleri de
Fetih sahibinin sözünü tasdik etmişlerdir.
"Bu muvazaa töhmetini gidermek
içindir." Muvazaa anlaşma demektir. Yani hasta olankocanın karısına borç
ikrarı sahih olsun diye yahut kocası karısının kız kardeşi ile veya ondan başka
dört kadınla evlenebilsin diye talâk vardır, iddet bitmiştir şeklinde anlaşma
yapmalarını önlemek içindir. Fetih.
METİN
Lâkin kadın bu isnadda kocasını yalanlar
veya bilmiyorum derse iddet ikrar vaktinden vâcib olur. Kadına da nafaka ve
mesken verilir. Kocasını tasdik ederse hüküm yine böyledir. Şu kadar var ki, bu
kadınla cimada bulunursa ikinci bir mehir vermesi lâzım gelir. İhtiyar. Kadına nafaka
ve mesken de verilmez. Çünkü kadının kendi aleyhindeki sözü kabul edilir.
Hâniyye. Yine Hâniyye'de şu ibâre vardır: "Kadını talâk-ı bâinle boşar da
sonra bir zaman onunla beraber yaşarsa talâkını ikrar ederek yaşadığı takdirde
iddeti biter. İnkâr ederek yaşarsa bitmez. "Cevâhiru'l-Fetâvâ'nın talâk
bahsinin başında şöyle denilmektedir" Karısını talâk-ı bâinle boşar da
onunla beraber yaşarsa halk arasında boşadığı şöhret bulduğu takdirde iddeti
biter, şöhret bulmazsa bitmez." Kadına hul' yapması da böyledir. Halka
bildirir ve hul' yaptığına şâhid getirirse iddeti biter. Aksi takdirde bitmez.
Sahih olan budur. Keza boşadığını gizlerse gizlemekten men etmek için iddet
bitmez. O zaman iddetin başlaması sübut ve zuhur vaktinden itibarendir.
İZAH
"Lâkin ilh..." Sözü yukardaki
söylediklerine istidraktır. Çünkü yukarıda nafaka ve meskenden bahşetmedi. Zira
burada tasdikle tekzib arasında fark vardır. Kısaca: "Zira fetvaya göre
kadın kocasını yalanlarsa ilh..." dese daha iyi olurdu.
"Cimada bulunursa ikinci! bir mehir
vermesi lâzım gelir." Sözünü üç talâktan aşağı boşamışsa diye yahut üç
talâk iddetinde lâkin helâl zannederek diye kayıdlaması gerekir. Zira
Bezzâziye'den naklen arz etmiştik ki, üç talâkla boşayıp haram olduğunu bildiği
halde iddeti içinde cimada bulunursa bu zinâ olur. Şimdi cimaların tekerrürü
ile mehrin tekrarlanıp tekrarlanmayacağı kalır. Bahırın mehir bâbında
Hulâsa'dan naklen şöyle denilmiştir: "Üç talâktan iddet bekleyen karısı
ile cimada bulunurda şübhe iddia ederse bir mehir vermesi mi yoksa her cima
için ayrı mehir mi lâzım gelir? Bazılarına göre üç talâkı birden yapar da
bunların vâki olmadığını zannederse bu yerinde bir zan olur ve bir mehir
vermesi lâzım gelir. Talâkların vâki olduğunu fakat cimaın da helâl olduğunu
zannederse bu zan yerinde değildir. Binaenaleyh her cima için ayrı mehir
vermesi lâzım gelir."
"Kadına nafaka ve mesken de
verilmez." Yani geçen zaman iddete yeterse hüküm budur. Fakat iddetin bir
kısmı kalırsa o müddet nafaka ve mesken vermesi vâcib olur. T.
"Çünkü kadının kendi aleyhindeki sözü
kabul edilir." Ve kendisi için kocasına vâcib olan borç sâkıt olur. Bahır
sahibi diyor ki: "Hâsılı kadın isnadda kocasını yalanlar yahutbilmiyorum
derse iddet ikrar vaktinden başlar. Tasdik ederse kadın hakkında talâk vaktinden,
Allah Tealâ hakkında ikrar vaktinden başlar." Yine Bahır'da beyan
edildiğine göre mesken Allah Teâlâ'nın hakkındandır. Bunun muktezası kadın
kocasını tasdik etse de mesken lâzım gelmesidir. T.
Ben derim ki: Bahırın ibâresinde mesken
sözü yoktur. Onun ibâresi:
"Lâkin kocasını tasdik ederse kadına
nafaka ve giyecek yoktur." şeklindedir. Nehir'de de böyledir. Meselenin
aslı Hâniyye'dedir. Nitekim şârih de ona nisbet etmiştir. İbâresi şöyledir:
"Fetvaya göre kadının ikrar vaktinden itibaren iddet beklemesi lâzım gelir.
Boşamasının eseri ancak nafakanın ibtalinde görülür." Böylece anlaşılır
ki, musannıfın ifadesindeki mesken sözü sonradan katmadır.
"Onunla beraber yaşarsa" Sözü
mutlaktır, cima edip etmediği hallere şamildir. T.
"İkrar ederek yaşadığı takdirde ilh..."
Yani iddeti talâktan başlar. Zâhire bakılırsa buradaki İkrardan murad sadece
kadına değil halk orasında ikrarda bulunmasıdır. Bir de boşadığı anda İkrar
etmesidir. Böylece bu meseleyle metindeki mesele arasında fark anlaşılmış olur.
Çünkü metindeki mesele karısını boşadığını gizleyip de bir zaman sonra ikrar
ettiğine göre farz edilmiştir.
"Şöhret bulduğu takdirde ilh..."'
şöhret bulan bu talâktan sonra kadını üç defa boşarsa bu üç talâk vâki olmaz.
Nitekim fer'î meselelerde gelecektir.
"Kadına hul' yapması da
böyledir." Bu söz talâk-ı bâinle boşarsa cümlesinde dahildir. Lakin
talâk-ı bâin bazen kadının haberi yokken de yapılır. Hul' böyle değildir. Şârih
şöhretin şart kılınmasında kadının bilmesiyle bilmemesi arasında fark
olmadığına işaret etmiştir.
"Hul' yaptığına şâhid getirirse"
Sözüyle şöhret bulmanın mutlaka halk arasında ikrar etmekle olacağına işaret
etmektedir. Başkalarından işitmeleri kâfi değildir. Bunda ikrarın iki adam
huzurunda yapılırsa kâfi geleceği" ne de işaret vardır. Ekseriyetin huzurunda
ikrar lâzım değildir. Çünkü şehâdet bir şeyi meşhur etmektir. Nitekim ulema
nikâh bahsinde İmam Mâlik'in şart koştuğu ilân iki şâhidle hâsıl olur
demişlerdir.
"Kezâ boşadığını gizlerse gizlemekten
men etmek için iddet bitmez."
Bu ta'lili Hâniyye sahibi yapmıştır. Bir
ta'lif daha geçmişti ki, o da muvazaa töhmetini gidermek için olmasıydı. Bu
ta'lil Hidâye'de zikredilmiştir. Mesele metindekiyle birlikte tekrar
edilmiştir. Hâsılı boşadığını gizler de bir müddet geçtikten sonra haber
verirse fetvaya göre o kimse isnad hakkında tasdik edilmez. Karısı kendisini
tasdik etsin etmesin iddet ikrar vaktinden vâcib olur. Gizlemez de vaktinde
ikrar ederse halk arasında şöhret bulmadığı takdirde hüküm yine böyledir.
şöhret bulursa iddet talâk vukuundan itibaren vâcib olur ve zamanı geçmişse
iddet biter. Ama bu helâdır zanniyle cima etmediğine göredir. Aksi
takdirdecima'la ikinci bir iddet vâcib olur ve iki iddet içice girerler. Kezâ o
kadınla her cimada bulundukça ayrı bir iddet vâcib olur. Son cima'ın iddeti bitmedikçe
kadının başka kocaya gitmesi helâl olmaz. Cima şübhe üzerine yapılmazsa bunun
hilâfınadır. Çünkü hâlis zinâ olduğu için iddet icab etmez. Nitekim geçmişti.
Kadın başkasıyla evlenebilir. Bunu Tatarhâniyye sahibi talâkın yirmi ikinci
faslında açıklamıştır.
"O zaman iddetin başlaması sübut ve
zuhur vaktinden itibarendir."
Yani bu tafsilâtı gördükten sonra anlarsın
ki, bu meseleler talâk şöhret bulmadığına göredir. O zaman iddet talâkın sübut
ve zuhuru vaktinden başlar.
METİN
Nikâh-ı fâsidde iddetin başlaması hâkim
karı-kocanın arasını ayırdıktan sonradır. Bundan sonra o kadınla cimada
bulunursa kendisine had vurulur. Cevhere ve diğer kitablar. Bahır sahibi bunu
inceleyerek iddetten sonra diye kayıdlamıştır. Çünkü iddet bekleyen bir kadına
cima ile had lâzım gelmez. Yahut iddet mütarekeyle yani kocanın kadınla cima'ı
terk edeceğine azim göstermesiyle meselâ diliyle seni cima etmeden bıraktım
demesi ve buna benzer bir şey söylemesiyle olur. Kadının huzurunda olursa talâk
ve nikâhı ikrar dahi bu kabîldendir. Huzurunda değilse olmaz. Kadınla cimada
bulunmuşsa mücerred azim kâfi değildir. Bulunmamışsa bedenlerin birbirinden
ayrılması kâfidir. Nikâh-ı fâsidde halvet iddeti icab etmez. Burada talâk
boşamanın sayısını eksiltmez. Çünkü feshtir. Cevhere. Kadın kocasının evinde de
iddet beklemez. Bezzâziye.
İZAH
"Nikâh-ı fâsidde iddetin başlaması
ilh..." İmam Züfer'e göre son cimadan itibarendir. Çünkü iddeti icab eden
sebeb cimadır. Bize göre iddeti icab eden sebeb nikâh şübhesidir. Bu şübheyi
ortadan kaldırmak aralarını ayırmakla olur. Görmüyor musun ayırmadan o kadınla
cimada bulunursa had vurmak vâcib değildir. Ayırdıktan sonra cimada bulunursa
had vâcib olur. Şu halde ayırmak süretiyle şübhe ortadan kalkmadıkça kadın
iddet beklemeye başlamış olmaz. Nitekim Kâfî ve diğer kitablarda
belirtilmiştir. Sâihânî.
Ben derim ki: Akidsiz yapılan şübheli
cimada iddetin nereden başlayacağını açıklayan görmedim. Ama şübhe ortadan
kalkınca son cimadan başlaması gerekir. Meselâ o kadının kendi karısı
olmadığını, cima'ı helâl sayılmayacağını öğrenir. Böylece şübhe ortadan kalkar.
Çünkü burada akid yoktur. Binaenaleyh zikri geçen cimadan başka iddet için bir
sebeb kalmaz. Nitekim söylediklerimizden anlaşılmıştır. Allahu a'lem.
"Hâkim ayırdıktan sonradır." Yani
hemen akibinde iddet başlar. Bu iddetin başlamasına zaman elverişli olduğuna
göredir. Binaenaleyh hayız halinde ayırmakla ortaya bir müşkil çıkmış olmaz.
Çünkü iddet hayızdan sonra başlamış sayılır. Kadının üç hayız beklemesimutlaka
lâzımdır. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Ayırmaktan murad hâkimin ayrılmalarına
hüküm vermesidir. Nitekim İnâye'den naklen Bahırda bildirilmiştir.
"İnceleyerek kayıdlamıştır
ilh..." Ben derim ki: Eğer bu zevatın maksadları cima iddetten sonraysa
had vâcib olur demekse bunu söylemekte bir fayda kalmaz. Çünkü sahih nikâhın
hükmü de budur. Ondan fâsid nikâhın hükmü evleviyetle anlaşılır. Allâme Makdisî
bunu şöyle münakaşa etmiştir: "Denilebilir ki, bu iddet bu hüküm hususunda
başkalarına muhâliftir. Çünkü nikâh-ı fâsidin eseridir. Nitekim kocasının evinde
iddet beklememekle dahi başkalarına muhâliftir." Kezâ bunu Sâihânî dahi
reddederek: "Bu incelemede bir çok zevat Bahır sahibine tâbi olmuşsa da
burada meselenin ta'lilini anlamaktan gaflet edilmiştir. Ta'lil İmam Züfer'e
verilen cevabda geçendir ki, o da şübhenin karı-kocayı birbirinden ayırmakla
ortadan kalkmasıdır ilh..." demiştir. Yani ayırdıktan sonra had vurmayı
def edecek bir şey kalmaz demek istemiştir. Bunu Rahmetî dahi reddetmiştir.
Onun sözünün hülasası şudur: Karı-kocayı ayırmadan had vurulmaması akid
şübhesindendir. Ondan sonra iddet beklemek ise şübhenin şübhesi olur. Bu
muteber değildir. Sahih nikâhda helâl zannıyla cima ederse üç hayız iddet lâzım
gelmesi bunun hilâfınadır. Çünkü fiil şübhesidir. Kadın o adamın evinde
mahpustur. Nafakası da yürümektedir. Burada ise ne nafaka vardır, ne de eve
kapanmak!
Ben derim ki: Lâkin bu izaha göre Bahır ve
diğer kitablarda açıklanan şu mesele müşkül kalır: Bir adam nikâh-ı fâsidle
karısının kız kardeşini alsa onun iddeti bitinceye kadar karısı kendisine haram
olur. Bu gösterir ki, bu adama nisbetle o nikâhın bir eseri kalmıştır. Ama buna
şöyle cevap verilebilir: O nikâhın iddetle eseri kalması yaptığı cima'ın haddi
icab eden zinâ olmasına mâni değildir. Nasıl ki üç talâkla boşadığı karısı
iddet beklerken haram olduğunu bile bile onunla cimada bulunursa kendisine had
vurulur. Çünkü bu zinâdır. Halbuki nikâhın eseri kesin olarak bâkîdir.
"Kocanın" Diye kayıdlaması
şundandır: Çünkü ulemanın zâhir olan sözlerine göre mütareke kadın tarafından
olmaz. Bahır sahibi diyor ki: "Biz mehir bâbında mütarekenin kadın
tarafından da olacağını tercih ettik. Onun için Molla Miskîn mütareke
şekillerinden biri kadının senden ayrıldım demesi olduğunu söylemiştir."
Bahır sahibinin bunu tercih etmesi ulema: "Karı-kocadan her biri bu nikâhı
fesh edebilir." diye ittifak ettiklerindendir. Fesh mütarekedir. Nehir
sahibi: "Biz bunu def eden sözler söylemiştik." demiştir. Yani orada
mütarekenin talâk mânâsına geldiğini binaenaleyh yalnız kocaya mahsus olduğunu
söylemişti. Fakat Hayreddin-i Remlî: "Nikâh-ı fâsidde talâk yoktur."
diyerek bunu reddetmiştir. Tamamı orada geçmişti. Makdisî'nin Bahır sahibine
tâbi olduğunu da söylemiştik.
"Ve buna benzer bir şey
söylemesiyle" Meselâ Senin yolunu serbest bıraktım veya sendenayrıldım demesiyle
olur.
"Mücerred azim kâfi değildir."
Zira İnâye'de: "Azim kalb işidir, bilinmez. Ama açık delili vardır. O da
azmi haber vermektir." denilmiştir.
"Bulunmamışsa bedenlerin birbirinden
ayrılması kâfidir." Yani bırakmayı azmederek bedenlerin ayrılması kâfidir.
Bahır sahibi diyor ki: Cima edilmeyen kadına gelince: Onu terk etmek sözle
tehakkuk eder. Bazılarına göre terk etmekle de olur. Bundan murad bir daha bu
kadına dönmemek kasdıyla ondan ayrılmaktır. Bazılarına göre ise cima edilsin
edilmesin her iki surette mütareke ancak sözle olur.
"Nikâh-ı fâsidde halvet" İster
sahih ister fâsid olsun iddeti icab etmez. H. Burada şöyle denilebilir: Fâsid
nikâhta halvet ancak fâsid olur. Çünkü şer'an o kadınla cimada bulunmak men
edilmiştir. Hayızlı kadınla halvette bulunmak gibi olur. Lâkin murad bu
halvetin nikâhın fesadından başka bir mâniden dolayı fâsid olmasıdır.
"İddeti icab etmez." Mehri de
icab etmez. Çünkü bunlar ancak hakiki cima ile vâcib olurlar.
"Kadın kocasının evinde de iddet
beklemez." Çünkü fâsid nikâhta akid mevcud iken bile erkeğin o kadını
evinde hapsetmeye hakkı yoktur. Akid bozulduktan sonra evleviyetle hakkı
kalmaz. Lâkin bundan sonraki fasılda bunun hilâfı gelecektir. Şu halde buradaki
iki kavilden biri demektir. Tamamı gelecektir.
T E T İ M M E : Bahır'da beyan edildiğine
göre bu iddetten murad mütareke iddetidir. Binaenaleyh adam ölmekle kadına
iddet vâcib olmaz. Yalnız cimadan sonra hayzını görmesi lâzımdır. Bu iddette
yas tutmak ve nafaka da yoktur. Karısının kız kardeşini nikâh-ı fâsidle alırsa
iddeti bitinceye kadar kendi karısı haram olur. Bir de bu iddetin vâcib olması
kazaendir. Diyâneten o kadın son cimadan sonra üç hayız gördüğünü bilirse
ayırma filan olmadan dahi başka kocaya varması helâl olur. Râcih kavle göre
kadının mütarekeyi bilmesi şart değildir.
METİN
Kadın iddetim bitti der de müddetin buna
ihtimali bulunursa kocası yalanladığı takdirde yeminiyle beraber kadının sözü
kabul edilir. Müddetin buna ihtimali yoksa kabul edilmez. Çünkü güvenilen kimse
ancak zâhire muhalefet etmediği vakit tasdik olunur. Sonra kadın aylarla iddet
bekleyenlerdense zikri geçen mukadder zamanı bekler. Hayızlarla
bekleyenlerdense en azı hürre için altmış gün, cariye için kırk gündür. Fakat
bu, kadın çocuk düşürdüğünü iddia etmediğine göredir. Nitekim ricat bâbında
geçmişti. Bir de talâkı doğurmasına tâlik edilmediğine göredir. Tâlik edildiyse
İmam-ı Azam nifâs için buna yirmi beş gün ilave eder. Nitekim hayız bâbında
geçmişti.
İZAH
"Kadın iddetim bitti derse
ilh..." Bilmelisin ki iddetin bitmesi yalnız kadının haber vermesine
münhasır değildir. Bilâkis hem onun haber vermesiyle, hem de fiilen olabilir.
İddetin geçebileceği bir müddetten sonra başkasıyla evleniverir. Bundan sonra
kadın iddetinin bitmediğini söylerse tasdik olunmaz. Çünkü evlenmeye teşebbüs
etmesi ikrarın delilidir. Bunu Bedâyı'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.
"Kocası yalanladığı takdirde"
Kadının sözü kabul olunur. Fakat iddetinin geçtiğini kocası iddia eder de kadın
yalanlarsa ne hüküm verileceği fer'î meselelerin sonunda gelecektir.
"Aylarla iddet bekleyenlerdense
ilh..." Bu sözle şârih geçebileceği en az müddeti beyana başlıyor.
"Zikri geçen mukadder zamanı
bekler." Bundan murad hürrenin üç ay, cariyenin ise onun yarısı kadar yani
bir buçuk ay iddet beklemesidir.
"En azı hürre için altmış gün"
Yani kadını temizlik devresinde (cimadan önce) boşamış farz edilir ve
temizliğin en az müddeti olan on beş gün farz edilir. Zira çoğu için sınır
yoktur. Hayzın ortası beş gündür. Çünkü en azının iki defa bir arada bulunması
nâdirdir. Şu halde üç temizlik müddeti kırk beş gün eder. Üç hayız da on beş
gün eder. Mecmuu altmış gün olur. Bu hesab İmam-ı Azam'ın kavlinin İmam
Muhammed rivâyetine göredir. İmam Hasan rivâyetine göre ise kadının iddetini
uzatmaktan ihtiraz için kocasının onu temizlik devresinin sonunda boşadığı farz
edilir ve temizlik devresinin en azı hayız müddetinin en çoğu ele alınır ki,
ikisinin ortası bulunsun. İki temizlik müddeti otuz, üç hayız müddeti dahi otuz
gün eder. (Mecmuu altmış gün olur.) İmameyn'e göre hür kadının tasdik edileceği
en az müddet otuz dokuz gündür. Üç hayız dokuz gün eder. İki temizlik müddeti
de otuz gündür. (Mecmuu otuz dokuz olur.) Bunu Tahtâvî ifade etmiştir.
"Cariye için kırk gündür." Bu
İmam Muhammed'in rivâyetine göredir. İki temizlik devresi otuz gün eder, bir
hayız da on gündür. (Mecmuu kırk olur.) imam Hasan'ın rivâyetine göre otuz beş
gündür. Bir temizlik devresi on beş gün, iki hayız da yirmi gün eder. (Mecmuu
otuz beş olur.) T. Bahır'ın bazı nüshalarında İmam Hasan'ın rivayetine göre otuz
gündür denilmişse de yanlıştır. Doğrusu otuz beş gündür. Nitekim Bedâyı' ve
diğer kitablarda belirtilmiştir.
"Çocuk düşürdüğünü iddia etmediğine
göredir." Bu söz hem hürre hem cariye hakkında söylenen müddetin şart
kılınması için sınırlıdır. Tahtâvî diyor ki: "Murad uzuvlarının bazısı
belli olan düşüktür. Bunlar belli olacak kadar bir müddetin geçmesi mutlaka
lâzımdır." Yani kadını nikâh eder de meselâ bir aydan sonra boşarsa
kadının sözü kabul edilmez. Çünkü dört ay geçmeden karnındaki çocuğun bazı uzuvları
belli olmaz. Nitekim evvelce geçmişti. Şârih şuna da işaret ediyor ki, kadın
iddetinin bittiğini iddia eder de çocuk düşürdüğünü ikrarda bulunmazsa tasdik
edilmez. Bazıları tasdik edileceğini söylemişlerdir. Çünküihtimaldir. Nehir
sahibi: "Zâhir olan birinci kavildir." demiş, Remlî ikinci kavlin
zayıf olduğunu söylemiştir.
"Nitekim ricat bâbında geçmişti."
Orada şârih şöyle demişti: "Sonra müddet ancak hayızla olursa muteberdir.
Çocuk düşürmeyle olursa muteber değildir. Kocası çocuğun uzuvları belli
olduğuna kadından yemin isteyebilir. Doğurmakla olursa ancak beyyineyle kabul
edilir. Velev ki kadın hurre olsun. Fetih.." Bahır sahibi diyor ki:
"Bu söz götürür. Zira ulemanın sübutu neseb bâbında açıkladıklarına göre
kadının çocuk doğurduğunu ikrar etmesiyle iddeti biter. Velev ki doğum
beyyineye bağlı olsun. Çünkü o ancak nesebin sübutu içindir."
"Nitekim hayız bâbında geçmişti."
Orada şârih şöyle demişti: "Nifâsın azı için sınır yoktur. Meğerki iddet
için buna ihtiyaç olsun. Meselâ kocası: Doğurduğun vakit sen boşsun der, kadın
da iddetim bitti cevabını verirse İmam-ı Azam bunu üç hayızla birlikte yirmi
beş günle takdir etmiştir. İmam Ebû Yusuf on bir günle, İmam Muhammed bir
saatle takdir etmişlerdir.
Ben derim ki: Bu izaha göre doğurduğunun
akabinde boşanırsa nifâs için mutlaka yirmi beş gün geçmek gerekir. Sonra
altmış gün iddet bekler. Nitekim geçmişti. Şu halde İmam-ı Azam'a göre kadının
tasdik edileceği en az müddet seksen beş gün olur. Bu İmam Muhammed'in
rivayetine göredir. İmam Hasan'ın rivâyetine göre ise müddetin en azı yüz
gündür. Nifâs ve temizliği kırk gün takdir edilir. Ebû Yusuf'un kavline göre
müddetin en azı altmış beş gündür. Çünkü nifâs için mutlaka on bir gün geçmek
lâzımdır. Sonra kadın on beş günlük temizlik devresi geçirir. Ondan sonra otuz
dokuz gün îddet bekler. (Mecmuu altmış beş eder.) İmam Muhammedi'n kavline göre
müddetin en azı elli dört günle bir saattir. Bi-naenaleyh nifâs için mutlaka
bir saat, temizlik için de on beş gün geçmesi lâzımdır. Sonra otuz dokuz gün
iddet bekler. Tamamı hayız bâbında geçmişti.
Bir adam iddet bekleyen karısını -velev ki
nikâh-ı fâsid iddeti olsun- sahih nikâhla alır da -velev hükmen olsun- cimadan
önce boşarsa tam mehir vermesi vâcib olur. Kadına da yeni iddet beklemek lâzım
gelir. Çünkü kadın ilk cima ile adamın elinde sayılır. Zira eseri bâkîdir. O da
iddettir. Bu mesele on meselenin biridir ki, bunlarda birinci nikahdaki cima
ikincide de cima sayılır. İmam Zufer'in kavline göre bu kadına iddet yoktur.
Kadın derhal başka kocaya helâl olur,
İZAH
"İddet bekleyen karısını" Yani
üçten az olarak talâk-ı bâinle boşadığı karısını demek istiyor. Dürr-ü Müntekâ.
Çünkü kadın ric'î talâk iddetini beklemiş olsa ikinci akid ric'at olur. Üç
talâkla boşanmış olsa başka kocaya varmadıkça buna helâl olmaz.
"Velev nikâh fâsid iddeti olsun."
Meselâ nikâh-ı fâsidle evlenir ve cimadan sonra araları ayrılır da sonra iddeti
içinde sahih nikâhla tekrar evlenir. Bunun aksini yaparsa yani evvelâsahih
nikâhla evlenir, cimadan sonra boşayarak iddeti içinde onu fâsid nikâhla alırsa
mehîr lâzım gelmez. Yeni iddet de icab etmez. Kadın bil ittifak ilk iddetini
tamamlar. Çünkü fâsid nikâh da cima imkânı yoktur. Hakikaten imkân olmayınca
hükmen de cima etmiş sayılamaz. Onun için nikâh-ı fâsidde iddet vâcib olmadığı
gibi halvetle mehir de lâzım gelmez. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
"Velev hükmen olsun cimadan önce
boşarsa..." Hükmen cimadan murad halvettir. Musannıf cima ve halvetten
önce boşarsa dernek istemiş tir. H.
"Adamın elinde sayılır ilh..."
Yani bu da ikinci akidle eline geçmenin yerini tutar. Gâsp gibi ki, elinde
bulunan gasp malını satın alırsa mücerred akidle onu teslim almış sayılır.
Böylece buradaki talâk cimadan sonra talâk sayılır. "Cimadan sonra
boşamakla o adam ric'ata mâlik olur. Burada ise ric'at yoktur." denilemez.
Çünkü ikinci akdin mehir ve iddet hakkında cima yerine tutulmasından ric'at
hakkında da cima yerine tutulması lâzım gelmez. Halvet gibi ki mehir ve iddet
hakkında cima yerine tutulur. Fakat ric'at hakkında milk yerine tutulmaz.
Tamamı Minah'dadır.
Ben derim ki: Şu da var: Birinci talâk
bâindir. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. O halde onun iddetini beklerken
ric'ata hasıl hakkı olabilir? Velev ki ikincisi ric'i olsun.
"Bu mesele on meselenin biridir."
On mesele şunlardır: Bir adam sahih nikâhdan veya fâsid nikâhtan iddet bekleyen
karısı ile evlenirse iki mesele meydana gelir ki, bunların izahı yukarıda
geçmişti.
Üçüncüsü: Kendisi hasta iken iddet bekleyen
karısıyla evlenir ve onu cima etmeden boşarsa mirâs kaçıran olur.
Dördüncüsü: Aralarında kefâet bulunmadığı
için cimadan sonra ayrılırlar ve iddeti içinde o kadını nikâh eder de yine cima
etmeden araları ayılır.
Beşincisi: Küçük bir kızla veya cariyeyle
evlenerek cimada bulunur, sonra onu talâk-ı bâinle boşar, sonra iddeti içinde
onunla tekrar evlenir. Bu sefer küçük kız bulûğa erer yahut cariye azad olur ve
cimadan önce kendini ihtiyar eder.
Altıncısı: Küçük bir kızla veya cariyeyle
evlenir, cimadan sonra kız bulûğa ererek cariye de âzâd olarak kendini ihtiyar
eder. Sonra iddeti içinde onunla evlenir ve cima etmeden boşar.
Yedincisi; İddet bekleyen karısıyla evlenir
ve cimadan önce kadın dinden döner. Meselenin geri kalan suretleri Bahır'da
mükerrer olarak zikredilmiştir. Hatta ilk iki sureti de birdir. Şu halde
hakikatte bu meseleler altıdır.
"Bunlarda birinci nikâhdaki cima
ikincide sayılır." Bu Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed'le Züfer'e göre
ikincide cima sayılmaz. Yeni iddet de lâzım gelmez. Mehrinin yarısı vâcib olur.
Lâkin İmam Muhammed'e göre ilk iddeti tamamlamak vâcib olur. Züfer'egöre vâcib
olmaz. H. Yani kadın başka kocaya helâl olur ve böylece muhallil iddetini
düşürmek için bir hile teşkil eder. Cimadan sonra kadını boşar. Sonra tekrar
nikâhlar, sonra cimadan önce boşar ve iddet beklemeden ilk kocasına helâl olur.
METİN
Musannıf Züfer'in sözünü uzun bir ifadeyle
iptal etmiş ve "Mukallid bir hâkim mezhebinin meşhur kavline muhâlif hüküm
verirse esah kavle göre hükmü geçersiz olur." diye kesin hüküm vermiştir.
Nitekim rüşvet alırsa hükmü geçersiz olur. Şu kadar var ki, sultanın fermanı
meşhur olmayan kaville amel edebileceğini bildirirse o zaman câizdir; ve o
kimse Hanefî ve Züferî olur. Bu olmuş değildir. Bilâkis vâki bunun hilâfıdır.
Bellenmelidir.
İZAH
"Musannıf Züferi'n sözünü uzun bir
ifadeyle iptal etmiş." Bunu Halebî olduğu gibi nakletmiştir. Hülasa olarak
şöyle demiştir: "Memleketimizde Allah'dan korkusu olmayan bazı hakimler
dünya malı elde etmek için çok defa Züfer'in kavliyle amel etmişlerdir. Kemâl,
Fetih adlı eserinde şunları söylemiştir:" Züfer'in söylediği fâsiddir.
Çünkü maksudun meşruiyetini bozmayı iktiza eder ki, o da neseblerde şübheye
düşmemektir. Bununla beraber bu içtihad götüren bir şeydir. Hatta
Câmiu'l-Fûsuleyn'de açıklandığına göre bir hâkim bununla hüküm verse hükmü
geçerli olur. Çünkü bunda içtihada müsaade vardır. Hem Allah Teâlâ'nın:
"Kadınlara dokunmadan onları boşarsanız sizin için onların üzerinde
bekleyecek bir iddet yoktur." âyet-i kerîmesinin sarahatına uygundur.
Bence bu zamanda çözüm yolu bunun geçersiz olmasıdır. Çünkü bu ancak mukabilinde
mal almak için yapılan bir şeydir. Nitekim zamanımız hâkimlerinden biliyoruz.
Üstadımızın üstadı Şeyhülislâm Kerhîye bazı hâkimlerin yaptıkları gibi İmam
Züfer'in kavliyle amel ederek iddet lâzım değildir demenin hükmü sorulmuş da şu
cevabı vermiş: Muhakkıklardan bazıları Züfer'in sözü bâtıldır demiş, ulemadan
bazıları ise Züfer'in iddetten önce birinci kocaya cima'ın helâl olmayacağı
hususunda üç imamla birlikte olduğunu söylemişlerdir. Velev ki nikâhı sahih
olsun. Çünkü nikâhın sahih olmasından cima'ın helâl olması lâzım gelmez. Lâkin
İmam Züfer'den meşhur olan birinci kavildir. Zamanımız hâkimlerinin yaptığı da
budur. Allah sayılırını çoğaltmasın! Bunlar müddet tanımadan talâk halinde
evlendiriyorlar. Ulemamızın: "Hâkim bir hadisede rüşvet alırsa hükmü geçersizdir.
Mukallid bir meselede imamına muhalefet ederse esah kavle göre o meselede hükmü
geçersizdir." dediklerine bakmıyorlar. O meselede hâkimin hükmü
ge-çerlidir diyenin muradı müctehid olan hâkimdir. Nitekim muhakkık ulema bunu
söylemişlerdir. Şeyh Hafizuddin şöyle demiştir: Gizli değildir ki, bizim
hâkimlerimizin ilmi huccet olmak şöyle dursun şübhe bile olamaz. O bu sözü
kendi zamanının ve memleketinin hâkimleri hakkında söylemiştir. Bugün ekserisi
cahil olan hâkimlere ne buyurulur? Bir şeybilmeden Allah Teâlâ'nın hükümlerine
cüret göstermekten biz Allah Teâlâ'ya sığınırız. Mukallid olan hâkime
mezhebinin meşhur olan kavline tâbi olmaktan başka çare yoktur. Hele de sultan
seni fülanın mezhebi üzerine hüküm vermek için tâyin ettim derse! Gerçekten
müteehhirin ulema bazı malum meselelerde îmam Züfer'in kavliyle amel
etmişlerdir. Çünkü bunlar delile ve örfe uygundur. Ama bu meselede amelden
çekinmişlerdir. Çünkü bunda neseblerin karışması şübhesi vardır. Ben aşağı
yukarı yetmiş seneden beri ilmiyle âmil büyük âlimlerle sohbet ettim. Amma hiç
birinin bu kaville fetva verdiğini, hükmettiğini ne gördüm ne de işittim! Allah
kendilerine hayırlar ihsan etsin. Ruhları şâd olsun! Zira şübheli işten
kaçınmışlar, şübhesiz olana sarılmışlardır."
"şu kadar var ki sultanın fermanı
ilh..." İfadesi söz götürür. Çünkü bu ifade sultanın fermanı olursa
hâkimin mezhebinde meşhur olan kavle muhalefeti sahih olacağını iktiza eder.
Halbuki biz bu hususta kitabın başında arz etmiştik ki, terkedilmiş bir kavil
ile hüküm ve fetva vermek cehalettir, icma'a karşı gelmektir.
METİN
Zimmînin boşadığı hamile olmayan bir
zimmîyye yahut kocası ölen zimmîyye -şayet itikadlarında varsa- Ebû Hanife'ye
göre iddet beklemez. Çünkü biz onları itikadları üzere bırakmakla memuruz.
Zimmîyye hamile olursa bil ittifak doğurmakla iddet bekler. Valvalcî bunu
itikad ederlerse diye kayıdlamıştır. Zimmîyyeyi Müslüman kocası boşar veya
ölürse bil ittifak mutlak olarak iddet bekler. Çünkü Müslüman buna itikad eder.
Kezâ esir alınan bir kadın iki memleketin dinleri birbirine aykırı olduğu için
kocasından ayrılırsa iddet beklemez. Çünkü iddet vâcib olduğu yerde ancak kul
hakkı olmak üzere vâcib olur. Harbî ise cansız eşyaya mülhaktır. Bundan ancak
hamile müstesnadır. Onunla evlenmek sahih değildir. Ama bu iddet beklediği için
değil, karnında nesebi sâbit bir çocuk bulunduğu içindir. Harbîyye gibi ki,
Müslüman veya zimmî yahut pasaportlu olarak İslâm memleketine çıkar da sonra
Müslüman veya zimmîyye olursa onunla evlenmek sahih değildir. Zira yukarıda
geçtiği vecihle o cansızlara mülhaktır. Meğerki hamile olsun. Sebebi yukarıda
geçti. Kezâ bir kimse başkasının karısıyla evlenir de bunu bildiği halde onunla
cima'da bulunursa kadına iddet yoktur. Cima kaydı mutlaka lâzımdır. Bununla
fetva verilir.
İZAH
"Ebû Hanife'ye göre iddet
beklemez." Boşanır boşanmaz o kadını bir Müslüman veya bir zimmî alırsa
câiz olur. Nitekim Fethü'l-Kadir'de bildirilmiştir. Bahır.
Ben derim ki: Böyle bir kadınla kocası
Müslüman olan kadının iddet beklemesi arasındaki fark iddet Müslümanın hakkı ve
inancı olmasıdır. Yani iddet ancak kocanın hakkı olmak üzere vâcibdir. Koca
kâfir olup iddete itikadı yoksa onun için iddet vâcib değildir. Velev ki
okadınla Müslüman evlensin. Kocanın Müslüman olması bunun hilâfınadır. Onun
hakkı ve itikadı olduğu için iddet vâcibdir. Velevki kadını kendisi gibi buna
itikadı olmayan bir zimmî alsın. Bu izahla Nehir sahibinin kâfirin nikâhı
babındaki incelemesi sakıt olur. Nehir sahibi şöyle demiştir: "Kadını
Müslüman bir kimse alırsa iddetin vâcib olacağında ihtilâf etmemek gerekir.
Çünkü müslüman iddetin vâcib olduğuna itikad eder ilh..." Çünkü şübhesiz
Müslüman iddetin vâcib olduğuna kendisi için, kendi menîsini korumak için
itikad eder. Kâfir için olduğuna itikad etmez. Çünkü o yalnız kendi içtihadınca
sâbit olana itikad eder.
Evet, Hâniyye'de kâfirin nikâhı bâbında
zikredildiğine göre zimmi bir adam zimmî olan karısını talâk-ı bâinle boşar da
kadınla hemen o anda bir müslüman veya zimmî evlenirse bazı ulemanın
söylediklerine göre nikâhı câiz olur. Ama Ebû Hanife'nin kaviline göre bir
hayız bekleterek istibrâ yapmadıkça cima'ı mubah olmaz. İmameyn'in kavline göre
ise üç hayız görmedikçe o kadının nikâhı bâtıldır.
"Çünkü biz onları itikadları üzere
bırakmakla memuruz." Onlar bunun kendileri için bir hak olduğuna itikad
etmezlerse biz de kendilerine ilzam etmeyiz.
"Valvalcî bunu itikad ederlerse diye,
kayıdlamıştır ilh..." Bahır sahibi bu ibâreyi naklettikten sonra şunları
söylemiştir: "Hidâye sahibi bu sözü mutlak bırakmış ve: Çünkü kadının
karnında nesebi sâbit bir çocuk vardır. diye ta'lil etmiştir. İmam-ı Azam'dan
bir rivâyete göre bu kadına nikâh akdi yapmak sahihtir. Ama zinâdan hamile
kalan gibi buna da cima edemez. Esah olan birincisidir." Hidâye'nin sözü
burada sona ermiştir.
"Bil ittifak" Yani İmam-ı Azam'la
İmameyn arasında bil ittifak iddet bekler. Mutlak olarak demesi hamile olsun
olmasın, kadının itikadı bulunsun bulunmasın iddet bekler mânâsınadır.
"Çünkü müslüman buna itikad
eder." Yani Müslüman nikâhından iddet lâzım geleceğine inanır. Binaenaleyh
bu bir însan hakkı olur. Artık: onunla zimmîyye de muhatabdır. Velev ki iddette
AIIah hakkı dahi bulunsun.
"Harbî ise cansız eşyaya
mülhaktır." Hatta temellüke (yani mal sahibi olmaya) mahaldir. Hidâye.
Yani cansız bir şeyin hakkına riayet yoktur. Velev ki iddete itikadı olsun.
"Ama bu iddet beklediği için değil
ilh..." Allâme Nûh Efendi'nin Dürer hâşiyesinde zikredilen şudur: "Bu
kadın hilâfsız iddet beklemektedir. Bi-naenaleyh doğurmadıkça nikâhı câiz
olamaz. Zira karnında nesebi sâbit bir çocuk vardır. Onun için evlenmekten men
edilir. Nasıl ki hamile olan ümmüveledin evlenmesine sahibi mâni olur. Zira
çocuğun nesebi sâbit olunca firâş mevcud demektir. O kadını nikâh etmek iki
firâşı biraraya getirmeyi istilzam eder." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Anla! İmam-ı Azam'dan bir rivâyete göre bu kadın zinâdan gebe kalmış
hükmündedir. Kerhî bu kavli ihtiyar etmiştir. Kuhistâm
"Harbiyye gibi ki ilh..." Fakat
bunun hilafına olarak kocası Müslüman veya zimmî olduğu halde yahut pasaportlu
olup sonradan Müslümanlığı veya zimmîliği kabul eder de kadını bırakarak İslâm
diyarına göçerse kadına orada bil ittifak iddet yoktur. Hatta o adam İslâm
diyarına gelir gelmez kadının kız kardeşiyle yahut ondan başka dört kadınla
evlenebilir. Çünkü dar-ı harbte Müslüman ahkâmı kendisine tebliğ edilmemiştir.
Yoksa kadın iddetle mükellef olmadığı için değildir. îddet insan hakkıdır.
Kadın onunla mükelleftir. Fetih.
"Müslüman memleketine çıkarsa..."
Hidâye, Muzmerât ve diğer kitabların nikâh bahsinde İslâm memleketine çıkması
şart koşulmamıştır. Onlarda şöyle denilmiştir: "Kadın dar-ı harbde
Müslüman olur da üç hayız geçerse kocasından bâin olur. İmam-ı Azam'a göre
kendisine iddet de lâzım gelmez. İmameyn buna muhâliftir." Kuhistdnî.
"Sebebi yukarıda geçti." Yani
karnında nesebi sâbit bir çocuk vardır.
METİN
Onun içindir ki, haram olduğunu bilerek
cima ederse kendisine had vurulur. Çünkü zinâdır. Kendisiyle zinâ edilen kadın
kocasına haram değildir. Vehbâniyye şerhinde şöyle denilmiştir: "Kadın
zinâ ederse hayız görmedikçe kocası ona yakınlık edemez. Çünkü zinâdan gebe
kalmak ihtimali vardır. Kocasının suyu başkasının ekinini sulamamalıdır. Bu
garip olduğu için bellenmelidir. Haram olduğunu bilmemesi bunun hilâfınadır. O
zaman kadın ilk kocasına haram değildir. Meğerki iddeti bitmiş olsun. Birinci
kocası için beklediği iddette kadına nafaka yoktur. Çünkü kadın itâatsizlik
etmiştir. Hâniyye.
Ben derim ki: Yani bilerek ve razı olarak
kocaya vardıysa itâatsizlik etmiş olur. Nitekim geçmişti.
FER'Î MESELELER: Kadın adımın menîsini kendi
fercine akıtsa iddet bekler mi beklemez mi? Bahır sahibi inceleme yaparak evet
cevabını vermiştir. Çünkü rahminin temiz olduğunu anlamak için buna ihtiyacı
vardır. Nehir sahibi ise inceleme yaparak: "Hamile olduğu anlaşılırsa
evet, aksi takdirde hayır!" cevabını vermiştir Kınye'de: "Kadın
doğurur da sonra kocası boşayarak yedi ay geçer ve başka kocaya varırsa bu
müddette üç hayız görmedikçe sahih olmaz. Velev ki doğurmadan önce hayız
görmemiş olsun. Çünkü hayız görmeyen kadın hamile kalmaz."
İZAH
"Onun içindir ki" Yani kadına
iddet lâzım gelmediği içindir ki demek istiyor. Çünkü zinâdır sözü illetin
illetidir. Binaenaleyh vasıtayla malûlün da illeti olur. Şârih ikinci illeti
birinciden evvel söylese daha iyi olurdu.
"Kendisiyle zinâ edilen kadın kocasına
haram değildir." Şeyhayn'a göre kocası istibrâ yapmadan onunla cimada
bulunabilir. İmam Muhammed: "İstibrâ yapmadıkça onunlacima'da bulunmasını
iyi görmem." demiştir. Nitekim haram olan kadınlar faslında geçmişti.
"Kocası ona yakınlık edemez."
Yani hayzını görüp temizlenmedikçe onunla cimada bulunması haramdır. Nitekim
Vehbâniyye şârihi bunu açıklamıştır. Bu, sözün İmam Muhammed kavline göre
yorumlanmasına mânidir. Çünkü o istibrânın müstehab olduğunu söylüyor. Bunu
musannıf dahi Minah'ın haram olan kadınlar faslında böyle söylemiştir. Biz
ondan naklen demiştik ki: "Vehbâniyye şerhindeki ifade için Netif sahibi:
O zayıftır. Meğerki şübheyle cima ettiğine yorumlansın, demiştir."
"Bu garip olduğu için
bellenmelidir." Şârihin bellenmelidir diye emretmesi itimad etmek için
değil kaçınmak içindir. Buna karine garip olduğu için sözüdür. Zira
mezhebimizde meşhur olan kavle göre zinâ suyunun hörmeti yoktur. Rasûlüllah
(S.A.V.), "Karım kendisine dokunanın elini men etmiyor." diye şikâyet
eden zâta: "Onun boşa!" emrini vermişdi. Bunun üzerine o zât:
"Ama ben onu seviyorum. O güzeldir." deyince Resûlüllah (S.A.V.):
"Ondan istifade et!" buyurmuşlardı.
«Suyu başkasının ekinini sulamamalıdır.»
Cümlesine gelince: Bu da Peygamber (S.A.V.)'den rivâyet olunmuşsa da ondan murad
hamile kadınla cimada bulunmaktır. Çünkü hamile kalmazdan önce ekin olmaz,
dökülmüş su olur. Onun için derler ki: "Bir kimse zinâdan gebe kalmış bir
kadınla evlenirse doğuruncaya kadar ona yaklaşmaz. Tâ ki suyu başkasının
ekinini sulamasın." Çünkü onun menîsiyle çocuğun gözü ve kulağı kuvvet
bulur. Bu izahâtımızla anlaşılır ki, karısını zinâ ederken gören adamın onunla
cimada bulunabilmesi ile, zinâdan gebe kalan bir kadınla evlenip onunla cimada
bulunamaması arasında fark vardır. Bunu ganimet bil!
"Bilerek ve razı olarak kocaya
vardıysa itâatsizlik etmiş olur." Fakat bilmeyerek vardıysa meselâ kadının
haberi yokken ona ric'at etmişse yahut kadını nikâha zorlamışsa kadın itâatsiz
sayılmaz. Çünkü kendini kocasından men etmek istememiştir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.
"Nitekim geçmişti." Yani
musannıfın: "Şübheyle cima edilen kadın" dediği yerde uzun uzadıya
geçmişti. T.
"Kadın adamın menîsini ilh..."
Yani halvet ve cima olmaksızın kocasının menîsini fercine akıtırsa demektir.
Başkasının menîsini akıtırsa ne hüküm verileceğini şübheyle cima edilen kadın
meselesinde arz etmiştik
"İnceleme yaparak evet cevabını
vermiştir." Ve şöyle demiştir: "Kadını dübüründen cima ederse yahut
kadın onun menîsini fercine akıtır da sonra kadını boşarsa fercine sokmaksızın
ne hüküm verileceğini görmedim. Şâfiîlerin Tahrir'inde her iki surette iddet
vâcib olacağı beyan edilmiştir. İkincide mezheb sahibine mutlaka bununla hüküm
vermek gerekir. Çünkümenîyi içeri akıtmak mücerred âleti sokmaktan daha çok
rahimin temizliğini bilmeye muhtaçtır." Demek istiyor ki, birincide muhtaç
değildir. Çünkü dübüre yapılan cima halvette olmuşsa iddet halvetle vâcib olur.
Halvette olmamışsa rahimin temizliğini bilmeye hâcet yoktur. Çünkü suyu ekin
yerinden başkasına dökmüş olur. Bunda gebe kalmak ihtimali yoktur.
"Nehir sahibi ise ilh..." Şöyle
demiştir: "Ben derim ki: hamileliği meydanda ise onun iddeti doğurmakla
biter. Aksi takdirde kadına iddet yoktur demek gerekir. "Ulemadan bazıları
Nehir sahibine şöyle itiraz etmiştir: "Hamileliğin olup olmadığı
anlaşılıncaya kadar beklemek senin kaçtığın iddetin tâ kendisidir. Menîyi içeri
akıttıktan sonra evlenmesini câiz görüyorsan naklî delil göstermeye
muhtaçsın!"
Ben derim ki: Döl alma bahsinde Bahır'dan,
o da Muhît'ten naklen şöyle diyeceğiz: "Bir adam cariyesinin fercten başka
bir yerine sürterek menîsini indirir de cariye o esnada onun menîsini alarak
bir şey içinde fercine sokarsa ve bundan gebe kalarak çocuk doğurursa, çocuk o
adamın oğlu, cariye de ümmüveledi olur." Bu fer'î mesele Bahır sahibinin
incelemesini teyid eder. H.
Ben derim ki: Ulemanın iddeti âleti kesik
bir kimsenin halvetiyle isbat etmeleri de bunu teyid eder. Bu onun sürtmesiyle
gebelik tevehhüm edilmesinden başka bir şey değildir.
"Yedi ay geçer." Yedi değil dokuz
ay olsa gerektir. Tâ ki İmam Mâlik'ten manzum olarak geçen rivâyete işaret
olsun. O: "Temizlik müddeti uzayan kadının iddeti dokuz ayla geçer."
demiştir. Mânâ: "Kadın hayız görmedikçe dokuz ay geçse bile sahih
olmaz." demektir.
"Üç hayız görmedikçe sahih olmaz
ilh..." Hayız görmediğini kocası tasdik ederse bu zâhirdir. Aksi takdirde
söz kocasınındır. Zira "kadın iddetim bitti derse" ifadesinde
Bedâyı'dan naklen ve kezâ ric'at bâbında Bezzâziye'den naklen arz etmiştik ki:
"Boşanan kadın ikinci kocasına: Sen beni iddetim içinde aldın derse talâk
ile nikâh arasında iki aydan az müddet bulunduğu takdirde İmam-ı Azam'a göre
kadın tasdik edilir ve nikâh fasid olur. Daha fazla müddet geçmişse tasdik
edilmez. Ama nikâh sahihtir. Çünkü nikâha özenmek iddetin bittiğini ikrar sayılır."
"Çünkü hayız görmeyen kadın hamile
kalmaz." Yani hamile kalınca anlaşılır ki, kadın hayız görenlerdendir.
Artık onun iddeti ancak üç hayızla biter.
METİN
Yine Kınye'de bildirildiğine göre kadını üç
defa boşar da ben onu bir defa boşamıştım, iddeti de geçmişti derse, halk
arasında iddetin geçtiği bilindiği takdirde üç talâk vâki olmaz. Bilinmezse
olur. Üç talâkın vuku bulduğuna adamın inkârından sonra beyyine ile hüküm
verilirse, o da bundan bir müddet evvel kadını bir talâkla boşadığına beyyine
getirirse kabuledilmez. Bahır. Yine Bahır'da Cevhere'den naklen bildirildiğine
göre kadına güvenilir biri gaibteki kocan öldü yahut seni üç defa boşadı diye
haber verir yahut kadına güvenilir bir kişi eliyle kocasından bir talâk mektubu
gelirse kadının bunun doğru olduğuna gönlü yattığı takdirde iddet bekleyip
evlenmesinde bir beis yoktur. Kezâ bu adamın karısı bir adama kocam beni
boşadı, iddetim de bitti derse o kadını nikâh etmesinde beis yoktur.
İZAH
"Halk arasında iddetin geçtiği
bilindiği takdirde" Yani kocası boşadığı vakit halk arasında onu ikrar
eder de herkese duyurursa, iddetin geçebileceği bir müddet geçmekle kadının
iddeti biter. Velev ki kadınla beraber yaşasınlar. Çünkü boşadığı şöhret
bulduktan sonra beraber kalmaları sahih kavle göre iddetin bitmesine mâni
değildir. Nitekim şârih bunu Cevâhiru'l-Fetâvâ'dan naklen bildirmişti. Lâkin
haram olduğunu şübhesiz bildiği halde kadınla cimada bulunursa bu zinâ olur ve
ikinci bir iddet lâzım gelmez. Şübheyle cimada bulunursa her cima için ayrı
iddet lâzım gelir ve iddetler, içice girer. Artık son cimanın iddeti bitmedikçe
o kadının başka kocayla evlenmesi helâl olmaz. Kadını ilk talâkın iddeti
bittikten sonra üç defa boşarsa talâk vâki olmaz. Velev ki cima iddetinde
boşamış olsun. Nitekim Bezzâziye'den naklen arz etmiştik. Bununla bir fetva
hadisesine cevap verilmiş olur,
Hadise şudur: Bir adam karısını haram
sözüyle bâin olarak boşar da bir Şâfiî'den fetva isterse, o da bu talâkın ric'î
olduğuna fetva vererek karı-koca bir müddet beraber yaşadıktan sonra kadını
yine bu şekilde boşar da kocası nâmına kadına yine bir Şâfiî müracaat ederek
yine uzun bir müddet geçerse, sonra yine kadını bu şekilde talâk-ı bâinle
boşayarak kendisine bir Şâifî yemin keffâreti vereceksin diye fetva verirse,
sonra kadını o anda üç defa boşarsa, şayet ilk üçü ikrarda bulunmuş da halk
arasında yayılmışsa ve her biri önceki talâkın iddeti bittikten sonra
yapılmışsa yukarıda geçenin muktezasına göre o adamın aleyhine bir talâktan
başka bir şey vâki olmaz. O da şöhret bulduğu cihetle ilk tâlâktır. Adam bunu
ikrar etmiştir. Kadının da iddeti bitmiştir. Artık ikinci ve ondan sonraki
talâklar vâki olmazlar. Velev ki bu müddet zarfında kadınla cima'da bulunsun.
Çünkü bildiğin gibi bu şübheyle cima'dır. Allahu a'lem.
"Beyyine getirirse kabul edilmez."
Çünkü bildiğin gibi talâk halk arasında meşhur olmadıkça bu talâkın iddeti
bitmez. Meşhur olsa aleyhine üç talâkla hüküm olunmadan önce onunla istidlal
ederdi. Çünkü üç talâkla hüküm vermenin sıhhatına mâni olan o idi. Onu bırakıp
da üç talâkı inkâra gitmesi yalan söylediğine delildir. Binaenaleyh sözü kabul
edilmez. Bu ulemanın: "Hükümden sonra dâvânın def'i sahihtir." sözüne
aykırı değildir. Bana zâhir olan budur.
"Güvenilir bir kişi eliyle" Sözü
kayıd değildir. Nitekim Valvalciyye'de belirtilmiştir. Câmiu'l-Fûsuleyn'de
şöyle denilmektedir: "Kadına bir adam kocasının öldüğünü veya dinden
döndüğünü yahut kendisini boşadığını haber verirse kadının evlenmesi helâl
olur. O adamdan bir başkası işitirse şâhidlik yapabilir. Çünkü bu din bâbındandır.
Binaenaleyh bir kişinin haberiyle sâbit olur. Nikâh ve mezheb bunun
hilâfınadır. Kadına haber veren âdil olsun olmasın ona kocasından talâk mektubu
getirdiğinde mektubun kocasından olduğunu bilsin bilmesin fark etmez. Kadının
gönlüne bu işin doğruluğu yatarsa evlenmesinde beis yoktur." îlâ bâbından
az önce bunun diyâneten böyle olduğu geçmişti. Sonra Sâihânî'nin el yazısıyla
Câmiu'l-Fetâvâ'dan şunu naklettiğini gördüm: "İki kişi gaibin karısını
boşadığına şâhidlik ederlerse gaib aleyhine talâk hükmü vermek için kabul
edilmez. Ama kadın iddet bekleyip başka kocaya varmak için hâkimin ses
çıkarmaması hakkında kabul edilir."
Bunun hâsılı şudur: Hâkimin sükut etmesi
câizdir. Çünkü bu dini bir iştir. Talâk isbatı değildir. Zira talâk isbatı gaib
aleyhine hükümdür. Binaenaleyh sahih olmaz ve öyle görünüyor ki, iddetin
boşlaması talakın vuku bulduğu vakitten itibarendir. İhbar vaktinden itibaren
değildir. Çünkü adam kadınla beraber yaşamamaktadır. Binaenaleyh töhmet yoktur.
Câmiu'l-Fûsuleyn sahibinin: "Evlenmesinde bir beis yoktur." sözü
evlenmemesinin evlâ olduğunu gösterir. Bahır'da şöyle denilmiştir: "Kadına
bir adam kocasının öldüğünü, başka biri sağ olduğunu haber verirse, öldüğüne
veya cenazesinde bulunduğuna şâhidlik eder de kendisi âdil ise, her ikisi tarih
göstermemiş olmak ve sağlık bildiren tarih sonra olmak şartıyla kadın iddetini
bekleyip kocaya varabilir. Kadın evlendikten sonra kendisine bir cemaat
kocasının sağ olduğunu haber verirlerse kadın ilk haberciyi tasdik ettiği
takdirde nikâh sahih olur.
"O kadını nikâh etmesinde beis
yoktur." Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Kadın nikâhtan sonra kocam
dinden döndü derse erkeğin onun haberine itimad ederek kendisiyle evlenmesi
caizdir. Kadın nikâhtan sonra ârız olan bir sebeble meselâ bir süt meselesi veya
benzeri ârız olarak haram olduğunu haber verirse adamın da kalbine doğru
söylediği yatarsa, kadın güvenilir olsun olmasın onunla evlenmesinde bir beis
yoktur. Meğerki kadın benim nikâhım fâsid idi yahut kocam Müslüman değil idi
demiş olsun. Çünkü inkâr edilecek bir haber vermiştir." Çünkü asıl olan
nikâhın sahihliğidir. Sâihânî.
METİN
Yine Bahır'da Hâkimi'n Kâfîsi'nden naklen
bildirildiğine göre kadın kocasının öldüğünde şübhe ederse ihtiyatan yüzde yüz
bildiği bir vakitten itibaren iddet bekler. Yine aynı kitabda Muhît'ten naklen
şöyle denilmiştir: "Kadın ihtimal götüren bir müddet hakkında kocasını
yalanlarsa nafakası sâkıt olmaz. Her ikisinin haberiyle mümkün olduğu kadar
amel etmiş olmak için kocası da onun kız kardeşiyle evlenebilir. Kadın yarım
seneden fazladadoğurursa çocuğunun nesebi sâbit olur ve esah kavle göre kız
kardeşinin nikâhı fâsid olmaz. Ölürse o mirâsçı olur. Fakat iddet bekleyen
mirasçı olamaz.
İZAH
"Şübhe ederse" Yani kocasının
ölüm haberinde şübhe ederse demektir.
