DAVA
KİTABI 1
YEMİNLEŞME
BABI 1
DAVALARIN DEF'İ FASLI 1
İKİ
KİŞİNİN BİR DİĞERİNİ DAVA ETMESİ BABI 1
NESEB
DAVASI
BABI 1
İKRAR KİTABI 1
SULH
KİTABI 1
METİN
Dava
konusunun, husûmete vekâlet konusuyla yakından
ilgisi var-dır. Şöyle ki husûmete ve diğer
şeylere vekil olan kimse kimi zaman da-vaya muhtaç olur. Bu yüzden dava konusu, vekâlet
konusundan
sonra gelmiştir.
Dava kelimesi
sözlükte; bir kimsenin hakkını başkasının üzerine
ge-rekli kılmayı kasdettiği söz
anlamına gelir.
Bir terim
olarak ise dava; kendisiyle başkasının üzerindeki bir hak-kı isteme kastedilen veya
hasmını kendi nefsinden defetme murad edi-len ve hâkim huzurunda kabul edilen bir sözdür.
Başkası üzerindeki bir hakkın işlenebilmesi için, davanın hâkimin huzurunda dinlenmesi gere-kir.
İşte bununla
şehâdet ve ikrar davanın tarafından
çıkmaktadır. Çün-kü bunlar da her ne kadar kabul
edilen birer söz iseler de, bunlar hak-kı tesbit
etmede birer isbat vasıtasıdır.
Musannıfin,
«Hasmı kendi nefsinden uzaklaştırmak»
sözüyle, saldı-rıyı uzaklaştırma davası tarife
girmektedir.
Meselâ, bir kimse, «falan kimse bana haksız yere saldırıyor.
Onun saldırısının benden
uzaklaştırıl-masını istiyorum» demesi gibi. Böyle bir
dava kabul edilir. Bezzâziyye.
Çekişmeyi
kesme (kat'ı niz'a) davası bunun
aksine olup hâkim ta-rafından dinlenilmez. Meselâ
hâkime gidip,
«Benimle falanca arasında çekişme yardır.
Hakkı varsa dava etsin, alsın. Hakkı
yoksa, onun
kur-tulması için delil göstereceğim» dese davacı davaya
zorlanmaz. Sirâciye.
Eğer davacı,
davasını terkederse, davasını
sürdürmeye zorlanamaz. Bunun aksine
davacı
mahkemeye
gelmediği zaman zorlanır.
Eğer şehirde iki hâkim
varsa, her hâkimin hükmettiği semtler
sı-nırlı ise, İmam Muhammed'e göre
davalı muhayyerdir. İmam Muhammed' in bu görüşü ile
fetva verilir. Bezzâziyye.
Üstün görüşe
göre dört mezhepten hâkimler olsa bile davalı yine muhayyerdir.
Bu görüşe uygun
olarak ben birkaç defa fetva verdim. Ba-hır.
İZAH
«Saldırının
uzaklaştırılması davası ilh...» Bahir
adlı eserde şöyle de-nilmiştir: «Kâru'l-Hidâye'den,
iki
kişi arasındaki çekişmenin
kesilmesi da-vası sorulduğunda «Davacı, davaya devam etmesi için
zorlanamaz.
Çün-kü hak onundur (bir kimse kendisine ait bir hakkı kullanmaya
zorlana-maz)
cevabını
vermiştir».
Kâriü'l-Hidâye'nin
bu fetvası ile fakihlerin, «Saldırının
uzaklaştırıl-ması davasının dinleneceği»
fetvası
arasında bir çelişki yoktur. Bezzâ-ziyye ve Hizâne. Bu fetvalar arasındaki fark açıktır.
Birincide
iddia etti-ği şeyin var olduğunu söylüyor, ancak kendisini temize çıkarıyor. İkin-cisinde
ise, başkasının kendisine haksız olarak saldırısını iddia ediyor ve bu
saldırının hâkim tarafından
uzaklaştırılmasını istiyor. Hâmiş'te de böyledir.
«Eğer şehirde iki hâkim varsa ilh...» Musannif
bu sözü ile davalı-nın ancak davanın
aslı ile
zorlanacağını
yoksa hangi hâkimin huzuru-na
götürüleceği konusunda zorlanamayacağına
işaret
etmektedir.
Bezzâziyye.
Musannıfın
zikrettiği Bezzâziyye'nin ifadesi değildir. Bezzâziyye'nin
ifadesi ise, Minâh'ta olduğu gibi
şöyledir: «Bir
şehirde iki hâkim olsa, davacı ve davalının her biri bir hâkimin
huzuruna gitmek
isteseler, o zaman muhayyerlik İmam Muhammed'e
göre davalıya aittir. Fetva da İmam
Muhammed'in
görüşü üzerinedir.»
Minâh'ta bu
görüşten önce Hâniye'den naklen şöyle denilir: «Bir beldede iki hâkim olsa ve her
hâkim
beldenin bir bölgesinde kendi ba-şına hükmetse, iki kişi arasında da bir dava olsa ve her
birisi bir
hâ-kimin hükmettiği bölgede yaşasa,
davacı, davanın kendi bölgesindeki
hâ-kimin
huzurunda
görülmesini isterken davalı da bunu
reddederek kendi bölgesindeki hâkimi istese, bu
dava
konusunda Ebû Yusuf ile İmam Muhammed
arasında görüş ayrılığı vardır. Sahih ve muteber
olan,
davalı-nın yeridir. Birisi şehir halkından diğeri şehir
dışından olsa, yine bunun gibidir.»
Bahır'da
olduğu gibi Muhit'te de bu böyle açıklanmıştır:
«Ebû Yu-suf, davayı açtığı için onun
bölgesinin
hâkimine itibar ederken, İmam Muhammed dâvâlı davaya karşı çıktığı için onun
bölgesinin
hâkimine itibar eder.»
Sarih
Bezzâziye'nin ifadesini, Hâniye'de olduğu ve Musannifin da Minâh'da dediği gibi «semtle»
kaydettiğine hamletmiştir. Bunların hepsi ve fetva sahiplerinin sözleri ifade ediyor ki, Ebû Yusuf ile
İmam
Muham-med arasındaki görüş ayrılığı,
meselededir: Eğer bir şehirde iki
hâkim olsa ve her
hâkim bir semtte bağımsız olarak hükmetseler. Ama eğer şehirde semtleri belli
olmayan yetkili iki
veya birkaç
hâkim olsa, hepsi de eşit haklara sahip olsalar, o zaman
davacının davasına itibar
edilir. O, dilediği hâkimin huzurunda davasını yürütme
hakkına sahip olur. Çün-kü burada
davacının veya davalının hakimi olmak gibi bir mesele yok-tur. İşte bizim bu yazdıklarımızın
sağlamlığına Muhit adlı eserin müelli-finin yukarıda naklettiğimiz açıklaması da şahadet etmektedir.
Yalnız yukarıda verilen görüşü Hayreddin Remlî
reddeder ve bu gö-rüşün hezeyana benzediğini
iddia ederek şöyle der: «Çünkü Ebû Yusuf un illeti, «Davacı husumeti başlattığı için hak onundur»
Muhammed'in
illeti ise, «Davalı savunma durumunda
bulunduğu için hak onundur» esasına
dayanır. Bu konuda başka bir ihtimal bulunmaz.
Şüphe yok ki, hüküm illetin bulunduğu yerde
meydana gelir. Şeyhimizin dediği gibi,
bu konuda üstün olan görüş Remlî'nin sözüdür.
Ben derim ki: Bu meselede düzeltilmesi gereken
husus, sarihin Mu-sannifin yazısından
naklettiği
ve Allâme Makdisî'nin üzerinde yürü-düğü, ondan da Ebussuud'un naklettiği
görüştür. Bunun özeti
şudur:
On-ların zikrettikleri, İmam Muhammed'in, «Birden çok hâkim olan
beldede, davalının
bulunduğu yer hâkimine itibar edilir»
görüşüdür. Ancak bu gö-rüş; bir beldede bulunan iki
hâkimden her
biri ayrı bölgede olur ve bun-lara yalnız kendi bölgesinde hüküm vermesi emredilmiş
bulunursa uy-gulanır. Bu açıklama İmâdî'nin
sözlerine dayanır. Yine davacı veya
da-valıdan birisi
asker, diğeri sivil olsa, asker olan, hasmını askerî hâkime
götürmek istese, askeri hâkimin asker
olmayan kimse
üzerinde hükmet-me velayeti olmadığı için, burada itibar olunacak, yine davalının
hâkimidir.
Çünkü «askerî hâkimin asker
olmayan üzerinde hüküm velayeti yoktur» sözü de bunun
açık delilidir. Ancak
memlekette iki hâkim olsa, her iki hâkim de huzuruna
gelen kişinin nereli
olursa olsun,
ister Mısır'lı, Halep'li veya
Şam'lı olsun davasına bakmaya yetkili ise, devrimizin
hâ-kimlerinde
olduğu gibi o zaman uygun olan Ebû
Yusuf'un görüşü ile fet-va vermektir.
Çünkü
Ebû Yusuf'un
görüşü davalının tarifine daha uy-gundur.
Yani davacı, kendisinin husumet hakkı
olan kimse olup, diledi-ği hâkimin huzurunda hakkını talep edebilir. İşte bundan açıklığa
kavuş-tu ki
Bahır'da
olan, «Eğer Kahire gibi büyük
bir şehirde dört mezhep üzerine hâkimler bulunsa,
muhayyerlik
davalınındır. Zira hâkim hiçbiri-sinin bölgesinden olmayabilir.
Bu yüzden «Ben
bununla
birkaç defa fetva verdim» sözünün hiçbir deliIi yoktur.
Ben diyorum ki: Bazı âlimlerin Müfti Ebussuud
İmâdî'den naklen ba-zı yazılarını
gördüm. Şöyle ki,
«Devlet
idaresinde olan beldelerin hâ-kimleri davalının mezhebinin aksine hüküm veremezler.»
Sarih de buna
işaret etmiştir.
METİN
Musannif,
«Eğer şehirde iki veya
daha fazla eşit velayet yetkisine
sahip hâkim bulunursa, davacı
dilediğine
başvurabilir. Eğer Devlet baş-kanı,
hâkim seçiminde davalının isteğinin esas
alınmasını
emrederse, bu-na uymak
gerekir. Çünkü Devlet başkanının emri, davalının tercih etme-diği
hâkimlerin azli anlamına gelir. Nitekim daha
önce geçtiği gibi hü-küm, yer ve şahıslarla
sınırlanır»
demiştir.
Ben derim ki: «İmam Muhammed ile Ebû Yusuf arasındaki
görüş ayrılığı her hâkimin kendisine
ayrılmış bölgede hüküm verme yetkisine
sahip olduğu esasına dayanır. Eğer bir şehirde, aynı
mecliste Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî hâkimler
bulunur ve velayet de tek olursa, hâ-kim seçiminin
davacıya ait olduğunda görüş ayrılığı bulunmaması
gerekir. Çünkü davacı hak sahibidir.
Bezzâziyye'nin Hâmiş'inde Musannif m yazısı ile bu şekilde
nakledilmiştir.
Davanın rüknü
şudur: Davacı, davayı bizzat açmışsa, hakkı
kendi-sine nisbet eder. Meselâ; «Benim,
senin
üzerinde şu kadar hakkım var» demesi gibi. Eğer davayı vekil
veya vasi açarsa, o zaman da,
bunların
istenen hakkı, temsil ettikleri kimseye nisbet etmeleri gerekir.
Bir kimsenin
davada taraf olabilmesi için âkil ve mümeyyiz olması gerekir.
Eğer temyiz kudretine
sahip çocuksa, husûmete izinli olmalı-dır. Aksi halde bulûğ çağına gelmemiş olan çocuklar, davada
taraf
ola-maz. Eşbâh.
Davanın
cevazının şartları şunlardır:
1) Kaza meclisinin oluşması ve hasmın hazır olması.
Buna göre, gâib olan bir kimse hakkında
hüküm vermek
sahih değildir.
Eğer, davalı
mahkemede hazır değilse. Hâkim mücerred dava ile davalıyı mahkemeye
celbeder mi?
Eğer davalı
şehirde veya şehre yakın bir mahalde kendi evinde kalıyorsa, hâkim onu mahkemeye
celbeder. Eğer şehirde veya şehre yakın bir
yerde oturuyorsa o zaman, davacı da-vasını delil ile
veya yemin ile isbat edinceye kadar hâkim davalıyı
mahke-meye celbetmez. Minye.
2) Dava
konusu olan malın belirli olması. Çünkü, bilinmeyen bir şey için hüküm verilemez.
3) Davanın,
sabit olduktan sonra hasım üzerine bir şeyi gerekli kılması. Eğer dava sabit olduktan
sonra karşı tarafa bir şey yüklenmez-se, boş işle uğraşılmış
olur.
4) Dava
konusunun, sabit olma ihtimalinin
bulunması. Buna gö-re, aklen veya âdetler bakımından
varlığı muhal
olan bir şeyi dava ko-nusu yapmak
bâtıldır. Çünkü aklen muhal olan bir şeyde
davacının ya-lanı ortaya çıkar. Meselâ; nesebi belli
olan veya yaş bakımından ken-disinden
doğması aklen mümkün bulunmayan bir kimseyi, «Bu benim
oğlumdur» diye dava etmesi gibi.
Âdetler bakımından muhal olan dâva da böyledir: Çevrede
fakir olarak bilinen bir kimsenin
başkasının üze-rinde büyük bir malının bulunduğunu
iddia etmesi gibi. Meselâ; «Bu ma-lı ona
ödünç (karz)
olarak vermiştim veya onu benden gasbetmişti» de-mesi gibi.
İşte açık olan, gerek
aklen ve
gerek âdetler bakımından muhal olan davaların dinlenmemesidir. Bahir.
İbnü'l-Gars,
bu meseleyi Fevâkihü'l-Bedriyye adlı
eserinde zikret-miştir.
İZAH
«Musannıf
ilh...» Yani Musannifin, «Bir şehirde iki veya daha fazla eşit velayet yetkisine
sahip
hâkim olsa, hâkim seçme
yetkisi davacıya aittir» sözünü nakletmesi, Bahr adlı eserin
müellifinin
görüşünü red
için-dir. Çünkü zamanımızda mezhep hâkimlerinin genel ve eşit velayet
yet-kisine
sahip
olduklarında şüphe yoktur.
«Azli anlamına ilh...» Yani Devlet başkanının
hâkimi tercih etme yetkisini davalıya vermesi
yüzünden, bu
davaya nisbetle davacının ter-cih edeceği hâkim davaya
bakmaktan azledilmiş sayılır.
«Velayet de
birse ilh...» Yani herbir hâkim belirli bir bölgenin dava-larına bakmakla
görevlendirilmemişse.» demektir.
«Anlaşmazlık
sırasında ilh...» Bahır adlı eserde
şöyle denilir: «Dava konusu, hakkın
davacıya nisbet
edilmesi, anlaşmazlık
halinde söz konu-su olur. Eğer taraflar anlaşma hâlinde iseler, nisbete ihtiyaç
kalmaz. Her ne kadar
tarafların sulh yapması lügatte bir dava ise de şer'an dava sayılmaz.
Bunun benzeri
Bezzâziyye adlı eserde şöyle ifade edilir: «Bir kimse
elinde olan bir mal için, «Bu
benim
değildir» dese, eğer orada, bu ma-lın kendisine ait olduğunu söyleyen
bir hasım yoksa, onun
bu olumsuz
ifadesi hüküm doğurmaz. Bundan sonra
malın kendisine ait olduğunu iddia ederse
geçerli olur. Eğer «Bu mal benim değildir» demesi
hasım lehine bir ikrardır. Bundan sonra malın
kendisine ait olduğunu iddia et-se, iddiası sahih olmaz. Asi adlı eserde nakledildiğine
göre, elinde
bir mal
bulunan kimsenin «Bu benim değildir» demesi, hasmın o malda
mül-kiyet hakkını ikrar
etmesi anlamına gelmez.
Sâyıhânî şöyle der: «Ben
derim ki; Bezzâziyye'nin, «Bir şeyin kendi malı olmadığını söylemek,
hasım lehine bir ikrar sayılır veya sayılmaz» sözleri nazaridir. Çünkü bu ifadede hasım olmaması
halinde, malın kendi mülkü olduğu iddiası yoktur.
«Davanın
şartı ilh...» Ben mahkemede dava açarken kullanılacak özel bir sözün
şart koşuldugunu
görmedim. Ancak dava açarken, kesin-lik ifade eden
ve soruşturma isteğini belirten sözleri şart
koşmak gere-kir. Meselâ; «Şüphe ediyorum veya
zannediyorum» gibi sözlerle dava açmak
sahih
olmaz. Bahır.
Sonuç:
Bezzâziyye'nin Zahire adlı eserden naklettiğine göre; sırf
ikrara dayalı bir dava dinlenmez.
Meselâ: Bir kimse, «Şu mal onundur» veya «onun falancaya ikrar ettiğine göre,
onun elindeki mal
falancaya
aittir» der veya ikrar davasıyla
işe başlar. Meselâ: «Bu malın bana ait
olduğunu ikrar
ediyorum» yahut «Onun üzerinde benim
malım vardır» der. Bazı âlimler, böyle
bir davanın sahih
olduğunu söylemişse
de, ule-mânın büyük çoğunluğu, istihkak için ikrarın yeterli olmadığını
söyleye-rek sırf ikrara dayalı davayı muteber saymamışlardır. Bahır. Şahadette ihtilâf faslından
naklen. Bu mesele, ikrar
konusunun baş tarafında me-tin olarak
gelecektir.
«Delil
getirir veya yemin teklif eder ilh...» Bunlar bir söz değil, ayrı ayrı iki sözdür. Burada, davacı
delil getirmekle, karşı
tarafa yemin teklif etmek arasında muhayyerdir. Bu meselenin ayrıntıları için
Bahır adlı ese-re bakınız.
«Dava konusu
malın bilinmesi ilh...» Yani dava konusu malın cins ve miktarının davacı tarafından
açıklanması gerekir.
Kenz'de de böyledir.
«Bilinmeyen
bir şey için hüküm verilemez ilh...» Dava konusunun bilinmemesi, davayı
fasid
kılarken, rehin ve gasp davası bundan istisna edilmiştir. Hâniye'de Asi adlı eserin
rehin babına
isnad edilerek şöyle denilmiştir: Şahitler, «Bu, falanca kimsenin yanına bir elbise rehin bı-raktı»
diye şahadette bulunsalar fakat bu
elbisenin adını söylemeseler
ve şeklini bilmeseler, onların
şahitliği caizdir. Burada hangi elbisenin re-hin olduğuna dair
söz, rehin alana aittir. Gaspta da
hüküm böyledir. Bu duruma göre, cins ve miktarı belli olmayan rehin ve gaspta şahitlerin
şahadeti
bile geçerli olunca, bu konuda dava açmak öncelikle caiz olur. Bahr.
Ben derim ki: Mi'rac adlı eserde de aynı ifade vardır ve şöyledir: «Davanın
fasit olmasının sebebi ya
hasmın hiçbir
şeyle
sorumlu tutul-maması veya dava konusunun kendi bünyesinde
bilinmezlik
bulunma-sıdır.
Bu konuda, vasiyet dışında, bir görüş ayrılığı bilinmiyor Meselâ; bir kimse vasiyet
veya ikrara
dayanarak bir ma! üzerinde hak iddia et-se,
yani malın kendisine vasiyet veya ikrar
edildiğini
dava etse bu ikisi meçhul olmakla birlikte sahih olur. Yine
meçhul olan bir haktan dolayı
ibra
davasının da sahih olduğu hakkında
görüş ayrılığı yoktur. Bu du-ruma göre istisnaların sayısı
rehin, gasp,
vasiyet, ikrar ve ibra olmak üzere
beşe ulaşmaktadır.
«Hasım
sorumlu tutulmazsa dava boş yere
açılmış olur ilh...» Dava-larda sabit
olduktan sonra
hasmın bir şeyle
sorumlu tutulması asıldır. Ak-si
halde boş işle uğraşmış olur. Meselâ bir kimse,
hazır olan
diğerini, «Bana vekâlet vermiştin»
diye dava etse, dava sabit olsa bile
müvekkilin onu
her an azletme yetkisi
bulunduğu için boş işle uğraşılmış olur. Bahr'da olduğu gibi Hâmiş'te de
böyledir.
«Fevâkihu'l-Bedriyye
ilh...» Minah adlı eserde şöyle denilmiştir: «An-cak âdetler
bakımından muhal
elan
davaların menedilmesi hususu, ule-mâdan gelen herhangi bir rivayete
dayanmaz.»
Ben derim ki: Mezhepte bir çok fürû meseleler vardır
ki muhal olan davaların men'inin
ulemâya
istinad
ettiğine şehâdet eder. Bunlardan bir tanesi yeminleşme (tehâlüf)
konusunun sonunda
gelecektir.
METİN
Davanın hükmü
ise, davalının «evet» veya «hayır»
şeklinde cevap vermesinin vacip olmasıdır.
Hatta
davalı sükût
ederse, sükûtu inkâr sa-yıldığı
için üzerine delil dinlenir. Ancak
davalı, dilsiz olursa,
onun sükûtu
inkâr sayılmaz. Bu meseleyi
Musannıfın ilerideki sözlerini açıklarken tetkik edeceğiz.
Davanın
sebebi ise, insanların mukadder olan dünya hayatlarını sür-dürebilmek
için, birbirleriyle
münasebet ve
muamelelere muhtaç olmala-rına bağlanır. Çünkü insanlararası
muamelelerde,
ziyade, noksan, in-kâr, ikrar,
vekâlet verme gibi şeyler cari olmakla
dava, mükellefin dün-ya hayatını
devamına yardımcı olur. Eğer dava ihmal olunursa dünyada birtakım haklar zayi olur.
Eğer dava
konusu olan menkûl bir malsa. davacının bu malın has-mın elinde haksız olarak
bulunduğunu
zikretmesi gerekir. Çünkü böy-le bir
menkûlün, hasmın elinde rehin veya satış bedeli
ödenmemiş bir
mebi olma ihtimali de vardır. Eğer menkûl malın mahkemede hazır bu-lundurulması
mümkünse,
davacı dava, şahadet ve yeminde ona işaret için huzura getirilmesini
isteyebilir.
Eğer dava
konusu menkûlün naklinde bir masraf ve zorluk varsa davacı onun kıymetini zikreder.
Veya dava konusu menkûl helak olmuş veya yeri bilinmemekle kaybolmuş
bulunursa yine kıymetini
zikretmesi gerekir.
Eğer dava konusu
menkûl, buğday yığını, değirmen, koyun
sürüsü gibi hâkimin huzuruna
getirilmesi
mümkün olmayan malsa, hâkim ken-di eminini, belirtilen malların yanına göndererek
tesbit yaptırır. Dava ko-nusu menkûl mevcut değilse, davada yalnız
kıymetinin zikri ile yetinilir.
Âlimler, «Bir kimse kendisinden
bir malın gasbedildiğini iddia etse ve kıymetini söylemese,
davası
dinlenir.
Eğer hasmı inkâr ederse, yemin teklif edilir. İkrar ederse,
o zaman da onu beyan etmeye
zorlanır.»
de-mişlerdir. Dürer ve İbni Melek..
Bu yüzden, çeşitli cins, nevî ve sıfatta olan bir takım malları iddia ederek
bunların toplum kıymetini
söylemiş olsa. sahih görüşe göre
top-luca tek bir fiyat söylemesi, davanın kabulü için yeterlidir.
Delili de kabul edilir.
Eğer
kıymetlerini ayrı ayrı beyan eder.
fakat delili olmazsa, hasım inkâr ettiği takdirde, hepsinin
yerine bir
defa yemin teklif edilir.
Zira gasp davası beyansız sahih olduğundan, çalman malların
hepsinin
kıymetini toplam olarak söylemesi evleviyetle
sahih olur.
Bazı âlimlere göre hırsızlık davasında çalınan
malın hırsızlık nisa-bına ulaşıp ulaşmadığının
anlaşılması için kıymetinin zikredilmesi şart-tır. Fakat
hırsızlık davası dışındaki davalarda, iddia
olunan
şeylerin kıy-metini zikretmesi şart değildir. İmâdiye.
Bu sayılan şartların
hepsi deyn davasında delil, ayn davasında
ge-çerlidir
İZAH
«Onun elinde
haksız olarak bulunduğu ilh...» Davalı, dava konusu malı elinde bulundurduğunu
inkâr etse, davacı da, «Bu tarihten bir sene önce onun elinde idi, diye delil getirse, onun delili kabul
edilir ve
davalı da malı huzura getirmeye
zorlanır mı?» Câmiü'l-Fusûleyn sahibi, «Uy-gun
olan, eğer
iddia olunan
şeyin, elinden çıktığı sabit değilse, delili kabul edilir ve o şeyin onun elinde kaldığına
da hükmedilir» demiştir. Bahir bunda karar kılmış.
Kûhistânî de bunu açıkça ifade etmiştir. Ancak
Nuru'l-Ayn'da
bu görüş reddedilerek şöyle
denilmiştir. «Bu, istishâbtır.
İstishâb ise isbatta değil,
def etmekte
hüccettir.» Usul kitaplarında olduğu gibi.
«Huzura
getirilmesini talep eder ilh...» Davalı, malı elinde vedîa ola-rak bulundurmadığı
zaman,
davacı malın
huzura getirilmesini- isteyebilir.
Eğer davacı vedîa olan bir şeyi taleb ederse, o zaman
davalıya onu huzura getirmesi değil, onu bırakması emredilir.
Câmiü'l-Fusûleyn'den naklen
Bahır'da
olduğu gibi.
«Menkûlün
naklinde bir külfet varsa ilh...» Değirmen ve buğday yı-ğını bu
kabildendir. Onun burada
zikredilmesi bir sehivdir. İzâhu'l-Islâh'ta şöyle denilmiştir.» Onun nakli az bile olsa bir külfet
bulunmakla
güçse o zaman hâkimin huzuruna getirmek gerekmez.»
«Gâib olmuş ise ilh...»
Yani yerini bilmese. Bunu da Kâdızade zik-retmiştir.
Bir mesele: Davacı, dava konusu malın özelliklerini belirtse, mal hâ-kimin
huzuruna getirildiğinde,
bazı özellikler tutmasa, eğer ilk davasın-dan vazgeçer ve getirilen malı iddia ederse dava dinlenir.
Çünkü bu ye-ni bir dava olur. Aksi halde malın eski özelliklerinde ısrar ederse hazır olan mal
hususundaki
davası dinlenmez. Bezzâziyye'den naklen Bahr.