"Yine aynı kitabda Muhit'ten
naklen" Sözü yanlıştır. Doğrusu Fetih'den naklendir. İbâresi de şöyledir:
"Fethü'l-Kadir'de bildirildiğine göre koca, karım bana iddetinin bittiğini
haber verdi derse bu müddet onun iddetinin bitmeyeceği kadar az olduğu takdirde
karı-kocanın sözleri kabul edilmez. Meğerki muhtemel olan bir şey meydana
gelsin. Meselâ kadın uzuvları belli olmuş bir çocuk düşürsün. O zaman kadının
sözü kabul edilir. İddetin sığacağı bir müddet ise kadın yalanladığı takdirde
nafakası sâkıt olmaz. Kocası da onun kız kardeşiyle evlenebilir. Çünkü bu dinî
bir iştir. Erkeğin sözü onda kabul edilir."
Hâsılı karı-kocanın her ikisinin
haberleriyle mümkün mertebe amel olunur. Erkeğin ve şeriatın hakkı olan yerde
erkeğin haberiyle, nafaka ve mesken gibi kadının hakkı olan yerde kadının
haberiyle amel olunur. Mesele boşayan kocasıyla kadın arasında ihtilâf zuhur
ettiğine göre farz edilmiştir.
"Çocuğunun nesebi sâbit olur."
Yani neseb hakkında kadının hakkı çocuğun hakkı gibi aslîdir. Zira babası
olmayan bir çocukla kadın ayıplanır. Binaenaleyh erkeğin sözü kabul edilmez. Bu
kadının kız kardeşiyle evlenmesi de geçerli olmaz. Çünkü verdiği haberde şer'an
yalanlanmıştır. Nafaka hükmü verilmesi bunun hilâfınadır. Çünkü nafaka
istihkakı iddetten başka şey için de tesavvur olunabilir ve sanki kadın
hakkında nafaka iddet sebebiyle, çocuk hakkında başka bir sebeble vâcib olmuş
gibidir. Kadının kız kardeşiyle evlenir de ölürse kız kardeşi mirâs alır.
Bazılarına göre bunu sağlamken söylerse kadının kız kardeşine mirâs vardır.
Aksi takdirde mirâs iddet bekleyene verilir. Miras iddet bekleyene hükmolunursa
bazılarına göre kız kardeşin nikâhı fâsid olur. Fakat esah kavle göre fâsid
olmaz. Çünkü mirâs istihkakı karı-kocalıktan başka bir sebeble de tesavvur
edilebilir. Binaenaleyh nafaka istihkakı mesabesindedir. Bu satırlar Muhît'ten
nakleden Bahır'dan kısaltılmıştır. Bunun hülasası iki meseledir.
Birincisi: Kocasının iddeti bitti diye
ikrarda bulunduğu kadın bir çocuk doğurur da çocuğun nesebi sâbit olursa kız
kardeşin nikâhı fâsid olur. Çünkü bu adam şer'an yalanlanmıştır.
İkincisi: Bunu ikrar eder de sonra
karısının kız kardeşiyle evlenir ve ölürse kız kardeş kendisine mirâsçı olur,
iddet bekleyen mirâsçı olamaz. Bazıları: "Bu sağlamken ikrar ettiğine
göredir. Hastalığında ikrar ederse mirâs kaçıran olur ve iddet bekleyen kadın
ondan mirâs alır. Mirâs aldığına göre esah olan kavil kız kardeşinin nikâhının
fâsıd olmamasıdır. Çünkü onun mirâsçı olmasından bu mirâsın evlilik yoluyla
olması lâzım gelmez ki, kız kardeşinnikâhı fâsid olsun. Miras başka bir yoldan
tesavvur olunabilir. Bu izahla anlaşılır ki, şârihin sözünde mânâyı bozacak
derecede kısalık vardır. Sözün doğrusu: "Adam ölürse kız kardeş kendisine
mirâsçı olur. Bazılarına göre bunu hastalığında söylemişse iddet bekleyen
karısı mirâsçı olur. Ama, esah kavle göre onun kız kardeşinin nikâhı da fâsid
olmaz. Kadın yarım seneden fazlada doğurursa çocuğunun nesebi sâbit olur ve kız
kardeşinin nikâhı da bozulur." şeklindedir. Allahu a'lem!
METİN
Hidad kelimesi eadde, medde ve ferra
bâblarından gelir. Kelime cim'la da rivayet edilmiştir. Nitekim Kâmûs'ta
belirtilmiştir. İddet için zîneti terk etmek mânâsına gelir. Şer'an talâk-ı
bâin veya ölüm iddeti bekleyen bir kadının zînet ve benzeri şeyleri terk
etmesidir. Müslüman ve mükellef bir kadın velev ki cariye olsun sahih nikâhla
cima edilmişse bâin talâk veya ölüm iddeti beklerken zînet takınmayı, ipekli
giymeyi, sık dişli tarakla taranmayı, kokuyu -velev ki ondan başka kazancı
olmasın-, hâlis zeytinyağ gibi kokusuz bile olsa yağ sürünmeyi, sürme ve kınayı
terk etmek, usfurlu, safranlı, kızıl toprak veya versle boyalı elbise giymemek
suretiyle yas tutar. Velev ki boşayan veya ölen kocası bunu terk etmesini
tenbihde bulunsun. Çünkü yas tutmak nikâh nimetinin elden gitmesine üzüldüğünü
göstermek için şeriatın hakkıdır.
İZAH
Musannıf bizzat iddetin vâcib olduğunu ve
bunun keyfiyetini anlattıktan sonra iddet bekleyen kadınlara vâcib olan
vazifeyi anlatmaya başladı. Çünkü asıl vücubuna nisbetle bu ikinci derecededir.
Fetih.
"Eadde, medde ve ferra bâblarından
gelir." Yani mücerred ve mezid bâblardan kullanılır.
"Cim'la da rivâyet edilmiştir."
Bu takdirde cedad ve cidad şekillerinde okunur ki, kesmek mânâsından
alınmıştır. Sanki kadın zînet ve ihtişamdan kesilmiştir. Nehir.
"İddet için zîneti terk etmek"
Yani mutlak surette velev talâk-ı ric'î ile boşansın yahut kadın kâfire veya
küçük kız olsun zînetlenmeyi terk etmektir. Böylece lügat mânâsı şer'î mânâdan
daha umumi olur.
"Benzeri şeyler" Koku sürünmek,
yağlanmak ve sürme çekinmekdir. T.
"Mükellef'den murad âkıl bâliğ olan
kadındır. Bununla ve diğer kayıdlarla neden ihtiraz ettiği aşağıda gelecektir.
"Velevki cariye olsun." Çünkü
cariye de şeriatın haklarıyla mükelleftir. Elverir ki bununla kul hakkı
yenilmiş olmasın. Bahır. Hâsılı yas tutmak cariye sahibinin hakkına tecavüz
değildir. Çünkü cariye iddet içinde efendisine haramdır. Kocasının evinde iddet
beklemesi bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir.
"Cima edilmişse" Kaydı talâk-ı
bâin iddeti bekleyene nisbetle sahihtir. Ölüm iddeti bekleyen kadına ise cima
edilmemiş bile olsa iddet vâcibtir. Binaenaleyh yas tutmak da vâcib olur. Şu
halde bu kaydı koymamak daha doğru olurdu. Zira iddet bekleyen sözü ona hâcet
bırakmazdı.
"Zînet takınmayı" Yani altın,
gümüş ve mücevheratın bütün nev'ilerini takınmayı terk eder. Bahır.
"Ipekli elbiseyi" Bütün nev'ileri
ve renkleriyle velev ki siyah olsun terk eder. Bahır. İmam Mâlik iddet bekleyen
kadının siyah ipekli giymesi mubah olduğunu söylemiştir. Nitekim Fetih'de beyan
edilmiştir. Bu izahtan anlaşılır ki, Dürr-ü Müntekâ sahibinin yaptığı gibi
siyahı istisna etmek doğru değildir. Çünkü o bizim mezhebimiz değildir.
"Sık dişli tarakla" Taranmaz. Ama
seyrek dişli tarakla taranabilir. Bunu Mebsût sahibi söylemiştir. Fetih sahibi
bu hususta inceleme yapmıştır. Lâkin Cevhere'den naklen aşağıda gelecektir ki,
bu özürle mukayyeddir.
"Kokuyu" Yani kokuyu beden ve
elbisede kullanamaz. Kuhistânî. Bahır ve Fetih sahiblerinin: "Koku
yapamaz, ticaretinde de bulunamaz." sözleri bundan daha umumidir.
"Kokusuz bile olsa" Yağ sürünmeyi
terk eder. Çünkü bu saçı yumuşatır. Binaenaleyh zînet sayılır. Zeylai. Böylece
anlaşılır ki, memnu olan zinet vecihle kullanmasıdır. Sıkmak veya satmak yahut
yemek için eliyle dokunmaktan men edilmez. Nitekim bunu Rahmetî söylemiştir.
"Usfurlu, safranlı" Elbiseden
murad zînet sayılacak yeni elbisedir. Yeni olmazsa giyilmesinde beis yoktur.
Çünkü ondan ancak avret yerlerinin örtülmesi kasdedilir. Hükümler maksadlara
göre verilir. Kuhistânî.
"Çünkü yas tutmak şeriatın
hakkıdır." Binaenaleyh kulun bunu ıskata hakkı yoktur. Bir de bu
zikredilen şeyler kadına rağbetin sebebleridir. Halbuki kadın iddet esnasında
nikâhtan men edilmiştir. Binaenaleyh haram bir fiile sebeb olmamak için
bunlardan kaçınır. Hidâye.
METİN
Ancak bir özürden dclayı yapması
müstesnadır. Bu söz zikredilenlerin hepsine şâmildir. Çünkü zaruretler haram
olan şeyleri mubah kılar. Siyah, mavi ve kokusu kalmamış usfurlu eski elbise
giymekte bir beis yoktur. Yedi kadına yas tutmak yoktur. Bunlar kâfire, küçük
kız, deli kadın, âzâd iddeti bekleyen -efendisi ölen ümmüveled gibi-, nikâh-ı
fâsid iddeti bekleyen, şübhe ile cima' edilen veya talâk-ı ric'î iddeti
bekleyen kadınlardır.
İZAH
"Zikredilenlerin hepsine
şâmildir." Kadının gözü ağırırsa sürme çekinebilir. Kaşıntısı varsa ipek
elbise giyer. Başından elemi varsa yağ sürünüp zîneti kasdetmemek şartıyla
seyrek dişli tarakla taranabilir. Çünkü bu zînet değil tedavidir. Cevhere.
Fetih'de şöyle denilmiştir: "Kâfî'de bildirildiğine göre kadının boyalı
elbiseden başka giyeceği yoksa onu giymesinde beis yoktur. Zira bunu avret
yerini örtmek zaruretinden dolayı yapar. Lâkin zîneti kasdetmez. Hem bundan
başka elbise buluncaya kadar diye kayıdlamak gerekir. Başka elbise ya satın
alıp parasını vermek yahut kadının malı varsa onun malından vermekle elde
edilir."
Ben derim ki: Şâfiilerden bazıları özürden
dolayı sürme çekinmeyi:"Geceleyin sürünürsonra ertesi gün onu siler."
diye kayıdlamışlardır. Nitekim hadîsde böyle vârid olmuştur. Hadîsi Fetih
sahibi dahi tahriç etmiştir. Ama ben bizim ulemamızdan bununla kayıdlayan
görmedim. Her halde "Zaruretler kendi mikdarlarınca takdir olunur."
kaidesinden bilindiği için kayıdlamamış olsalar gerektir. Lâkin gece veya
gündüz sürme çekinmek kadına kâfi geliyorsa yalnız geceyle iktifa eder, aksini
yapmaz. Çünkü sürme zîneti için gece daha gizlidir. Hadîs de buna
yorumlanmıştır. Allahu a'lem.
"Siyah, mavi ilh.. giymekte bir beis
yoktur." Fetih sahibi diyor ki: "Yas tutan kadının siyah elbise
giymesi dört mezhebin imamlarına göre mubahdır. Zâhirîler onu kırmızı ve yeşil
gibi saymışlardır." Zeylaî siyah giymenin caiz olduğunu: "Çünkü ondan
zînet kasdedilmez." sözüyle ta'Iil etmiştir.
Ben derim ki: Maksad ipeksiz siyah
giymektir. İmam Mâlik buna muhaliftir. Nitekim yukarıda geçmişti. Maviyi
inceleme suretiyle Nehir sahibi zikretmiştir. Bu zâhirdir. Meğerki rengi berrak
ve saf olsun. Nitekim Şâfiîler bunu söylemişlerdir. Çünkü o zaman ekseriyetle
zînet kasdedilir. Bahır'da şöyle denilmiştir: "Usfurlu ve safranlı
elbiseden kokusu kalmamış eski olanlar istisna edilir. Zira böylesi câizdir.
Nitekim Hidaye'de bildirilmiştir." Anla!
Rahmetî diyor ki: "Kokusu kalmamış
elbiseden murad zînetlenilmeyen elbisedir. Zira mâni koku değil zîhettir.
Görülmüyor mu ki toprakla boyanmış elbise giymek memnu'dur. Halbuki kokusu
yoktur."
Ben derim ki: Zeylaî'nin sözü bundan daha
şumullüdür. O şöyle demiştir: "Hulvânî'nin beyanına göre zikri geçen
giysilerden murad yeni olanlardır. Zînet olamayacak gibi eski ise giyilmesinde
beis yoktur." Yukarıda Kuhistânî'den nakledilen de böyledir.
T E N B î H : Ulemanın yas tutan kadına
yalnız zikri geçen şeylerin men edildiğini söylemekle yetinmelerinin muktezası
şudur: Yas tutmak bedene mahsustur. Binaenaleyh kadın yatağını ve ev eşyasını
süslemekten ve ipekli üzerine oturmaktan men edilmez. Nitekim Şâfiîler bunu
bildirmişlerdir. Mi'râc; sahibi üç mezhebin imamlarına göre yas tutan kadının
hamama girebileceğini, başını hatmi ve sidrle yıkayabileceğini nakletmiş, fakat
bize göre hükmünün ne olacağından bahsetmemiştir. Bahır sahibi:
"Musannıfın bu söylenenleri zikretmemesi yas tutan kadının hamama
girebileceğini ifade eder." demiştir.
"Yedi kadına yas tutmak yoktur."
Yani vâcib değildir. Nitekim Zeylaî'de böyle denilmiştir. Bu sözle musannıf
yukarıda geçen kayıdların ihtiraz yerlerini izaha başlıyor. Sekizinci bir kadın
daha vardır ki, o da cimadan önce boşanandır. Musannıf: "Bâinden iddet
bekleyen" sözüyle bundan ihtiraz etmiştir.
"Kâfire, küçük kız, deli kadın"
bunlardandır. Lâkin kâfire iddet içinde Müslüman olursa iddetin kalan kısmında
yas tutması lâzım gelir. Nitekim Cevhere'den naklen geçmişti. Küçükkız bülûğa
erer, deli kadın ayılırsa aynı şeyi onlar hakkında da söylemek gerekir. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir. Bu gibilere yalnız iddet lâzım gelip yas tutmak vacib
olmaması yas tutmak Allah Teâlâ'nın hakkı olduğu içindir. Burada mutlaka
mükellef olmak lâzımdır. Zira giyinmek ve koku surünmek hissî birer fiildir.
Onların haram olduğuna hüküm verilmiştir. îddet bunun hilâfınadır. Çünkü o
müsebbebleri sebeblere bağlamak kabîlindendir. Şu mânâya kî, karı-koca
birbirlerinden ayrılırken şer'an muayyen bir müddet kadının nikâhı sahih olmaz.
Binaenaleyh bu yokluğa dair bir hükümdür. Mükellef olmaya bağlı değildir.
Nitekim Fetih sahibi izah etmiştir.
"Âzâd iddeti bekleyen" den murad
sahibi kendisini âzâd eden ümmüveleddir. Efendisi ölen ümmüveled de onun
gibidir. Çünkü onun ölümüyle âzâd olur. Böylesinin dahil olup olmadığı biraz
gizli kaldığı için şârih onu açıklamış, birinciden bahsetmemiştir. Çünkü o
açıktır.
"şübhe ile cima edilen" Sözünden
musannıf nikâhlı tâbiriyle ihtiraz etmiştir. Münasib olan bunu âzâd iddeti
bekleyen kadının yanında zikretmek idi. H.
"Veya talâk-ı ric'î" Sözünün
yanında cimadan önce boşananı da zik-retmeliydi. Çünkü bunların İkisi
"Talâk-ı bâin iddeti bekleyen" ifadesiyle hariç kalmışlardır. Bunu
Halebî söylemiştir.
METİN
Akrabaya yas tutmak yalnız üç gün mubahdır.
Kocası karısını bundan men edebilir. Çünkü zînet onun hakkıdır. Fetih. Ama koca
razı olduğu yahut kadın evli bulunmadığı vakit üç günden ziyade yas tutmanın da
helâl olması gerekir. Nehir. Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre siyah giymek
hususunda kadın mazur olamaz. günâhkârdır, Bundan ancak kocası hakkında yas
tutan eşi müstesnadır. O üç güne kadar mazurdur. Bahır sahibi diyor ki: "Bunun
zâhirine bakılırsa kadın kocasının ölümüne üzülerek üç günden fazla siyah
giymekten men edilir." Nehir'de: "Kadın iddet beklerken bulûğa ererse
kalan kısmında yas tutması lâzım gelir." denilmiştir.
İZAH
"Üç gün mubahdır ilh..." Yani bu
hususta sahih hadîs vardır. Peygamber (S.A.V.): "Allah'a ve âhiret gününe
imânı olan bir kadının üç günden fazla yas tutması helâl olamaz. Ancak kocasına
yas tutması müstesna. Zira ona dört ay on gün yas tutar." buyurmuştur. Bu
hadîs üç gün yas tutmanın helâl olduğuna, fazlasının helâl olmadığına delâlet
eder. İmam Muhammed'in Nevâdir'deki: "Helâl değildir." sözü buna
yorumlanmıştır. Nitekim Fetih sahibi beyan etmiştir. Bahır'da Tatarhâniyye'den
naklen: "Kadının bunu terk etmesi müstehabdır." denilmiştir. Bundan
maksad yas tutmayı tamamen terk etmektir.
"Kocası karısını bundan men edebilir
İlh..." Feth'in ibaresi şöyledir:
"Kadın akrabası için üç gün yas tutmak
isterse, kocası bulunduğu takdirde onu bundan men etmesi gerekir. Çünkü zînet
onun hakkıdır. Hatta kocası istediği halde zînetlenmezse onu dövebilir. Bu yas
tutmak ise kadına vâcib değil mubahtır. Yas tutmakla kocasının hakkı zâyi
olur." Bahır sahibi bu sözü tasdik etmiştir.
Nehir sahibi diyor ki: "Hadîsin
muktezası erkeğin buna hakkı olmamasıdır. Şâfiî kitablarında yazılanlarsa hakkı
olduğunu gösterir. Bizim kaidelerimiz de buna aykırı değildir. O zaman
hadîsdeki helâl olma işi kocasının men etmediğine yorumlanır." Yani
hadîsden anlaşılan helâllık kocası men etmediğine yorumlanır. Çünkü bir şeye
sâbit olan her helâllık ona mâni yoksa diye kayıdlanır. Aksi takdirde helâl
olmaz. Burada da öyledir. Fetih sahibinin incelemesi ulemanın: "Zîneti
terk ettiği için kocası karısını dövebilir." sözünde dahil olduğu için
nakledilene muvafıktır. Ondan sonra gelenler de bunu kabul etmiştir. Onun için
şârih kesin söylemiştir. İnceleme yalnız Nehir sahibine mahsus değildir.
"Üç günden ziyade yas tutmanın da
helâl olması gerekir ilh..." İfadesi söz götürür. Çünkü zikri geçen hadîs
üç günden fazlanın helâl olmadığında açıktır. Hadîsde sâbit olan üç gün
helâlığı kocası razı olursa diye kayıdlamakla bundan onun rızasının helâl
olmayanı da yani üç günden fazla yas tutmayı da mubah kılması lâzım gelmez.
Nitekim gizli değildir.
Rahmetî diyor ki: "Hadîs mutlaktır.
Onu Peygamber (S.A.V.)'in zevceleri mutlak kabul etmiş, Ümmü Habîbe babası
öldükten üç gün sonra güzel koku getirilmesini istemiştir. Zeyneb dahi kardeşi
öldükten sonra böyle yapmış ve her biri: Benim kokuya ihtiyacım yok. Şu kadar
var ki, Rasûlüllah (S.A.V.)'!: Allah'a ve âhiret gününe imânı olan bir kadına
üç günden fazla yas tutmak helâl değildir ilh... buyururken işittim,
demişlerdir. Nasıl lâzım gelsin ki, İmam Muhammed babası veya oğlu ölen kadına
yas tutmanın helâl olmadığını mutlak olarak ifade etmiş: O yalnız kocaya
mahsustur, demiştir."
"Tatarhâniyye'de ilh..." İbâresi
şöyledir: "Ebu'l-Fadl'a kocası veya babası yahut başka bir yakını ölen bir
kadın elbisesini siyaha boyayarak ölene üzüldüğünü göstermek için üç dört ay
onu giyiyor. Bunda mazur mudur diye sorulmuş da hayır diye cevap vermiş. Aynı
mesele AIi b. Ahmed'e sorulmuş o da: Mazur değildir, günâhkâr olur. Bundan
yalnız kocasına yas tutan kadın müstesnadır. Çünkü o üç güne kadar mazurdur,
cevabını vermiştir."
"Siyah giymekten men edilir
ilh..." Yani bununla yukarıda geçen, "Siyah giymekte bir beis
yoktur." şeklindeki mutlak söz kayıdlanır. Tahtâvî buna cevap vermiş:
"Ulemanın ibâreleri birbirini tutsun diye buradaki yas tutmak için
boyadığına, oradaki ise kocası ölmeden boyandığına yorumlanır." demiştir.
Lâkin üç gün içinde mubah kılınması buna aykırıdır.
"Nehir'de ilh..." Bahsedilen
incelemeyi ondan önce Bahır sahibi Cev-here'den olarak yapmıştır. Nitekim
kâfirede arz etmiştik.
METİN
İddet bekleyen kadının -yani hangi iddeti
beklerse beklesin demektir. Aynî. Binaenaleyh âzâdlık iddeti bekleyenle nikâh-ı
fâsid iddeti bekleyene de şâmildir.- kocaya istenmesi haramdır. Nikâh ve
iddetten hali olan kadın ise başkası istememiş bulunmak ve o kocaya razı olmak
şartıyla istenilebilir. Ses çıkarmazsa iki kavil vardır. Kadın vefat iddeti
bekliyorsa: Ben evlenmek istiyorum, gibi ta'riz yoluyla istemek sahihtir. Fakat
boşanan kadın bil ittifak istenemez. Çünkü bu boşayanın düşmanlığına sebeb
olur. Bunun ifade ettiği mânâ âzâdlık, nikâh-ı fâsid ve şübheyle cima
iddetlerinden birini bekleyen kadının istenmesi câiz olmaktır. Lâkin
Kuhistânî'de Muzmerât'tan naklen ta'rizin dışarı çıkmaya mebnî olduğu
bildirilmiştir.
İZAH
"Nikâh-ı fâsid iddeti bekleyene de
şâmildir." Onu da kocaya istemek haramdır. Çünkü zâhire bakılırsa bu kadın
o adamla evlenmeye fâsid nikâhla razı olduğuna göre sahih nikâhla evlenmeye de
razıdır.
"Başkası istememiş bulunmak
ilh..." İfadesini Bahır sahibi Şâfii kitab-larından nakletmiş ve şunları
söylemiştir: "Ben bunu bizim ulemamızdan kimsenin söylediğini görmedim.
Ama aslı şu sahih hadîsdir:" Sizden birîniz din kardeşînin dünürlüğü
üzerine dünür göndermesin! "Bu hadîs izin vermediyse diye
kayıdlanmıştır." Yani birinci dünür gönderen izin vermediyse demek
istemiştir. Bu bizim kitablarımızda nakledilmiştir.
Remlî diyor ki: "Zahire'de
bildirildiğine göre Peygamber (S.A.V.) boş-kasının pazarlığı üzerine pazarlıkta
bulunmayı nasıl yasak ettiyse başkasının dünürlüğü üzerine dünür göndermeyi de
yasaklamıştır. Bundan murad kadının kalbi ilk dünürüne yatışmasıdır. Tatarhâniyye'nin
kerâhiyyeî bâbında böyle denilmiştir Anla!"
"Ses çıkarmazsa iki kavil
vardır." Yani Şâfiilerce İki kavil vardır. Hayreddin-i Remlî diyor ki:
"Şâfiîlerin susan kimseye söz nisbet edilmez demeleri caiz olduğunu
tercihi gerektirir."
Ben derim ki: Bu hal karineleriyle kadının
ilk dünüre kalbi yattığı bilinmezse zâhirdir. Aksi takdirde razı olduğunu açık
söylemiş gibi olur.
"Ben evlenmek istiyorum gibi..."
Beyhakî'nin Said b. Cübeyr'den tahric ettiği bir hadîsde: Meğerki yerli yerinde
bir söz söylemiş olsun, âyet-i kerîmesi hakkında: Ben sana rağbet ediyorum, ben
bir araya gelmemizi pek arzu ediyorum gibi sözler söyler, demiştir. Bunda
evlenmek ve nikâh gibi şeyleri açıklamak yoktur. Sen gerçekten güzelsin veya
elverişlisin gibi sözler de böyledir. Burada Bedâyı sahibine red cevabı vardır.
O: "Bir araya gelmemizi istiyorum; sen gerçekten güzelsin gibi sözler
söyleyemez. Çünkü hiç bir kimsenin ecnebî bir kadının yüzüne karşı bunları
söylemesi helâl değildir." demiştir.
Reddin vechi şudur: Bu rivâyet edilmiş bir
tefsirdir. Hidâye sahibi ve başkaları gibimezhebimiz uleması bunu kabul
etmişlerdir. Evlenmek istemek için bu ta'riza izin verilmiştir. Memnu olan buna
mâni olmaktır. Zira bir kimse açıkça evlenme ve nikâh sözleriyle ecnebî bir
kadına dünürlükte bulunsa câiz olur. Buna bir mâni yoktur. O halde ta'rizda
bulunmak evleviyetle câizdir. Evet, bu sözlerle dünürlük yoluyla olmayarak o
kadına hitab etmek yasaktır. Ama sözümüz orada değildir. Anla!
"Ta'riz yoluyla istemek
sahihtir." Ta'riz açık konuşmanın hilafıdır. Ku-histânî diyor ki:
"Tahkîka göre ta'riz bir sözden onun hakikî veya mecazî yahut kinâye
mânâsını kasdetmek, sözün gelişinden de arz ettiği mânâyı kasdetmektir.
Binaenaleyh gerek kelimenin mânâsı, gerekse arz etmek istediği mânâ ikisi de
maksuddur. Lâkin o söz arz ettiği mânâda kullanılmaz. Meselâ bir şey istemeye
gelen kimse: Sana selâm vermeye geldim der de sözden selâmı, sözün gelişinden
de bir şey istemeyi kasdeder."
"Fakat boşanan kadın bil ittifak
istenemez." Bu ifadeyi Bahır ve Nehir sahibleri Mi'râc'dan nakletmişlerdir
ki, talâk-ı bâine de şâmildir. Bunu Zeylaî açık söylemiştir. Fetih'de şöyle
denilmektedir: "Boşanan kadın hakkında ta'riz bil ittifak câiz değildir.
Çünkü onun asla evinden çıkması câiz değildir. Binaenaleyh herkese gizli kalmayacak
şekilde ta'riz yapmaya imkân bulamaz. Bir de bu boşayan şahsın düşmanlığını
kazandırır." Bil ittifak demesi ihtiyarda nakledilen ifadeye aykırıdır.
Orada şöyle denilmiştir: Bütün bunlar bâinle boşanan ve kocası ölen kadın
hakkındadır. Talâk-ı ric'i ile boşanana gelince: Onu açıkça istemek câiz
olmadığı gibi işaret yoluyla istemek de caiz değildir. Çünkü ilk kocasının
nikâhı bâkîdir.
"Bunun ifade ettiği mânâ" Yani
boşayanın düşmanlığı diye kayıdlayarak yaptığı ta'lil demek istiyor.
"Câiz olmaktır." Sözündeki zamir
ta'riza râcidir. Bu suretle dünürlük ve ta'riz arasında fark yapılmış olur. T.
Yani şârih yukarıda âzadlık ve nikâh-ı fâsid iddeti bekleyen kadına dünürlük
yollamanın câiz olmadığını söylemişti. Ama dünürlük başka ta'riz başka demek
istiyor.
"Lâkin Kuhistâni'de ilh..." Şu
ibâre vardır: "Âzâdlık iddeti bekleyenler hakkında nass yoktur. Bunların
ilk ikisine ta'riz caiz olmak gerekir. Son ikisi bunun hilâfınadır.
Zahîriyye'de bildirildiğine göre bunların evden çıkmaları câiz değildir. ilk
ikisi böyle değildir. Muzmerat'ta ta'rizin dışarı çıkmaya bina edildiği
bildirilmiştir."
Hâsılı ilk ikisine yani âzâdlık ve şübheyle
cima iddeti bekleyenlere ta'riz câizdir. Çünkü onlar iddet bekledikleri evden
çıkabilirler. Ayrılma yani fesh iddeti bekleyenle nikâh-ı fasid iddeti bekleyen
bunun hilâfınadır. Onlar evden çıkamadıkları için kendilerine ta'rizda bulunmak
câiz değildir. Çünkü ta'rizin câiz olması dışarı çıkmanın câiz olmasına
bağlıdır. Zira dışarı çıkamayan kadına ta'rizda bulunmak imkânı yoktur. Lâkin
Hâkim Kâfî adlı eserinde azâdlık iddeti bekleyenle nikah-ı fâsid iddeti
bekleyen kadının dışarı çıkabileceklerini söylemiştir. Evet, âzâdlık iddeti
bekleyen kadın hakkında bu müşkildir. Zira gördün ki, ta'rizda bulunmanın haram
kılınması boşayan kimsenin düşmanlığına sebeb olur. Âzâdlık iddeti bekleyen
kadında bu vardır. Çünkü onu âzâd eden efendisidir. Onunla kendisi evlenmek
isterse bu hususta başkasına düşman kesilir. Meğerki âzâdlık iddeti bekleyenden
sahibi ölen kasdedilsin. O zaman işkâl kalmaz. Çünkü kadın vefat iddeti bekler.
Kuhistânî'nin nüshasında âzâd iddeti bekleyen düşmüştür. Hâşiye yazarının
nüshasında ise mevcuddur. Onun için sözünü muradından başkaya yorumlamıştır.
Anla!
METİN
Talâk-ı ric'i ve bâin iddeti bekleyen bir
kadın mükellef ve hür ise yahut kendisine velev fâsid nikâhtan olsun ev
hazırlanmış cariye ise, Zahîriyye'de bildirildiğine göre nasıl ayrılırsa
ayrılsın velev iddetinin nafakası yahut mesken karşılığında hul' yapmış olsun
esah kavle göre -İhtiyar- gece ve gündüz asla evinden çıkıp başkasının evi
bulunan avluya gidemez. Velev ki kocasının izniyle olsun. Çünkü bu Allah
Teâlâ'nın hakkıdır. Kocasının evini kiralaması lâzım gelir. Mi'râc. Cariye
gibisi bunun hilâfınadır. Çünkü kul hakkı önce gelir.
İZAH
"Mükellef" tâbiri küçük kız ile
deli ve kâfir kadını hariç bırakmıştır. Bahır'da Bedâyı'dan naklen şöyle
denilmiştir: "Bunların ilk ikisine teklif hükümlerinden bir şey teallûk
etmez. Kitabîyyeye gelince: O da şeriat hakkıyla muhatab değildir. Lâkin koca
kendi menîsini korumak için deli veya kitabîyye olan karısını dışarı çıkmaktan
men edebilir. Kezâ mecûsiyenin kocası Müslüman olur da kendisi Müslümanlığı
kabul etmezse hüküm budur." Yine Bahır'da Mi'râc ile Nikaye şerhinden
naklen: "Çıkmaktan men hususunda mürâhika bulûğa eren kız gibidir. Yas
tutmak vâcib olmaması hususunda ise kitabîyye gibidir." denilmektedir.
Yani boşanmadan önce kocasından gebe kalmış olması ihtimali vardır. Binaenaleyh
kocası menisini korumak için onu men edebilir demek istemiştir.
"Ve hür ise" dışarı çıkamaz. Hür
değilse talâk ve vefat iddetinde dışarı çıkabilir. Çünkü böylesinin nikâh
halinde bile kocasının evinde oturması lâzım değildir. Nikâhtan sonra da hüküm
budur. Bir de hizmet velînin hakkıdır. Onu iptal etmek câiz değildir. Meğerki
kendisine bir ev hazırlamış olsun. O zaman dışarı çıkamaz. Kocasının dönmeye
hakkı da vardır. Nikâhda cariyeye ev hazırlar da sonra boşanırsa cariyeyi
efendisi isteyinceye kadar kocası dışarı çıkmaktan men edebilir. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir.
"Ev hazırlanmış cariye ise" Yani
sahibi cariyeye kocasının evinde bir yer tahsis etmiş de kendisini istememişse
demektir.
"Nasıl ayrılırsa ayrılsın ilh..."
Yani velev ki kocasının oğlu öpmek suretiyle ayrılmaya sebeb günâh olan bir
fiil teşkil etsin demektir. Bunu Bedâyı'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Nehir sahibi diyorki: "Talâk iddeti bekleyen diye kayıdlaması cima iddeti
bekleyen kadın dışarı çıkmaktan men edilmediği içindir. O âzâdlık iddeti
bekleyenle nikâh-ı fâsid ve şübheyle cima iddeti bekleyen gibidir. Meğerki
kocası kendi menîsini korumak İçin onu çıkmaktan men etmiş olsun. Bedâyı'da
böyle denilmiştir. Zahîriyye'de ise bunun hilâfı bildirilmiştir. Orada:
"Sahih veya fâsid nikâhtan iddet icab eden sair fark vecihleri hep birdir.
Yani evinden çıkmasının haram olması hakkında müsavîdir." denilmiş,
kadının koca evinde iddet beklemeyeceği hususunda Özcendî'nin fetvası hikâye
edilmiştir."
"Kadının" zamiri fâsid nikâhla
alınan kadına râci'dir. Çünkü onun üzerinde kocasının milki yoktur. Bahır. Yani
nikâh-ı fâsid aralarını ayırmadan dışarı çıkmasına mâni değildir. Ayırdıktan
sonra da öyledir demek istiyor. Şârih faslın sonunda hilâfı nakledecek, Bedâyı'
sahibinin sözünden çıkarılan arabulmayı da söyleyecektir. Tamamı gelecektir.
"Yahut mesken karşılığında hul' yapmış
olsun." Zeylaî diyor ki: "Bi-naenaleyh kadın mesken istemeyeceğine
hul' yapmış gibi olur. Çünkü mesken masrafı kocasından sâkıt olur, kocasının
evini kiralamak kadına lâzım gelir. Oradan çıkması helâl değildir."
Fetih'de de böyle denilmiştir. Yani kocasının evinde oturması şer'an kadına
vâcibtir. Kadın bunu ıskat edemez. Yalnız masraflarını ıskat eder. Zâhirine
bakılırsa mesken masrafı diye açıklamak lâzım değildir. Mücerred mesken
karşılığında hul' olması mesken masraflarını düşürür. Nitekim biz buna hul'
babında tenbihde bulunmuştuk.
"Esah kavle göre..." Çünkü kadın
kendi hakkını kendisi iptal etmek istemiştir. Bununla onun üzerinde borç olan
hak bâtıl olmaz. Nitekim Zeylaî'de bildirilmiştir. Bunun mukabili: "Kadın
gündüzün dışarı çıkabilir. Zira bazen buna muhtaç olur. Kocası ölen kadın
böyledir." diyenlerin sözüdür. Fetih sahibi diyor ki: "Hak şudur:
Müfti olaylara bir bakar. Şayet bir vak'ada bu hul' yapan kadının çıkmadığı
takdirde âciz kalacağını görürse çıkması helâldır diye fetva verir. Kâdir olduğunu
görürse haramdır fetvasını verir." Nehir ve Şürunbulâliyye sahibleri de
bunu kabul etmişlerdir.
"Evinden" Murad ayrılık ve ölüm
anında kadına izafe edilen meskendir. Hidâye. Kocasının milki olmuş olmamış
fark etmez. Hatta kocası orada bulunmaz da kadın kirasını verebildiği bir
hanede bulunursa oradan dışarı çıkamaz. Kirasını verir, orada hâkimin izniyle
oturursa sonra kocasından alır. Bahır ve Zeylaî.
"Başkasının evi bulunan avluya
gidemez." İfadesinden murad kocasının olmayan evdir. Oradaki evler
kocasına aid ise onlara gidebilir ve hangisinde isterse geceyi geçirebilir.
Çünkü onlar mesken olarak kadına izafe edilirler. Zeylaî.
"Cariye gibisi bunun
hilâfınadır." Cariyeden muradı hâlis cariyedir. Gibisinden muradı ise
müdebbere, ümmüveled ve mükâtebedir. Maksad yer tahsis edilmediği zamandır.
Çünkühizmet, sahibinin hakkıdır. Nitekim geçmişti. Evden çıkmamak ise Allah
Teâlâ'nın hakkıdır, Binaenaleyh kulun hakkı öne alınır. Çünkü o muhtaçtır.
METİN
Ölüm iddeti bekleyen kadın gece ve gündüz
dışarı çıkar. Fakat gecenin ekserisini evinde geçirir. Çünkü nafakası kendine
aiddir. O dışarı çıkmaya muhtaçtır. Hatta yanında kendisine yetecek nafakası
bulunursa boşanan kadın gibi olur ve dışarı çıkması helâl olmaz. Fetih.
Kınye'de kadının vekili yoksa kendisine mutlaka lâzım olan ziraat gibi bir işi
yoluna koymak için çıkabileceği bildirilmiştir. Kadın oturduğu evden başka
yerde boşanır veya o ziyarette iken kocası ölürse derhal evine döner. Çünkü bu
ona vâcibdir. Talâk ve ölüm iddeti bekleyen kadınlar iddetin vâcib olduğu evde
iddet beklerler, ondan çıkarılmazlar. Ancak ev yıkılır veya yıkılacağından
yahut malının telef olacağından korkarsa yahut evin kirasını veremezse bu gibi
zaruri hallerde çıkarak en yakın bir yere gidebilir. Talâkta ise kocasının
istediği yere gider. Kadına hanedeki hissesi yetmezse başkalarından satın alır.
Müctebâ. Bu sözün zâhirine bakılırsa kadın muktedir olduğu vakit satın almak
veya kira ile tutmak kendisine vâcib olur. Bahır. 'Bu sözü Bahır sahibinin
kardeşi ile musannıf kabul etmişlerdir.
Ben derim ki: Lâkin benim Müctebâ'nın iki
nüshasında gördüğüme göre kadın perde arkasına çekilir. Kelime istirâdan değil
istıbar aslından gelmiştir. Bu kaydedilmelidir.
İZAH
"Çünkü nafakası kendine aiddir."
Yani nafakası kendi ihtiyari ile sâkıt olmamıştır. Hul' olan kadın bunun
hilâfınadır. Nitekim geçti. Ölüm iddeti bekleyenle talâk iddeti bekleyen kadın
arasında fark budur. Hidâye sahibi diyor ki: "Kocası ölen kadına gelince:
Ona nafaka olmadığı için geçim derdiyle gündüzün dışarı çıkmaya muhtaçtır. Bu
bazen karanlık basıncaya kadar uzayabilir. Boşanan kadın böyle değildir. Çünkü
onun nafakası kocasının malından gelmektedir."
Fetih'de şöyle denilmiştir: "Hâsılı
kadının dışarı çıkmasının helâl olması maişet derdiyle uğraşmasına bağlıdır.
Binaenaleyh o mikdar takdir edilir. Ne zaman ihtiyacı biterse ondan sonra
evinin dışında vakit geçirmesi helâl olmaz." Bu izahla Bahır sahibinin
itirazı def edilmiş olur. O şöyle demiştir: "Ulemanın sözlerinden
anlaşılan vefat iddeti bekleyen bir kadının dışarı çıkabilmesidir. Velev ki
yanında nafakası bulunsun. Aksi takdirde talâk veya ölüm iddeti bekleyen bir
kadın ancak zaruret için dışarı çıkabiIir derlerdi. Zira boşanan kadın zaruret
dolayı siyle gece ve gündüz dışarı çıkabilir." İtirazın def'i şöyledir:
Ölüm iddeti bekleyen kadın âdeten nafakasını kazanmak için dışarı çıkmaya
muhtaç olunca ulema onun gündüzleri ve gecenin bir kısmında dışarı
çıkabileceğini söylemişlerdir. Boşanan kadın bunun hilâfınadır. Zaruretten
dolayı çıkmaya gelince: Bu hususta aralarında fark yoktur. Nitekim aşağıda
gelen meselede bunu bildirmişlerdir. Şu halde burada murad zaruret olmayan
yerdir. Onun için Hâkim Kafi'de boşanan kadının dışarı çıkmasının mutlak olarak
memnu olduğunu söyledikten sonra: "Kocası ölen kadın gündüzün çıkabilir.
Çünkü ihtiyacı vardır. Ama evinden başka yerde gecelemez." demiştir. Bu
aralarında fark olduğunu açık olarak gösterir. Evet, metinlerin ibârelerine
bakılırsa zâhirleri Bahır sahibinin sözünü iham eder. Kâfî sahibinin yaptığı
gibi kadının çıkmasını hâcetle kayıdlasalar daha zâhir olurdu.
"Kınye'de kadının vekili yoksa
ilh..." İfadesi hakkında Nehir sahibi:"Bunu mutlaka kocasının evinde
geceler diye kayıdlamak lâzımdır." demiştir.
"Talâk ve ölüm iddeti bekleyen
kadınlar" Hakkında Cevhere'de şöyle denilmiştir: "Bu talâk ric'î
olduğuna göredir. Bâin olursa mutlaka bir perde lâzımdır. Ancak erkek fâsık ise
o zaman kadın çıkar." Bu ifadeden anlaşılır ki, ric'î talâkla boşanan
kadın kocası fâsık bile olsa evinden çıkamaz, perde çekmesi de vâcib değildir.
Çünkü aralarında evlilik devam etmektedir. Bir de bu kadınla cima'da bulunursa
nihayet ric'at etmiş sayılır.
"İddetin vâcib olduğu evde"
Sözünden murad araları ayrılmazdan önce her ikisine nispet edilen meskendir.
Velev ki kocasının evi olmasın. Nitekim yukarıda geçti. Bu söz çadırlara da
şâmildir. Nitekim Şürunbulâliyye'de belirtilmiştir.
"Telef olacağından korkarsa
çıkarılabilir." Burada ve daha sonra tesniye zamiri kullanarak
çıkarılabilirler dese daha iyi olur ve hem kocasının zulmen çıkarmasına hem de
kirayı veremediği için ev sahibinin çıkarmasına ve kadının hissesi kendisine
yetmediği vakit mirâsçının evinden çıkarmasına şâmil olurdu. Bahır.
"Yahut evin kirasını veremezse"
Sözünden anlaşılıyor ki, kirayı verebilirse kendi malından ödemesi lâzım gelir.
Boşanan kadın hâkim izniyle orada oturursa ödediği kirayı sonra kocasından
alır. Nitekim yukarıda geçti.
"Bu gibi haller" den biri de
Zahîriyye'de kaydedilen şu haldir: "Kadın geceleyin ölüden veya ölümden
korkar da yanında kimsesi bulunmazsa çok korktuğu takdirde başka yere
gidebilir, aksi takdirde gidemez."
"Talâkta ise ilh..." Sözü mahzuf
üzerine atfedilmiştir. Takdiri şudur: Bu ölümdedir. Talâkta ise kocasının
istediği yere gider. Talâkta ikinci evin tâyini kocaya, ölümde ise kadına
aiddir. Fetih. Kezâ kadını kendisi orada yokken boşarsa tâyin kadına aiddir.
Mi'râc. Yine Mi'râc'da bildirildiğine göre ölüm halinde ev yıkılırsa en yakın
muayyen bir yere gitmesi, talâk halinde ise istediği yere gitmesi câizdir.
Bahır. Bu gösterir ki, en yakın yerin tâyini kadına bırakılmıştır. Anla!
Taşındığı yerin hükmü aslî meskeninin hükmü gibidir. Kadın oradan dışarı
çıkamaz. Bahır.
"Bu kaydedilmelidir." Ben derim
ki: Benim Mûctebâ'nın iki nüshasında gördüğüm "satınalır" şeklinde
(şirâ') aslından gelmektedir. Bunu şu da te'yid eder ki; bu ifade Müctebâ'da:
"Kadın ecnebîlerden ve adamın büyük çocuklarından satın alır."
şeklindedir. Zira kadının kocasının büyük çocuklarından perdeyle örtünmesi
vâcib değildir. Lâkin ben Hâkim'in Kafîsi'nde şöyle denildiğini gördüm:
"Kocası boşadığı vakit kadının bir odadan başka yeri bulunmazsa kocasının
kendisiyle kadın arasına perde çekmesi gerekir. Ölüm halinde de öyledir.
Kocasının başka kadından büyük oğulları varsa onlarla kadının arasına perde
çekilir ve kadın orada oturur. Aksi takdirde başka yere taşınır."
Biliyorsun ki, bu zâhir rivâyetin ibâresidir. Ona müracaat icab eder. Vechi her
halde fitne olsa gerektir. Zira çocuklar yetişmiş adamlar olup kadınla birlikte
bir evdedirler. Velev ki kocasının oğulları olmakla kadına mahrem bulunsunlar.
Nasıl ki ulema genç kaynana ile baş başa kalmanın mekrûh olduğunu
söylemişlerdir. Bahır'da. Mı'râc'dan naklen: "Kocası ölür de yabancı büyük
çocukları kalırsa perdenin hükmü yine böyledir." denilmiştir. Söylediğimiz
sebebten dolayı onlara yabancı demiştir. Bu da şârihin nüshasını te'yid eder.
Müctebâ'da meselenin kadının hissesi kendisine yetmezse diye farz edilmiş
olması buna aykırı değildir. Ona yetmeyince perdeyle kadının yanında durmak
nasıl emredilir! Çünkü murad yalnız olduğu halde kadına yetmemesidir. Onun için
mesele Kâfî'de bir evde diye farz edilmiştir. Sonra Kâfî'nin: "Aksi
takdirde başka yere taşınır." demesi gösteriyor ki, satın almak kadına
lâzım değildir. Bu sözün bir misli de Hâniyye'den naklen Nehir'de ve başka
kitablardadır ki: "Mirâsçılar arasında kadına mahrem olmayan kimseler
bulunur da kadının hissesi kendine yetmezse onlar çıkarmasa bile kadın oradan
çıkabilir." şeklindedir. Bu da şârihin nüshasını tey'id eder. Bu izahla
bütün hâşiye yazarlarının şârihe olan hücumları sukut eder. Anla!
METİN
Talâk-ı bâinde aralarında mutlaka bir perde
bulunmak lâzım gelir. Tâ ki ecnebî kadınla halvette kalmış olmasın. Bu şunu
ifade eder ki, aradaki perde haram olan halvete mânidir. Ev ikisine dar gelir
veya koca fâsık olursa kocasının çıkması evlâdır. Çünkü kadının oturması
vâcibtir, erkeğin oturması vâcib değildir. Bunun ifade ettiği mânâ onunla hüküm
vermenin vâcib olmasıdır. Bunu Kemal söylemiştir. Hâkimin karı ile kocanın
aralarına girebilecek güvenilir bir kadın koyması ve bu kadının rızkının
beytülmalden verilmesi iyi olur. Bunu Bahır sahibi Telhisü'l-Cami'den
nakletmiştir. Müctebâ'da: "Efdal olan araya perde çekmektir. Kocası fâsık
ise araya bir kadın koymalıdır." denilmiş ve şöyle devam edilmiştir:
"Fitne korkusu yoksa ve birbirleriyle kârı-koca gibi karşılaşmazlarsa üç
hayızdan sonra ikisi bir evde oturabilirler." Şeyhülislama altmış
yaşlarında birbirlerinden ayrılan ve aralarında çocukları bulunup onlardan
ayrılmaları mümkün olmayan karı-kocanın birbirinden ayılmaları fakat bir evde
oturup bir döşekte yatmamaları, birbirierinin karşısına korı-koca
gibiçıkmamaları sorulmuş? Buna hakları var mıdır denilmiş. Şeyhülislâm evet
cevabını vermiş, musannıf da bunu ikrar etmiştir. Kadını seferde velev bir
şehirde boşar veya kendisi ölür de kadınla varacağı şehrin arasında sefer
mesafesi bulunmazsa kadın geri döner. Kadının şehri ile aralarında sefer
müddeti, gideceği yer ile aralarında ise ondan daha az mesafe bulunursa yoluna
devam eder. Sefer mesafesi her İki taraftan mevcud olur da kadın çölde
bulunursa yoluna devam etmekle geri dönmek arasında muhayyerdir. Sağındaki ve
solundaki yerler muteber değildir. Her iki surette yanında velîsi bulunsun
bulunmasın müsavîdir.
İZAH
"Talâk-ı bâinde" Ve ölümde
aralarında mutlaka bir perde bulunmak icab eder. Tâ ki kadın onunla mahrem
olmayan mirâsçılardan örtünsün. Hindiyye. Bu sözün zâhirine bakılırsa talâk-ı
ric'îde perde yoktur. Musannıfın aşağıda gelen: "Ric'î talâkla boşanan da
bâin gibidir." sözü onda da perde lâzım geleceğini ifade eder. Ric'at
bâbında geçen: "Boşanan kadının yanına haber vermeden girmez." sözü
dahi bunu te'yid eder. Sonra zâhire bakılırsa buradaki perde mendubdur. Çünkü
kadın ecnebî değildir. Bu zabdedilmelidir. T.
Ben derim ki: Biz Cevhere'den naklen
talâk-ı ric'îde perde lâzım gel-mediğini ifade eden sözler arz etmiştik. Velev
ki koca fâsık olsun. Çünkü evlilik devam etmektedir. Kadına yanına girdiğini
bildirmesi istemediği halde ric'at etmiş sayılmasın diyedir. Bu ise yanına
girdikten sonra perde kullanmanın vâcib olmasını gerektirmez. Evet, mendub
olmasına bir mâni yoktur.
"Bu şunu ifade eder ki ilh..."
Yani ta'lil oradaki perdenin haram olan halvete mâni olmasını gerektirir.
Ecnebî kadın hakkında da bunu söylemek mümkündür. Velev ki kendisinden iddet
bekleyen olmasın. Ancak bunun hilâfına nakil bulunursa bir diyeceğimiz kalmaz.
Bahır.
"Koca fâsık olursa kocasının çıkması
evlâdır." Çünkü perde İle iktifa edilmesi kocası haram hükmüne itikad
ettiği içindir. Binaenaleyh o haram olan bir şeye cür'et göstermez. Meğerki
fâsık olsun. Fetih.
"Bunun ifade ettiği mânâ" Yani
kadının oturması vâcibdir diye ta'lil de bulunmanın ifade ettiği mânâ onunla
hüküm vermenin yani erkeğin oradan çıkmasına hüküm vermenin vâcib olmasıdır.
Ulemanın: "Erkeğin çıkıması evlâdır." demeleri her halde daha tercih
olunur mânâsınadır. Nitekim "Haram kılanla mubah kılan delil karşı karşıya
geldikleri vakit haram kılan evlâdır yahut daha tercihe şâyândır." denilir
ve bundan vücub murad olunur. Fetih.
"Güvenilir bir kadın koyması..."
Burada şöyle bir itiraz yapılamaz: "Sizin kaidenize göre kadın araya
girmeye elverişli değildir. Hatta siz kadına güvenilir kadınlarla beraber
yolculuk müsaadesi bile vermediniz. Başka kadının katılmasıyla fitne artar
dediniz!" Çünkü biz şöyle diyoruz: Kadın şehirde araya girmeye
elverişlidir. Zira orada kavmü kabileden utanmak veicabında yardım istemek
vardır. Çöl bunun hilâfınadır. Zeylai. Böylece bu söz kadının araya
girebilmesinin mânâsı imdat isteme imkânı olduğunu anlatmaktadır.
"Rızkının beytülmalden verilmesi iyi
olur." Çünkü kadın Allah Teâlâ'nın hakkı için kocayı karısından men
etmekle meşguldür. Bu ferc meselelerine gösterilen ihtiyattandır. Binaenaleyh
nafakası da Allah Teâlâ'nın malından verilir. Zahîre.
"Müctebâ'da ilh..." Şöyle
denilmiştir: "Efdal olan gecelemek hususunda aralarına perde koymaktır.
Ancak koca fâsık olursa aralarına güvenilir bir kadın konulur. Buna da imkân
yoksa kadın çıkmalıdır. Ama erkeğin çıkması daha iyidir." Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır. Burada evvelce geçene muhalefet vardır. Çünkü Hidaye
sahibine uyarak musannıfın da dediği gibi perde koymak mutlaka lâzımdır Zâhir
olan budur. Çünkü ecnebî kadınla halvette kalmak haramdır.
"Şeyhülislâm" Mutlak olarak
söylenince Haherzâde nâmıyla meşhur olan Şeyh Bekr anlaşılır. Şarih bunu
nakletmekle Müctebâ'dan naklettiği" kadınla beraber oturmanın bir hâcetten
dolayı olmasına tahsis etmek istemiştir. Meselâ çocukları olur da yalnız
babalarıyla yahut yalnız anneleriyle kalırlarsa zâyi olacaklarından korkulur.
Yahut kendileri yaşlı olurlar da erkeğin bakacak, kadının yiyecek satın alacak
kimsesi bulunmaz. Zâhire bakılırsa altmış yaşlarında diye kaydedilmesi ve
çocuklar bulunduğunu söylemesi sual hadisesinde böyle olduğundandır. Nitekim
bunu Tahtâvi ifade etmiştir.
"Kadın geri döner." Yani kadın
ister şehirde ister başka bir yerde bulunsun geri döner. Bu varacağı yer sefer
mesafesi olduğuna göredir. Bahır. Yani kadın iddeti içinde mahremsiz sefere
çıkmış olmamak için geri dönmesi icab eder. Kendisiyle varacağı yer arasında
sefer mesafesi bulunursa bunun hilâfınadır. İki rivâyetten birine göre kadın
muhayyerdir. Çünkü sefer yoktur. Anla!
"Kadının şehri ile aralarında ilh
" Meselesi birinci meselenin aksinedir.
"Yoluna devam eder." Çünkü geri
dönmesinde yeni bir sefer ortaya çıkarmak vardır.
"Sefer mesafesi her iki taraftan mevcud
olursa ilh..." Bu üçüncü me-seledir. Bunun aksi de aynı hükümdedir. Aksi
her iki taraftan sefer müddeti bulunmamaktır. O zaman kadın muhayyer kalır. Ama
geri dönmesi daha iyi olur. Kâfî'nin ifadesine göre hüküm budur. Nihâye ve
diğer kitabların ifadelerine göre ise geri dönmesi teayyün eder. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir. İki taraftan biri diğerine tercih edilmez. Bana
ikincisi tercih edilecek gibi geliyor. Çünkü bunda seferi kesmek vardır. Bu onu
tamamlamaktan daha iyidir. Meğerki ikinci meselede olduğu gibi onu kesmekle
yeni bir sefer meydana getirmek lâzım gelsin. Sonra gördüm ki Fetih sahibi
bunun daha güzel olduğunu. Hidâye sahibinin birinci meseledeki geri dönmeyi
mutlak söylemesinin gereği bu olduğunu söylemiştir. .Yani Hidaye sahibibirinci
meseleyi Bahır sahibinin yaptığı gibi kayıdlamamıştır.
"Sağındaki ve solundaki yerler"
Yani şehir ve köyler muteber değildir. Çünkü bunlar ne vatandır ne de gitmek
istenilen yer! Binaenaleyh onları itibara almakda kadına zarar vardır.
"Her iki surette" Yani gerek
dönmeyi tâyin, gerekse muhayyer bırakmak suretlerinde yanında velîsi bulunup
bulunmaması müsavîdir.
METİN
Kocasının evinde iddet beklemek için geri
dönmesi daha iyidir. Lâkin yaşamaya elverişli bir yere uğrarsa -Nitekim
Bahır'da ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Nehir'de o yer ile varacağı yer
arasında sefer mesafesi varsa ifadesi ziyade edilmiştir.- yahut oturmaya
elverişli bir kasaba veya köyde bulunursa mahrem bulamadığı takdirde bil
ittifak orada iddetini bekler. İmam-ı Azam'a göre mahrem bulsa da orada bekler.
Sonra varsa bir mahremle yola çıkar. Boşanarak iddet bekleyen bir kadın
boşandığı yerde beklemekten zarar görüyorsa çölde kocasıyla birlikte bir hödüç
veya çadırda Bedevîlerle yolculuk eder. Fetih. Kocası onu götürebilir. Zarar
görmezse götüremez. Kocası velev talâk-ı ric'iden olsun iddet bekleyen karısını
sefere götüremez. Bahır. Geçen hususatta talâk-ı ric'î ile boşanan kadın bâinle
boşanan gibidir. Şu kadar var ki, sefer müddetinde kocasından ayrılmaktan men
edilir. Çünkü evlilik bâkîdir. Bâinle boşanan bunun hilâfınadır. Nitekim
geçmişti.
FER'İ MESELELER: Bir adam boşadığı karısını
yakınına iskan etmesini hâkimden isterse hâkim ona icabet etmez. Kadın ancak
ayrıldığı evde iddet bekler. Zahîriyye.
Kadın kocasının oğlunu öperse kendisine
mesken verilir, nafaka ve-rilmez.Tatarhâniyye. Nikâh-ı fâsidden iddet bekleyen
kadın dışarı çıkmaktan men edilmez. Müctebâ.
Ben derim ki: Yukarıda Bezzâziye'den naklen
bunun hilâfı geçti. Lâkin Bedâyı'da; "Kitabîyye, deli ve âzâd ettiği
ümmüveled gibi kocası menîsini korumak için onu men edebilir."
denilmektedir. Bellenmelidir.
İZAH
"İddet beklemek için ilh..."
Çünkü sefer mesafesi olmak hususunda iki taraf müsavî gelince dönmek için
tercih sebebi vardır. O da aslî vâcibin hâsıl olmasıdır. Binaenaleyh dönmesi
evlâdır. Vâcib olmaması oraya ancak sefer mesafesi yürümekle varılacağı
içindir.
"O yer ile varacağı yer arasında sefer
mesafesi varsa" Cümlesini ziyade etmenin ne faydası olduğunu sen düşün!
Çünkü mesele dönüşde oraya uğrarsa yahut giderken uğrar da iki taraf arasında
sefer mesafesi bulunursa diye farz edilmiştir. Sonra Nehir'e müracaat ettim.
Fakat bunu orada göremedim.
"Yahut oturmaya elverişli" meselâ
malının ve canının emin olduğu ve aradığını bulduğu bir yerde boşanır veya
kocası ölürse orada iddet bekler.
"Kocasıyla birlikte" Yani hödüç
veya çadırın içinde kocasıyla beraber olduğu halde yolculuk eder. Bahır
sahibinin Zahîriyye'den naklettiği ibaresi: "Kadını çölde hödüç veya
çadırda beraberinde iken boşar da kocası ot veya su aramak için bir yerden
başka yere giderse ilh..." şeklindedir.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa bu hödüç
veya çadırda kadının ayrılmasına imkân olmadığı ve aralarında perde bulunmadığı
zamandır. Rahmeti: "Koca fasık ise ikisinin arasına kudretli bir kadın
koymak icab eder." demiştir. Allah'u a'lem.
"Sefere götüremez." Yani kadını
evinde boşarsa onu sefere götüremez. Velev ki talâk-ı ric'î ile boşamış olsun.
Ric'at bahsinde Kemal'in seferi ric'at saydığı geçmişti. T.
"Bâinle boşanan bunun
hilâfınadır." Çünkü o dilediği kimseyle birlikte geriye döner veya yoluna
devam eder. Aralarında nikâh kalmadığı için kocası ecnebî olmuştur. Zeylaî.
"Kendisine mesken verilir." Çünkü
mesken şeriatın hakkıdır, nafaka verilmez. Zira ayrılık kadının işlediği bir
suçtan ileri gelmiştir. T.
"Bezzâziye'den naklen bunun hilâfı
geçti." Yani iddet bâbında: "Koca-sının evinde iddet beklemez."
Bezzâziye. demişdi. Lâkin bu söz Müctebâ'nın ifadesine muhalif değil
muvafıktır. O halde münasib olan: "Zahîriyye'den bunun hilâfı
nakledilmişti." demekdi Yani bu fasılda musannıfın: "Ric'î ve bâin
iddeti bekleyen kadın dışarı çıkamaz." dediği yerde şârih:
"Zahîriyye'de beyan edildiğine göre ne şekil ayılırlarsa
ayrılsınlar." demişdi.
"Lâkin Bedâyı'da ilh..."
ifadesiyle şârih iki ibâre arasındaki aykırılığı gidermek istiyor. Çıkabilmeyi
kocasının men etmediğini, çıkamamayı da men ettiğine yorumluyor.
Ben derim ki; Lâkin bunu kocası yoksa diye
kayıdlamak gerekir. Çünkü kocasının hakkı tercih edilir. Bunu Hâkim'in
Kâfîsi'ndeki şu ifade de te'yid eder: "Ümmüveled efendisinden iddet
beklerken ve kezâ bir kadın nikâh-ı fâsidden iddet beklerken bundan korunmak
yoktur. Her ikisi dışarı çıkar ve evlerinden başka bir yerde geceleyebilirler.
Görmüyor musun bir adamın karısı kocaya varır da cima'dan sonra araları ayrılır
ve ilk Kocasına iade edilirse kadın ona süslenip zînetlenebilir. Ve kadının üç
hayızdan ibaret bir iddet beklemesi gerekir." Allah u a'lem.
METİN
Haml müddetinin en çoğu iki senedir. Delili
Aişe (R.A.)'nin haberidir. Nitekim radâ bahsinde geçmişti. Üç mezhebin
imamlarına göre ise dört senedir. En azı bil icma altı aydır. Binaenaleyh
talâkı- ric'î iddeti bekleyen bir kadın çocuğunun nesebi iddetinin geçtiğini
ikrar etmedikçe, müddet de ihtimalli bulundukça iki seneden fazlada bile
doğursa sâbit olur.- Velev hayızdan kesildiği için aylarla iddet beklesin.
Bedâyı'. Bu hususta nikâh-ı fâsid de sahih nikâh gibidir.- Kuhistânî. Velev ki
yirmi senede veya daha fazlada doğursun. Çünkü kadının temizlik müddetinin
uzaması ve çocuğun iddet esnasında kalması ihtimali vardır.
İZAH
Bu fasıl nesebin ne kadar müddette sâbit
olacağını veya olmayacağını beyan hakkındadır. Nehir sahibi şöyle demiştir:
"Musannıf iddet bekleyen kadınların nev'ilerini beyandan sonra hâmile
olarak iddet bekleyenlere ne lâzım geleceğini izaha geçmiştir ki, o da nesebin
sübutudur."
"Delili Âişe (R.A.)'nın
haberidir." Darekutnî ile Beyhakî'nin Sünen'lerinde tahriç ettiklerine
göre Hz. Aişe: "Bir kadın haml müddetinde iki senenin üzerine el iği
direğinin gölgesi kadar bile ziyade etmez." Demiştir. Bir rivâyette hadîs:
"Haml iki seneden ziyade olamaz ilh..." diye başlar Tamamı
Fetih'dedir. Bahır sahibi diyor ki: "El iğinin gölgesi azlığa misaldir.
Çünkü dönerken o başka gölgelerden Daha çabuk yok olur."
"Dört senedir." Zira
Darekutnî'nin Mâlik b. Enes'den rivâyet ettiği bir hadîsde Hz. Mâlik: "Bu
kadın bizim komşumuzdur. Muhammed b. Acla'nın karısıdır. Sözü doğru bir
kadındır. Kocası da doğru sözlüdür. 12 senede üç batın çocuk doğurdu. Her batnı
dört senede doğurdu." demiştir. Şübhesiz ki Hz. Aişe'nin sözü ancak
işitmekle bilinen şeylerdendir. Binaenaleyh bu habere tercih edilir. Çünkü şâri
hazretlerine nisbeti sahih olduktan sonra artık hata olmak ihtimali kalmaz. Bu
hikâye onun hilâfınadır. Zira İmam Mâlik'e nisbeti sahih olduktan sonra dahi
hata olmak ihtimali vardır. Kadının hayız kanı dört sene kesilip sonra çocuk
doğması mümkündür. Temizlik müddetinin iki sene veya daha fazla uzaması, sonra
gebe kalması câizdir. Karnında meselâ bir hareket hissetse bile çocuk olduğu
hususunda kesin değildir. Tamamı Fetih'dedir.
"Velev aylarla iddet beklesin."
Yani hayızdan kesildiğini zannederek aylarla iddet beklesin. Zira çocuğu
doğurmakla hayızdan kesilmediği anlaşılmış olur. Bunu Ebussûud'dan naklen
Tahtâvî söylemiştir.
Ben derim ki: Bu iddet bekleyen kadını
umumileştirmektir. Yani kadın bâin veya ric'î talâkta iddetim hayızlarla veya
aylarla beklesin bittiğini ikrar etmedikçe fark etmez. İddetinin bittiğini üç
ayla tefsir ederek ikrarda bulunursa hüküm yine budur. Çünkü iddetinin aylarla
olmadığımeydana çıkar ve ikrarı sahih olmaz. Üç hayız sığacak bir müddette
iddetinin bittiğini mutlak olarak ikrar ederse bakılır: İkrarından itibaren
altı aydan daha azda doğurmuşsa neseb sâbit olur. Aksi takdirde neseb sâbit
değildir. Çünkü hayızdan kesilmesi bâtıl olunca kadının ikrarı hayızlarla
iddetinin bittiğine yorumlanır. Bu mümkün olduğu kadar onun sözünü doğruya
yorumlamak içindir. Bu satırlar kısaltılarak Bedâyı'dan alınmıştır. Bahır
sahibi onu mânâ bozulacak derecede kısaltmıştır.
"Nikâh-ı fâsid de sahih nikâh
gîbîdir." İfadesi söz götürür. Çünkü ule manın: "Kadın çocuğu tam iki
senede veya fazlada doğurursa bu ric'at olur.". sözlerine uymaz. Nikâh-ı
fâsid iddetinde yapılan cima ric'atı icab etmez. Buna Tahtâvî: "Buradaki
işaret ric'ata değil nesebin sübutunadır." diye cevap vermiş, sözüne şöyle
devam etmiştir:: "Sonra burada nesebin sübutunun yeri ayrılma vaktinden
itibaren iki seneden daha azda doğurmuş olmasıdır, daha fazlada doğurması
değildir. iki senenin tamamında doğurursa hükmün ne olacağı
araştırılmalıdır." Biz bu husustaki sözün tamamını mehir babında arz
etmiştik.
"Müddet de ihtimalli bulundukça"
Yani iddetin geçebileceği bir zamansa demektir ki, bu kayıd metnin ibâresinden
değil mefhumundan alınmıştır. Çünkü iki seneden fazlada doğurduğunda iddetinin
geçtiğini ikrar etmemesini geçmesi ihtimali ile kayıdlamak doğru değildir.
Fetih ve diğer kitabların ibâreleri şöyledir: "İddetinin bittiğini ikrar
etmedikçe böyledir. Bittiğini ikrar eder de müddet de buna elverişli bulunursa,
yani İmam-ı Azam'ın kavline göre altmış gün, İmameyn'in kavline göre otuz dokuz
gün olur da sonra çocuğu doğurursa nesebi sâbit olmaz. Meğerki ikrar vaktinden
sonra altı aydan azda doğurmuş olsun. O zaman nesebi sâbit olur. Zira ikrar
vaktinde hamile bulunduğu kesinleşir ve kadının yalan söylediği anlaşılır. Bu
bâin talâkla boşanan hakkında da böyledir. Kocası ölen kadın ise iddetinin
bittiğini iddia eder de sonra tam altı ayda bir çocuk doğurursa nesebi sâbit
olmaz. Daha azda doğurursa sâbit olur."
METİN
Doğum iki seneden fazlada veya tam iki
senede olmuşsa ric'at sayılır. Çünkü çocuk iddet içinde kalmıştır. Daha azda
olursa ric'at sayılmaz. Zira nesebi sâbit olsa da şübhe vardır. Nasıl ki
talâk-ı bâinle boşanan bir kadın talâk vaktinden itibaren iki seneden azda
doğurur da iddetinin geçtiğini ikrar etmezse, ihtiyatan iddiaya hâcet
kalmaksızın neseb sâbit olur. Çünkü hamlin talâk vaktinde mevcud olması
câizdir. Nitekim geçmişti. İki senenin tamamında doğurursa neseb sâbit olmaz.
Bazıları sâbit olduğunu söylemişlerdir. Çünkü talâk halinde gebe kalmak
tesavvur olunabilir. Cevhere sahibi doğrusunun bu olduğunu söylemiştir. Ancak
kocasının bendendir diye iddiasıyla sâbit olur, Çünkü o bunu iltizam etmiştir.
Bu aynı zamanda akid şübhesidir.
İZAH
"Çünkü çocuk iddet içinde
kalmıştır." Binaenaleyh cima etmekle bu adam karısına ric'at etmiş olur.
Nehir. "Doğum ric'at sayılır." sözünün mânâsı ric'ata delil olur
demektir. Çünkü hakikî ric'at doğumla değil sâbık cimayla olmuştur.
"Şübhe vardır." Kadının talâktan
önce ve sonra gebe kalmış olması ihtimali vardır. Binaenaleyh şübhe ile ric'at
etmiş sayılamaz. Velev ki nesebi sâbit olsun. Nesebinin sâbit olması gebelik
nikâh veya iddet halinde bulunduğu içindir. Cevhere.
"Nasıl ki talâk-ı bâinle boşanan bir
kadın" Sözü bir ve üç talâk-ı bâine şâmil olduğu gibi hürreye ve mâlik
olmamak şartıyla cariyeye de şâmildir. Nitekim gelecektir. Kezâ iddet içinde
veya dışında evlenmesine de şamildir. Bahır. Bunun izahı fer'î meselelerde
gelecektir. Tahtâvi'nin Hamevî'den, onun da Bercendî'den naklettiğine göre
talâk-ı bâinle boşanan kadının cima edilmiş olması şarttır. Cima edilmemişse
araları ayrıldıktan sonra altı ayda veya daha fazlada doğurduğu takdirde nesebi
sâbit olmaz. Daha azda doğurursa sâbit olur. Yani akid vaktinden itibaren altı
ayda veya fazlada doğurursa demek istiyor. Bahır'da şöyle denilmiştir:"
Bilmiş ol ki ric'î ve bâin talâkla boşanan kadının doğurduğu çocuğun nesebinin
sabit olması aşağıda gelecek doğum şâhidliği veya kocanın gebeliği itirafı
yahut zâhir olan gebelikle kayıdlıdır.
"İddetinin geçtiğini ikrar
etmezse" İhtiyatan iddiaye hâcet kalmaksızın neseb sâbit olur. İddetinin
geçtiğini ikrar ederse talâk-ı ric'î gibi olur. Nitekim Fetih'den naklen arz
etmiştik.
"Nitekim geçmişti." Yani ikrar
bulunmamasını şart koşmak talâk-ı ric'îde geçen gibidir.
"İki senenin tamamında doğurursa"
Diye hâssaten zikretmesi daha fazlada doğurduğunda evleviyetle neseb sâbit
olmadığındandır. H.
"Neseb sabit olmaz." Çünkü sabit
olsa gebeliğin talâktan önce bulunması lâzım gelir. Zira talâktan sonra cima'
helâl değildir. Ric'i talâkla boşanan bunun hilâfınadır. O zaman çocuğun ana
karnında iki seneden fazla kalması lazım gelir. Bahır.
"Çünkü talâk hâlinde gebe kalmak
tesavvur olunabilir." Yani firâş haIi ortadan kalkmadan gebe kalmış olur.
Nitekim bunu Kâdîhân söylemiştir ki güzeldir. O zaman çocuğun ana karnında iki
seneden fazla kalması lâzım gelmez. Bunu Nehir sahibi söylemiştir ve Fetih'den
alınmıştır.
"Doğrusunun bu olduğunu söylemiştir '
0 Kudûrî'nin "Sabit olmaz." sözü için kesinlikle yanlıştır demiştir.
Çünkü başka kitablarda sâbit olur denilmiştir. Nehir sahibi diyor ki: "Hak
atan bunu muhtelif iki rivâyet bulunduğuna yorumlamaktır. Çünkü metînler
Kudurî'nin dediği gibi hep sabit olmadığını kaydetmişlerdir. Kenz ve Vâfi
sahipleri, kezâ Sadru'ş-Şeria ve Mecma sahibi bu yoldan yürümüşlerdir. Onlar
rivâyetî daha iyi bilirler."
"Çünkü o bunu iltizam etmiştir."
Yani bunun vechi de vardır. Kadını iddet içinde şübheyle cima etmiş olabilir.
Hidâye ve diğer kitablar.
"Bu aynı zamanda akid
şübhesidir." Yani fiil şübhesi olduğu gibi aynı zamanda akid şübhesidir.
Şârih bu sözle Zeylaî'nin itirazına cevap vermek istemiştir. Onun itirazı
şudur: Üç talâkla boşanan bir kadına kocası şübheyle cimada bulunursa bu fiilde
şübhe olur. Ulemanın söylediklerine göre fiil şübhesinde neseb sabit olmaz.
Velev ki kocası iddia etsin." Bahır sahibi buna şöyle cevap vermiştir:
"Üç talâkta boşanan kadın mal karşılığında boşanmışsa onunla cimada
bulunmak hâlis fiil şübhesi değildir. Aynı zamanda akid şübhesidir. Binaenaleyh
çelişki yoktur. Çünkü nesebin sâbit olması akid şübhesi bulunduğundandır. Şu da
var ki, İbn-i Melek'in Mecma şerhînde açıkladığına göre bir kimse yanına zifaf
olunan kadınla cimada bulunur ve kendisine bu senin karındır denilirse bu fiilde
şübhe olur. Kocası iddia ederse neseb sâbit olur. Bundan anlaşılır ki, her fiil
şübhesi neseb iddiasına mâni değildir." İnşallah hudud bahsinde fiil
şübhesiyle akid ve mahal şübheleri arasındaki farkın tahkîki gelecektir. H. Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır.
METİN
Ve ancak kadın ikiz doğurur da çocukların
biri iki seneden azda, diğeri iki seneden fazlada doğarsa nesebleri sâbit olur.
Bir de ancak kocası o kadına malik olursa satın aldığı günden itibaren altı
aydan daha azda doğurmak şartıyla nesebi sâbit olur. Velev ki talâk vaktinden
itibaren iki seneden fazlada doğursun. Sair ayrılma sebebleri de talâk gibidir.
Bedâyı. Lâkin Tahâvî şerhinden naklen Kuhistânî'de bildirildiğine göre iki
seneden fazlada doğurursa bendendir diye iddia şarttır. Bir rivâyete göre velev
ki kadın onu tasdik etmesin. Bu rivâyet daha güzeldir. Fetih.
İZAH
"Ve ancak kadın ikiz doğurursa
ilh..." Meselâ bir kimse bir cariye satar da cariye bu şekilde iki çocuk
doğurursa, satan kimse bu çocuklar bendendir diye iddia ettiğinde çocukların
nesebi sâbit olur ve satış bozulur. Bu, Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed'e göre
nesepleri sâbit olmaz. Çünkü ikinci çocuk bâinle boşadıktan sonra ana rahmine
düşmüştür. Birinci de ona tâbi olur. Çünkü ikizdirler. Bazıları doğrusunun bu
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü carîyenin ikinci çocuğu satmadan önce sahibinin
milkinde meydana gelmiş olabilir. Bâinle boşanan kadının ikinci çocuğu bunun
hilâfınadır. Fetih.
"Bir de ancak kocası o kadına mâlik
olursa..." Ben derim ki: Bu mesele fer'î meselelerin başında gelecektir.
Hülasası şudur: Bir adam cariye olan karısını boşar da sonra satın alırsa onu
ya cima etmeden yahut cima ettikten sonra boşar. Cimadan sonra boşadığında
talâk ya ric'idir yahut bâin; ya bir talâkla boşamıştır yahut iki talâkla. Cima
etmeden boşarsa çocuğunnesebi sâbit olmak için talâktan itibaren altı aydan
azda doğurması şarttır. Cimadan sonra iki talâkla boşarsa talâktan itibaren iki
sene veya daha az geçmesi şarttır. Her iki surette satın alma vakti İtibara
alınmaz. Bir talâk-ı bâinle boşarsa hüküm yine böyledir. Talâk-ı ric'î ile
boşarsa neseb sâbit olur. Velev ki talaktan sonra on sene geçmiş olsun. Yalnız
her İki meselede satın aldıktan sonra altı aydan azda doğurması şarttır. Bu
izahtan anlaşılır kî, "Velev iki seneden fazlada olsun." sözü ric'î
talâka mahsustur. Bizim sözümüz ise talâk-ı bâin hakkındadır. Şu halde doğrusu
"fazla" kelimesini atmaktır. Anla!
"Bedâyı..." Orada şöyle
denilmiştir: "Talâk iddeti bekleyen kadın hakkında bildiği her cevap
talâktan başka ayrılma sebeblerinden biri ile iddet bekleyen kadın hakkında da
cevabdır." Bahır, Yani kocasının dinden dönmesi sebebiyle veya bulûğ yahut
âzâdlık muhayyerliği ile yahut küf'u olmaması veya mehri misil bulunmaması gibi
bir sebeble ayrılarak iddet beklerse demek istiyor.
"Lâkin Kuhistâni'de bildirildiğine
göre" Sözü musannıfın: "İki senenin tamamında doğurursa neseb sâbit
olmaz, Ancak kocasının bendendir diye iddiasıyla sâbit olur." ibâresine
istidraktir. Kuhıstânî'nin ibâresi: "Lâkin Tahâvî şerhinde bildirildiğine
göre çocuk bendendir iddiası iki seneden fazlada doğurduğu zaman şarttır."
şeklindedir. Bu ibârenin mefhumu tam iki senede doğurursa bendendir iddiasına
hâcet olmadığını gerektirir. Ama Kuhistânî'nin Cevhere'deki rivâyete göre
hareket etmiş olması, musannıfın sözü ise Kudûrî'nin rivâyetine göre olması
mümkündür. T.
"Bu rivâyet daha güzeldir." Çünkü
çocuğun ondan olması mümkün dür. Bendendir diye iddia da etmiştir. İtiraz eden
yoktur. Onun içindir ki, bir rivâyette kadının tasdiki şart koşulmamıştır. Onu
ancak Serahsî Mebsût'ta ve Beyhâkî Şâmil'de şart koşmuşlardır. Bu da bu
rivâyetin zayıf ve garip olduğunu göstermek hususunda zâhirdir. Fetih.
METİN
Cima edilerek boşanan -velev talâk-ı ric'î
ile olsun- ve iddetinin bittiğini ikrar etmeyen mürâhikanın ve kezâ altı aydan
azda doğurmak şartıyla cima edilmeyenin çocuğunun nesebi ve kezâ iddetin
bittîğini îkrar eden kadın, ikrar vaktinden itibaren altı aydan azda doğurmak
şartıyla şayet gebelik iddia etmezse boşandıktan itibaren dokuz aydan azda
sâbit olur. Çünkü gebelik iddet içinde olmuştur. Aksi takdirde sabit olmaz.
Çünkü iddetten sonradır. Kadın küçük olduğu için susması iddetinin bittiğini
ikrar gibi sayılır. Gebelik iddia ederse bazı hükümlerde büyük kadın gibidir.
Zira bulûğa erdiğini itiraf etmiştir. Ölüm iddeti bekleyen kadının büyük ise
çocuğunun nesebi ölüm vaktinden itibaren iki seneden azda sâbit olur. Velev ki
cima edilmemiş olsun. Kadın küçük îse on ay on günden daha azda doğurduğu
takdirde çocuğunun nesebi sabit olur. Aksi tak- dirde sâbit olmaz. Dört ay
ongünden sonra iddetinin geçtiğini ikrar eder de çocuğu altı ayda doğurursa
nesebi sâbit olmaz.
İZAH
"Cima edilerek boşanan flh..."
Fetih sahibi diyor ki: "Bu meselenin hâsılı şudur: Küçük kız ya cimadan
önce yahut sonra boşanır. Cimadan önce boşanır da altı aydan azda çocuk
doğurursa çocuğun nesebi sâbit olur. Çünkü talâktan önce çocuğun varlığı
kesindir. Altı aydan fazlada doğurursa nesebi sâbit olmaz. Çünkü ona iddet
olmadığı farz edilir. İddet lâzım gelmek için talâktan önce olması lâzım
gelmez. Cimadan sonra boşarsa üç aydan sonra iddetinin bittiğini ikrar edip
ikrar vaktinden itibaren altı aydan daha azda doğurursa çocuğunun nesebi sâbit
olur. Tam altı ayda veya daha fazlada doğurursa sâbit olmaz. Çünkü ikrarıyla
iddeti bitmiştir. Kesin olarak yalan söylediğine hükmetmek için bundan önce
olması lâzım gelmez. İddetinin bittiğini ikrar etmez, gebelik iddiasında da
bulunmazsa, Tarafeyn'e göre boşandıktan sonra dokuz ay geçmeden doğurursa
nesebi sâbit olur. Aksi takdirde sâbit olmaz. Ebu Yusuf'a göre ise talâk-ı
bâinde iki seneye kadar, talâk-ı ric'îde yirmi yedi aya kadar nesebi sâbit
olur. Zira kocasının o kadınla üç aydan ibaret olan iddetinin sonunda cimada
bulunması ihtimali vardır. Kadın gebelik iddia ederse mutlak değil de iddetinin
geçmesi dokuz aydan daha aza münhasır olmaması hususunda büyük kadın
gibidir." Tamamı Fetih'dedir. Kocası ölen küçük kızın ise izahı ileride
gelecektir.
"Velev talâk-ı ric'i olsun."
Bunda mubalega göstermesi bâinin hükmüne kolaylıkla muhalefet gösterdiği
içindir. Nitekim evvelce geçti. Burada bâinle birleştiğini anlatmak istemiştir.
T.
"Mürâhika" bulûğa yaklaşan kızdır
ki, o yaşta bulûğa ermesi mümkündür. Bundan murad dokuz yaş olup kızda hâlâ
bulûğ alâmeti görülmemiştir. Dokuz yaşından küçük olan kızda gebelik mümkün değildir.
"Altı aydan azda" Yani talâk
vaktinden itibaren altı ay geçmeden doğurursa demektir.
"Kezâ iddetin bittiğini ikrar eden
kadın" Yani üç aydan sonra iddetinin bittiğini ikrar eden demektir.
"İkrar vaktinden itibaren altı aydan
azda..." Talâk vaktinden itibaren ise dokuz aydan azda doğurursa demektir.
Çünkü yalan söylediği kesin olarak meydana çıkmıştır. Nitekim Zeylaî'de
bildirilmiştir. O zaman nesebin sâbit olmaması hususunda ikrar etmesiyle
etmemesi arasında fark yoktur. Meğerki dokuz aydan azda doğurmuş olsun. İkrar
etmedi ise diye kayıdlaması İmam Ebû Yusuf muhalefet ettiği içindir. İkrar
etmesi bunun hilâfınadır. Çünkü o zaman bildiğin gibi mesele ittifâkî olur.
Bunu Halebî söylemiştir.
"Dokuz aydan azda" sözü
"Boşanan mürâhikanın çocuğunun nesebi sâbit olur." cümlesinin
kaydıdır. Bu müddette nesebinin sâbit olması kadının iddeti üç ay olduğu
içindir. Haml müddetinin en azı do altı aydır. Boşandıktan sonra dokuz ay
geçmeden doğurursa kadının iddet bitmeden hamile bulunduğu anlaşılır. Şârihin:
"Çünkü gebelik iddet içinde olmuştur." sözünün mânâsı budur.
"Aksi takdirde sâbit olmaz." Yani
daha azda değil de dokuz ayda veya daha fazlada doğurursa çocuğun nesebi sâbit
olmaz. Çünkü kadın iddetten sonra hamile kalmıştır. Kadın iddetinin geçtiğini
ikrar ederse mesele zahirdir. İkrar etmezse kıyasa göre büyük kadın gibi iki
seneden azda doğurduğunda nesebi sâbit olmak gerekirdi. Nitekim Ebû Yusuf'un
kavli budur. Tarafeyn'e göre fark şudur: Küçük kızın iddetinin bitmesi için
şeriatta bir cihet vardır. Onun geçmesiyle şeriat iddetin bittiğine hükmeder.
Bu cihet delâlet hususunda ikrardan daha kuvvetlidir. Tamamı Fetih'dedir.
"Bazı hükümlerde" Yani nesebinin
sâbit olması hakkında demektir. Çünkü onun hakkında dokuz aydan aza münhasır
değildir. Bilâkis talâk bâin ise iki seneden azda, ric'î ise yirmi yedi aydan
azda doğurduğu takdirde nesebi sâbit olur. Zira büyük kadının çocuğunun nesebi
talâk-ı ric'îde iki seneden fazlada sâbit olur. Velev ki hayızdan kesilme
çağına kadar uzasın. Çünkü temizlik müddetinin uzaması, kocasının da onunla bu
müddetin sonunda cimada bulunması câizdir. Bahır. Küçük kızın ise iddeti üç
aydır. Onunla iddetinin sonunda cima etmiş olabilir. Sonra İki sene gebe kalır.
Binaenaleyh ikrar zamanından mutlaka yirmi yedi ay geçmeden olmalıdır.
"Zira bulûğa erdiğini itiraf
etmiştir." Bulûğa ermeyen kadın gebe kalmaz.
"Büyük İse" Yani iddetinın
bittiğini de İkrar etmediyse demektir. İddetinin bittiğini ikrar ederse o kadın
aşağıda gelen: "Kezâ iddetinin bittiğini ikrar ederse ilh..." sözünde
dahildir. Bahır.
«Kadın küçük ise» Yani gebeliğini ve
iddetinin geçtiğini ikrarda bu-lunmamışsa demek istiyor ki, bu Tarafeyn'e
göredir. Ebu Yusuf'a göre iki seneye kadar nesebi sâbit olur. Bunun veçhi talâk
bahsinde iddet bekleyen küçük kız hakkında söylediklerimizdir. Zeylaî:
«Çocuğunun nesebi sâbit olur.» Çünkü vefat
iddeti bitmeden önce çocuğun mevcud olduğu anlaşılır. Bahır.
«Aksi takdirde sâbit olmaz.» Çünkü iddet
bittikten sonra meydana gelmiştir. Bahır.
«İddetinin geçtiğini ikrar eder de ilh...» Burada
şu mesele kalır: Küçük kız gebe olduğunu iddia ederse büyük kadın gibi sayılır.
Çocuğunun nesebi iki seneye kadar sâbit olur. Çünkü bu hususta söz onundur.
Zeylaî.
«Çocuğu altı ayda» veya daha fazlada
doğurursa "nesebi sâbit olmaz." Çünkü ikrardan sonra gebe kalmış
olması ihtimali vardır. Nitekim gelecektir.
METİN
Hayızdan kesilen kadına gelince: Onun hükmü
hayız gören gibidir. Çünkü ölüm iddeti bütün kadınlar hakkında aylarladır.
Bundan yalnız hamile müstesnadır. Zeylai. Çocuğu ölüm vaktinden itibaren İki
seneden fazlada doğurmuş gibi olur. Bunu inceleme neticesi Bahır sahibi
söylemiştir. Kezâ iddetinin bittiğini ikrar eden kadın şayet ikrar vaktinden
itibaren haml müddetinin en azında doğurmuşsa ve bâin talâk vaktinden itibaren
haml müddetinin çoğu geçmemişse çocuğunun nesebi sâbit olur. Çünkü yalan
söylediği kesinlikle anlaşılır. Aksi takdirde çocuğun nesebi sâbit olmaz. Çünkü
ikrardan sonra meydana gelmesi ihtimali vardır.
İZAH
«Hayızdan kesilen kadına gelince ilh...»
Bilmelisin ki şarih burada küçük kız ile hayızdan kesilen hakkında verdiği
izahatta Zeylaî'ye tâbi olmuştur. Nehir sahibi dahi bu yolu tâkip etmiştir.
Sâbık mürâhika meselesinde Bahır sahibi dahi aynı yolu tâkip etmişse de burada
muhalefet ederek şöyle demiştir: "Kadının hem hayızlarla hem aylarla iddet
bekleyenine şâmildir. Lâkin Bedâyı sahibi bunu hayız görenler diye kayıdlamış,
aylarla iddet bekleyenlerden ise hayızdan kesilmiş olsun küçük olsun ölüm
halinde hükmü talâktaki hükmü gibidir. Biz talâktaki halini zikretmiştik."
demiştir. Nehir sahibi bunu Bedâyı'da görmediğini söylemiştir.
Ben derim ki: İhtimal onun nüshasından
düşmüştür. Onu Bedâyı'da ben de gördüm.
«Bundan yalnız hamile müstesnadır.»
Hamilenin iddeti gerek ölüm gerek başkası hususunda çocuğunu doğurmakla biter.
«Daha fazlada doğurmuş gibi olur» Bu
talâk-ı bâin iddetini bekleyen kadına kıyasendir. Lâkin burada iki muhtelif
rivâyet olduğunu görmüştük.
"Çocuğunun nesebi sâbit olur."
Yani ister bain ister ric'î veya ölüm iddeti beklesin mutlak surette çocuğunun
nesebi sâbit olur. Nitekim Hidâye'de bildirilmiştir. Lâkin Hâniyye'de:
"Boşanan kadın hayızdan kesilmişse çocuğunun nesebi iki seneye kadar sâbit
olur. Velev ki iddetinin geçtiğini ikrar etsin." denilmektedir. Bu mutlak
söz mürâhikaya da şâmildir. Nitekim Miskîn şerhinde belirtilmiştir .Onun için
İbn-i Şilbî Kenz üzerine yazdığı şerhte: "Faslın başından buraya kadar
söylenenler iddetin geçtiğini itiraf etmezden öncedir." demiştir.
«Çünkü yalan söylediği kesinlikle
anlaşılır.» Bu meseleyi Zeylâi müşkül görmüştür. Şöyle ki: "Kadın meselâ
bir sene geçtikten sonra iddetinin bittiğini ikrar eder de sonra ikrar
vaktinden altı aydan azda ayrılma vaktinden iki seneden azda çocuk doğurursa,
bu kadının iddeti iki ayda veya üç ayda geçmesi muhtemeldir. Bundan uzun bir
zaman sonra ikrarda bulunsa onun bu ikrarından iddetin o vakitte bitmiş olması
lâzım gelmez. Binaenaleyh kadının yüzde yüz yalan söylediği anlaşılmış
değildir. Meğerki iddetîm şu saatte bitti desin de sonra oandan itibaren altı
ayda doğursun." Bahır sahibi bunu daha zâhir görmüş ve: "Ulemanın
sözlerini buna yorumlamak icab eder. Nitekim Gâyetü'l-Beyân'dan
anlaşılmaktadır." demiştir. Nehir ve Şürunbulâliyye sahibleri de ona tâbi
olmuşlardır. "Neseb mutlak söylendiği vakit sâbit olur. Çünkü o çocuğun
hakkıdır. Binaenaleyh çocuğun menfaatına onun isbatı hususunda ihtiyat
gösterilir." denilemez. Çünkü biz söyle diyoruz: Bu akid varken böyledir.
Akid ortadan kalktıktan sonra böyle değildir. Burada kadın iddetin geçtiğini
ikrar edince ve bu hususta söz de kadının olunca akid aslı itibariyle ortadan
kalkmıştır. İkrarını bozacak ve yüzde yüz yalan söylediğini bildirecek bir şey
bulunmadıkça şeriatın hükmü bu kadının başka kocaya varmasını helâl
kılmaktadır. Mutlak söylenildikte bu yoktur. Aksi takdirde çocuğu ikrar vaktinden
itibaren altı aydan fazlada doğursa bile nesebi sâbit olmak lâzım gelir.
Halbuki ulema bunun hilâfına ittifak etmişlerdir. Çünkü çocuğun sonradan olma
ihtimali vardır.
«Aksi takdirde çocuğun nesebi sâbit olmaz.»
Yani altı aydan azda do-ğurmaz da ikrar vaktinden itibaren tam altı ayda veya
daha fazlada doğurursa yahut altı aydan azda talâk-ı bâinden itibaren iki
seneden fazlada doğurursa nesebi sâbit olmaz. Şârihin: "Çocuğun ikrardan
sonra meydana gelmesi ihtimali vardır." sözü birinciye göre yetersizdir.
İkincide ise illet çocuğun ana karnında iki seneden fazla kalmamasıdır. Bunu
Tahtâvî söylemiştir.
METİN
Ölüm veya talâk iddeti bekleyen bir kadının
doğurduğu inkâr edilirse çocuğunun nesebi tam huccetle sâbit olur. İmameyn ebe
kadınla iktifa edilir demişlerdir. Bazıları bir de erkek lâzım olduğunu
söylemişlerdir. Yahut gebelik zâhır olmalıdır. Acaba gebelik zâhir idi diye
yapılan şahitlik kâfî midir? Bahır'da inceleme neticesi evet diye cevap
verilmiştir. Yahut neseb kocasının gebeliği ikrarı ile sâbit olur. Çocuğun
tayini İnkâr olunursa ebe kadının şâhidliği bil ittifak kâfi gelir. Nitekim
ric'î talâk iddeti bekleyen bir kadın iki seneden fazlada doğurursa orada da
ebe kadının şehâdeti kâfidir. Daha azda doğurursa kâfi değildir.
İZAH
«Ölüm veya talâk iddeti» Yani gerek bain
gerekse talâk-ı ric'İ iddeti bekleyen demek istiyor. Fahru'l-İslâm bunu açık
söylemiştir. Kâdîhân dahi bu yolu tâkip etmiştir. Serahsî ise talâk-ı bâinle
kayıdlamıştır.
Bahır sahibi diyor ki: "Hak şudur:
Ric'î talâkta kadın çocuğu iki seneden fazlada doğurursa bâinde olduğu gibi
şâhidliğe muhtaç olunur. Daha azda doğurursa çocuğun nesebi bil ittifak ebe
kadının şâhidliği İle sâbit olur. Çünkü firâş mevcuddur. Nehir. Şârih de bu
yolu tâkip etmiştir." Nitekim aşağıda gelen: "Ric'î talâk iddeti
bekleyen hakkında kâfidir." sözünde gelecektir. Binaenaleyh buradaki talâk
bâine yorumlanır, Tâ ki buradaki sözüyle aşağıdakisözü birbirini tutsun.
«Doğurduğu inkâr edilirse» ölüm halinde
doğurduğunu mirâsçılar, talâk halinde ise kocası inkâr eder. H.
«Tam huccetle sâbit olur.» Tam huccetten
murad iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şâhidlikleridir. Bu şöyle tasvir
olunur: Kadın şâhidlerin huzurunda bir eve girer. Şâhidler o evde kadından
başka kimse olmadığını bilirler. Sonra kadın çocuk kucağında çıkınca
doğurduğunu anlarlar. Bu kasden değil de rasgele bakarak görmekle de olur. Bu
suretle: "Erkeklerin şâhidliği fâsık olmalarını istilzam eder. Binaenaleyh
kabul edilemez." şeklindeki itiraz def edilmiş olur. Fetih ve Nehir.
«Ebe kadınla iktifa edilir.» Yani ebe kadın
hür, Müslüman ve âdil ise şahidliği kâfidir. Nitekim Nesefî'de bildirilmiştir.
«Bir de erkek lâzım olduğunu
söylemişlerdir.» Yani İmameyn'in kavline göre bir de erkek lâzımdır. Şârih
burada Fetih ve diğer kitablara uyarak "bazıları" demiş, bununla
söylediklerinin zayıflığına işaret etmiştir. Lâkin Cevhere ve Hulâsa'da
kavillerin en sahihine göre kabul edilir denilmiştir. Müstesfa'da da öyledir.
Bunun vechi her halde bir erkeğin şâhidliği iki kadının şâhidliğinden daha kuvvetli
olmasıdır.
«Yahut gebelik zâhir olmalıdır.» Gebeliğin
zâhir olması altı aydan azda doğurmakladır. Nitekim Sirâc'da bildirilmiştir.
Şeyh Kâsım: "Gebeliğin zu- hurundan murad hamilelik emarelerinin kadını
her gören kimsede hamile olduğu kanaatını verecek dereceye varmasıdır."
demiştir. şürunbulâliyye. Nehir sahibi bu ikinci tarifi benimseyerek:
"Yahut herkesin bileceği şekilde zâhir gebelik bulunmalıdır."
demiştir. Bu gösterir ki, gebelik bazen doğurmadan dahi sâbit olur ve bizim
ric'at babında söylediklerimizi te'yid eder.
«Acaba şâhidlik kâfi midir?» Yani kadın
doğurur da kocası doğurduğunu ve gebeliğin zâhir olduğunu inkâr ederse zâhir
idiğine şâhidlik kâfi midir demektir. Çünkü münazaa vaktinde gebelik mevcud
değildir. Bahır. Bunun hâsılı şudur: Doğumdan önce herkesin bileceği şekilde
gebelik zâhir ise isbatına hâcet yoktur. Doğumdan sonra ise Bahır sahibinin
incelemesine göre gebelik zâhir idi diye şâhidlik kâfidir. Bu zâhirdir.
«Çocuğun tâyini inkâr olunursa» sözü hem
kocanın hem mirasçıların inkârlarına şâmildir. H. Yani kocası doğumu itiraf
eder de çocuğun tâyinini inkârda bulunursa çocuğun tâyini bil ittifak ebe
kadının şâhidliği ile sâbit olur. Onun şâhidliği olmaksızın bil ittifak sübut
bulmaz. Çünkü doğan çocuğun bu tâyin edilenden başkası olması ihtimali vardır.
Bahır.
TENBİH: Şârih kocanın gebeliği itiraf
etmesi halini gebeliğin zâhir, firâşın kâim olduğu halleri zikretmemiştir.
Acaba bu hallerde nesebin sâbit olması için ebe kadının çocuğu tâyin için
şâhidliğine hâcet var mıdır? Kenz ve Hidâye sahiplerinin yaptıkları gibi
musannıfın zâhirolan sözünden de hâcet olmadığı anlaşılır. Bedayı sahibi bunu
açık söylemiştir. Sürûcî dahi Gâye adlı kitabında bunu açıklamış,
Mülteka'l-Bihâr sahibinin: "Ebû Hanife'ye göre bu şarttır." sözünü
reddetmiştir. Lâkin onun sözünü de Zeylâi yanlıştır diye reddetmiş, bütün
suretlerde çocuğun bil ittifak tâyin edilmesi için bunun mutlaka lâzım olduğunu
söylemiştir.
Zeylaî bu hususta hayli sözler söylemiştir.
İbn-i Kemâl de kesinlikle onun söylediğine kâil olmuştur. Bunun bir misli de
Cevhere'dedir ki orada:
"Ebe kadının şâhidliği mutlaka
lâzımdır. Zira çocuk ölü doğmuş olabilir de kadın onun yerine başka bir çocuğu
ilzama kalkışabilir." denilmiştir. Hidâye sahibinin son sözü de açıkça
budur, Kâfî, İhtiyar, Fetih ve diğer kitabların sözleri de öyledir. Bahır
sahibi iki sözün arasını bulmuştur. Nehir sahibi ise bunun tahkikten uzak
olduğunu söylemiştir. Bunu Mekdisî dahi şerhinde reddetmiştir.
Hâsılı Zeylaî'de bildirildiği gibi çocuğun
tâyini hususunda kadınların şehadeti huccet olamaz. Meğerki gebelik zuhuru veya
kocanın itirafı yahut mevcud firâş gibi bir müeyyide ile te'yid edilsin. Bunu
Mültekâ'l-Bihâr sahibiyle başkaları söylemişlerdir; Hilâf ancak kadının sözüyle
doğumun sübutu hakkındadır. İmam-ı Azam'a göre üç surette sâbit olur. İmameyn'e
göre ise ancak ebe kadının şahidliği ile sübut bulur. Kocası karısının talâkını
doğurmasına tâlik ederse İmam-ı Azam'a göre kadının doğurdum demesiyle talâk
vâki olur. Çünkü kocası gebeliği itiraf etmiştir yahut gebelik zaten zâhirdir.
İmameyn'e göre ise ebe kadın şâhidlik etmedikçe kabul olunmaz. Bu İzah, Nihâye
ve diğer kitablarda belirtilmiştir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
«Nitekim ilh...» ifadesi mutlak olan ve hem
talâk-ı ric'iye hem de bâine şümulü bulunan "veya talâk" sözünün
kaydıdır. Çünkü ric'î talâk iddeti bekleyen bir kadın iki seneden fazlada
doğurur da iddetinin bittiğini ikrar etmezse bu ric'at olur. Bunu Halebî
söylemiştir. Yani sâbık cimayla ric'at sayılır ve kadın nikâhlı iken doğurmuş
olur. Kocası inkâr ettiği vakit doğumun isbatı şahidliğe tevakkuf etmez. Nikâh
mevcud olduğu için ebe kadının şâhidliği kâfidir ve neseb firâşla, çocuğun
tâyini de ebe kadının şâhidliği ile sâbit olur. Nitekim Zeylaî bunu nikâhlı
kadının doğurması babında zikretmiştir.
«Daha azda doğurursa kâfi değildir.» Yani
ebe kadının iki seneden daha azda doğurduğuna şehâdet etmesi kâfi değildir.
Çünkü kadının iddeti bitmiştir. Artık o adamın karısı değildir. Tam iki senede
doğurması dahi böyledir. Nitekim gizli değildir. H.
METİN
Yahut mirâsçıların bazısının tasdiki ile
sâbit olur ve ikrar edenler hakkında sübut bulur. Başkaları hakkında hatta
bütün insanlar hakkında ancak ikrar edenlerle şâhidliğin nisabı tamamlanırsa
neseb sâbit olur. Meselâ tasdike ehil olurlarsa ikrar edeni tasdikte
bulunmalarıda öyledir. Neseb sâbit olur, dönmek fayda etmez. Şâhidliğin nisabı
tamam olmazsa yalanlayanlara iştirak etmez. Acaba şehâdet lâfzı ve hüküm
meclisi şart mıdır? Esah kavle göre şart değildir. Bu ikrara benzediğine
bakaraktır. Ulemanın adedi şart koşmaları ise şehâdete benzediğine bakaraktır.
Musannıf Zeylaî'den adâletin şart olduğunu ifade eden sözler nakletmiş. sonra:
"Üstadımızın: Adâletin şart koşulmaması gerekir, demesi gerekmeyen
sözlerdendir," demiştir.
Ben derim ki: Burada "ikrar eden hakkında
adalet nasıl şart koşulabilir?" diye itiraz vârid olur. Meğerki
"sirayetten dolayı" diye cevap verilsin. Düşün! Bunu araştırmalıdır.
Kadın doğurur da karı-koca müddet hakkında ihtilâf ederler ve kadın: Sen beni
altı ay evvel nikâh ettin der; kocası daha azı iddia ederse söz yeminsiz
kadınındır. İmameyn kadına yemin etti-rileceğini söylemişlerdir. Bununla fetva
verilir. Nitekim dava bahsinde gelecektir. Zâhir nikâhtan doğurmakla kadına
şehâdet ettiği için çocuk bu adamın oğludur. Kadının hali salâha hamledilir.
İZAH
«Yahut mirâsçılardan bazısının tasdiki ile
sâbit olur.» Bazısından murad şehâdetin nisabını tamamlayamayandır ki, âdil bir
kişidir yahut âdil olmayan bir kaç kişidir. Nitekim mukabilinden
anlaşılmaktadır. H. Meselenin sureti şudur: Vefat iddeti bekleyen bir kadın
doğurduğunu iddia eder de mirâsçılar kendisini tasdikte bulunur fakat kimse
şâhidlik etmezse, doğan çocuk bütün mirâsçıların sözlerine göre ölenin oğludur.
Çünkü mirâs sırf onların hakkıdır. Binaenaleyh bu husustaki tasdikleri kabul
edilir. Fetih.
«Ve ikrar edenler hakkında sübut bulur.»
İkrar eden hakkında dese daha iyi olurdu. Çünkü bir kişiye de şümulü bulunurdu.
Bir de ikrar edenler bir kaç kişi iseler başkaları hakkında da neseb sâbit
olur. Meğerki ikrar edenlerin âdil olmadıkları farz edilsin. Bunu Tahtâvî
söylemiştir.
«Başkaları hakkında» yani tasdik etmeyenler
hakkında demek istiyor: Bu çocuk ölenin bir adamda alacağı olduğunu iddia
ederse, ikinci defa nesebinin ispatına bağlanmaksızın dâvâsı kabul olunur.
«İkrar edenle birlikte başka bir adam
şâhidlik eder.» demesinden on-laşılıyor ki, şâhidliğin nisabı tamam olmak için
hepsinin mirâsçı .olması şart değildir. Lâkin şâhidlerden biri ecnebî olursa
hüküm meclisi, dâvâ ve şehâdet lâfzı gibi şâhidliğin şartları mutlaka lâzımdır.
Çünkü ecnebî şâhidler sırf şâhiddirler. Hiç bir vecihle ikrara hakları yoktur.
Rahmetî.
«İkrar edeni tasdikte bulunmaları da
öyledir ilh...» ifadesi ekseri nüs-halarda böyledir. Bazı nüshalarda: "Bu
sözünde onu mirâsçılar tasdik ederse", diğer bazılarında: "İkrar
edeni diğer mirâsçılar tasdik ederse" denilmiştir ki, bunlar birinciden
daha güzeldir.
«Tasdike ehil olurlarsa» cümlesi yerine
"şehâdete ehil olurlarsa" dese daha münasib olurdu. Fetih'de şöyle
denilmiştir: "Herkes hakkında zâhir olması için nesebin ölen kimseden
sâbit olması hakkında ise ulema şunu söylemişlerdir: "Mirâsçılar şehâdet
ehlinden olurlarsa, meselâ erkek-kadın karışık ve hepsi âdil olurlarsa neseb
sâbit olur. Çünkü hüccet tamamdır. İkrar edenleri etmeyenleri müştereken ölenin
borçlusundan alacağını isterler."
«Şâhidliğin nisabı tamam olmazsa» meselâ
tasdik eden bir erkekle bir kadın olursa; keza iki erkek olurlar da âdil
değillerse demek istiyor. Nitekim Fetih sahibinin zikredilen ibâresinden ve
aşağıda gelen ifadeden anlaşılmaktadır.
«Yalanlayanlara iştirak etmez.» Musannıfın
ibaresine münasib olan bu değil, "Neseb sâbit olmaz. Yalanlayanlara da
ortak olmaz." demekdi.
«Esah kavle göre şart değildir.» Bu,
şâhidler mirasçılar olduğuna göredir. İçlerinde mirâsçı olmayan varsa şehâdet
lâfzı, hüküm meclisi ve dâvâ mutlaka şarttır. Çünkü onun hakkında ikrar şübhesi
yoktur. Nitekim yukarıda geçmişti. Rahmetî. Murad nisabın mirâsçılardan tamam
olmamasıdır. Mirâsçılarla nisab tamam olursa başkalarının şâhidliğine bakılmaz.
«Bu İkrara benzediğine bakaraktır.» Fetih
sahibi bunu başka bir illetle talil etmiştir ki, o da şudur: Başkaları hakkında
nesebin sâbit olması onların hakkında sâbit olmasına bağlıdır. Tâbi olan için
bütün şartlarına riayet olunmaz. Meğerki asaleten sübut bulsun. Bu izaha göre
şehâdet ehlinden değillerse neseb ancak ikrar edenler hakkında sâbit olur.
«Zeylai'den» naklettiği sözler şunlardır:
"Şehâdet ehlinden iseler meselâ içlerinde iki âdil erkek veya âdil bir
erkekle âdil iki kadın bulunursa tasdik edenlerle tekzip edenler ortak
olurlar."
«Üstadımızın» tâbirinden murad Bahır sahibi
Zeyn b. Nüceym'dir.
«Meğerki sirayetten dolayı diye cevap
verilsin.» Yani nesebin sübutu ikrar etmeyene de sirayet edeceği için denilsin.
Bu cevap zâhirdir. Teemmüle ve araştırmaya hâcet yoktur. H.
«Nitekim dâvâ bahsinde gelecektir.» Orada
altı meselede yemin ver-dirileceği hususunda fetvanın İmameyn kavline göre
olduğu bildirilecektir.
«Zâhir kadına şehâdet ettiği için ilh...»
Buna da şehâdet eden bir zâhir vardır ki, o da yeni meydana gelen bir şeyin en
yeni vaktine izafet edilmesidir. Lâkin buradaki zâhirin tercih edilmesi nesebin
isbatında ihtiyat gösterilmesindendir. Nehir. Bu nefy ile kadın o adama haram
olmaz. Fetih.
TENBİH : Kocanın beyyinesi ve
mirâsçılarının kadının nikâh tarihine dair onun sözüne uygun beyyineleri kabul
edilmez. Çünkü manen nefy üzerine şehâdet olur. Binaenaleyh makbul değildir.
Nesebin ise mümkün mertebe isbatına çare aranır. Burada imkân gizlice az bir
mehirle önceden o kadınla evlenmek, övünmek için ise çok mehirle olduğunu
ilânetmektir. Bu çok vuku bulur. Benim hadiseye cevabım budur. Buna dikkat
etmelidir. Şürunbulâliyye.
METİN
Bir adam: Ben o kadını nikâh edersem boş
olsun der de sonra nikâhlar ve kadın nikâhtan itibaren altı ayda doğurursa,
çocuğun nesebi ihtiyaten o adama lâzım olur. Çünkü akid halinde cima tasavvur
olunabilir. Altı aydan azda doğurursa neseb sâbit olmaz. Daha fazlada doğurması
da öyledir. Velev bir gün olsun. Lâkin Fetih sahibi bu hususta inceleme yapmış,
Bahır sahibi de onu ikrar etmiştir.
İZAH
«Altı ayda doğurursa» yani ziyadesi noksanı
bulunmazsa demek istiyor. Zeylaî.
«Nesebi lâzım olur.» Çünkü kadın o adamın
firâşıdır. Nikâh vaktinden itibaren altı ayda doğurunca talâk vaktinden
itibaren altı aydan azda doğurmuş olur. Binaenaleyh gebelik daha önceden nikâh
halinde vuku bulmuştur, Bu tesavvur sâbittir ilh... Hidâye.
«Çünkü akid halinde cima tesavvur
olunabilir.» Akdi karı-koca cima halindeyken kendileri yapar, şâhidler de
sözlerini işitirler. Nikâh menînin indiği ana rastlar. Yahut muayyen bir gecede
akid yapmak için birini tevkil ederler, kendileri de o gece cimada bulunurlar.
Akdin önceliği bilinmezse bu akidle cima'ın beraberliğine yorumlanır. Nitekim
şilbî'nin şerhinde beyan edilmiştir. Yahut şâhidler huzurunda kadınla evlenir, kadın
tarafından akdi yapan fuzûli olur da, akdin tamamı cima esnasında kadının
rızasiyle olur. Nitekim İbn-i Kemâl'in Menhuvat'ında belirtilmiştir. Fetih
sahibi diyor ki: "Hâsılı sübut firâşa bağlıdır. O nikâhla nikâh da
gebelikle beraber sübut bulur. Binaenaleyh kadın nikâhlı iken gebe kalır ve
çocuğunun nesebi sâbit olur."
«Neseb sâbit olmaz.» Çünkü gebeliğin
nikâhtan önce olduğu meydana çıkar. Zeylaî.
«Daha fazlada doğurması da öyledir.» Zira
nikâhtan sonra gebe kaldığı anlaşılır. Biz talâk vâki olurken iddet vacib
değildir diye hüküm verdik. Çünkü cima ve halvetten öncedir dedik. Bu hükmün
bâtıl olduğu anlaşılmamıştı. Zeylaî. Ama çocuğu tam altı oyda doğurunca iddet
beklemesi gerekir. Çünkü nesebi sâbit olan bir çocuğa hamiledir.
Şürunbulâliyye. Yani kadının talâktan önce nikâh zamanında gebe kaldığına hüküm
verilmiştir. Nitekim Hidâye'nin ibâresinden biliyorsun. Talâk kadın hamile iken
olmuştur. Şu halde cimadan sonra boşanmış demektir ve doğurmakla iddeti biter.
Nehir'de açıklandığına göre bu talâk ric'îdir, iddet de doğurmakla biter.
«Velev bir gün olsun.» Yani bir lahza
olsun. H.
«Bahır sahibi de onu ikrar etmiştir.» Ve
şöyle demiştir: "Fethü'l-Kadir sahibi kendisini muaheze ederek şunları
söylemiştir: "Ulemanın burada çocuk doğmanın tesavvuredilebildiği bir
müddette -ki iki senedir- nesebi men etmeleri onun isbatı hususunda gösterilen
ihtiyata aykırıdır. Zikredilen ihtimal son derece uzaktır. Zira devam ede gelen
âdet hamileliğin altı aydan fazla sürmesidir. Çok defa yüzyıllar geçer de
onların içinde altı ayda çocuk doğduğu işitilmez. Binaenaleyh zahir olan
çocuğun mevcud olmamasıdır. Mevcud olması bir ihtimaldir. Çocuğun nefyini
iktiza eden zayıf bir ihtimalden dolayı karı-koca onu nefy ederlerse nesebini
isbat hususunda hangi ihtiyat kalır. Biz onun sübutunu gerektiren zahiri de
terk ettik. Keşke iki ihtimalden hangisi daha uzak olduğunu bilsem! Acaba
nesebîn sübutu için o adamdan gebe kaldığını farz ettikleri ihtîmal mi daha
uzaktır ki, bu ihtimal kadınla cima halinde evlenerek menînin akde tesadüf
etmesidir, yoksa hamilelik altı aydan bir gün fazla olursa çocuğun başkasından
kalması ihtimali mi? H."
Ben derim ki: Bunun hâsılı altı aydan
fazlada doğan çocuğu nesebin sübutu hakkında altı ayda doğana katmaktır. Buna
aralarında fark göstererek cevap vermek de mümkündür. O da şudur: Altı ayda
doğduğu surette akid zamanında çocuk yüzde yüz mevcuddur. Çocuğun velev uzak
bir vecihle olsun akdi yapandan meydana gelmesi mümkünse bunu irtikab teayyün
eder. Akidden sonra meydana gelmesi imkânı bunun hilâfınadır. Meselâ altı aydan
velev bir gün olsun fazlada doğurursa akid vaktinde çocuğun mevcud olduğu yüzde
yüz kestirilemez; ki onun için uzak vecih irtikâb olunsun. Halbuki şeriat
kadına çocuğun mevcudiyetine aykırı bir hüküm vermektedir. O da iddetin lâzım gelmemesîdir.
Hâsılı iki suretten her birinde devam ede
gelen dâvete aykırı uzak ihtimal vardır. O da altı ayda doğurmasıdır. Lâkin
altı aydan meselâ bir gün fazla olursa varlığı da yokluğu da ihtimaldir. İşte
mevcudiyet ihtimali iddet lâzım gelmeme hükmüne karşı geldi demektîr. Altı
aydan ziyade olmaması bunun hilâfınadır. Çünkü akid vaktinde çocuğun mevcud
olduğu kesindir. Buna muarız da yoktur. Buna zâhir olan budur. Sen bunu düşün!
METİN
Kocasını hükmen cima etmiş sayarak kadının
mehrini vermesi kendisine lazım gelir. Ama o bununla muhsan sayılmaz. Nihâye.
Kadının talâkını doğurmasına tâlik etse bir kadının şâhidliği ile kadın boş
düşmez. Bilâkis tam huccet lâzım gelir. İmameyn buna muhâliftir. Nitekim
geçmişti. Taliki yapan bununla beraber gebeliği de ikrar eder yahut gebelik
zâhir olursa kadın doğurmakla şâhidsiz olarak boş düşer. Çünkü kocası bunu
ikrar etmiştir.
Neseb ve ümmüveled olmak gibi nesebin
levazımına gelince: Ebe kadının şehâdeti olmaksızın bil ittifak sübut bulmaz.
Bahir. Bir adam cariyesine: Karnındaki çocuk ise bendendir yahut cariyede
gebelik varsa bendendir der de bir kadın doğuma şâhidlik ederse -bu sözün
zâhirî ebe kadına da şamildir- cariye onun sözünden itibaren altı aydan azda
doğurduğu takdirde bil ittifak ümmüveledi olur. Fazlada doğurursa olmaz. Çünkü
onunsözünden sonra gebe kalma ihtimali vardır. Tâlik ile kayıdlaması şundandır:
Çünkü bu cariye benden hâmiledir dese, çocuğun nefy etmedîkçe nesebi iki!
seneye kadar sâbit olur. Gâye.