«Davada
kıymetini zikri ile iktifa edilir
ilh...» Çünkü dava konusu malın
görülmesi mümkün değildir.
Onun
özelliklerini belirtmekten başka çare
kalmaz. Çünkü kıymet, helak olan bir
malın kendisiyle
bilindiği bir
şeydir. Gâyetü'-Beyân.
İbn-i
Kemal'in şerhinde de, «Dava konusu
olan şey elde mevcut de-ğilse, onun özelliklerini
belirtmeye
itibar edilmez. Çünkü kıymeti zikredil-meden onun özelliklerinin zikredilmesinde bir
fayda yoktur.
Kıymeti zikredildiği takdirde de onun özelliğine artık ihtiyaç yoktur. Bu
hususa
Hidâye'de de işaret
vardır» denilmiştir.
Kûhistânî'de
ise, «Eğer hazırlanması mümkün
değilse, kıymetinin zikredilmesi»
sözü, dava konusu
mal bir hayvan ise, onun renginin, ya-şının, erkek veya
dişi olduğunun zikredilmesinin şart
olmadığına işaret eder» denilmiştir. Kûhistânî'nin bu sözünde,
İmâdiye'de olduğu gibi ihti-lâf vardır.
Seyyid Ebû'l-Kâsım da, «Davacı eğer dava konusu malın
aynısını veya mislî ise
mislini almak
istese, bu
tarifler lâzımdır. Ama eğer kıymet-li
şeylerin ise o kıymetini almak isterse,
kıymetini
zikretmek
yeterlidir. Hizâne'nin Muhâzir'inde
olduğu gibi» demiştir.
«Bir şeyin
kendisinden gasbedildiğini ilh...» Bahır'da şöyle denir: «Velhâsıl, gasp
ve rehin
davasında
dava ve şahadetin sıhhati için cins ve kıymetin beyan
edilmesi şart değildir. Kıymet
konusunda söz
de rehin alan ile gasbedenindir».
Ben derim ki: Miraç adlı eserde vasiyet ve
ikrar davası açıklanarak şöyle denilmiştir: «Vasiyet ve
ikrar
davalarında dava konusu olan mal tam
bilinmese de dava etmek sahihtir. Meçhul bir şeyin
ibrasını dava
etmek de ihtilafsız olarak sahihtir. O halde istina edilenler
beş olur.»
«Bundan
dolayı ilh...» Yani her ne kadar
gasbta kıymeti zikredil-mese bile
birşeyin gasbedildiğini
iddia etmesi sahihtir. Dürer'de şöyle denilmiştir: «Birisi, «Benden falan şey gasbedildi fakat
kıymetini
bilmi-yorum» dese, âlimler onun davasını kabul edilip dinleneceğini söyle-mişlerdir.»
Kâfi adlı eserde de, «Davacı, «Falan şey benden gasbedildi, o şey helak mı
oldu, yoksa duruyor mu,
bilmediğim
gibi kıymetini de bilmi-yorum» dese, bütün kitaplarda zikredildiğine göre, onun davası
dinle-nir ve
kabul edilir. Zira insan çoğu kez kendi malının
kıymetini bilmez. Eğer onu kıymetinin
beyanı teklif edilse, davacı zarara
uğrar», denil-miştir.
Ben diyorum ki: Dava konusunun bu kadar aşırı bilinmezliğine rağ-men davanın
sahih kabul
edilmesinin
faydası şudur: Davalı, inkâr ettiği
takdirde yemin etmeye, ikrar etmesi veya
yeminden
kaçınması halinde de beyan etmeye zorlanır.
Zira Kâfi'nin sözleri ancak bu açıklamayla ta-mam olur.
«Kıymetinin zikredilmesinin şart olduğu ilh...»
Nehir müellifi Şeyh Ömer, «Bu
ifadenin şu şekilde
anlaşılması daha uygundur: Eğer iddia olunan mal hâkimin huzurunda ise, onun kıymetini
zikretmek şart de-ğildir. Ancak hırsızlık davasında
mal huzurda da olsa, kıymetini
söyle-mek
şarttır.» demiştir. Hâmevî.
METİN
Davacı helak
olan birşeyin kıymetini dava
ederse, dava konusu olan şeyin, dava ve şahadette
cinsini ve
nevini beyan etmesi şarttır. Çünkü hâkim ne üzerine hükmedeceğini bilmelidir.
Ancak istihlâk edilmiş
olan bu mal, canlı hayvan kabilinden ise, onun erkek veya dişi olduğunun
belirtilip
'belirtilmemesi hususu ihtilaflıdır. Fakih Ebûlleys, «Kıymetinin açıklanması şart olduğu
gibi erkek veya
dişi olduğunun belirtilmesi de gerekir» demiştir.
İhtiyar adlı eser de Ebûl'leys'in bu
görüşünü
tercih etmiştir. Şehîd de,
«Kıymetinin, erkeklik veya dişiliğinin açıklanması yanında
hayvanın yaşının
da belirtilmesi şarttır» demiştir. Bu konunun tamamı İmâdiye adlı eserdedir.
Dava konusu
vedîa ise, emanet verilen şeyin taşınmasına ihtiyaç olsun veya olmasın, koruma
yerinin açıklanması gerekir.
Çünkü vedîada belirli yerde koruma
gereklidir. Ayrıca dava ile talep
edilen
kıymeti de-ğil kendisidir.
Gasp
davasında ise. gasbedilen şey için taşıma ve masrafa ihtiyaç
varsa, davanın sıhhati için
gasbedilenin
bulunduğu yeri de belirtmek ge-rekir.
Çünkü gasbedilenin aynını geri vermek
asıldır.
Eğer taşıma külfet ve masrafı söz konusu değilse, gasbedilenin
bulunduğu yerin belirtilme-si
gerekmez.
Mislî olmayan
bir şeyin gasbı davasında, zahir kavle göre, gasbolduğu günkü kıymetini
beyan
etmek lâzımdır. İmâdiye.
Bir akarın davasında ise, şahadette onun sınırlarını bilmek
nasıl şartsa, iddia edilen akar
meşhur
dahi olsa,
onun sınırlarını beyan etmek de şarttır. Ancak
İmameyn
buna muhalefet etmişlerdir. Ama
eğer şahitler iddia edilen binayı bizzat
tanıyorlarsa onun hudutlarını zikretmeye ihti-yaç
yoktur.
Nitekim bir akarın satış bedelini dava ettiğinde, akarın
sınır-larını zikretmek şart değildir. Çünkü
akarın satış bedelini dava etmek, gerçekte bîr
alacak davasıdır. Bahır.
Bu akarda
hudutlar söylendiği gibi, akar veya evin bulunduğu şeh-rin, sonra mahallenin, sonra da
sokağın zikredilmesi lâzımdır.
Nitekim neseb davasında da önce kendi adının sonra babasının,
sonra da
de-desinin adı zikredilir.
Bu meselede hudutların üçünün zikredilmesi yeterlidir. Dördüncü sınırın zikredilmemesi
mümkündür. Ancak dördüncü sınırı da zikreden yanılırsa, o zaman dava geçerli olmaz.
Mültekâ.
Çünkü bu yanılma, da-va konusunu ihtilaflı hale getirir. Ancak böyle bir yanlışlığın mahkeme devam
ederken sonradan tavzih edilmesi mümkündür. Fusûleyn.
Bu hudutları
söylerken, sınırların sahiplerini ve
neseplerini de zik-retmesi gerekir. Eğer
sınır
komşusu olan kimse meşhur
birisi değilse, onun dedesinin adını da zikretmesi gerekir. Sınırın
sahibi meşhur bir kimse
ise, maksat hâsıl olduğundan
onun adı ile yetinilir. Bu akar veya ev
davasının,
«Falan kimsenin elindedir» demesi
lâzımdır. Eğer dava konusu
olan şey, daha önce
geçtiği gibi
menkûl bir mal ise, o zaman, «Haksız olarak onun
elindedir» demesi de gerekir.
Davacı ile
davalının birbirlerini doğrulaması ile akardaki
el sahibi, belirlenmiş olmaz. Belki delil
veya hâkimin bizzat bilgisi gereklidir.
Çün-kü menkûl malın zilyedinin
görülmesinin aksine, akarda
tarafların
ya-lan söyleme ihtimali vardır.
Bizim akar hakkında söylediğimiz mutlak değildir. Belki davacının akarın mutlak şekilde kendi
mülkü
olduğunu iddia etmesi halinde
böy-ledir. Ama iddia ettiği akarın kendisinden gasbedildiğini
veya halen ta-sarruf eden kimseden
satın aldığını iddia ederse, o zaman delili gerek kalmaz. Çünkü
fiil davası,
zilyed üzerinde sabit olduğu gibi, başkası
üzerinde de sabit olabilir. Bezzâziyye.
Davacı, dava
konusu şeyi talep ettiğini belirtmelidir. Çünkü eğer bunu zikretmezse,
dava konusu
şeyin karşı
tarafın elinde bir rehin veya semen karşılığı
hapsedilmesi ihtimali, de olabilir.
İşte bu
talep etme
sözü ile «Haksız yere» sözüne ihtiyaç
kalmamaktadır.
«Cinsini ve
nevini beyan etmesi şarttır ilh...» Ben diyorum ki; bu yerde
benim 'bir şüphem vardır.
Şöyle ki, eğer
çeşitli malları dava etmiş olsa, metinde geçtiği gibi bu çeşitli malların toplam
fiyatını
söylemesi yeterli olur. Fusûleyn adlı eserde
şöyle
zikredilmiştir: «Davacı, dava ko-nusu şeylerin,
hasmın elinde mevcut olduğunu iddia etse, o zaman has-mına", bunları mahkemeye getirmesi
emredilir. Dava konusu şeyler ha-zır olunca,
delil kabul edilir.
Davacı,
onların helak olduğunu iddia etse ve
hepsinin kıymetini top-lam olarak
beyan etse, davası
dinlenir.
Bundan anlaşıldığına göre; Mu-sannifin eşya davasında yukarıda zikrettiği ancak o eşya
helak olursa, o zaman hepsinin kıymetini toplam olarak beyan etmesi kabul edilir. Eğer dava
konusu eşya
helak olmamışsa, o eşyanın kıymetinin
belirtil-mesine ihtiyaç yoktur.
Çünkü bu
takdirde dava
konusu şeyi hâkimin huzuruna getirmesi
istenir.
Yukarıda
İbn-i Kemal'den naklettiğimiz üzere dava konusu menkûlün, helak olması ve benzeri
sebeplerle hâkimin huzuruna getirilmesi güçse, kıymetinin açıklanması,
özelliklerinin belirtilmesine
ihtiyaç bırakmaz. İb-n-i Kemal'den naklettiğimiz
ifadeler Musannifin aynı bahsinde
zikrettiği,
«Kıymetini zikretmek kâfidir» sözüne uygun düşer. O zaman Musannifin buradaki, «Cinsini
ve
nevini beyan etmesi şarttır» sözünü anlamak
güç olur. Eğer desek ki, «Kıymetin zikri ile birlikte
vasıflarını
da beyan lâ-zımdır» demiş olsa, o
zaman kıymetinin davası ile helak olan
nesnenin bizzat
aynim dava etmek arasında bir fark kalmaz.
O zaman artık Mu-sannifin sözlerinin Bahır'a uyarak,
«Zikredilen şartlar;
deyn davasında değil, ayn davasında geçerlidir.» sözünün manası
ne olur?
Burada
dü-şünülsün.
Sirâciye'den
naklen Bahır'da, «Sınırlanmış bir şeyin semenini id-dia ederse, o şeyin hudutlarını
beyan etme şart değildir» denilmiştir.
«Zahir kavle
göre ilh...» Nuru'l-Ayn'da şöyle denilmiştir: Mislî olma-yan
birşeyin gasb ve helakinde,
zahiri rivayete, göre uygun olan, gasbedildiği
gündeki kıymetini beyan etmesidir. Bir rivayete göre
mâlik, nesnenin gasb günündeki veya helak günündeki
kıymetini almakla mu-hayyerdir. O
halde,
hangi gündeki
kıymetini almak istediğini beyan
et-mesi lâzımdır. Ayn'ın, istihlâki sebebiyle bin
dinar iddia
etse, o ayn'ın helak edildiği yerdeki
kıymetini beyan etmesi lâzım olduğu gibi, ayanı da
beyan etmesi lâzımdır. Çünkü ayn'larda bazısı kıyemî, bazısı ise mislîdir.»
«Akarın davasında ilh...» Ev, arsa gibi başka yere nakledilmeyen mala akar
denilir. Şuf'a kitabında
meşayihimiz
açıkça ifade etmişlerdir ki, mücerred bina ve bağ ağaçları
menkûl mal sayılır. Bunlar
arsasız ola-rak satıldıkları takdirde orada
da şüf'â hakkı yoktur. Eğer bunlar
arsa ile birlikte
satılırlarsa, o zaman arsaya tabi olarak onlarda şüf'â
hü-kümleri cereyan eder. Asrımızın bazı
âlimleri
yanılarak bazı akardan say-mışlardır.
Onlar yanılmaları hususunda
uyarılmışsa da adet
üzerine
söz-lerinden dönmemişlerdir. Bahır.
Ebussuud
Hâşiye'sindeki, «Bina ve bağlarda
şüf'â yoktur» sözü, «Toprak, ihtikâr edilmiş
değilse»
sözü üzerine
hamledilir. Yok eğer bina ihtikâr edilmiş arsa üzerinde ise, bunda şüf'â sabit olur.
Çünkü bu
bina-nın o yer üzerinde kalma hakkı
vardır. Bu yüzden, ileride şüf'â bahsinde de geleceği
gibi bina
menkûl olmaktan çıkar ve akara dönüşür.
«Dördüncüsü
terkedilse de ilh...» Yani davacı veya şahit dördüncü hududu söylemeseler. İkisinin
de hükmü,
kayıp ve yanılmada birdir. Ni-tekim bu husus Fusûleyn'de
açıklanmıştır.
«Yanılsa, o
zaman sahih olmaz ilh...» Bunun benzeri, meselâ,
peşin para ile birşeyi aldığını iddia
etse, şahitlerin sözü şahadet kabul edilir.
Şahitler semenin cinsinin beyanında sükût etseler de yine
kabul edilir. Ancak
şahitler semenin cinsini zikretmekle birlikte, bu
konuda çelişkili beyanda
bulunsalar, şahadetleri kabul edilmez. Nitekim
Zeylâî'de de böy-ledir. Sâyıhânî.
«Fusûleyn
ilh...» Davacı yanıldığını iddia etse, onun davası dinlen-mez ve delili kabul edilmez.
Çünkü davalı,
davacının iddiasını kabul et-tiği
takdirde, dava konusu gayr-i menkûlün bu hudutlarla
tesbit
edildi-ğini tasdik etmiş olur. Bu kabul edişten sonra yanıldığını iddia etmekle bir önceki
iddiasını nakzetmiş sayılmaz.
Biz, yanılma iddiasını şöyle açıklayabiliriz: Davalı, «Hudutlardan bi-risi, şahidin zikrettiği gibi
değildir» dese veya
hududun sahibi, «Hudud doğrudur fakat
bu adla değildir» dese, bunların hepsi
onun davasını
nefyetmektedir. Nefyin üzerine
şahadet getirmek de kabul edilmez.
Fusûleyn
sahibinin, zikredilen hususta bir
araştırması vardır ki biz onu Bahır'ın
hamişinde yazdık.
Oraya yazdığımızın sonucu şöyledir: O za-man davacının, «Bu senin değildir» diye cevap vermesi
mümkündür. O,
bu takdirde çelişkiye
düşmez. Veya başlangıçta şöyle
cevap verebilir: «Bu benim
sınırlarını belirttiğim akara muhaliftir.» derse, o
zaman da açıklama yapması gerekir. Bu konunun
tamamı
Câmiü'l-Fusûleyn'dedir.
Sâyıhânî özet
olarak şöyle yazmıştır: «Davalı, «Şu hudutlarla sınır-lanan akar benim elimde
değildir.»
dediğinde, onun hasmı olan davacı da, «Hayır o senin elindedir. Fakat bir yanılma
olmuştur» der
ve onun sözünü men eder. Eğer şahit,
dava meclisinde 'yanıldığını açıklarsa, ka-bul
edilir. Eğer meclisin dışında yanıldığını söylerse,
bu söz hâle uygun düşerse yine kabul edilir.
Bezzâziyye.
Bezzâziyye'nin ifadesi şöyledir: «Akar
davasında şahitler sınırların birisinde veya ikisinde
yanılsalar, sonra dava meclisinde veya dava
mec-lisinin dışında yanıldıklarını
telâfi etmeye
çalışsalar, eğer yanıldıkları ile düzeltme yaptıkları ifadeler arasındaki çelişki
giderilebilirse kabul
edi-lir. Meselâ: «Akarın doğu sınır komşunun adı şu idi, fakat sonradan adı-nı değiştirmişti
şu oldu»
veya «Doğu sınır komşusu falanca orasını
sattı, adı zikredilen kimse arasını
satın almıştı» gibi...
«Dedesinin adını da zikretmesi lâzımdır ilh...»
Biz şahadet üzerine, şahadet babının hemen önünde,
şunu ifade
etmiştik: Sınırları tapu se-nedinde belirlenmiş olan yerle ilgili dava ve şahadet sahih
olur. Ancak eve (dara) gelince, Ebû Hanîfe'ye göre herkes tarafından bilinse bile, onun sınırlarını
söylemek gerekir.
Sınırların tam söylenmesi ise sınır sa-hiplerinin dedelerinin adını
zikretmekle
olur.
İmameyn'e göre ise, herkes tarafından
bilinen bir bağımsız evde, sınırları söylemek şart
değildir.
Me-selâ, «Bu ev Kûfe'deki Ömer bin Hâris'in evidir» demek gibi. Buna göre eğer,
«Falan
kişinin evine
bitişiktir» dese ve maruf bir kimse olduğu hal-de isim ve nesebini zikretmese
yeterli
olur. Çünkü o
kimseyi tanıtmak için adını
ve nesebini söylemeye ihtiyaç vardır. Kendisi herkes
tarafın-dan
bilinen birisi olunca böyle bir
tanıtmaya ihtiyaç kalmaz. İşte bunlar gerçekten hatırda
tutulması
gereken meselelerdendir. Fusûleyn.
Uygulama örneği: Câmiü'l-Fusûleyn'de şöyle
denilir. «Bahçeli ev davasında, sınırlarını söylerken,
«Falan kişinin vârislerinin evine bitişiktir» dese, tarif tam olmaz. Çünkü tarif ancak
isim ve nesebin
söylenmesi ile meydana gelir. Ancak
bazı âlimler, ilk tarifin de yeterli olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü,
«Falanın vârisleri» sözü, yeri
belirlemek için kâfi gelebilir.
«Birinci
görüş şöyle açıklanmıştır: Varisler meçhuldür.
Çünkü varis-lerden ashâbü'l-Ferâiz
sıfatıyla
miras alanlar olduğu gibi, asâbe veya Zevi'l-Erham
olarak hisse alanlar da bulunabilir. Sonra şu
meseleye
dik-kat çekilmiştir: «Falanın taksimden önceki varislerinin
evine bitişiktir» diye yazılsa,
sahih olur
mu? Bazı âlimler buna sahih olur, derken, bazı-ları, sahih olmaz,
demişlerdir. Yine,
«Falanın terekesinden olan bir eve bitişiktir» dese,
sınır bakımından sahih olur. Eğer sınırlardan
birisi olarak sahibi bilinmeyen bir yer
söylense, bu yeterli değildir.
«Ben derim ki: Eğer hudutlar biliniyorsa, onların tasarruf sahiblerini zikretmeye ihtiyaç
olmaması
gerekir.
Çünkü hâsıl olmaktadır».
Bu meselenin, yukarıda
Ebû Hanîfe'den naklettiğimiz görüşe muha-lif olduğu acıktır.
Sonra da
şöyle denilmiştir: «Davacı,
sınırlardan birisi olarak hazine mülkünü göstermiş olsa, kimin
elinde
olduğunu söylemese de sahihtir. Çünkü
o yer, naibinin vasıtası ile devlet başkanının
elindedir.
Yol ise boyu ve eni beyan
edilmeden hudud olarak kabul edilir. Ancak
bir gö-rüşe göre
kabul edilmez. Nehir, bazı âlimlere göre kabul
edilmez. Yine sur da nehir gibidir. Bu da bir rivayettir.
Mezhebin
zahirine göre ise sur sınır olarak kabul edilir.
«Akar veya
bahçeli ev davasında, «Benim iddia
ettiğim falanın arazi-sine bitişikti» dese, o adamın
da çok ve
dağınık yerleri bulunsa bile da-va ve şehâdet sahihtir. İddia ettiği ev
veya
akarın vakıf
arazisine bitişik olduğunu söylemesi yeterli değildir. Uygun olan vakıf, yerinin fakirlere veya
mescide
vakfedildiğini söylenmesidir. Mescid veya fukaraya vakfe-dildiğini söylemek, vâkıfı
söylemek gibidir. Bazı âlimlere göre
vâkıfı söy-lemekle tarif sabit olmaz.
Kimin elinde olduğunu
söylediği zaman tarif tamam olur.
«Ben diyorum
ki: «Kimin elinde olduğu» sözünü
eklemek, ancak ta-rif o şekilde yapılabiliyorsa,
gerekir. Yoksa vakfedenin zikredilmesi ye-terlidir.
Eğer vakfın tasarruf sahibini zikretmeden
biliniyorsa, o zaman zaruretsiz olarak onu
söylemek fazlalık olur.» Özetle.
«El sahibi tesbit edilemez ilh...» Bu çok defa
meydana gelir. Zamanımızın birçok
hâkimleri de
bundan
gafildirler. Çünkü onlar tapu
senetlerine, «Zikredilen akarın
üzerine el koyduğunu ikrar
etmiştir.»
diye yazarlar, o zaman davacının şöyle demesi lâzımdır: «O benim akarıma el
koymuştur.» Şahitler de ona şehâdet edeceklerdir. Bundan ötürü ben bu meseleyi şu şekilde
manzum olarak ifade ettim: «Sen hiç şüphe etme, akar davasında davacı ile davalının birbirini
tasdik etmesiyle
akarın sahibi belirlenmiş olmaz. Eğer gasb veya davalının
satın aldığını iddia
etmezse, delil gereklidir.»
Câmiü'l-Fusûleyn'de,
Hâniye'ye işaretle şöyle denilir:
«Başkasının elinde olan birşeyi dava ederek:
«O benim mülkümdür. Şu adam da ona haksız yere el koymuştur» dese, Fukâhâ, bunu böyle
demesi, o ma-la el koyan hakkında gasıb davası değildir, demişlerdir.»
Fusûleyn
sahibi şöyle diyor: «Ben diyorum ki, Feş'te geçene kıyas edilirse, «Şu benim mülkümdür,
haksız yere
senin elindedir.» dese, gasb ettiği günü söylemesi dahi, sahihtir. Uygun
olan yine
burada da sahih ol-masıdır.» Bu bahsin tamamı Fusûleyn'in altıncı faslındadır.
«Dava konusu
şeyi istediğini zikretmelidir ilh...»
İster o taleb ettiği bir ayn,
ister deyn, ister menkûl,
ister akar olsun. O halde, «Falanın üze-rinde
benim on dirhemim vardır», dese ve
başka birşey
söylemese,
hâ-kime, «Ona bana vermesini emret» deyinceye kadar sahih olmaz.
Ba-zı âlimler onun
sahih
olduğunu söylemişlerdir. Sahih olan
ancak budur. Sâyıhânî, Kuhistânî.
«Eğer bunu
zikretmezse ilh...» Yani, «Ben onu taleb ediyorum.
Ona emret bana versin» demese
talep de
bulunamaz. Çünkü, davalının yanın-da başka bir hakla bulunmuş
olması mümkündür.
METİN
Dava konusu,
ölçülecek, tartılacak, nakit veya gayri nakit bir ala-cak (deyn) olursa, onun iyi veya
kötü cinsten
olduğuna dair özelliklerini zikreder. Çünkü o ancak özellikleriyle
bilinir. Misliyetten
olan şeyin
da-vasında da cinsini, nevini, sıfatını, miktarını ve nakit para dışındaki ala-caklar için,
alacağın
doğuş sebebini zikretmesi gerekir.
Eğer bir
diğerinin üzerinde bir ölçek buğdayın olduğunu iddia eder, fakat bu
alacağın doğuş
sebebini zikretmezse, onun davası dinlenmez. Sebebini zikrederse, bunun bir
selem akdi olduğu
dikkate alınarak, onu ancak belirledikleri teslim yerinde isteyebilir. Karz, gasıb veya istihlâk
davasında da
karz ettiği ve benzeri yerlerde taleb eder.
Bahır.
Hâkim
davalıya, davanın sıhhati kabul edildikten sonra, «Falan sen-den şunu
iddia ediyor ne
dersin?»
-diye sorar. Eğer davacının davası sa-hih değilse,
davalının cevap vermesi gerekmez.
Hâkimin
sorusu üzerine davalı, ikrar ederse başka
'bir işleme gerek kalmaksızın
dava sona erer.
Eğer inkâr ederse, davacı delil gösterirse, davacı
talepte bulunmasa bile hâkim davalı aleyhine
hüküm verir.
Eğer davacı
delil getiremez ve davalının yeminini taleb ederse, hâ-kim davalıya yemin verir.
Çünkü
bütün
davalarda ancak davacı yemin talebinde bulunursa hâkim davalıya yemin
teklif edebilir.
Ancak Ebû
Yûsuf'a göre, dört yerde davacı talepte bulunmasa da hakim
davalıya yemin verebilir.
Bunun dayanağı Bezzâziyye'deki ifadedir.
Yine Bezzâziyye şöyle demiştir: «Birisi, ölen bir odamda alacağı ol-duğunu
iddia ederse, varisler
taleb etmese bile hâkim alacaklıya onun borcunu ödemediğine, bir diğerine havale etmediğine ve
borçluyu ibra etmediğine veya iddia olunan meblâğın bir rehin karşılığı olmadığına
da-ir yemin
teklif edeceği hususunda Fakihler icmâ etmişlerdir».
Davalı, «Ben
ne ikrar, ne de inkâr ederim» dese, yemin teklif edil-mez, inkâr
veya ikrar edene kadar
hapsedilir.
Yine hiçbir afet olmadan davalı susmaya devam etse, İmam Ebû
Yûsuf'a göre -Hülâsa-
inkâr veya ikrar edene
kadar hapsedilir. Bahir sahibi, «Hükme müteâllik
mad-delerde ancak İmam
Ebû Yûsuf'un
kâvliyie fetva verileceğine binaen
ben de bununla birkaç defa fetva verdim»
demiştir.