İZAH
«Cima etmiş sayarak» demesi neseb sâbit olmakla
o adam hükmen cima etmiş sayıldığındandır. Zeylaî diyor ki: "Orada iki
mehir vâcib olmak gereklidir. Bunların biri cima ile, birî de nikâhla vâcib
olmalıydı. Nitekim cima halinde bir kadın da evlense hüküm budur." Fetih
sahibi buna müşebbeh bih olan fer'i men etmekle cevap vermiştir. Bir de bu
müşküldür. Çünkü mezhebin açık kavline muhâliftir. Nesebin sübutunda esah olan
kavil cima imkânıdır. Bu ise ancak nikâhtan önce başlanan cima halinde
evlenmekle tesavvur olunabilir. Zâhir rivâyette burada bîr mehir lâzım
geldiğine hükmolunmuştur. Şu halde müşebbeh bih olan ferde ikî mehir ile
hükmetmek buna muhâlif olur.
Ben derim ki: Fer nakledilmiştir. En iyi
cevap bizim meselemizde cima'ın evlenme halinde tesavvur edildiğini
söylemektir. Nitekim tasviri İbn-i Şilbî ile İbn-i Kemâlden naklen yukarıda
geçmişti. Binaenaleyh akidle beraber yapılan cima ile yalnız bir mehir lâzım
gelir. Zikri geçen fer bunun hilâfınadır. Çünkü orada akid cimanın üzerine ârız
olmuştur. Onun için de iki mehir vâcibdir. Halebî'nin beraberliği tasvir
hususunda üstadından naklettiğine göre şöyle denilir: Kocası evvelâ seni
tezevvüç ettim der, sonra âletini kadının fercîne sokarak menîsinî indirir,
kadın da aynı zamanda kabul ettim der. Böylece cima akidden öncelik ve talâktan
gecikme olmaksızın tam akid anında olur. Bizim söylediğimiz akla daha yakındır.
Bunların hepsinden Daha güzel bir cevap da verilebilir ki, o da şudur:
Hakikaten değil nesebi sübutu zarureti dolayısıyla hükmen adam cima etmiş
sayılır. Böylece her iki mehrin mûcibi tehakkuk etmez de ikisinden biri vâcib
olur. Zikri geçen fer bunun hilâfınadır.
«O bununla muhsan sayılmaz.» Çünkü bildiğin
gibi bu hükmen cimadır. Zinâ ederse dayak vurulur, recm edilmez.
«Bir kadının şâhidliği ile kadın boş
düşmez.» Yani kocası inkâr eder de karısının doğurduğuna bir kadın şehâdette
bulunursa kadın boş düzmez. Çünkü kadınların şâhidlikleri doğum hakkında
zaruridir. Talâk hakkında zâhir değildir. Talâk doğumdan ayrılır. Bahır.
«Nitekim geçmişti.» Şârih musannıfın:
"Doğurduğu inkâr olunursa ilh..." dediği yerde "İmameyn ebe
kadınla iktifa etmişlerdi." demişdi. Biz orada ebe kadının hür Müslüman ve
âdil olmakla kayıtlanacağını söylemiştik.
«Şâhidsiz olarak boş düşer.» Bu İmam-ı
Azam'a göredir. İmameyn'e göre ebe kadının şehâdeti şarttır. Bahır.
«Bunu ikrar etmiştir.» Yani hükmen ikrar
etmiştir. Zira gebeliğini ikrar etmesi ona vardıran şeyi yani doğumu da ikrar
demektir. Gebelik zahir ise talâk yüzde yüz olacak bir şeye taallûk eder ve o
hususta kadının sözü kabul olunur. Bahır.
«Neseb ilh...» ifadesi musannıfın:
"Kadın boş düşmez." sözünün muhterezidir. O sözle bundan korunmuştur.
Yani neseb bir kadının şehâdetiyle sâbit olur. Nesebin levazımından olan
ümmüveledlik gibi şeyler de bir kadının şehâdetiyle sâbit olur. Talâkını tâlik
ettiği kadın cariye ise ona mâlik olmakla ümmüveledi olur. Çocuğu nefy ettiği
zaman liân, liâna ehil değilse had vâcib olması sübut bulur. Bunu Bahır sahibi
söylemiştir.
«Yahut cariyede gebelik varsa bendendir»
derse iki sözünün arasında fark kalmaz. Bahır. Bazı nüshalarda burada atıf
edatı yoktur. Bazılarında ise şart edatı yoktur. Zâhire bakılırsa bunların
ikisi de yanlıştır.
«Bu sözün zâhiri ilh...» diye inceleme
yapan Bahır sahibidir. Kardeşi de Nehir'de ona tâbi olmuştur. Bu zahirdir.
Burada ebe kadın tâbirinî kullanan ekseriyetle vukua bakmıştır.
«Ümmüveledi olur.» Çünkü nesebin sübutuna
sebeb mevcuddur. O da bendendir iddiasıdır ki, sahibinin bendendir demesiyle
mevcuddur. Yalnız çocuğun tâyinine hâcet kalır ki, o da bilittifak ebe kadının
şahidliği ile sabit olur. Dürer.
«Fazlada doğurursa olmaz» Zeylaî böyle
demiş, Fetih, Bahır, Nehir, Gâyetü'l-Beyân,ve Dürer sahibleri: "Yahut iki
senenin tamamında doğurursa" sözünü ziyade etmişlerdir. Ama bu söz
müşkildir. Çünkü bu takdirde adamın sözünden sonra kadının gebe kalmasına imkân
yoktur. Zira geriye altı aydan az kalmıştır. Düşünülmeli ve araştırmalıdır.
Rahmetî.
«Çocuğu nefy etmedikçe» ifadesi
Gâyetü'l-Beyân'da da böyledir. Burada şöyle denilebilir: Çocuğu ikrar ettikten
sonra nefyde bulunması nasıl sahih olabilir! Düşünülmelidir. Rahmetî.
Ben derim ki: Hatta altı aydan fazlada
doğurursa ben çocuğunun nesebi hususunda da duraklarım. Nehir'in döl alma
bâbında gördüm ki: "İtiraf vaktinden itibaren altı aydan azda doğurursa
diye kayıdlamak gerekir. Fazlada doğurursa cariye ümmüveled olmaz."
denilmiştir. Nehir sahibi sonra bunu Muhît'ten nakletmiştir.
METİN
Bir adam bir çocuk için: Bu benim oğlumdur
der de ölürse arkacığından aslen hür ve Müslüman olduğu bilinen annesi: Ben
onun karısıyım, bu da oğlu derse istihsanen ikisi de o adama mirâsçı olurlar.
Kadının hürriyeti veya ümmuveled olduğu bilinmezse mirâsçı olamaz. Musannıfın:
"Bunun üzerine mirâsçısı: Sen babamın ümmüveledisin derse" sözü
tesadüfî bir kayıddır. Çünkü hiç bir şey demese yahut mirâsçı küçük olsa hüküm
yine böyledir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Yahut o öldüğü vakit sen
Hıristiyandın der de kadının o vakit Müslüman olup olmadığı bilinmezse veya
mirasçısı onun karısı idi der de kadın cariyeçıkarsa, zikredilen bu suretlerde
kadın mirâsçı olamaz. Acaba kendisine mehr-i misil verilir mi? Bazıları evet
demişlerdir. Bir adam cariyesini kölesine nîkâhlar da cariye bir çocuk
doğurursa, efendisi bu çocuk bendendir diye İddia ettiğî takdirde nesebi sâbit
olmaz. Çünkü nikâhın feshi lâzım gelir. Halbuki o feshî kabul etmez. Çocuk âzâd
olur, cariye de o adamın ümmüveledi olur. Çünkü ken-disi onun oğlu olduğunu,
annesinîn de ümmüveledliğîni İkrar etmiştir.
İZAH
«Bir çocuk için» yani oğlu olabilecek yaşta
nesebi bilinmeyen bir çocuk için: Bu benim oğlumdur der çocuk da onu
yalanlamazsa demek istiyor. T.
«Aslen hür» tâbirini bazı şârihler
kullanmışlardır. İbn-i Şilbi aslen diye kayıdlamanın zahir olmadığını, kadının
hür olması kâfi geldiğini söylemiştir. Yani aslen hür sözüyle kadının hür olan
babaları kasdedilirse bu şart değildir. Kezâ hür kelimesiyle kadının
yaratıldığı andan itibaren hür olduğu kasdedilirse bu da şart değildir. Zira
ârızî hürriyet kâfidir. Lâkin şöyle denilebilir. Ârız olan hürriyet kâfi
değildir. Meğerki bu çocuğun doğumundan iki sene önce olsun. Çünkü kadının o
adamın cariyesi olması ve onu ümmüveled yapması ihtimali vardır. Yahut
başkasının cariyesidir. Onunla evlenir ve bu çocuk doğmuş olabilir. Adam da
bendendir diye ikrar eder. Bu takdirde cariye mirasçılardan olamaz. Cariyenin
iki sene yahut daha fazla önce kendisinin hür olduğunu bilmesi bunun
hilâfınadır. Çünkü gebe kaldığı vakit de hür olduğu ve evlenmek suretiyle
doğurduğu bilinir. Nitekim gelecektir. Bana zâhir olan budur.
«Bu da oğludur.» diye kayıdlamanın vechini
anlayamadım. Çünkü oğulluk ölenin ikrarıyla sâbittir. H.
Ben derim ki: Vechi şu olabilir: Kadın ben
onun karısıyım. Bu çocuk da benim başka adamdan oğlumdur dese kocasını
yalanlamış olur. Çünkü kocası bu çocuk benim oğlumdur demişdi.
«İstihsanen ikisi de o adama mirâsçı
olurlar.» Yani ana-oğul mirâsçı olurlar. Kıyasa göre kadına mirâs yoktur. Çünkü
neseb sahih nikâhla sabit olduğu gibi fâsid nikâhla şübhe ile cima ve milk-i
yeminle de sâbit olur. Binaenaleyh adamın sözü nikâhı ikrar sayılmaz.
İstihsanın vechi şudur:
Mesele kadının hür ve çocuğun annesi olduğu
bilindiğine göredir. Gerek vaz ve gerekse âdet yönünden bunun için sahih nikâh
teayyün etmiştir. Çünkü çocuk doğurmak için meşru olan odur, başkası değildir.
Binaenaleyh bunlar kuvvetli olan zâhirin karşısında muteber olamayan iki
ihtimaldir. Sağlamken boşayıp iddetinin geçmiş olması ihtimali de öyledir. Zira
nikâh sâbit olunca onun mevcudiyetine hükmetmek vacib olur. Ve bu hal o
ortadankalkıncaya kadar devam eder. Bahır'da böyle denilmiştir. H.
«Tesadüfî bir kayıddır.» Bunun faydası
mirasçı bunu söyleyebilir demektir. Nitekim Gâyetü'l-Beyân'dan naklen Bahır'da
böyle denilmiştir. H. Bu cümleyi musannıfın sözünün sonuna bırakmak gerekirdi.
«Kadın mirâsçı olamaz.» Çünkü memleket
itibariyle hür olduğunun anlaşılması cariyeliği def için hüccettir. Mirâsa
konmak için hüccet değildir. Hidâye. Bu kadın kayıp kimse hükmündedir. Kaybolan
kimse kendi malı hakkında diri sayılır. Malına başkası mirasçı olamaz. Ama
başkası hakkında diri sayılamaz ve hiç bir kimseye mirâsçı olamaz. Fetih. 0
anda
Müslüman olması da öyledir. Kocası öldüğü
vakit onun mirâsına konmak için kadının Müslümanlığı sâbit olamaz.
«Bazıları evet demişlerdir.» Diyen
Timurtâşî'dir. "Çünkü mirâsçılar cimayı ikrar etmişlerdir. Cariyenin
ümmüveled olduğu onların sözüyle sâbit olamaz." demiştir. Nihâye ve Fetih
sahibleriyle Zeylaî bu sözü beğenmişlerdir.
Bahır sahibi diyor ki: "Gâyetü'l-Beyân
sahibi bunu reddederek: Cima ancak nikâh suretinden başka yerde cima şübheli
olursa mehr-i misli icab eder. Burada nikâh sâbit olmamıştır. Asıl olan
şübhenin bulunmamasıdır. Şu halde buna hangi delille yorumda bulunuluyor.
Mehr-i misil vâcib değildir, demiştir. Nehir sahibi de onu tasdik etmiştir. Sen
biliyorsun ki bu mirasçının: Sen babamın ümmüveledisin dediği surette mahsustur.
Sen Hıristiyan idin derse nikâhı ikrar etmiş olur. Cariye iken onun karısı idi
demesi de öyledir. Lâkin böyle derse efendisinin cariye için mehir istemeye
hakkı olur."
«Cariye bir çocuk doğurursa» yani
evlendikten altı ay yahut daha fazlada doğurursa demektir. Aksi takdirde zâhire
göre neseb kendisînden sâbit olur. Zira ulemanın açıkladıklarına göre nikâhlı
bir kadın altı "aydan azda doğurursa çocuğunun nesebi kocasından sâbit
olmaz ve nikâh fâsid olur. Çünkü kadının zinâdan hamile olması lâzım gelmez, ki
nikâh sahih olsun. Bilakis kocasından veya şübheyle cimadan hâmile kalmış
olması ihtimali vardır. Burada nikâh fâsid olunca efendisinin iddiası sahih
olur. Zira mâni yoktur. Sonra Allâme Nûh Efendi'nin hâşiyesinde bunu Vânî'nin
Dürer hâşiyesinden ve başka kitablardan naklettiğini gördüm.
«Halbuki o feshi kabul etmez.» Yani tamam
olduktan sonra feshi kabul edilmez demektir. Bu kefaetsizlik, bulûğ ve âzâdlık
sebebleriyle feshten ihtiraz içindir. Dinden dönme ve kocasının oğlunu öpme
sebeblerine gelince: Bu nikâhın tamamından sonradır. Lâkin fesh değil
infisahtır. Yanı kendi kendine bozulur. Bunu Halebî söylemiştir.
METİN
Bir adamın cimada bulunduğu cariyesi bir
çocuk doğurursa nesebinin sübutu o adamın iddiasına bağlıdır. Çünkü cariyenin
firâşı zayıftır. Meselâ iki kişi arasında ortak bir cariyeyi birisi ümmüveled
yapsa -Dürer'in ibâresi "her ikisi onu ümmüveled yapsalar"
şeklindedir.- sonra cariye bir çocuk doğursa iddia bulunmaksızın neseb sabit
olmaz. Çünkü cariyenin ciması haramdır, O efendisinin mükâtebe yaptığı
ümmüveled gibidir. Döl alma bâbında gelecektir ki, firâş dört mertebedir. Ulema
cima olmaksızın firâşın bulunması ile iktifa etmişlerdir. Meselâ batılı bir
erkek doğulu bir kadınla evlenir de aralarında bir senelik mesafe bulunursa,
kadın evlendikten sonra altı ayda doğurduğu takdirde çocuk kocasındandır. Çünkü
birleşmenin keramet veya istihdam yoluyla tesavvuru mümkündür. Fetih. Lâkin
Nehir'de: "İkinci ile yetinmek evlâdır. Çünkü tayy-i mekân bize göre
kerametten değildir." denilmiştir.
Ben derim ki: Lâkin Teftazânî Akâid'inde
Müftü's-Sekaleyn (ins ve cinnin müftüsu) Nesefî'ye tebean kesinlikle birinciye
kâil olmuştur. Hatta kendisine Kâbe'nin evliyadan birini ziyaret etmesi
hikâyesini sormuşlar. Buna kâil olmak câiz midir demişler. Bunun üzerine
Nesefî: "Ehl-i sünnete göre velî olanların keramet yoluyla harikulade
şeyler göstermesi caizdir." cevabını vermiştir. Kerametle mûcize birbirine
karışmaz. Çünkü mûcize peygamberlik dâvâsının eseridir. Bir kimse onu iddia
ederse hemen kâfir olur. Keramet diye bir şey kalmaz.
İZAH
"Dürer'in ibâresi: Her ikisi onu
ümmüveled yapsalar, şeklindedir." Ya-
ni Dürer sahibi tesniye zamiri kullanmış ve
buradaki müfred zamirin bir kalem hatası olduğuna tenbihde bulunmuştur. Çünkü
her iki ortak o cariyeden döl almak isterler de cariye çocuk doğurursa, ikisi
de çocuğun kendinden olduğunu iddia ettiği takdirde cariye ikisinin de
ümmüveledi olur, aralarında müşterek kalır. Daha sonra bir çocuk doğurursa
iddia etmeden nesebi sâbit olmaz. Çünkü iki ortaktan hiç birinin cariyeyle
ciması helâl olmaz. Ortaklardan birinin cariyeyi ümmüveled yapması bunun
hilâfınadır. Cariyenin yarı kıymetini ve mehrinin yarısını ortağına ödemesi
lâzım gelir ve cariye hâssaten kendinin olur. Bu takdirde ciması da helâldır.
İkincinin çocuğu iddiaya hâcet yoktur. Bunu Rahmetî söylemiştir.
"Efendisinin mükâtebe yaptığı ümmüvled
gibidir." Böyle bir cariye çocuk doğurursa nesebi efendisinden sâbit
olmaz. Meğerki bendendir diye iddia etmiş olsun. Çünkü ciması efendisine
haramdır. H. Oradaki benzetme ikinci çocuğun iddiasız nesebi sâbit olmaması
hususundadır. Kitabete kesildikten sonra çocuğun hali kitabetten önceki haline
uymaz. Çünkü kitabetten önce iddiasız neseb sâbit olur. T.
"Firâş dört mertebedir." (Firâş
döşek demektir. Burada ondan murad ciması helâl olankadındır.) Birincisi:
Zayıftır, cariyenin firâşıdır. İddiasız çocuğun nesebi sâbit olmaz. ikincisi:
Ortadır. Bu ümmüveledin firâşıdır. İddiasız çocuğun nesebi efendisinden sâbit
olur. Lâkin benden değildir demekle nefyedilmiş olur. Üçüncüsü: Kavidir.
Nikâhlı kadının ve talâk-ı ric'i iddeti bekleyenin firâşı böyledir. Burada
çocuk benden değildir demekle nesebi hemen müntefi oluvermez. Liân gerekir.
Dördüncüsü: Daha kavi olandır. Talâk-ı bâin iddeti bekleyen kadının firâşı
böyledir. Burada çocuk hiç bir suretle nefy edilemez. Zira çocuğun nefyi liâna
bağlıdır. Liânın şartı ise evliliktir. H.
"Cima olmaksızın" Sözünden murad
zâhiren nefy etmektir. Yoksa cimanın tesavvuru ve imkânı mutlaka lâzımdır. Onun
içindir ki, ulema küçük çocuğun karısının doğurduğu ile altı aydan azda doğan
çocuğun nesebini isbat etmemişlerdir. Nitekim tafsili yukarıda geçmişti.
Fetih'in ibâresi şöyledir: "Hak şudur ki, tesavvur şarttır. Onun için
küçük çocuğun karısı çocuk doğursa nesebi sâbit olmaz. Batılı kadın meselesinde
tesavvur sâbittir. Çünkü evliyanın kerametleri ve istihdamlar sabittir. Kocası
tayy-i mekân sahibi veya cinnilerden bir hizmetçiye mâlik olabilir."
"Bize göre kerametten değildir."
Çünkü İmâdiyye'de bildirildiğine göre Ebû Abdillah Zâferanî'ye İbrahim b. Edhem
hikâyesi sorulmuş: "Biz onu terviye günü Basra'da gördük. Aynı gün
Mekke'de de görünmüş." demişler. Şu cevabı vermiş: "İbn-i Mukatil
buna inanmanın küfür olduğunu söylerdi. Çünkü bu kerametlerden değil
mûcizelerdendir derdi. Bana gelince: Ben böylesini cahil sayarım, ona kâfir
demem."
"Teftazânî Akâid'inde" Yani
Akâid-i Nesefiyye şerhinde Teftazânî'nin söylediklerini kasdediyor ki, maksadı
Fetih'de bildirilen tayy-i mekân meselesinin keramet olduğunu anlatmaktır.
(Tayy-i mekân: Yolu kısaltmaktır.) Şöyle ki: Teftazânî: "Şaşılacak iş bazı
ehl-i sünnet fukahasının yaptıklarıdır ki, İbrahim b. Edhem hikâyesine
inananların küfrüne hükmetmişlerdir ilh..." demiş, sonra şöyle devam
etmiştir: "İnsaf imam Nesefî'nin söylediğidir. Kendisine sormuşlar: Rivâyete
göre Kâbe evliyadan birini ziyaret etmiştir, Buna kâil olmak câiz midir?"
demişler. Nesefî şu cevabı vermiş: "Ehl-i sünnete göre velî olan bir
kimsenin keramet yoluyla hârika göstermesi câizdir." Allâme İbn-i Şihne de
şunları söylemiştir: "Ben derim ki: Nesefî denilen bu zat ins-ü cinnin
müftüsü, zamanında evliyanın reisi İmam Necmüddin Ömer'dir." Nesefî'nin
Akâid'indeki ibâresi şöyledir: "Evliyanın kerametleri haktır. Bu
kerametler velîden harikulade olarak zuhur eder. Az müddette uzak yere varır.
İhtiyaç zamanında yiyecek, içecek ve giyecek zuhur. Suda ve havada yürür.
Cansız eşya ile dili söylemeyen hayvanlarla konuşur. Teveccüh ettiği kimseden
belâ mündefi olur. Dumanların mühim kısmının hakkından gelir vesaire..."
"Hatta kendisine ilh..." Sorulan
suale câizdir diye umumi bir cevap vermiştir. Biz kıbleyedönme meselesinde
Uddetü'l-Fetâvâ ve diğer kitablardan naklen: "Kâbe bazı velîlerin
ziyaretine gitmiş olsa namaz onun ihtiva ettiği havaya doğru kılınır."
demiştik. Bu ifadenin bir misli de Valvalciyye'dedir.
"Kerametle mûcize birbirine karışmaz
ilh..." İfadesi evliyanın kera-metlerini inkâr eden Mu'tezile taifesine
cevabdır. Onlar: "Keramet zuhur ederse mûcize ile karışır ve Peygamber
olanla olmayan birbirinden ayrılmaz." demişlerdir. Cevap şudur: Mûcize
mutlaka peygamberden sâdır olur ve peygamberlik iddiasını tasdik içindir.
Velînin ise mutlaka bir peygambere tâbi olması gerekir. Onun gösterdiği keramet
peygamberinin mucizesidir. Çünkü diyanetinde ve peygamberine uymakta haklı
olmadıkça velî olamaz. Hatta kendinin bağımsız olduğunu, kimseye tâbi
bulunmadığını iddia ederse velî değil kâfir olur. Ondan keramet zahir olmaz.
Hâsılı velînin gösterdiği harika bir iş
peygambere nisbetle mûcizedir,ister peygamberden ister ümmetinden zâhir olsun
fark etmez. Velîye nisbetle ise keramettir. Çünkü onda peygamberlik iddiası
yoktur. Meselenin tamamı Akaid ve şerhindedir.
METİN
Tamamı Siyer'in Vehbâniyye şerhinde şu
beytlerin bulunduğu yerdedir: "Kim bir velî için tayy-i mekân caizdir
derse cahildir. Hatta bazıları tekfir etmiştir. "Her harikada keramet
isbatı" "'Necmüddin-i Nesefî'den rivâyet olunur. Hem de yardım
bulur." Yani bu kavil imam Muhammed'in: "Biz evliyanın kerametlerine
inanırız." sözüyle yardım bulur. Bir adam karısını bırakıp kaybolsa kadın
da başka biriyle evlenerek bir kaç çocuk doğursa, sonra ilk kocası geldiği
takdirde çocuklar İmam-ı Azam'ın döndüğü mezhebe göre ikincinin olur. Fetva da
buna göredir. Nitekim Haniyye, Cevhere, Kâfî ve diğer kitablarda beyan
edilmiştir. İbn-i Hanbelî'nin Menar Şerhi hâşiyesinde: "Eğer halin buna
ihtimali varsa fetva buna göredir." denilmektedir. Lakin Mecma sahibi dava
bahsinin sonunda dört kavil hikâye etmiş, sonra musannıfın itimad ettiği
kaville fetva vermiştir. İbn-i Melek bunu ta'lil ederek: "Hakikaten
istifraş eden odur. Çocuk da hakikî firâşa aiddir. Velev ki fâsid olsun."
demiştir. Meselenin tamamı oradadır. Müracaat edebilirsin.
İZAH
"Bu kavil yardım bulur ilh..."
Hâsılı tayy-i mekân (uzak mesafeyi az bir zamanda almak) meselesinde ulemamız
arasında hilâf vardır. Irak uleması: "Bu ancak mûcize olur. Ona keramet
diye inanmak cehalet veya küfürdür." demişlerdir. Horasan ve Mâverâ-i
Nehir (Batı Türkistan) uleması ise onu bir keramet olmak üzere isbat
etmişlerdir. Bu meselede İmam Muhammed'in bu sözünden başka üç imamımızdan açık
bir nass rivâyet edilmemiştir. İmam Muhammed'in kavli ise tefsir edilmemiştir.
Bu satırlar kısaltılarak Vehbâniyye şerhindenalınmıştır. Tatarhâniyye'de
bildirildiğine göre batılı bir kadının doğulu bir erkekle evlenmesi meselesi
kerametin câiz olduğunu te'yid eder. Zira Tatarhâniyye mezhebin nassıdır.
Hâsılı bize göre kerametin sübutunda hilâf
yoktur. Hilâf ancak keramet büyük mucizeler cinsinden olduğu zamandır. Mu'temed
kavle göre keramet mutlak surette câizdir. Meğerki bir sûre getirmek gibi
imkânsızlığı delille sabit olsun. Bu hususta sözün tamamı hâşiyededir.
"Bir adam karısını bırakıp
kaybolsa" Sözü kadının onun ölümünü veya boşadığını duyarak iddet
beklemesine, sonra başka kocaya varmasına, daha sonra hakikatin anlaşılmasına
şâmil olduğu gibi kadının bunları iddia etmesine, sonra hilâfı anlaşılmasına da
şamildir. H.
"Menar şerhi hâşiyesinde ilh..."
Menar şârihi şöyle demiştir: "Lâkin sahih olan Cürcânî'nin söylediğidir.
Yani halin ihtimali varsa çocuklar ikinci kocadandır. İmam-ı Azam bu kavle
dönmüştür. Fetva da buna göredir. Nitekim Vâkıât ve Esrar'dan naklen İbn-i
Hanbelî hâşiyesinde beyan edilmiştir. Bunu İbn-i Nüceym de Zahîriyye'den
nakletmiştir." Hâlin ihtimalinden murad nikâh vaktinden itibaren çocuğu
altı ay veya daha fazlada doğurmaktır.
"Dört kavil hikâye etmiştir."
İbn-i Melek şerhiyle birlikte onun ibaresinin hülasası şudur: "Çocuklar
Ebû Hanife'ye göre mutlak surette ilk kocasına aiddir. Yani ister altı aydan
azda ister fazlada doğursun fark etmez. Çünkü ilk nikâh sahihtir. Binaenaleyh
onu itibara almak evlâ olur. Bir rivâyette çocuklar ikinci kocanındır. Fetva da
buna göredir. Çünkü çocuk hakikî firâştan doğar. Velev ki firâş fâsid olsun.
Ebû Yusuf'a göre ikinci akidden itibaren altı aydan azda doğurmuşsa çocuklar ilk
kocasınındır. Çünkü ilk kocasından gebe kaldığı yüzde yüz bellidir. Altı aydan
fazlada doğurmuşsa çocuklar ikinci kocaya aiddir. İmam Muhammed'e göre ise
ikinci cima ile doğum arasında iki seneden az bir müddet bulunduğu takdirde
birinci kocanın, iki seneden fazla müddet bulunduğu takdirde ikinci kocanındır.
Çünkü birinci kocadan gebe kalmadığı yüzde yüz malûmdur. Gebe kalma ihtimali
varken sahih nikâhı itibara almak evlâdır. Meselenin çocuk hakkında farz
edilmesi kadın bil ittifak ilk kocasına iâde edileceği içindir."
Ben derim ki: Zâhirine bakılırsa müftâbih
kavle göre çocuk mutlak surette ikinci kocanındır. Velev ki nikâh akdinden
itibaren altı ay geçmeden doğurmuş olsun. Nitekim ondan önce mutlak demesi,
sonra ise tafsilâta geçmesi de bunu gösterir. Bu İbn-î Hanbelî'nin sözünün
hilâfınadır. İstidrakın vechi de budur. Lâkin söz götürdüğü meydandadır. Biz az
yukarıda söylemiştik ki, nikâhlı bir kadın altı aydan azda doğurursa çocuğunun
nesebi kocasından sâbit olmaz ve nikâh fâsid olur. Yani kocasından gebe kalması
mutlaka tesavvur edilebilmelidir. Altı aydan azda bu tesavvur edilemez. Hem bu
o kadının başka kocası olduğu bilinmediğine göredir. Ya başka kocası olduğu
anlaşılınca ne olur? İkincisinden sâbit olmadığında hiç şübhe kalmaz. Onun
içindir ki, Dürerü'l-Bihâr şârihi: "Kadın evlendiktensonra altı aydan azda
doğurursa bu müşkildir." demiştir. Hak olan itlak murad edilmemesidir.
Doğrusu İbn-i Hanbelî'nin naklettiğidir. Böylece anlaşılır ki, müftâbih olarak
İmam-ı Azam'dan rivayet edilen bu kaville Ebû Yusuf amel etmiştir. Musannıf ile
Mecma sahibinin sözlerini mutlaka İbn-i Hanbelî'nin nakliyle kayıdlamak
gerekir. Ona Mecma'ın sözüyle istidrak yapmanın mânâsı yoktur. Allahu a'lem!
METİN
FER'Î M E S E L E L E R : Bir adam bir
cariyeyi nikâhlar da sonra boşayarak satın alırsa, cariye aldığından yarım
seneden azda doğurduğu takdirde nesebi kendisine lâzım gelir. Aksi takdirde
lâzım gelmez. Ancak cimadan önce boşananla iki talâk-ı bainle boşanan
müstesnadır. Onlar talâk vaktinden itibar olunurlar. Lâkin ikincide neseb iki
sene ve daha azda sabit olur. Her iki meselede cariyeyi satın aldıktan sonra
yarım seneden azda olmak şartıyla talâk-ı ric'îde mutlak surette iki seneden
fazlada neseb sabit olur.
İZAH
"Bir adam bir cariyeyi nikâhlarsa
ilh..." Fetih sahibi diyor ki: "Bir adam bir cariyeyle evlenir de
sonra onu boşarsa sözünün mânâsı: Cimadan sonra bir talâk-ı bâin veya bir
talâk-ı ric'î ile boşayıp sonra iddetinin bittiğini ikrar etmeden onu satın
alması ve cariyenin altı aydan azda çocuk doğurmasıdır. Bu takdirde neseb
kendisine lâzım gelir. Cimadan sonra ve bir talâkla diye kayıdlaması cima'dan
önce olsa nesebi lâzım gelmeyeceği içindir. Meğerki cariyeden ayrıldıktan sonra
altı aydan azda çocuk doğurmuş olsun. Çünkü cariyeye iddet yoktur. Yahut
cimadan sonra boşar da talâk iki olursa neseb talâk vaktinden iki seneye kadar
sâbit olur. Sonra bu bir talâk ric'î ise çocuk iddet bekleyen kadınındır.
Nesebi o adama lâzım gelir. Talâktan on sene sonra veya daha fazlada bile
doğurursa satın alma tarihinden altı aydan az olmak şartıyla nesebi lâzım
gelir. Yapılan bir talâk bâin ise satın alma tarihinden altı aydan az geçmek
şartıyla iki seneden daha aza veya tam iki seneye kadar nesebi sabit
olur."
Bahır sahibi diyor ki: "Hâsılı
cima'dan önce boşananla iki talâkla boşanan kadında satın alma vaktine itibar
edilmez. Talâk vaktine itibar edilir. Birincide çocuğunun nesebi sâbit olmak
için altı aydan azda doğurması, ikincide iki senede veya daha azda doğurması
şarttır. Eğer talâk ric'î ise talâktan sonra on sene veya daha fazla da geçse
neseb sâbit olur. Bir talâk-ı bâin ise her iki meselede satın alma tarihinden
altı aydan az geçmek şartıyla iki senenin tamamında veya İki seneden azda
doğurması lâzım gelir."
"Sonra boşayarak satın alırsa"
Yani cimadan sonra bir talâk-ı bâin veya talâk-ı ric'î ile boşarsa demek
istiyor. Buna delil aşağıda gelen istisnadır. Talâk kayıd değildir. Hatta
cariyeyi satın alır da boşamazsa hüküm yine budur. Nehir. Satın alırsa
tâbirinden muradiddetinin geçtiğini İkrar etmeden herhangi bir sebeble ona
mâlik olursa demektir. Çünkü ikrar ederse ikrar vaktinden itibaren altı ay
geçmeden doğurması şarttır. Nitekim yukarıda geçti. Burada olduğu gibi satın
alma vaktinden itibaren değildir. Nehir.
"Lâzım gelir." Çünkü ondan iddet
bekleyenin çocuğudur. Gebeliği satın almazdan önce olduğu tehakkuk etmiştir.
Böylesinin iddiaya hâcet kalmaksızın nesebi sâbit olur. Nehir. Velev ki talâk
tarihinden itibaren iki senede doğursun. Bahır. Lâkin talâk-ı ric'î ile iki
seneden fazlada da doğursa sâbit olur. Nitekim gelecektir.
"Aksi takdirde" Yani tam altı
ayda veya daha fazlada doğurursa nesebi kendisine lâzım gelmez. Çünkü milki
bulunan cariyenin çocuğudur. Cariyeyi kendinden iddet beklerken satın almıştır,
ciması da kendisine helâldır. Talâk-ı ric'îde bu zâhirdir.
Bâine gelince: Cariyenin ondan iddet
beklemesi cima'ını ona haram kılmaz. Milkinde iken gebe kalması mümkün olunca
ona isnad olunur. Çünkü yeni meydana gelen bir şey en yakın vaktine izafe
olunur. Memlûkenin çocuğu bendendir diye iddia etmedikçe nesebi sabit olmaz. Bu
beynûnet-i galiza ile bâin olan cariyenin hilâfınadır. Zira onu satın almak
cima'ını kendisine helâl kılmaz. Daha önce gebe kaldığı teayyün eder. Nitekim
gelecektir.
"Ancak cimadan önce boşananla
ilh..." Diyerek istisna yapması şun-dandır: Onu boşarsa sözü bir talâk-ı
ric'îye, bir talâk-ı baine, cimadan önce ve sonra iki talâkla boşamaya
şâmildir. Bundan önceki hüküm ise cimadan sonra bir talâk-ı ric'î veya bir
talâk-ı bâin ile boşadığına mahsus idi. Onun için bu üç sureti istisna etmiştir.
İmdi cimadan önce sözü bir talâka, iki talâka ve üçüncü surete şâmildir. İki
talâk-ı bâinle boşanandan murad; cimadan sonra boşamasıdır. H. İki talâkla diye
kayıdlaması kadın cariye olduğu içindir. Onun beynûnet-i galizası yalnız iki
talâktır. Hâsılı suretler beştir. Çünkü cimadan önce ric'î talâk olmaz. Onun
için müstesna olan suretler yalnız üç olmuştur .
"Lâkin ikincide neseb iki sene ve daha
azda sâbit olur." İstisna meselesi cariyenin boşandıktan sonra altı aydan
azda doğurması mu'teber olduğuna göre yapıldığı için şârih bunun cimadan önce
bir veya iki talâkla boşanana mahsus olduğunu beyan ediyor. Tam altı ayda veya
daha fazlada doğurursa nesebi lâzım gelmez. Çünkü iddet yoktur. Nitekim bâbın
başında arz etmiştik. Cimadan sonra iki talâkla, boşanana gelince: Onun
çocuğunun nesebi talâk vaktinden itibaren iki senede veya daha azda doğurmakla
lâzım gelir. Velev ki satın alma tarihinden sonra altı aydan az geçmiş olsun.
Çünkü cariye başka kocaya gitmedikçe ona hörmet-ı galiza ile haramdır. Satın
almak onu helâl kılmaz. Binaenaleyh o müddette gebe kalması imkânsızdır.
Gebeliğin daha önce olması teayyün eder ve boşadığından itibaren iki seneye
kadar çocuğun nesebi bu adama lâzım gelir. Çünkü talâk vaktinde çocuğun ana
rahminde mevcud olması câizdir. İki seneden fazlada nesebi lâzım gelmez. Çünkü
çocuğunyokluğu kesindir. Lâkin tam iki senede nesebinin sâbit olması Cevhere
sahibinin: Doğrusu budur dediği söze mebnîdir. Bu söz iki rivâyetten biridir.
Nitekim babın başında arz etmiştik.
"Her iki meselede" Yani gerek
ric'î gerekse cimadan sonraki talâk-ı bâin meselesinde demek istiyor. Nitekim
Bahır sahibinin yukarıda geçen ibâresinden anlaşılmaktadır. Şârihin sözü ise
İki meseleden birinin iki talâkla boşanan olduğu vehmini vermektedir. Çünkü bir
talâk-ı bainle boşanan burada zikredilmemiştir. Onun için buna itirazen İki
talâkla boşanan kadında satın alma vaktinin asla itibara alınmadığını
söylemiştir. Nitekim geçti. Lâkin şârih meselenin başında satın alma vaktinin
cimadan sonra bir talâk-ı rlc'î veya bir talâk-ı bâinle boşanana mahsus
olduğunu söylemişti. Buna delil ondan sonra yaptığı istisna idi. Nitekim beyan
ettik. Burada da ric'îyi zikredince onun karinesiyle ikincinin de onun gibi
olduğu"" anlatmak istemiştir. Fakat buradaki kapalılık gözden kaçmaktadır.
Hal-buki, bu hükmü evvela her iki meselede açıklamıştır. Tekrarına hâcet yoktu.
Bununla beraber hata ettiğine de hüküm verilemez.
"Talâk-ı ric'îde mutlak surette iki
seneden fazlada" Yani talâk-ı ric'î de bu fazlalığı bir müddetle
kayıdlamadan neseb sâbit olur. Velev ki iki seneden fazlada doğursun.
METİN
Cariyeyi satın aldıktan sonra azâd etmesi
de böyledir. Cariyeyi satar da sattığından itibaren en az müddetten fazlada
doğurursa efendisi iddia ettiği takdirde acaba müşterinin tasdikine hâcet kalır
mı? Burada iki kavil vardır.
Bir adam ümmüveledini bırakarak ölür veya
onu âzâd eder de kadın iki seneden azda doğurursa çocuğun nesebi kendisine
lazım olur. Daha fazlada doğurursa lâzım olmaz. Meğerki çocuk bendendir diye
iddia etsin. Bu ümmüveled iddeti içinde evlenir de efendisinin âzâdı ile
ölümünden itibaren iki senede, evlendiğinden itibaren altı ay veya daha fazlada
doğurur ve çocuğu ikisi birden iddia ederlerse çocuk bil ittifak efendinin
olur. Çünkü kadın iddet beklemektedir. Ümmüveledin efendisinden izinsiz
evlenmesi bunun hilâfınadır. Zira çocuk bil ittifak kocasının olur.
Talâk-ı bâin iddeti bekleyen bir kadın
evlenir de boşandığından itibaren iki seneden azda, evlendiğinden itibaren az
müddetten daha azda doğurursa çocuk birinci kocasınındır. Çünkü ikincinin
nikâhı fâsiddir. Boşandığından itibaren iki seneden fazlada, evlendiğinden
itibaren altı ayda doğurursa çocuk ikinci kocanın olur. Altı aydan daha azda
doğurursa çocuğun nesebi birinciden de ikinciden de sâbit olmaz. Ama nikâh
sahihtir. İki seneden azda ve altı ayda doğurursa Bahır'ın iddet bâbında
inceleme suretiyle çocuğun birinciye aid olduğu bildirilmiştir. Lâkin Bahır
sahibi burada Bedâyı'dan naklen çocuğun ikinci kocaya aid olduğunu söylemiş ve
şöyle ta'lil etmiştir: Kadının evlenmeye kalkışması iddetinin
bittiğinedelildir. Hatta iddeti içinde olduğu bilinse nikâh fâsid olur.
Doğurduğu çocuğun birinci kocadan isbatı mümkün olursa, meselâ boşandığından
veya ölümünden itibaren iki seneden azda doğurursa çocuk birinci kocasınındır.
Bir kadın nikâh eder de kadın uzuvları belli bir çocuk düşürürse, dört ayda
düşürdüğü takdirde çocuk ikinci kocasına aiddir. Dört aydan bir gün eksik
doğurursa nesebi birinci kocasına aid olur ve her birinin nikâhı fâsiddir. Bu
satırlar Bahır'dan alınmıştır,
Ben derim ki: Mecmau'l-Fetâvâ'da şöyle
denilmiştir: "Bir kâfir Müslüman kadınla evlenir de kadın ondan çocuk
doğurursa nesebi sabit olmaz. İddet de vâcib değildir. Çünkü bu nikâh
bâtıldır."
İZAH
"Cariyeyi satın aldıktan sonra âzâd
etmesi de böyledir." Çünkü âzâd edilmesi onun ancak efendisinden
uzaklaşmasını arttırmıştır. İmam Mu-hammed'e göre satın aldığından itibaren iki
seneye kadar çocuğun nesebi dâvâsız kendisine lâzım gelir. Çünkü satmakla nikâh
bâtıl, iddet vâcib olmuştur. Lâkin efendisi mâlik olduğu için bu onun hakkında
zâhjr değildi. Âzad edince zâhir olur. İddetinin bittiğini ikrar etmeyen
kadının talâk-ı bâin mu'teddesinin hükmü budur. Fetih.
"Burada iki kavil vardır." İmam
Ebû Yusuf'a göre tasdika hâcet kalır. Çünkü nikâh bâtıldır. İmam Muhammed'e göre
müşterinin tasdikine hâcet yoktur. Ancak burada mutlaka çocuk bendendir diye
iddia etmesi lâzım gelir. Çünkü iddet efendisi hakkında zâhir değildir. Âzâd
etmesi bunun hilâfınadır. Bunu Fetih sahibi söylemiştir.
"Çocuğun nesebi kendisine lâzım
olur." Çünkü ümmüveled çocuk ben-dendir diye iddiaya muhtaç değildir.
Lâkin benden değildir derse nesebi müntefi' olur. Acaba burada benden değildir
diye nefyde bulunması sahih olur mu? Araştırmalıdır. Rahmetî.
"Daha fazlada doğurursa lâzım
olmaz." Şârih tam İki senede doğurmanın hükmünden bahsetmemîştir. Talâk-ı
bâin iddeti bekleyen kadın bahsinde iki rivâyet hikâyesi ve ölüm iddeti
bekleyen hakkında Bahır sahibinin incelemesi geçmişti. Burada da öyle olmak
gerekir. Tam iki senenin hükmü de daha azın hükmü gibi olduğu yakında
gelecektir.
"Meğerki çocuk bendendir diye İddia
etsin." Yani âzâd ettiği surette demek istiyor.
"Çocuğu ikisi birden iddia
ederlerse" Sözü âzâd ettiği surette zahirdir. Ölüm suretinde her halde
mirâsçıların iddiası olsa gerektir. Çünkü mirâsçıları onun yerine geçerler.
"Bil ittifak efendinin olur."
Bahır'ın iddet bahsinde Hâniyye'den naklen böyle denilmiştir. Şu hâlde tam iki
senede doğurmakla burada neseb sâbit oluyor demektir. Tam iki seneye daha
azının hükmü verilmiş olur.
"Kadın iddet beklemektedir." Yani
efendisinden iddet beklemektedir. Kocasının nikâhıbâtıldır. İddet sahibi çocuğu
iddia ederse çocuk onun olur.
"İzinsiz evlenmesi bunun
hilâfınadır." Yani izinsiz evlenir de altı ay veya daha fazlada çocuk
doğurur ve her ikisi bendendir diye iddia ederlerse çocuk bil ittifak
kocanındır. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den nakletmiştir. Vechi şu olsa gerektir:
Akid şübhesiyle cima ettiği için iddeti kocasından beklemesi lâzım geldiği ve
cima'ı efendisine haram olduğu için nesebin iddet sahibine sâbit olması evlâ
görülmüştür. Çünkü fâsid de olsa hakikatte cariye ile cima eden odur. Düşün!
Sonra sözümüzün burada efendisi kendisini âzâd etmeyen ümmüveled hakkında
olduğu gizli değildir. Anla?
"Çünkü ikincinin nikâhı
fâsiddir." Sözü yukarıda geçen: "İtibar hakikî cima'yadır. Velev ki
fâsid akidle olsun." ifadesine aykırıdır. Binaenaleyh evlâ olan:
"Çocuğun ikinciden sayılmasına imkân yoktur. Çünkü haml müddetinin azı
bulunmamıştır." şeklinde ta'lil etmektir. Rahmetî. Şârihin ta'lilini ben
Bahırda görmedim.
"Çocuk ikinci kocanın olur."
Çünkü buna imkân vardır. Birinciden olması îmkânsızdır.
"Altı aydan daha azda doğurursa"
Yani boşandığından itibaren iki seneden fazla geçmekle beraber demek istiyor.
"Birinciden de ikinciden de sâbit
olmaz." Çünkü kadınlar iki seneden fazlada ve altı aydan azda çocuk
doğurmazlar. Burası Hâkim'în Kâfîsi'nden alınmıştır.
"Ama nikâh sahihtir." Yani
Tarafeyn'e göre sahihtir. Ebû Yusuf'a göre fâsiddir. Çünkü çocuk ikinci kocadan
sabît olmayınca zinâdan demektir. Tarafeyn'e göre zinâdan hamile kalan bir
kadını nikâh etmek sahihtir. Bedâyı'da böyle denilmiştir. Bahır sahibi de ona
tâbi olmuştur. Ama benîm için bunun vechi zâhir değildir. Çünkü neseb hiç
birinden sâbit olmayınca başkalarından olduğu anlaşılır. Ama zînâdan olması
lâzım gelmez. Çünkü şübheyle cîmadan olması ihtimali vardır. Nikâh ise ancak
zinâdan olduğu bilinirse sahîhdîr. Zeylaî ve diğer kitablarda şöyle
denîlmiştîr: Nikâhlı bîr kadın evlendiğinden itibaren altı ay geçmeden
doğurursa neseb sâbit olmaz. Çünkü kadının gebe kalması nîkâhtan öncedir. Nikâh
fâsid olur. Zira çocuğun ya sahih nîkâhla veya şübheyle başka kocadan olması
ihtîmali vardır." Düşünülmelidir.
"İki seneden azda" Yani talâk
vaktinden itibaren iki seneden azda ikincî kocayla evlenme vaktinden itibaren
altı ayda doğurursa çocuğu bîrîncî veya ikinci kocadan saymak mümkündür.
"Lâkin Bahır sahibi burada" Yani
bu bâbta: "Meğerki çocuk bendendir diye iddia etmiş olsun." sözünden
az önce Bedâyı'dan naklen çocuğun ikinci kocaya aid olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh
onun İncelemesine değil naklettiği nassa uyulur. T.
"İddetinin bittiğine delilidir."
Ve iddetinin bittiğini ikrar etmesi mesa-besindedir.
"Birinci kocadan isbatı mümkün
olursa" Nesebi ondan sâbit olur. Fakat mümkün olmazsa meselâ boşandıktan sonra
iki seneden fazlada, evlendikten sonra altı ayda doğurursa çocuk ikinci kocanın
olur. Nitekim Bedâyı'dan naklen Bahır'da böyle denilmiştir.
"Dört ayda düşürdüğü takdirde çocuk
ikinci kocasına aiddir." Yani nikâh da câizdir. Bahır.
"Bir gün eksik doğurursa nesebi
birinci kocasına aid olur." Çünkü ço-cuğun uzuvları ancak yüz yirmi günde
belli olur. Bu yüz yirmi günün kırkında çocuk menî halinde, kırk gününde kan
pıhtısı halinde, kırk gününde de et parçası halindedir. Bunu Bahır sahibi
Valvalciyye'den nakletmiştir. Biz iddet bahsinde bu hususta söz etmiştik.
"Çünkü bu nikâh bâtıldır." Yani
bu nikâhla yapılan cima zinâdır. Onunla neseb sâbit olmaz. Fâsid nikâh bunun
hilâfınadır. Çünkü o şübheyle cimadır. Onunla neseb sâbit olur. Onun içindir
ki, fâsid nikâhla kadın firâş olur, bâtıl nikâhla olmaz. Rahmetî. Allahu a'Iem.
METİN
Hadâne veya hidâne çocuk terbiyesi demektir
ki, neseben anneye sâbit olan bir haktır. Velevki kitabîyye veya mecusîyye
olsun yahut kocasından ayrılmış bulunsun. Ancak dinden dönmüşse Müslüman
oluncaya kadar bu hak onun değildir. Çünkü hapsedilir yahut zinâ, şarkıcılık,
hırsızlık ve yasçılık gibi çocuğu zâyi edecek şekilde fâcire ise hak yine onun
değildir. Nitekim Bahır ve Nehir'de inceleme yoluyla beyan edilmiştir. Musannıf
diyor ki: "Zâhir olan ulemanın mutlak sözleriyle amel etmektir. Nitekim
Şâfiî'nin mezhebi de budur. Namazı terk etmekle fâsık olan bir kadın için
hadâne hakkı yoktur. Kınye'de: Çocuk için anne daha haklıdır. Velev ki tutumu
kötü, kendisi fücurla meşhur olsun. Elverirki çocuk bunu akıl etmesin,
denilmiştir."
İZAH
Musannıf iddet bekleyen kadının hallerinden
sonra nesebin sübutundan bahsedince çocuğun kimin yanında kalacağını da beyan
ediyor. Fetih.
"Hadâne veya hidâne..." Misbâh'da
ve Muğrib'ten naklen Bahır'da bu şekilde tesbit edilmiştir. Lâkin Kâmûs'ta hidn
ve hîdâne, kelimelerinin çocuğu kucağına almak veya onu terbiye etme manasına
geldiği, hadn ve hadânenin ise onu kendisinden uzaklaştırmak mânâsında
kullanıldığı bildirilmiştir.
"Çocuk terbiyesi demektir."
Mutlak olan bu söz kelimenin lügat mânâsıdır. şer'î mânâsı ise çocuğu terbiyeye
hakkı olan kimsenin terbiye etmesidir. Nitekim bunu Kuhistânî söylemiştir.
"Anneye sâbit olan bir haktır."
Bazıları çocuğa sabit olan bir haktır demişlerdir. Bu hususta ileride söz
gelecektir. Remlî diyor ki; "Çocuğu terbiye eden kadının hür, âkıl baliğ,
güvenilir ve muktedir olması, ecnebî bir kocaya varmamış bulunması şarttır. Son
şarttan maada bütün şartlar erkek terbiyecide de aranır. Ulemanın sözlerinden
anlaşılan budur."
Ben derim ki: Hür kelimesinden sonra
"Yahut kitabette doğmuş mükâtebe olması" ifadesi ziyade edilmelidir.
Kezâ "Zirahmi mahrem olmalı, dinden dönmüş bulunmamalı, çocuğu ondan
hoşlanmayan birinin evinde tutmamalı; baba fakir olursa çocuğu meccanen
terbiyeden çekinmemeli." Kayıdlarını ziyade etmelidir. Bütün bunların
izahı ileride gelecektir. Annenin güvenilir olmasından murad çocukla meşgul
olmayıp çocuk her zaman onun evinden çıkmakla zâyi olmamalı demektir. Bazı
müteehhirin ulema mürâhikanın hadâne hakkı olduğuna fetva vermişlerdir. Çünkü
Aynî: "Mürâhikların (bulûğa yaklaşan çocukların) sair tasarruflar
hususunda hükümleri bulûğa erenlerin hükümleri gibidir." demiştir.
Ben derim ki: Bu sözün bulûğ iddia edildiği
zaman söylendiği bellidir. Yoksa mürâhik kusurlu hükmündedir. Nitekim biz bunu
Tenkihû'l'Hamidiyye'de tahkîk ettik. Hayreddin-i Remlî de bununla fetva
vermiştir. Acaba annenin gözleri görmesi de şart mıdır? Eşbâh'ınkörlerin hükmü
bâbında şöyle denilmiştir: "Mürâhikin hayvan kesmesi, av avlaması, çocuk
terbiyesi, vasfetmekle satın aldığı bir malı görmesi gibi şeylerin hükmü ne
olacağını görmedim. Ama hayvan kesmesinin mekrûh olması gerekir. Çocuk
terbiyesine gelince; Terbiye ettiği çocuğu koruması mümkünse terbiyeye ehildir.
Aksi takdirde ehil değildir." Bu güzel bir incelemedir ve Remlî'nin;
"muktedir olması" sözünden anlaşılır. Nitekim annenin hasta veya
yaşlı ve âciz olmasının hükmü de ondan anlaşılır.
"Neseben" Kaydıyla süt anneden
ihtiraz etmiştir. Süt annenin hadâne hakkı yoktur. H. Süt kız kardeş ve
benzerleri de öyledir.
"Velev ki kitabiyye veya mecusiyye
olsun." Çünkü şefkat dinin değiş-mesiyle değişen şeylerden değildir.
İkincînin sureti karı-koca Mecusî olup Müslüman mahkemesine başvurmaları yahut
yalnız kocanın Müslüman ol-masıdır. Bunun da çocuk henüz dini akıl etmiyorsa
diye kayıdlanması Iâzım geldiği ileride görülecektir.
"Çünkü hapsedilir." Yani aynı
zamanda dövülür. Binaenaleyh çocuk terbiyesine vakti kalmaz. Bahır.
"Nitekim Bahır ve Nehir'de inceleme
yoluyla beyan edilmiştir." Bahır sahibi şöyle demiştir: "Ulemanın
buradaki fâsıklıktan muradlan zinâ olmak gerekir. Zinâ evden çıkmak ve benzeri
hareketlerle annenin çocukla meşgul olamamasını iktiza eder. Yoksa fisktan
murad namazı terke de sâdık olan mutlak mânâsı değildir. Çünkü göreceğiz ki,
çocuğun dine aklı ermedikçe zimmîyyenin Müslüman olan çocuğunu terbiyeye
kocasından daha çok hakkı vardır. Şu halde fâsık olan Müslüman kadının hakkı
olması evleviyette kalır." Nehir sahibi de şunları söylemiştir: "Ben
derim ki: Fıskı sadece zinâya tahsis etmek kusurlu olur. Çünkü anne hırsız veya
şarkıcı yahut yasçı olursa hüküm yine böyledir. Bu izaha göre fisktan murad
çocuğu zâyi eden fısktır." Bahır sahibinin sözünü de buna yorumlamak
mümkündür. Sonra gördüm ki, Hayreddin-i Remlî böyle cevap vermiştir.
Halebî diyor ki: "Bu izaha göre anne
saliha, namazcı, kendisini Allah'ın muhabbetiyle korkusu kaplamış bulunur da
çocukla meşgul olamayıp onun zâyi olması lâzım gelirse çocuk anneden alınır.
Ama ben bunu bir yerde görmedim."
"Musannıf diyor ki ilh..."
Bahır'ın ibâresini naklettikten sonra musannıf şöyle demiştir: "Lâkin
bence bu söylenenlerle istidlal söz götürür. Çünkü zimmîyye fiskı icab eden
fillini ancak dinen icab ettiğine inandığı için yapar. O halde Müslüman olan
fâsık annenin filli buna nasıl katılabilir. Zâhir olan şudur ki, Kemâl'in ve
diğer ulemanın sözlerini itlakı üzere bırakmaktır. Nitekim Şâfiî (R.A.)'nın
mezhebi de budur. Yani namazı terk etmek suretiyle fâsık olan annenin hadâne
hakkı yoktur. Hükme sebeb çocuğun zâyi olması idiğini bilince anlarsın ki
musannıfın încelemesinîn bir netîcesi yoktur. H.
"Kınye'de îlh..." İfadesi
musannıfın sözünü red içindir.
"Elverirki çocuk bunu akıl
etmesin." Yani elverirki çocuk annesinin halini akıl edecek çağa varmasın,
şayet varırsa o zaman fücuru: "Çocuğun zâyi olmasını gerektirecek şekilde
olmasın." diye kayıdlamak icab eder. Nitekim bu gizli değildir. Nehîr'de:
"Kadın bunu yapmadıkça .." denîlmiş, bu söz: "Annenîn bunu
yaptığı sabit olmadıkça" diye tefsir edilmiştîr ki, bu da doğrudur. H.
Yine Nehir'de bildirildiğine göre Kinye sahibînin "Anne fâcirlikle
tanınmışsa" sözü annenin onu yapmasını gerektirir. T. Binaenaleyh münasib
olan birincidir ve fâcire kitabîyye mesabesinde olur. Çocuk dînlere aklı ermeye
başlayıncaya kadar kitabîyyenin yanında kalır. Nitekim gelecektir. Fâcire de
öyledir. Remlî Nehîr'ln ibâresinîn bozuk olduğuna kesenlikle kâildir.
Hâsılı çocuğu terbiye edecek kadın onun
zâyi olmasını gerektirecek kadar fâsık ise hakkı sâkıt olur. Aksi takdîrde
çocuğun aklı ermeye başlayıncaya kadar ona annesinin bakması daha münasibdir.
Aklı ermeye başladımı kitabîyyeden alındığı gibi çocuk ondan da alınır.
METİN
Anne güvenilir değilse meselâ her zaman
dışarı çıkıp çocuğu zayi olmaya bırakırsa -bunu Müctebâ sahibi söylemiştir-
veya cariye yahut ümmüveled veya müdebbere yahut mükâtebe olup bu çocuğu
kitabetten önce doğurmuşsa, çocuk terbiye için ona verilmez. Çünkü cariyeler
sahiblerinin hizmetiyle meşguldürler. Lâkin çocuk köle ise anneleri ona bakmak
hususunda daha ziyade hak sahibidirler. Çünkü çocuk efendisinindir. Müctebâ.
Yahut anne küçük çocuğun mahremi olmayan biriyle evli bulunur veya meccanen
çocuğu terbiyeden çekinir de baba fakir olup hala bunu -yani meccanen
terbiyeyi- kabul eder ve çocuğu annesinden men etmezse, mezhebe göre anneye:
"Ya bu çocuğa meccanen bakarsın yahut halaya verirsin." denilir.
Acaba amca ve hala baba zenginlediği vakit Haklarını ondan alabilirler mi?
Bazıları evet alır demişlerdir. Müctebâ.
İZAH
"Her zaman dışarı çıkıp ilh..."
İfadesînden murad çok çıkmasıdır. Çünkü sebeb çocuğu zâyi olacak şekilde
bırakmaktır. Annesinin yanında çocuk emânet hükmündedir. Emâneti zayi edene
güven olmaz. Annenin günâh işlemek için dışarı çıkması lâzım gelmez ki, üst
taraftaki sözlerle buna hâcet yoktur diyelim. Anne mâsiyet olmayan bir iş için
de çıkabilir. Meselâ ebedir veya ölü yıkar yahut tellâk gibi bir şeydir. Onun
için Fetîh sahibi: "Anne fâsık ise yahut her vakit dışarı çıkarsa
ilh..." demiştir. Fâsıkın üzerine atıf yapması bizim söylediğimizi ifade
eder.
"Ümmüveled" Yani kocası
tarafından boşanmış ümmüveled ise demek istiyor. Efendisi tarafından âzâd
edilmiş ümmüveled ise boşanmış hür kadın mesabesindedir. NitekimHâkim'in
Kâfîsi'nde belirtilmiştir.
"Bu çocuğu kitabetten önce
doğurmuşsa" Çocuğu terbiyeye hakkı yoktur. Kitabetten sonra doğurmuşsa
annesine verilir. Çünkü kitabette çocuk da dahildir. Bunu Tûhfe'den Fetih
sahibi nakletmiştîr. Bu ifadenîn bir misli de Bahır'dadır. Muktezası şudur kî;
kitabetten sonra daha önce doğan çocuklarda cariyenin bir hakkı kalmaz. Velev
ki efendisinin hizmetiyle bir meşguliyeti kalmasın. Çünkü önce doğan çocuk
carîyenîn kitabetinde dahil değildir. O her cihetten efendisinîn milki olarak
köle kalır ve âzâd edilen hâlis cariyenin doğurduğu çocuk gibi olur. Buna
Kenz'in şu sözü dahi delâlet eder: "Azâd edilmedikçe cariye ile
ümmüveledin hadâne hakları yoktur." Dürer'de: "Âzâd edilirlerse hür
olan çocukları hakkında hadâne haklan vardır. Çünkü hak sâbit olurken kendilerî
ve çocukları hürdürler." denilmiştir.
"Lâkin çocuk köle ise ilh..."
Bahır sahibi diyor ki: "Musannıf cariyenin çocuğunun hadâne hakkı
efendisinin mi başkasının mı olacağından bahsetmemıştir. Hak tafsilâta
gitmektir. Küçük çocuk köle ise babası hür olsun köle olsun hadâne hakkı
efendisinindir. Kezâ annesi doğurduktan sonra âzâd edilirse çocuğun hadânesine
hakkı yoktur. Hak ancak efendisinindir. Cariye ister babasının nikâhlısı olsun,
ister ondan ayrılmış bulunsun fark etmez. Çünkü kendi malıdır. Ama küçük çocuk
hür olur da annesi efendisinin cariyesi ise hadâne hakkı hür olan
akrabalarınındır. Annesinin efendisine aid olmadığı gibi çocuğu âzâd eden
efendinin de değildir. Annesi âzâd edilirse hadâne hakkı onun olur.
"Anneleri daha ziyade hak
sahibidirler" Dürer sahibi: "Annesiyle çocuk milkinde iseler
birbirlerinden ayrılmazlar." demiştîr. Bahır'da da bunun benzeri vardır.
Şu halde daha haklı olmaktan murad anne ile çocuğu birbirinden ayırmamaktır.
Binaenaleyh yukarıda geçen: "Hak efendinindir." ifadesine aykırı
değildir.
"Mahremi olmayan biriyle evli"
Yani rahim cihetinden mahremi demek istiyor. Süt amca gibi rahim cihetinden
olmayan yahut neseben rahim cihetinden radâ'an mahremi olan neseben amcası
oğlu, radâ'an amcası gibi birî îse o ecnebî gibidir. T.
"Baba fakir olup" Sözü Hâniyye,
Bezzâziye, Hulâsa, Zahiriyye ve diğer bîr çok kitablarda böyle kayıdlanmıştır.
Zâhirine bakılırsa baba zenginleyince zikredilen hüküm değişir. Çünkü tasnif
edilen kitablardaki mefhum hüccettir, onunla amel edilir. Remlî.
Şürunbulâliyye'de şöyle denilmiştîr:
"Çocuğu halaya vermek için halayı
zenginse diye, babayı da fakirse diye kayıdlamak şunu ifade eder: Küçük çocuğun
menfaati için zengin baba anneye ücret vermeye mecbur edilir."
Ben derim ki: Bu ücretten murad hadâne
ücretlidir. Nitekîm Fetih. Dürer ve Bahır'a uyarak musannıfın sözünün
gelişinden de bu anlaşılmaktadır. Dürer üzerîne yazılan Azmiyye'nin sözü buna
muhâliftir. Orada onun süt emzirme ücreti olduğu, halanın zenginliğinden
deçocuğa nafaka vermeye kudreti kastedilmiştir. Nitekim zâhir olan da budur.
Zira nisabla takdirine yol yoktur.
"Hala meccanen terbiyeyi kabul
eder." Yani haladan ileri hala kadar teberruda bulunmuş kimse yoksa
demektir. Bununla beraber hatanın küçük çocuğa mahrem olmayan biriyle
evlenmemîş olması şarttır. Şürunbulâliyye.
"Ve çocuğu annesinden men etmezse"
Yani annesini görmekten, onunla konuşmaktan men etmezse demektir.
"Mezhebe göre" Sözünü
başkalarının söylediğini görmedim. Başkaları bu sözün yerine: "Sahih kavle
göre" demişlerdir. Ama bunun mezhebin bir nassı olması lâzım gelmez.
Tahriç de olabilir. Bunun mukabili: "Anne evlâdır." denilmiş
olmasıdır.
"Yahut halaya verirsin denilir."
ifadesi açık gösteriyor ki, çocuk anneden alınır. Halbuki anne emzirmek için
ücret isterse parasız emzirecek kadın bulunduğu halde parasız emziren tercih
edilir ve çocuğu annesinin yanında emzirir. Nitekim Bedâyı sahibi bunu
açıklamıştır. Ancak bu söz annenin hadane hakkı kaldığına göredir. Bizim
meselemizde ise onun hakkı sâkıt olmuştur. Onun için de çocuk anneden alınır.
Bunun bir misli de anne ecnebî ile evlenip hadâne hakkının başkasına meselâ kız
kardeşine geçmesidir. Onun çocuğu annesinin yanında terbiye etmesi veya
emzirmesi lâzım gelmez.
"Müctebâ." Zâhidî'nin Kudûri
Muhtasar'ı üzerine yazdığı şerhdir. Zâhidî nafakalar bahsinde şöyle demiştir:
"Acaba baba zenginlediği vakit amca veya hala küçük çocuğa harcadıklarını
ondan alabilirler mi?" Sonra bazı kitablara işaretle babaya veya oğula
verilen nafakadan bir şey istenemeyeceğini söylemiştir. Anne bunun hilâfınadır.
Onun kocası zenginlerse isteyebilir diyenlere işaret etmiş, sonra bu bâbta
ulemanın ihtilâfına işarette bulunmuştur. Bu; baba fakir olduğuna, çocuğun
nafakası amcasına veya halasına yahut annesine vâcib olduğuna göre farz
edilmiştir. Baba zenginlerse anne çocuğa harcadıklarını babadan alır. Amcayla
hala hakkında zikri geçen hilâf vardır. Bunu burada zikretmeye mahal olmadığı
gibi amcanın zikrine de mahal yoktur. Çünkü sözümüz parasız emzirmek için
çocuğu halası alırsa meselesindedir. Onun harcadıklarını istemeye hakkı olursa
çocuğu annesinden almakta bir fayda yoktur. Meğerki onun muradı hadâne ücreti
alamaz denilsin. Çocuğa harcadıkları ise teberru suretiyle değilse onları
babadan alıp alamayacağı ihtilâflıdır. Bazıları evet alır demişlerdir.
METİN
Zâhire göre hala kelimesi bir kayıd
değildir. Münye'de şöyle denilmiştir: "Babası ölen bir çocuğun annesi
evlenir de nafaka takdir etmeksizin çocuğun terbiyesini üzerine almak ister,
vâsisi ise nafakayla terbiyesini dilerse çocuğun malını mevcud bırakmak için
çocuk vasîyedeğil annesine verilir."
İZAH
«Hala kelimesi bir kayıd değildir ilh...»
ifadesi Bahır sahibinin bir in- celemesidir. O bunu gelecek bâbta zikretmiş ve
şöyle demiştir: "Hatta her kadın çocuk bakıcı evleviyetle böyledir. Çünkü
hala annenin akrabasındandır. Teberru ederse ecnebî kadının da hala gibi
olduğunu açıklayan görmedim. Ama o halaya kıyas edilemez. Çünkü hata bazı
yerlerde hadâne sahibidir. Zamanımızda bu mesele çok sorulmaktadır. Metinlerin
zâhirine bakılırsa anne ecr-i misil alır. Ecnebî kadın anneden evlâ olamaz.
Hala bunun hilâfınadır. Meğerki nakil bulunsun."
Ben derim ki: Kuhistânî'de bir hayli söz
edildikten sonra şöyle denilmiştir: "Burada annenin mahremden evlâ
olduğuna işaret vardır. Velev ki anne ücret istesin de mahrem istemesin. Esah
olan anneye: Ya bu çocuğu tut yahut mahreme ver denilmelidir. Nitekim Nazım'da
bildirilmiştir." Bu da gösterir ki, hala kelimesi bir kayıd değildir.
Diğer mahrem hısımlar da onun gibidir. Mahrem olmayanlar böyle değildir.
Hayreddin-i Remlî'nin Bahır üzerine yazdığı haşiyede: "Bu güzel, sahih bir
fıkıh anlayışıdır." denilmiştir.
Remlî diyor ki: "Bana sordular: Küçük
bir kızın annesi var. Ona bakmak için ecr-i misilden ziyadesini istiyor. Bir de
amcasının oğlunun kızı var. Ona meccanen bakmak istiyor, dediler. Ben şu cevabı
verdim: Küçük kız anneye verilir. Lâkin sadece ecr-i misille, dedim. Çünkü
öteki ecnebî gibidir. Onun hadânede asla hakkı yoktur. Binaenaleyh teberruuda
muteber değildir. Çünkü küçüğü ona vermekte küçüğe zarar vardır. Bu zararın
yanında mal zararı itibara alınmaz. Zira malın hürmeti bunun hürmetinden
aşağıdır. Onun için hüküm vakti hâli varsa hala ve teyze gibilerde değişir.
Küçük onlara verilmez. Çünkü ücret vermek hususunda zengine bir zarar yoktur.
Böylece bu mesele aydınlanmış olur. Bunu ganimet bil! Bunu düşünüp anlayan
azdır."
Ben derim ki: Bunu şu da te'yid eder ki,
baba sağ olur da anne çocuğun malından nafaka ister, baba ise çocuğu kendi malı
ile terbiye etmek isterse annenin hakkı sâkıt olmaz. Halbuki baba ecnebî
kadından daha şefkatlidir. Evet, babanın yanında çocuğu meccanen terbiye edecek
anne veya kız kardeş bulunur da ondan daha haklı olan ücretsiz terbiyeye razı
olmazsa babanın yanında anne veya kız kardeş çocuğu terbiye edebilir. Bu çok
vâki olur. Lâkin anne çocuğun terbiyesi için ücret istediği zamandır. Çocuğu
teberru olarak terbiye eder de emzirdiğine ücret isterse baba: "Annem veya
kız kardeşim onu meccanen emzirir." Dediği takdirde ona yermek evlâ olur.
Lâkin kendisine; Bu çocuğu annesinin evinde emzir denilir. Zira geçen izahattan
anlaşıldığı vecihle bu onun hadâne hakkını ıskat etmez. Buna dikkat et!
«Nafaka takdir etmeksizin» yani çocuğa
babasından mirâs kalan maldan nafaka istemezse demektir. Fetih. Zâhirine
bakılırsa murad çocuğun nafakasıdır. Ama zâhire göre hadâne ücreti de öyledir.
«Çocuğun malını mevcud bırakmak için»
ifadesi musannıfın yaptığı bir talildir. Zira musannıf Minah nâmındaki eserinde
Münye'nin sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: "Bunun güzel bir vechi
vardır. Çünkü çocuğun malını mevcud bırakmak için maslahata riayet ecnebînin elinde
kaldığı vakit kendisine zarar gelmemesine dikkat etmekten evlâdır."
Ecnebîden maksad annenin kocasıdır. Ama söz götürür. Çünkü vasî de annenin
kocası gibi ecnebîdir. Zira onun zirahmi mahremi olduğundan bahsetmemiştir. Şu
halde evlâ olan sadece: "Anneye vermekte ziyade maslahat vardır. Bu da
çocuğun malını mevcud bırakmaktır. Binaenaleyh evlâdır." demekle
yetinmektir. Hatta burada başka bir maslahat vardır ki, o da annenin vasîden
daha şefkatli olmasıdır. Anne bazı yerlerde hadâneye ehildir. Vasî bunun hilâfınadır.
Bu az yukarıda Remlî'den naklettiğimize aykırı değildir. Remlî malda zararı
itibara almamıştır. Çünkü o çocuğu hiç hadâne hakkı olmayan ecnebî bir kadına
vermek lâzım geldiği zamandır. Buradaki onun hilâfınadır. Hatta ecnebî ise
evlenen anne takdir edilecek bir nafakayla çocuğu terbiye etmek istese, vasî
ise bunu teberruan yap-sa Remlî'nin söylediğine kıyasen çocuğu yine anneye
vermek gerekir. Vasînin teberruuna itibar yoktur. Sonra gizli değildir ki,
bütün bu söylenenler hadâne ehlinden hala veya teyze gibi bir teberru sahibi
bulunmadığına göredir. Aksi takdirde böylesi anneden de, ecnebîden de daha
lâyıktır.
TENBİH: -Fetva hadisesi olmuştur. Bana
eskiden soruldu: Bir çocuğun annesi ölür de çocuğa mal bırakırsa çocuğun fakir
bir babası, bir de anneannesi ve dedesiyle evli babaannesi bulunup anneannesi
ücretle çocuğun terbiyesini üzerine almak ister, babaannesi ise buna meccanen
razı olursa ne hüküm verirsin? dediler. Ben teberru suretiyle bakacak olan
babaanneye verilir dedim. Cevabı buradaki meseleden aldım. Çünkü çocuğun malını
harcamamak için çocuk hadâne hakkı sâkıt olan annesine verilince -ki çocuğa
ecnebî olan kocasının evinde bakacaktır- çocuğun malını harcamamak için onu
parasız bakacak olan babaannesine vermek evleviyette kalır. Hem çocuk kendisine
şefkatları olan baba ve dede evinde kalacaktır. Ben bu mesele hakkında bir
risale toplamış, ona; "El-İbâne an ahzi-lücreti alel hadâne" adını
vermiştim. Allahu a'lem.
METİN
Hâvî'de şöyle denilmiştir: "Anne
ecnebî biriyle evlenir de çocuğu nafakayla terbiye etmek ister, bu işi çocuğun
amcası oğlu meccanen yapmayı dilerse çocuğun kadın bakıcısı olmadığı takdirde
amcası oğlunun buna hakkı vardır." Hadâne hakkı olan kadın hadâneyeicbar
edilemez. Meğerki bu iş için teayyün etsin. Meselâ çocuk başkasının memesini
emmesin yahut babanın yahut küçüğün malı bulunmasın. Bununla fetva verilir.
Hâniyye. Nafaka bahsinde gelecektir ki, anne kendi hakkını ıskat ederse ölü
veya evlenmiş kadın gibi olur ve hadâne hakkı neneye intikal eder. Bahır.
İZAH
«Amcası oğlu meccanen yapmayı dilerse»
ifadesinin yerine bazı nüs-halarda: "Amcası oğlu çocuğu meccanen terbiye
etmek isterse" denilmiştir ki daha zâhirdir.
"Kadın bakıcısı olmadığı
takdirde" amcası oğlu alır. Fakat hala veya teyze gibi kadın bakıcısı
bulunursa o annesinden evlâdır. Çünkü ecnebî ile evlendiği için annenin hakkı
sâkıt olmuştur. Hala veya teyze amca oğlundan da evlâdır. Çünkü derecesi ondan
ileridir. Zâhire bakılırsa böylesi nafaka bile istese evlâdır. Çünkü hakikatte
hadâne sahibidir.
«Amcası oğlunun buna hakkı vardır.» Yani
iltizama hakkı vardır. Vechi şudur: Çocuğun bakacak kimsesi olmadığı, annesinin
de hadâne hakkı burada sukut ettiği için amcası oğlunun hadâne hakkı vardır.
Zâhire bakılırsa nafaka istese bile yine hadâne hakkı onundur. Çünkü hakikatte
çocuğa bakacak yalnız o vardır. Sonra gördüm ki Sâihânî bunu böylece yazmış.
«Hadâneye icbar edilemez.» Doğrusu çocuğu
emzirmeye icbar edilemez demeliydi. Nitekim musannıf nafaka bâbında bundan
bahsedecek;
"Annesi çocuğu emzirmeye mecbur
değildir. Meğerki teayyün etsin." diyecektir. Bu suretle bu sözle aşağıda
gelen»: "Çocuğa bakan kadın küçüğün hakkını ibtale kâdir değildir."
ifadesinin arasındaki zıddiyet giderilmiş olur. Çünkü "kâdir
değildir" ifadesi hadâneye mecbur edilemez mânâsınadır ki, bu meseledeki
iki kavilden biri budur. Nitekim gelecektir. Yoksa birbirine zıd iki kavle
nasıl uyabilir.
«Başkasının memesini emmesin ilh...»
ifadesini Hâniyye sahibi emzir-mek için kadın teayyün ettiği yerde zikretmiştir
.Bizim doğru bulduğumuzu bu da teyid etmektedir. Şârihin: "Nafaka bahsinde
gelecektir ki" sözü dahi bizim söylediğimizi teyid etmektedir. Çünkü orada
gelecek olan da budur.
«Hadâne hakkı neneye intikal eder.» Yani
hadâne hakkı anneden sonra gelene intikal eder ve şayet varsa neneye, o da
yoksa ondan sonra gelene verilir. Rahmetî bu ıskatın devam etmeyeceğini zâhir
bulmuştur. Kadının dönmeye hakkı vardır. Çünkü onun hakkı azar azar sâbit olur
ve meydana gelen hakkı sâkıt olur, gelecekteki hakkı sâkıt olmaz. Yani bu iş
kadının ortağı için kasm hakkını ıskat etmesine benzer. Binaenaleyh sâkıt olan
bir şey geri dönemez diye itiraz edilemez. Çünkü geri dönen başka, sâkıt olan
başkadır. Şuf'a hakkını ıskat etmek bunun hilâfınadır. Sonra ulemadan birinin
el yazısıyla müftü Ebussûud'dannaklen şöyle yazıldığını gördüm: "Bir adam
karısını boşar da kadının ondan doğurduğu küçük bir çocuğu bulunur ve kadın
hadâne hakkından vazgeçerse, hâkim de buna hüküm verirse kadın çocuğu almak
için sözünden dönebilir mi? Evet dönebilir. Çünkü hadâne hususunda iki hakkın
en kuvvetli olanı küçüğündür. Kadın kendi hakkını ıskat etse bile çocuğun
hakkını ebediyyen ıskat edemez.
METİN
Her iki surette çocuğa bakan kadın küçük
çocuğun hakkını ibtal edemez. Hatta çocuğunu kocasına bırakmak şartıyla hul'
yapsa hul' sahih, şart bâtıl olur. Çünkü hadâne çocuğun hakkıdır. Kadının
şartla onu ibtal etmeye hakkı yoktur. O kadından başka çocuğa bakacak kimse
yoksa kadın bakmaya hilâfsız mecbur edilir. Fetih. Bu söz bulunupda kabul
etmeyene de şâmildir. Bahır. 0 zaman kadına ücret verilmez. Cevhere.
İZAH
«Çocuğa bakan kadın onun hakkını ibtal
edemez.» Hadâne çocuğa bakan kadının mı yoksa çocuğun mu hakkı olduğu hususunda
ihtilâf edilmiştir, Bazıları kadının hakkı olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde
kadın çocuğa bakmak istemezse buna mecbur edilemez. Bir çok ulema bu kavli
tercih etmişlerdir. Fetva da buna göredir. Birtakımları çocuğun hakkı olduğunu
söylemişlerdir. Şu halde kadın icbar edilir. Bu kavli üç fakîh yani Ebu'l-Leys,
Hinduvânî ve Hâherzâde ihtiyar etmişlerdir. Fetih sahibi dahi Hâkim-i Şehid'in
Kâfî'deki kavliyle bunu teyid etmiş: "Hâkim'in fukahanın sözü demesi bunun
zâhir rivâyet olduğunu ifade etmiştir." demiştir.
Bahır sahibi diyor ki: "Şu halde
tercih muhteliftir. Evlâ olan üç fakîhin kavliyle fetva vermektir. Lâkin
Zahîriyye sahibi bunu küçük çocuğun zirahim akrabası olmamakla kayıdlamıştır.
Böyle akrabası yoksa çocuk zâyi olmamak için anne mecbur edilir. Anne çocuğu
kabul etmez, fakat çocuğun nenesi bulunur da ona bakmaya razı olursa çocuk ona
verilir. Çünkü hadâne hakkı annenin idi. Onun kendi hakkını ıskat etmesi
sahihtir. Bu tafsilat üç fakîhe nisbet edilmiştir. Muhit sahibi bunu talil
ederken: "Çünkü anne kendi hakkını ıskat edince çocuğun hakkı kalır ve
anne ölü yahut evlenen kadın mesabesinde olur. Bu suretle nene evleviyet
kazânır." demiştir. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır.
Ben derim ki: Bundan iki kavlin arasını
bulma hükmü çıkarılır. Şöyle ki: Muhît'in ibâresi bakıcı kadınla çocuğun her
ikisinin hadâne hakkı olduğunu bildirir. Müftü Ebussûud'dan naklettiğimiz söz
de böyledir. Şu halde: "Hadâne bakıcı kadının hakkıdır. Binaenaleyh kadın
çocuğa bakmaya mecbur edilemez." diyenlerin sözü çocuğa bakmak için o
kadın teayyün etmediği zamana yorumlanır. Kadının hakkıdır demekle yetinmeleri,
bu takdirde çocuğun hakkı zâyi olmadığı içindir. Çünkü kadından başka çocuğa
bakacak kimse vardır. "Hadâneçocuğun hakkıdır. Binaenaleyh kadın ona
bakmaya mecbur edilir." diyenlerin sözü ise kadın teayyün edip ondan başka
çocuğa bakacak kimse bulunmadığına yorumlanır. Bunların sadece hadâne çocuğun
hakkıdır demekle yetinmeleri kadından başka çocuğa bakacak kimse bulunmadığı
içindir. Buna delil yine Zahîriyye'den naklettiğimiz sözdür ki, kadın
cebredilir diyen üç fakîhe nisbet ederek: "Onlara göre kadından başka
bakacak bulunmazsa kadın mecbur edilir. Başkası bulunursa mecbur edilmez."
demiştir. Nehir sahibinin: "Zahîriyye'nin sözü zâhir değildir. Çünkü
Fetih'de beyan edildiğine göre o kadından başka çocuğa bakacak kimse bulunmazsa
kadın hilâfsız mecbur edilir." şeklindeki ifadesi söz götürür. Çünkü
gördüğün bu yatıştırma ile hilâf aslından ortadan kalkar. Velev ki her iki
kavli hikâye etmek hilâfın çocuğa bakacak başka kimse bulunduğu zamana aid
olduğunu göstersin. İki kavlin arasını bulmak mümkün olunca bunu yapmak
evlâdır. O zaman hilâf sözden ibaret kalır. Bunun nice benzerleri vardır. Bu
izahı ganimet bil.
«Bakmaya hilâfsız mecbur edilir.» Başkası
bulunursa söylediğimiz arabuluculuğa göre hilâfsız mecbur edilmez.
«Bu söz ilh...» Yani o kadından başkası
bulunmazsa sözü hakikaten ve hükmen bulunmama hallerine şâmildir. O kadından
başkası bulunur da çocuğa bakmayı kabul etmezse hükmen bakacak bulunmamış
demektir. Bahır'ın ibâresi şöyledir: "Ulemanın zâhir olan sözlerine göre
anne çocuğu kabul etmezse ondan sonraki kadına arz edilir, o da kabul etmezse
anne kabule mecbur kılınır. Ondan sonraki kadın mecbur edilmez."
«O zaman» yani o kadından başkası
bulunmadığı zaman kadına ücret verilmez. Çünkü şer'an kendisine vâcib olan bir
işi yapmaz. T. Cevhere'rinin ibaresi şöyledir. "Kadından başkası
bulunmazsa helâktan kurtarmak için çocuğu emzirmeye icbar edilir. Şu halde
kendisine ücret de verilmez." Görülüyor ki Cevhere'nin sözü çocuğu emzirme
hakkındadır. Her halde şârih hadâneyi buna kıyas etmiş olacaktır. Lâkin zâhire
bakılırsa Cevhere'nin ifadesi Cevhere sahibinin bir incelemesidir. Nitekim
"Şu halde kendisine ücret de verilmez." demesi bunu gösterir.
Hindiyye ve diğer kitabların ifadesi buna muhâliftir. Bunlarda şöyle
denilmiştir: "Çocuğa bir aylığına ücretle bir süt ana tutulur da ondan
sonra çocuk başkasının memesini emmezse, kadın icarenin devamına mecbur
edilir." Zira bu söz kadının ücret almaya hakkı olduğunu gösterir. Böyle
olmasa meccanen emzirmeye mecbur edilir denilirdi. Üstadlarımızın üstadı
Sâihanî'nin el yazısıyla şöyle yazıldığını gördüm: "Bercendî'nin
söylediğine göre annenin kocası yoksa anne çocuğa bakmaya mecbur edilir. Nafaka
çocuğun babasına aiddir." Mansuriyye'de şu satırlar vardır: "Küçük
kızın annesi onu kabule razı olmaz da annenin kocası da bulunmazsa kabule mecbur
edilir. Fetva buna göredir." Fakîh Ebû Cafer: "Kadın mecbur edilir.
Nafakası küçük kızın malından verilir." demiştir. Fakîh Ebu'l-Leys bununla
amel etmiştir. Bu söz ücretin zorla alınacağı hususunda nassdır. Beyanı az
ileride gele-cektir.
METİN
Bakıcı kadın nikâhlı veya çocuğun
babasından iddet bekler değilse hadâne için ücret almaya hakkı vardır. Hadane
ücreti emzirme ücretiyle emzirme nafakasından başkadır. Nitekim Sirâciyye'den
naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Musannıfın Cevâhiru'l-Fetâvâ'dan naklettiği
bunun hilâfınadır. Bâkânî'nin Nikaye şerhinde Bahır-ı Muhît'ten naklen şöyle
denilmiştir: "Ebû Hafs'a çpcuğa bakmaya hakkı olup çocukla birlikte
oturacak meskeni bulunmayan kadının hükmü sorulmuş da her ikisinin meskeni
babaya aiddir cevabını vermiştir."
İZAH
«Nikâhlı veya çocuğun babasından iddet
bekler değilse...» Bu ifade kadının hadâne hakkı olduğuna göre kayıddır.
Kadının hadâne hakkı yoksa zâhire göre hadâne ücreti almaya evleviyetle hakkı
vardır. "Çocuğun babasından." sözü başka birinin nikâhında veya
iddetinde bulunmaktan "ihtirazdır. Çünkü böylesi hadâne için ücret almayı
hak eder. Lâkin kadını nikah eden kimsenin çocuğa mahrem olması şarttır. Aksi
takdirde kadına hadâne hakkı yoktur. Nitekim yukarıda geçti. Şu da var ki,
musannıf Minah nâmındaki eserinde şöyle demiştir: "Bence nikâhlı veya
iddet bekler değilse demeye hâcet yoktur. Çünkü zâhire göre kadın hadâneye ehil
ise ona hadâne ücreti vermek vâcibdir. Bu söylenen ancak ona emzirme ücreti
vermenin vücubu için şarttır. Çünkü kadın ancak nikâhlı veya iddet bekler
değilse bu iş için ücretle tutulur. Hayreddin-i Remlî Minah hâşiyesinde
kendisiyle münakaşa ederek: "Nikâhlı kadına ve ric'î talâk iddeti
bekleyene emzirme ücreti vermenin vâcib olmaması emzirmek diyâneten kadına
vâcib olduğu içindir. Bu hadânede de mevcuddur. Hatta bunda evleviyet iddiası
bile uzak görülemez..." demiştir.
Ben derim ki: Yukarıda arz ettiklerimizden
anladığına göre ücret cebren de hak edilir. Binaenaleyh vücuba aykırı değildir.
Bunun vechi şu olsa gerekir: Küçük çocuğun nafakası babası zengin ise babasına,
değilse küçüğün malından vâcib olduğuna göre çocuğa bakmak için evlenmekten
vazgeçen bakıcı kadına verilecek nafaka da bu cümledendir. Emzirme ücreti de
bunun gibidir. Her cihetten hâlis bir ücret değildir ki, vücub ona aykırı
düşsün. Onun ücrete de nafakaya da benzeyen yerleri vardır. Binaenaleyh kadın
nikâhlı ise yahut çocuğun babasından iddet bekliyorsa gerek hadâne gerekse
emzirme için ücret almaya hakkı yoktur. Çünkü diyâneten bunların ikisi de ona
vâcibdir. Bir de kadına bunlarsız da nafaka sâbittir. İddet bittikten sonraki
hal bunun hilâfınadır. Zira kadın ücrete benzerliği ile amel edilerek bunu hak
eder. Bundan dolayıdır ki ric'î talâk ile bâin talâk iddeti bekleyenkadınlar
arasında fark yapmamak daha güzeldir. Nitekim Kenz'in mutlak sözü bunu iktiza
etmektedir. Hidâye'nin zâhir olan sözü bunu tercih ettiğini göstermektedir.
Çünkü Hidâye sahibi radâ bahsinde bâin iddeti bekleyen kadın hakkında iki
rivâyet olduğunu söylemiş, câiz değildir rivâyetinin delilini sonra
zikretmiştir. Lâkin Cevhere ve diğer kitablarda beyan edildiğine göre câizdir
rivâyeti sahih bulunmuştur. Tamamı bundan sonraki bâbta gelecektir.
"Hadâne ücreti emzirme ücretiyle
emzirme nafakasından başkadır."
Bahır sahibi diyor ki: "Şu halde babaya
biri emzirme, biri hadâne, biri de çocuk nafakası ücreti olmak üzere üç tane
ücret vâcib olmaktadır." Bu ifadenin bir misli de Şürunbulâliyye'dedir.
"Sirâciyye'den" Burada murad
Kâri-i Hidâye Sirâcuddin'in Fetâvâsı'dır. Çünkü bundan sonraki bâbta bunu açık
olarak ona nisbet etmiştir. Binaenaleyh musannıfın: "Bununla meşhur
Fetâvâ-i Sirâciyye'yi murad etmiş olması ihtimali vardır. Lâkin ben orada buna
vakıf olmadım." diyerek tereddütte bırakmasına mahal yoktur. Lâkin
"Bakıcı kadın nikâhlı veya çocuğun babasından iddet bekler değilse"
ifadesini Bahır sahibi Sirâciyye'den nakletmiştir. Fakat ben onu Sirâciyye'de
görmedim. Kâri-i Hidâye Fetâvâsı'nın ibâresi şöyledir: "Boşanan kadın
çocuğunu emzirmeksizin sırf ona baktığı için ücret alabilir mi diye sorulmuş:
Evet, hadâne için ücreti hak eder. Kezâ hizmetçiye muhtaçsa hizmetçi tutması
lâzım gelir, diye cevap verilmiştir." Bahır sahibi dahi Fetâvâ'sında
bununla fetva vermiştir. Hayriyye'de de öyledir. Nehir sahibi dahi bu yoldan
yürümüştür. Evvelce arz etmiştik ki, bu hüküm ulemanın baba fakir ise hala
meselesindeki sözlerinden anlaşılmıştır.
"Musannıfın Cevâhiru'l-Fetâvâ'dan
naklettiği bunun hilâfınadır." Orada Kâri-i Hidâye'nin sözünü naklettikten
sonra şöyle demiştir: "Lâkin bu itlak karşısında Cevâhiru'l-Fetâvâ'nın
sözü müşkil kalır. Orada şöyle denilmiştir: "Kâdi'l-Kudât Fahruddin
Kâdîhân'a talâk-ı bâinle boşanan bir kadın çocuk memeden kesildikten sonra
hadâne ücreti alabilir mi diye sorulmuş da hayır cevabını vermiştir. Allahu
a'lem."
Ben derim ki: Bu söz az yukarıda arz
ettiğimiz gibi talâk-ı bâin hakkındaki iki rivâyetten birine göredir. Lâkin
çocuk memeden ayrıldıktan sonra diye kayıdlamasının bence vechi zâhir değildir.
Her halde fetva hadisesi olduğu için kayıdlamış olsa gerektir.
METİN
Necmü'l-eimme demiştir ki: "Muhtar
olan kavle göre hadânede mesken bulmak babaya düşer." Kezâ küçük çocuk
hizmetçiye muhtaç ise babasına bu lâzım gelir. Şâfiîlerin kitablarında beyan
edildiğine göre hadâne masrafı, varsa çocuğun malından verilir. Yoksa çocuğun
nafakası kime düşerse o verir. Üstadımız: "Bizim kaidelerimiz de bunu
gerektirir ve bununla fetva verilir." demiş, sonra hadânenin radâ gibi
olduğunu izah etmiştir. Allahu a'lem.
İZAH
"Hadânede mesken bulmak babaya
düşer." Bahır'ın nafakalar bahsinde müteferrik meselelerden naklen şöyle
denilmiştir: "Hadânede mesken ücreti vâcib değildir. Başkaları çocuğun
malı varsa vâcib olduğunu, aksi takdirde çocuğun nafakası kime düşerse ona
vâcib olduğunu söylemişlerdir." Nehir'de de: "Vâcib olmadığını tercih
gerekir. Çünkü ücretin vâcib olması meskenin de vâcib olmasını gerektirmez.
Nafaka bunun hilâfınadır." denilmiştir.
Ben derim ki: Nehir sahibi tercih ehlinden
değildir. Binaenaleyh onun tercihi Necmü'l-eimme'nin tercihine karşı duramaz.
Bahusus talili de zayıftır. Çünkü mesken ücreti vacibdir sözü hadâne ücreti
vâcibdir sözüne mebnî değildir. Bilâkis çocuğun nafakasının vâcib olmasına
meünidir. Çocuğa bakan kadının bazen hiç meskeni olmayabilir, başkasının
yanında oturur. O halde çocuğu terbiye etmek için mesken kiralaması ona nasıl
lâzım gelebilir. İşin mâkul ciheti çocuğun nafakası kime lâzım gelirse mesken
kirasının da ona lâzım gelmesidir. Çünkü mesken nafakadan sayılır. Hayreddin-i
Remlî'nin musannıftan naklettiğine göre meskenin lüzumu hususunda ihtilâf
edilmiştir. Zâhir olan kavle göre lâzımdır. Nitekim bazı mu'teber kitablarda
bildirilmiştir. Remlî diyor ki: "Bu ulemanın: küçük çocuk hizmetçiye
muhtaç ise hizmetçi tutmak babaya lâzım gelir. Çünkü çocuğun meskene ihtiyacı
tekerrür etmiştir, demelerinden anlaşılır."
Ben derim ki: İbn-i Şihne buna itimad
ederek İbn-i Vehbân ile onun üstadı Tarsûsî'nin ihtiyar ettiklerine muhalefet
göstermiştir. Hâsılı en iyisi lâzımdır demektir. Lâkin bu ancak kadının meskeni
yoksa zâhirdir. Kadının meskeni var da içinde çocuğu terbiyeye imkân bulur ve
çocûk onunla beraber kalabilirse zahir değildir. Çünkü çocuğun buna ihtiyacı
yoktur. Binaenaleyh iki kavlin arasını böyle bulmak gerekir. Ebû Hafs'ın
"Kadının meskeni yoksa" sözü buna işaret etmektedir. İki taraf için
de en münasibi bu olduğu gizli değildir. Amel de buna göre oluversin.
Muvaffakiyeti veren Allah'dır.
"Kezâ ilh..." Sözünü Kâri-i
Hidâye Fetâvâsı'ndan naklen yukarıda arz ettik.
"Üstadımız" Yani Hayreddin-i
Remlî bu sözü Bahır üzerine yazdığı hâşiyelerde söylemiştir.
"Bizim kaidelerimiz de bunu
gerektirir, demiştir." Ben derim ki: Az yu-
karıda üstadlarımızın üstadı Sâihânî'nin el
yazısından naklettiğimiz bu hususta açıktır. Üstadımızın incelemesi menkule
uydu demektir.
"Sonra hadânenin radâ gibi olduğunu
izah etmiştir," Yani kadın ni-kâhlıysa veya iddet bekliyorsa kendisine
ücret verilmeyeceğini, böyle değilse çocuğun malı bulunduğu takdirde kendisine
onun malından ücret verileceğini, malı yoksa babasının yahut çocuğun nafakasını
veren kimsenin malından verileceğini anlatmıştır. Uzun uzadıya söz ettikten
sonra reyinin karar kıldığı hükmün hülasası budur. Bunun Sâihânî'den
naklettiğimiz ifadeyle te'yidkazandığını biliyorsun.
Ben derim ki: Bütün bu sözler hadâne
vazifesini teberru suretiyle yapacak bulunmadığına göredir. Şayet bulunursa o
kimse küçük çocuğun ya yabancısıdır ya değildir. Her iki takdire göre çocuğun
babası ya fakirdir ya değildir ve her iki takdire göre çocuğun ya malı vardır
ya yoktur. Çocuğa teberru suretiyle bakacak olan kimse ona yabancı ise çocuk
misil ücretiyle bakmak için akrabasına verilir. Velev ki bu ücret çocuğun
malından verilsin. Teberru suretiyle bakan çocuğun yabancısı değilse baba fakir
olduğu takdirde küçüğün malı olsun olmasın annesine: "Ya bu çocuğa
meccanen bakarsın yahut onu teberru suretiyle bakacak olan meselâ halasına
verirsin." denilir. Bu çocuğun malı varsa onu korumak için yapılır. Babası
zengin çocuğun da malı varsa hüküm yine budur. Bu takdirde ücret çocuğun
malından verilir. Babası zengin olur da küçüğün malı yoksa anne tercih edilir.
Velev ki ücret istesin. Bu çocuğun faydasınadır. Malına da bir zararı yoktur.
Hadânenin radâ gibi olması üzerine bu fakir bunu yazabilmiştir. Tamamı
"El-İbâne an ahzi'l-ücreti alel-Hadâne" adlı risalemizdedir.
METİN
Bundan sonra yani anneden sonra -şayet anne
ölür veya kabul etmezse yahut hakkını ıskat eder veya ecnebî biriyle evlenirse-
annenin annesi gelir. Daha yakının ehliyeti yoksa yukarıya doğru çıksa da hak
anneannenindir. Sonra babanın annesine sıra gelir. Velev ki zikredilen şartla
yukarıya doğru çıksın. Annenin babasının annesi ise babanın annesinden sonra
gelir. Hatta haladan da sonradır. Bahır. Ondan sonra anne-baba bir kız kardeş,
daha sonra anne bir kız kardeş gelir. Çünkü bu hak anne akrabalığından ileri
gelir. Sonra baba bir kız kardeş, sonra anne-baba bir teyze, sonra anne bir
teyze. sonra baba bir teyze, sonra baba bir kız kardeşin kızı, sonra kardeş
kızları, sonra halalar yine bu tertip üzere gelirler. Sonra anne bir teyze,
sonra baba bir teyze yine bu tertip üzere, sonra annelerin ve babaların
halaları bu tertip üzere gelirler. Sonra asabeler mirâs tertibine göre gelirler
ve evvela baba, sonra dede, sonra anne-baba bir kardeş; sonra baba bir kardeş,
sonra onun oğulları bu tertip üzere gelirler.
İZAH
"Veya kabul etmez yahut hakkını ıskat
ederse" Sözü cebir kullanılma-yacağına mebnîdir. Nitekim gizli değildir.
H. Bu hususta evvela söz geçti:
"Veya ecnebi biriyle evlenirse"
İfadesinden Bahır sahibinin sözü daha şümullüdür. O: "Yahut hadâne için
ehil değilse" demiştir. Çünkü onun sözünde kadının fâcire olması veya
itimada şâyân olmaması da dahildir.
"Daha yakının ehliyeti yoksa"
Sözü "Yukarı doğru çıksa da" ifadesinin kaydıdır. Çünküyakın olanın
ehliyeti varsa uzak kadın için hadâne hakkı yoktur.
"Zikredilen şart" dan murad yakın
olanın ehliyeti bulunmamasıdır.
"Bahır" Yani bunu Hassaf'ın
sözünden alarak Bahır sahibi nakletmiştir. Hassaf: "Annenin babasının
annesi annenin annesi tarafından akrabalığı mertebesinde değildir. Annenin
babası tarafından gelenler de öyledir." demiştir. Valvalciyye sahibi:
"Çünkü bu hak anne akrabalığından ileri gelir." ifadesini ziyade
etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Bunun zâhirine bakılırsa annenin
babasının annesi babanın annesinden hatta teyzeden de sonra gelir. Bu fetva
hadisesi olmuştur." Tahtâvî'nin beyanına göre bunun vechi şudur: Anne bir
kız kardeş ile teyzeler babanın annesinden sonra gelirler. Bunlar annenin
akrabası oldukları için annenin babasının annesinden önce gelirlerse onlardan
önce gelenler -yani babanın annesi- evleviyetle önce gelir.
"Ondan sonra anne-baba bir kız
kardeş" Yani küçük çocuğun kız kardeşi gelir demek istiyor. Çünkü baba
akrabalığının muteber olan yerde -yani anne vasıtasiyle olan nisbette- bir
tesiri yoksa da tercihe yarar. İmam Züfer'in kavli buna muhâliftir. O: "Anne
bir kız kardeşle müşterek olur," demiştir. Bunu Zeylaî söylemiştir.
"Sonra baba bir kız kardeş
gelir." Metin yazarları baba bir kız kardeşi teyzeden önce saymışlardır.
Çünkü onun akrabalık yakınlığını ve anne vasıtasiyle olan nisbetin -aynı
mertebede bulundukları vakit baba vasıtasiyle olan nisbetten yakınlıkça önce
geldiğini itibara almışlardır. Bahır sahibi: "Kitabü'n-Nikâh'ın rivâyeti
budur. Kitabü't-Talâk'ın rivâyetinde ise teyze evvel gelir. Çünkü o anne
vasıtasıyla, bu ise baba vasıtasiyle nisbet olunurlar." demiştir.
"Sonra anne-baba bir kız kardeşin
kızı, sonra anne bir kız kardeşin kızı gelir." Bunlar bütün rivâyetlerin
ittifakıyla teyzeden önce gelirler. Baba bir kız kardeşin kızı ise bir
rivâyette önce gelir. Sahih kavle göre teyze bunların ikisinden de önce gelir.
Nitekim Bahır ve Zeylaîden beyan edilmiştir.
"Sonra baba bir kız kardeşin kızı
gelir." Bu ifade bazı nüshalardan düşmüştür ki, münasib olan da budur.
Zira sahih olan bunun hilâfıdır. Hem ondan sonra gelene de muhâliftir.
"Sonra teyzeler" Yani küçüğün
teyzeleri gelir demek istiyor.
"Sonra baba bir kız kardeşin kızı
gelir." Ki, bildiğin gibi sahih olan da budur, Hâniyye'de dahi
açıklanmıştır.
"Sonra kardeş kızları" Yani
anne-baba bir kardeş kızı, sonra anne bir kardeş kızı,sonra baba bir kardeş
kızı gelir. Zâhir olan bu tertibdir. H. Zeylaî diyor ki: "Kız kardeş
kızları kardeş kızlarından evlâdır. Çünkü kız kardeşin hadâne hakkı vardır,
kardeşin yoktur. Binaenaleyh kız kardeş vasıtasiyle nisbet olunan önce
gelir."
"Sonra halalar yine bu tertip üzere
gelirler." Yani anne-baba bir hala önce gelir. Ondan sonra anne bir hala,
ondan sonra baba bir hala gelir. Şârih teyze ve hala kızlarını zikretmemiştir.
Zira onların hakkı yoktur. Onlar mahrem değillerdir. Bahır. İleride bu hususta
söz gelecektir.
"Sonra annelerin ve babaların halaları
gelir." Teyzeler hakkında söy-lediklerine kıyasen annenin halaları babanın
halalarından önce gelir. Bu hakkın anne akrabalığından ileri gelmesi de bunu
ifade eder. Hâkim'in Kâfîsi'ndeki: "Anne tarafından gelen her yakın, baba
tarafından gelenden daha öncedir." sözü de bunu ifade eder.
"Bu tertip üzere gelirler." Yani
evvela anne-baba bir hala, sonra anne bir hala, sonra baba bir hala gelir.
"Sonra asabeler" Yani küçük
çocuğun kadınlardan mahremi yoksa sıra asabeleri gelir. Bahır. Yahut var da
hadâne hakkı sâkıt olmuşsa hüküm yine budur. Çünkü o da yok hükmündedir. Remlî.
"Sonra dede" Yanı babanın babası
velev ki yukarıya doğru çıksın demek istiyor. Bahır.
"Sonra onun oğulları bu tertip üzere
gelirler." Yani anne-baba bir kardeşin oğulları, sonra baba bir kardeşin
oğulları ve kezâ onların çocukları aşağı doğru bu tertip üzere gelirler. Bahır.
METİN
Sonra amca, sonra onun oğulları gelir.
Hepsi bir arada bulunurlarsa evvela en ziyade takva sahibi olanı, ondan sonra
en yaşlısı gelir. İhtiyar. Fâsık, bunak ve şehvet çağına gelmiş kız için
güvenilemeyen amca oğlu müstesnadırlar. Asabe yoksa sıra zevil-erhama gelir ve
kız çocuğu anne bir kardeşine verilir. Sonra onun oğluna, sonra anne bir
amcasına, sonra anne-baba bir dayısına, sonra anne bir dayısına sıra gelir.
Burhan ve Aynî, Bahır. Hepsi musavî iseler çocuk en sâlih olanına, sonra en
ziyade takva sahibi olana, sonra yaşça en büyük olanlarına verilir. Amca, hala
dayı ve teyze çocukları için hadâne hakkı yoktur. Çünkü bunlar mahrem
değillerdir.
İZAH
"Sonra amca, sonra onun oğulları
gelir." Böyle demek gerekir. Çünkü Bahır ile Fetih'de: "Sonra
babasının anne-baba bir kardeşi amca, sonra baba bir kardeşi amca gelir."
denilmiştir. Bunların çocuklarına gelince: Küçük çocuk erkekse onlara verilir,
kız ise verilmez. Çünkü onlar mahrem değillerdir.
"Hepsi bir arada bulunurlarsa"
Meselâ iki tane amca bir arada bulunursa demek istiyor. T. Fakat bu ifadeyi
atmak ondan sonra gelen sözle yetinmek gerekir. Çünkü hepsine şâmildir. H.
"Müstesnadırlar." Yani bunlar
asabelerden istisna edilirler. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Küçük çocuk
fıtneden korunmak için fâsık asabeye ve mevle'l-atâkâya verilmez."
Bedâyı'da:. "Hatta kardeşler ve amcalar kız çocuğunun nefsi veya malı için
güvenilir değillerse onlara teslim edilmez. Hâkim güvenilir, âdil ve doğru bir
kadın arayarak bulûğa erinceye kadar kızı ona teslim eder." denilmiştir.
"Bunak" yerine bir nüshada
"mu'tik" (âzân eden) denilmiştir; Fetih'de: "Erkek çocuk
mevle'l-atâkâya verilir, Çünkü o asabelerin sonudur. Ama kız ona
verilmez." denilmiştir.
Ben derim ki: Mevle'l-atâkâ kadınsa kızın
ona verilmesi, oğlanın ve-rilmemesi gerekir.
TENBİH: - Bedâyı'da asabede din birliği
şart koşulmuştur. Hatta Yahudi bir çocuğun biri Müslüman iki kardeşi bulunursa
çocuk Yahudi olana verilir. Çünkü asabesidir. Müslüman olana verilmez.
"Şehvet çağına gelmiş kız için
güvenilemeyen amca oğlu müstesna-dır." Fakat kız şehvet çağına gelmemişse
meselâ bir yaşında ise verilmesine mâni yoktur. Çünkü fitne korkusu yoktur. Kız
şehvet çağına varmış fakat amcası oğlu güvenilir bir kimse ise yine verilmesine
mâni yoktur. Bunu inceleme suretiyle Bahır sahibi söylemiş ve Tûhfe'nin şu
ifadesiyle te'yid etmiştir: "Kızın amcası oğlundan başka kimsesi yoksa
mesele hâkimin reyine kalır. Onu daha elverişli görürse kızı kendisine teslim
eder. Aksi takdirde kız çocuğu emin bir kadına teslim edilir."
Ben derim ki: Tûhfe'nin sözünü Bedâyı'
şârihi şöyle ta'lil etmiştir: "Çünkü bu halde velî olma hakkı onundur. O
en münasib olanı yapar." Bu söz amca oğlunun mutlak surette kızın
hadânesinde hakkı olmadığı hususunda zâhirdir. Hâkim kızı ecnebi bir kadına da
verebilir. Velev ki amca oğlu güvenilir olsun. Bir yarar görürse bunu yapar.
Amca oğlunun hakkı olsa hâkimin seçme hakkı olmazdı. Remlî Bahır sahibinin
incelemesini bizim söylediğimize benzer sözlerle, bir de ulemanın: "Amca
oğlu mahrem değildir. Mahrem olmayanın hadâne hakkı yoktur." diye
yaptıkları talille reddetmiştir: "İhtimal bunun vechi şudur: Kız çocuğunun
hadânesi amca oğluna sâbit olsa şehvet çağına kadar onun yanında kalır da
fitneye düşerdi. Bunu aslından yok etmiştir." demiştir.
"Asabe yoksa ilh..." Sözü
asabelerın erkek zevi'l-erhamdan önce geldiğini ifade eder. Maksad hak sahibi
olan asabedir. Zira kız için amcası oğlu gibi hak sahibi olmazsa öyle bir
kimseye anne bir kardeş ve dayı gibiler tercih olunur. Nitekim Bedâyı sahibi
bunu açıklamıştır. Zevi'l-erhamdan murad mahrem olanlarıdır. Bu, hala ve teyze
oğlu gibilerden ihtiraz içindir. Nitekim gelecektir.
"Kız çocuğu anne bir kardeşine
verilir." Şârihin burada evvela anne tarafından dedeyi zikretmesi
gerekirdi. Hindiyye'de onun ana bir kardeşle dayıdan önce geldiği
kaydedilmiştir.
"Sonra anne bir amcasına sıra
gelir." Burhan'dan naklen Şürunbulâ-liyye'de ve kezâFetih'de: "Sonra
baba bir, sonra anne bir amcaya sıra gelir." denilmiştir.
"Burhan ve Aynî, Bahır." Bazı
nüshalarda böyle denilmiştir. Bazılarında ise Bahır kelimesi düşmüştür. Evlâ
olan da odur. Çünkü Bahır sahibi bu sözü Burhan ile Aynî'ye nisbet etmemiştir.
"Hepsi müsavi iseler" Meselâ
hepsi anne-baba bir kardeş iseler demek istiyor.
"Amca çocukları ilh..." Yerine
amca kızları demesi gerekirdi. Çünkü çocuk kelimesi erkeğe kadına şâmildir.
Yukarıda gördük ki, amca oğlunun erkek çocuğunda hakkı var, kız çocuğunda
yoktur. Şehvet çağına ermiş kızla ermemiş arasındaki farka gelince: Bunun söz
götürdüğünü gördün. Bahır'da şöyle denilmektedir: "Hala ve teyze
kızlarının hakkı yoktur. Çünkü onlar mahrem değillerdir. Amca kızlarıyla dayı
kızları dahi evleviyetle böyledir. Bir çok kitablarda böyle denilmiştir."
Evleviyetin vechi şudur: Hala ile teyze amca ve dayıdan önce gelmektedirler.
Halbuki kızlarının hakkı yoktur. Bu amca kızının, dayı kızının kız çocuğu
üzerinde bir hadâne hakkı olmamasını, hala oğlunun dahi oğlan çocuğun üzerinde
hadâne hakkı olmamasını gerektirir. Bu tafsilâtı burada amca oğlunda da
yürütmek icab eder. Ama ben bundan bahseden görmedim. Bana küçük bir çocuğun
annesinin babasıyla hala kızının hükmü soruldu. Şübhesiz hadane dedenindir.
Nitekim Hindiyye'den naklettiğimiz ifadeden biliyorsun. Fakat küçük çocuk kız
ise hala kızının kız çocuğu üzerinde hakkı vardır dersek onu annenin babası
dededen üstün tutmamız gerekir. Çünkü kadınlar daha beceriklidirler. Lâkin bu
Hindiyye'den naklettiğimize muhâliftir. Düşünülmelidir!
METİN
Zimmî olan hâdine (çocuk bakıcı) velev
mecûsiyye olsun çocuk dini anlamadıkça Müslüman kadın gibidir. Bunu yedi yaşla
sınırlandırmak gerekir. Çünkü çocuğun o zaman Müslüman olması sahihtir. Nehir.
Yahut çocuğun küfre alışmasından korkuluncaya kadar zimmîyyenin yanında
bırakılır. O yaşa vardığında ise dini akıl etmese bile zimmîyyeden alınır.
Bahır. Hâdine küçüğün mahremi olmayan biriyle evlenirse hakkı sâkıt olur Çocuğa
buğz edenlerle beraber yaşaması dahi böyledir. Zira Kınye'de şöyle denilmiştir:
"Anne başka bir adamla evlenir de çocuğu anneannesi üvey babanın evinde
tutarsa babanın çocuğu almaya hakkı vardır." Bahır'da da şu ibâre vardır:
"Çocuğu hala ve benzeri bir kimse kendisi bekâr olduğu halde ecnebî birinin
evinde tutarsa hükmün ne olacağında tereddüt etmiştim. Zâhire bakılırsa
yukarıda geçene kıyasen hakkı sakıt olur. Lâkin Nehirde: Zâhire göre sâkıt
olmaz. Çünkü annenin kocasıyla ecnebî orasında açık fark vardır, denilmiştir.
Nehir sahibi amca oğlu gibi yalnız zirahim olan kimse ecnebî gibidir,
demiştir."
İZAH
"Zimmî olan hâdine" Sözüyle
musannıf Kenz'deki anne kaydının tesadüfî olduğuna işaretetmiştir. Yalnız anne
değil çocuk bakan her zimmîyye böyledir. Nitekim Hızânetü'l-Ekmel'de
açıklanmıştır. Bahır.
"Velev mecûsiyye olsun." Meselâ
kocası Müslüman olmuş karısı olmamış bulunsun.
"Yedi yaşla" Sınırlandırmanın
faydası kız çocuğunda zâhir olur. Çünkü erkek çocuğun hadânesi yedi yaşında
sona erer. Hamevî.
"Küfre alışmasından korkuluncaya
kadar" Sözünü Hidâye sahibi ziyade etmiştir. Zâhire göre çocuğun küfre
alışmasından korkulursa dine aklı ermese bile kadından alınır. Bahır. Tahtâvî
diyor ki: "Ulema küfre alışan çocuk için misâl göstermemişlerdir. Zâhirine
bakılırsa bunu sebebiyle tefsir etmelidir. Meselâ çocuğu kendi mâbedlerine
götürmek gibi şeyler onu küfre alıştırır." Fetih'de: "Zimmîyye,
çocuğa şarab içirmekten, domuz eti yedirmekten men edilir. Bunları yapacağından
korkulursa çocuk Müslüman kimselere verilir." denilmiştir. Bahır'da:
"Kadından alınmaz, ama Müslüman kimseler arasına katılır." denilmişse
de cümle kusurludur. Zâhire bakılırsa alınmaz sözü fazladır. Aksi halde cümle
çelişkili olur.
"Küçüğün mahremi olmayan biriyle
evlenirse" Onunla cimada bulunsun bulunmasın hakkı sâkıt olur. Musannıfın
burada neseben mahremi olmayan biriyle demesi gerekirdi. Çünkü radâ'an mahremi
hadâne hakkının sukutu hususunda ecnebî gibidir. Remlî.
Ben derim ki: Şöyle demek gerekir: Çocuğun
iki amca oğlundan başka kimsesi yoksa annesi onlardan biriyle evlendiği
takdirde hadâne hakkı sâkıt olmaz. Çünkü öteki de onun gibi ecnebîdir. Çocuğu
ona vermekde bir fayda yoktur. Annesinin yanında bırakmak daha iyidir.
"Babanın çocuğu almaya hakkı
vardır." Yani kadının meskeni yoksa çocuğun babasından mesken istediği
takdirde çocuğu babası alabilir. Zira hadâne meselesinde mesken babaya aiddir.
Nitekim geçmişti.
"Açık fark vardır ilh..." Bu
tabiri Hayreddin-i Remlî dahi zâhir bulmuştur. Zira ulema: "Annenin ecnebî
olan kocası çocuğa az yedirir, kötü nazarla bakar. Hâdineye ecnebî olan bir
erkekde bu yoktur." demişlerdir. Tahtâvî diyor ki: "Bu farktan
zihnimde bir gıcık kaldı. Zira üvey baba böyle olursa ecnebî evleviyetle
böyledir. Nitekim müşahede edilen bir şeydir."
Ben derim ki: En doğrusu tafsilât
vermektir. Şöyle ki: Çocuğa bakan kadın yemeğini yalnız yer, oğlu da yanında
bulunursa onun hakkı vardır. Çünkü ecnebînin, ne ona ne oğluna bir şey yapacağı
yoktur. Ama çocuk bu ecnebînin çocukları arasında bulunursa yahut annesi onun
karısı ise iş değişir. Biliyorsun ki hadâne hakkının bununla sukut etmesi küçük
çocuktan zararı def etmek içindir. Binaenaleyh fetva verenin basiret sahibi
olması gerekir. Tâ ki çocuk için en yararlı olana dikkat etsin. Zira çocuğun
kendisine buğz eden yakını olabilir. Onun ölmesini ister. Üvey babası ise
çocuğa karşı şefkatli olup onu yanından ayırmaya kıyamayabilir. Hal böyle iken
çocuğun yakını ona ve annesine eziyet etmek yahut nafakasını yemek gibi bir
sebeble çocuğu almak isteyebilir. Bu yakının karısı çocuğa üvey babasından kat
kat fazla eziyet edebilir. Yakının çocukları olursa terbiye ettiği kız çocuğu
hakkında onların fitnesinden korkulur. Müftî veya hâkim bu söylenenlerden bir
şey bilirse çocuğu annesinden alması helâl olmaz. Çünkü hadâne işi çocuğun
faydasına istinad eder. Bedâyı'dan naklen geçmişti ki, kardeşlerle amcalar kız
çocuğunun nefsi veya malı hakkında güvenilir kişiler değillerse kız onlara
teslim edilmez. İddet babında da Fetih'den naklen arz etmiştik ki, müftîye
düşen olaylara dikkat etmektir.