Sonra
Bedâî'den naklen, «Susan bir kimsenin susmasının inkâr
sayılması,
çok şüpheli bir hâl
olduğu için
hâkim ona yemin teklif eder.
Burada, «Hâkim ona yemin teklif eder»
sözüyle
kayıtlamamız
taraflar, «hâkimin dışında bir kimse-nin yanında yemin teklif edilebileceği, eğer davalı
yemin ederse borçtan kurtulacağı» hususlarını içine
alan bir sözleşme yapsalar, böyle
bir
sözleşmenin bâtıl olduğunu belirtmek içindir. Çünkü hasmın isteği üzerine yemin teklifinde
bulunmak
yalnız hâkimin hakkıdır. Hâkimden başkası yanında yapılan yemine veya
yeminden
kaçınmaya
itibar edilmez. Eğer davacı yeminden
sonra dava konusu ile ilgili bir
delil ikâme etse,
delili kabul edilir. Yoksa hâkimin huzurunda ikinci
defa yemin teklif edilir. Ancak birinci yemini
hâkim
huzurunda olmuşsa, o yeminle yetinilir. İkin-ci yemine ihtiyaç
kalmaz» denilmiştir.
Musannıf, Kınye'den naklen şöyle der: «Gerçekten,
yemin teklif etmek hâkimin hakkıdır. Hâkim
yemin teklif
etmedikçe yapılan yemine iti-bar edilmez.»
Davalı ile
davacı, yemin ederse, davalının zamin olacağı
şeklinde anlaşsalar ve davacı yemin etse,
davalı zamin
olmaz. Çünkü bu yemin şeriata aykırıdır. Resulûllah'ın: «Beyyine davacıya, yemin de
ikrar ede-ne aittir» hadisine göre davalıdan sonra davacıya yemin
teklif edilemez. Rasulûllah'ın hem
şahit yem yemin ile birlikte hükmettiklerine
dair olan hadisi ise zayıftır.
İbn-i Muîn ravisini münker
görerek hadisi reddeder. Aynî.
İZAH
«Vasfını zikreder ilh...» Kenz'de, Vasfını
zikretmekle beraber, «Ben o malı taleb ediyorum» demesi
de ilâve
edilmiştir. Bahır'da da «Metin ve
şerhlerde, «Ben o malı taleb ediyorum» sözü açıkça yer
almıştır.» denil-miştir. Hülâsa ve Bezzâziyye gibi,
fetva sahipleri ise, «Ben o malı taleb ediyorum»
sözünü zayıf
bir görüş olarak belirtmişlerdir.
Çünkü mak-sat bu lafzı kullanmak değil, Umde'de
olduğu gibi
talebi ifade eden, me-selâ hâkime, «Ona
emret bana hakkını versin» gibi sözler de
yeterlidir.
Bununla birlikte, musannifin, «Ben onu talep ediyorum» sözünü zikretmesi
gerekirdi.
Çünkü herkesçe bilindiği gibi fakihler metin ve şerhler-de olan sözleri, fetvalarda olanlara tercih
ederler.
«Cinsini zikretmek ilh...» Meselâ, dava konusu
buğdaysa, «sulan-mış buğday» onun nev'î,
«iyi cins
buğdayıda sıfatı olur. Bu özelliklerin davada belirtilmesi gerekir.
«Davası
dinlenmez ilh...» Dava konusu selem ise, bunun sahih ol-ması için gerekli şartları belirtir.
Meselâ, sermayenin cinsi, Selem ko-nusu malın nev'î sıfatı eğer tartılacak cinstense tartısı, akit
meclisinde verdiği nakdi zikredilir. Eğer musannif ayrıntıya girmeksizin, «Davacı ile davalı arasında
sahih bir satım akdi cereyan ettiğini»
söyleseydi bu yeterli olur ve dava hilâfsız sahih olurdu.
Bunun
üzerinde her bir sebep için birçok, şartlar varsa. Musannifin, «Vücub sebebi» demesi kâfi
gel-mez. Eğer
şartları az ise, o zaman bu sözle
yetinilir. Buna Şemsü'l-İslâm, «Bir
kimsenin
diğerine, «Sen sahih bir kefaletle kefil ol»
demesi, selem gibi sahih olmaz. Çünkü onun kabulü
sahih
olmadığı görüşünde olan Hanefîlere göre değil ancak onun sıhhatini kabul
eden kimseye
göre sahih
olur. Bu duruma göre bir kimse, «Bana kefil
ol» demiş olsa, karşı taraf bu teklifi
mecliste kabul etse, sahih olur. Karz'a ise,
bir kimsenin, «Sana kendi malımdan katzettim» diye
zikretmesi lâzımdır. Zira böyle demese, o adamın vekil olması da mümkündür. Vekil de talep etme
hak-kına mâlik değildir. Karz davasında davalı üzerinde borç olması için, «Benden aldı
ve kendi
ihtiyacına sarfetti»
demesi de gerekir. Bu konu-da icmâ vardır. Çünkü Ebû Yusuf'a göre; karz olarak
verilen
paranın borç olması, paranın sarfedilmesine, istihlâk edilmesine
bağlıdır. Aksi halde borç
(deyn) olmaz, karzdır. Bezzâziyye'den
özetle.
«Delil
gösterirse ilh...» Bu ifadeden açıkça anlaşıldığına göre,
dava konusu olan malı ikrar eden
davalı
aleyhine delil ikâme edilmez.
Bahır'da, «Ancak dört meselede ikrar da etse delil ikâme edilir»
denilmiş-tir.
Yine Bahır'da, «Delilden sonra davalı ikrar ederse, o zaman delil ile değil onun ikrarı ile
hüküm
verilir. Eğer davalı cevap vermeyerek
susar-sa, cevap verinceye kadar
hapsedilir.»
denilmiştir.
«Davalıya yemin ettirir ilh...» Davalının yemin! ile davacının hakkı ortadan kalkmaz. Ancak, davasına
uygun olan bir delil ikâme etmedikçe de davacı olamaz.
Eğer delili varsa bunu ikâme eder. Bu delil
ile onun
lehine hükmedilir. Hâmiş'te de böyledir.
«Dört meselede ilh...» Bezzâziyye'de yer alan ve
karşı taraf talepte bulunmasa bile hâkimin re'sen
yemin
verebileceği dört hâl şunlardır:
1) Satılan
bir mal, müşteri tarafından bir ayıp sebebiyle geri ve-rilse, satıcı talep etmese bile
hâkim
müşteriye bu
malı ayıplı olarak alıp almadığına dair yemin teklif eder.
2) Hâkim,
şüf'â hakkı sahibine, bu hakkını
iptal etmediğine dair,, şüf'âlı malın sahibi talep etmese
bile yemin
teklif eder.
3) Gâib olan kocasının malından nafaka talep
eden kadına, hâ-kim, kocası ona nafaka olarak bir şey
bırakıp bırakmadığına dair yemin teklif eder.
4) Hâkim, istihkak davasında, hasım talep etmesi bile, malı
sat-madığına dair yemin teklif eder.
Hâmiş'te de
böyledir.
Yine Hâmiş'te
şu fer'î mesele vardır: Birisi diğer birisine,
«Senin ba-bama yüz dinar vereceğin
vardır. Babam
bu yüz dinardan hiçbir şey
almadan öldü ve bu yüz dinar bana miras kaldı.
Bu yüz
dinarı bana
tes-lim et» dese, davalı da, «Evet, babana yüz dinar
borcum vardı. Ancak ben onun
seksen dinarını hayatında kendisine ödedim, baban da falan şehirdeki evimde falan gün aldığını
ikrar etti» dese ve delil de ikâme etse, davacı,
«Babamın seksen dinarını kabzettiğine dair iddian
bâtıl-dır.
Çünkü babam, ikrarını iddia ettiğin günde o şehirde değil, şu şehir-de idi» dese ve delil
ikâme etse, davalının delili, davacının bu delili ile reddedilir mi? Bazı âlimler tarafından,
«Hayır,
reddedilmez»
denilmiştir. Ancak davacının babasının
davalının şahitlerinin babasının kabzettiğine
dair ikrarda bulunduğuna dair şahadet ettikleri gün başka bir şehirde bulunduğu
herkesçe bilinen
bir şeyse, o
zaman hâkim davacının delili jle
davalının delilini reddeder ve davalıya borcu ödetir.
Zahîre'de de böyledir.
Fetâvâ'l-Hindiyye'nin dokuzuncu babı, Şahadetin nefy ve isbatı bahsinden.
«İcma etmişlerdir ilh...» En uygun olanı
musannifin «İcma etmişler-dir» değil de, «Ancak ölen bir
kimseden bir alacak
iddia eden kimseye âlimlerin ittifakı
ile hâkim yemin teklif eden» demesiydi.
Yemifiin
şekli ise şöyledir: Hâkim ona, «Bizzat ondan olmadığına veya onun namına
bir başkasının
sana ödemediğine veya
senin emrinle başka birisinin on-dan kabzetmediğine veya onu o borçtan
ibra etmediğine
veya bir diğe-rini ondan almak üzere
havale etmediğine veya alacağına karşılık
sen-de bir
rehin bulunmadığına Allah'a yemin eder misin?» der ve o da ye-min
eder. Bezzâziyye'den
naklen
Bahır'da da böyledir. Bir kimse ölüm
hastalığında ikrar etmiş olsa bile, yine yemin teklif
eder. Nitekim Tatarhâniye'den naklen Eşbâh'ta da böyledir.
«Sonra Bedâi'den naklen ilh...» Bu nakil metindeki
meseleye racidir. Bahır'da şöyle
denilmiştir:
«Mecma'da, «Davalı, «Ben ne ikrar ne de inkâr ederim» dese, hâkim
ona yemin teklif edemez.»
denilmiştir.
Sa-rih de der ki, «İmam-ı Azam'a göre ikrar veya inkâr edinceye
kadar hapsedilir.
İmameyn'e
göre ise, ona yemin teklif edilir».
Bedaî'de de «Onun ne ikrar ne inkâr ederim»
sözü
inkârdır» denilmiştir. Bedaî'nin bu sözü aşikârdır
ki İmameyn'in kavlini tashihtir.» Bezzâziyye'de de
ol-duğu gibi.
H.
«İtibar edilmez ilh...» Bu mesele, metinde geçen meseleye uygun
de-ğildir. Çünkü metindeki
meselede birinci yemin hâkim dışındaki bir kimse yanında yapılmışsa
ona itibar edilmez. Bu mesele
ise, hâkimin huzurun-da, fakat hâkimin teklifi ile değil, davacının teklifi ile
yemin etmesidir.
«Anlaşsalar
ilh...» Vâkıât-ı Hisamiye'nin Rehin
bahsinden hemen •önce şöyle bir ifade
vardır:
«İmam
Muhammed'e göre, birisi diğerine. «Benim senden bin dirhem alacağım
var» dese, diğeri de,
«O bin
dirhe-min senin olduğuna yemin et, ödeyeyim.» dese, o da yemin
etse, yemin üzerine davalı
da ödese, eğer kılmış olduğu şart üzere ödemişse,
o şartı batıldır. Ödeyen, ödediğini
geri alabilir.
Çünkü, böyle bir şart İslâm'ın hükümlerine
aykırıdır. Çünkü şer'î hükümde yemin davacıya, delil
inkâr edene aittir.» Bahır.
METİN
Davacı
davasına delil ikâme ettiğinde,
davalı hâkimden davacıya, davasında haklı olduğuna ve
şahitlerin
doğru olduğuna ve şahadetlerin-de hak
üzere olduklarına dair yemin
teklif edilmesini
istese, hâkim onun sözünü kabul etmez. Çünkü bir davada, hasma iki defa yemin teklif edilmez.
Eğer edilirse şahide ne gerek kalır. Çünkü,
«Ben şahadet ederim» sözü bizim fakihlerimize göre
yemin niteliğindedir. Yemin de tekrar edilmez. Biz şahitlere
iyi davranmakla emrolunduk. Bu
yüzden, şahit
hâkimin kendisine yemin
teklif edeceğini ve nash edilmiş bir kaville amel edeceğini
anlarsa, o zaman şahitlik etmekten kaçınması meşru olur. Çünkü böyle olunca onun
şahitlik etmesi
lâzım gelmez. Bezzâziyye.
Mutlak
mülkte, yani kendisinde irs veya satın alma gibi bir mülk edinme
sebebi zikredilmeyen
malda, hariçten olan bir kişinin delili da-va konusu malı
elinde bulunduranın delilinden daha
haklıdır ve
kabulü daha uygundur. Çünkü o, davacı durumunda olup, hadis-i şerifle sabit olduğu
üzere, delil ikâme etmek
onun görevidir.
Ancak bir hayvanın yavrusu
olmak veya nikâh gibi bir sebep bulunmamakla mukayyet mülk olan
şeyler, bunun
hilâfınadır. İleride açık-lanacağı gibi delil, icma ile malı elinde bulunduranındır.
Davalı,
mahkemede «Ben yemin etmem» gibi açık ifadelere veya sûkut ederek hükmen
yeminden
kaçınsa ve hâkim onun sükût etmesinin sağırlık veya dilsizlik gibi bir
âfetten olmadığını bilse, sahih
kavle göre
onun aleyhine hükmeder. Sirâc. Üç kere yemin
teklifinde bulunduktan sonra hüküm
vermesi de
ihtiyatlıdır.
Yeminden
kaçınmasının hemen ardından hâkimin hüküm vermesi şart mıdır? Bu konuda görüş
ayrılığı vardır. Dürer. Musannıf, «Ben ihtilaflı görüşler arasında bir tercih yapıldığını tesbit
edemedim» demektedir.
Ben diyorum ki: Biz Kaza kitabında yeminden kaçınmanın hemen
akabinde vakit kaybetmeksizin
hüküm
verilmesinin farz olduğunu söyledik. Ancak
üç yerde farz değildir. Eğer yeminden
kaçınmasıyla
davalının aleyhine hüküm verilirse, sonra o yemin etmek isterse, onun ye-minine
iltifat edilmez. Hüküm aynen geçerlidir. Dürer.
O halde,
hüküm yolu üç olmaktadır. Beyyine,
ikrar ve yeminden ka-çınmak,
Eşbâh'ta da hüküm
yolları yedi
olarak yazılmıştır. Beyyine, ik-rar, yemin, yeminden
kaçınmak, karşılıklı yeminleşme
(kasâme) bir
de hâkimin tercih olunanı bitmesidir.
Yedincisi ise kesin bir karinedir. Şöy-le ki, boş
bir binadan
elinde kanlı bir bıçak olan bir adam telâşla çıksa, hemen o binaya girseler, içeride yeni
bıçaklanmış bir adam görseler, o halde elinde
kanlı bıçakla içeriden çıkan adamın katil olduğunda
hiç kimse şüphe etmez.
İZAH
«Şahitlerin
doğru olduğuna ilh...» Yani davalı
hâkimden şahitlerin doğru
söylediklerine dair yemin
etmelerini
taleb etse, hâkim bu isteği kabul etmez.
«Mutlak
mülkte ilh...» Mutlak mülk: irs veya satın alma gibi bir mülk edinme sebebi zikredilmeyen
mal anlamına gelir. Musannif, aşağı-daki sebeplerle mala zilyed olmayanın delilini zilyed olanın
delilinden
üstün tutma prensibini yalnız mutlak mülkte, mülk edinme
sebebini açıklamamakla
birlikte mülk
edindikleri tarihi belirtmeseler yahut ikisi de tarih belirtseler ve zilyed olmayanın
tarihi
zilyedinki ile aynı veya on-dan daha eski olabilir. Eğer
-zilyedin mülk edinme tarihi daha eski
ise,
ileride
konusu içinde geleceği gibi dava konusu malın zilyedin mülkü olduğuna hükmedilir. Ancak
zilyed olmayan mutlak mülk iddiasında bu-lunur ve zilyedde malı falancadan
satın aldığını söyler,
her kişi de delil getirir ve mülk edinme tarihini belirtirlerse, zilyedin tarihi daha eski ol-sa bile, malın
zilyed olmayana ait bulunduğuna hükmedilir.
Nitekim Zahîriye'de de böyledir. Bahr.
«Mukayyed mülk bunun hilâfmadır Un...» İrs veya satın alma gibi bir mülk edinme sebebi zikredilen
mala «mukayyed
mal» denir. Burada delil, zilyed olma dışında başka bir sebep üzerine ikâme edilir.
Böylece, davacının göstereceği delille
zilyedin mücerred zilyedlik delili eşit
du-rumda bulunurlar.
Ancak malı elinde bulunduranın zilyedlik
delili tercih edilir. Hüküm de onun lehine verilir. Sahih
olan da
budur. Bunun delili ise, Câbir bin
Abdillâh'tan rivayet edilen hadis-i şeriftir. Şöyle ki,
Rasûlullah
devrinde bir kişi diğer birisinin yanındaki
deveyi dava konusu yapar. O devenin
kendi
devesinin yavrusu olduğuna dair delil ikâme eder. Deveyi elinde bulunduran davalı da
devenin
kendisine ait olduğuna ve kendi devesinin yavrusu bulunduğuna dair delil gösterir. Rasûlullah
(S.A.V.) deveyi
elinde bulunduran kimsenin lehinde hüküm verir. Bahr. Hâmiş'te de böyledir.
(Buna
göre mukayyed mülkte, delillerde eşitlik halinde
zilyedlik
delili üstün kabul edilir.)
«Nikâh ilh...» Birisi, bir başkasının elindeki kadının nikâhlısı olduğu-na dair delil getirse,
karşı taraf
da delille onu isbat etse, hiç birisinin delili ile
amel edilmez. Çünkü bundaki mahal ortak
olmayı
kabul etmez.
Taraflar biribirlerinin delilini ibtal ettikleri zaman hâkim
kadınla onların, arasını ayırır.
Zira Kınye'de
olduğu gibi hiç birisinin diğerine
tercih edi-lecek tarafı yoktur.
Eğer bu dava,
kadını elinde bulunduran kimsenin, adamın duhûlün-den önce ise, tarafların üzerine
mehir gerekmez. Ama
eğer birbirlerinin delillerini ibtal etme, kadının ölümünden sonra
olursa,
taraflardan
hiç birisi de kesin nikâh tarihi gösteremezlerse, o
zaman o kadının her iki-siyle de
nikâhlandığına
hükmedilir. Taraflardan her biri kadının yarı mehrini verir, kadının terekesi varsa her
ikisi ondan
bir kocanın miras hakkını
alır. Bahır. Bu meselenin tamamı Bahır'dadır. Hâmiş'te olduğu
gibi.
«Sahih kavle
göre ilh...» Bu sahih kavilden maksat Ebû Yusuf'un kavlidir.
Yukarıda geçtiği gibi fetva
da onunladır.
«Daha
ihtiyatlıdır ilh...» Yani yemini üç defa teklif etmek ihtiyata daha
uygundur. Ebû Yûsuf ve
İmam
Muhammed'den rivayet edildiğine göre, yemini tekrar ettirmek vacibtir. Hatta hâkim bir defa
yeminden
ka-çınması üzerine hüküm verse, hükmü nafiz olmaz. Sahih olan kavle gö-re hükmü
nafizdir. S.
«Musannif
ilh...» Remlî, Minah hâşiye'sinde
şöyle der: «Bir defa yeminden kaçındığı zaman Ebû
Hanîfe ve
Muhammed'in kevtine göre o kimse
münkir sayılır. Ebû Yusuf'un kavline göre ise cevap
verene ka-dar
hapsedilir. Şu kadarı var ki. birincisi, dava anında, başlangıçta
su-sup cevap
vermemesi
hali içindir, ikincisi ise, önce
ikrar edip sonra susması hali içindir.
«İltifat
edilmez ilh...» Ama eğer aleyhine verilen hükümden sonra, tamamı geleceği
gibi delil ikâme
ederse delili kabul edilir.
«Yedincisi
ilh...» Hay reddi n Remlî, Minah
hâşiye'sinde bu «yedinci» üzerinde uzun uzun durarak
şöyle demiştir: «Bu yedinci mutemed
bir kitaba istinat etmeden kabul edilmez ve garibtir.» (Hüküm
yollarından
yedinci «kesin kârine»dir. Yukarıda metin kısmında açıklayıcı bilgi ve-rilmişti.)
Bahır'da da, «Bu yedincisinin
kaynağı
İbnü'l-Gars'ın üzerinedir. Şu kadarı vardır ki, İbnü'l-Gars'ın
ifadesi
«Yedinci ise kesin bir karinedir», şeklindedir,
denilmiştir.
METİN
Davalı, dava
konusu olan şey hakkında şüphe ederse,
kendisine uy-gun olan, hasmını razı
edip
yemin etmemesidir. Belki de harama düş-mekten
kaçınması için yeminden kaçınması vaciptir. Eğer
hasmı, razı olmayarak yeminini taleb ederse,
o zaman bakar, eğer zann-ı galibi da-vacının
iddiasında
bâtıl olduğu şeklinde ise yemin- eder. Eğer zann-ı ga-libi davacının haklı olduğu üzerine
ise, yemin
etmez. Bezzâziyye.
Davalı yemin ettikten sonra davacı delil ikâme
etse, âlimlerin ço-ğunluğuna her ne kadar yeminden
önce «Benim şahidim yoktur» demiş-se de, Siraç, Muhit'ten, Şerh-i Mecma'da olanın aksine yine
delili kabul edilir. Nitekim davalı, yeminden kaçması ile
aleyhinde verilen hükümden sonra delil
ikâme etse, onunda delili kabul edilir. Haniye.
Sahih olan kavil budur. Zira Kadı Şureyh,
«Reddedilmeyen
yalan yemin, âdil ye-minden daha evlâdır» demiştir. Çünkü yemin delilin halefi
gibidir. Asıl ortaya çıktığı zaman -ki bu delildir- onun halefi olan yemin hiç
edilme-miş gibi olur.
Bahır.
Yeminden
sonra delil ikâme edildiğinde, yemin edenin yalanı orta-ya çıkar. Eğer davacı malı
sebebsiz iddia eder, davalı da yemin eder, yeminden sonra
davacı delil ikâme ederse, davalı
yemininde hânis olur. Eğer yapmış olduğu yemin boşama veya azad üzerine ise onlar da vaki olur.
Fetva da
bunun üzerinedir. Haniye adlı eserin talâk
bahsi. Ancak Dürer sahibinin mutlak
ifadesi
bunun
aksinedir.
Davacının
iddia ettiği malı karz gibi bir sebebe dayanarak dava etmesi halinde de davalı borçlu
olmadığına
yemin ederse, bunun üze-rine davacı
delil ikâme ederse, davalının yalanı sabit olmaz.
Çünkü, da-va
konusu malın önce karz olarak alınması, sonra
ibra veya ifa edil-miş olması da
mümkündür.
Fetva da bu metindeki açıklamalara göredir. Fusûieyn, Sirâç, Şümnî ve diğerleri.
Kocanın veya karısının
inkâr ettikleri nikâhta, iddetten sonra inkâr ettikleri ricatta, îlâ
müddetinden
sonra
birisinin inkâr ettiği ilâdan dö-nüşte, veya cariyenin dava ettiği istilâtta (doğurtma) yemin
yoktur. Zi-ra
iddet bitmeden ricat her ne kadar kadın onu yalanlasa da, koçanın, «Ben ricat ettim»
sözüyle sabit olur. Zira koça ricatı
yenilemeye kadir-dir. İstilâdın ise aksi olmaz. Çünkü dava,
mevlâ
tarafından
yapılır. Zira istilâd, mevlânın
ikrarı ile sabit olur. Bu sebeple cariyenin inkârına iti-bar
edilmez.
Kölelik ve
neseb iddiasında da yine yemin yoktur. Şöyle ki, meselâ
birisinin
meçhul bir adam hükmündeki «Bu benim kalemdir» veya «Be-nim
oğlumdur» iddiasında
veya bunun aksine, birisinin diğeri
için, «bu benim efendimdir veya «Babamdır» iddiasında ve
bunlar gibi
had ve lianda yemin yoktur. Ancak şu kadarı
var ki, fetva, bu saydığımız yedi
şeyde
inkâr edene yemin
teklifi üzerinedir. Bu görüş İmameyn'e
aittir. Bunları altı sayanlar çocuğun
anneliğini
neseb veya kölelik davasına
ek-lemiş olmaktadırlar. Velhâsıl
müftabih kavle göre, hadler
hariç hepsinde yemin
vardır.
Yemin olmayan
meselelerden ikisi de kâzif haddi ile lian haddidir. İcmaen
bunlarda da yemin
yoktur. Ancak, efendi kölesinin azadını
ken-disinin zinasına bağlama gibi hakkı tazammun ederse,
o zaman köle efendisine yemin teklif eder. Şu kadarı var ki, köleye lâyık olan, zina
ettiğini
söylemeyerek, «Mevlâm benim azadımı bağladığı şeyi işledi» demesidir. Eğer efendi yeminden
kaçınırsa, kölenin azadı sabit olur. fa-kat
zina sabit olmaz.
Mal sahibinin
talebi üzerine hırsıza malı çalmadığına
dair yemin tek-lif edilir.
Mal sahibi iddia
etmedikçe hırsıza yemin teklif edilmez. Hırsız yeminden
kaçınırsa, çalındığı iddia edilen
mala zamin
olur, fakat
eli kesil-mez. Hırsızlığını ikrar
ederse, eli kesilir.
Fukâhaya göre
tazir davasında yemin teklif edilir. Nitekim Dürer'de açıklandığına göre,
birisi diğeri
hakkında
taziri gerektiren birşey
iddia ettiğinde, iddia olunan şeyi inkâr
etse, hâkim ona yemin teklif
eder.
İZAH
«Davalı yemin ettikten sonra ilh...» Zira yeminin hükmü, delil ikâme etmenin
sonuna kadar derhal
husûmetin
kalkması içindir. Sahih olan da budur. Bazı âlimlere
göre yemin mutlaka husûmetin
kalkması için-dir. T.
«Yeminden
kaçınması ile aleyhinde verilen
hükümden sonra ilh...»
Zira yeminden
kaçınmak bir ikrardır. Bu da eksik bir delildir.
Ama delil bunun aksine kuvvetli bir
hüccettir. Bu
hüküm, bir malın ayıbından do-layı reddi konusunda ortaya çıkar.
«Haniye ilh...»
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Bundan
sonra bilmiş ol ki, yeminden kaçınma
üzerine
hüküm vermek, aleyhinde hüküm verilen kimsenin hükmü iptal için delil ikâmesine mani olmaz.