"Ecnebi gibidir demiştir." Bu
sözün aslı Bahır sahibine aiddir. O şöyle demiştir: "Mahrem olmayan
sözünde amca oğlu gibi mahrem olmayan zîrahim de dahildir. Burada o ecnebî
gibidir." Yani kadın onunla evlenirse hakkı sâkıt olur. Fakat sen
biliyorsun ki, bu hadâne için ondan daha yakın biri bulunduğuna göre farz
edilmiştir. Bulunmazsa çocuk da erkek ise annesinin yanında kalır. Şehvet
çağına varmayan kız çocuğu da öyledir. Yahut Bahır sahibinin incelediği vecihle
amca oğlu güvenilir bir kişi ise çocuk yine ona verilir.
METİN
Karı-koca talâk-ı bâinle birbirlerinden
ayrılırlarsa hadâne hakkı avdet eder. Çünkü mâni kalmamıştır. Kocasını nefy
hususunda söz kadınındır. Boşaması hususunda dahi kadın kocasını mübhem
söylerse hüküm budur. Tâyin ederse iş değişir. Hâdine olsun başka kadın olsun
oğlan çocuğu kadınlardan müstağnî oluncaya kadar çocuğa bakmaya daha haklıdır.
Bu yedi yaşla takdir edilmiştir. Fetva bununla verilir. Zira ekseriyetle
görülen budur. Karı-koca çocuğun yanında ihtilâf ederlerse bakılır: Çocuk kendi
kendine yer içer, giyinir ve taharetlenirse babasına verilir. Velev ki cebren
olsun. Aksi takdirde ona verilmez. Anne ve nine -anneanne veya babaanne- küçük
kız hayzını görünceye kadar yani zâhir rivâyete göre bulûğa erinceye kadar ona
bakmaya daha haklıdırlar. Karı-koca küçük kızın hayız görüp görmediğinde
ihtilâf ederlerse söz annenindir. Bunu in-celeme suretiyle Bahır sahibi
söylemiştir.
Ben derim ki: Kızın yaşını hakem yapmak ve
gâlibe göre amel etmek gerekir. İmam Mâlik'e göre hadâne hakkı oğlan bulûğa
erinceye ve kız evlenip cima edinceye kadar devam eder. Aynî. Anne ile neneden
başkaları küçük kız şehvet çağına erinceye kadar hadâneye daha haklıdırlar. Bu
dokuz yaşla takdir edilir. Fetva bununla verilir. On bir yaşında bir kız bil
ittifak şehvet çağına ermiştir. Zeylaî.
İZAH
"Talâk-ı bâinle ayrılırlarsa hadâne
hakkı avdet eder." Fakat talâk-ı ric'î ile ayrılırlarsa mutlakaiddetin
bitmesi gerekir. Nehir. Bu sözün muktezası talâk-ı bâinde iddet bitmeden avdet
etmesidir. Halbuki kadın kocasının evinde iddet bekler. Bunun vechi kadının
üzerindeki hâkimiyetinin kalkması olsa gerektir. Onun yanında çocuğa bir zarar
yoktur. Bu da yukarıda arz ettiğimiz tafsilâtı te'yid eder. Dürr-ü Müntekâ
sahibi şöyle demiştir: "Kezâ hadâne hakkı delirmek ve dinden dönmekle
sâkıt olur da sonra mâni ortadan kalkarsa avdet eder. Bunu Avni ve başkaları
söylemişlerdir. Mâni zâil olunca hak avdet eder dese daha güzel olurdu.
"Çünkü mâni kalmamıştır." Yani bu
sakıt olan hak kabîlinden değildir. Onun için sâkıt olan hak avdet etmez
denilemez. Ulemanın: "Kadının hakkı sâkıt olur." sözlerinin mânâsı
hakkına bir mâni bulunur demektir. Nitekim "Geçimsizlik sebebiyle nafaka
sakıt olur; delirmekle velâyet hakkı sâkıt olur, sonra bunlar ortadan kalkınca
tekrar avdet eder." demeleri de bu kabîldendir. Bunu Nehir sahibi söylemiştir.
Burada şöyle denilebilir:
Sâkıt olan hak geri dönmüş değil sebebi
bulunduğu için yeni bir hak avdet etmiştir. Şufanın sukutu bunun hilâfınadır.
Çünkü evvelce de geçtiği vecihle o tek bir haktır.
"Söz kadınındır ilh..." Yani
kocası onunla evlendiğini iddia eder kadın inkârda bulunursa söz kadınındır.
Kadın evlenmeyi ikrar eder de boşandığını iddiada bulunursa kocasının kim
olduğunu tâyin etmediği takdirde söz kadınındır. Tâyin ederse kadının değildir.
Her iki vecihde de sözün yeminle beraber olması gerekir. Nehir. Farkın vechi
şudur: Kadın boşayan kocasını tâyin edince şeriat kocasının tasdiki olmaksızın
evliliği ibtal etmiştir. Artık kadının sözü asla kabul olunmaz.
"Kadınlardan müstağni oluncaya
kadar..." Bu yalnız başına yeyip içmek ve taharetlenmekle olur. Taharetten
murad yardımcıya hâcet kalmadan suyla temizlenmektir.
"Yedi yaşla takdir edilmiştir."
Ki bu da birinciye yakın, hatta onun aynıdır. Çünkü yedi yaşına girince çocuk
kendi kendine taharetlenmeye başlar. Görmüyor musun Rasûlüllah (S.A.V.):
"Çocuklarınıza yedi yaşına vardıklarında namazı emredin."
buyurmuştur. Namaz emri ancak taharetlenmeye kudreti olana verilir. Zeylaî.
"Fetva bununla verilir." Bazıları
dokuz sene olduğunu söylemişlerdir.
"Ekseriyetle görülen" Yani bu
yaşta ekseriyetle görülen kadınlardan müstağnî olmalarıdır.
"Kendi kendine yer içer ilh..."
İfadesi gösteriyor ki, hâkim karı-kocadan birine yemin ettirmez. Sadece
zikredilen hususa bakar. Nitekim Zahîriyye'den naklen Bahır'da böyle
denilmiştir. Vechi şudur: Yemin nüku (yani ondan çekinmek) içindir.
Karı-kocadan hiç biri çocuğun yedi yaşından önce annesinin, ondan sonra
babasının yanında kalma hakkını ibtal edemez.
"Velev ki cebren olsun." Yani
çocuk kendi işlerini kendi görmeye başladıktan sonra babası onu almazsa almak
için zorlanır. Nitekim Mültekâ' da da böyle denilmiştir. Feth'in ibâresi ise:
"Çocuk annesinden müstağnî olduktan sonra babası onu almaya zorlanır.
Çünkü nafakası, koruması bilicma kendine aiddir." şeklindedir. Mecma
şerhinde şöyle ifade edilmiştir: "Çocuk hizmetten müstağnî kalınca baba
veya vasî yahut velî onu almaya mecbur edilir. Çünkü ta'lim ve terbiyesine
babası daha muktedirdir. Hulâsa ve diğer kitabların ifadesi de şöyledir:
"Oğlan müstağnî kaldığı, kız da bulûğa erdiği vakit asabeye verilmeleri
evlâ olur. En yakından başlayarak sıra tâkib edilir. Kız çocuğunun hadânesinde
amca oğlunun hakkı yoktur."
Ben derim ki: Şimdi şu kaldı: Hadâne
müddeti sona erer de çocuğun asabesi veya vasîsi bulunmazsa zâhire göre
hâdinenin (bakıcı kadının) yanında bırakılır. Meğerki hâkim ondan başkasını
evlâ görsün. Allahu a'lem.
"Aksi takdirde" Yani bu dört
şeyden hiç birini yahut bazılarını kendi başına yapamazsa çocuk babasına
verilmez. T. "Nene" Yukarıya doğru çıksa bile demek istiyor.
"Bulûğa erinceye kadar ona bakmaya
daha haklıdırlar." Kızın bulûğa ermesi ya hayız görmek veya menîsi
gelmekle yahut yaşla olur. T. Bahır sahibi diyor ki: "Çünkü kız müstağnî
kaldıktan sonra kadınların adâbını öğrenmeye muhtaç olur. Bu işi kadın daha iyi
becerir. Bulûğa erdikten sonra korumaya muhtaç kalır. Bu iş için de baba daha
kuvvetli ve daha münasibdir."
"Zâhir rivâyete göre" Mukabili
aşağıda gelen İmam Muhammed kavlidir.
"Söz annenindir." Çünkü baba
kızın hakkının sâkıt olduğunu iddia et-mektedir. Bahır.
"Ben derim ki ilh..." İfadesi Nehir
sahibine aiddir. şöyle demiştir: "Ben derim ki: Kızın yaşına bakmak
gerekir. Ekseriyetle kızların hayız gördüğü yaşa varmışsa söz babanın,
varmamışsa annenindir." Müracaat edilmesi gereken küçük kızdır. Şayet
ihtimalli bir yaşta bulûğa erdiğini iddia ederse tasdik edilir. Nitekim sair
hükümlerde bu açıklanmıştır. Bunu Rahmetî söylemiştir.
"Bil ittifak şehvet çağına
ermiştir." Hatta Minah'ın nikâhı haram kadınlar bahsinde: Dokuz yaşında
veya daha büyük bir kız bil ittifak şehvet çağına ermiştir. denilmektedir.
Sâihâni.
METİN
İmam Muhammed'den bir rivâyete göre hüküm
anne ile nenede dahi böyledir. Fesad çok olduğu için bununla fetva verilir.
Zeylai. Bu sözüyle musannıf ifade ediyor ki, kız çocuğu erkeklerin işine
yaramadıkça evlense bile hadâne hakkı sâkıt olmaz. Ancak Ebû Yusuf'tan bir
rivayete göre mahabbete yararsa hadâne hakkı sâkıt olur, Nitekim Kınye'de beyan
edilmiştir. Zahîriyye'de şöyle denilmektedir: "Bir kadın birine bu çocuk
benim kızımdan doğan oğlundur. Annesi öldü. Onun için çocuğun nafakasını bana
ver der de o kimse: Doğru söyledin, Ama annesi ölmedi, benim evimdedir cevabını
verir ve çocuğu almak isterse, hüküm çocuğun annesini öğrenerek huzuruna
getirmedikçe ona çocuk teslim etmez veçocuğu annesi alır. Çünkü bu kadının
çocuğun ninesi ve bakıcısı olduğunu ikrar etmiş, sonra başkasının daha haklı
olduğunu iddiada bulunmuştur. Bu ihtimallidir. Baba bir kadın getirir de: Bu
senin kızındır. Bu çocuk da benim ondan doğan oğlum derse; nine ise: Hayır, bu
benim kızım değildir. Bu çocuğun annesi olan kızım ölmüştür, cevabını verirse
söz o adamla yanındaki kadınındır. Çocuk onlara verilir. Çünkü firâş
onlarındır. Çocuk da onların olur. Nasıl ki karı-kocanın aralarında bir çocuk
bulunur da koca bu çocuğun başka kadından doğma oğlu olduğunu iddia eder, kadınsa
aksini iddia ederek o benim oğlumdur, ama bu adamdan değil derse, çocuğun o
karı-kocanın oğlu olduğuna hükmedilir. Çünkü firâş onlarındır. Kezâ nine
"Bu çocuk benim ölen kızımdan doğma oğlumdur" der de baba: Hayır,
başkasındandır cevabını verirse söz babanındır ve çocuğu o kadından alır. Kezâ
bir kadın getirerek benim oğlum bundandır, senin kızından değildir der de nene
kendisini yalanlar, kadın da neneyi tasdikda bulunursa baba çocuğu almaya daha
haklıdır. Çünkü bu çocuk benim şu kadından doğma oğlumdur deyince o kadının
çocuğunun ninesi olduğunu inkâr etmiştir. Binaenaleyh onun hadâne hakkını da
inkâr etmiş olur. Getirdiği kadınsa ona hakkı ikrar etmiştir. Zahîriyye'nin
sözü kısaltılmış olarak burada biter. Bize göre çocuk için mutlak surette yani erkek
olsun kız olsun muhayyerlik yoktur. Şâfiî buna muhâliftir
Ben derim ki: Bu bulûğa ermedendir. Bulûğa
erdikten sonra çocuk anneyle babası arasında muhayyer bırakılır. Yalnız başına
kalmak isterse buna da hakkı vardır. Bunu Münye'ye nisbet ederek Müeyyedzâde
söylemiştir. Musannıf bunu şöyle ifade etmiştir "Kız kadınlık çağına
ererse bakire olduğu takdirde baba onu yanına alır. Ancak yaşlanır da bir fikir
sahibi olursa kendisi için bir korku bulunmamak şartıyla dilediği yerde yaşar.
İZAH
"Anne ile nenede dahi böyledir."
Yani şehvet çağına erinceye hadâne hakkı onlarındır.
"Bununla fetva verilir." Bahır
sahibi bu kavlin sahih kabul edildiğini naklettikten sonra: "Hâsılı fetva
zâhir rivâyetin hilâfınadır." demiştir.
"Bu sözüyle musannıf" Yani şehvet
çağına erinceye kadar sözüyle demek istiyor.
"Erkeklerin işine yaramadıkça hadâne
hakkı sâkıt olmaz." Fakat er-keklerin işine yararsa sâkıt olur. Nafakalar
bahsinin başında görüleceği vecihle ferçten başka bir uzvuna cima için şehvet
çağına eren kıza nafakasını vermek lâzım gelir. Hizmete veya elinde tuttuğu
takdirde mahabbete yararsa İmam Ebû Yusuf'a göre hüküm yine budur. Tûhfe sahibi
bunu ihtiyar etmiştir. Muktezası şudur: Erkeklerin işine yaraması fercten başka
bir yerine cima etmekle kâfidir. Onun için nafakasını vermesi lâzım gelir.
Sadece hizmet ve mahabbete yaraması bunun hilâfınadır. O zaman nafakası lâzım
gelmez, Meğerki kocası buna razı olsun veya kızı evinde tutsun.
"Ancak Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre
ilh..." Sözüyle şârih bu rivâyetin zayıf olduğuna işaret etmektedir.
Zâhirine bakılırsa kız bulûğa ermeden erkeklerin işine yarar da babası onu
evlendirirse annesi için bil ittifak hadâne hakkı yoktur. Ama bu müftâbih kavle
göre zâhirdir. Zâhir rivâyete göre "Hayzını görünceye kadar" ifadesinden
anlaşılmaz. Onun için de evlenmemişse diye kayıd koymaya hâcet yoktur.
"Çünkü firâş onlarındır." Zira
nikâh birbirlerini tasdik etmekle sâbit olur.
"Kezâ nine" Demesi kadın
kendisini nine olarak takdim ettiği içindir.
"Baba: Hayır, başkasındandır cevabını
verirse" Yani sana ecnebî sa-yılan başka karımdan doğdu derse ki, bu
meseleyle ilk mesele arasında fark budur. Çocuk bu karı-kocanındır diye hüküm
verilir. Birinci meselede ise çocuğun onun kızından doğduğunu ve kendisinin
neneliğini itiraf etmişti.
"Nene kendisini yalanlar" da: Bu
kadın onun annesi değildir. Onun annesi benim kızımdır derse, "Kadın da
neneyi tasdikte bulunursa" yani: Doğru söyledin. Ben bu çocuğun annesi
değilim. Bu adam yalan söyledi. Ama ben onun karısıyım derse, baba çocuğu
almaya daha haklıdır. Zahîriyye.
"Bize göre çocuk için muhayyerlik
yoktur." Yani çocuk anneden alı-nacak yaşa geldiğinde onu babası alır.
Küçük için muhayyerlik yoktur, Zira aklı ermediği için kimin yanında
oynayabilecekse onu seçer. Sahih rivayetle sâbit olmuştur ki, ashab-ı kirâm
küçüklere muhayyerlik vermemişlerdir. Gerçi Peygamber (S.A'V.)'in çocuğu
muhayyer bıraktığını bildiren bir hadîsi vardır. Fakat: "Allahım! Bu
çocuğa yolunu göster." diye dûa buyurmuş, onun dûası bereketiyle çocuk
kendisi için daha elverişli olanı seçmiştir. Tamamı Fetih'dedir.
"Kız kadınlık çağına ererse" Yani
kadınlar neyle bulûğa ererlerse o da onunla meselâ hayız ve benzeriyle kadınlık
çağına ererse demektir. Musannıf bu cümleyi atsa sözü daha açık olurdu.
"Baba onu yanına alır." Yani kız
genç ise kendisine bir fesadlık ya-pılacağından korkmasa bile onu yanına alır.
Bahır. Baba lafzı kayıd değildir. Çünkü baba bulunmadığı vakit emin olmak
şartıyla kardeş ve amca da böyledir. Kardeşle amca güvenilir kişiler değillerse
hâkim güvenilir ve Müslüman bir kadın bularak kızı ona teslim eder. Nitekim
Hâkim'in Kâfîsi'nde beyan edilmiştir.
METİN
Dul ise onu yanına almaz. Meğerki kız
canından emin olmasın. O zaman babayla dedenin yanlarına almaya hakları vardır.
Başkalarının buna hakkı yoktur. Nitekim ibtida halinde de böyledir. Bunu Bahır
sahibi Zahîriyye'den nakletmiştir. Oğlanın aklı ermeye başlayıp reyinde kimseye
muhtaç olmazsa baba onu yanına alamaz. Meğerki canından emin olmasın. Ozaman
fitne veya rezaleti defy ve bir kabahat işlerse terbiye için onu yanına
alabilir. Babaya nafaka da vacib değildir. Teberru olarak verirse ne âlâ!
Bahır. Bu zikredilen hususatta dede de baba gibidir. Küçük kızın babası ve
dedesi yok da kardeşi veya amcası varsa fesadçı olmamak şartiyle kızı yanına
alabilir. Fesadçı olursa buna müsaade edilmez. Kıza zîrahmi mahrem olan her
asabenin hükmü de böyledir. Babası, dedesi ve onlardan başka asabeleri
bulunmazsa yahut asabeleri bulunur da fesadçı olurlarsa kız hakkında iş hâkime
düşer. Kız güvenilir cinstense onun yalnız başına bir evde oturmasına müsaade
eder. Aksi takdirde onu koruyabilecek emin bir kadının yanına koyar. Bu hususta
bâkire ile dul arasında fark yoktur. Çünkü hâkim Müslümanların işine bakmak
için tâyin edilmiştir. Bunu Aynî ve başkası söylemiştir.
İZAH
"Başkalarının buna hakkı yoktur."
Fark şudur: Babayla dedenin kızı ibtidaen yanlarına almaya hakları vardır.
Binaenaleyh hayat emniyeti yoksa onu kendi yanlarına iade etmeleri de câizdir.
Başkalarının ise kızı ibtidaen yanlarına almaya hakları yoktur. O halde iadeye
de hakları yoktur. Bunu Zahîriyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Ben derim ki: Bu söz götürür. Zira
metinlerin açıkladığına göre hadâne için kadın bulunmazsa bu hak tertib üzere
asabelerinin olur. Bunda da babayla dededen başkasına yanına alma hakkı vardır.
Meğerki onlardan başkaları sözüyle amca oğlu ve mevle'l-atâkâ gibi mahrem
olmayan asabeleri kasdetmiş olsun. Zira böylelerine kız teslim edilmez. Nitekim
geçmişti. Feth'in ibâresi şöyledir: "Meğerki kız kendine güvenilir
takımından olmasın. O zaman baba onu kendi yanına alabilir. Kezâ fesadçı
olmamak şartiyle kardeşle amcaya da bu hak sâbittir. Fesadçı iseler o zaman
hâkim kızı güvenilir bir kadının yanına koyar." Zeylaî buna: "Kızın
zîrahmi mahremi olan her asabe hakkında da hüküm budur." cümlesini ilave
etmiştir. Sonradan musannıfın tuttuğu yol da budur.
"Oğlanın aklı ermeye başlarsa
ilh..." Musannıfa düşen işe ya oğlan meselesiyle başlamak yahut onu sona
bırakmaktı. Çünkü bu meselenin evveli ve ahiri kız hakkındadır. Sonra oğlandan
murad bulûğa eren gençtir. Çünkü sözümüz bulûğa erdikten sonrası hakkındadır.
Zeylaî'nin ibâresi şöyledir: "Sonra oğlan aklı başında olarak bulûğa
ererse yalnız yaşayabilir. Meğerki fesadçı olup da hayatından korkulsun."
Zeylaî. "Aklı başında olarak" demekle bunaktan ihtiraz etmiştir.
Cevhere'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse bunamış olarak bulûğa ererse
gerek oğlan gerekse kız olsun annesinin yanına verilir." Fetih'de:
"Bunak muhayyer bırakılmaz. O annesinin yanında olur." denilmiştir.
Bahır sahibi Feth'in ibâresini naklettikten sonra şunları söylemiştir:
"Hem bunun çocuk muhayyer bırakılır diyenlere göre olması gerekir. Bize
göre ise bunak zikredilen yaşa varınca yani annesinden alındığı yaşa
varıncababasına verilir." Nehir sahibi de ona uymuştur. Kaidelere uygun
olan da budur.
"Onu yanına alabilir." Yani
babanın çocuğu yanına almaya hakkı vardır. Zâhire bakılırsa dede dahi öyledir.
Hatta kardeş ve amca gibi asabeleri de öyledir. Ben bunu açık söyleyen
görmedim. İhtimal ulema: "Hâkim ona günâh işleme imkânı vermez."
sözüne itimad etmişlerdir. Bu bizim zamanımızda olacak iş değildir. Binaenaleyh
akrabasından kendilerine güvenilen ve çocuğu koruyabilecek olan herkes çocuğu
yanına alabilir diye fetva vermek teayyün eder. Çünkü münkeri defetmek buna
kâdir olan herkese vâcibdir. Bahusus bundan dolayı ayıplanacak olan kişilere
mutlaka vâcibdir. Bu da en büyük sıle-i rahimdendir. Şeriat sıle-i rahmi ve
mümkün olduğu kadar kötülüğün def'ini emretmiştir. Teâlâ Hazretleri: "Hiç
şübhesiz Allah adâlet, ihsan ve yakınlara yardımı emreder. Kötülüklerden,
münkerattan ve zulümden de nehy eder. Olur ki aklınızı başınıza
alırsınız." buyurmaktadır. Sonra Remlî'nin Bahır haşiyesinde gördüm ki
bundan inceleme suretiyle bahsetmiş ve ben bunu bir yerde görmedim demiş;
sonra: "Bu husustaki nakli gördüm. Minhâc, Hulâsa ve Tatarhâniyye'de
mevcuddur." demiş. Onlarda mevcud olan ibâre şudur: "Çocuğun babası
yoksa, hadâne zamanı da geçmişse başka asabelerin alması evlâdır. Asabelerin en
yakınından başlanarak tertib üzere verilir. Ancak kız mahreminden başkasına
verilemez.
Ben derim ki: Bizim sözümüz bulûğa eren
oğlan hakkındadır. Onun naklettiği ise bulûğdan önceye aiddir. Onun için de
güvenilir olup olmaması hususundaki tafsilâttan bahsetmemiştîr.
"Bu zikredilen hususatta" Yani
bâkire, dul, oğlan ve terbiye hükümlerinde demek istiyor. T.
"Küçük kızı babası ve dedesi yoksa
ilh..." Bildiğin gibi dul da böyledir. Yukarıda Zahîriyye'den nakledilen
bunun hilâfınadır. Musannıf bunu ileride: "Bu hususta dulla bakirenin
arasında fark yoktur." diyerek açıklayacaktır.
T E N B İ H : Bulûğa eren çocuk hakkında
musannıfın söylediklerinin hülasası şudur: Çocuk bâkire, yaşlı veya dul,
güvenilir yahut bunlar tipinde oğlan olursa kendisine muhayyerlik vardır.
Bâkire olup genç veya dul yahut güvenilmeyen oğlansa böylelerine muhayyerlik
yoktur. Onları baba yanına alır.
METİN
Erkek çocuklar kazanacak yaşa vardıklarında
baba onları kazanç getirecek bir işe yahut ücretle çırak verir. Nafakalarını da
ücretlerinden çıkarır. Kızlar bunun hilâfınadır. Baba müsrif ise oğlunun
kazancını emin bir kimseye verir. Nitekim sair milklerde de böyledir. Bunu
Hulâsa'ya nisbet ederek Müeyyedzade söylemiştir.
Talâk-ı bâinle boşanan bir kadın iddetini
bitirdikten sonra çocuğunu alıp uzak mesafeli bir yere götüremez. Şayet iki
belde arasındaki mesafe aynı günde çocuğunu görüp evinedönmeye müsaid ise
mutlak surette bundan men edilmez. Çünkü bu bir mahalleden başka mahalleye
gitmek gibidir. Şümunnî. Ancak köyden kasabaya gitmesi bundan müstesnadır.
Bunun aksi câiz değildir. Çünkü çocuk köy ahlâkını kapar. Meğerki vardığı yer
kadının vatanı olup orda nikâh edilmiş bulunsun. Yani kocası nikâhını kadının
vatanında kıymışsa, esah kavle göre velev ki köy olsun gidebilir. Ancak dar-ı
harbe gidemez. Meğerki karı-koca pasaportlu olsunlar.
İZAH
"Erkek çocuklar kazanacak yaşa
vardıklarında" Yani erkeklerin yaşına varmadan önce demek istiyor. Çünkü o
yaştan sonra kazanç için çocukları babası zorlayamaz.
"Kızlar bunun hilâfınadır." Baba
onları hiç bir iş veya hizmete kirala-yamaz. Tatarhâniyye. Çünkü kiralayan
şahıs kızla baş başa kalır. Şeriatta bu iş çirkin bir şeydir. Zahîre. Bu şunu
ifade eder ki, babası kızı terzilik veya nakış gibi bir sanat öğrenmek için bir
kadının yanına verebilir. Bunda bir mahzur yoktur. Tamamı nafakalar bahsinde
gelecektir.
"Nitekim sair milklerde de
böyledir." Murad çocukların milkleridir. Tatarhâniyye. Yani baba müsrif
ise hâkim çocukların mallarını korumak için bir vasî tâyin eder.
"Talâk-ı bainle boşanan bir
kadın"ın hükmü musannıfın dediği gibidir. Talâk-ı ric'î ile boşananın
hükmüne gelince: O nikâhlı kadın gibidir. Dışarı çıkamaz. Çünkü mesken hakkı
kocanındır. İddet bekleyen kadın ise iddeti bitmeden mutlak surette dışarı
çıkabilir. Bahır. Zâhire bakılırsa kocası ölen kadın da bu hususta boşanan
gibidir. Velîlerin izni olmaksızın dışarı çıkmaya hakkı yoktur. Zira velîleri
babası yerinedir. Çocuğa zarar veren bir şey için çıkamayacağı da zâhirdir.
Remlî. Burada "ölüm îddeti bekleyen kadın gündüzleri ve gecenin bir
kısmında çıkabilir." diye itiraz edilemez. Çünkü burada maksad başka
beldeye taşınmaktır. İddeti içinde kadının buna hakkı yoktur. iddeti bittikten
sonra ne hüküm verileceğini ise görmedim. Remlî'nin: "Çünkü velîler baba
yerini tutar." sözü iddet bittikten sonra dahi çıkamayacağını ifade eder.
Lâkin üstadlarımızın üstadı Molla Ali Türkmânî'ye bir yetim meselesi sorulmuş:
Annesinin terbiyesinde bulunan bir çocuk babasının babası varken annesi onu
evlendiği beldeden başka beldeye götürmek istiyor. Dedesi buna mâni olabilir
mi? demişler. Molla Ali şu cevabı vermîş: "Mezhebin metin ve şerh bütün
kitablarında mesele boşanan kadın ve baba ile kayıdlıdır. Bunların ikisinden
başkası hakkında meseleyi yürüten görmedik." Bu sözün ifade ettiği mânâ
dede o kadını men edemez demektir. Remli'nin söylediği bir nakle müstenid
değildir.
Binaenaleyh açık nakli görünceye kadar
beklemek gerekir. Zira ilim emânettir. Merhumun el yazısıyla gördüğüm ifadenin
hülasası budur. Remlî'nin tevakkuf etmesinin vechi baba ve boşanan kadın diye
kayıdlamasıdır. Bunun ihtiraz için olması muhtemeldir. Buna karineulemanın bu
hükmü yalnız boşanan anneye tahsis etmeleridir. İhtiraz için olmaması da
muhtemeldir. Sebebi Remlî'nin dediği gibl velîlerin baba yerini tutmasıdır.
Allahu a'lem.
"Bundan men edilmez." Meğerki
şehirden köye gitmiş olsun. Nitekim gelecektir.
"Mutlak surette" Demesinden murad
kadının vatanı olsun olmasın, akid orada yapılsın yapılmasın gidebilir
demektir. Bahır.
"Bir mahalleden başka mahalleye gitmek
gibidir." Yani bir şehrin bir mahallesinden başka mahallesine gitmek
gibidir. Zâhire bakılırsa iki mahalle arasında mesafe bulunduğu zaman men
edilir.
"Ancak köyden kasabaya gitmesi bundan
müstesnadır." Minah hâşi-yelerinde Remlî şöyle demiştir: "Bu hatadır.
Musannıf bu hususta Bahır sahibine uymuştur. Zira aralarında mesafe bulunduğu
vakit kadının çocuğu köyden şehire nakletmeye hakkı yoktur. Şaşacak şeydir ki,
hiç bir kimsenin söylemediği bir hükmü musannıf mücerred Bahır sahibini taklid
ederek kitabın metnine almıştır." Tahtâvî'de Hindiyye'den naklen şöyle
denilmektedir: "Kadın çocuğu köyden büyük bir şehire nakletmek ister de bu
şehir kadının doğduğu veya nikâhının kıyıldığı şehir olmazsa buna hakkı yoktur.
Meğerki söylediğimiz tefsire göre şehir o köye yakın olsun.
"Bunun aksi câiz değildir." Yani
kadın şehirden köye taşınırsa buna imkân verilmez. Velev ki köy yakın olsun.
Çünkü çocuk köy çocuklarının ahlâkını almak suretiyle zarar görür. Yani
köylülerin tabiatı kaba saba olur.
"Yani kocası nikâhını kadının
vatanında kıymışsa" İfadesinden anlaşılıyor ki, nikâhtan murad mücerred
akiddir. Demek oluyor ki, uzak bir beldeye taşınması câiz olmak için iki şart
lâzımdır. Birincisi o beldenin kadının vatanı olması, ikincisi nikâhın orada
kıyılmasıdır. Câmi-i Sağîr'in rivâyetinde akid şart koşulmuş, vatandan
bahsedilmemiştir. Zeylaî diyor ki: "Birinci kavil esahdır. Çünkü bir yerde
evlenmek örfen orada kalmayı iltizam değildir. Binaenaleyh kadın oraya
taşınamaz."
"Esah kavle göre velev ki köy
olsun." Yani nikâhın kıyıldığı vatan velev ki köy olsun gidebilir
demektir. Bakkâlî şerhinin ifadesi buna muhâliftir. Ama o zayıftır. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir.
"Ancak dar-ı harbe gidemez."
Cümlesi istisnadan istisnadır. Yani kadın nikâh akdinin yapıldığı vatanına
gidebilir. Ancak orası dar-ı harb ise kocası Müslüman veya zimmî olan kadın oraya
gidemez. Karı-koca ikisi de pasaportlu harbî iseler dar-ı harbe de gidebilir.
Nitekim Bedâyı'da beyan edilmiştir. Hâsılı kitabımızın burasında metin ve
şerhin ibâreleri son derece karışık ve uzundur. Daha açık ve kısa olması için
şöyle demelidir: "Boşanan kadın çocuğunu köyden yakın kasabaya
götürebilir. Fakat kasabadan köye götüremez. Birbeldeden nikâhının kıyıldığı
vatanına da gidebilir. Kocası da kendi gibi harbî ise vatanı dar-ı harb bile
olsa bu caizdir." İşte burada söylenecek kısa, faydalı, cami ve mâni ibâre
budur.
METİN
Bu hüküm yalnız boşanan anneye mahsustur.
Başkalarına gelince: Nine ve âzâd edilmiş ümmüveled gibilerin çocuğu bir yerden
başka yere taşımaları için mikdar tâyini yoktur. Zira aralarında akid
bulunmamaktadır. Böyleleri ancak babanın izniyle çıkabilirler. Nitekim baba
dahi hadâne müddeti devam ettikçe annesinin izni olmaksızın annesinin
beldesinden çıkarmaktan men edilir. Boşayan kimse karısı başkasıyla evlendiği
için çocuğu ondan alırsa, annesinin hakkı avdet edinceye kadar çocuğu sefere
götürmesi câiz olur. Nitekim Sirâciyye'de beyan edilmiştir. Musannıf şerhinde
bunu: "Annesinden sonra hadâne hakkının intîkal edeceği bir kimsesi
yoksa" diye kayıdlamıştır. Bu zâhirdir. Hâvî'de şöyle denilmektedir:"
Babası çocuğu annesinin her gün görmesi mümkün olan bir yere çıkarabilir.
Nitekim anne tarafında da hüküm budur. Bellenmelidir.
İZAH
«Bu hüküm» yani anlattığımız çıkma hükmü ve
bu husustaki tafsilât yalnız anneye mahsustur. T.
«Nine» ve onun gibi hâdineler evleviyetle
hükümde dahildirler. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.
«Zira aralarında akid bulunmamaktadır.»
Çünkü nikâhlanan kadına vatanında akid yapılması kadının çocuğu ile beraber
orada oturmasına razı olduğunun delilidir. Bu adamla nine arasında ise akid
yoktur.
«Ancak babanın iznîyle» ve kezâ hadâne
hakkı olan erkeğin izniyle çıkabilirler. T.
«Çocuğu annesinin beldesinden» uzak veya
yakın olup annesinin gö-rerek dönebileceği bir yere götüremez. Çünkü annesinin
hadâne hakkı devam ettiği müddetçe başka yere götürmek şöyle dursun çocuğu
annesinden alması bile memnu'dur. Burada Nehir sahibinin Hâvî'nin sözünden
alarak uzak yere diye kayıdlaması doğru değildir. Zâhire bakılırsa anneden
başka hâdinelerin hükmü de budur. T.
«Boşayan kimse çocuğu alırsa ilh...»
cümlesi üst tarafından anlaşılan mânâ üzerine tefrî' edilmiştir, Mecmâ'da şöyle
deniliyor: "Çocuk başkasının yardımından müstağnî olmazdan önce babası onu
dışarı çıkaramaz." Kitabın şârihi bu sözü: "Çünkü hadâne hakkını
ibtal ettiği için bunda anneye zarar vardır." şeklinde tefsir etmiştir.
Bahır sahibi diyor ki: "Bu şunu gösterir: Annenin hadâne hakkı sukut
edince çocuğu babasının sefere götürmesi câizdir." Sonra Bahır sahibi
Sirâciyye'nin kitabımızda zikredilen sözünü naklederek: "Bu bizim
söylediğimiz hususta açıktır." demiştir. Lâkin Burhan'dan naklen
Şürunbulâliyye'de: "Kezâ baba çocuğu müstağnî kalacak yaşa varmadan önce
bulunduğu yerden çıkaramaz. Velev kiannesinin hadâne hakkı olmasın. Çünkü mâni
ortadan kalkarak bu hakkın avdet etmesi ihtimali vardır." Aşağıda Remlî'nin
Fetâvâsı'ndan nakledeceğimiz ifadeden anlaşılan da budur. Bildiğin gibi
Hâvî'nin ifadesi de buna delâlet eder. Mecma şerhinin yukarıda geçen sözü buna
aykırı değildir. Çünkü hak kelimesinden hali veya istikbali kasdetmiş olması
ihtimali vardır.
«Sirâciyye»'den murad Kâri-i Hidâye
Sırâcüddin'in Fetâvâsı'dır.
«Musannıf... kayıdlamıştır.» Kezâ Nehir
sahibi de kayıdlamıştır. Fakat buna hâcet yoktur. Çünkü boşanan anne evlenir de
onun hadâneye ehil annesi veya başka bir yakını bulunursa, babasının sefere
götürmek şöyle dursun çocuğu ondan almaya bile hakkı yoktur.
«Babası çocuğu çıkarabilir ilh...» Sen
biliyorsun ki bu annesinin hadâne hakkı olmadığı surete mahsustur. Çünkü
annenin hadâne hakkı varsa çocuğu köye veya uzak yakın bir beldeye götürmek
şöyle dursun ondan almaya bile hakkı yoktur. Yukarıda Nehir'den naklettiğimiz
ibâre bunun hilâfınadır. Sonra bunun Sirâciyye'den naklettiğimize ve aşağıda
onun şeyhi Remli'den nakledeceğimize, hatta Mecma ile Burhan'dan yukarıda
naklettiklerimize muhâlif olduğu gizli değildir. Çünkü Hâvî'nin ibâresi çocuk
müstağnî olduktan sonraki hale şâmildir. Anneye yaraşan da budur.
Tatarhâniyye'nin sözü de bunu te'yid etmektedir. Orada: "Çocuk anne ve
babasından birinin yanında ise diğerinin ona bakması ve görmesi men edilmez."
Şübhesiz sefer görüşmeye en büyük mânidir.
«Nitekim anne tarafında da hüküm budur.»
Yani çocuk annenin yanında ise annesinin onu babasının her gün görebileceği bir
yere çıkarmaya hakkı vardır.
METİN
Ben derim ki: Sirâciyye'de şöyle
denilmiştir: "Annenin hadâne hakkı sâkıt olur da çocuğu babası alırsa
çocuğu annesine göndermeye mecbur edilmez. Bilâkis annesi çocuğu görmek isterse
ona mâni olunmaz. Üstadımız Remlî annenin hadânesi tamam olduktan sonra babası
çocuğu sefere götürebilir. Bir de babadan gayri asabeler baba gibidir, diye
fetva vermiştir." O bunu Hulâsa ile Tatarhâniyye'ye nisbet etmiştir.
FER'Î MESELE : Baba çocuğu sefere çıkarır
da sonra annesini boşarsa kadın çocuğunu istedikte bakılır: Eğer çocuğu
annesinin izniyle çıkarmışsa çocuğu ona iade etmesi lâzım gelmez. Ondan izin
almadan çıkarmışsa iade etmesi lâzım gelir, Nasıl ki çocuğu annesiyle beraber
çıkarır da sonra anneyi geri çevirir ve boşarsa çocuğu iade etmesi gerekir.
Bahır. Allahu a'lem.
İZAH
«Annesine göndermeye mecbur edilmez.»
Çocuğa annesi bakıyorsa hadânesi zamanındaonun tarafından da aynı şey söylenir.
T. Yukarıda Tatarhâniyye'den naklettiğîmiz söz de bunu ifade eder.
«Annenin hadânesi tamam olduktan sonra»
ibaresini ben Hayriyye'de bu mahalde görmedim.
«Bir de babadan gayri asabeler ilh...»
ifadesi çocuk babadan başkasının elindeyse o da çocuğu sefere götürebilir
mânâsını îham etmektedir. Ben bundan bahseden kimse görmedim. Bilâkis Kuhistânî
şöyle demiştir: "Çocuğu babası sefere çıkaramaz. Meğerki yardımdan
müstağnî bir yaşa varmış olsun. Babadan gayri hadâne hakkı olan kimseler dahi
onu sefere çıkaramazlar. Bu küçüğü kollamak içîndir." Remlî'nin Hayriyye
adlı kitabında verdiği fetva şudur: "Anne ecnebî biriyle evlenir de
küçüğün amcası oğlu onu almak isterse Minhâc'da şöyle denilmiştir: Çocuğun
babası yoksa hadâne müddeti de bitmişse sıra babadan sonraki asabelere gelir.
Bunlar yakınlık sırasıyla çocuğa bakarlar. Şu kadar var ki, kız çocuğu mahrem
olmayan asabeye verilmez." Bunun bir misli de Hulâsa, Ta-tarhâniyye ve
diğer kitablardadır.
«Çocuğu oha iade etmesi lâzım gelmez.»
Kadına: "Onu git de kendin al." denilir. Nehir.
«İade etmesi lâzım gelir» Çünkü çocuğu
annesinin izniyle çıkarmış da olsa kadın onunla beraber sefere çıkarken
çocuğundan ayrılmaya razı değildi. Kocası yalnız kadını geri çevirir de sonra
boşarsa çocuğu ona iade etmesi gerekir. Kadının yalnız çocuğu sefere
çıkarmasına izin vermesi bunun hilâfınadır. Allahu a'lem.
METİN
Lügatta nafaka insanın çoluk çocuğuna
harcadığı şeylerdir. Şer'an ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Örfen nafaka
yiyecek demektir. Bir insanın nafakası üç sebeble başkasına vâcib olur. Bunlar
evlilik, akrabalık ve milktir. Musannıf işe evlilikten başlamıştır. Çünkü
bundan önceki bâblarla münasebeti vardır yahut çocuğun aslı odur diye evlilik
nafakasından işe başlamıştır. Sahih nikâhla evlenen kadının nafakası kocasına
vâcibdir. Şayet nikâhın fâsid veya bâtıl olduğu anlaşılırsa kadın aldığı
nafakayı kocasına iade eder. Bahır. Çünkü nafaka eve kapanmanın karşılığıdır.
Başkasının menfaati için kapanan her insanın nafakası kapayana lâzımdır. Misâli
müftî, hâkim ve vasîdir. Zeylaî.
ÎZAH
Nafaka kelimesi nufuk kökünden alınmadır.
Nufuk helâk demektir. Arablar: "Nefekati'd-dabbetü" derler ki, hayvan
helâk oldu demektir. Yahut nefâktan alınmıştır. Nefâk geçerli olmak
mânâsınadır. "Nefekati's-sil'atü" derler ki, mal revaç buldu, geçerli
oldu demektir.
«Şer'an ise yiyecek ilh...» Hişam: Nafaka
nedir, diye sorduğu vakit İmam Muhammed onu burada beyan edilen üç şeyle tefsir
etmiştir. Nitekim Hulâsa'dan naklen Bahır'da böyle denilmiştir.
«Örfen» yani şeriat ulemasının dilinde örf
ve âdet olan mânâsı sadece yiyecektir. Onun için giyecek ve meskeni nafakanın
üzerine atfederler. Atıf başka başka olmayı gerektirir. Rahmetî. Kenz, Mültekâ
ve diğer metinlerin ibâresi bu şekildedir.
«Ve milktir.» sözü köle ve cariyelere,
hayvanlara, akara şâmildir. Nitekim Dürr-ü Müntekâ'da belirtilmiştir, Lâkin
milk meselesinde mahkeme tarafından cebir yoktur. Akrabalık meselesinde de
hilâf vardır. Nitekim bu bâbın sonunda gelecektir.
«Bundan önceki» nikâh, talâk ve iddet gibi
bâblarla münasebeti vardır. Bahır.
«Yahut çocuğun aslı odur diye» yani
akrabalık ancak doğum sebebiyle olur. Oğul, baba, kardeş ve amca gibi
insanların asılları ancak evlilikle meydana gelir. Bu sebeble musannıf söze
evlilikten başlamıştır, Çünkü o hepsinden önce gelir.
«Sahih nikâhla» demesi fâsid nikâhda
Müslüman kocaya nafaka lâzım gelmediği içindir. Çünkü vücüb sebebi yoktur.
Vücud sebebi kocanın nikâhla kadının üzerinde sâbit olan eve kapanma hakkıdır.
O kocadan beklenen iddette de öyledir. Eve kapanma hakkı sâbit olsa da nikâhla
sâbit olmuş değildir. O menîyi korumak içindir. Bir de iddet hali nikâh
halinden daha kuvvetli değildir. Bedâyı'.
«Şayet nikâhın fâsid olduğu ilh...» Burada
Bahır sahibi bâtıl kelimesinden bahsetmemiştir. İddet bahsinde Fetih ve diğer
kitablardan naklen nikâhın fâsidi ile bâtılı arasında farkolmadığını
söylemiştik. Satış bunun hilâfınadır. Hindiyye'de Zahîre'den naklen şöyle
denilmiştir: "Nikâh zâhire bakarak sahih görünür de hâkim kadına nafaka
tâyin ederse ve kadın bir ay nafaka aldıktan sonra nikâhın fâsid olduğu
anlaşılırsa -ki bu şâhidlerin: Bu kadın onun süt kız kardeşidir diye şâhidlik
etmesiyle olur. Hâkim onları ayırdıktan sonra- kocası kadına verdiği nafakayı
geri alır. Hâkim nafaka tâyin etmeden vermişse hiç bir şey geri alamaz."
Fetih'de de böyle denilmiştir. Yine Hindiyye'de Hulâsa'dan nakle',:
"Şâhidsiz kıyılan nikâhda kadının nafakaya müstahak olduğunda bütün ulema
müttefiktir." denilmiştir. Tahtâvî diyor ki: "Hamevî burada itiraz
ederek bunun fâsid nikâh ferdlerinden olduğunu söylemiştir."
Ben derim ki: Bunun bir misli de
Nehir'dedir. Zâhire bakılırsa doğrusu nafakaya müstehak değildir demek lâzım
gelir. Çünkü fasid nikâhda kadının eve kapanması yoktur.
«Kocasına iade eder.» Velev ki köle olsun.
Hatta kadının nafakası için köle satılır.
«Müfti ve hâkimdir.» Yani vâlidir. Bunlara
ve nafakalarını verdikleri kimselere beytülmalden yetecek kadar maaş verilir.
Çünkü Müslümanların yararı için kendilerini hapsetmişlerdir. Rahmeti.
«Ve vasidir.» Vasiye beytülmalden
nafakasıyla gördüğü işin ücretinden hangisi azsa o verilir. Rahmetî. Zâhirine
bakılırsa vasî zengin de olsa, ölenin vasîsi de olsa maaşını alır. Ama bu söz
götürür. inşaallah kitabımızın sonunda vasî bâbında görülecektir.
«Zeylaî» demesi Zeylaî'nin yalnız bu üç
kişiyi söylediğini îham etmektedir. Halbuki o altı kişi zikretmiş, bunlara
vâliyi de ilave etmiştir. H.
METİN
Sadaka memuru, düşmana karşı müdafaada
bulunan askerler ve ortağının malı ile sefere çıkan ortakçı da bunlardandır.
Rehin de var diye itiraz edilemez. Çünkü rehin iki tarafın menfaati için
hapsedilir. Koca çok küçük olup cimaya kudreti olmasa bile karısının nafakası
onun malından verilir, babasının malından verilmez. Meğerki babası bunu üzerine
almış olsun. Nitekim mehir bâbında geçmişti. Çünkü mâni koca tarafından
gelmektedir. Koca fakir de olsa karısının nafakası üzerine vacibdir.
İZAH
«Düşmana karşı müdafaada bulunan» yani
kendilerini bu işe verip düşmanın öncülerini gözeten askerlerin ve çocuklarının
nafakasını vermek vâcib olur.
«Ortakçı» nın nafakası kendisi seferde
bulunduğu müddetçe ortak maldan çıkarılır. Çünkü kendini bu işe tahsis
etmiştir. İki kişiyle veya daha çok kimselerle ortaklık yaparsa nafakası mala
göre verilir. Rahmetî.
«Rehin de var diye itiraz edilemez.» Bahır
sahibi diyor ki: "Buna itirazla: Rehin mürtehinin(yani rehin alanın) hakkı
için hapsedilir. Bu hak alacağını tamamen almaktan ibarettir. Onun içindir ki,
rehin aldığı malda sair alacaklılardan daha fazla hak sahibidir. Halbuki
rehinin nafakası verene düşer denilmiştir. Bunun cevabı şudur: Rehin verilen
mal aynı zamanda verenin hakkı için de hapsedilmiştir. Bundan murad rehin helâk
olursa borcun ödenmiş sayılmasıdır. Halbuki milk kendisinindir." "Halbuki
milk onundur." sözü nafakanın yalnız rehini verene vâcib olması hususunda
rehin verenin tarafını tercih etmektir. Halbuki mal her iki tarafın hakkı için
hapsedilmiştir. Şârih bu mânâyı bozmuştur. H.
Ben derim ki: Şârih bunu terketmekle mânâ
bozulmuş değildir. Çünkü muhakkık âlim İbn-i Hümam bunu zikretmemiştir.
Hapsetmenin faydası başkasına mahsus değilse nafaka da ona vâcib değildir. O
müşterek malda çalışan çırak gibidir ki, ücrete hakkı yoktur. Çünkü bir
cihetten kendisi için çalışmaktadır.
«Babasının malından verilmez ilh...» Bu
ibâre Hâkim-İ Şehid'in Kafîsi'nde de böyledir. O şöyle demiştir: "Koca
küçük olup malı yoksa karısının nafakası babasından alınmaz. Meğerki üzerine
almış olsun." Hâniyye'de de şöyle denilmiştir: "Kadın büyük olup
küçük olan kocasının malı olmazsa nafakası babasına vâcib değildir. Babası onun
nâmına ödünç alır sonra oğlu zenginlediğinde bunu ondan ister." Bunu Bahır
ve Nehir sahibleri Hulâsa'ya da nisbet etmişlerdir. Remlî: "Bunun misli
Zeylaî ve diğer bir çok kitablarda mevcuddur." diyor.
Ben derim ki: Mehir bâbında musannıf ile
şârih de buna kesinlikle kâil olmuşlardır. Biliyorsun ki Kâfî mezhebin
nassıdır. Bahusus ekseri kitablarda da mesele onun dediği gibidir. Binaenaleyh
şârihin fer'î meselelerde Muhtar ile Mültekâdan naklen söyleyeceği:
"Babasına vâcibdir." sözüne tercih, edilir. Ancak onun vâcibdir sözü
sonra oğlundan almak şartıyla ödünç almak vâcibdir mânasına yorumlanırsa bir
diyeceğimiz kalmaz.
TENBİH: Şürunbulâliyye sahibi Hâniyye'nin
sözünü naklettikten sonra şunları söylemiştir: "Ben derim ki: Bu küçük
kızı evlendirmekte bir yarar bulunduğu zamandır. Meme emen bir çocuğu şehvet
haddine ermiş cimaya dayanabilir bir kadınla çok mehir vererek evlendirmekte
bir yarar yoktur. Nafakanın lüzumu hâkimin hükmüyle karar kılar ve çocuğun malı
varsa bütün malını kaplar yahut çok borca girer. Mezhebin kaidesine göre baba
edepsizliği ile meşhur ise yaptığı akid bil ittifak bâtıl olur. Bunu Bahır
sahibi ve başkaları açıklamışlardır. Musannıf da velî bâbında zikretmiştir.
Ben derim ki: Metin ve şerhlerde açıklanan
şudur: "Baba küçük oğlanla küçük kızı dengi olmayan bir adama mehr-i misil
almaksızın fahiş surette aldanarak evlendirebilir. Çünkü babanın kemal-i
şefkati o işte yarar bulunduğuna delildir. Yeter ki sarhoş veya kötü tutumuyla
meşhur olmasın. Çünkü bu yarar düşünmediğine delildir. Biliyorsun ki şart
olanakidden önce kötü tutumuyla meşhur olmamasıdır. Mücerred akidle onun kötüyü
seçtiği sâbit olmaz. Aksi takdirde fazla aldanmak suretiyle yaptığı akdin ve
kızı denginden başkasına vermesinin tesavvur edilememesi lâzım gelir. Nitekim
izahı velî bâbında geçmişti. Böylece anlaşılır ki, kötülükle meşhur değilse
küçük çocuğuna bir kadın nikâhlaması mutlak surette sahih olur. Nitekim bu
mezhebimizin bilumum kitablarında yazılmıştır. Babanın şefkati yararlı iş
yerini tutar.
«Çünkü mâni koca tarafından gelmektedir.»
Bunda âleti kesik, âleti kalkmayan ve cimaya kudreti olmayan hasta dahildir.
Nitekim Hindiyye'de açıklanmıştır.
«Fakir» den murad karısının nafakasını
vermeye muktedir olmayan kişidir. Minah. Karısı hakimin emriyle onun nâmına
borç alır. T. Bu ileride gelecektir.
METİN
Kadının Müslüman, kâfir, büyük veya küçük
olması müsavîdir. Yalnız küçüğün cimaya dayanabilmesi yahut ferçten başka bir
yerine cimada bulunmak için kendisine şehvet duyulması şarttır. Böyle olmazsa
mâni onun tarafından gelmiş olur ve kendisine nafaka verilmez. Nitekim
karı-koca ikisi de küçük olurlarsa kadına nafaka yoktur. Kadının fakir veya
zengin, cima edilmiş veya edilmemiş olması hep birdir. Meselâ kocası küçük olur
yahut kendisi ferci yapışık veya boynuzlu yahut bunak veya cima edilemeyecek
derecede yaşlı olursa mehrini alır. Kezâ küçük olan kadın hizmete veya
mahabbete yarar da kocası onu evinde alıkoyarsa İmam Ebû Yusuf'a göre bu
hükümdedir. Tûhfe sahibi bunu ihtiyar etmiştir. Velev ki kadın mehrini almak
için kocasına teslim olmasın. Bu hususta cima edilmiş veya edilmemiş kadın fark
etmez. İmam Ebû Yusuf'a göre mehrinin hepsi müeccel de olsa yine nafaka alır.
Fetva buna göredir. Nitekim Bahır ile Nehir'de beyan edilmiştir. Eşbâh'a hâşiye
yazan zât da bunu kabul etmiştir. Çünkü bu bir hak sebebiyle imtinadır.
Binaenaleyh kadın na-fakaya müstehak olur. Nafaka karı-kocanın hallerine
göredir. Bununla fetva verilir.
İZAH
«Yalnız küçüğün cimaya dayanabilmesi» yani
gerek kocasiyle gerekse başkasiyle cimaya dayanabilmesi şarttır. Nitekim Fetih
sahibinin sözü de bunu ifade eder. Musannıf burada Zeylaî'nin şu sözüne işaret
etmektedir: "Sahih olan yaşla takdir edilmemesidir. Çünkü şişman ve semiz
bir kadın yaşı küçük de olsa cimaya dayanır."
«Kendisine şehvet duyulması şarttır.» Çünkü
zâhire göre böyle olan bir kız aşağı yukarı cimaya dayanır demektir. Velev ki
hususî bir adamın meselâ kocasının cimasına dayanamasın. Fetih.
«Kendisine nafaka verilmez.» Yani onu evinde
hizmet veya mahabbet için alıkoymadıkça nafaka verilmez. Nitekim az ileride
gelecektir.
«Nitekim karı-koca ikisi de küçük olurlarsa
kadına nafaka yoktur.» Çünkü cimaya mâni kadından gelmektedir. Aynı zamanda
kocasından da gelmiş olması zarar etmez. Elverirki kadın tarafından nafakayı
icab edecek teslim bulunmasın.
«Meselâ kocası küçük olur ilh...» cümlesi
"veya edilmemiş olması" sözüne misâldir. Şârih bununla şunu ifade
etmek istemiştir: Kadının cima edilmemiş olmasında erkek tarafından hiç bir
mâni bulunmamakla bulunması arasında fark olmadığı gibi kadın tarafından mâni
bulunmanın meselâ kadının ferci yapışık olmasının da ehemmiyeti yoktur.
Elverirki kadın şehvetlenilecek yaşta olsun. Çünkü nafaka vâcib olmak için
itibara alınacak cihet kadının evine kapanmasıdır. Bundan maksad da cima veya
cima'ın mukaddimeleridir. Onun içindir ki, şehvet çağına gelmiş küçük kızla
fercinden başka bir yerine cima etmekle mehir vâcib olur. Nitekim evvelce
geçmişti.
«Yahut bunak...» Burada Tatarhâniyye sahibi
şöyle demiştir: "Deli bir kadın kocasına haklı olarak kendini teslim
etmezse ona nafaka verilir."
«Küçük olan kadın» dan murad kendisine
karşı asla şehvet duyulmayandır. Velev ki ferçten başka yerine olsun. Aksi
takdirde evinde alıkoysun koymasın nafakasını vermek lâzım gelir. Nitekim biraz
yukarıda geçmişti.
«Kocası onu evinde alıkoyarsa» cevab
şârihin dediği gibidir. Fakat geri çevirirse ona nafaka yoktur. Bedâyı'. Bunun
hülasası şudur: Koca muhayyerdir. Ama şehvet duyulan kadın meselesinde muhayyer
değildir. Bilakis mutlak surette nafakasını vermesi tâzım gelir. Nitekim
gördün.
«Mehrini almak için» ifadesinden murad
peşin vermek âdet olan mikdarıdır. Çünkü kadın hakkıyla imtina etmiştir. Kusur
kocasından gelmektedir. Onun için bununla kadının nafakası sâkıt olmaz. Zeylaî.
«Cima edilmiş veya edilmemiş» sözü imtinayı
umumileştirmektir. Yani bu suretle cimadan imtina eden kadına nafaka verilir.
Cimadan önce veya sonra olması fark etmez. Lâkin kocası kadının rızasıyla cima
ettiyse, İmam Ebû Yusuf'a göre imtina halinde hakkı sâkıt olur.
«Fetva buna göredir.» Yani buna istihsanen
fetva verilir. Çünkü koca mehrin hepsini müeccel yapmak isteyince o kadından
faydalanma hakkını ıskata razı olmuş demektir. Hulâsa'da: "Üstad
Zahîruddin bu kadının cimadan imtinaya hakkı yoktur, diye Sadru'ş-Şehid ise
vardır diye fetva verirmiş." denilmiştir. Şu halde fetva muhtelif
demektir. Bahır sahibi mehir bâbında böyle demiştir. Biz orada istihsanın
tercih edileceğini söylemiştik. Onun için şârih bunu kesin ifade etmiştir.
Bahır'da Fetih'den naklen şöyle denilmektedir: "Bütün bunlar müddet
gelmeden cimayı şart koşmadığına göredir. Koca bunu şart koşar kadın da razı
olursa, İmam Ebû Yusuf'un kavline göre cimadan imtinaya hakkı kalmaz," Bu
husustakisözün tamamını biz orada arz etmiştik.
«Binaenaleyh kadın nafakaya müstehak olur.»
Yani mehir istemeye hakkı olmasa da nafakasını alır.
«Bununla fetva verilir.» Hidâye'de böyle
denilmiştir. Hassaf'ın kavli de budur. Valvalciyye'de: "Sahih olan budur.
Fetva buna göredir." denilmiştirtir. Zâhir rivâyete göre ise yalnız
kocanın hali itibara alınır. Ulemadan bir çoklarının kavli de budur. İmam
Muhammed bunu nassan söylemiştir Tûhfe ile Bedâyı'da sahih olan budur
denilmiştir. Bahır. Lâkin metinlerle şerhler birinci kavle göre yazılmıştır.