Bunun dayanağı Hâniye'deki ifadedir. Şöyle ki,
«Birisi diğerinden bir köle satın alsa,
sonra onda bir
ayıp bulsa, satan aleyhinde dava
açtığında satan adam onun iddiasını inkârla yanında iken köle de
ayıp olmadığını söylese, alı-cı satana yemin teklif etse ve o da yeminden
kaçınsa, hâkim de kö-lenin
geri
verilmesine hükmetse, daha sonra satan adam, «Ben ona kö-lenin
bu ayıptan 'beri olduğunu
söylemiştim» diyerek delil ikâme etse,
delili sabit olur.»
Ben diyorum ki: Bahir sahibinin Hâniye'den naklettiği genel bir kaide ise, onda bir
görüş vardır.
Şöyle ki, satıcının
yeminden kaçınması ya bağışlamaktır veya kölenin kendi yanında iken ayıplı
olduğunu
ikrardır. Yeminden kaçındıktan sonra, sattığı kölenin satış sırasındaki «Ayıptan beri
olduğunu söyledim» demesi ve buna dair delil ikâme
etmesi, ye-minden kaçınmasının altında ikrar
anlamı
bulunduğunu te'kîd eder.
Ama eğer birisi diğerinden bir mal iddia etse o da
yeminden ka-çınsa ve aleyhine hüküm verilse,
onun kaçınması ikrar sayıldığından aley-hinde verilen hüküm
sahihtir. Bundan sonra bunun,
aleyhine verilen hükümün ibtali için delil getirmesi çelişki olur
ve hükmü nakzeder. D za-man iki
mesele arasında bir fark olduğu ortaya çıkar. Buna göre Hâni-ye'den nakledilen küllî bir kaide
sayılmaz. Çok
açıktır ki, Bahir sahibi-nin sözleri, aleyhinde hüküm verilen kimsenin delil ikâme
etmesi
hususundadır. Sarihin sözlerinin zahirine göre ise, akışın da delâlet ettiği gi-bi, delil ikâme
eden davalı
değil, davacıdır. O halde Hâniye'de
olan buna nasıl delâlet eder?
«Dürer
sahibinin meseleyi mutlak olarak ifade etmesi üzerinedir
ilh...» Zira Dürer sahibi şöyle demiştir: «Minkirin yalanı delil ikâme et-mekle sabit olur mu? Doğru
olan sabit
olmamasıdır. Bu sebeple o, yalan yere şahitlik yapanın cezasıyla cezalandırılmaz». Buna
Zeylâî zikretmiştir.
«Veya ifâ
ilh...» Bu meseleden Allâme Makdisî şöyle bahsetmiştir: «Sabitte
asıl, sübutu üzerine
devam
ettirilmesidir. Çünkü siz de
hük-mettiniz ki, bir kimsenin lehinde birşeyle şahadet edilirse, o
şey kimsenin
olur. Asıl olan da o şeyin devam
etmesidir. Sebep mevcut olduğu zaman
o şeyde
sabit olur.
Asıl olan da sabit olan şeyin devamıdır.»
Ben derim ki: Bunun cevabı şudur: Bir şeyin bir kimseye
ait olduğu-nu tesbit etmek, geçmiş
zamanda o şeyin
onun mülkü olduğunu ifade etmektir.
Kişinin bu sabit olan şeyi
sahiplenmesi de o
şeyin mülkiyetinin o kimseye sübûtundan sonra bir
diğerinin ona itiraz etmesini defetmeye
elverişlidir.
Çünkü fakihler dava konusu malı
hükümden sonra sahiplen-menin isbata değil defe
uygun olduğunu söylemişlerdir. Biz bu
kimse-nin yemininden hânis duruma düştüğünü
söylersek
asıl olan karzın be-kası olur. Karzın bekası da
sahiplenme ile isbat edilmiş olur ki, bu da caiz
değildir:
«Cariyenin dava ettiği ilh...» Yani cariye efendisinden bir çocuk do-ğursa ve o da ölse, veya
bütün
azaları belirmiş bir çocuk düşürmüş olsa ve
bu çocuğun efendisinden olduğunu iddia etse,
efendi
bunu inkâr
et-se, buna yemin teklif edilmez.
İbn-i Kemal.
«Neseb iddiasında da ilh...» Manzume'de, «Velâdın»
kelimesi de mevcuttur. Hakâik'te şöyle
denilmiştir: «Ve nesebin
denilmemiştir. Çünkü ancak İmameyn'e göre mücerret neseb davasında
münkire yemin
tek-lif edilir. Kişi hakkında babalık veya
oğulluk iddiası, ikrarı ile sabit olacağı
takdirde
yemin teklif edilir.» İbn-i Kemal.
«İtkin velayetinde ilh...» Yani köle olarak
meşhur olan birisinin di-ğeri hakkında, «O
beni azad
etmiştir» veya «Benim mevlâmdır» iddia-sı, karşısındaki kimse
tarafından inkâr edilirse, ona yemin
teklif
edilmez.
«Yedi şeyde
ilh...» Yani dokuzdan ilk yedi şeyde.Zeylâî,
«Dokuzdur sözü, İmameyn'in sözüdür.
Yedidir sözü ise
Ebû Hanîfe'nin sözüdür» de-miştir. S. Remli. Bir kimse yeminden kaçınırsa,
İmameyn'e
göre onun aleyhine hüküm verilir» demiştir.
«Hırsıza
yemin teklif edilir ilh...» Yine nikâhta da kadın mal iddia etse, yani kadın erkekle nikâhlı
olduğunu
iddia etse, kadının bu iddia-dan maksadı mehir ve nafaka gibi mal ise, nikâhlı
olduğunu,
iddia ettiği
erkek inkâr etse, erkeğe yemin teklif edilir. Şayet erkek yeminden ka-çınırsa, kadının
iddia ettiği
malı vermesi lâzımdır. Fakat bununla kadının ona helâlliği sabit olmaz. Bu duruma göre
erkeğin
yeminden kaçınmasıyla helâllik
değil, yalnız mehir, nafaka gibi mâli
haklar sabit olur.
Neseb
davasında da eğer bir hak iddia etmiş ise.
o iddia ettiği na-faka ve miras gibi
malsa veya
bulunan bir
çocuğun besleme hakkı gibi veya
mülkiyet sebebiyle ıtk gibi veya hibeden dönmekten
imtina gibi
mal olmayan şeyse, inkârı halinde
yemin teklif edilir. Yeminden kaçınırsa, o zaman iddia
olunan hak
sabit olur. Eğer iddia olunan nesne, ikrarla sabit olan birşey
değilse, neseb de sabit
olmaz. Eğer ikrarla sabit
olan türden ise yine zikredilen hilaf
üzerinedir.
Bunlar gibi
akitleri inkâr eden kimseye de yemin teklif edilmesi
lâ-zımdır. İbn-i Kemal.
Kısasın inkâr edilmesine
gelince, Musannıf bunu ileride zikredecektir.
Sadru'ş-Şerîa'da bilmece
şeklinde şöyle bir ifade vardır: «Hangi
ka-dın iddette olmadığı halde
nafaka alır? Aybaşı veya
lohusa olmadığı halde de cinsî tekârrub helâl değildir? Hangi şahıs,
nesebi sabit olma-dığı halde miras alır? Nitekim kardeşlik iddiasıyla
irs iddia etse, kardeş-liği de
inkâr edilmiş olsa, inkâr eden kişi yeminden kaçındığı takdirde miras
alır.»
Velhâsıl yukarıda
sayılan
şeylerin hepsinde, mal iddia edilmediği takdirde, Ebû Hanîfe'ye
göre
yemin teklifi
yoktur. Bu şeylerde mal id-dia edilirse, hepsinin muvafakatiyle yemin
teklif edilir.
Sâyıhânî.
«Eli kesilmez ilh...» Bu kavle şöyle itiraz
edilir. Uygun olan, Ebû Hanîfe'ye göre, hırsız yeminden
kaçınırsa elinin kesilmesidir.
Zira elinin kesilmesi, azaların kısasında olduğu gibi, hırsızlığın
bedelidir. Velhâsıl bir azanın kesilmesinde veya hırsızlıkta yeminden kaçınmanın kesilmesi
gerektirmesi veya
gerektirmemesi hususunda uygun
olan, her ikisinin de bir olmasıdır. Bunu
birbirinden-ayırarak
şöyle cevap vermek mümkün-dür:
Azaların kısası kul hakkıdır. Mallarda olduğu
gibi, şüphe
ile de sabit olur. Hırsızlıkta el kesilmesi ise bunun aksine katkısız
Allah hak-kıdır ki bu
şüphe ile sabit olmaz. O halde hırsızlıkta elin kesilmesi ile
azaların kısasındaki kesilmenin
biribirinden
ayrı olduğu açıktır. Yâkûbiye.
«Tazir
davasında ilh...» Çünkü tazir yalnız
kul hakkıdır. Bundan do-layı da insan affetmekle taziri
düşürmeye
mâliktir. S.
METİN
Fusûleyn'de
şöyle denilmiştir: «Birisi bir kadının nikâhını dava
et-tiğinde, kadının yemini def etmesi
için bir diğeri ile evlenmesi gerekir. Bir başkası ile evlendiği takdirde kadına yemin
teklif edilemez.»
Hâniye'de, «Otuzbir meselede yemin talebi yoktur» denilmiştir. Nite-kim bu, vakıf
bahsinde
zikredildi.
Niyabet, yeminde değil, yemin talebinde câridir. Halefin yemin et-mesinde de; niyabet cari değildir.
Musannif,
birinci meseleyi dallandıra-rak: «Vekil, vasi, mütevelli ve küçük çocuğun babası yemin
taleb etme hakkına sahiptirler» demiştir. O halde
davadaki hasmına karşı bunlar-dan herhangi birisi
yemin
talebinde bulunabilirler.
Musannıfın,
ikincisini de dallara ayırarak, «Adı geçenlerden
her-hangi birisine yemin teklif
edilemez.
Ancak bunlardan birisine, davacı
meselâ, vekile, «Satım, alım veya
icâre aktini sen
yaptın» diye
iddia et-se, satıcının vekili, asilin
yerine ikrarı sahih olan bir davada,
ondan ye-min de
taleb edilebilir. Zira müvekkile vekilin ikrarı sahih
olduğu gibi, ikrardan kaçınması da sahihtir»
demiştir.
Hülâsa'da şöyle
denilir: «Davalı kendinden iddia olunan bir şeyi ik-rar eylese, ikrar ettiği
şeyi
vermesi
gerekir. Aynı şeyi inkâr edecek olur-sa, yemin teklif edilir. Ancak üç
durum müstesnadır.
Bu üç durum
Va-kıf bahsinin sonunda zikredilmiştir».
Doğru olan
«üç» değil,"Hâniye'de geçtiği gibi otuzdört olmasıdır. Bahır'da
da buna altı durum ilâve
edilmiştir.
Musannıfın oğlu olan
Tenvî-rü'l-Besâir sahibi Eşbâh
ven-Nazâir'in hâşiye'sinde, on dört
yer daha ilâve etmiştir. Eğer çok uzatmak korkusu olmasaydı bu durumların hepsini zikrederdim.
İnsana kendi fiiline dair yemin teklif edildiğinde, katiyetle; inkâr su-retinde o şeyin
olmadığına, isbat
suretinde ise, o şeyin olduğuna «val-lahi» diye yemin
verilir.
Başkasının fiili üzerine yemin teklif edildiğinde de , o fiil hakkında .«Vallahi benim
bilgim yoktur»
diye yemin ettirilir. Zahren başkasının fii-linden insanın bilgisi olmayacağından, ancak
o adamın fiili
yemin ede-ne
muttasıl ve hükmü kendine müteallik ve kendi fiiline raci olursa, o zaman
diğerinin
fiili üzerine
de katiyet üzere yemin teklif edilir.
Musannıf
geçen istisnada meseleyi dallara ayırarak şöyle demek-tedir: «Bir köleyi satın alan kişi,
kölenin
hırsız olduğunu veya işten kaçtığını iddia ve isbat eylese, köleyi satana bu hususta kâtî bir
surette yemin
ettirilir. Şöyle ki, satana, «Bu kölenin senin yanında hırsızlık yap-madığına ve işten
kaçmadığına Allah'ın
ismi ile yemin eder misin?» deni-lir. Halbuki kölenin fiili bir diğerinin fiilidir».
Bu yemin ettirmenin sıhhati ancak, kölenin
her ayıptan salim ola-rak satanın alana teslim etmesine
bağlıdır.
Öyleyse satanın kendi fiili olan salimen teslime raci olduğu için katiyetle ona yemin teklif
edilir. Zira kâfi yemin teklifi, bildiği bir husus üzerine yapılan yemin teklifin-den daha
tekidlidir. Bu
sebeple, katiyetle
yeminde mutlaka gerek ken-di nefsinin
ve gerekse diğerinin fiiline itibar edilir.
Aksi bunun
hilâfına-dır. Ki, ilme yemin nefsî
fiiline yemine kifayet etmez. Dürer. Zeylâî'den.
İZAH
«Otuzbir
meselede ilh...» Haniye
adlı eserde, otuz bir meselede yemin teklif edilmeyeceği
belirtilmiştir.
Bu, vakıf bahsinde geçti. S. Bu otuzbir
mesele Bahr'da da bu bahiste zikredilmiştir.
Hâmiş'te de İmam Hassaftan
naklen şöyle denilmektedir: «Ebû Yusuf
ve onun dışındaki Hanefî
âlimlerinden
bazıları şöyle derler: «Davalıya
her hangi bir se-beple yemin teklif
edilir ve o yemin
etmek veya yeminden kaçınmak yerine ikrarda
bulunursa, bu ikrarı yeterli olur.
Meselâ bir kimse
diğe-rinin
kendi babası veya oğlu veya
karısı veya efendisi olduğunu iddia
etse, davalı inkâr ederse,
yemin teklif
edilir. İkrarda bulunursa, dava-cının lehine hükmedilir. Eğer davacı,
bu kimsenin kendi
kardeşi veya
amcası ve benzeri olduğunu iddia etse,
burada davalıya yemin teklif edilmez. Ancak
kardeşi veya
amcası olduğunu iddia ettiği kişinin
zim-metinde irs gibi bir hak iddia ederse,
o zaman
davalıya yemin teklif edi-lir. Davalı yeminden kaçınırsa, mal sabit ise, mal ile onun aleyhine
hük-medilir.
Malın üçte biri ile vasiyet davası da zikrettiğimiz üzere, irs
da-vası gibidir. Ancak şu
mesele müstesnadır: Varis murisinin ölüp
ölme-diği üzerine yeminden kaçınarak elindeki murisin
malından,
üçte birinin vasiyetini iddia eden kimseye iddia ettiğini verse, sonra muris canlı olarak
gelse, burada yeminden
kaçman varis zamîn değildir.» Bezzâziyye'nin
Edebü'l Kadının yemin
bahsinden
nakledilmiştir.
«Yeminde
değil ilh...» Musannıfın bu sözü, Vehbâniye Şerhinden naklen gelecek olan,
«Dilsiz, sağır
ve kör bir
kimse yerine velisi yemin edebilir.» sözünün aksinedir.
«Yemin de
taleb edilebilir ilh...» Burada kapalı bir nokta vardır: Bil-gisi
üzerine mi, yoksa katiyyetle
mi yemin teklif edilir? Nuru'l-Ayn'ın yirmi
altıncı faslında şöyle zikredilmiştir: «Vasi,
terekeden
birşey satsa,
-müşteri de onun ayıplı çıktığını iddia etse,
o zaman vasi katiyetle yemin eder. Vekil
ise bunun aksine bilmediğine dair yemin eder».
«Musannıfın
oğluna ait ilh...» Musannıfın oğlu Şeyh
Şerefüddin Abdülkadir olup
Tenvîru'l-Besair
adlı eserin sahibidir. Bunun kardeşi Şeyh Salih de Zevahir adlı kitabın yazarıdır.
Nitekim vakıf
bahsinde adı sıkça geçer.
«Kölenin
hırsız olduğunu ilh...» Yani köleyi
alan kişi, kölenin hırsız olduğunu veya
işten kaçtığını
iddia ve
isbat etse, sonra kölenin satan adamın yanında da hırsızlık yaptığını
ve işten kaçtığını da
iddia etse, sa-tan adamın yemin etmesini taleb etse, satan adamın kölenin müşterinin
yanında
hırsızlık etmediğine ve işten kaçmadığına dair yemin etmesi gerekir. İşte bu şekilde yemin etmek
başkasının fiili üzerine yemin et-mektir. Dürer. Hâmiş'te de böyledir.
«İşten kaçtığını ilh...» Burada işten kaçmaktan maksat, müşterinin yanından işten kaçması değildir.
Çünkü satan,
alanın yanında işten kaç-tığını
ikrar etse bile hiçbirşey lâzım gelmez. Çünkü işten
kaçmak çokça rastlanan
ayıplardandır. Yani buradaki «İşten
kaçmaktan kasıt, hem sa-tanın hem de
satın alanın
yanında işten kaçmasıdır. Bu da ister çocuk-luğunda, ister büyüklüğünde olsun. Bu
mesele kendi yerinde de geçmiş-tir. Ebussuud.
Havâşî's-Sa'diyye'de, «Musannıfın, «Kattiyetle yemin
eder» sözünün manası, «İşten kaçmadığına
yemin ederim» şeklinde
yemin etmesidir» denilmiştir.
Ben derim ki: Zahir olan, söyle yemin etmesidir.
«Yemin ederim ki, sen onu geri veremezsin.»
Çünkü bu
sebep üzerine yemin ettiği za-man satan
zarar görür veya bazan da müşteri ayıptan
kurtulmuş
olur.
«Kat'î bir
surette ilh...» Yemin teklif edilen konuyu bildiğine dair yemin
etmek gereken her yerde,
kesin yemin
vermesi kâfi gelir ve ken-disinden yemin sakıt
olur. Ancak kesin yemin vermesi
gereken yerde
bilgisi üzerine yemin etmesi yeterli değildir. Üzerine vacib olmayan birşeyde
yeminden kaçınan kimse
aleyhine hüküm de verilmez.
«Daha
tekididir ilh...», Çünkü kat'î şekilde
yemin etmek, bildiğine dair yemin etmekten daha
kuvvetlidir. H.
«Bu sebeple ilh...» Yani katiyet üzere yemin
etmek, bilgisine dair yemin etmekten
daha te'kidlidir.
Zira katiyet
üzere yemin etmeye kendi fiilinde
itibar edildiği gibi, bir diğerinin fiilinde de itibar edilir.
«Aksi bunun hilâfınadır ilh...» Yani bilgisi üzerine yapacağı yemin, kendi şahsı fiiline dair yapacağı
yeminin yerini
tutmaz. H. Hâmiş'te de böyledir.
«Zeylâî'den
ilh...» Zeylâî diyor ki: «Kendisinde katiyet üzere yemin gereken her hangi bir yerde,
bilgisine
dair yemin etse, muteber
olmaz. Ondan yemin de düşmez. Hatta o yemin üzerine hüküm
de verilmez. Ama bilgisi üzerine yemin lâzım gelen yerde katiyet üzerine yemin edilse, bu yemine
itibar edilir
ve ondan yemin düşer. Yeminden kaçındığı
takdirde de aleyhine hüküm verilir. Çünkü
katiyet üzere
yemin etmek daha tekidlidir. Buna mutlaka,
yani ister kendi, ister diğerinin
fiiline dair
ye-min etsin
itibar edilir. Aksi bunun hilâfınadır.»
Câmiü'l-Fusûleyn'de bu meselenin anlaşılmasının
müşkil olduğu
belirtilir. Remlî, anlaşılamayan yönünü
şöyle ifade eder: Kesin yemin etmekle
yükümlü
olmayan bir kimse aleyhine nasıl hüküm verilir?
Mecma Şerhi'nde Zeylâî'den naklen şöyle denilmektedir: «İddiayı in-kâr eden davalı davacıya, iddia
ettiğin şey
konusunda hiç bir bilgim yoktur» dediğinde, davacı onun bildiğini iddia ederse, davalıya
kesin yemin
teklif edilir. Meselâ, vedîa alanın, bu vedîayı
sahibinin kabzettiğini iddia etmesi gibi. Bu
her ne kadar başkasının
fiili ise de, kabzı tesbite yönelik
dava açtığı için kesin yemin teklif
edilir.
Musannif
başkasının fiili hakkındaki bilgisi üzerine yemin teklif edil-mesi hususunu açıklayarak
şöyle demektedir: Meselâ, Bekir, kendisinin bir malı Amr'dan, Zeyd'den
önce satın aldığını dava
ettiği halde
delili olmazsa, hasmı olan Zeyd'e bilgisi olup olmadığına dair, «Bekir'in sen-den önce
satın
aldığına dair bilgin olmadığına Allah
ismi ile yemin eder misin?» diye yemin teklif edilir. Bu
teklif, başkasının fiili hususunda bil-gisi olduğuna dair yemin teklifi kabilindendir. Yine bir kimse,
varisin
üze-rine bir miktar alacak veya malı
dava ederek, «Bu alacak veya mal se-nin
murisinin
üzerinde iken
vefat etti. Ben muriste olan alacağımı al-madım» dese hâkim, o aynın
miras olduğunu
bilir veya iddia olunan mi-ras olduğunu davacı ikrar ederse
veya hasım ona delil ikâme
ederse,
varise bu
konuda bilgisinin olup olmadığına
dair yemin teklif eder.
Varis, murisinin başkasının
üzerinde alacak veya malı olduğunu id-dia eder, davalı da inkâr ederse,
hibe ve satın
almada olduğu gibi dava-lıya kesin yemin teklif edilir.
Kısas
davasında, kısası inkâr edene, âlimlerin
icmal ile yemin tek-lif edilir. Eğer yeminden
kaçınırsa, yeminden
kaçınması nefis hakkın-daki kısas davasında olursa,
ikrar veya yemin edinceye
kadar hapsedilir. Eğer azaların kısası davasında
yeminden kaçınırsa o zaman kısas edilir. Çünkü
insanın
uzuvları, mal gibi insanın nefsini
korumak için yaratılmıştır. Bunlarda kullanım sürekli olur.
Bu meselede İmam-ı Azam
ile İmameyn arasında görüş
ayrılığı vardır. İmameyn'e
göre, eğer
aza-ların kısası davasında yeminden kaçınırsa, o zaman aza diyeti (erş) vermesi
gerekir.
Davacı,
«Benim şehirde (sefer mesafesi olmayan yerde) bulunan delilim
vardır» dese ve hasmına
yemin teklif
edilmesini taleb etse, yemin teklif edilmez... Çünkü davacı hakkını delil ile isbat
edemediği
takdirde davalıya yemini teklif edebilir.
İmameyn buna
karşı çıkmıştır. İmameyn'e göre yemin inkâr edenin hakkı olduğu için
burada yemin
teklif
edilebilir. Davacının delili hüküm meselesinde
hazır ise, ittifakla yemin teklif
edemez. Fakat
delili gaib ise, yine ittifakla yemin teklif edilir.
İbn-i Melek, Müctebâ adlı eserde; de-lilin
gâib olması
sefer süresi ile sınırlandırılmıştır, demiştir.
Hâkim,
metinde geçen meselede, şüphe ile düşmeyen suçlarda davalıdan, kaçmayacağından emin
olunan
güvenilir bir kefil ister. Bahr. Bu
kefil, kendisi asil, mal bakımından
ise düşkün olabilir. Kefil,
sahih kavle
göre, üç gün süreyle tutulur. Ebû
Yusuf'tan nakledildiğine göre, kefil
ancak ikinci
duruşmaya
kadar tutabilir. Bu görüş sahih görülmüş-tür.
Şüphe ile düşen cezalar
had cezalarıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: «Gücünüzün yettiği
kadar şüphelerle had cezalarını düşürünüz.» Ebû
Davud, Salât, 14; Tirmizî, Hudud, 2.
(H.
Döndüren).
Eğer davalı
kefil vermekten kaçınırsa, tekeffül edilecek süre zar-fında
davacının bizzat kendisi veya
güvendiği bir
kimse onunla birlikte, dolaşır. Ancak
hasım, garib bir yolcu ise, zararı önlemek için ya
göz altında
tutulur veya mahkeme sonuna kadar kendisine bir vekil
tutar. Eğer hasmın yolculuğa
çıkma saati biliniyorsa, davacı karşı çıksa bile,
kendisinden kefil istenir,
durumu ile ilgilenilir ve yol
arkadaşlarıyla ha-berleşmesi sağlanır. Bezzâziyye. Davalı, «Benim delilim
yoktur, yemin edeceğim»
derse hâkim ona yemin verir. Davası üzerine yemin ettikten sonra delil getirirse, .Ebû Hanîfe'ye
göre
getirdiği delil kabul edilir.
Davacı,
«Benim getireceğim şahitlerin hepsi yalancıdır» veya «Ye-min edersen o
maldan
kurtulursun»
dese, davalı da yemin etse sonra davacı haklı olduğuna dair
delil getirse, yine delili
kabul edilir. Haniye. Sirâç isimli kitapta da bu mesele açık olarak söylenmiştir.
Aynı mesele
yukarıda da geçmişti.
Bazı âlimler tarafından, «Onun delili kabul edilmez» denilmiştir.
Bu sözü söyleyen İmâdiye'nin de
yazdığı gibi
İmam Muhammed'dir. Bunun aksini de İbn-i Melek söylemiştir.
Davalı,
«İddiayı çürütecek bir delilim yoktur» dese, daha sonra de-lil getirse
veya bir şahit, «Bu
hususta şahadet edecek birşeyim yok-tur»
dedikten sonra şahitlik yapsa en sağlam görüşe göre,
ikisininki de kabul edilir. Çünkü unutması ve sonra hatırlaması mümkündür. Nitekim
bu mesele
Dürer'de
geçti. Musannif da bunu oradan naklen yazmıştır.
İZAH
«Hasmı olan Zeyd'e
ilh...» Ben derim ki, sarih bu meselede Musannıf'a ve Dürer sahibine
uymuştur.
Meşâyih'ten
bazısı da, «Zeyd'in ye-min etmesi gerekir. Çünkü o münkirdir, yemin de münkirindir»
demişler-dir.
Bu sözden maksat, davacının yemin
teklif etmesi değil, hâkimden davalıya yemin
teklif
etmesini taleb etmesidir. Çünkü yemin
teklif etme velayeti hâkime aittir.
«Hâkim miras olduğunu bitir ilh...» Uygun olan burada
ayn ile takyid edilmesidir. Yani hâkimin,
dava konusu
borcun delil ayn'ın miras olduğunu bitmesidir.
Nitekim bu mesele İmâdiye'de
de
açıktır. Zira hâ-kimin borcu bilmesi güçtür. Azmî.