Hâniyye sahibi diyor ki: "Bazı kimseler kadının hali muteberdir
demişlerdir." Bahır sahibi şunları söylemiştir: "Karı-koca zengin
iseler ulema zengin nafakasının vâcib olduğuna ikisi de fakirse fakir nafakası
vâcib olduğuna İttifak etmişlerdir, Ancak biri diğeri fakir ise ihtilâf
etmişlerdir. Zâhir rivayete göre erkeğin hali itibara alınır. Erkek zengin
kadın fakir ise zengin nafakası verecektir. Hal bunun aksine ise fakir nafakası
verir. Fakat fetvaya göre her iki meselede orta bir nafaka vâcib olur. Bundan
murad fakir kadın nafakasından çok, zengin kadın nafakasından az olmaktır.
TENBİH: Ulema zenginlikle fakirliği
akrabanın nafakasında açıklamışlardır. Ama zevcenin nafakasında bunları
açıkladıklarını görmedim. Her halde bunu örfe bırakmış olacaklardır ve nafakayı
verip vermemek hususunda hale bakılacaktır. Bunu Bedâyi' sahibinin şu sözü
te'yid etmektedir: "Hatta erkek çok zengin olur da francalı ekmeği ve
tavuk eti yerse, kadın da son derece fakir olup evinde arpa ekmeği yerse bu
kadına buğday ekmeği ile koyun eti verir."
METİN
Erkek gücünün yettiği mikdarla muhatab
olur. Kalan kısım zenginlikten sonra ödemek üzere borç olur. Erkek zengin kadın
fakir ise onun nafakasını kendi yediğinden vermesi lâzım değil fakat mendûbtur.
Kocası yanına taşınmasını istemedikçe kadın babasının evinde bile olsa
nafakasını alır. Bununla fetva verilir. Kezâ kadını çağırır da gelmekten imtina
etmezse yahut mehrini almak için imtina ederse veya kadın kocasının evinde
hasta olursa istihsanen kendisine nafaka verilir. Çünkü evine kapanma hali
mevcuddur. Keza kadın hastalanır da sonra kocasının evine taşınır yahut kendi
evinde kalırsa nafakasını alır. Vermediği de kendinin olur. Fetva buna göredir.
Nitekim Fetih sahibe izah etmiştir. Hâniyye'de şöyle denilmektedir: "Kadın
kocasının yanında hastalanır da babasının evine taşınırsa, taşınması hevdeç ve
benzeri bir şeyle mümkün olmadığı, takdirde kendisine nafaka verilir. Aksi
takdirde verilmez. Nitekim kadını tedavi ettirmek kocasına lâzım değildir.
İZAH
«Erkek gücünün yettiği mikdarla muhatab olur
ilh...» Bunu Hidâye sahibi açıklamıştır. Gâyetü'l-Beyân sahibi ise bundan
gâfil" olarâk: "Erkek fakir kadın zenginse, biz de orta nafaka vâcib
olduğunu söylersek erkeğe gücü yetmeyeceği yükü yüklemiş oluruz."
demiştir.
«Kalan kısım» dan murad orta nafakayı
tamamlayan mikdardır.
«Kadın babasının evinde bile olsa» sözü
"zevce için vâcib olur" sözünü umumileştirmektir. Zâhir rivâyet
budur. Binaenaleyh nafaka sahih akidden itibaren vacib olur. Kocası
çağırmadıkça kadın onun evine taşınmasa bile nafakasını alır. Müteehhirin
ulemadan bazıları: "Kocasının evine zifaf edilmedikçe nafaka vâcib
olmaz." demişlerdir. Bu Ebû Yusuf'tan bir rivâyettir. Kudûrî bu kavli
tercih etmiştir. Ama fetva ona göre değildir. Tamamı Fetih'dedir.
«Çünkü evine kapanma hali mevcuddur.»
Kocosı onunla mahabbet eder, ona dokunur, kadın evi muhafaza eder, Mâni
geçicidir: Binaenaleyh hayza benzer. Hidâye.
«Kezâ kadın hastalanır da sonra kocasının
evine taşınırsa...» Bu ifade musannıfın "yahut kadın kocasının evinde
hastalanırsa" sözünden anlaşılan mefhuma muhâliftir. Musannıf
"sağlamken kendini teslim ederse" demek istemiştir. Bunun mefhumu:
Hasta iken kendisini teslim ederse nafaka alamaz mânâsınadır. Çünkü teslim
sahih olmamıştır. Nitekim Hidâye'de beyan edilmiştir. Lakin Fetih sahibinin
tahkîkına göre bu nafakanın vâcib olması için teslimi şart koşan bazı
kimselerin kavline göredir. Biliyorsun ki bu kavil müftâbih kavle muhâliftir.
Müftâbih kavle göre nafaka teslimle değil sahih akidle lâzım gelir. Şu halde
muhtar olan kavil nafakanın vâcib olmasıdır. Çünkü eve kapanma mevcuddur.
«Aksi takdirde verilmez.» Yani kocasının
evine hevdeç veya benzen bir şeyle taşınmak mümkün olur da taşınmazsa kadına
nafaka verilmez. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Çünkü kadın taşınmak elinde
iken bunu yapmamıştır. Hiç kâdir olamaması bunun hilâfınadır. Lâkin ileride
göreceğiz ki, kocasıyla taşınmaya asla imkân bulamayan zifaf olunmamış hasta
kadına nafaka verilmez. Taşınma imkânı bulmamak nafakanın vâcib olmasına mâni
sayılmış demektir. Burada ise nafakayı mûcib sayılmıştır. Bunların aralarında
fark vardır diye cevap verilebilir. Fark şudur: Burada kadın kocasının evine
taşınınca kendini teslim tehakkuk etti demektir. Bundan sonra kadın kaçak
sayılmaz. Meğerki taşınmak elindeyken imtina etmiş olsun. Hiç teslim bulunmamak
bunun hilâfınadır. Kadın taşınamayacak derecede hastalanırsa ona nafaka
verilmez. Çünkü asla teslim bulunmamıştır. Ne hakikaten ne hükmen teslim
yoktur. İleride bunu te'yid edecek sözler gelecektir.
«Nitekim kadını tedavi ettirmek kocasına lâzım
değildir.» Yani kadına ilaç parası getirmesi, tabib ücreti, kan aldırma, boynuz
vurdurma gibi şeyler lâzım değildir. Bu Sirâc'dan naklen Hindiyye'dedir. Zâhire
bakılırsa nifâslı kadının kanı gidermek için kullandığı şeyler de
bundadahildir. Ebe kadın ücreti hakkında ise ileride söz gelecektir:
METİN
On bir kadına nafaka yoktur. Bunlar
şunlardır: Dinden dönen, kocasının oğlunu öpen, ölüm iddeti bekleyen, nikâh-ı
fâsidle alınan ve iddetini bekleyen, sahibi tarafından kendisine gelinlik odası
hazırlanmayan cariye, cimaya yaramayan küçük kız, kocasının evinden haksız
olarak çıkan kadın, buna nâşize derler ki kocasından haksız yere kaçandır.
Evine dönünceye kadar kendisine nafaka verilmez. Kocası sefere çıktıktan sonra
dönüp gelirse İmam Şâfiî'nin hilâfı vardır. İtâatsizlik etmediği hususunda söz
yeminiyle kadınındır. Kaçaklıkla hâkim tarafından takdir edilen nafaka düşer.
Esah kavle göre ödünç alınan nafaka düşmez. O ölüm gibidir.
İZAH
«On bir kadına nafakat yoktur.» Yani fâsid
nikâhla alınan kadını ve iddetini bir saydıktan sonra on bir kadına nafaka
yoktur. Musannıf burada onlardan beşini zikretmiştir. Altısını da şârih ilave
etmiştir. Lâkin şârihin ilave ettiklerini musannıf nikâh-ı fâsidle alınan
kadınla iddetinden maadasını ayrı ayrı yerlerde zikredecektir. Fâsid nikâhla
alınandan bahsetmemesi o adamın karısı sayılmadığı içindir. Biz de bunlardan
yerlerinde bahsedeceğiz. Bunlara şübheyle cima edilen kadını da katmak gerekir.
Zira Hulâsa'da: "Şübheyle cima edilen her kadına nafaka yoktur." denilmiştir.
Çünkü kocasının bu kadınla cimadan men edilmesi kadın tarafından gelen bir
sebebtendir. Bunu itâatsiz kaçak kadına katmak da mümkündür.
«Nikâh-ı fâsidle alınan ve iddetini
bekleyen» hakkında evvelce söz etmiştik. Hâniyye'de şöyle denilmiştir:
"Kocası kadını bırakarak savuşup gider de kadın başka biriyle evlenir,
cimada da bulunursa ilk kocası dönüp geldiğinde araları ayrılır. Bu kadına
gerek birinci kocacısından gerekse ikinci kocasından iddet beklerken nafaka
verilmez. Fakat cima edilen bir kadını kocası üç defa boşar da kadın iddeti
içinde başka kocaya varır ve ikinci kocası onunla cimada bulunursa iş değişir.
Böyle bir kadına birinci kocasından beklediği iddet esnasında nafaka ve mesken
verilir. "Yani bu kadın ilk kocasından talâk-i bâin iddeti beklemektedir.
Öteki kadın ise fâsid nikâhla vardığı ikinci kocasından iddet beklemektedir.
Onun için ona nafaka yoktur. Nafaka ikinci kocasına vâcib olmadığı gibi ilk
kocasına da vâcib değildir. Çünkü kadın kendi tarafından gelen bir mâni ile
nefsini ona teslim etmekten kaçınmıştır. Hindiyye'de beyan edildiğine göre bir
adam bir kadınla söylenir de sonra onunla evlenir, fakat kadının kendinden gebe
kaldığını inkâr ederse nafaka vermesi vâcib değildir. Çünkü kadından istifade
etmesine engel kadın tarafından gelmiştir. Kadının kendinden gebe kaldığını
ikrar ederse nafaka vermesi lâzım gelir,
TENBİH: Bir adam bâin iddeti bekleyen bir
kadınla evlenirse kadının nafakası sâkıt olmaz. Ancak bunun için kadının iddet
beklediği evden çıkmamış olması şarttır. Aksi takdirde kaçak kadın sayılır.
Nitekim Zahîre'de beyan edilmiştir.
«Cimaya yaramayan küçük kız» hizmet ve
mahabbete yarar da kocası onu evinde alıkoymazsa hüküm yine budur. Nitekim
geçmişti.
«Haksız olarak» sözünün muhterezini şârih
aşağıda: "Gasb evinden çıkması bunun hilâfınadır ilh...» sözüyle
anlatacaktır. Kezâ bu söz kadının mehrini almak için koca evini terk etmesinden
de ihtirazdır. Bir kaç yerde kadının koca evini terk etmeye hakkı vardır.
Bunlar mehir bâbında geçmişti. Bazıları da musannıfın: "Koca karısını anne
ve babasına gitmekten men edemez." dediği yerde gelecektir.
«Buna nâşize derler.» Yani şer'î mânâsıyla
bu kadın kaçaktır. Lügatta ise kocasına isyân ve buğz eden mânâsınadır.
«Dönüp gelirse ılh...» kaçak olmaktan
çıkar. Bunu Hulâsa'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yani nafaka almağa
müstehak olur ve kocasına mektup yazılarak karısının nafakasını göndermesi
emredilir. Yahut nafaka takdiri için kadının hali mahkemeye arz olunur. Kadın
bunlardan birini yapmadan nafakasını kendisi temin ederse artık kocasından bir
şey isteyemez. Çünkü ileride görüleceği vecihle mahkeme hükmü veya karı-kocanın
anlaşması bulunmazsa nafaka sâkıt olur.
«Söz kadınındır ilh...» Yani erkeğin
beyyinesi yoksa demek istiyor. Bunu Bahır sahibi Hulâsa'nın şu ibâresinden
almıştır: "Kocası karım kaçaktır derse o kadına nafaka verilmez. Şâhidler
kocasının mehr-i muaccelini ödediğine fakat o anda kadının koca evinde
bulunmadığına şâhidlik ederlerse kabul edilmez. Çünkü kocasının evinde
bulunması ihtimali vardır. O zaman nafaka sâkıt olmaz. Zira kocası ona
hâkimdir."
Ben derim ki: Bu ibâreden şu da
çıkarılabilir: Söz kadının olması kocasının evinde bulunmakla kayıdlıdır.
Karı-koca arasındaki anlaşmazlık kadının halen itâat etmemesi hususunda ise
mânâ açıktır. Fakat kocası meselâ geçen ayın belirlenmiş nafakası kadının
itâatsizliğinden dolayı sâkıttır diye iddia ederse, zahire göre söz yine
kadınındır. Çünkü kadın kendisine dönmenin mûcibini inkâr etmektedir. Kadın
kocasının evinden onun izniyle çıktığını ve anne-babasına gittiğini iddia eder
de kocası inkârda bulunursa yahut kadının kaçaklığı sâbit olur da sonra kadın
kocasının bundan meselâ bir ay sonra kendisine orada kalma izni verdiğini iddia
ederse söz hakkı kadının olur mu, olmaz mı? Bunu bir yerde görmedim, Zâhire
bakılırsa olmaz. Çünkü nafakayı ıskat eden mûcib tehakkuk etmiştir.
«Kaçaklıkla hâkim tarafından takdir edilen
nafaka düşer.» Yani kadının kocası üzerinde belirli bir kaç ayın nafakası
bulunur da sonra kadın kaçaklık ederse geçen bu aylarınnafakası sâkıt olur.
Fakat hâkim ödünç almasını emretmiş de Kadın kocası hesabına ödünç almışsa
nafaka sâkıt olmaz. Nitekim ölüm meselesinde gelecektir. H.
Ben derim ki: Takdir edilmiş nafakanın
düşeceği Câmide bildirilmiştir. Ödünç alınan ise Zahîre'de şöyle
bildirilmîştir: Ölümle sukut edeceğî hususundaki iki rivâyete göre olmak
vâcibdir. Bu rivâyetlerin esah olanı sukut etmediğini gösterir. Bu sözün
muktezası şudur: Kadın kocasının evine dönerse sâkıt olan nafaka avdet etmez.
Acaba nafaka takdiri de bâtıl olur da kocasının evine döndükten sonra
yenilenmesîne hâcet olur mu olmaz mı? Bunu görmedim. Zâhire göre bâtıl olmaz.
Çünkü ulemanın sözlerî takdir edilen nafakanın sâkıt olup olmayacağı
hakkındadır. Nafaka takdiri hakkında değildir.
METİN
Musannıfın çıkmakla kayıdlaması şundandır:
Kadın kocasına cima için mâni olursa kaçak sayılmaz. Bu hükmen çıkmaya da
şâmildir. Meselâ kadının kendi evî olur da kocasını o eve girmekten men eder.
Bu takdirde şayet kadın kendisinin oradan başka yere taşınmasını îstemediyse
kocasının evinden çıkmış gibi olur. Şayet şübheli ise meselâ hükümetin evinde
bulunur da kadın kendîni teslimden imtina ederse kaçak gibi olur. Çünkü bizim
zamanımızda şübheye itibar yoktur. Gasb evinden çıkması yahut gasb evine
gitmekten veya kocasıyla beraber yahut kocasının nakil için gönderdiği bir
ecnebî ile sefere çıkmaktan çekinmesi bunun hilâfınadır. Bu suretlerde kadın
nafaka alır. Keza kocası şerefli olduğu halde kadın bir çocuğu emzirmek için
kendini kiraya verir de evden çıkmazsa hüküm yine budur. Bazıları kaçak
sayıldığını söylemişlerdir. Kadın kendini geceleyin kocasına teslim eder de
gündüzün teslim etmez yahut bunun aksini yaparsa nafaka alamaz. Çünkü teslim
noksandır.
Müctebâ sahibi diyor ki: "Zamanımızda
geçecek bir vakanın cevabı bununla anlaşılır. Şöyle ki: Bir kimse gündüz işinin
başında, geceleyin kendi yanında bulunacak sanat sahibi bir kadınla evlenirse
kadına nafaka yoktur." Nehir sahibi: "Ama bu söz götürür."
demiştir. Hapsedilen kadına da nafaka yoktur. Velev ki zulüm yoluyla olsun.
'Ancak bir alacağından dolayı kocası hapsederse esah kavle göre ona nafaka
vardır. Cevhere. Keza hapishanede kadınla birleşmeye muvaffak olursa kadına
yine nafaka vardır. Sayrafiyye. Nitekim erkeğin mutlak surette hapsedilmesiyle
kadına nafaka vardır. Lâkin Kudûrî'nin Tashih'inde: "Erkek hükümetin
hapishanesinde bulundurulursa sahih kavle göre kadının nafakası sâkıttır."
denilmiştir.
İZAH
«Cima için mâni olursa kaçak sayılmaz
ilh...» Sirâc sahibi bunu: "Ko-casının evinde olur da kocası onunla zorla
cimaya kâdirse" diye kayıdlamıştır. Bazıları: "Bu kadına nafaka
yoktur. Çünkü kaçaktır demişlerdir. İkinci kavil utanan erkek hakkında
güzeldir. Bu kadının kendievinde cimadan imtina etmesinin bil ittifak
itâatsizlik olduğuna işaret etmektedir. Sâihâni.
«Kendi evi» yani gerek kendi milki gerekse
icarla tuttuğu ev olursa demek istiyor.
«Taşınmasını istemediyse» meselâ beni kendi
evine götür yahut bana bir ev kirala, çünkü ben kendi evime muhtacım. Onu
kiraya veriyorum! derse kadına nafaka vardır. Bahır.
«Çünkü bizim zamanımızda şübheye itibar
yoktur.» Bu sözü Hidâye sahibi Tecnîs'de, Muhît sahibi de Zahîre'de
nakletmişlerdir.
«Bunun hilâfınadır ilh...» Çünkü gasbedilen
bir evde oturmak haramdır. Haramdan kaçınmak lâzımdır. Şübheden kaçınmak bunun
gibi değildir. Zira sadece mendûbtur. Binaenaleyh kocanın vâcib olan hakkı
menduba tercih edilir. Bana bir kadın meselesi sordular. Kocası bir kadını
dinsiz dürzîler arasına iskân etmiş. Sonra kadın bundan imtina ederek
Müslümanlar arasında oturmak istemiş. Çünkü dinim gider diye korkmuş. Bana öyle
geliyor ki, kadın bu isteğinde haklıdır. Çünkü zamanımızda durzîlerin
memleketleri dar-ı harbe benzemektedir.
«Kocasıyla beraber sefere çıkmaktan
çekinmesi bunun hilâfınadır.» Yani müftâbih kavle göre kocası karısını sefere
götüremez, Çünkü zaman bozulmuştur. Kadının bundan çekinmesi haklıdır.
«Yahut kocasının nakil için gönderdiği
ilh...» cümlesinin mânâsı ev-leviyetle anlaşılır. Çünkü kadın kocasıyla
birlikte sefere çıkmaktan imtina ettiği halde kendisine nafaka verilince ecnebî
ile çıkmaktan imtina ettiğinde nafakaya evleviyetle müstahak olur. Yahut bu
mesele mezhebin aslına binaendir. Mezhebin aslına göre koca karısını sefere
götürebilir. Lâkin karısını getirmek için ecnebî birini gönderince kadının
onunla seferden çekinmeye hakkı vardır. Onun için ecnebî diye kayıdlamıştır.
Zira gönderdiği adam kadının mahremi olursa kadına nafaka yoktur. Çünkü kadının
imtinâya hakkı yoktur. Sefer meselesinde söz edilmiştir. Biz onu mehir bâbında
anlatmıştık.
«Bazıları kaçak sayıldığını
söylemişlerdir.» ifadesiyle şârih bu sözün zayıf olduğuna işaret etmiştir.
Bahır sahibi bunu açıkça ifade etmiştir. Lâkin Rahmetî ye diğer ulema
bazılarının sözünü kuvvetli bulmuşlardır. Çünkü kocası kadının bütün
ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Binaenaleyh onu iplik bükmek ve emsalinden, kına
gibi kokusundan hoşlanmadığı şeylerden ve nakışdan men etmeye hakkı vardır.
Emzirmekten men etmeye ise evleviyetle hakkı vardır. Çünkü bu iş kadını
zayıflatır. Kocası eşraftan ise bundan dolayı ayıplanır.
Ben derim ki: Bütün bunların kadın kaçaktır
diye hüküm vermeye delâlet etmediğini sen pekâla biliyorsun. Çünkü kadın haklı
olarak çıkmıştır. Nitekim yukarda geçti. Aksi takdirde iplik bükmek, nakış
yapmak, kına ve emsali şeylerde kocasına muhalefet etmekle kaçak sayılması
gerekir. Halbuki kadın kocasının evindedir. Bunun fâsid olduğu meydandadır.
Evet, karısını bu îcardan men etmeye hakkı olduğunu ifade eder. Hatta
Hayreddin-i Remlî'ninsöylediğine göre kocasının karısını başka kocasından olma
çocuğunu emzirmekten ve terbiye etmekten mene hakkı vardır. Remli bunu
Tatarhâniyye'de Kâfi'den nakledilen ifadeden almıştır. Orada süt anne tutmak
bâbında şöyle denilmiştir: "Kocası karısını kendi hakkını ihlal eden
şeylerden men edebilir." Yine orada Sağnâkî'den naklen şöyle denilmiştir.
"Bir de çocuk emzirmek ve uykusuz kalmakla kadın yorulur. Bu ise onun
güzelliğini eksiltir. Halbuki kadının güzelliği kocasının hakkıdır. Bundan
dolayı onu men edebilir."
«Nehir sahibi: Ama bu söz götürür,
demiştir.» İtirazın vechi şudur. Kadın mazurdur, çünkü kendi işleriyle
meşguldür. Kıyas edilen mesele bunun hilâfınadır. Çünkü kadının o meselede özrü
yoktur. Binaenaleyh kadına nisbet edilen teslim eksiktir. Bunu Halebî
söylemiştir. Yine Halebide bildirildiğine göre zulmen hapsedilen kadınla
gasbedilen kadın ve başkalarıyla birlikte farz haccını edâya giden kadın
mazurdurlar. Ama nafakaları sâkıttır. Hindiyye'de şöyle denilmiştir:
"Efendisi cariyeyi yalnız geceleyin kocasına teslim ederse gündüzün
nafakasını katlanması icab eder. Gecenin nafakası da kocasına düşer. Buradakinin
kıyası da öyledir. T."
Ben derîm ki: Şârih Bahır'dan naklen:
"Gaibin karısına nafaka takdir olunur." sözünden az önce:
"Kocası karısını iplik bükmekten ve her nevi işten men edebilir. Velev ki
ebe veya cenaze yıkayıcı olsun." diyecektir. Sen pekâla bilirsin ki bundan
men etmeye hakkı olunca kocasına isyân ederek ondan izinsiz dışarı çıkan kadın
dışarıda olduğu müddetçe kaçaktır. Ama men etmezse kaçak sayılmaz. Allahu
a'lem.
«Velev ki zulüm yoluyla olsun.» sözü
kadının ödemeye kudreti olsun olmasın ve oraya naklînden önce olsun sonra olsun
hapsedilmesine şâmildir. itimat bunadır. Zeylaî. Fetva buna göredir. Fetih.
Çünkü nafakasının sukutu için muteber olan, eve kapanmanın bulunmaması ve bunun
koca tarafından gelmemesidir. Bahır.
«Sayrafiyye...» keza musannıf bunu Minah'da
da Sayrafiyye'den nakil ve ikrar etmiş, Şürunbulâliyye sahibi de Hâniyye'den
nakletmiştir.
«Mutlak surette» yani velev zulmen olsun
yahut bir alacağından dolayı karısı veya bir ecnebî hapsetsin kadına nafaka
vardır.
«Lâkin ilh...» Nehir sahibi diyor ki:
"Kadın hapsedilirse diye kaydetmesi şundandır: Çünkü erkeğin hapsedilmesi
mutlak surette kadının nafakasını ıskat etmez. Bir çok kitablarda böyle
denilmiştir. Şu kadar var ki, Kudûri'nin Tashih'inde Kâdîhân'dan naklen: Eğer
koca zulmen hükümet hapishanesinde hapsedilmişse ulema ihtilâf etmişlerdir.
Sahih kavle göre kadının nafakaya hakkı yoktur, denilmiştir.
Ben derim ki: Hâniyye'nin ibâresini Makdisi
de böyle nakletmiş ve Müeyyediyye nüshasında da böyledir demiştir. İhtimal yeni
nüshalar ondan yazılmıştır. Benim üzerinde bazı ulemanınyazıları bulunan eski
nüshamda ise nefy edatı hazfedilmiştir. (Yani nafakaya hakkı vardır
denilmiştir.) Düzeltilmelidir.
Ben derim ki: Ben de elimdeki eski Hâniyye
nüshasında böyle nefy edatı hazfedilmiş gördüm. Hindiyye sahibi de Hâniyye'den
böyle nakletmiştir. İhtimal Tashih-ı Kudûrî sahibi bunu Müeyyediyye
Medresesindeki nüshadan da böyle nakletmiştir. Yahut ondan nakleden nüshadan
almıştır. Binaenaleyh sair eski nüshalara uyması için nefy edatı ziyade kabul
edilmelidir. Manâ ona da müsaiddir. Çünkü eve kapanmak kadın tarafından değil
kocası tarafından gelen bir mânâ sebebiyledir. Meselâ koca hasta veya çok küçük
yahut âleti kesik yahut kalkınamaz biridir.
METİN
Bahır'da Meâlü'l-Fetâvâ'dan naklen:
"Kadın fesad çıkaracağından korkulursa müteehhirin ulemaya göre kocasıyla
birlikte o da hapsolunur." denilmiştir. Zifaf olunmayan hasta kadına da
nafaka yoktur. Yani kocasıyla beraber onun evine asla taşınmaya imkân bulamayan
kadına nafaka verilmez. Velev ki nefsini teslimden çekinmemiş olsun. Çünkü
takdiren teslim yoktur. Bahır. Zorla gasbedilen velev ki nafile olarak
başkasıyla hacca giden kadına da nafaka verilmez. Velev ki mahremiyle gitmiş
olsun. Çünkü evine kapanma kalmamıştır. Kocasıyla hacca giderse hassaten
evîndeyken verdiği nafaka lâzım gelir. Sefer nafakasını ve kirayı ödemesi lâzım
gelmez.
İZAH
«Bahır'da ilh...» Ki ibâre şöyledir:
"Hulâsa'da beyan edildiğine göre kadın kocasını hapseder de kocası
kendisiyle beraber karısının da hapsini isterse kadın hapsedilmez..."
Ben derim ki: Bu hapishanede boş yer
olduğuna göredir. Nitekim Ta-tarhâniyye'de zikredilmiştir. Sonra şurası gizli
değildir: Kadının fesad çıka-racağından korkulursa diye kayıdlaması açık
gösteriyor ki, mesele kocasını hapsettiren kadının ne yapmak istediğini hâkim
bildiğine göre kurulmuştur. Hâkim kadının töhmet ve fesad ehlinden olduğunu
bilir. Yoksa mücerred kocasının isteğiyle kadın hapsedilir mânâsında değildir.
Binaenaleyh hâkimin bu hususu araştırması gerekir. Zamanımızda şu olmuştur: Bir
kadın alacağı sebebiyle kocasını hapsettirmîş. Kocası kendisini hapisten
çıkarsın da kadının malını yesin diye kadının da kendîsiyle beraber hapsini
istemiştir. Şübhesîz ki kadının kocasını hapsettirmesi bir kayıd değildir. Onu
başkası da hapsettirse kadının fesad çıkaracağından kor- kulduğunda aynı hüküm
verilir. Çünkü illet fesad korkusudur.
«Zifaf olunmayan» sözünden murad kocasının
evine taşınmayan kadındır
«Asla imkân bulamayan ilh..:» Bilmelisin ki
sahih kabul edilen ve üzerine fetva verilen mezhebe göre ciması mümkün olsun
olmasın, beraberinde kocası bulunsun bulunmasınkocasının evine taşındıktan önce
veya sonra hasta olan kadına kocasının nafaka vermesi vâcibdir. Elverirki
kocası nakletmek istediğinde kadın ona karşı gelmesin. O zaman bu kadınla
sağlam kadın arasında fark kalmâz. Çünkü hayızlı ve nifâslı kadında olduğu gibi
bunda da kocasına istifade imkânı vardır. O halde bunu nafaka alamayan kadınlar
arasına almamak gerekir. Lâkin Tecnîs'in zahirine göre kadının hastalığı
kocasının evine taşınmaya mâni ise ona nafaka verilmez. Velev ki nefsini
teslimden çekinmesin. Çünkü tam teslim yoktur. İşte hasta ile sağlam kadın
arasında fark görenin muradı budur. Musannıfın sozü de buna yorumlanır. Bahır
sahibinin yazdıklarının hülasası budur. Şarihimiz de onun yolundan yürümüş,
yukarıda kadın kocasının evine taşındıktan sonra onun evinde hastalanırsa yahut
taşınmazdan önce hastalanır da kocasının evine giderse veya hiç taşınmayıp
kendini teslimden de çekinmezse bu kadına nafaka verileceğini söylemişti, şimdi
burada anlattığına göre kocasının evine taşınmadan önce hastalanıp da onunla
beraber evine gidemeyen kadına nafaka yoktur. Biz böyle bir kadınla kocasının
evinde hastalanıp babasının evine dönen ve koca evine gitmeye imkân bulamayan
kadın arasındaki farkı evvelce arz etmiştik.
«Zorla gasb edilen» yani bir adam bir
kadını alıp kaçırırsa demek istiyor. Zâhir rivâyete göre bu kadına nafaka
yoktur. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre ise nafaka vardır: Fetva birinci
kavle göredir. Çünkü kadının evine kapanmaması erkek tarafından gelmemiştir kî,
takdiren vardır sayalım; Hidâye. Zorla diye kayıdlaması kocası gasbetmiş gibi
görünerek kadını kendi rızasıyla götürürse hilâfsız nafaka verilmeyeceği
içindir Çünkü onun kaçak olduğunda şübhe yoktur.
«Velev ki nafile olarak» tâbirinin yerine
"velev ki farz olarak" demesi münasib olurdu. O zaman nafilede vâcib
olmadığı evleviyetle anlaşılırdı. Çünkü ittifakîdir. Farza gelince: Bahır'da
Zahîre'den naklen şöyle denilmiştir: "Ebû Yusuf'tan bîr rivayete göre bu
özürdür. Kadına hadar nafakası verilir. Diğer bir rivâyete göre ise kocasına
karısıyla beraber hacca gitmesi ve nafakasını vermesi emrolunur."
«Çünkü evine kapanma kalmamıştır.» sözü on
bir kadına nafaka yoktur ifadesinin illetidir.
«Kocasıyla hacca giderse» velev ki nafile
olarak haccetsin hassaten evindeyken verdiği nafaka lâzım gelir. Nitekim
Hindiyye'de böyle denilmiştir. T.
Ben derim ki: Kezâ kocasıyla ömre veya
ticaret için giderse nafakasını alır. Çünkü kocasının yanında bulunmakla evine
kapanma mevcud sayılır.
«Sefer nafakasını ve kirayı ödemesi lâzım
gelmez.» Yiyeceği de se-ferdekine değil evdeki kıymetine bakarak öder. Bahır.
Ben derim ki: Şübhesiz bu hüküm karısı için
sefere çıktığına göredir. Kendisi için karısını sefere götürürse her masrafı
erkeğe aid olur.
METİN
Kadın un öğütmekten ve ekmek yapmaktan
çekinirse bakılır: Eğer kadın hizmet etmeyenlerden ise yahut kendisinde bir
illet bulunursa ona hazır yemek getirmesi kocasına düşer. Aksi takdirde yani
kadın kendine hizmet edenlerden olup buna kudreti de varsa vâcib değildir.
Kadının bu iş için ücret alması câiz değildir. Çünkü diyâneten onu yapmak
kendisine vâcibdir. Velev ki şereflilerden olsun. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Hz.
Ali ile Fâtıma arasında işleri taksim etmiş; dış işlerini Ali (R.A.)'a; iç
işlerini de Fâtıma (R.A.)'ya vermiştir. Halbuki Hz. Fâtıma bütün cihan
kadınlarının hanımefendisidir. Bahır. Un öğütmek ve ekmek karmak için gereken
âletlerle su kabı ve tas, tava, tencere, kepçe vesair yemek pişirme âletleri
erkeğe vâcibdir. Hasır, keçe ve yaygı gibi diğer ev edevatı ile temizlikte
kullanılan ve kiri gidermeye yarayan fırça, çöven gibi şeyler ve kir pas, ayak
süprüntüsü gibi şeyleri giderecek âletler de ona aiddir. Tamamı Cevhere ve
Bahır'dadır. Bahır'da bildirildiğine göre ebe kadın ücreti onu kiralayan karı
veya kocaya aiddir. Kiralamadan gelirse bazılarına göre kocaya, bazılarına göre
de kadına aiddir. Kadına her altı ayda bir giyecek takdir edilir. Zira sıcakta
veya soğukta bu müddette îhtîyaç tazelenir.
İZAH
«Kadın un öğütmekten ve ekmek yapmaktan»
yerine Hindiyye'de kadın yemek pişirmekten ve ekmek yapmaktan çekinirse
denilmiştir.
«Hazır yemek getirmesi» yahut ekmek aş
yapacak birini getirmesi kocasına düşer. Hindiyye.
«Vâcib değildir.» Bazı yerlerde kadın buna
mecbur edilir denilmiştir. Serahsî diyor ki "Mecbur edilmez; lâkin kadın
yemek pişirmezse kocası ona katık vermez." Sahih olan da budur. Fetih'de
de öyle denilmiştir. Bazı yerlerden nakledileni Bedâyı' sahibi Ebu'l-Leys'e
nisbet etmiştir. Serahsî'nin sahih bulduğu kavle göre erkeğe ekmekten başka bir
şey vâcib olmaz. Lâkin Nehir sahibinin ona katık vermez sözünden sonra şöyle
dediğini gördüm: "Yani mutlak değil yiyecek sayılan katık vermez demek
istemiştir. Nitekim gizli değildir."
«Kadının bu iş îçin» sözünden murad ekmek
ve yemek pişirmesidir
«Çünkü diyâneten onu yapmak kendisine
vâcibdir.» Binaenaleyh böyle fetva verilir. Fakat kadın yapmazsa mecbur da
edilmez. Bedâyı.
«Velev ki şereflilerden olsun.» Bahır
sahibi dahi ta'lilden alarak böyle demiştir. Ama bu söz yukarıdakine
muhâliftir. Yukarıda: "Kadın hizmet ede- meyenlerdense ona yiyecek
getirmesi kocasına aiddir. Aksi takdirde vâcib değildir," demişti. Ekmek
ve yemek yapmak diyâneten kadına vâcib olursa iki suretin arasında fark kalmaz.
Meğerki "Şerefli kadınların bazısı kendi hizmetini kendisi görür, bazısı
görmez." denilsin. Öyle görülüyor ki, kadının zenginlik ve fakirlik
hususundaki halî itibara alınacaktır. Şerefliliğine şerefsizliğine
bakılmayacaktır. Çünkü fakîr olan şerefli kadın kendi hizmetini kendisi görür.
Rasûlüllah (s.a.v.) ile ehli beytinin halleri dünya varlığı cihetinden son
derece basit idi. Şu halde zenginin hali ona kıyas edilemez. Hidâye sahibinin
Muhtârâtü'n-Nevâzil'deki ibâresi de bunu te'yid etmektedir. Zira şöyle
demiştir: "Kadın kendi hizmetini görenlerdense ekmek ve yemek pîşirmesi
ona düşer ilh..."
«Tamamı Cevhere'dedir.» Orada şöyle
denilmiştir: "Temizlik yapmaya ve kiri pası gidermeye yarayan fırça, yağ,
sidr, hatmi, çöven ve sabun gibî şeyler o yerin âdetine göre kocaya vâcibdîr.
Kına ve sürme îse lâzım değildir. Kocanın ihtiyarına bakılır. Kokuya gelince:
Ter kokusunu kesecek kadarı vâcibdir, fazlası vâcib değildir. Kir pas kokusunu
kesecek kadarı da vâcibdir. Fakat hastalık için ilaç, doktor ücreti ve kan
aldırma ücreti gibi şeyler vâcib değildir. Su da kadının bedenîni ve elbîsesîni
yıkayacak mikdar vâcibdir. Cünüblükten yıkanacak mikdarını satın alması vâcib
değildir. Suyu kadının yanına getirir yahut kadının suya gitmesîne izin verir.
Kadın zenginse parasıyla kendîsîne su taşıttırır. Ama abdest suyu kocaya
aiddîr." Lâkin Hindiyye'de: "Gusül suyunun parası kocaya aîddir.
Abdest suyu da öyledir. Belh ulemasıyla Sadru'ş-şehîd'în fetvaları buna
göredir. Kâdîhân da bunu ihtiyar etmiştir." denilmektedir. Bezzâziye'de
dahi: "Kadın için yemiş satın alması farz değildir." denilmiştir.
TENBİH: Bu söylenenlerden anlaşılır ki,
kadının kahvesi, tütünü kocasına vâcib değildir. Velev ki onları bırakınca
zarar görsün. Çünkü bunlar ilaç yahut yemiş kabîlindense her ikisi erkeğe vâcib
değildir. Nitekim gördün.
«Bazılarına göre kocaya aiddir.» Hulasa'dan
naklen Bahır ibâresi şöyledir: "Biri çıkıp kocaya aiddir diyebilir. Çünkü
bu cima masraflarındandır. Bir başkası da kadına aiddir diyebilir. Zira doktor
ücretine benzer." Başkaları da böyle demişlerdir. Bunun muktezası çifte
kıyas yapılmasıdır. Ulemadan kesinlikle birini söyleyen olmamıştır. Şârihin
sözünden anlaşılan bunun hilâfınadır. Bana birinci kavil tercih edilecek gibi
geliyor. Çünkü ebe kadının umumiyetle faydası çocuğa aiddir. Binaenaleyh babasının
ödemesi gerekir.
"Giyecek takdir edilir."
Musannıfa düşen giyecek üzerine söylediği sözleri birbirine eklemekti. Ya
"kışın bir cübbe ilave edilir" sözünü buraya almalı yahut bu cümleyi
oraya bırakmalıydı. T. Bilmelisin ki giyecek takdiri mekân ve âdetlere göre
değişir. Onun için hâkime gereken her zaman her yerde âdete göre yeterince
elbise takdir etmektir. isterse elbisenin cinsini takdir eder, dilerse
kıymetini biçerek kıymetini hükmeder. Müctebâ'da böyle denilmiştir. Bedâyı'da:
"Giyecek nafakada olduğu gibi ihtilâflıdır. Yalnız erkeğin hali itibara
alınır diyenler olduğu gibi her ikisinin halleri itibara alınır diyenler de
vardır. Bahır." denilmiştir.
"Altı ayda bir giyecek takdir
edilir." Ancak evlenir de kocası onunla cimada bulunur, fakat ona giyecek
göndermezse kadın altı aydan önce istediği takdirde vermeye mecburdur. Müddetin
geçmesi şart olmaması hususunda giyecek yiyecek gibidir. Bunu Hulâsa'dan naklen
Bahır sahibi söylemiştir. Hülasası şudur: Giyecek müddetin tamamından sonra
değil hemen vâcib olur. Bilmelisin ki kadının giydiği elbise eskimedikçe yahut
giyme zamanı gelmedikçe giyeceğin yenilenmesi lâzım gelmez. Bunu Hâkim
Kâfî'sinde beyan etmiştir. Bu hususta tafsilât vardır. Musannıfın:
"Kadının kendi malı olan hizmetçisi için de..." dediği yerden az
evvel gelecektir.
METİN
Koca karısının nafakasını bizzat verebilir.
Velev ki hâkimin takdirinden sonra olsun. Hulâsa. Ancak hâkim vermediğini
anlarsa o zaman kadının isteği ile kocasının huzurunda ona nafaka takdir eder.
Kocasının eli açık değil de kadın hakkını geciktirdiğinden şikâyet ederse hâkim
ona nafakasını vermesini emreder. Çünkü kocasının izni olmaksızın kadının onun
yiyeceğinden yemeye, onun kumaşından elbise yapmaya hakkı vardır. Vermezse
hâkim onu hapseder. Kendisinden nafaka sâkıt olmaz. Hulâsa ve diğer kitablar.
Nafaka her ay yani her vakit münasib olan müddetinde verilir. Meselâ
yevmiyeciye her gün, bekçiye her sene verilir.
İZAH
"Karısının nafakasını bizzat
verebilir." Çünkü kadına bakmak onun va-zifesidir. Yoksa bunu artan kısmını
geri almak için yapmaz. Zira kadına takdir edilen veya verilen nafaka onun
milki olur. Kadının ondan başkasına yedirmeye ve tesadduk etmeye hakkı vardır.
Bunun muktezası şudur: Kadın kendisine takdir edilen nafakanın bir kısmını
fakirlere vermeyi kocasına emretse kalanı kendinindir. Yahut yiyecek satın
almayı emretse artanını kocasının yemeye hakkı yoktur. Hâniyye'de
bildirildiğine göre kadın kendi malından yerse kendisi için takdir edilen
mikdarı kocasından alabilir. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır.
"Velev ki hâkimin takdirinden sonra
olsun." Cümlesinin burada yeri yoktur. Zira hâkimin şartlarından biri
kocanın borcunu uzattığını, nafakayı vermediğini anlamasıdır, Nitekim
göreceksin.
"Nafaka takdir eder ilh..." Sözü
istisna üzerine tefrî edilmiştir ve onun neticesini beyandır. Lâkin bir faydası
yoktur. Musannıf böyle diyeceğine onu karısına vermesini emreder, demeliydi.
Yani kocasının kadın için harcamaya hakkı yoktur. Bilâkis kadının kendine
harcadığı mikdarı ona vermeye mecburdur. Bunu Bahır sahibinin Hulâsa ve
Zahîre'den naklettiği şu söz de izah eder: "Nafakayı veren kocadır. Ancak
hâkim onun bu hususta geciktiğini anlarsa o zaman nafakayı kendisi takdir eder
ve bunu karısına versin de kendisine nafaka yapsın diye emreder. Bu kadının menfaatinedir.
Vermezse hâkim onuhapseder. Kendisinden nafaka borcu düşmez."
"Kocasının huzurunda kadının
istemesiyle" Sözü hâkim nafaka takdir edebilmek için lâzım gelen iki
şartın beyanıdır. Bunları Bedâyı sahibi bildirmiştir. Lâkin metinde nafaka
takdirinin gaib için de yapılacağı gelecektir. Şayet gaibin bir kimsede malı
olur da o kimse bu malı ve evliliği ikrar ederse onun malından da nafaka takdir
edilir. İmam Züfer'in kavline göre mutlak surette gaibin malından karısı için
nafaka takdir edilir. Fetva da onun kavline göredir. Zahîre ile Hulâsa'nın
sözlerinden üçüncü bir şart çıkarılmaktadır ki, o da kocanın ödemeyi
geciktirdiğinin anlaşılmasıdır.
"Kocasının eli açık değil" Sözü
dördüncü bir şartı beyandır. Bunu Gâyetü'l-Beyân sahibi söylemiş: "Kocanın
yemeği çok, kendisi de sofrası açık ise kadın kendisine yetecek kadâr oradan
yiyebilir ve artık kendisine nafaka takdir edilmesini isteyemez. Koca bu
sıfatta değilse kadın onunla beraber yemeye razı olduğu takdirde mesele yoktur.
Dâvâ ederse örfe göre kendisine nafaka takdir edilir." demiştir. Bu İfade
eli açık, sofrası açık sözlerinden kadın kendisine yetecek mikdar onun
yemeğinden yiyebilir mânâsını murad edildiğinde hemen hemen açıktır.
"Onun yiyeceğinden yemeye hakkı vardır
ilh.." Sözü dördüncü şarttan anlaşılan mânânın ta'lilidir. Yani kocasının
izni olmasa bile ihtiyacı kadar onun malından yemesi kadına helâl olmadığı için
buna imkân bulduğunda kadına nafaka takdir edilmez.'
"Vermezse ilh..." Sözü
"Kadına vermesini emreder" sözünün üzerine tefrî'dir. Fetih'de şöyle
denilmiştir: '"Koca: zengin olduğu halde nafaka vermekten çekinirse
karı-kocanın araları ayrılmaz. Hâkim koca hesabına onun malını satar ve kadının
nafakasına harcar. Malı yoksa karısının nafakasını verinceye kadar onu
hapseder, nikâhı feshetmez. Kocanın evi ve hizmetçisi satılmaz. Çünkü bunlar
aslî hâcetlerdendir. Aslî hâcet ise borçlarından önce gelir. Bazıları
gömleğinden kalanını satar, yalnız soğuk mevsimde ise satamaz demiş;
birtakımları günlük giydiğinden maada giyim eşyasını satabileceğini
söylemişlerdir. Hulvâni bu kavle meyletmiştir. Birtakımları günlük iki
elbisesinden başkasını satabileceğini söylemişlerdir. Serahsî de buna
meyletmiştir. Serpuşu satılamaz. Bunu Muhît'ten naklen Kuhistânî söylemiştir.
"Münasib olan müddetinde verilîr
ilh.,." Ulema nafaka takdir ederken en elverişli ve en kolayı itibar
olunacağını söylemişlerdir. Meselâ yevmiyecinin hakkı her gün verilir. Çünkü o
bazen toptan bir aylık nafakayı elde etmeye kâdîr olamaz. Onun için böylesine
hakkı peşin yani her günün akşamı verilir. Tâ ki aldığını o günkü ihtîyaçlarına
sarf edebilsin. Tâcir ise nafakası her ay verilir. Bekçi ise nafakası seneden
seneye, bir işi haftada bitiren bir sanatçı ise "haftadan haftaya verilir.
Fetih ve diğer kitablar.
Ben derim ki ihtiyar sahibiyle diğer ulema
musannıfın yaptığı gibi nafaka takdirinin ayla olacağını, söylemişlerdir; Çünkü
ay ortadır. İmam Muhammed'in kavli de odur. Evet, Zahîre'de Serahsî'den naklen
bildirildiğine göre ayla takdir şart değildir. Müteehhirin ulemadan bazıları kocanın
hâli hakkında geçen tafsilâtı itibara almışlardır.
METİN
Koca her günün nafakasını anında verebilir.
Nitekim kadın da her akşam ertesi günün nafakasını isteyebilir Kadın kocasının
ortadan kaybolacağından korkarak bir aylık veya daha fazla nafaka için İmam Ebû
Yusuf'a göre kocasından kefil alabilir. Bununla fetva verilir. Sen diğer
borçları da buna kıyas et! Bazı ulema bununla fetva vermişlerdir.
Cevâhiru'l-Fetâvâ birinci bâb. Kefil her ay şu kadara diyerek kadına ebedî bir
kefâlet yaparsa ebedî olur. Ebedî demezse Ebû Yusuf'a göre yine ebedî olur.
Bununla fetva verilir. Bahır.
İZAH
"Koca her günün nafakasını anında
verebilir." Bunu Bahır sahibi in-celeme neticesi söylemiş; sonra şöyle
demiştir: "Bunun yeri koca razı olduğu zaman olmalıdır. Aksi takdirde
koca: Ben her günün nafakasını peşin veririm derse başkasına mecbur edilmez,
Çünkü bu ancak ona hafif olsun diye itibar edilmiştir. Zarar verecekse yapamaz.
Ulemanın zâhir olan sözlerinden anlaşıldığına göre kocanın haline münasib düşen
her müddetin nafakası peşin verilir. Nitekim bunu gün meselesinde
açıklamışlardır.
"Nitekim kadın da ilh..."
Zahîre'de İmam Muhammed'den nakledilen bir ayla takdir zikredilmiştir. Çünkü
alışılan müddetlerin en azı budur. Sonra Zahîre sahibi şöyle demiştir:
"Buna şu tefrî edilmiştir: Kadına nafakayı vermez de kadın her günün
nafakasını elde etmek isterse bunu ancak akşam olduğunda ister. Çünkü her günün
hissesi bellidir. Onu istemek mümkün olur. Bir günden azın hissesi bunun
hilâfınadır. Çünkü o saatlerle takdir edilir. Binaenaleyh itibarı mümkün
değildir." Bu ifade gösterir ki, kadının her günün nafakasını isteme hakkı
kocası aylık nafakasını vermediği zamandır. Binaenaleyh Bahır sahibinin:
"Her günün nafakasını vermek hususunda kocaya muhayyerlik verilmiştir."
diye yaptığı incelemeye aykırı değildir. Evet, kocaya muhayyerlik verilmesi
bazen kadının zararına olabilir. Nitekim görüyoruz. Bu kadını her gün evinden
çıkmaya muhtaç ediyor. Kavgaya, gürültüye müncer oluyor, çok defa kadın
kocasını bulamıyor. Bulduğunda da istediğini alamıyor. Binaenaleyh zamanımızda
evlâ olan Zahîre'den naklettiğimiz ayla takdirdir. Her gün alıp almamak
hususunda muhayyerlik kadına aiddir. Lâkin bu mutlak değil söylediğimiz gibi
kocası ödemeyi geciktirdiği zamandır. Çünkü kocası her ayın nafakasını verir de
kadın buna razı olmayıp her günün nafakasını ayrı ayrı almak isterse inatçılık
etmiş, kocasını zarara sokmak istemiş olur. Artık her gün için onun hasmı olur.
Binaenaleyh şeriatınkavgayı, gürültüyü kesmek için malûm kaidelerine uygun olan
bu tafsilâtı benimsemek gerekir.
"Kefil alabilir ilh..." Fetih'in
ibâresi şöyledir: "Bir kadın: Kocam benden uzun zaman uzaklarda kalıyor.
Onun için ben nafakaya kefil isterim derse Ebû Hanife kadının buna hakkı
olmadığını söylemiştir, Ebû Yusuf'a göre istihsanen bir aylık nafakaya kefil
alabilir. Fetva buna göredir. Kocasının seferde bir aydan fazla kalacağı
bilinirse Ebû Yusuf'a göre bir aydan fazlaya kefil alınabilir." Böylece
anlaşılıyor ki, bir aylık nafakaya kefil alma meselesi kocasının seferde ne kadar
kalacağı bilinmediği vakittir. Kocası bir aydan az veya çok seferde kalabilir.
Binaenaleyh bir ayla yetinilir. Çünkü yukarıda geçtiği gibi bir ay, mutad olan
müddetlerin en azıdır. Fazlaya kefil almanın yeri fazla kalacağı bilindiği
zamandır. Meselâ kocası hacca gitmiştir. O zaman bütün bu müddet için kefil
alınır. Evet, şârihin ibâresinde kısaltma vardır ki, maksadın hilâfını iham
etmektedir. Onun ifadesine göre Ebû Yusuf'un hilâfı yalnız birincide değil her
iki yerdedir. Feth'in zikri geçen ibâresi bunu açık göstermektedir.
"Sen diğer borçları da buna" Yani
nafaka borcuna kıyas et! Nucu'l-Ayn sahibi diyor ki: "Muhît'in kefâlet
bahsinin sonunda: Nafaka meselesinde fetva Ebû Yusuf'un kavline göredir. Diğer
borçlarda da bir müftî bununla fetva verse insanlara iyi muamele yapmış olmak
için güzel olur. denilmiştir. "Akdiye" nâm kitabta kaydedildiğine
göre uzun vadeli borcun vakti yaklaşınca borçlu sefere çıkmak isterse kefil
vermesi vâcib olmadığına ulema ittifak etmişlerdir. Suğra'da da şöyle denilmiştir:
"Borçlu sefere gitmek isterse alacaklının ondan kefil istemeye hakki
yoktur; Ama Ebû Yusuf: Biri çıkar da aylık nafakaya kıyasen bunun da kefil
istemeye hakkı vardır derse bu söz de yabana atılamaz, demiştir. Müntekâ'da da.
şu ibare vardır: Alacaklı hâkime bana borcu olan fülanca gözümden kaybolmak
istiyor dese hakim ondan kefil vermesini ister. Velev ki borç mühletli
olsun." Sonra gizli değildir ki, burada ayla kayıdlamak münasib değildir.
Murad bütün borca kefil almaktır. Çünkü borç borçlunun zimmetinde sâbit ve
mukadder bir şeydir. Nafaka bunun hilâfınadır. O müddetin ziyadeleşmesiyle
artar. Binaenaleyh kefâlet seferde bulunduğu müddetin mikdarınca kayıdlanır.
Evet, borç taksitli ise bulunmadığı müddetin taksidlerine kefil almakla
kayıdlamanın mânâsı anlaşılır.
"Kefil her ay şu kadar diyerek
ilh..." Bilmelisin ki yukarıda geçen izahat sadece kadın kocasının
kaybolacağından korktuğu vakit ondan cebren kefil alabilir mi alamaz mı
meselesindeki hilâf hakkındaydı. Şimdi sözümüz ise kefâletin ne kadar müddet
için sahih olacağı hakkındadır. Kadına her ay on dirhem için kefil olur da
ebediyyen yahut evliliğiniz devam ettiği müddetçe derse bil ittifak kefâlet
ebedî olur. Aksi halde Ebû Hanife'ye göre biraya, Ebû Yusuf'a göre ebedî olarak
kefil olmuş olur. Bu daha münasibtir. Fetva da buna göredir. Nitekim Bahır'da
bildirilmiştir. Bu şunu gösterir ki, nafaka takdir edilmeden yahut karı-koca
muayyen bir şey üzerine anlaşmadan kefâlet sahih olmaz. Bahır sahibi Zahîre'den
naklen "Geçmişin nafakası ancak hâkimin hükmü veya karı-kocanın
anlaşmaları ile vâcib olur." sözünü izah ederken şunları söylemiştir:
"Lâkin bundan sonra Vâkıat'ta şöyle denilmiştir: Kadın kocam gözden
kaybolmak istiyor. Ben ondan kefil isterim! dese buna hakkı yoktur. Çünkü
nafaka vâcib olmamıştır. Ebû Yusuf: Bir aylık kefil almayı ben iyi görürüm,
demiştir. Fetva da buna göredir. Çünkü nafaka halen vacib olmadıysa sonra vâcib
olacaktır. Binaenaleyh bu adam kadının kocası üzerinde biriken alacağına kefil
olmuş gibidir ve insanlarâ iyilik olsun diye istihsanen mecbur edilir. Zahîre
sahibi nafaka takdir edilmiş olsun olmasın ifadesini ziyade etmiştir."
Ben derim ki: Bu söz üst taraftakine
muhâliftir. Orada: "Nafaka takdir edilmeden veya karı-koca muayyen bir
şeye razı olmadan kefâlet sahih değildir." denilmişdi. Remlî bu iki sözün
arasını bulmuş, üst taraftakini kocanın mevcud olduğu hale, buradakini gözden
kaybolmayı istediği hale yorumlamıştır. Binaenaleyh koca orada yokken
istihsanen mutlak surette sahih olur. Bu izaha göre evvelce geçen:
"Oğlunun karısının nafakası babadan istenemez. Meğerki garanti etmiş
olsun." sözü takdir edilmiş yahut hüküm verilmiş nafaka diye kayıdlanır.
Bu ulemanın sözlerinin arasını bulmak içindir.
Ben derim ki: Kitabü'l-Akdiye'den naklen
Zahîre'de bildirildiğine göre baba nafakayı ve gelinin kocasından alacağı mehri
garanti ederse nafakayı garanti etmesi bâtıldır. Meğerki bir şey tesmiye
edilmiş olsun. Meselâ karı-koca her ayın nafakası için takdir edilmiş bir şeye
razı olsunlar da sonra bir adam bunu ödeyeceğine kefil olsun. Bu câizdir. Çünkü
bu anlaşmayla nafaka vacib olur.
Binaenaleyh onu garanti etmek de sahihtir.
Lâkin kefilin bir aylık nafakadan fazlasını vermesi lâzım gelmez. Zâhire
bakılırsa kıyas budur. Zira vâcib olmayan bir şeyi garanti etmek sahih
değildir. Karı-koca ya mahkeme hükmüyle yahut aralarında anlaşmak suretiyle
muayyen bir mikdar üzerinde ittifak etmedikçe nafaka vâcib olmaz. Onun için
böyle bir şey olmazsa zaman geçmekle nafaka sâkıt olur.
Lâkin yukarda geçenlerden anladın ki
istihsan cevazı bildirmektedir. Velev ki hâlen vâcib olmasın. O adam kadının
kocası üzerinde biriken bütün alacaklarına kefil olmuş gibi sayılır. Bu şekilde
kefâlet nafakadan başkasında câizdir. Nafakada da öyledir. Âşikârdır ki,
istihsanın illeti koca mevcud olsun gaib olsun her iki halde câri'dir. Babanın
gelininin nafakasını üzerine alması meselesinde ulemanın mutlak ifadeleri buna
delâlet eder. Fethü'l-Kadir sahibinin: "Kadına bir senenin nafakasını
garanti ederse câiz olur. Velev kivâcib olmasın." sözü de öyledir. Bana zâhir
olan muvaffakiyet budur ki, söze değer. Bunu ganimet bil!
T E N B İ H: Bu kefâlet iddet zamanını da
içine alır. Çünkü nikâh devam ettikçe o adam kefildir. Nikâh ise iddet içinde
her vecihle bâkidir. Nitekim Zahîre'de bildirilmiştir. Bir misli de
Fetih'dedir.
Kefil kadına ebediyyen çocuğunun nafakası
için veya yaşadığı müddetçe hizmetçisinin nafakası için kefil olsa câiz
değildir. Çünkü çocuk zenginlediği veya bulûğa erdiği yahut kadın hizmetçiden
müstağnî kaldığı vakit nafaka sâkıt olur. Şu halde vakit meçhuldür. Kadının
nafakası bunun hilâfınadır. Zira nikâh devam ettiği müddetçe o vâcibdir.
Nitekim Zahîre'de bildirilmiştir. Sonra bilmelisin ki, malla kefâlet sahih
olmak için malın sahih borç olması şarttır. Bundan murad ödemekten veya ibrâdan
başka bir sebeble sukut etmeyen borçtur. Halbuki nafaka borcu ölümle ve
boşamakla sâkıt olur. Şu halde kıyas burada kefâletin sahih olmamasıdır. Galiba
ulema istihsanla amel etmişlerdir. Nitekim bunu şârih kefâlet bahsinde
zikretmiştir. Anla!
METİN
Yine Bahır'da bildirildiğine göre kadının
kocasına borcu olursa her ikisinin borçları kısas suretiyle karşılaştırılmaz.