Bahır'da borç davası ayrıntılı bir şe-kilde
geçmiştir. Önemine binaen oraya bakınız.
«Bilgisi
üzerine yemin teklif eder
ilh...» Eğer hâkim gerçek durumu ve davacının ikrarını bilmez,
davalı da
delil ikâme etmezse o zaman da-valıya kesin yemin teklif edilir.
İmâdiye, Azmî.
«Mevhûb
ilh...» Yani birisi diğerine bir köle
hibe etse, o da köleyi
kabzetse veya birisi diğerinden
bir
köle satın alsa, sonra bir başkası kölenin kendi kölesi olduğunu zannederek gelse
ve delili de
olmasa,
davalının yemin etmesini taleb etse, o
zaman davalıya kesin yemin tek-lif edilir.
H.
«Bu meselede ihtilâf vardır ilh...» İmameyn'e göre bu kimsenin her iki meselede
de erş (aza diyeti)
vermesi lâzımdır.
Çünkü onun yeminden kaçınması
İmameyn'e göre şüpheli bir ikrardır.
Şüpheli
olan ikrarla da kısas
uygulanamaz.
«Şehirde
bulunan delilim vardır ilh...» Burada musannif delilin hazır bulunmasını mutlak
bir şekilde
zikretmiştir.
O halde bu ifade,' şehirde hasta olarak bulunan şahidi
de kapsamına alır.
Hizânetü'l-Müftî'nin
ifadesinin zahiri ise bunun aksinedir. Zira ora-da şöyle denilmiştir: «Yemin
teklifi sahih
davalarda, davalı inkâr ettiği takdirde ve davacı da, «Benim şahidim yok»
veya «Benim
şahitlerim
burada değiller veya şehirdeler»
dediği takdirde icara edilir.» Bahır.
«Hâkim bir kefil tutar ilh...» Yeni davacının talebi ile hâkim
bir kefil tutar. Hâniye'de olduğu
gibi.
Suğrâ
kitabında da, «Davacı, kefil tutma talebinin kendisine ait olduğunu biliyorsa, hâkimden kefil
tutması-nı
taleb eder. Ama cahil olur.
Bilmezse hâkim kefili kendisi taleb eder. İbn-i Sem'â
bunu
İmam
Muhammed'den rivayet etmiştir» denilmiştir. Ba-hir.
«Metinde
geçen meselede ilh...» Musannifin burada, «metindeki mesele» ile
kayıtlamasının sebebi
şudur: Eğer davacı, «Benim delilim yok
veya şahidim burada değil» derse, kefil tutulmaz. Çünkü
kefil
tutmakta bir fayda yoktur. Hidâye'de
de 'böyledir.
«Kaçmayacağından
emin olunan ilh...» Yani tutulacak kefil kirada
oturmayan, belli bir evi ve işyeri
olan ve orayı terkedip kaçamayacak bir kimse
olmalıdır. Minâh.
Bu mesele önemine, binaen hatırda tutulmalıdır. Bahır, Suğrâ'dan.
Yine
Suğrâ'dan naklen Bahır'da şöyle
denilmektedir: «Uygun olan fakihin her ne kadar oturduğu ev
kendi mülkü
olmasa da vakıflardaki görevlerinde güvenilir (sika) olmalıdır. Böyle
olunca, oturduğu
evi bıra-kıp
kaçamaz».
Bahır'da,
Suğrâ'nın kefalet bahsinden naklen şöyle denilir: «Hâ-kim, veya elçisi, davasının
bizzat
kendisinden
bir kefil aldıkları zaman ister davacının talebi jle olsun, ister
olmasın, bakılır: Kefaleti
davacıya izafe etmediği takdirde şöyle denilir: «Sen
kendin bir kefil ver» Kefil ta-leb
edene hukukun
hâkim veya elçisine
döneceğini söylemeseler de ke-fil hâkime teslim
edildiği zaman davalı beri
olur. Kefil
davacıya teslim edi-lirse, davalı beri
olmaz. Fakat kefalet davacıya izafe
edilirse, cevap
bunun aksi olur.»
Yine Bahır'da
Suğrâ'nın Kefalet bahsinden naklen, «Davacı hâkim-den menkûl davasında nefsî
kefaletle iktifa etmeyerek âdil bir kimsenin yanına konulmasını taleb etse, eğer davalı âdil bir kimse
ise hâ-kim davacıya
olumlu cevap vermez. Fakat davalı fâsık
ise, davacının talebini yerine getirir.
Akâr'da ise, davalı fasık da olsa hâkim davacı-nın
talebine icabet etmez. Ancak üzerinde meyve
olan ağaçta icabet eder. Çünkü meyve nakledilebilir» denilmiştir.
Bahır'da bu
ifadeden sonra, «Bunun zahiri, ağacın da akardan ol-duğunu ifade etmektedir.
Halbuki
biz yukarıda bunu aksini yani ağacın •akardan olmadığını
nakletmiştik» denilmiştir.
Ebussuud,
Hâmevî'den, o da Makdisî'den naklen şöyle demektedir: «Ağaç akardandır.»
«Sahih kavle
göre ilh...» Bahır'da, Kınye'den
naklen şöyle denil-mektedir:
«Katil, Maktulün
velilerinin
beni affettiklerine dair hazır şa-hitlerim vardır.» dese, kendisine mahkeme üç gün süre
verir. Eğer
süre içinde delillerini ibraz edemez ve «Benim delilim vardı, kaybolmuş» derse, mal
davalarına
kıyas yapılarak kısasa
hükmedilir. İstihsan deliline göre ise, adam
öldürme, ağır ceza
davalarından
olduğu için davalıya yeni bir süre daha verilir».
Yine Bahır'da
Suğrâ adlı eserin Kaza bahsinden naklen şöyle de-nilir: «Kefaletin üç
gün ve benzeri
şekilde süre bakımından sınırlandı-rılması, bu
süre geçtikten sonra kefilin sorumluluktan
kurtulacağı
anla-mına gelmez. Meselâ, bir kimse bir ay süreli
kefil yapılsa, bir ay geçtik-ten sonra
borçtan
kurtulmuş olmaz. Fakat bir aylık süre
kefile genişlik içindir. Çünkü bu süre geçmedikçe
kefilden
davalıya teslimi istenemez. Eğer
süreden önce teslim ederse bu geçerli olmaz. Çünkü
buradaki
ge-nişlik davacı içindir. Kefil onu derhal teslim etmekle yükümlülükten kur-tulmuş olmaz.
Zira davacı
delil getirmekten âciz kalabilir.
Veya delilini temin ettiği halde, mahkemeye
ibraz
etmekten âciz olabilir.- Belirlenen süre dolduktan
sonra, sanık davacıya teslim edilir.
Hatta sanık,
vaktin-den
önce delili hazırlasa bile, süresi içinde
hâkime ibraz edemeyince ke-filden
yükümlülüğünü yerine getirmesi istenir.»
«Davalı kefil
vermekten kaçınırsa ilh...» Bu takdirde, kefalet süre-since bizzat
davacı veya güvendiği
birisi,
davalı ile beraber onun dolaş-tığı
yerlerde birlikte dolaşırlar. Ancak bu
konuda bir yer
sınırlaması ya-pılmaz.
Suğrâ adlı eserde, «Mescidde
davalı ile beraber dolaşması gerek-mez. Çünkü mescit zikir için
bina
edilmiştir» denilir. Fetva da bununla verilmiştir. Aynı eserde daha sonra şöyle denilmiştir: «Davacı,
davalı ile
dolaşması için güvendiği bir kimseyi
gönderir. Ben bazı meşayihin
ilâvelerinde şöyle bir
ifade gördüm:
Ebû Hanîfe'ye göre davalı, davacı-nın güvendiği kimsenin yanında
dolaşmasına razı
olmayabilir.
İmameyn ise, «Davacı, hasmın rızasına
gerek olmaksızın, kendisine vekil tayin
ede-bilir» Prensibinden hareket ederek bu konuda Ebû
Hanîfe'ye muhalefet etmişlerdir. Bahır.
Özetle. Bu
bahsin tamamı Bahır'dadır.
«Sefer gününü
biliyorsa ilh...» Yani, davalının, «Ben
yarın gidiyo-rum» demesi gibi. Bu
takdirde
hâkim, yola
çıkma zamanına kadar on-dan kefil ister.
«Yukarıda
geçti ilh...» Yani Musannıfın, «Davacı ve davalı, hâkim-den başka
bir kimsenin yanında
yemin teklif
etmek üzere anlaşsalar ilh...» ifadesinde geçmişti. Ancak burada, Musannifin bu
ifadesinin
de-vamında, «Yemin eğer davacıya ait olursa» ifadesi vardır. Nitekim yu-karıda
Musannifin,
«Yeminden sonra delil ikâme ederse,
delili kabul edilir.» sözünde de bu mesele
geçmiştir.
METİN
Borçlu (medyun) deynin
alacaklıya ulaştığını iddia
etse, davacı olan alacaklı da ikrar etse, fakat
delili olmasa, borçlu, «yemin et» dese, da-vacı, «senden alacağım parayı hazırla, şu para cüzdanına
koy, sonra yemin teklif et» dese, bunu bu şekilde söylemesi mümkündür: Kınye.
Yemin ancak
Allah lafzıyla olur. Zira Resûlullah (S.A.V.) «Her kim yemin eder veya yemin etmek
isterse,
Allah lafzıyla yemin etsin veya hiç yemin etmesin» buyurmuştur. Bu
hadise göre, yemin
ancak, «Vallahi» sözüyle olur. Hizâne.
Hızâne adlı eserin açık
ifadesinden anlaşıldığına göre, bir kimse, «Allah» sözünden başkasıyla
yemin ederse, bu, yemin olmaz. Bahır adlı eserin müellifi de, «Ben bu konuda fakihlerin
açık bir
ifadesini
görme-dim» demiştir.
Hâkim, hasım ısrar etse bile boşama ve azad
üzerine yemin teklif edemez. (Meselâ.
«Bu iş böyle
değilse hanımım boş olsun veya kölem azad olsun»
diye yemin etmek gibi) Fetvaya
esas olan
görüş de
budur.Tatarhâniye. Çünkü bunlar üzerine yemin etmek haramdır.
Bazı âlimlere göre, zaruret halinde yemin şekli hâkime
havale edi-lir. Yani hâkim dilerse boşama ve
azad ile de yemin
teklif edebilir. Hâ-kim, davalıya
boşama ve azad üzerine yemin teklif
etse, davalı
da bu mal ile hüküm verse, onun bu hükmü fakihlerin çoğunluğuna nafiz ol-maz. Hizanetü'l-Müftî'de
de böyle açıklanmıştır.
Uygulama mesele ve örnekleri çoğunluğun bu görüşüne göre çö-zümlenmiştir. Bazı
âlimlerin,
«boşama ve
azad üzerine yemin teklih edi-lebilir»
görüşüne gelince; davalının böyle bir yeminden
kaçınması ge-çerli sayılarak onun aleyhine
mal ile hüküm verilir. Çünkü hüküm
ve-rilmezse, onlara
böyle bir yemin teklif etmenin pratikte faydası
olmaz. Bahir. Musannif da bu görüşe dayanmıştır.
Ben derim ki: Bir kimse,
kendisi üzerinde mal veya borç olmadığı-na boşama üzerine yemin etse,
sonra davacı
onda alacak malı olduğuna dair şahit getirse, bakılır:
Eğer şahitler karz gibi borcun
sebebine dair şahitlik derlerse, yemin eden kimse
ile hanımı birbirinden ayrılmaz. Ama eğer
davalının
borçlu olduğuna dair şehitlik ederlerse o zaman yemin eden kimseyle
hanımın evliliği
sona ermiş olur. Çünkü borç sebebinin bulunması borcun halen mevcut olmasını gerektirmez. Bu
kimsenin
bor-cunu ödemiş olması, hibe veya
ibra edilmesi muhtemeldir.
İmam
Muhammed'e göre şahitler malın olduğuna dair şahadette bu-lunsalar, yemin eden kimse
yemininden
ötürü hânis olmaz. Zira doğru söyleme
ihtimali vardır. Şurunbulâliye'nin, Vehbâniye
üzerine olan
şer-hinde de böyle geçmiştir. Halbuki
bu mesele yukarıda geçmişti.
Yemin, Allah'ın sıfatlarının ilâvesiyle kuvvetlendirilir.
Bazı âlimler ye-minin Allah-u
Teâlâ'nın sıfatları
ile
kuvvetlendirilmesini, yemin teklif edi-len kişinin fâsık ve dava konusu malın da büyük bir mal
olması şartına bağlamışlardır. Yeminde ve yeminin Allah'ın
sıfatı ile kuvvetlendirilme-sinde
tercih
hakkı hâkimindir, Yeminde tekrar olmaması
için atıf harfle-rini kullanmaktan
kaçınmak gerekir. O
halde Allah'ın ismi ile yemin et-se sıfatla kuvvetlendirmekten kaçınsa, bu kaçınma sebebiyle
aleyhinde mal
ile hüküm verilmez. Çünkü maksat Allah'ın ismi ile yemin etmektir. O da hâsıl
olmuştur.
Bir
müslümanın bir yer ve zamanla yeminini kuvvetlendirmesi
müstehâb değildir. Hâvî adlı eserde
böyle zikredilmiştir. Buradan, yer ve zamanla yemini kuvvetlendirmenin mubah olduğu
anlaşılmaktadır.
Yahûdiye, «Musa aleyhisselâma
Tevrat'ı indiren Allah'ın ismi ile», hıristiyana da, «İsa aleyhisselâma
İncil'i indiren Allah'ın
ismi ile» şeklinde yemin teklif edilir. Mecûsiye
ise, «Ateşi yaratan Allah'ın ismi
ile» yemin
teklif edilir. Kısaca yemin, yemin teklifi yapılacak kişinin inanıp itikâd et-tiği bir ilâve ile
kuvvetlendirilir. Bunlara müslüman gibi yalnız Allah'ın
ismi ile yemin teklif edilse, yeterli
olur.
İhtiyar. Putpereste gelince, ona Allah'ın ismi ile yemin teklif edilir. Zira
o, her ne kadar Allah'tan
başka-sına ibadet ediyorsa da Allah'ın varlığını ikrar etmektedir.
İbn-i Kemal,
Dehrilerin Allah-u Teâlâ'ya inanmadıklarını
açık bir şe-kilde ifade etmiştir.
Ben derim ki: Dehriler, Allah-u Teâlâ'ya inanmadıklarına göre on-lara ne
ile yemin teklif edilir?
Dilsizlerin
yemin ettirilmesine gelince, hâkim ona «Şu madde şöyle şöyle ise
Allah'ın yemin ve
misâki senin üzerine olsun mu?» der, onun başıyla işaret etmesi, yemin olur.
Sağır bir kişiye
gelince, eğer yazı biliyorsa, ona yemin teklifi yazı ile yapılır, onun da yazarak cevap
vermesi
gerekir. Eğer yazmayı bilmi-yorsa, işarette yemin ettirilir.
Sağır ve
dilsiz olduğu gibi ama da olursa, onun
babası veya dedesi ,veya velisi veya hâkimin
nasbettiği
bir kişi, onun yerine yemin eder. Vehbâniye Şerhi.
Ehli kitabın
kilise ve havra gibi yerlerine girilmesi mekruh olduğu
için ora lorda onlara yemin teklif
edilmez.
İZAH
«Para cüzdanına koy ilh...» Bu sözün anlamı, «Bana delilini de içine alan bir senet
yaz. Bundan
sonra benden
yemin talebinde bulun» demektir.
Medenî. Veya bu sözden maksat,
borcu bizzat
hazırla ve
mü-hürlü bir kasaya koy, sonra benden yemin talep et» demektir. En acık ifade
de budur.
Fettâl'in
Hâşiye'sinde, Fetâvâ'l-Ankarâvi'den
naklen bu ifadenin şer-hinde şöyle
denmektedir: «Yani
önce hakkını hazırla, sonra benden ye-min taleb et.» Bunun benzeri bir ifade Sâyıhânî'nin
yazdıklarında da var-dır. Hâmidiye'de de benzer
ifadeler bulunmaktadır.
«Allah lâfzından başka bir sözle yemin ederse ilh...» Yani Rahman ve
Rahîm gibi Allah'ın sıfatları ile
yemin etse.
yemin olmaz. Bahır. Bahır'da şöyle
denilmiştir: «Ben bu konuda açık bir şey
görmedim»
Bahır'ın bu sözünde. «Fakihlerin görüşünün yemini kuvvetlendirmekle ilgili ol-duğu»
anlamı
vardır. Yine aşağıda geleceği gibi yeminin tekrarlanma-ması için atıf harflerini kullanmaktan
kaçınmak gerekir. Bahir sahibinin bizzat kendisi
Allah ismi dışındaki sıfatlarıyle yemin edildiği
takdirde,
bunun yemin olacağını açıklıkla
söylemiştir. Fukâhâ'nın yeminler kita-bındaki, «Allah lâfzı
ile veya Rahman, Rahim, Hak gibi veya
İzzetullâh, Celâlûllah, veya O'nun kibriyâsı, azameti ve
kudreti gibi
sıfatlarla ye-min edebilir» sözleri, bunların herhangi birisiyle
yemin edildiği takdirde
yemin olacağında delâlet eder. Şeyhimiz.
«Yemin teklif
etmenin pratik bir faydası kalmaz
ilh...» Boşama ve azad üzerine yapılacak yeminin
pratik
faydası, yemin edecek kimsenin
yeminden kaçınmasına itibar
edilmeyeceğini bilmemesi
hâlinde
ortaya çıkar. Bu nedenle, kendisinden
boşama veya azad üzerine yemin talep edildiğinde
çoğu defa
bunlar üzerine yeminden kaçınır ve
dava konusu-nu ikrar eder. Düreru'l-Bihâr.
Musannif
da bu görüşe
dayanmıştır.
Şu kadarı var
ki İbn-i Kemal şöyle der: «Hasım eğer boşama veya azad üzerine yemin
etmek için
ısrar ederse, bazı âlimler
tarafından za-manımızda bu ikisi üzerine yemin edilmesinin sahih olduğu
söylenmiştir. Şu kadarı var ki bunlarla yeminden kaçınırsa, onun aleyhinde mal ile hükmedilemez.
Zira o, şer'an yasaklanan bir şeyden kaçınmış olur. Eğer boşama ve azad üzerine yeminden
kaçınan kişinin aleyhine mal ile hükmedilirse,
bu hüküm nafiz değildir.»
İbn-i Kemal'in ifadesinin
benzeri
Zeylâî ve Dürerü'l-Bihâr şerhinde de mevcuttur.
Bu
ifadelerden açıkça anlaşıldığına göre, «Boşama ve azad üzeri-ne
yemin teklif edilebilir»
görüşünde
olan kimse, gerçekte böyle
bir ye-minin meşru olmadığını söylemektedir. Boşama ve
azad üzerine
yemin, hasmın kaçınacağı umularak teklif edilir. Çünkü dine bağlılığı
çok za-yıf olan
kimseler bile yalan bir konuda boşama ve azad üzerine yemin etmek istemezler. Aksi
hâlde bu
yemin yalan yere yapılınca evliliği so-na erdirir ve
cariyenin azadını da gerekli kılar veya
onları
haram bir şekilde yanında tutmasına yol açar.
Allah lâfzı ile yemin
etmek ise bu-nun aksinedir. Zira
devrimizde bu
sözle yemin etmek çoğu kez kolay kabul edilir.
İbn Kemal'in
ifadesindeki «Davalı şer'an yasaklanmış plan bir şey-den kaçınmış olur» sözünün
anlamı şudur: Ben diyorum ki, durum böyle olunca, şer'an yasaklanmış bir şeyf hâkimin teklif
etmesi nasıl câzi olur? Umulur ki, boşama ve azad üzerine yemin teklif edilebilir diyenlere
gö-re
bunlarla
yemin teklifinin yasak oluşu, tahrimen değil tenzihen mek-ruhtur. Sadiye.
«Zikri
yukarıda geçmişti ilh...» Yani
Musannııin, «Boşama ve rıc'î talâkla boşamada
eşine dönmede
yemin teklifi
yoktur» sözünden hemen önce geçmiştir.
«Yemin kuvvetlendirir ilh...» Yani yemin, Allah'ın
sıfatlarının zikri ile tekid edilir. Şöyle ki davalıya,
«Rahman ve
rahîm olan, hazır olanı veya hazır bulunmayanı bilen ve kendisinden
başka kulluk
edilecek ilâh ol-mayan Allah'ın ismi ile yemin
eder misin? O öyle Allah'tır ki açık olanı bildiği gibi
gizliyi de bilir. Falan kimsenin senin
üzerinde veya senin tara-fından
iddia ettiği malın olmadığına
dair yemin
eder misin?» denir. Çün-kü halkın
durumları çeşitlidir. Bazı kimseler
bu şekilde tekid
edilince
ye-min etmekten kaçınırlar, tekid edilmediği takdirde de hile yaparlar. İşte
yeminin daha
etkili olması ve te'kid yardımıyle yeminden kaçınmanın sağlanması amacıyla te'kidli yemin
talebinde bulunulur. Zeylâî.
«Zeylâî
ilh...» Zeylâî'nin ifadesi şöyledir: «Hâkim davalıya atıfla ya-ni peşpeşe yemin teklif etse, o da
bunların bir
tanesi ile yemin ederek diğerlerinden kaçınsa, diğerlerinden
kaçındığı için onun
aleyhine
hük-medilmez. Çünkü davalının bir defa yemin etmesi yeterlidir. O da bir defa
yemin
etmiştir».
«Buna göre,
yer ve zaman üzerine yemin etmek mubahtır ilh...» Bahır'da, Muhit adlı eserden naklen
şöyle denilmektedir: «Yemini mukad-des
bir yerle tekid etmek caiz değildir.»
«İnanıp
itikâd ettiği ile te'kid edilir ilh...» Bahır'da şöyle denilmiştir: «Eğer,
«Kâfir bir kimse yalnız
Allah lafzı ile yemin
etmiş olsa, zikredilen te'kid edici sözlerden kaçınsa, bu
yemin ona yeterli olur
mu, olmaz
mı?» diye sorulsa, derim ki, ben bu konuda açık bir ifade görmedim. Fakihlerin,
«Yemin
zikredilen
vasıflarla te'kid edilir, sözlerinden te'kidin şart olduğu anlamı
çıkmaz. Kâfir yalnız Allah
lafzı ile
yemin etse, diğer vasıfların ilâvesinden
kaçınsa, bu kaçınması sebebiyle aleyhinde mal ile
hükmedilemez».
«Başı ile işaret etmesi yemin olur ilh...» Böyle bir kimseye yalnız, «Allah'ın ismi ile...»
denilmez.
Çünkü eğer
böyle denilse, o da başıyla 'evet' dese, bu yemin değil, ikrar olur. Şurunbulâliye'de
olduğu gibi.
S.
«Vasisi veya
hâkimin nasbettiği bir kişi ilh...» Yani sağır ve dilsiz olan kimse
aynı zamanda âmâ ise.
onun yerine babası veya vasisi ya-hut da hâkimin nasbettiği bir kimse yemin eder. Bu hüküm
fakihlerin, «Yeminde niyabet (temsil) cari
değildir» prensibinin istisnasıdır.
METİN
Mülkiyet veya
tazminat sebebinin kaldırılması davasında hâkim da-valının inkâr şekline
uygun
olarak yemin
teklifi yapar. Musannif bunu şu şekilde açıklamıştır: Yani hâkim, «Aranızda halen
nikâh veya satım akdinin mevcut olmadığına Allah'a
yemin eder misin?» veya «Eğer sa-tım akdi
mevcutsa
malın bizzat kendisinin, mal helak olmuşsa bede-linin geri verilmesinin gerekli
olmadığına veya karının senden bâin ta-lâkla
boş düşmediğine Allah'ın üzerine yemin eder misin?»
diye yemin teklif eder. İşte bu durumlarda sebebin kaldırılması satım akdinin karşılıklı
rıza ile
bozulması,
boşanmanın olması ve helak olan şeyin bede-linin verilmiş bulunması
hallerinde
gerçekleşir. Yani, «Halen, aranızda saydığım şeylerden bir şey olmadığına Allah'ın üzerine yemin
eder misin?» demek olur.
Bu duruma
göre, yemin teklifi meydana gelmiş olan veya
meydana geldiği iddia olunan noktalar
üzerinde
yapılır. Yoksa sebepler üzerinde
yapılmaz. Yani, «Vallahi, ben bu
kadını nikahlamadım
veya bu malı sat-madım» denilmez. Ancak Ebû Yusuf aksi görüştedir. O, boşama
ve ikâlenin
gerçekleşmiş olması
ihtimaline karşı davalıyı korumak
istemiştir. Ancak nasıl sonuç üzerine
yemin
gerektiği zaman davacının hakkının korunması terkedilmiş olursa, o zaman
icmâ ile, sebep üzerine
yani
da-vacının iddia ettiği şekil üzere
yemin teklim edilir. Komşuluk sebebiy-le
şüf'â ve bâin talâkla
boşanan
kadının nafakası davalarında olduğu gibi. Meselâ davalı Şafiî mezhebine mensub
olduğu
için, komşuluk şûra-sını ve bâin talâkla boşanan kadının nafakasını kabul
etmiyorsa, bun-dan
davacı zarar
görür. Çünkü Şâfiîlere göre sebeb üzerine değil sonuç (hâsıl) üzerine
yemin teklif
edilir. İşte bundan ötürü davanın sonucu üze-rine
değil, sebebi üzerine yemin teklifi
yapılır.
Ben derim ki: Musannifin sözlerinin anlamı şudur: Davalı olan has-mın mezhebine itibar
edilmez.
Davacının
mezhebine gelince, onun mez-hebine
itibar edip etmemekte ise âlimler
arasında görüş
ayrılığı vardır. En uygun olanı, hâkimin davacıya, «Sen civar şüf'asını kabul ediyor
mu-sun, etmiyor
musun?» diye
sormasıdır. Musannıf da bu son görüşe
itibar etmiştir.
Yemin
teklifinin sebep üzerine yapılması
gerektiği konusunda icma vardır. Bu
sebep, sabit olduktan
sonra, hak sahibince kaldırılmayan
bir sebep olsa da hüküm değişmez. Meselâ, müslüman
bir köle
efendi-sinin
kendisini azad ettiğini dava etse, efendiye; kölelik sebebinin olup olmadığına dair
yemin teklif
edilir. Çünkü kölelik tekerrür etmez. Fakat müslüman da olsa
cariyenin
ve kâfir bir
kölenin
dâru'l-harbe iltihâkları halinde kölelikleri tekerrür
ettiğinden onların efendisi, mevcut
durum
üzerine yemin
eder. Özetleyecek olursak, yemin teklifinde mevcut duruma itibar edilir. Ancak
mevcut duruma
göre yemin teklif etmek davacı için zararlı olur veya sebep
tekerrür etmeyen
sebeplerden
bulunursa, o zaman da sebebin olup olmadığına dair yemine itibar edilir.