Meğerki kocasının rızası olsun. Çünkü nafaka borcu ölümle sâkıt olur. Sair
borçlar bunun hilâfınadır. Yine Bahır'da bildirildiğine göre kadın hanesini
kocasına kiralar da karı-koca o hanede otururlarsa kocasına ücret lâzım gelmez.
Kadının kirayla oturduğu bir evde onunla cimada bulunur da bir seneden sonra
kadından ücret istenir ve kadının kocasına: Ben sana bu evin kira ile
tutulduğunu haber vermiştim, kirayı sen ödeyeceksin derse kirayı kadının
ödemesi gerekir. Çünkü akdi yapan odur. Bezzâziye.
Bunun mefhumu şudur: Kadın kirasız olarak
vakıf veya yetim malı yahut gelir için hazırlanmış bir evde otursa kirası
kocasına aid olur. Bellenmelidir. Hâkim nafakayı pahalılık ve ucuzluğa göre
takdir eder. Dirhem dinarlarla (gümüş ve altın paralarla) takdir edilmez.
Nitekim İhtiyar'da böyle denilmiştir. Musannıf bu sözü kendi yazdığı Mecma
şerhine nisbet etmiştir. Lâkin Bahır'da Muhît'ten, sonra Müctebâ'dan naklen: "Hâkim
isterse nafakayı nevilere ayırarak takdir eder, dilerse dirhemlerle kıymet
biçerek dirhemle takdir eder." denilmiştir. Yine Bahır'da bildirildiğine
göre kadın kendine cimrilik ederse, zayıflayacağından korkarak kendisine takdir
edilen nafakadan yesin diye kocası onu mahkemeye verebilir. Çünkü bu ona zarar
verir. Nitekim kocası onu elbisesini giysin diye de dâvâya verebilir. Zira
zînetlenmesi kocanın hakkıdır. Nafakaya kadın isterse kışın bir cübbe ve don
ile soğuğu sıcağı önleyen bir şey ve bir yorganla yalnız bir döşek ziyade
edilir. Çünkü kadın hayızlı ve hasta olduğu günlerde çok defa erkekten uzak
bulunur.
İZAH
"Çünkü nafaka borcu ölümle sakıt
olur." Karı-kocadan birinin ölümüyle de sâkıt olur. İhtilâflı olmakla
beraber talâkla da sâkıttır. Nitekim gelecektir. Binaenaleyh kocanın borcundan
daha zayıftır. Onun mutlaka rızası lâzımdır. H.
"Sair borçlar bunun hilâfınadır."
Yani onlarda birbirine denk olmak şartıyla evvela karşılaştırma câizdir.
Değişik olurlarsa meselâ biri iyi diğeri kötü ise, iyinin sahibinin mutlaka
rızası lâzımdır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. H.
"Yine Bahır'da bildirildiğine göre
ilh..." Bu cümle Bahır'ın bazı nüsha-larında mevcud, bazı nüshalarında
yoktur.
"Kocasına ücret lâzım gelmez."
Çünkü hanenin menfaati kadına aiddir. Lâkin icareler bahsinde gelecektir ki,
fetva sahih olduğuna göre verilmiştir. Çünkü mesken hususunda kadın kocasına
tâbidir. Bunu Halebî söylemiştir.
"Bunun mefhumu ilh..." Yani
Bahır'ın sözünden anlaşılan mefhumu demek istiyor.
"Kirası kocasına aid olur." Çünkü
bu üç şey gasb edilirse ödenir. Kadın ise mesken meselesinde kocasına tâbidir.
Kendisi bir akid yapmamıştır. Fakat Tahtâvi buna itiraz etmiş: "Erkeğin o
hanede oturması kadının gasbı tehakkuk ettikten sonra ârızi bir şeydir. Arızî
meskenin erkeğe nisbet edilmesine itibar yoktur. Çünkü fiil kadından tehakkuk
etmiştir." demiştir. Buna şöyle cevap verilebilir: "Kadın mesken
hususunda kocasına tâbi olunca zilyedlik kocasına geçmiştir ve kocası gâsıbın
gâsıbı gibi olmuştur. Lâkin bunun muktezası ücretin erkek tarafından da kadın
tarafından da ödenebilmesidir. Nitekim gâsıbda olsun gâsıbın gâsıbında olsun
hüküm budur.
"Pahalılık ve ucuzluğa göre takdir
eder." Yani her vakit veya mekânda ona munasib olanı yapar. Bezzâziye'de
bildirildiğine göre hâkîm nafakayı takdir eder de sonra ucuzluk olursa ziyade
hesaptan düşer. Ama hüküm bâtıl olmaz. Aksi olursa kadın ziyadeyi isteyebilir.
Kezâ onunla malûm bir şey üzerinde uzlaşırlar da sonra fiyat yükselir veya
ucuzlarsa hüküm yine böyledir. Nitekim bunu musannıf da şârih de
söyleyeceklerdir.
"Dirhem ve dinarlarla takdir
edilmez." Yani her zaman ve her yerde artıp eksilmeyecek şekilde muayyen
bir şeyle takdir edilmez. Gerçi İmam Muhammed fakire her ay dört dirhem takdir
edilir demişse de bu mutlaka lâzım değildir. İmam Muhammed onu kendi zamanında
gördüğüne göre söylemiştir. Zamanımızda hâkime düşen örfe göre yetecek derecede
itibar etmektir. Nitekim Zahîre'de bildirilmiştir.
"Lâkin Bahır'da ilh..." Şöyle
denilmiştir; "Hâsılı nafaka takdir etmek istediği vakit hâkime düşen
vazife o yerli fiyat geçimine ve yine o yerin örfüne göre nafakanın kadına
yetecek kadar olmasına bakmaktır. Mal sınıflarını dirhemle kıymetlendirir,
sonra nafakayı dirhemlerletakdir eder. Nitekim Muhît'de bildirilmiştir. Bunu ya
kocanın haline bakarak yahut her ikisinin hallerini itibara alarak yapar.
Nitekim geçmişti.
Bahır sahibi bundan sonra şunu söylemiştir:
"Müctebâ'da bildirildiğine göre hâkim isterse kadına nafaka olarak
muhtelif malları, dilerse o mallara kıymet biçerek kadına kıymetini takdir
eder." Sonra bilmelisin ki, bu şârihin İhtiyar'la Mecma'a nisbet ettiği
söze aykırı değildir. Onlarda dirhemlerle takdir olunmaz; yani artıp
eksilmeyecek muayyen bir şeyle takdir olunmaz denilmişti. Bilâkis bu o sözü
te'kid ve tefsir etmektedir. Binaenaleyh "Lâkin Bahır'da" diyerek
istidrak yapmaya hâcet yoktur. Evlâ olan bu istidrakı "Nafakayı pahalılık
ve ucuzluğa göre takdir eder." sözü üzerine yapmaktır." Çünkü
Bahır'ın sözü "Hâkim böyle yapmakla yîyecekleri sınıflara ayırmak arasında
muhayyerdir." mânâsını ifade etmektedir:
Yani yiyecekleri ekmek katık, yağ, sabun
gibi sınıflara ayırır. Hâkim kocanın bizzat nafakayı vermediğini anlarsa ya
nafakayı yahut kadına yetecek kadar kıymetini vermesini emreder. O zaman
istidrak sahih olur.
"Nitekim elbisesini giysin diye de
dâvâya verebilir." Böyle diyeceğine:
"Buna delil kocasının onu elbisesini
giysin diye dâvâya verebilmesidir." dese daha iyi olurdu ve bunun bir
inceleme olduğu anlaşılırdı. Çünkü Bahır sahibi bu meseleyi Hulasa'dan
nakletmiş sonra: "Bu gösterir ki ilh.. " demiştir.
"Kışın bir cübbe ilh..." Yani
İmam Muhammed'in giyecek hakkında senede iki gömlek, iki baş örtüsü ve bir
çarşaf verilir diye yaptığı takdire ilave edilir. "Zahîriyye sahibi diyor
ki:" Bu, o zamanın örfüne göredir. Bizim örfümüze göre ise don, cübbe,
döşek ve yorgan vermesi vâcibdir ki, bunlarla soğuk ve sıcağın vereceği eziyeti
def etsin. Kışın da ipek bir kaftan, ipek cübbe ve ipekli baş örtüsü vermesi
gerekir. "Zahîre'de bildirildiğine göre İmam Muhammed'in söyledikleri o
zamanın âdetine göredir. Bu iş yerine göre sıcak, soğuk ve âdetlere göre
değişir. Hâkime düşen her zaman ve her yerde örfe bakarak kadına yetecek
mikdarı itibara almaktır. Nafaka hakkında bildiğin yalnız erkeğin veya her
ikisinin halleri-nin itibara alınması cevabı giyecek hakkında da aynen
cevabdır.
METİN
Bu; zenginlik, fakirlik, hal ve belde
itibarîyle değişir. İhtiyar. Kadının mesti kocasına aid değildir. Fakat
cariyesinin mesti ona aiddir. Müctebâ. Bahır sahibi diyor ki: "Bundan şu
çıkarılır: Kadının yaygı ve benzeri eşyası varsa bunlar kocasından sâkıt olmaz.
Bilâkis ona vâcib olur. Biz kendisi ve misafirleri için kadına zorla eşyasını
yere serdirenler gördük. Bu onun giyeceğini vermemek gibi haramdır." Lâkin
mehir bâbında Mübtegâ'dan naklen yine Bahır sahibinin: "Kadın kocasına
lâyık çeyizi olmaksızın onun yanına zifaf olunursa kocası babasından parasını
isteyebilir." dediğini yazmıştık. Ancak susarsa iş değişir. Şu izaha
göreböyle bir çeyizle zifaf olunursa kocasının ondan faydalanması haram değildir.
Bizim örfümüzde halk, çeyiz çok olduğu için mehrin çok olmasını, çeyiz azsa
mehrin de az olmasını iltizam ederler. Şübhesizki örfen sâbit olan bir şey şart
kılınmış gibidir. Binaenaleyh yukarda geçenle amel gerekir. Nehir'de böyle
denil-miştir.
İZAH
"Bu; zenginlik, fakirlik ilh..."
İtibariyle değişir. Yukarıda Zahîriyye'den naklettiğimiz sözün mânâsı da budur
"Hal itibariyle" Sözünün mânâsı
karı-kocanın zenginlik ve fakirlik hu-susundaki halleridir.
"Kadının mesti kocasına aid
değildir." Bezzâziye sahibi diyor ki: "Mu-sannıf mest ve gömleği
kadının giyeceğinde zikretmemiş, hizmetçinin giyeceğinde zikretmiştir. Böyle
yapması onların memleketindeki örfü âdet hükmüne göredir. Bizim memleketimizde
ise gömlek, çarşaf ve üzerinde yattığımız şeyi takdir etmekle olur."
Serahsî şunu söylemiştir: "İmam Muhammed çarşafı vâcib görmemiştir. Çünkü
ona ancak dışarı çıkmak için muhtaç olunur. Kadına ise dışarı çıkmak yasak
edilmiştir." Zahîre sahibi:
"Bu ta'lil bizim memleketimizde dahi
çarşaf takdir edilmeyeceğine işarettir." demiştir.
Hâsılı çarşafın niçin zikredilmediği
hususunda söylenen sözler muhteliftir. Bazıları örfü âdetten dolayı
zikredilmediğini, onun için Hassâf'ın onu vâcib gördüğünü söylemişlerdir. Çünkü
onun zamanında örf değişmiştir. Birtakımları dışarı çıkmak haram olduğu için
zikredilmediğini söylemişlerdir. Birinci kavil daha güzel olsa gerektir. Çünkü
örfe göre bazı yerlerde kadının dışarı çıkması helâldir. Binaenaleyh kadına
mutlaka örtünecek bir şey lâzımdır. Evvelce geçmişti ki, kadına ayaklarını örtecek
galoş almak vâcibdir. Zâhire bakılırsa bundan murad evde giydiği olduğuna göre
bu hususta hilâf yoktur. Kışın şiddetli soğuktan korunmak için mest veya çorap
giymek de böyledir.
"Bahır sahibi" diyor ki:
"Hâsılı kadına vâcib olan sadece kocasının evinde kendini ona teslim
etmektir. Kocasına ise hallerine göre yeme, içme, giyinme ve döşeme nâmına
bütün ihtiyaçları görmek vâcibdir. Kadının kendi malından faydalanması lâzım
gelmediği gibi kocası için de kendi yaygılarından birini yayması
gerekmez."
Ben derim ki: Bu şunu ifade eder. Nikâhını
kıydığından yahut kadınla cimada bulunduğundan itibaren kadının giyeceği
kocasına aiddir. Hulâsa'dan naklen bunun açık izahı da geçti. Bunlar ona hemen
vâcibdir. Sene yarısına kadar mühletli olarak vâcib değildir. Kadın kocasının
yanına gelinlik elbiseleriyle zifaf edilirse bu elbiseyi kullanması lâzım
gelmez. Nitekim bir müddet geçer de kocasının gönderdiği elbiseyi giymezse
kocasından başka elbise istemeye hakkı vardır. Bu geçmişti, ilerde de
gelecektir. Ve nitekim kadın kendine yetecek kadar yiyeceğe malik olur veya
dişinden arttırır da kendisine takdir edilenparalardan bir mikdarı yanında
kalırsa başkalarını vermek kocasına vâcib olur.
"Kocasına lâyık çeyizi
olmaksızın" Dedikten sonra Bahır sahibi: "Mu'teber olan kadın için
değil kocası için yapılan çeyizdir." demiştir. Mehir bâbında arz etmiştik
ki, babaya gönderilen bu eşyaya acemlerin örfünde destiman denilir. Kâfi ve
diğer kitablarda bu mehr-i muacceldir diye tefsir edilmiştir. Başkaları
tafsilât vermiş ve: "Akidde zikri geçmişse mehr-i muacceldir. Hatta onu
almak için kadın kendini teslim etmemeye mâliktir. Binaenaleyh kocanın çeyiz
istemeye hakkı yoktur. Zira bir şeyin iki tane bedeli olmaz. Şayet akidde sözü
geçmemişse bu bedel vermek şartıyla hibe gibidir. Örf ve âdet mikdarınca kocası
çeyizi veya destimanı isteyebilir." demişlerdir. İki kavlin arası böyle
bulunmuştur.
"Kocası babasından parasını
isteyebilir" Bundan murad dâmadın me-hirden sayılmak için değil de çeyizde
damad için hazırlananlara karşılık olmak üzere gönderdiği paradır. Gördün ki,
bu bedel şartıyla hibedir. Karşılığı olmayınca ondan dönebilir.
"Ancak, susarsa" Yani razı
olduğunu gösterecek bir zaman ses çıkarmazsa iş değişir.
"Binaenaleyh yukarda geçenle amel
gerekir." Yani kadının izni olmaksızın onunla faydalanmak haram olmaz.
Nehir sahibinin orada Bezzâziye'den naklettiği söze gelince: "Sahih kavle
göre babadan bir şey isteyemez. Çünkü nikâhda mal maksud değildir."
demişti ki, bu söz peşin verilen o malın akde katıldığına mebnîdir. Buna delil;
"Mal yani çeyiz nikâhda maksud değildir. Çünkü mehir yalnız cimadan bedel
sayılır." şeklinde ta'lilde bulunmasıdır. Burada: "Bu akid esnasında
katılsa da örfe göre yine çeyizden bedel sayılır. Binaenaleyh akid her ikisine
yapılmıştır." denilemez. Çünkü biz: "Bundan tesmiyenin fâsid olması
lâzım gelir. Zira her birine mahsus olan şeyin ne olduğu bilinmemektedir."
deriz. Şu da var ki, bunu mehir yaptığım açıkladığına göre -ki cima'ın
bedelidir- mânâ muteber değildir. Halbuki bu örf bizim zamanımızda malûm da
değildir. Herkes bilir ki çeyiz kadının milkidir. Kocası onu boşarsa bütün
çeyizini alır. Kadın ölürse ondan mirâs olarak alınır. Kocasına mahsus bir
tarafı yoktur. Örf haline gelen ancak şudur: Gelin çok çeyiz getirsin diye
mehri arttırılır. Bundan murad kocasının evini süslemek ve karısının izniyle
kocasının ondan faydalanmasıdır. Kadın ölürse ona kocası ve çocukları mirâsçı
olurlar. Nitekim bu maksadla zengin kadının mehri de arttırılır. Yoksa çeyizin
hepsi veya bir kısmı dâmadın olsun diye arttırılmadığı gibi kadın izin vermese
de bundan faydalansın diye dahi arttırılmaz.
METİN
Yine Nehir'de Bahır'ın kaza bahsinden
naklen şöyle denilmiştir: "Acaba hâkimin nafakayı takdir etmesi onun
tarafından bir hüküm müdür?" Ben derim ki: Evet hükümdür. Çünkü şartiyle
birlikte takdir etmesini istemek dâvâdır. Binaenaleyh müddetin geçmesiyle sâkıt
olmaz. Kadına her gün veya her ay için nafaka takdir edilirse nikâh devam
ettiği müddetçebu bir hüküm sayılır mı? Ben derim ki: Evet sayılır. Meğerki bir
mâni bulunsun. Onun için nafaka takdirinden önce ondan ibrâ bâtıldır. Takdirden
sonra ise geçmişten de gelecek ay için de ibra sahihtir. Hatta akidde nafaka
takdirsiz olacak, elbise kış ve yaz elbisesi olacak diye şart koşulsa bu şart
lâzım gelmez. Bundan sonra kadının bunların takdirini istemeye hakkı vardır.
İZAH
"Acaba hâkimin nafakayı takdir
etmesi" Yani buna hükmettim demeden takdir etmesi hüküm sayılır mı
sayılmaz mı demektir. Bu meseleleri musannıfın aşağıda gelen: "Nafaka
ancak mahkeme hükmüyle veya anlaşmakla borç olur." dediği yerde zikretmek
gerekirdi.
"Şartiyle" Sözünden murad
geciktiriyor diye şikâyet, kocanın orada bulunması ve sofrası açık olmamasıdır.
T.
"Bu bir hüküm sayılır mı iih..."
Bahır sahibi şöyle demiştir: "Aşağıda gelecek olan ibrâ meselesi gösteriyor
ki, takdir edilen nafaka birinci ayda alınır. Sonra ki aylar için muzaftır.
Ayın girmesiyle tatbike konur ve böyle devam eder."
"Meğerki bir mâni bulunsun."
Meselâ kadın itâatsizlik göstersin. Bu takdirde o müddetin nafakası sâkıt olur.
Nitekim geçmişti. Ve meselâ pahalılık, ucuzluk cihetiyle fiyatlar değişsin de
bu sebeble eksilsin veya artsın. Bu takdirde hüküm sayılmaz.
"Onun için" Yani yukarıda
geçenlerden nafakanın mahkeme hükmüyle borç olduğu ve müddetin geçmesiyle sâkıt
olmadığı bilindiği için demektir. T.
"Nafaka takdirinden önce" Sözü
takdirin mahkeme kararıyla veya anlaşmak suretiyle olmasına şâmildir. Batıldır
demesi zikredildiği şekilde takdir edilmezse borç olmayacağı içindir
Binaenaleyh şârihin sözünde kusur yoktur.
TENBİH; Bundan şu istisna edilir: Karısına
iddet nafakasından ibrâ etmesi şartıyla hul yaparsa câiz olur. Nitekim bâbında
arz etmiştik. Çünkü bu bedel karşılığı bir ibrâdır ve vâcib olmadan önce
almaktır. Binaenaleyh caizdir. Birincisi ise bir şeyi vâcib olmadan ıskattır, O
câiz değildir. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştîr.
"Gelecek ay îçin de ibrâ
sahihtir." Yani nafaka aylarla takdir edilmişse sahihtir. Günlerle takdir
edilmişse gelecekte bir günün nafakasından kurtulmuş olur. Senelerle takdir
edilmişse, kezâ gelecekte bir senenin nafakasından kurtulmuş olur. Nitekim bu
zâhirdir. Anlaşılıyor ki, gelecekten murad evveli girmiş olandır. Çünkü
yürürlüğe konması ancak onun girmesiyle olur. Girmezden önceki hükmü sonraki
ayların hükmü gibidir. Bunu Bahır'ın şu ifadesi te'yid eder: "Keza kadın
seni bir senenin nafakasından ibrâ ettim derse, koca ancak bir ayın
nafakasından berî olur. Çünkü hâkim her ayın nafakasını takdir edince bunu ayın
yenilenmesiyle yenilenen bir mânâ dolayısiyle yapmıştır. Ay yenilenmeden nafaka
takdiri deyenilenmez. Takdir yenilenmeyince ikinci ayın nafakası da vacib olmaz
ilh..."
Hâsılı nafaka yenilenen bir ihtiyaçtan
dolayı takdir edilir. Her ay şu kadar olacak diye takdir edilince her ay
yenilendikçe ihtiyaç da yenilenmiş olur. Ay yenilenmeden nafaka takdiri de
yenilenmez ve ondan önce nafaka vâcib olmaz. Vâcib olmayan bir şeyden ibrâ ise
sahih değildir. Bunun muktezası şudur: Nafaka her sene şu kadar olacak diye
takdir ederse giren senenin nafakasından ibrâ sahih olur. Daha fazlasının ve
henüz girmemiş senelerin nafakasından ibrâ sahih değildir. Bana zâhir olan
budur.
"Şart koşulsa" Sözü nafaka
takdirinin mahkeme hükmünde olduğunun mefhumuna tefrî'dir. H. Mefhum hâkimin
takdiri bulunmaksızın lâzım olmamasıdır. Burada şöyle denilebilir: Nafaka
karı-kocanın malûm bir mikdar üzerinde anlaşmalarıyla da lâzım gelir ve kocanın
zimmetinde borç olur. Şu halde bu tefrî'in: "Nafaka takdirinden önce ibra
bâtıldır." sözünün mefhumu üzerine olması teayyün eder. Biliyorsun ki,
nafaka takdiri hem mahkeme kararına, hem de karı-kocanın anlaşmalarına
şâmildir. Bunun mefhumu mezkûr takdir yapılmadan önce nafakanın lâzım
olmamasıdır. Çünkü mezkûr şartta takdir yoktur. Nitekim az ileride
anlaşılacaktır. Anla!
"Kış ve yaz elbisesi" Yanı kadına
her altı ayda bir lâzım gelen elbiseyi getirir. Bu elbiseyi kıymet biçmeden,
parayla takdir etmeden giyecek bedeli olarak verirse demektir.
"Bu şart lazım gelmez ilh..."
Bahır sahibi inceleme yaparak böyle demiştir. Vechi şudur: Bu şartın varlığı
yokluğu müsavîdir. Zira şart koşsun koşmasın nefsi akidle bu ona vâcibdir.
Yalnız ödemeyi sürüncemede bıraktığı anlaşılınca ya muayyen bir şey üzerinde
anlaşmaya veya hâkimin hükmüne başvurulur ve bununla nafaka kocanın zimmetine
borç olur da müddetin geçmesiyle sâkıt olmaz. Ondan ibrâ da sahihtir. Bu
yapılmadan önce biliyorsun ki böyle değildir.
"Bundan sonra kadının ilh..."
Yani zikredilen şarttan sonra kadın nafaka ve giyecek takdir edilmesini
yukarıdaki şartıyla kocasından veya hâkimden isteyebilir.
METİN
Akdin mûcebi ile bunu câiz gören bir Mâlikî
hâkim hüküm verse Hanefî hâkimin nafaka takdirine hakkı vardır. Çünkü dâvâ ve
hadise yoktur. Simdi şu kalır: Hanefî bir hâkim nafakanın para olarak takdirine
hüküm verirse acaba Şâfiî hâkim ondan sonra erzak olarak verilmesine hüküm
verebilir mi? Şeyh Kâsım Mucibetü't-Ahkâm adlı kitabında hayır diye cevap
vermiştir. Bu izaha göre Şâfiî bir hakim nafaka erzak olarak verilecek diye
hükmederse Hanefî hâkimin bunun hilâfına hüküm vermeye hakkı yoktur.
Bellenmelidir. Evet, nafaka takdir edildikten sonra karı-koca anlaşma yaparak
kadın nafakayı kocasıyla beraber erzak olarak yerse sâbık nafaka takdiri bâtıl
olur. Çünkü kadın buna razı olmuştur. Sirâciyye'de şöyle denilmiştir:
"Kadının giyeceği para darak takdir edilir de buna razı olur ve hüküm de
verilirse, acaba kadının bundan dönerek elbiseyi kumaş olarak istemeye hakkı
olur mu?" Sirâciyye sahibi buna "evet" diye cevap vermiştir.
İZAH
"Bir Mâliki hâkim hüküm verse
ilh..." Yani karı-koca akdin sahih olup olmadığından münakaşa ettikten
sonra Mâlikî bir hâkimin huzurunda dâvâya çıkarlar da hâkim gerek akdin gerekse
şartlarının ve mûcibinin sahih olduğuna hükmettim derse hüküm sahîh olur. Lâkin
Hanefî hâkimin nafakayı paraya çevirmeye hakkı vardır. Velev ki Mâlikînin
mezhebine göre nafaka erzakla takdir edilmiş olsun. Çünkü Mâlikî hâkimin bu
husustaki hükmü sahih değildir. Hüküm sahih olmak için mutlaka dâvâ ve hâdise
lâzımdır. Yani karı-kocanın hâkimin hüküm verdiği hâdisede onun huzurunda
dâvâya çıkmaları şarttır. Halbuki nafaka erzak olarak verilecek diye şart
koşmanın sahih olup olmadığı hususunda karı-koca arasında münakaşa geçmemiştir
ki, bununla hüküm vermek sahih olsun. Velev ki hâkim şartlarıyla, mûcibiyle
hüküm verdim demiş olsun. Çünkü erzak şar-tının lâzım gelmesi akdin
mûcibatından ve lâzımlarından değildir. Binaenaleyh Hanefî hâkim bunun hilâfına
hüküm verebilir.
"Hayır diye cevap vermiştir."
Yani Şâfiî hâkimin erzak olarak verilecek diye hüküm vermeye hakkı yoktur.
Çünkü burada Hanefî hâkimin verdiği hükmü ibtal vardır. T.
"Bu îzaha göre ilh..." İfadesi
Nehir sahibinin bir incelemesidir. T.
"Şâfiî bir hâkim erzak olacak diye
hüküm verirse" Yani karı-koca Şâfii hâkim huzurunda dâvâya çıkarlar da
kadın kocasından nafaka takdir etmesini ister o da razı olmazsa, hâkim de bu
adamın borcunu vaktinde ödemediğini bilmeyerek kadına nafakasının erzak olarak
verilmesine hükmederse Hanefî hâkim bu hükmü bozamaz.
Ben derim ki: Meğerki bundan sonra onun
borcunu oyaladığı anlaşılsın. O zaman para olarak takdir eder. Çünkü bu başka
bîr hâdisedir, Şâfiî'nin hükmettiği hâdise değildir.
"Çünkü kadın buna razı olmuştur."
Çünkü nafaka takdiri kadına daha faydalı olduğu için onun hakkıdır. Zira takdir
etmekle nafaka kocanın boynuna borç olur. Artık zaman geçmekle sâkıt olmaz.
Karı-koca gelecekte nafakanın erzak olarak verilmesini anlaşınca bu eski
takdirden vazgeçmek olur. Bu meseleyi Bahır sahibî inceleyerek anlatmış ve çok
vuku bulduğunu söylemiştir. O bunu Zahîre'nin şu ifadesinden almıştır:
"Kadın mahkemenin takdirinden önce veya sonra yahut anlaşmayla her ay
kocasının üç dirhem nafaka vermesine razı olursa bu nafaka takdiri olur. Kadın
bu bana yetmiyor derse arttırmak, kocası benim buna gücüm-yetmîyor derse hâkim
soruşturmakla doğru söylediğini bildiği takdirde azaltmak câizdir. Aksi
takdirde azaltılamaz. Çünkü kocanın kendi ihtiyarıyla bunu iltizametmesi
ödemeye kudreti olduğuna delildir. Kadın kocasıyla bir elbise veya bir köle
gibi hâkimin nafaka olarak takdir edemeyeceği bir şey üzerinde anlaşma yaparsa
bakılır: Bu mahkeme kararıyla veya anlaşma suretiyle nafaka takdirinden önce
ise yine takdir sayılır. Sonra ise bedel verme kabîlindendir. Üzerine ziyade ve
noksan câiz olmaz." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Bahır sahibi diyor kî: "Bundan
anlaşıldığına göre karı-kocanın nafaka olmaya yarayacak bir şey üzerinde
anlaşmaları hâkimin nafaka takdirini bozar ilh..."
"Sirâciyye'de ilh..." Yani Kâri-i
Hidâye Sirâcüddin'in Fetâvâ'sında şöyle denilmiştir: "Bu Şeyh Kâsım'ın
söylediğine muhâliftir. Onun nafaka hakkında, bununsa giyecekte takdir edilmesî
fark hususunda bir fayda vermez. Düşün!" Buna şöyle cevap verilebilir: O
hâkimin takdiri hususunda, bu ise karı-kocanın anlaşmaları hakkındadır. Buna
delil kadın razı olursa sözüdür. Hüküm verirse sözünden hakikî mahkeme hükmünü
değil sûrî hükmü kasdetmîştir. Çünkü nafaka takdiri mahkemenîn hükmünden önce
karı-kocanın anlaşmaları ile sahih olmuştur. Bir de mahkeme hükmünün şartı
oyalamanın anlaşılmasıdır. Sadece karı-kocanın anlaşmalarıyla oyalama meydana
çıkmış değildir. O zaman kadının dönerek kumaştan giyecek istemesi geçmiş
mahkeme hükmünü ibtal değildir. Bilakis bunda kadının hakkından vazgeçmesi
vardır. Çünkü karı-kocanın anlaşmalarıyla yapılan nafaka takdiri kadın için
daha faydalıdır. Nitekim hâkimin takdiri meselesinde geçmişti. Bundan anlaşılır
ki sâbık "Karı-koca anlaşırlarsa ilh..." sözü kayıd değildir. Kadının
istemesi kâfidir. Yine bundan anlaşılır ki, kadının mahkeme kararıyla veya
anlaşmayla nafaka takdirinden sonra istemesi arasında fark yoktur. Onun için
Sirâciyye'nin sözünü "Karı-koca anlaşma yaparlarsa ilh..."
İfadesinden sonra zikretmiştir. Lâkin buna göre yukarıda Şeyh Kâsım'dan
nakledilen söz müşkil kalır. Çünkü Hanefî hâkim nafakanın parayla verileceğini
takdir ettikten sonra Şâfiî hâkimin erzakla verilmesine hükmü sahih olmayınca
kadının hükm olunmadan istemesinin sahih olmayacağı evleviyette kalır.
METİN
Ulema demişlerdir ki: "Nafakadan artan
kadının olur. Bundan sonra kadına diğer bir nafaka hükmolunur. İsraf,
hırsızlık, helâk, ihramlının nafakası ve giyeceği bunun hilâfınadır. Meğerki
mutad şekilde kullanmakla eskimiş olsun yahut onunla birlikte kadın başkasını
da kullansın. Bu surette başkası takdir edilir." Kadının zâhire göre
tamamen kendi milki olup fiilen ona hizmetten başka işi olmayan hizmetçisi için
dahi nafaka vâcibdir. Kendi milki değilse yahut kadına hizmet etmiyorsa
hizmetçiye nafaka yoktur. Çünkü hizmetçinin nafakası hizmetine karşılık olarak
verilir.
İZAH
"Ulema demişlerdir ki ilh..."
Asıl şudur: Hâkim nafaka takdirinde hata olduğunu anlarsa onu reddeder. Aksi
takdirde reddetmez. Kadına aylık on dirhem nafaka takdir eder de ay geçtikten
sonra bundan bir şey artarsa diğer bir on dirhem takdir eder. Zira yüzde yüz
takdirde hata ettiği anlaşılmamıştır. Câiz ki kadın dişinden arttırmıştır.
Binaenaleyh yapılan muteber olarak kalır ve kadına ikinci ayın nafakasını
takdir der. Ama kadının aldığı nafakada israf etmesi veya paranın çalınması
yahut vakit geçmeden helâk olması bunun hilâfınadır. Bu takdirde vakit
geçmedikçe başka nafaka takdir etmez. Zira hata meydana çıkmamıştır. İhramlının
nafaka ve giyeceği de bunun hilâfınadır. Çünkü vakit geçer de bir şey artarsa
başka nafakaya hüküm vermez. Onun hakkında nafaka ihtiyacına göredir. Bundan
dolayıdır ki, nafakayı kaybederse ona başka bir nafaka takdir eder. Kadın
hakkında ise nafaka eve kapanmasının bedelidir.
Kadının giyeceği de bunun hilâfınadır. Zira
ikinci defa ona da hüküm verilmez. Meğerki mutad kullanışla müddet bitmeden
eskimiş olsun. "Tamamen kendi milki olup" Sözüyle mükâtebe olan
karısından ihtiraz etmiştir. Böyle olan karısının bir kölesi varsa onun
nafakası kocasına vâcib değildir. Nitekim Zeylaî'nin ve başkalarının hürre diye
kayıdlamalarından alarak musannıf Minah'da böyle demiştir. Şimdi şu kalır:
Karısı hürre olur da cariyesini mükâtebe yapmış bulunursa zâhire göre
hizmetinden vazgeçmemişse nafakası kocaya aiddir. Çünkü hürre diye kayıdlamakla
mükâtebe olan cariyeyi ondan çıkarmak lâzım gelmez,
"Fiilen" Demesinden murad
nafakaya yalnız hizmet esnasında hak kazanır da hizmetten önce veya sonra hakkı
olmaz demek değildir. Bu kimsenin aklına gelmez. Murad hanımına hizmet etmekten
kaçınmasıdır. Velev ki hanımına hizmetten başka vazifesi olmasın. Onun için
Dürr-ü Müntekâ'da şöyle denilmiştir: "Kadının kendi milki değilse yahut
ona hizmetten başka bir vazifesi varsa yahut vazifesi olmadığı halde kadına
hizmet etmezse ona nafaka verilmez." Orada bu üç kayıd üzerine tefrî'
yapılmıştır. Bahır'da Zahîre'den naklen: "Hizmetçinin nafakası ancak
hizmet karşılığında verilir. Ekmek yapmaktan, yemek pişirmekten ve ev
işlerinden kaçınırsa nafakası vâcib değildir. Kadının nafakası bunun
hilâfınadır. Çünkü o evine kapanmasının mukabilindedir." denilmiştir.
METİN
Karısına bir hizmetçi getirirse ancak
kadının rızasiyle kabul olunur. Kadının hizmetçisini evinden çıkarmaya hakkı
yoktur. Ancak ondan fazlasını çıkarabilir. Bunu inceleme neticesi Bahır sahibi
söylemiştir. Kadına hizmetçi nafakası kadın hür, kocası zengin olduğuna göre
lâzımdır. Kadın kendisi cariye ise hizmetçiye mâlik olamayacağından
hizmetçisine nafaka yoktur. Cevhere. Esah kavle göre kocası fakir de
olmayacaktır. Fakirlik hususunda sözkocanındır. Her ikisi beyyine getirirlerse
kadının beyyinesi tercih olunur. Hâniyye. Kocanın çocukları bulunur da bir
hizmetçi yetmiyorsa hâkim ona bil ittifak iki veya daha fazla hizmetçi nafakası
takdir eder. Fetih. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre zengin bir kadın
kocasına bir çok hizmetçilerle zifaf olursa hepsinin nafakasına hak kazanır.
Bunu musannıf zikretmiş, sonra şunu söylemiştir:" Bahır'da Gaye'den naklen
biz bununla amel ederiz, denilmiştir." Musannıf demiştir ki:
"Sirâciyye'de kadının hizmetçisinin nafakası kocası aleyhine takdir
olunur. Kadın şereflilerdense iki hizmetçi nafakası takdir edilir. Fetva buna
göredir, denilmiştir."
İZAH
"Karısına bir hizmetçi getirirse
ilh..." Yani karısının hizmetçisini evinden koğmak için ona kendisinin bir
hizmetçi getirmeye hakkı yoktur. Sahih kavil budur. Hâniyye. Çünkü kocasının
getirdiği hizmetçi kadının işine yaramayabilir. Valvalciyye.
Nehir sahibi diyor ki: "Bunun kadının
hizmetçisinden zarar görmezse diye kayıdlanması lâzım gelir. Onun
hizmetçisinden zarar görürse, meselâ satın aldığı bir şeyin parasından aşırırsa
-nitekim memleketimizde küçük kölelerin âdeti budur- kadın onu değiştirmediği
takdirde kocası emin bir hizmetçi getirirse kadının rızasına tevakkuf etmez.
Burada şöyle denilebilir: Koca alış-verişi kendi hizmetçisi vasıtasıyla
yaptırabilir. Çünkü bu ona vâcibtir. Bu kadının hususi hizmetinden sayılmaz.
Sözümüz ise kadına teallûk eden hususata dairdir. T. Evet, kadının hizmetçisi
kocasının ev eşyasını aşırırsa bu onu koğmak için kocasına bir özür teşkil
edebilir."
"İnceleme neticesi Bahır sahibi
söylemiştir," İbâresi şöyledir: "Bunun zâhirine bakılırsa yani
ulemanın karısının hizmetçisini evinden çıkaramaz sözlerinin zâhirine bakılırsa
bir hizmetçiden fazlasını evinden çıkarabilir. Çünkü bu Tarafeyn'in kavline
göre ziyadedir. Ebû Yusuf'un aşağıda gelen kavline göre ise çıkaramaz."
"Kadın hür" İfadesine hâcet
yoktur. Çünkü metinde memlûk denilmiştir. Nitekim musannıf bunû Minah'da da
açıklamıştır. Bunu Halebî söylemiş, şarihimiz de "Kadının milki olmadığı
için" diyerek buna işaret etmiştir.
"Kocası zengin olduğuna göre..."
Bahır sahibi diyor ki: "Gâyetü'l-Be-yân'da zenginlik sadakanın haram
olması nisabıyla takdir edilir. Zekâtın farz olması nisabıyla takdir edilmez
denilmiştir." Zahîre'de de şöyle denilmektedir: "Kadının nafakasında
zikrettiğimiz vecihle hizmetçinin nafakası parayla takdir edilmez. Ona örfe
göre yetecek kadar erzak takdir edilir. Lâkin onun nafakası kadının nafakası kadar
olamaz. Çünkü o kadına bağlıdır. Binaenaleyh katık hususunda da nafakası
kadınınkinden az olur. İmam Muhammed'in kitabta zikrettiği hizmetçi elbisesi
kendi âdetlerine göredir. Bu her vakit değişir. Hâkime düşen her zaman veher
yerde nafaka takdir ederken yetecek mikdar erzak takdir etmesidir." Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır.
"Esah kavle göre" İmam
Muhammed'in kavli buna muhâliftir. O: "Kocası fakir bile olsa kadının
hizmetçisine nafaka takdir edilir." demiştir. Tamamı Fetih ile
Bahır'dadır.
"Fakirlik hususunda söz
kocanındır." Çünkü o aslı iddia etmektedir. Minah. Bir de vücub sebebini
inkâr etmektedir. Bahır sahibi diyor ki: "Meğerki kadın beyyine getirsin.
Bu haberde sayı ve adâlet şarttır, şehâdet sözü şart değildir."
"Bir hizmetçi yetmiyorsa" İbaresi
yerine Fetih'de "Kendilerine bir hizmetçi yetmiyorsa" denilmiştir.
"İki veya daha fazla hizmetçi nafakası
takdir eder.' Zâhirine bakılırsa hizmetçiler kadın içindir. Yani kadın için bir
hizmetçiden fazlasının nafakası lâzım gelmez. Meğerki kadın bir kaç hizmetçiye
kocanın çocukları için muhtaç olsun. Zira kadının bir kaç hizmetçisi yok da
kocasının çocukları birden ziyade hizmetçiye muhtaç olurlarsa bir kaç tane
hizmetçi bulmak kocaya lâzım gelir. Çünkü bu çocuklarının nafakası
cümlesindendir. Nitekim gizli değildir.
"İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete
göre" Sözüyle şârih bunun İmam Ebû Yusuf'tan ayrıca bir rivâyet olduğuna
işaret etmektedir. Çünkü Hidâye ve diğer kitablarda Ebû Yusuf'tan nakledilen
söz: "İki hizmetçi için nafaka takdir edilir. Çünkü bunların birine iç
hizmetleri, diğerine dış hizmetleri için ihtiyaç vardır, şeklindedir.
"Zifaf olursa" Sözüyle kadının
baba evindeki hali itibar edileceğine, kocasının evine vardıktan sonra ârız
olacak hale bakılmayacağına işaret etmiştir. Remli.
"Bahır'da ilh..." Bahır'ın
ibâresi şöyledir: "Tahâvî diyor ki: İmlâ sahibinin Ebû Yusuf'tan
rivâyetine göre kadın bir hizmetçisiyle yetinmeyecek kıymetlilerdense ona
yetecek kadar bir veya iki yahut daha fazla hizmetçi nafakası verir. İmlâ
sahibi: Biz de bununla amel ederiz. demiştir. Gâyetü'l-Beyân'da da böyle
denilmiştir. Zahîriyye ile Valvalciyye'de ise kadın eşraf kızlarından olup bir
hizmetçisi varsa kocası iki hizmetçi nafakası vermeye mecbur edilir,
denilmektedir." Hâsılı mezheb mutlak surette bir hizmetçiyle yetinmenin
lüzumunu göstermektedir. Ulemanın amel ettikleri kavil ise Ebû Yusuf'un
kavlidir.
METİN
Kocanın üç nev'i ile nafakadan âciz kalması
ve gaibte ise velev zengin olsun kadının hakkını vermemesi sebebiyle
karı-kocanın araları ayrılmaz. İmam Şâfiî kocanın fakirlemesi ve onun
bulunmamasından dolayı karısının zarar görmesi sebebiyle bunu caiz görmüştür.
Buna Hanefî bir hâkim hüküm verirse geçersiz olur. Evet, bir Şâfiî'ye emreder
de o hüküm verirse âmir ve memur rüşvet almamak şartıyla geçerli olur. Bahır.
İZAH
"Kocanın üç nev'i ile nafakadan âciz
kalması" Yani yiyecek, giyecek ve meskenden hiç birini verememesi
sebebiyle ister orada bulunsun ister bulunmasın araları ayrılmaz.
"Velev zengin olsun." Sözünün
yerine münasib olan tâbir "Velev fakir olsun" demekdi. Çünkü bu İmam
Şâfiî (R.)'ın hilâfına işarettir. Ona göre esah olan hareket bizim mezhebimizde
olduğu gibi zengin koca karısının hakkını vermezse nikâhlarının fesh
edilmemesidir.
"Karısının zarar görmesi sebebiyle
bunu câiz görmüştür." Yani Şâfii'ye göre koca nafaka sebebiyle fakir
düşerse karısı nikâhı fesh edebilir. Keza ortadan kaybolur da alınması imkânı
kalmazsa bir çok Şâfiî ulemasına göre nikâhı fesh edebilir. Lâkin Şâfiîlerce
mu'temed olan esah kavle göre koca zengin olduğu müddetçe fesh câiz değildir.
Velev ki kendisinden haber kesilsin, nafakayı malından almak mümkün olmasın.
Nitekim El-Ümm nâmındaki kitablarında açıklanmıştır. Tûhfe sahibi bunu
naklettikten sonra diyor ki: "Bizim üstadımızın Menheç şerhinde
kendisinden haber kesilmiş hazır malı bulunmayan koca hakkında kesinlikle buna
hükmetmesi bildiğin gibi nakledilen rivâyete aykırıdır. Zengin mi fakir mi hali
bilinmeyen kimsenin ortadan kaybolmasıyla nikâh feshedilmez. Hatta fakir olarak
ortadan kaybolduğuna beyyine şahid olsa bile şimdi fakir bulunduğuna şahidlik
etmedikçe nikâh fesh edilemez. Velev ki istishab yoluyla istinadı bilinsin.
Nitekim gelecektir.
"Evet, bir Şâfiî'ye emrederse"
Yani onun yerine iş görmeye me'zun olmak şartıyla demek istiyor. Hâniyye.
Gurarü'l-Ezkâr sahibi şöyle demiştir: "Sonra bilmelisin ki, koca mevcud
olup boşamazsa ulemamız Hanefî olan hâkimin karı-kocanın arasını ayırmak için
kendi mezhebinden bir naib tâyin etmesini münasib görmüşlerdir. Çünkü daimî bir
ihtiyacın giderilmesi ancak ödünç almakla mümkün olur. Zâhire göre kadın
kendisine ödünç verecek kimse bulamaz. Kocasının ileride zengin olması ise
mevhum bir şeydir. Binaenaleyh kadın istediği vakit aralarını ayırmak
zarurîdir. Kocası gaib ise araları ayrılmaz. Çünkü o yokken âciz olup olmadığı
bilinmez. Hâkim ayrılmalarına hükmetse bile hükmü geçerli değildir. Çünkü bu
hüküm içtihad götüren bir yerde değildir. Âcizlik sâbit olmamıştır." Bahır
sahibi ulemanın ihtilâfını nakletmiş ve sahih kavlin Zahîre'de beyan edildiği
gibi geçersizlik olduğunu bildirmiştir. Çünkü şâhidlerin hesabsız hareket
ettikleri anlaşılmıştır. Nitekim İmâdiyye ile Fetih'de beyan edilmiştir.
Eşbâh'ın kaza bahsinde hâkimin geçersiz hükümleri meyanında zikredildiğine göre
bunlardan biri de gaibte bulunan koca nafakayı vermekten âcizse sahih kavle
göre karısı ile aralarının ayrılmasıdır.
Hâsılı nafakayı vermekten âciz kalmakla
karı-kocayı birbirinden ayırmak koca orada bulunmak şartıyla Şâfiî'ye göre
câizdir. Koca orada bulunmazsa yahut halen fakir olduğuna beyyine şâhid olmazsa
mutlak surette câizdir. Birinci hali ulemamız içtihad götürür
hükümsaymışlardır. Onun için birinci halde hüküm geçerlidir, ikincide geçerli
değildir. Bundan anlarsın ki, şârihin sözü kusurludur. O her iki halde
kesinlikle geçerli olacağını söylemiştir ki, Zahîre'den naklettiğimiz sahih
kavlin hilâfınadır. Fetih sahibinin beyanına göre,fesh aczini isbat yoluyla
değil de kocanın yokluğu mânâsına alınarak mümkündür Bundan murad kadına nafaka
vermek imkânı bulamamaktır. Fakat Bahır sahibi bunu reddederek Şâfiî'-nin
mezhebi bu olmadığını söylemiştir.
Ben derim ki: Bizim yukarıda Tûhfe'den
naklettiğimiz de bunu te'yid eder. Tûhfe sahibi Menheç şerhinin sözünü
reddetmiş, buna sebeb olarak nakledilene aykırı olmasını göstermiştir. Buna
kıyasen zamanımızda bazen vuku bulan Şâfiî hâkimin kayıp kocanın nikâhını fesh
meselesi sahih değildir. Hanefî hâkimin böyle bir hükmü tenfize hakkı yoktur.
Bu ister fakirliğin isbatına, ister kocasının kaybolması sebebiyle kadının
nafakasını alamamasına bina edilsin fark etmez. Buna dikkat etmelidir. Evet,
İmam Ahmed'e göre ikincisi sahihtir. Nitekim mezhebinin kitablarında beyan
edilmiştir. Kâri-i Hidâye'nin Fetâvâsı'ndaki mesele buna yorumlanır. Kendisine
kocası ortadan kaybolup nafaka bırakmayan kadının hali sorulmuş da şu cevabı
vermiş: "Kadın buna beyyine getirir de nikâhın feshini câiz gören bir
hâkimden fesh ister, o da feshederse geçerli olur." Bu, gaib aleyhine
hükümdür. Gaib aleyhine hükmün geçerli olup olmadığı hakkında ise bize göre iki
rivâyet vardır. Geçerlidir diyen rivayete göre Hanefî hâkim o kadını iddet
bekledikten sonra kocaya verebilir. İlk kocası gelir de kadının iddia ettiği
gibi onu nafakasız bırakmadığına beyyine getirirse, beyyinesi kabul edilmez.
Çünkü ilk beyyine mahkeme hükmüyle tercih edilmiştir. Artık ikinci beyyineyle bozulamaz.
Bunun benzerine de başka bir yerde cevap vererek: "Feshi câiz gören bir
hâkim nikâhı fesheder de başka bir hakim bunu tenfiz ederek kadın başka kocaya
varırsa, fesh, tenfız ve başkasıyla evlenme sahihtir. İlk kocasının gelmesiyle
ve yokluğu esnasında karısına nafaka bıraktığını iddia etmesiyle bu geçerlilik
kalkmaz "Ih..." demiştir. Şu halde "Bunu câiz gören bir
hâkim" sözüyle Hanefî şöyle dursun Şâfiî kasdetmek bile sahih olamaz.
Ancak Hanbelî bir hâkim kasdedilebilir.
"Âmir ve memur rüşvet almamak şartıyla
geçerli olur." Âmirin rüşvet almaması şarttır. Çünkü rüşvetle hâkım tâyin
etmek sahih değildir. Memurun rüşvet almaması da şarttır. Çünkü rüşvetle
verdiği hüküm sahih değildir. Velev ki tâyini sahih olsun.
METİN
Nafaka takdirinden sonra hâkim kadına ödünç
almasını emreder. Tâ ki kocası kabul etmese bile onun üzerine havale edebilsin.
Emirsiz ödünç alırsa, kadın bu borç kocamındır diye açıkladığı yahut niyet
ettiği takdirde alacaklı borcunu kadından alır. Fakat borç kocasınındır. Kocası
karısının niyetini inkâr ederse söz kendisinindir. Müctebâ.
İZAH
"Nafaka takdirinden sonra"
Demekle şârih musannıfın ibâresinde: "Kocası nafaka vermekten âciz
kalmakla araları ayrılmaz." İfadesinden sonra hazfedilmiş cümle olduğuna
işaret etmiştir. Takdiri şudur: "Bilakis kocası hesabına kadına nafaka
takdir edilir." Ve hâkim kadına ödünç almasını emreder. Lâkin nafaka
takdiri koca orada bulunduğuna göre tesirini gösterir. Zira gaibte bulunan
kocanın mevcud malı yoksa onun hesabına kadına nafaka takdir edilmez. Nitekim
Hâkim'in Kâfîsi'nde beyan edilmiştir. Musannıf da ileride söyleyecektir ve
müftâbih kavil Züfer'in kavlidir diyecektir.
"Ödünç almasını emreder."
Hassâf'ın ve ona uyarak şârihlerin beyanına göre bundan murad parası kocasının
malından ödenmek şartıyla veresiye satın almaktır. Müctebâ'da ise bundan murad
ödünç almaktır denilmiştir. Bahır. Kuhistânî bu ikinci mânâyı Sadru'ş-şeria'dan
nakletmiş: "El-Mugrîb'in sözü de buna işaret etmektedir." demiştir.
Ya'kubiyye'de dahi: "Evlâ olan budur. Nitekim gizli değildir."
denilmiştir. Dürr-ü Müntekâ'da ise: "Lâkin ödünç almak için vekâlet vermek
esah kavle göre doğru değildir. Doğrusu birincisidir." denilmiştir. Bunun
bir misli de Bercendî'den naklen Hamevî'dedir.
Ben derim ki: İkincisi kadına daha kolay
gelir. Çünkü bazen kadın her gün muhtaç olduğu şeyleri veresiye satan kimse
bulamaz. Meselâ bir aylık nafakayı tedarik için ödünç para almak bunun
hilâfınadır. Bu bâbtaki itirazın cevabı az ileride gelecektir.
TENBİH: El-Hâvî'z-Zâhidî'nin kaza bahsinde
beyan edildiğine göre kadın kocası hesabına kendisine borç para verecek kimse
bulamazsa çalışarak kazanır ve harcar. Ama bunu hâkimin emriyle kocasının
hesabına geçirir. Kazanmaya kudreti yoksa o gün için dilenebilir. Aldıklarını
yine hâkimin emriyle kocasının üzerine geçirir.
"Onun üzerine havale edebilsin."
Malûmun olsun ki, ulema şöyle de-mişlerdir: "Hâkim nafakayı takdir
ettikten sonra kadın ister kendi malından yesin, ister hâkimin emriyle veya
onun emri olmaksızın ödünç alsın nafakayı kocasından alabilir. Ancak emirle
ödünç almanın faydası karı-kocadan birinin ölmesiyle nafakanın sukut
etmemesidir. Nitekim bunu musannıf: "Karı-kocadan birinin ölmesiyle ve
kadının boşanmasıyla takdir edilen nafaka sâkıt olur. Meğerki kadın hâkimin
emriyle ödünç almış olsun." diyerek izah edecektir. Şârih burada başka bir
faideye işaret etmiştir ki, o da Kudûrî'nin Tecridi ile Hidâye'deki şu
ifadedir: "Ödünç alma emrinin faydası alacaklıyı kocasına havale
etmesidir. Velev ki kocası razı olmasın. Hâkimin emri olmazsa kadının buna hakkı
yoktur. Fetih'de Tûhfe'den naklen bildirildiğine göre bunun faydası alacaklının
kocaya veya kadına müracaat edebilmesidir. Bahır sahibi diyor ki:
"Zâhirine bakılırsa kadın havale etmese bile alacaklı kocasına müracaat
edebilir. Tecrid'in ifadesine bakılırsa havalesiz müracaat edemez."
Ben derim ki: Zâhire göre muhalefet yoktur.
İhaleden murad alacağını kocasından istesin diye kadının alacaklıya yol
göstermesidir. Meselâ; Benim kocam filandır, alacağını ondan iste der. Zira
burada havalenin hakikatini murad etmek mümkün değildir. Buna delil ulemanın:
"Alacaklı hakkını kadından da isteyebilir." diye açıklamalarıdır.
Kocanın havaleye razı olması şart değildir. Şunu da açıklamışlardır ki, hâkimin
emriyle ödünç almak borcu kocanın üzerine geçirmek demektir. Çünkü hâkimin onun
üzerinde tam velâyeti vardır. Onun için de alacaklı ona müracaat edebilir.
Hâkimin emri yoksa kocaya müracaat edemez.
Sadece kadına müracaat eder. Kadın da kocasına müracaat eder. Bundan anlaşılır
ki, hâkimin emriyle ödünç almak kadın için olur ve hâkimin velâyeti sebebiyle
borç kocaya vâcib olur. Yoksa kocanın vekili olması dolayısiyle vâcib olmaz. Bu
suretle yukarıda geçen: "ödünç almak içîn vekâlet vermek sahih
değildir." sözü def edilmîş olur.
"Açıkladığı takdirde ilh..:"
Sözünü "Kocamındır diye" Îfadesinin kaydı yapmak doğru olamaz. Çünkü
kocasına müracaat hakkı hâkîmin borçlanma emrinden önce sâbittir. Nitekim
gördün. Bu söz "Tâ ki onun üzerine havale edebilsin." ifadesinin
kaydıdır. Müctebâ'nın ibâresi şöyledir:"Kadın borç aldığı vakit ben bunu
kocamın hesabına borçlanıyorum diye açıklayacak mıdır yoksa niyet mi edecektir?
Açıklarsa mânâ zahirdir. Niyet ederse dahi öyledir. Fakat açıklamaz niyet de
etmezse kocası hesabına borçlanmış olmaz. Kadın kocası hesabına niyet ettiğini
iddia eder de kocası inkârda bulunursa söz kocanındır."
Ben derim ki: İnkârının faydası alacaklının
kendisine müracaat ede-memesidir. Alacaklı kadına müracaat eder, kadın da
kocasına. Karı-kocadan birinin ölümüyle veya kadının boşanmasıyla nafaka sâkıt
olur. Nitekim evvelce anlattıklarımızdan anlaşılmıştı. Zâhire bakılırsa kocaya
yemin verdirilmez. Karısının niyeti olmadığına kocasından nasıl yemin
istenebilir! Onun içindir ki, yeminle kayıdlanmamıştır. Rahmetî'nin naklettiği
yeminle kayıdlı ifade bunun hilâfınadır. Onu ben "Müctebâ'da ve Bahır'da
görmedim.
METİN
Kadının ve koca olmasa küçük çocuklarının
nafakası kime vâcib ise borç vermek de ona vâcib olur. Meselâ kardeş ve amca
böyledir. Kardeş ve benzeri kimse vermezse hapsolunur. Çünkü bu iş mâruf
kabîlindendir. Zeylai ve İhtîyar. İleride izah edilecektir. Hâkim fakir
nafakası takdir eder de sonra koca zenginler ve karısı dâvâcı olursa, hâkim
onun gelecekteki nafakasını zengin nafakası olarak tamamlar. Aksi olmuşsa orta
nafaka vâcib olur. Nitekim geçmişti. Kadın her ayın nafakası için kocasıyla bir
kaç dirheme anlaşır da sonra bu bana yetmiyor derse arttırılır. Kocası benim
buna gücüm yetmiyor derse bu lâzımdır. Hiç bir suretle onun sözüne bakılmaz.
İZAH
"Borç vermek de ona vâcib olur ilh
.." İhtiyar'da şöyle denilmiştir: "Fakir bir kadının kocası da fakir
ise fakat kadının başka kocasından zengin bir oğlu veya zengin kardeşi varsa
kadının nafakası kocasına düşer. Oğluna veya kardeşine bu kadına nafaka vermesi
emrolunur ve kocası zenginlediği vakit kadına verdiğini ondan alır. Oğul veya
kardeş buna razı olmazsa hapsedilir. Çünkü bu mâruf kabîlindendir. Zeylaî diyor
ki: Bundan anlaşıldığına göre kocası fakir kadın fakir olduğu vakit kadının
nafakası için koca olmasa, nafakası kime vâcib olacaksa borç vermek de ona
vâcib olur. Bu izaha göre fakir bir kimsenin küçük çocukları olur da
nafakalarını vermeye gücü yetmezse, baba olmasa nafakaları kime vâcib olacaksa
yine ona vâcib olur. Anne, kardeş ve amca gibi ki, bunlar baba zenginledikten
sonra haklarını ondan alırlar. Büyük çocuklarının nafakası bunun hilâfınadır.
Onlar için aldıklarını baba zenginledikten sonra ondan isteyemez. Çünkü
fakirlik sebebiyle büyük çocuklarının nafakaları vâcib olmaz. O kimse ölmüş
gibidir." Bu hususta Fethü'l-Kadir sahibi de onu tasdik etmiştir. Bahır.
Ben derim ki: Bu sözün muktezası babaya
müracaat hakkının sübutu hususunda anneyle başkasının arasında fark
bulunmamaktır. Halbuki fer'î meselelerden az önce beyan edeceğine göre sahih
olan şudur: Anneden başkası için müracaat hakkı yoktur. Burada söylenecek söz
vardır ki, biz onu orada zikredeceğiz.
"Meselâ kardeş ve amca böyledir."