Yemine fidye vermek, yani bir miktar mal vererek
yeminden kaçın-mak ve bu konuda
anlaşma
yapmak mümkün
ve caizdir. Zira, Resûlullah: «Irzınızı
arız olacak eksiklik ve ayıbı malınızla
menediniz»
buyur-muştur. Şehîd adlı âlim: «Doğru yeminden kaçınmak vacibtir» demiştir.
Bahir
sahibi de şahidin sözündeki «vacib» kelimesini
doğru yeminin ce-vazının
delili ile «sabit» kelimesi
ile tefsir
etmiştir.
Yemin
konusunda anlaşma yaptıktan sonra,
artık hasma aynı ko-nuda bundan sonra bir daha
yemin teklif
edilmez. Çünkü davacı mal konusundaki hakkını düşürmüştür. Musannifin burada
yemini Midye ve sulh ile kayda bağlamasının sebebi şudur:
Zira davacı «Seni yeminden ibra
ettim»
veya «Onu sana terkettim» veya hibe
ettim» sözleriyle ye-mini kasten iskât etmesi caiz
değildir.
Yine ondan yemin taleb edebilir. Maldan ibra
etme, yeminden ibra etmenin aksinedir.
Çünkü
maldan ib-ra,
davacının tek başına hakkı olduğu için bunu kendi başına yapabilir. Fakat yemin
teklifi hâkimin hakkı olduğu için, davacı ibra etse bile,
is-kât edemez. Bezzâziyye.
Dava konusunu
inkâr eden davalı, yeminini satın alsa,
satım ak-dinin bir rüknü olan mebî mevcut
olmadığı için
caiz değildir.
Pratik ,bir mesele: Bir
kimse hasmından yemin talebinde
bulunsa, hasmı da, «Ben bir kez yemin
ettim» dese bakılır: Eğer
yemini hâkim veya hakem kılınan kimsenin huzurunda yapmışsa
ve buna
dair delil ikâme ederse
delili kabul edilir. Ama eğer hâkimin
veya hâkemin veya hâkem kılınan
kimsenin yanında
yemin etmemişse o zaman yine yemin
teklif edilir. Çünkü hâkimin yanında
yapılmayan yemine itibar edilemez. Eğer davalı yemin ettiğine dair delil ikâme edemezse davacıdan
yemin taleb edebilir.
Ben derim ki: «Ben talâk ite yemin etmiştim, artık yemin etmem» di-yen kimsenin hükmüne dair bir
görüşe
rastlamadım. Bu şekilde düzel-tilsin.
İZAH
«Hâkim yemin
teklif eder ilh...» Nuru'l-Ayn'da şöyle denilmiştir: «Mev-cut durum
ve sebeb üzerine
yemin teklif
edilen yerlerin üçüncüsü de topluca
yemin teklif etmektir. Sonra mesele birkaç kısma
ayrılır. Şöyle ki, davacı ya deyn iddia eder, ya da bir malda mülkiyet veya hak iddia eder. Bunların
herbiri de iki kısma ayrılır. Dava konusu ya mutlak (se-bepsiz)
olur veya bir sebebe bağlı bulunur.
Buna göre,
bir kimse diğe-rinden sebebini zikretmeden bir alacak iddia etse, ona dava konusu olan
borcun onun
tarafında olmadığına dair yemin
teklif edilir. Yine bunun gibi hazır olan
bir malda
mülkiyet veya
bir hak iddia etse ve bu iddia-sında
hiçbir sebep zikretmese, mevcut duruma göre
yemin teklif
edilir. Meselâ, «Bu malın falancaya
ait olmadığına ve bu maldan hiçbir şeyin falancanın
malı
bulunmadığına dair yemin eder misin?» denilir. Ancak bu mal bir sebebe dayanılarak dava
edilirse, meselâ ödünç (karz) veya satın alma sebebiyle davalıdan bir borç iddia edilse veya
satım
yahut hibe
sebebiyle ondan bir mülk iddia olunsa
veya birşeyin gasb, ariyet veya
vedîa olduğu
iddia edilse, yine
sebebin üzerine değil, mevcut du-rum üzerine yemin teklif edilir. Söyle ki, «Ödünç
almadığına, gasbetmediğine, vedîa olarak almadığına veya satın almadığına yemin eder misin?»
denilir. Ebû
Yusuf'a göre, bu durumların hepsinde, hâkim tarafından se-bep üzerine yemin teklif
edileceği rivayet
edilmiştir. Ancak davalının, «Sayın hâkim, insan bazan bir şey satın alır, sonra da
ikâle yapar»
şek-linde üstü kapalı bir ifadeyle konuşması hâlinde hâkim ona mevcut du-ruma göre
yemin teklif
eder. Minah.
Şemsü'l-Eimme Halvânî, Ebû Yusuf'tan başka bir rivayet
daha nakletmiştir. Eğer davalı sebebi inkâr
ederse, yine
sebep üzerine yemin teklif edilir. Ancak davalı, davacının benden iddia ettiği şey benim
üze-rimde
değildir» dese yine mevcut durum
üzerine yemin teklif edilir. Kâdıhan.
Kâdıhan'ın bu
rivayeti bana göre görüşlerin en güzelidir. Hâkimle-rin çoğu da
bu görüşe göre
hüküm verirler.
Hâkîr der ki: Hidaye sahibinin Mühtârâtü'n-Nevâzil
isimli kitabında da böyledir.
«Aranızda hâlen nikâh ilh...» İmameyn'e
göre, nikâhın mevcut du-rum üzerine yemin edilen
meseleler arasına
katılması Hidaye sahibinin ve sarihlerin gafletindendir. Çünkü Ebû Hanîfe nikâhta
yemin teklif
edi-lemeyeceği görüşündedir. Ancak şöyle denebilir: Ebû Hanîfe, ziraat ortakçılığı
konusunda
meseleyi İmameyn'in görüşüne uygun
şekilde açık-ladığı gibi, burada da onların
görüşüne göre
hükme bağlamıştır. Bahır.
Makdisî'den de şöyle
nakledilmiştir: «Nikâhta mevcut durum üze-rine yemin
teklifi hususu, «Eğer
nikâhla birlikte mal davası da varsa ye-min teklif
edilebilir» şeklinde anlaşılmıştır».
«Aranızda satım akdi olmadığına ilh...» Hızâne adlı eserde
yer alan açıklamalar doğrudur. Şöyle
ki;
«Müşteri,
satın aldığını iddia ederse ba-kılır: Eğer iddia ettiği,
sebeple de onu almamıştır». «Billahi
ben onu
sat-madım» diye yemin ettirilmez. Eğer müşteri semenin nakit olduğunu zik-retmezse,
o
zaman
müşteriye, «Sen semeni hazırla» denilir. Hazırladığı takdirde, «Billahi
o, bu semenin kabzına
ve şu kölenin
teslimine iddia edilen şekilde mâlik
olmamıştır» diye yemin teklif edilir. Hâkim isterse.
«Şu kimse ile senin aranda bu saatte
mevcut olan bir alış olmadığına Allah'ın üzerine yemin eder
misin?» diye
de yemin teklif edebilir. Velhâ-sıl alım davası semenin
nakit olmasıyla birlikte bir akit
davası değil,
mebiin mutlak mülkiyet davasıdır. Bundan dolayı semen mana bakımın-dan bilinmese
bile dava
sahihtir. Bu dava akit davası da değildir.
Bu yüzden mebiin bilinmezliğiyle birlikte de dava
sahih olur.
Davalıya bu semen üzerine yemin teklifi yapılabilir.» Bahır.
«Eğer kâim ise ilh...» Musannif bu cümleyi Bahır'da olan ifadeye dayanarak ilâve etmiştir. Müellifin,
«Senin dava
konusu olan malı geri» vermen gerekmediğine Allah'ın üzerine yemin eder
misin?»
sözünde bir
aksilik vardır. Doğru olan ifade Hülâsa adlı kitaptaki
sözler olup şöyledir: «Senin, dava
konusu malı
geri vermen veya onun misli veya bedeli ve- ya
ondan hiçbir şey gerekmediğine
Allah'ın
üzerine yemin eder misin?»
sözünde de eksilik vardır. Çünkü böyle
bir ifade, yalnız bâin
talâkla bo-şanan kadına hâs kılınmaktadır. Rıc'î
(dönülebilir) talâkla boşanan kadı-na
boşamadığıma
dair verilecek yemine gelince, «Karının aranızdaki ni-kâhta senden
boşanmadığına
Allah'ın
üzerine yemin eder misin?» şeklindedir. Eğer dava üç talâk ile boşanmayla ilgiliyse,
İsbîcâbî'de şöyle
denilir: «Aranızdaki nikâhta
karını üç talâkla boşamadığıma Allah'ın üzerine yemin
eder misin?» diye
yemin teklif edilir. «Bahır'da bu
meselede «Mevcut durum üzerine yemin teklif
edilir» şeklinde bir cümle vardır. Oraya bakınız.
Bahir sahibi
bu cümleden sonra da şöyle
demektedir: «Bilmiş ol ki, fakihlere göre yeminin lafzında
değil,
yeminin teklifinin bazı şekillerin-de
tekrar vardır. Özellikle ölümün üzerinde borç iddia eden
kimseye ye-min teklifi hususunda yemin
şekli beşe ulaşmaktadır. İstihkak
suretinde de dörde
ulaşmaktadır. Bununla birlikte yeminler kitabında fakihler, ye-minin atıf harfinin tekrarıyla la
sözü
ile birlikte tekrar edildiğini söyle-mişlerdir. Meselâ bir
kimsenin, «Ben taam yemem ve bir şey de
içmem.» demesi gibi. Halbuki yeminin tekidi bahsinde de fakihler, «Yeminde atıf-tan
kaçınmak
vaçibtir»
demişlerdir. Zira vacib olan yemin
bir yemindir. Üzerine atıf yapıldığı
zaman birkaç yemin
olmaktadır.
Ben bu itirazlara ne cevap vereni, ne de cevap vermeye çalışanı
gördüm».
Remli şöyle
der: «Ben derim ki: Düşünüldüğünde,
dava konusunun çeşitli unsurları olur ve dava,
bunların
hepsini içine alıyorsa yeminin de bu unsurlara göre ayrı ayrı teklif edilmesi
gerek:.». Yani
davacı, söz
olarak birşeyi dava eder. Fakat bu davanın kapsamında birçok
şeyler bu-lunursa,
yeminin de
ihtiyaten bu şeylere uygun şekilde
ayrı ayrı teklif edilmesi gerekir.
«Kasım Şafiî olduğu için ilh...» Yani Şafiî mezhebine göre üç talâk-la
boşanan kadın iddet nafakası
talep
edemediği gibi yine aynı mezhebe göre komşuluk şüf'âsı da
yoktur. Böyle bir davada hasım
(davalı)
Şafiî mezhebinden olur ve mevcut durum üzerine de yemin teklif edilirse da-vacının
menfaati zayi
olur. Mevcut duruma göre, yemin şöyle
olur: Üç ta-lâkla boşandığını iddia eden bir
kadın mahkemeden iddet nafakası ta-lep eder veya şüf'â hakkı sahibi bu hakkını
kullanmak için
dava açmış
bulunur ve burada dava konuları delille
isbat edilmezse Şafiî mezhebin-den olan
davalıya, «Üzerinde iddet nafakası olmadığına
veya komşuluk şüf'â hakkı bulunmadığına Allah'ın
üzerine yemin
eder misin?» Bu hak-lar Şafiî mezhebinde kabul edilmediği için yemin eder ve davacı
olan Hanefî
kimsenin hakkı zayi
olur. İşte böyle bir zararı önlemek
için bu-rada mevcut durum
üzerine
değil, sebep üzerine yemin teklif
edilir. Me-selâ, «Bu kadını boşamadığıma veya bu yerin
satılmadığına
Allah'ın üze-rine yemin eder misin?» denilir.
Böylece davacının menfaati korunmuş
olur. Çünkü
onun tarafını gözetmek daha uygundur. Bir de sebep sabit olduğu zaman hak
da sabit
olur. Hakkın
düşmesinin ihtimali işe, zanna dayanan bir engelle olur. Asıl
olan bu engelin
bulunmamasıdır.
Ancak hak, engel üzerine delil ikâme edildiği
zaman düşer.
«Görüş
ayrılığı vardır ilh...» Mahkemede
taraflar değişik mezhepten olunca, hangi mezhebin
uygulanacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Bazı âlimler, «Davacı veya
davalının mezhebi dikkate
alınmaksızın, hâ-kimin esas aldığı mezhebe itibar
edilir» demişlerdir. Musannif, hâki-min mezhep
tercihini
davacının kanaatini sorarak yapmasının
daha uy-gun olacağı prensibine
dayanmıştır.
«Sulh yapmak
ilh...» Yani belki bir meblâğ karşılığı yemin konusun-da anlaşma yapmak
mümkün ve
caizdir.
Ancak yeminin ifadesi ile yemin için sulh yapmak arasında ne fark vardır? Şüphesiz
yeminden pa-ra
karşılığı sulh yoluyla kurtulmada, bu para dava konusundan daha az
olur. Yeminin
fidyesi ise
bazen dava konusu şeyin misli kadar olabilir.
Kûhistâni'de de böyledir. H.
«Davacı
husûmet hakkını düşürmüştür ilh...»
Yani davacı davalı-dan yemin fidyesi olarak veya
onunla bu
konuda para karşılığı sulh an-laşması yaparak husûmete dair hakkını düşürmüştür.
Bahir adlı eserde-ki ifade ise şöyledir: «Çünkü davacı, davalıdan aldığı mal karşılığında
davasını
düşürmüş
olur. Medenî.
«Delil ikâme ederse,
delili kabul edilir ilh...» Bahır'da Bezzâziyye' den naklen şöyle denilmektedir:
«Eğer davalı,
hâkim kendisine yemin
teklif etmek istediği zaman, «Davacı, bana bu malla ilgili
olarak başka bir hâkimin huzurunda yemin
teklif etmişti» veya «Beni dava konusu olan maldan ibra
etmişti» dese ve delil getirse, delili kabul edilir ve
kendisin-den dava da düşürülür. Eğer
delil
getiremezse, İmam Pezdevî, «O zaman davacı davalı durumuna düşer. Onun yemin etmesi gerekir.
Eğer yeminden
kaçınırsa, dava yine düşer. Eğer yemin ederse, dava ko-nusu malı almak hakkı
doğar. Çünkü
davalının maldan ibrayı dava et-mesi, malın kendi
üzerinde bulunduğunu ikrar etmesi
demektir.
Ancak mal davasından ibrayı iddia etmek bunun aksinedir» demiştir.
Dürer'in
ifadesi aynı dava konusu mal için kendine
daha önce ye-min teklif edildiğini
veya bu
maldan ibra edildiğini öne süren davalı bu iddiasını isbat edemezse ve davacının yemin etmesini
isterse câizdir.»
«Delil ikâme etmezse,
davacıdan yemin taleb edebilir ilh...» Nûru'l-ayn'da şöyle
denilmiştir: «Davacı
davalıya yemin teklifini talep etse. o da, «Davacı bu dava ile ilgili olarak bana falan hâkimin
huzurunda ye-min teklif etmişti» diyerek delil getirse, delili
olmasa da sözü kabul edi-lir. O halde
davacıya yemin teklifi talebinde de bulunabilir. Çünkü da-vacı yemin konusundaki hakkının
devam
ettiğini
iddia etmektedir. Fa-kat «Davacı beni bu davadan ibra etmişti» dese. ibraya dair delil
geti-rinceye
kadar davacıya yemin teklif etme
hakkına sahip değildir. Çünkü davacı davası ile
davalıdan
cevap isteme hakkına sahiptir. Cevap
da ya ikrar veya inkâr şeklinde olacaktır. «Beni bu
davadan ibra
etti.» sözüne gelince, bu ne ikrar ve ne de inkârdır. Böyle
bir söz dinlenmez. Ona,
«Önce hasmına cevap ver, sonra dilediğini iddia et» denilir. Ama bunun aksine, «Beni şu bin
liradan ibra etti» dese, yemin teklif edilir. Çünkü maldan ibrayı dava etmek malın kendi
üzerinde
bulunduğunu
ik-rar etmek, demektir. İkrar ise cevaptır.
İbrayı iddia etmek hakkı düşürücü olduğu
için, karşı tarafa yemin lâzım gelir. Âlimlerden
bazıları da şöyle demektedirler: «Doğru olan şudur:
Davalı,
«Davacı bana daha önce aynı dava konusunda başka hâkimin huzurunda yemin teklif
et-mişti»
diyerek davacıya yemin teklif
edebiliyorsa, «Beni bu mardan ib-ra etmişti»
demesi halinde
de davacıya yemin teklif edebilir. Ancak her iki
halde de yemin teklif etmesi,
delil getirmemesi
halinde
mümkün-dür. Dinâh sahibi de bu görüşe
meyletmiştir.
Zamanımız hâkimlerinin çoğu da bu
görüş üzere
uygulama yapmaktadırlar.
Dürer'in
ifadesi de şöyledir: «Davalı yemin ettiğine dair delil geti-remez ve davacının kendi
yeminine dair
yemin etmesini taleb ederse, caizdir.» İşte
bu nakil de gösteriyor ki Sarihin
ifadesinde kapalılık var-dır. Uyanık olunuz.
«Bir söz
görmedim ilh...» Ben, şeyhimize
ait kitap nüshasının Hâmişi'nde bazı âlimlerin yazısıyla şu
ifadeleri
buldum: «Ben bazı hüküm sonlarında, Fetâvâ-yı Kerenbeşî'den
naklen,
Cevâhirü'l-Fetâvâ'nın
Kaza bahsinin baş taraflarına isnad ederek Kitabü'ş-Şehâdetin hemen
öncesin-de
şöyle gördüm: «Birisi diğerinden
birşey dava etse, davalıya
yemin düşse, hâkim ona
yemin teklif
ettiğinde, «Ben hiçbir zaman yemin
et-meyeceğine dair talâk üzerine
yemin ettim.
Talâkın gerçekleşmemesi
için şimdi de yemin etmem» dese hâkim ona üç defa yemin teklif eder ve
sonra da
yeminden kaçındığı için aleyhindeki
mal davasına hükmeder. Talâk üzerine yemin
etmesi
sebebiyle
ondan yemin düşmez.»
«Aşağıdaki şekilde
düzeltilsin ilh...» Ben derim ki: Yukarıda İnâye'den naklen şöyle geçti: «Hâkim
ister sebep, ister mevcut durum üzerine yemin teklif
etsin, taraflardan birisi mutlaka zarara
uğrar.
Durum böy-le olunca, davacının tarafını gözetmek daha uygundur. İşte bu sebeple,
yemin
etmeyeceğine
dair talâk üzerine yemin ettiğini
iddia eden kim-senin mazur
sayılmaması daha
uygundur. Çünkü talâk üzerine yemin
et-tiği için hanımının boş düşmesinden korkarak, yeminden
kaçman kimse, zararı
kendi peşine takmış olur. Ebussuud.
Ben derim ki: Talâk üzerine
yemin etmek, yeminden kaçınmak için bir delil sayılsaydı, üzerine
yemin gerekli olan herkes böyle yemin eder ve
daha sonraki muhtemel yemin tekliflerinden bu yolla
kurtulmaya ça-lışabilirdi.
Bu hak belirtilen şekilde kötüye kullanılınca da, davacının hak-kı zayi
olduğu gibi,
Hz. Peygamber (S.A.V.) in: «Yemin dava konusunu inkâr edene aittir» hadisine
muhalefet
edilmiş olurdu.
METİN
Musannıf
davada, taraflardan yalnız birisinin yeminiyle
ilgili mese-leleri zikrettikten sonra, aşağıda
taraflardan
her ikisinin karşılıklı yeminleşmesine
dair meseleleri zikir ve açıklamaya başladı, satıcı
ile alıcı, satış bedelinin miktarında veya vasfında veya cinsinde yahut mebîin miktarında ihtilâf
etseler, bunlardan hangisi delil getirse, onun lehine
hüküm verilir. Zira o, davasını
delille isbat
etmiş olur.
Eğer her ikisi de delil getirirlerse,
kimin delili dava konusunu daha fazla isbat ederse,
onun lehine
hüküm verilir. Zira deliller isbat içindir.
Eğer taraflar
semen ve mebîden her ikisinde ihtilâf ederlerse, deli-lin ziyadeyi isbat durumuna
bakılarak eğer ihtilâfları semende ise satı-cının delili öne geçirilir. İhtilâfları
mebîde ise müşterinin
delili önde
gelir. Eğer her üç durumda da ihtilâf halinde delil getirmezlerse, bakılır: Eğer birisi
diğerinin
sözüne razı olursa ne âlâ. Eğer razı olmazlarsa, araların-da muhayyerlik de yoksa, o
zaman her ikisi de yemin ederler. Aralarında muhayyerlik
varsa, muhayyerlik hakkı sahibi akdi
fesheder. Tarafların yemin etmesi söz konusu olunca; eğer satım
akdi peşin değil de vere-siye
yapılmışsa, önce müşteri yemin eder. Çünkü dava konusunu ilk in-kâr eden odur.
Eğer satım akdi veresiye değil de, malın malla trampası veya pa-ranın parayla mübadelesi
tarzında
olmuşsa, o zaman hâkim muhayyer-dir. Bazı âlimler tarafından, davacı ile davalı arasında kur'a
çekileceği söylenmiştir. İbn Melek. En sağlam görüşe göre buradaki yeminin, da-va konusunun
iddia edilen şekilde olmadığına
dair yanı olumsuz şekil-de teklif
edilmesi gerekir.
Taraflardan
birisi veya her ikisi satım akdinin feshini talep ederse, hâkim,
akdi fesheder. Satım akdi
karşılıklı yemin sonucu kendiliğinden feshedilmiş olmadığı gibi, taraflardan birisinin
tek yanlı
iradesiyle de
feshedilmez. Ancak ikisi beraber feshetmek isterlerse feshedebilirler.
Bahır.
Taraflardan
herhangi birisi yeminden kaçınırsa, diğerinin iddia et-tiği şey hâkimin
hükmüyle ona
gerekli olur. Bunun delili, Resûlullah (S.A.V.)
in: «Satıcı ile müşteri ihtilâf ettiklerinde satılan şey
mevcutsa,
ikisi de yemin eder ve herkes
elindekilerini geri verir» hadisidir.
Yukarıda
belirtilen hususlar, ihtilâfın satış bedeli üzerinde olmasıyla ilgilidir. Eğer ihtilâf, satılan
şeyin iç bünyesiyle ilgili ise, meselâ, sa-tıcı
ile alıcı mebîin çeşidi üzerinde ihtilâf etmişlerse, o
zaman yemin
et-mezler söz alıcınındır.
Ama eğer mebîin vasfında ihtilâf ederlerse, meselâ
müşteri, «Ben onu okur-yazar veya
fırıncı
olması şartıyla
aldım» dese, satıcı da, «Ben böyle bir şart koşmamıştım» dese, yine yemin yoktur.
Söz,
satıcınındır. Zâhîriyye.
İZAH
«Vasfında ilh...» Taraflar satış bedelinin
vasfında ihtilâf ederlerse, meselâ satıcı «Falan
ülkenin
veya falan şehrin
parası ile satış yapmış-tım» derken alıcı aksini
iddia edebilir, bu takdirde delil
getirenin
lehine hüküm verilir.
«Cinsinde
ilh...» Taraflar satış bedelinin cinsinde, yani altın veya
gümüş para olup olmadığında
ihtilâf
edebilir. Yine delil ikâme edenin lehine hüküm verilir.
«Miktarında
ilh...» Taraflar satış bedelinin miktarında ihtilâf
ede-cekleri gibi mebiin miktarında da
ihtilâf
edebilirler. Eğer mebîin vasfın-da ihtilâf ederlerse yeminleşme olmaz. Söz satıcınındır.
Nitekim bunu
ileride sarih de zikredecektir.
«Semende ihtilaf ederlerse ilh...» Hidâye'nin bu konudaki ifadesi şöyledir: «Eğer semen
ve mebîde
beraber
ihtilâf ederlerse, satıcının de-lili semende, alıcının delili ise mebîde
isbat bakımından
fazlalık
duru-muna bakılarak daha önde gelir. Bu açıklamayı babamın şeyhi Müfti Muhammed
Taceddin
Medenî yapmıştır.»
«Birisi diğerinin sözüne razı olursa ilh...» Bu ifade ancak semen ve
mebîdeki ihtilâf şeklini
kapsamına alır. Üç durumu kapsamaz. Başkala-rının
dediği gibi, sarihin «Mebî veya
semenden
yalnız
birisinde ihtilâf halinde taraflardan ikisi de aynı şeye yani
satıcı müşterinin iddia ettiği
semene veya
müşteri satıcının iddia ettiği satışa
razı olsalar yahut ihtilafın mebî
ve semenin her
ikisinde birlikte olması halinde herbiri,
di-ğerinin sözüne razı olsalar» demesi daha uygun olurdu.
Halebî de
Musannifin ifadesinin yanlış
olduğunu.söyleyerek, «Bu-rada
doğrusu, diğer âlimlerin de
dediği gibi,
sarihin ifadesinin de, «Eğer her ikisi aynı şeye razı
olurlarsa» şeklinde olması idi.
«Eğer birisinin muhayyerliği varsa, satım akdini fesheder ilh...» Bahır'da
şöyle denilmiştir:
«Musannıf,
«Delil getiremezlerse» sözüyle sa-tım akdinde hiçbirisine muhayyerlik hakkı
olmadığına
işaret etmiştir. Bundan dolayı Hülâsa'da, «Müşteriye
görme, ayıp ve şart muhayyerliği tanınmışsa
zaten yemin
etmezler» denilmiştir. Burada satıcı da alıcı
gibidir» denilmiştir. Yani bu
ifadeden
kasdolunan
muhayyerlik hakkı ola-nın satım akdini feshetmesi
mümkündür. Durum böyle olunca
karşılıklı yemine ihtiyaç kalmaz. Ancak uygun olan satıcı beyi eğer semenin
faz-lalığını iddia eder,
müşteri ete
onu inkâr ederse, müşterinin muhayyer-lik hakkı karşılıklı yeminleşmeye engel olur.
Satıcının
muhayyerlik hak-kına gelince, o yeminleşmeye
engel olmaz. Ama eğer müşteri mebîin
ziyadeliğini iddia eder, satıcı da o
ziyadeyi inkâr ederse satıcının
muhay-yerliği bu yeminleşmeye
mani olur.
Zira muhayyer olduğunda fesih im-kânı
vardır. Müşterinin muhayyerlik hakkına gelince,
burada da
onun muhayyerliği yeminleşmeye mani
değildir. Bu açıklamayı, başka bir
yer-den naklen
değil, araştırmaya dayanarak yaptım.»
Meselenin
özeti şudur: Kimin muhayyerlik hakkı
varsa o, her za-man satım akdini feshedemez. Bu
seheble uygun
olan, bu meseleleri tahsis etmektir.
«Önce müşteri yemin
eder ilh...» Yani İbn Kemal'in şerhinde de zikredildiği gibi
tarafların ihtilâfı
ister semende, ister mebîde veya isterse her ikisinde
birlikte olsun, bu üç durumda da önce
müşteri yemin
eder. Musannifin, «Çünkü dava konusunu ilk inkâr
eden müşteridir» sözü eğer
yeminleşme semende ise
doğrudur. Fakat yeminleşme mebîde ise
durum değişir. Çünkü o takdirde
satıcı inkâr eden durumundadır. Bu son durumda en uygun
olan, önce satıcının yemin etmesidir.
Bunu
aşa-ğıdaki mesele de teyid
etmektedir. Şöyle ki, kiracı ile, kiraya veren
kira süresi hakkında
ihtilâf
etseler, yeminleşmeye kiraya verenin,
yemini ile başlanır. Kûhistânî de
buna işaret etmiştir.
Bu konunun
benzerini Allâme Remlî de zikretmiştir.
«Yemin
olumsuz şekilde teklif edilir ilh...» Yani satıcı bin liraya sat-madığına yemin ettiği gibi.
müşteri de ikibine almadığına yemin eder.
«Sağlam görüşe göre ilh...» Ziyâdât adlı eserde, «Satıcı,
«Ben bin liraya değil vallahi ikibin
liraya
sattım» der.
Müşteri ise, «Billahi ben ikibin liraya değil, bin liraya aldım» der, denilmektedir.
«İkisi beraber feshetmek isterlerse, feshedebilirler ilh...» Sarihlerin zikrettiklerine bakılırsa,
taraflar
satım akdini feshederlerse, hâkime git-meden
satım akdi kendiliğinden feshedilir. Fakat hâkimin
feshi için
ta-raflardan birisinin talebi yeterli
ise de satım akdi tek taraflı olarak
feshedilemez. Bahır.
Feshedilmemesinin faydası ise yeminleşmedir.
«İhtilâf,
mebîin kabı üzerinde ise ilh...» Yani eğer ihtilâfları kapta
olur ve satıcı, satılan malın kabının
kendisinin
olduğunu inkâr ederse, meselenin şekli Zeylâî'de olduğu gibi şöyledir: «Birisi
diğerinden
kabıyla birlikte yüz kilo ağırlığında yağ alsa, sonra boşaltarak meselâ
yirmi kilo
ağırlığındaki
kabı sahibine vermek üzere getirse satıcı,
«Bu benim kabım değildir» dese, müşteri de
onun olduğunu
söylese yağın fiyatı is-ter kilogram başına belirlensin, isterse tamamının toplam
fiyatı söyle-miş olsun, söz müşterinindir. İşte bu mesele, kabzolunan şeydeki ihti-lâfla ilgilidir.
METİN
Musannıf,
yeminleşmenin yalnız semen ve mebîde tarafların ihti-lâfı halinde söz konusu olacağını
belirtmiştir.
Çünkü bu ikisi dışındaki .ihtilâflarda yeminleşme cereyan etmez. Zira bunlar akdin
özüne zarar
vermez. Meselâ; mebî ve semen dışında süre, şart, rehin veya muhay-yerlik,
dıman yeni
birisinin
kefaletini şart koşmak veya
semenin bir kıs-mının alınması gibi şeylerde ihtilâf
olunduğunda yeminleşme
yoktur. Bun-larda yeminleşme
olmadığına göre, söz, yemini ile
birlikte
dava
konusu-nu inkâr edene aittir. İmam
Züfer ile Şafiî'ye göre yukarıda sayılan şey-lerde ihtilâf
vukuunda da
taraflar yine yemin ederler.
Mebîin
helakinden veya müşterinin mülkiyetinden çıkmasından ve-ya geri
verilmesini imkânsız
kılacak bir ayıpla ayıplanmasından sonra
olan semen üzerindeki ihtilâfta yeminleşme yoktur.
Bu
mesele de semen deyn olursa, yalnız müşteri yemin eder. Ancak mebiî satıcının elinde iken müşteri
dışındaki
birisinin onu helak etmesi halinde yeminleşme vardır, İmam Muhammed ve İmam Şafiî'ye
göre yeminleşme
vardır, sa-tım akdinde helak olanın kıymeti
üzerine feshedilir.
Ama eğer satım akdi, malı malla değiştirmek
git» trampa şeklinde olursa, icmaen yeminleşme
vardır. Çünkü
trampa akdinde hem satılan, hem de bedeli aynı zamanda mebî hükmündedir. O
zaman helak olan misli olan şeylerden ise misli,
kıymet takdir edilen şeylerden ise, kıy-meti geri
verilir.
Nitekim bir ticaret malının helakinden sonra semenin cinsinde
ihtilâf etseler, şöyle ki, birisini
gümüş para ile aldığını iddia ederken, diğeri altın
parayı iddia ederse, karşılıklı yemin ederler.
Müşte-riye de helak olan malın kıymetini ödemek lâzım gelir. Sirâç.
Ama malın bir kısmı müşteri elinde helak edilmişse veya
müşterinin mülkünden çıkmışsa, meselâ
müşterinin
satın aldığı iki hayvanı kabzetmesinden sonra birisinin
normal ölümle ölmesi gibi. Bu
durumda
sa-tılan malın semeninin meblâğında ihtilâf ederlerse, o zaman İmam-ı
Azam'a göre yemin
etmezler.
Ancak yemini, satıcı eğer helak olmadan hissesine
düşen kısmın aslını terketmeye razı
olursa, yemin
ederler. Bu açıklama da büyük
çoğunluk, âlimlerin araştırmasına dayanır. Buhara
âlimleri ise, «Burada yeminleşme değil, yalnız müşteriye yemin düşer» şeklinde tefsir etmişlerdir.
Kitabet
bedelinin meblâğında efendi ile köle arasında
ihtilâf anın-da yeminleşme yoktur. Selem
aktinde ikâleden sonra selem edilen ser-mayenin
meblâğında ihtilâf ederlerse yine yeminleşme
yoktur.
Kitabet bedelindeki ihtilâfta söz kölenin, selem meblâğındaki ihtilâfta
ise sa-tıcınındır.
'Ancak burada selem tekrar avdet
etmez. Akit feshedilir.
İZAH
«Süre şart vb. ilh...» Bir akdin süresi ve şartları gibi, mevcut olma-dığı zaman akdin özü zarar
görmeyen unsurlardaki ihtilâf yüzünden ye-minleşme olmaz. Çünkü süre ve şart, şartın
meydana
gelmesiyle
sabit olur. Burada sözde sonradan gerçekleşen
unsurları inkâr edene aittir. Bu
meselede fakihler, akitte muhayyerlik
olduğunu inkâr edenin söz sa-hibi bulunduğunu kesinlikle
söylemişlerdir. Fakihler şart muhayyerliği ile ilgili iki görüş ortaya koymuş olup biz onları konusu
içinde ifade etmiştik. Mezhebin asıl görüşü ise, burada
zikrettikleridir. Bahır.
Musannıf
burada süreyle ilgili ihtilâfı mutlak
bir şekilde zikretmiş-tir. Bununla, akdin süresinin aslı
veya miktarı hakkındaki ihtilâf da
kap-sama alınmıştır. Öyleyse
burada, söz, sürenin fazlalığını inkâr
edene
ait-tir. Ancak, selemin süresi
üzerindeki ihtilâfta, bunun aksine yeminleşme cereyan eder.
Bunu, kendi
konusu içinde zikretmiştik.
Akdin
süresinin dolup dolmadığı konusundaki ihtilâf bu meselenin istisnasıdır. Çünkü
oradaki
ihtilâf
halinde söz müşterinindir. Zira hak onundur. Çünkü o, hakkın tam verildiğini inkâr
etmektedir.
Nihâye adlı eserde de böyledir.
Bahır.
Bahır'da
şöyle denilir: «Süredeki ihtilâftan
tarafların selemin süresi konusundaki
ihtilâfları da
istisna edilmiştir. Birisi selemin süresini
id-dia ederken, diğeri ona karşı çıkmış olsa, selemde
makbul olan
söz Ebû Hanîfe'ye göre süreyi iddia edenindir. Çünkü selemde süre
şarttır ve süreyi
konuşmamak akdi fâsid kılar. Öyleyse selemde tarafların süreyi öne geçirmesi selemin
ancak
süreyle
geçerli olduğunu gösterir.» Fakat
açıkladığımız mesele bunun aksinedir. Çünkü bu
meselenin geçerli olup olmamasının sürenin şart
kılınması ile hiçbir ilgisi yoktur.
«Semenin bir kısmının alınması ilh...» Veya
bir kısmını düşürmek veya hapsini ibra etmekle ihtilâf
etseler, yine
yeminleşme yoktur. Bahır. Burada
«semenin bir kısmı» ile kayıtlamak
konusunda
görüş birliği
var-dır. Çünkü, semenin tamamının
kabzında ihtilâf etmek de bir kısmında ihtilâf etmek
gibidir. Bu
da ancak satıcının sözünün kabul edilmesidir.
«Yemini ile
ilh...» Çünkü buradaki ihtilâf, üzerinde akit yapılan şey-de
değildir. O zaman fiyat
düşürme veya semenden
ibra gibi ihtilâflara benzer. Zira bunda ihtilâf etmek akdin özüne zarar
vermez. Ama se-menin vasfında veya cinsinde ihtilâf etmek bunun aksinedir.
Çünkü se-menin
özellik veya cinsindeki ihtilâf bizzat semenin
kendisine racidir. Zira semen deyndir. O da özelliği ile
bilinir. Ama süredeki
ihtilâf bu-nun gibi değildir. Bilindiği
gibi, semen süre geçtikten sonra da var
ol-maya devam etmektedir. Bahır.
«Mebiin helakinden sonra ilh...» Musannıfın bu sözünden anlaşıl-dığına
göre süre ve sonra
gelenlerdeki ihtilâfın helakten önce veya son-ra
olması arasında hiçbir fark yoktur.
«Mebii ilh...» Yani mebî müşterinin elinde helak
olduktan sonra ye-minleşme cereyan etmez. Eğer
mebî, müşteri
kabzetmeden önce helak olursa zaten akit fesholur.
Miraç.
«Ayıplanmasından
ilh...» Yani, mebî geri vermeye engel olacak şe-kilde ayıplandıktan sonra
yeminleşme olmaz. Bunda bir görüş vardır. Çünkü bu
durum helak kapsamına girmektedir.
Fakihlerin bu
konudaki ifadesi şöyledir:
«Müşterinin mebîi meydana gelen
ayıpla birlikte geri
vermeye gücünün yetmemesi ölçüsündeki ayıplama
helak hükmündedir. Kifâye adlı eserde
de,
«Mebî bitişik
veya ayrı bir artışla artsa» denilmiş-tir. Meselâ,
mebîin kendi bünyesinden bir artışın
olması;
yağlanma, şiş-manlama veya doğurma ve benzeri şekillerde olabilir. Gururu'l-Efkâr adlı
eserde de, «Eğer artış mebîin bünyesinden değilse, meselâ;
fiyatın-da artış olmuşsa, bu artış
kabızdan önce
veya sonra olsun, bütün âlim-lerin ittifakiyle müşteriye ait olur» denilmiştir.
«Müşteri
dışındaki ilh...» Zira tarafların her ikisi de helak olan me-bîin kıymeti onun yerine geçtiği
için yemin
ederler.
«Helak olanın kıymeti üzerine feshedilir ilh...» Akit,
helak olan şey kıymetli mallardan ise kıymeti,
mislî mallardan ise misli geri verilmek
üzere feshedilir. Hayreddin, S.
«İcmaen
yeminleşme vardır ilh...» Eğer malın bedelinin deyn veya ayn olduğunda
ihtilâf ederlerse,
ikisi de
yemin ederler. Ama müşteri malın bedelinin bir ayn olduğunu iddia ederse, İmameyn'e göre
yemin ederler. Ama
satıcı, mal bedelinin ayn
olduğunu iddia eder, müşteri de deyn
olduğunu iddia
ederse, o zaman yemin etmezler. Söz müşterinin-dir. Kifâye.
«Hem satılan, hem de bedeli mebî durumunda olur ilh...»
Böyle bir durumda üzerinde akit yapılan
mal mevcut
olduğu için akit de mevcut-tur. Alıcı ve satıcı, yeminleşmeden sonra kendi ellerindekini
geri
verir-ler. Bahır.
«Semenin cinsinde ihtilâf etseler ilh...» Semenin cinsindeki ihtilâf, miktarındaki ihtilâf
gibidir. Ancak
mebîin helak olması durumunda böyle değildir. Bahır.
«Karşılıklı yemin
ederler ilh...» Taraflar semen üzerinde ittifak ede-medikleri
için akdin feshi için
karşılıklı yemin etmeleri gerekir.
«Bir kısmı müşteri elinde helak edilmişse ilh...» Yani bir kısmı kabzdan sonra helak
olursa,
yeminleşme cereyan etmez. Bu hususu Mu-sannıf yakında
zikredecektir.
«İki hayvanı kabzetmesinden sonra ilh...» Ama hayvanın
biri veya ikisi kabzdan önce ölürse
karşılıklı yemin ederler. Mebîin artışında ih-tilâf ederlerse inkâr iki taraftan
olduğundan her ikisi de
yemin ederler. Kifâye.
«Ebû
Hcmîfe'ye göre yemin etmezler ilh...» Çünkü yeminleşme, mebîin tamamının mevcut olması ve
kabzedilmiş bulunmasından sonra uy-gulanır. Buna göre
mebîin bir bölümü helak olsa,
yeminleşmenin şartı bulunmadığı için Ebû Hanîfe'ye göre söz, yeminiyle birlikte müşteriye aittir.
Çünkü o ziyadeyi inkâr
etmektedir. Gurerü'l-Efkâr.
«Aslını ilh...» Yani satıcı helak olan
şeyin
kıymetinden hiçbir şey almaz. Sanki o şey hiç helak
olmamış gibi akit mevcut olanın üzerine yapılır. O zaman
mevcut olanın semeninde yeminleşme
uygulanır. Bun-ların hangisi yeminden
kaçınırsa, diğerinin iddiasını kabul etmiş sayılır.
«Buhara âlimleri ilh...» Yani cümlenin anlamı,
mebîin bir kısmı he-lak olduktan sonra yeminleşme
değil, yalnız
müşterinin yemin etmesi gerekir. Ancak satıcı eğer helak olan şeydeki hissesini
semenden terke razı olursa, o zaman karşılıklı yemin
ederler.
Gûrerü'l-Efkâr'da şöyle
denilmiştir: «Bizim meseleyi zikretmemizden sonra bazı âlimler tarafından
ifadedeki istisna, ifadenin siyakından an-laşılan, müşterinin yemin etmesindendir. Yani satıcı,
müşterinin
ikrar ettiği semenin miktarı helak olan şeyin semeninden alır.
Zira satıcı, müş-teriden
almayı dava ettiğinin toplamından, sulh yoluyla mebîden mev-cut olanı almıştır. O zaman müşteriye
yemin
teklifine ihtiyaç kalmaz. Ebû
Hanîfe'den de «Satıcı müfterinin ikrar ettiği miktarı helak olan
mebîin semeninden alır, fazlasını alamaz. O halde her ikisi de
yemin eder. Mebî-den mevcut olanı
da geri
verirler. Yani müşteri, mebîden geri kalanı sa-tıcı
da semeninden geri kalanı iade eder»
diye
nakledilmiştir.»
«Müşteriye yemin düşer ilh...» O zaman satıcı
sulhen müşteri tara-fından iddia edilen şeyi canlı
olarak alır. Zeylâî.
aikâleden sonra ilh...» Musannif burada niçin, «ikâleden sonra ih-tilâf» kaydını koymuştur? Zira
onlar selemin sermayesinin miktarında ihtilâf etmiş olsalar ve yemin de etseler, o zaman miktardaki
ihtilâf
se-lemin sermayesinin cinsindeki, nev'indeki, vasfındaki ihtilâf ve selem
yapılan maldaki
ihtilâf gibi
olur. Nitekim biz bu hususu selem bahsinde zikretmiştik. Bahır.
«Selem aklinde ilh...» Burada neden yeminleşme caiz
değildir? Zira ikâlenin kaldırılmasını gerekli
kılan selem davasıdır. Selem ise borç-tur. Düşen
bir daha dönmez. Sâyıhâni.
«Selen tekrar avdet etmez ilh...» Selem konusunda ikâle selem akdini bozmayı
kapsamına almaz.
Çünkü selem konusunda ikale, düşürmek demektir.
Bundan sonra tekrar dönmez. Satım akdi ise
Herkle geleceği gibi bunun aksinedir. Fakihlerin açıklamalarına
göre, bu konuda uygun olan durum
şudur: Selem akdinde eğer taraflar ikâleden
sonra cin-sinde, türünde, sıfatında ihtilâf ederlerse
hüküm yine yukarıdaki gibidir. Ancak ben bu konuda bir açıklık
görmedim. Bahır.
Yine
Bahır'da, «Fakihlerin bu meseledeki yazdıklarından anlaşıldı-ğına göre, ikâle yapılan akitte,
ikinci bir ikâle daha yapılabilir. Ancak selemde yapılan
ikâle bunun dışındadır. Yani selem akti ikâle
ile
fesh-edildikten sonra tekrar ikâle yapılamaz. İbre de ikâleyi kabul etmez. Biz bu konuyu
Fevâid
adlı eserde yazmıştık» denilmiştir.
METİN
Akit yapan
taraflar ikâleden sonra semenin miktarında ihtilâf etse-ler ve delilleri de
olmasa,
karşılıklı yemin ederler. Eğer mebî ve semen kabzedilmiş olur ve alıcı ikâle hükmü ile mebîi
satıcıya
geri vermemiş
bu-lunursa, bu takdirde şeminleşmeden sonra satın akdi, eski hali
üzere devam
eder. Eğer alıcı, ikâle
hükmü ile mebîi geri vermişse, o zaman yeminleşme cereyan
etmez ve söz,
yemini ile birlikte inkâr edenindir. İmam
Muhammed buna karşı çıkmıştır.
Eğer karı koca kim
delil ikâme ederse onun lehine hüküm verilir. Eğer her ikisi de delil getirirlerse,
o zaman emsal mehir, kocanın deli-linin tercih
edilmesi daha uygundur. Çünkü burada kadın dış
görünüşe
aykırı olan bir durumu isbat etmiş
olur ki, bu tercih edilmez. Eğer emsal mehir
eşlerden
her ikisine şâhid değilse, yani eşlerin öne sürdüğü mehir miktarına uygun düşmüyorsa,
deliller eşit
oldukları için birbirleri-ni ibtal ederler. Bu durumda sağlam görüşe göre,
kadına emsal mehir
gerekir.
Karı kocadan her ikisi
de delil getirmekten aciz olurlarsa, karşılıklı
yemin ederler. Bu yeminleşme
ile nikâh akdi feshedilmiş olmaz. Çünkü mehir
nikâha bağlı bir hak olup, onun tesbit edilmemiş
olması nikâhın ak-dinde semenin belirlenmemiş
olması akdi fâsid kılar. Mehir konusundaki
yeminleşmede önce koca
yemin eder. Çünkü mehri daha önce teslim et-mek kocanın
hakkıdır. O
halde iki
yeminden ilkini erkeğin yapması
ge-rekir. Yeminleşmeden sonra da erkeğin kadına emsal
mehir
vermesine hükmedilir. Zira yeminleşme
olduktan sonra, artık nikâh sırasında
mik-tarı
belirlenen mehre itibar edilmez. O halde yeminleşmede eğer
mehir erkeğin iddia ettiği miktarda
veya daha az olursa, onun sözü ile hü-küm verilir.
Eğer kadının dediği kadar veya
daha fazla olursa,
o zaman da karının sözü ile hüküm verilir. Eğer her ikisinin
iddiaları gibi olmasa o zaman da emsal
mehre
hükmedilir.
Kiracı ile kiralayan, kira bedelinde veya
kira akdinin süresinde, he-nüz kiracı yararlanmadan önce
ihtilâf
ederlerse her ikisine de yemin teklif edilir. Hangisi yeminden
kaçınırsa, onun aleyhinde
hüküm
verilir. Taraflardan birisi delil getirirse, delili kabul edilir.
İhtilâfları kira bedeli üzerinde ise,
önce kiracıya
yemin teklif edilir. Eğer anlaşmazlık kira sü-resi üzerinde ise, önce kiraya
verene
yemin teklif
edilir. Eğer her ikisi de delil getirirlerse, bedel konusunda mal sahibinin, süre
konusunda
kira-cının delili tercih edilir. Fakat kiracı, kiraladığı şeyden henüz yararlanmamışsa o
zaman
yeminleşme cereyan etmez. Söz, yeminiyle
birlikte kiracınındır. Çünkü o, ziyadeyi
inkâr
etmektedir.
Eğer kiraya
verilen şeyin bir bölümünden yararlanıldıktan sonra ta-raflar arasında ihtilâf çıkarsa,
yeminleşme olur ve akit geri kalan kısım için
feshedilir. Geçmişe ait söz de kiracınındır. Çünkü kira
akdi önceki bölümde saat saat yerini bulmuştur. Zira onun her bir sözü bir akit gi-bidir. Sözün akdi
ise bunun aksinedir.
Karı ile koca, altın veya gümüş cinsinden de
olsa, evde bulunan eş-yalar konusunda ihtilâf etseler,
bunlardan her
birinin kendisine uygun olan eşyada yeminiyle birlikte söz hakkı
vardır. Burada
eşlerin köle, mükâteb emsaliyle karı koca hayatı yaşanabilen çocuk yahut müslüman er-kekle evli
zimmî kadın
olması, nikâhın hâlen mevcut olup olmaması, eş-lerin
her ikisine veya yalnız birisine
ait bir evde
oturmaları hükmü de-ğişmez.
Hizânetü'l-Ekmel. Çünkü burada mülk sahibi olmaya
değil,
zil-yedliğe itibar edilir. Ancak eşler, oturdukları evde bulunan eşyayı
üreten, eşya alım
satımını
yapan kimselerden iseler, bu takdirde söz dış görü-nüşün çelişkili
olması sebebiyle erkeğe
aittir.
Dürer. Eşya hem erkeklere hem de kadınlara elverişli bulunursa söz yine erkeğindir. Çünkü
kadının kendisi de, elinde bulunan eşyası da kocanın zilyedliği altında bulunmaktadır. Bu sebeple
söz zilyed
olan kocaya aittir. Ancak yalnız
kadın-lara ait olan eşyada ihtilâf
ederlerse, o zaman dış
görünüş
bakımından kadının delili erkeğin delilinden daha kuvvetli olduğu
için söz, yukardakinin
aksine kadınındır. Böyle bir ihtilâf vukuunda karı
kocadan her ikisi de delil ikâme
etseler, o zaman
da kadının
delili ile hükmedilir. Çünkü onun delili, kendisi zilyed sayılmadığı için,
dışa ait bir delil
sayılır. Haniye.
Eğer eşler arasında ev konusunda ihtilâf olursa, karı
evin kendisine ait olduğuna dair bir
delil
ikâme etmedikçe, ev prensip olarak kocaya aittir. Bahır.
Yukarıda
yazdığımız hükümlerin hepsi, karı
kocanın ikisinin de hatta olmaları hali içindir.
Ama eğer
karı-kocadan birisi ölür ve onun varisi hayatta olanla karı
kocanın her ikisine de uygun
olan eşyada
ih-tilâf
ederse, burada söz, köle bile olsa
yemini ile birlikte hayatta olan eşe aittir, imam-ı Şafiî ile
İmam Mâlik, «İhtilâf edilen mal hayatta olan-la ölenin varisinindir» demişlerdir. İbn-i Ebî Leylâ,
«Malın hepsi
hayatta
olanındır» derken, Hasanü'l-Basrî de, «Malın hepsi kadınındır»
demiştir.
İşte bu
konuda fakihler arasında yedi görüş vardır. Hâniye'de de bu mesele
hakkında dokuz ayrı
görüş olduğu
söylenmiştir.
İhtilâf eden
karı kocadan birisi ticarette
izinli köle veya mükâteb olursa imameyn ile İmam Şafiî
demişlerdir ki, burada izinli köle ile mü-kâteb hür
gibidir. Hayatta ise burada söz, hürün
sözüdür.
Ölümden
son-ra ise söz hayatta kalanındır.
Çünkü hürün tasarruf kölenin
tasarru-fundan daha
kuvvetlidir. Ölene ise tasarruf yoktur.
İZAH
«Cinsi
üzerinde ihtilâf etseler ilh...» Meselâ mehirin cinsi ile ilgili anlaşmazlıklarında erkek, «Senin
mehrin şu köledir.» kadın da. «Hayır şu câriyedir»
dese, o zaman cins ve miktarın hükmü eşit olur.
Ancak şu durum
müstesnadır: Eğer kadının emsal
mehri cariyenin kıymeti ka-dar veya daha fazla
olursa, o zaman bizzat cariye değil, kıymeti kadı-nın
mehri olur. Nitekim Zahiriye ve Hidâye'de de
böyledir. Bahır.
Bahır'da
şöyle denilmiştir. «Musannıf, cinsî
tekârrübten önce boşa-ma halinde, taraflar arasında
çıkacak mehir anlaşmazlığının hükmünü zikretmemiştir.
Bunun hükmü Zahîrîye'de olduğu gibi
şudur: Cinsi
tekârübten önce, boşama halinde, eşler arasında çıkacak mehir
anlaşmaz-lığında,
kadının mahir
hakkı, kocanın iddia ettiğinin yarısıdır. Eğer bu eşler köle ve câriye statüsünde ise, o
zaman kadının
hakkı mut'adır. An-cak ayrılan karı koca aralarında cariyenin
kıymetinin yarısı
üzerinde anlaşırlarsa,
o zaman cariyenin kıymetinin yarısı kadının
hakkıdır.
«Delilin ilh...» Kadının delilinin kabulüne gelince,
bu açıktır. Zira kadın meselâ,
iki bin lira mehir
iddia
ediyorsa, bu iddiasında kapalı yön yoktur. Ancak
kapalılık kocanın delilinin kabulü
hususunda
vardır. Çünkü
erkek ziyadeyi inkâr etmektedir, öyleyse ona düşen delil
değil yemin-dir. Onun delili
nasıl kabul edilir diye sorulursa, deriz ki, erkek
burada şekil bakımından iddia edendir. Zira erkek
ikrar ettiği
mehrin karşısın-da kadının ona kendisini
teslim ettiğini iddia ediyor. Kadın
ise inkâr
edi-yor. Nasıl vedîa alanın delili vediayı sahibine geri verdiği
davasında ka-bul edilirse, burada da
erkeğin delili kabul edilir. Miraç.
«Erkeğin delili tercih edilir ilh...» Şârih'in
bu ifadesi geçen iki me-selenin de illetidir. Hâmiş'te,
«Eğer kadın, kocası
üzerinde bakiyye ka-lan mehri hususunda kocasının varisleri ile
ihtilâfa düşer
ve davasına delil
ikâme edemezse, emsal mehrin miktarı
hususunda söz, yeminiyle birlikte kadına
aittir»
denilmiştir. Hâmidiye, Bahır'dan.
«Nikâhları fesholmaz ilh...» Eşlerin nikâh akdi sırasında mehir mik-tarını tesbit
etmemiş olmaları
halinde, daha
sonra bu konuda çıkacak ihtilâf yüzünden yeminleşme
yoluna gidilse, bu durum
nikâhın
sıhhatine zarar vermez. Çünkü mehir satım akdinin aksine nikâha tabidir.
Yuka-rıda geçtiği
gibi satım akdinde semenin belirlenmemiş olması akdi fasid kılar. Minah ve Bahır.
«Önce erkek yemin eder ilh...» Remlî, Bahır'ın Mehir bahsinden o da Kâyetü'l-Beyân'dan
naklen
şöyle demektedir: «Eşlerden her ikisinin de yemin etmesi gerekiyorsa,
hangisinin önce yemin
edeceğinin kur'a ile belirlenmesi müstehâb
olur. Zahiriye adlı eserde tercih
edilen ve bir çok
âlimlerce de benimsenen görüşe göre yemin önce kocaya teklif edi-lir. Buradaki ihtilâf öncelikle
ilgilidir.»
«Teslim etmek kocanın hakkıdır ilh...» Yani
önce koca mehri öder, sonra da kadın kendisini teslim
eder.
«Emsal mehir hükmedilir ilh...» Yani önce iddiaları
hususunda kar-şılıklı yemin
ederler, sonra da
kocanın karısına emsal
mehri vermesi için hükmedilir. Bu İmam Kerhî'nin görüşüdür. Zira mehri
müsemma
bulun-duğu yerde emsal mehre itibar
edilmez. Yeminleşme sonucu, nikâh ak-di
sırasında konuşulan mehre itibar düştüğü için kadına
emsal mehir ve-rilir. Bu yüzden, bütün
durumlarda
yeminleşme, emsal mehre hüküm
vermekten önce gelir.
İmam Râzi'nin
araştırmasına göre ise emsal mehre yeminleşmeden önce hükmedilir. Biz bu konuyu
ve Ebû
Yusuf'un karşı çıkışını, Mehir
bahsinde zikretmiştik. Bahır.
«Kiralanan şeyi
kullanmazdan önce ilh...» Taraflar, kiracı henüz kiralanan
yeri kullanmazdan önce
kira bedeli veya
süresi hakkında ih-tilâf etseler, yeminleşirler. Çünkü satım akdinde yeminleşme
kıyasa uy-gun olarak kabzdan önce olduğu gibi, onun benzeri olan icarede de
ki-ralanan şeyi
kiracının kullanmasından önce olur. Bahir. Burada,
kira-lanandan yararlanmanın anlamı,
kira
süresince ondan faydalanma
imkânının bulunmasıdır. Yararlanmanın yokluğunun anlamı da
kullanma im-kânının olmamasıdır. Çünkü bilindiği gibi, kullanma
imkânı da ücretin gerekli olması
bakımından
kullanma gibidir. Bahır.
«Önce kiracıya yemin
teklif edilir ilh...» Yeminden kaçınmanın ya-rarının bir an önce görülmesi için,
ilkönce kiraya verene
yemin teklif edilmesi gerekir. Çünkü kiralanan şeyin teslimi gereklidir,
denilirse, şöy-le
cevap verilir: Eğer kira bedelinin peşin verilmesi şart kılınmışsa, o za-man
sanki
daha önce inkâr etmiş sayıldığından, önce kiracının yemini ile başlanır. Eğer kira bedelinin peşin
verilmesi
şart kılınmamışsa, mal sahibi
kiraya verdiği şeyi teslim etmekten kaçınamaz.
Zira onun
teslimi kira bedelinin peşin olarak teslimi şart
koşulmadığı takdirde, kira bede-linin kabzına bağlı,
değildir.
Ebussuud. İmâye'den.
«Eğer ihtilâf
kira süresi üzerine ise ilh...»
Ama eğer ihtilâf hem kira bedeli hem de süre üzerinde ise,
her iki tarafın da fazlalık hususunda ge-tirmiş oldukları
deliller kabul edilir. Meselâ,
mal sahibi
kiraya verdiği şeyin aylığının on dirhem olduğunu kiracı
da iki aylığının beş dirhem
olduğunu iddia
eder ve bu
iddialarına delil getirirlerse, iki aylığının on dirheme kiraya verilmiş
olduğuna hükmedilir.
«Eşler, ev eşyası
konusunda anlaşmazlığa düşseler ilh...» Musan-nıfın burada karı
koca sözünü
zikretmesi
yalnız eşler arasındaki ev eş-yası
ile ilgili ihtilâfları belirtmek içindir. Böylece aşağıdaki
ihtilâf
konu-lanı dışarıda kalmış olur.
1) Koca
dışında, diğer birden çok eşlerinin ev eşyası ile ilgili anlaşmazlıkları,
2} Babanın, kızıyla
arasında, çeyiz eşyası konusundaki anlaşmaz-lıkları,
3) Babanın
oğlu ile, ev konusundaki anlaşmazlıkları,
4)Ayakkabı
tamircisi ile kokucunun, ellerindeki
aletler konusunda-ki anlaşmazlıkları,
5) Ev sahibi
ile kiracı arasında, evin demirbaş eşyası konusundaki anlaşmazlıkları.
İşte, eğer
yukarıda «eşler» tabiri kullanılmasaydı, buradaki ihtilâfın karı-koca arasında
mı, yoksa
sayılanlar
arasında mı olduğu bilinmezdi. Bu
saydıklarımız. Bahir adlı eserde açıklanmıştır.
Bazısı
ileride
ayrıca gelecektir.
«Söz yemini
ile birlikte her birine uygun olan eşyada onundur ilh...» Kınye'de kız
çocuklarına çeyiz
hazırlama konusunda şöyle denir: «Karı ile koca birbirinden ayrılsalar, kadın odasında hizmet
gören cariyeyi beraberinde götürerek bir yıl istihdam etse, kocası da bunu bildiği
halde sussa,
sonra da onu
iddia etse kocanın iddiası kabul edilir ve cariye ona teslim edilir. Çünkü kocanın
mülkiyeti devam etmektedir. Bu mül-kiyetin ortadan kalktığı da ispat edilmiş değildir.»
Kınye'den yapılan bu nakilden anlaşılıyor ki karı-kocaya elverişli olan bir
şey, karı tarafından
götürülürken
kocanın susması, kocanın da-vasını bâtıl kılmıyor.
Eğer kadın, götürdüğü şeyi
kocasının satın aldığı-nı ikrar etmezse durum böyledir. Ama
eğer kocasının satın aldığını ik-rar
ederse karının davası düşer. Çünkü kocasının satın
aldığını söyle-mesi, onun kocasının
mülkü
olduğunu
ikrar etmesidir. Kocasının mülkü olduğunu ikrar ettikten sonra o şeyin kendi mülkiyetine
geçtiğini
iddia etse, bu el değiştirme ancak delil ile sabit
olur.
Kadın, kocasının aldığını ikrar ettikten sonra o şeyi ayrıldığı kocasın-dan satın aldığını iddia etse,
bu da ancak delil ile sabit olur. Hâniye'de olduğu gibi.
Buradan açıkça anlaşıldığına
göre, eşinden ayrılan koca, dava
ko-nusu şeyi satın aldığına dair delil
getirse, bu
delili, karısının kocasının aldığını
ikrar etmesi gibi olur. Yine dava konusu şeyin ayrılan
kocadan boşadığı karısına hibe ve benzeri yollarla intikal ettiğine dair iddiada da delil gereklidir.
Karının
ayrıldığı kocasının aldığı bir şeyi
onan rızası ile kullanması, kocasının o şeyi, kadınların ve
halkın anladığı gibi, karısına temlik ettiğine
delâlet etmez. Bununla birkaç defa fetva verdim. Bahır.
Hâmiş'te
şöyle denilmiştir: «Kadınlara mahsus eşyanın mülkiyet id-diasında kabul
edilen söz,
yemini ile birlikte kadınındır. Kadın ve erkeğe mahsus
olan eşyada da durum böyledir. Yine söz,
yemini ile birlikte ka-dınındır. Kadın, yalnız kadınlara mahsus
veya kadın ve erkeğin beraber
kullanacağı eşyanın davasında, yanında vedîa olarak kaldığını iddia ederse, söz
yine yemini ile
birlikte kadınındır. Allah
daha iyisini bilir. Hamidiye'de de Şelbî'den
naklen böyledir.»
«Zahir delilleri ilh...» Yani biz burada zilyedliği dış görünüşü olan açık bir delil saydık. Eğer
zilyedliği esas
almazsak, her iki eşin dış
görü-nüşlü delillerinin çatışması, davalarının düşmesine
yol açar.
«Dürer ilh...» Dürer'in ifadesi şöyledir: «Ayrılan karı-kocanın her iki-si de
ihtilâf ettikleri şeyi üretiyor
veya alım-satımını yapıyorsa, meselâ:
erkek kuyumcu ise, onda birtakım bilezik, yüzük ve benzeri
takılar
var-sa, bunlar kadına mahsus olmakla birlikte kadının olamaz.
Yine, ka-dın erkek elbisesi
satan bir
dellal ise, veya erkek ve kadın elbisesi veya
yalnız erkek elbisesi ticareti yapıyorsa, bunlar
da erkeğin olamaz.» Hidâye şerhlerinde de böyledir.
Şurunbulâiiye'de
de şöyle denilmiştir: «Musannıfın, «Karı ile arasında ihtilâf
konusu olan eşyada
söz, herkesin kullanabileceği eşya-da yemini
ile birlikte onundur. Ancak karı-kocanın
her ikisi de
diğerine
elverişli olanı alıp satıyorsa» sözü
genel değildir. Zira Musannıfın, «Üre-tir veya
alım-satımını
yaparsa» sözü genel olamaz. Zira kadın evliliği sırasında eğer erkek elbisesi
veya
kadına ve
erkeğe elverişli olan kap; altın, gümüş, ev eşyası ve arsa gibi
şeyleri
satıyorsa, yine
bunlar
er-keğindir. Çünkü kadın ve elindeki eşya
erkeğin zilyedliği altındadır. Da-valarda
söz de
zilyed olana aittir. Yalnız kadına has
olan bir eşya bunun aksine kadına
aittir. İnâye'de olduğu gibi.»
Bu hükümler,
aşağıda zikredilecek meselelerde daha iyi anlaşıla-caktır.
«Söz hayatta
olanındır, ilh...» Yemini ile
birlikte söz hayatta olanın-dır. Dürr-i Müntekâ. Çünkü
ölünün
tasarrufu yoktur. Bahır'da da Hizâne'den naklen,
şu mesele istisna edilmiştir: Kadın eğer
zifafı kocasının evinde yaptı
ise, o zaman her ikisine uygun
olan eşya ile kadının em-sali kadınlara
çeyiz yapılan eşyanın kocaya verilmesi
istihsan olmaz. Ancak koca
o cins eşyanın ticaretini
yapmakla biliniyorsa
o zaman' o eş-ya erkeğindir.
«Dokuz ayrı
görüş ilh...» Bu görüşlerden birincisi
kitapta olandır. İkincisi ise Ebû
Yusuf'un
görüşüdür ki,
kadına emsali kadınların çeyizi kadar eşya verilir, geri kalanı erkeğindir.
Üçüncüsü
İbn Ebî
Leylâ'nın gö-rüşüdür ki, eşyanın hepsi erkeğindir. Yalnız elbisesi kadınındır.
Dördün-cüsü,
İbn Muin ile
Şarîk'in görüşüdür ki, ihtilâf edilen eşya ikisi arasın-da taksim edilir. Beşincisi,
Hasan-ı
Basrî'nin
görüşüdür ki, hepsi kadı-nındır. Yalnız elbisesi erkeğindir.
Altıncısı, Şureyh'in
sözüdür ki,
ev
ka-dınındır. Yedincisi, İmam
Muhammed'in görüşüdür ki, talâk ve
ölümde her ikisine de uygun
olan eşya
kocanındır. İmam Muhammed, müşkil olmayanda Ebû Hanife'ye uymuştur. Sekizincisi,
Züfer'in
görüşüdür ki, her ikisinin kullanabileceği eşya her ikisinindir. Dokuzuncusu,
İmam Malik'in
görüşüdür ki,
hepsi ikisinin arasında taksim edilir. Bu görüşleri,
Hizânetü'l-Ekmel nakletmiştir.
Herkesçe anlaşılmaktadır
ki, dokuzuncu görüş dördüncü görüşün
aynısıdır. Bahır. Hâmiş'te de
böyledir.
Bir cariye veya
mükâteb yahut müdebber statüsünde bulunan bir câriye azad edilse, azad edilmekle
nikâhı
feshedildiğinden ayrılmayı ko-canın yanında kalmaya tercih etse,
azad edilmezden önceki
evde bulu-nan
eşya kocasına aittir. Cariyenin bir hakkı bulunmaz. Ama azad edil-dikten sonra ve
ayrılmayı tercih etmezden önce alınan eşyada, azad eden efendi ile azad edilen
câriye, bizim daha
önce boşanma konusunda açıkladığımız gibi, her ikisi
de hür kimselerin tâbi oldukları hükümlere
tâbi olurlar.
Bahır.
Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Kocası karısını boşarsa, kadının iddeti
dolsa, her ikisinin de
kullanabileceği eşya kocası hayatta iken kocası-nın, kocası öldükten sonra da varislerinindir.
Çünkü iddeti
dolan kadın artık bir yabancı gibi
olmuştur. Onun hiçbir tasarruf hakkı
yoktur. Bir de
zikrettiğimiz
gibi her ikisinin kullanacağı eşya boşanmakla kocasına ait olur.
Öldükten sonra da
varislerine
aittir. Ama kadın iddet beklerken
kocası ölürse, her ikisinin ortak kullanabileceği eşya
kadına düşer. Zira erkek,
iddeti bitmeden onu hiç boşamamış gibidir ve bu halde kadın ko-casına
mirasçı olmaktadır.»
Mal sahibi ile kiracı kiralık
evin eşyasında ihtilâf etseler, burada
ye-mini ile birlikte kiracınındır.
Kiraya veren yalnız
üzerindeki elbiseyi ata-bilir.
Bir ayakkabı
imalâtçısı ile esans imalâtçısı ayakkabı imalâtında ve esans
imalâtında kullanılan
aletler hakkında ihtilâf etseler, bu aletler
iki-sinin de elinde bulunsa, o zaman hangisinin hangisine
uygun olduğuna bakılmaksızın o aletler ikisinin ortak malı
sayılır. Bu konunun tamamı Sirâç'tadır.
Fakih ve ihtiyaç içinde olduğu bilinen birinin evinde, boynunda yir-mi bin dirhemlik kese bulunan
köle bir çocuk olsa, zenginlikle meşhur olan
birisi bu köle çocuğun kendisine ait olduğunu iddia
etse, çocuğu elinde bulunduran da kendisinin olduğunu ileri sürse köle zenginlikle tanınanındır.
Bir evde
temizleyicilik yapan birisinin üzerinde ipekli bir elbise bulunsa,
temizleyici elbisenin
kendisine ait olduğunu iddia etse, ev sahibi de kendisinin olduğunu iddia etse, elbise ev
sahibinindir.
Yük dolu bir
gemide bulunan birisi un tüccarı, diğeri gemici iki ki-şiden her
birisi gemiyi ve içindeki
yükü iddia
etseler, içindeki un, un tüccarına,
gemi de gemiciye verilir. Çünkü burada ikisinin
de dış
görü-şüne
göre amel edilir. Bir gemide bir yolcu,
bir dümenci, bir halatçı, bir de asker olsa, bunların
hepsi geminin
kendisinin olduğunu iddia etse-ler, ocakçının ücretle çalışabileceği ihtimali göz
önüne alınarak gemi diğer üçü arasında taksim edilir.
Birisi bir
deve katarını çekse, bir diğeri de katardaki develerden birine
binmiş olsa, her ikisi de deve
katarının kendisinin olduğunu iddia etseler, eğer
katara yüklü eşyanın hepsi
deveye binenin ise,
develer yük-leri ile birlikte deveye binenin
olur. Katarı çeken kişi de onun ücretli işçisi kabul edilir.
Eğer deveye binenin develerden yükte birşeyi yoksa,
ona yalnız bindiği deve verilir. Katarın diğer
kısmı da katarı çekenin
olur. Ama sığır ile koyun bunun aksinedir. Koyun ve sığır sürüsünü birisi
ön-den çekse, diğeri arkadan sürse, her ikisi de sürünün kendisine ait ol-duğunu iddia etse, sürü
arkadan sürenin olur. Bu konunun tamamı Hizânetü'l-Ekmel'dedir.
İZAH
«Boşanma
konusunda açıkladığımız gibi ilh...» Yani, eşlerden her
ikisine de elverişli olan ev eşyası
kocaya
aittir. Kadına elverişli olan eş-ya kadına aittir. Çünkü azatlı câriye, bu eşyanın alındığı sırada
hür
du-rumdadır. Nitekim bu husus,
ifadenin gidişinden de anlaşılmaktadır. Bu açıklamayı Sirâc
adlı eserdeki ifadeler de teyid etmektedir.
Eğer koca hür, karı kitabet yapmış veya müdebbere veya Ümmü'l-Veled statüsünde
bir cariye ise,
ayrılmazdan önce de azad edilmişse, sonra evin eşyası hakkında ihtilâf
etmişlerse, azad edilmeden
önce alı-nan
bütün eşya kocanındır. Azad edildikten sonra alınan eşyalar hak-kında ise her
iki
hürün ayrıldıklarında uygulanacak hükümler burada da uygulanır. Sayıhânî.
«Kadın artık
bir yabancı
gibi olmuştur ilh...» Bu ifadeden anlaşılı-yor ki eğer karı-kocanın her ikisi
de ölmüş olsalar, müştereken kullanabi-lecekleri eşyanın hükmü bunun gibidir.
PRATİK BİR MESELE: Bir kimse uzun bir süre bir toprakta tasarruf
etse, diğer bir kimse de bu
toprağı ve
başkasının onu tasarruf etmekte
olduğunu görse ve bir hak iddia
etmeden ölse,
ölümünden
sonra oğ-lu, o araziyi iddia etse, iddiası dinlenmez. O
toprak mutasarrıfa terkedilir.
Çünkü halk
ona şahitlik etmektedir. Velvâliciye'den Hâmidiye.
«Sığır ile koyun
bunun aksinedir ilh...» Minah'ta
şöyle denilmiştir. «Eğer bir sürü koyun
veya sığır
olsa, birisi sürüyü
önden çeken diğeri arkadan süren iki kişi sürünün kendilerine
ait olduğunu iddia
etseler, sürü, sürene aittir. Ancak sürücü bu sürüden yalnız
bir koyunun önün-den giderse, yalnız
o
koyun onundur.» Hâmiş'te de böyledir.
PRATİK BİR MESELE: Bir kimse, temizleyiciye temizlenmek
üzere dört parça keten bezi gönderse,
temizleyici
bezleri temizledikten sonra mal sahibine, «Elçini gönder, malını
göndereyim» dese, elçi
mal sahibi-ne
üç parça bez götürse, temizleyici dört parça gönderdiğini iddia etse, elçi de, «Bana
sayarak
vermedi» dese, o zaman mal sahibine, «Bunlar-dan dilediğinin sözünü tasdik et» denilir.
Mal sahibi eğer elçisinin
sö-zünü tasdik ederse, elçi davadan beri olur. Temizleyicinin yemin etmesi
gerekir. Eğer yemin ederse, o da davadan beri olur. Eğer yeminden kaçı-nırsa malı tazmin etmesi
gerekir.
Mal sahibi eğer temizleyiciyi tasdik ederse,
temizleyici beri olur, elçinin
temizlik ücretini vermesi
gerekir.
Çünkü temizleyici yemin edin-ce, onun kanaatine göre dört parça bez verdiği doğruluk
kazanır. Bu sebeple temizlik ücreti elçiden
alınır. Velvâliciye, ikinci fasıldan.
METİN
Musannif
önceki fasıllarda davada hesûmeti meşru ve davası dinle-nilecek kimseleri
zikretti. Şimdi
de
birbirlerine hasım olamayan
kimseleri zikredecektir.
Bir menkûl veya gayr-i menkûl malı elinde bulunduran kimse, «Bu malı gâib olan Zeyd, bana vedia,
ariyet, icara
veya rehin olarak bıraktı» veya, «Bu, malı gâib olan Zeyd'den
gasbettim» diye iddia
etse ve
zikret-tiğine dair delil getirse, eğer mal elinde
mevcutsa, davacının husûmeti def edilir.
Eğer
davalı delil
ikâme edemezse, davacıya yemin
teklif edi-lir. Yemin ederse hasım
olabilir; yeminden
kaçınırsa hasım olamaz.
Bu şekildeki bir davada, dava konusu malın hâkim huzurunda mev-cut olması gerekir. Eğer mal,
helak olmuş ise, husûmet ortadan kalkmış bulunmaz.
Çünkü bu halde davacı helak olan şeyin
kendisini
değil, kıy-metini dava etmiş olmaktadır. Deyn'in vedîa
olarak verilmesi ise müm-kün
değildir.
Şahitler, «Vediayı veren
gâib kimsenin adını, nesebini veya
yüzünü tanıyoruz» deseler, İmam
Muhammed,
isim ve neseb ile birlikte yüzün de
tanınmasını şart koşmuştur.
Şahitlerden
birisi, «Ben onu tanımıyorum, yalnız yüzünü tanıyorum» dese ve
tanımadığına dair
yemin etse, hânis olmaz. Zeylâî böyle zikret-miştir.
Şurunbulâliye'de,
Allâme Makdisî'nin yazısı ile Bezzâziyye'den
nak-len, «Bu mesele hususunda
müctehidler
İmam Muhammed'in görüşüne
dayanmışlardır» denilmiştir.
Ebû Yusuf da
söyle demiştir: «Dava konusu şeyi elinde bulunduran kimse (zilyed), hilekârlığı ile
bilinen bir
kimse ise, dava def edilmez.» Ebû Yusuf'un bu görüşü ile amel edilir.
Mültekâ. Muhtar
adlı eserde de bu görüş tercih edilmiştir.
Bu mesele dava kitabının beşinci meselesidir.
Zira bu meselede âlimlerin ayrı ayrı
beş görüşü
vardır.
Bunları Dürer adlı eserin müellifi
Molla Hüsrev açıklamıştır. Yahut da bu mesele beş
şekildedir. Aynî ve diğerleri.
Ben diyorum ki: Bunda bir görüş vardır. Çünkü bir kimse,
«Bu malı korumam için sahibi beni vekil
etti.» veya «Gâib olan Zeyd beni o evde
jskân etti.» veya «Ben bu şeyi gâib
olan Zeyd'den çaldım»
veya «Ben bu şeyi Zeyd'den çekip aldım» veya «Gâib Zeyd kaybetmişti, ben bul-dum.» Bahır. Veya
«O toprak
benim elimde ziraat ortakçılığı sözleşmesi gereğince kalıyor.»
-Bezzâziyye- derse, hüküm
yine aynıdır.
Yani bütün bu durumlarda davalı olan kimse yukarıdaki def'ileri öne sürünce
husû-meti
bertaraf etmiş olur. Bu duruma göre,
meselenin şekli de beş değil, onbir
olur.
Ben derim ki: Şu kadarı
var ki, Bezzâziyye'de ziraat ortakçılığı, icâre veya vedîaya tabi kılınmıştır.
Yine Bezzâziyye bu meseledeki şekillerin beşten fazla olmadığını söylemiştir.
Ben bu meseleyi
Mültekâ
Şerhi'nde tashih ettim.
Dava konusu
mal helak olmuş ise veya şahitler,
«Bu malı bizim bilmediğimiz bir kimse ona vedîa
olarak verdi»
diyorlar, veya zilyad (malı elinde
bulunduran adam) malı elinde husûmetle
bulundurduğunu
ikrar ediyor, meselâ, «Ben onu gâib
olan falan kimseden satın aldım» veya
«Bana
hibe etti»
diyorsa, veya davacı mutlak mülkiyeti
iddia etmeyerek mülkiyet fiilini iddia ediyor,
meselâ, «Sen onu benden gasbettin» veya «O benden
çalındı.» diyorsa, Buradaki 'çaldı' şeklindeki
meçhul ifade,
çalan adamın ayıbını örtmek içindir. Yani aslında, «Sen onu benden çaldın.»
demektedir.
Dava düşmez. Ama, «Gâib olan falan
kimse ben den gasbetti» derse, yukarıdaki
meselenin aksine ileride
geleceği gibi dava düşer. Bezzâziyye. Veya zilyed, «Falan kimse bana
vedîa olarak
verdi» diyor ve buna delil getiriyorsa,
yukarıda zikrettiğimiz illetten ötü-rü
bu
durumların
hepsinde dava düşmez.
İZAH
«Vedia ilh...» «Onu bana vedîa olarak verdi» sözünden ve bundan sonra gelenlerin açık
ifadesinden
anlaşıldığına göre, mala zilyed olan kimse, bütün malın kendisine vedîa olarak verildiğini iddia
etmektedir.
Halbuki durum böyle değildir. Çünkü İhtiyar adlı eserde şöyle bir ifade vardır: «Dâva
konusu malı elinde bulunduran kimse, «Bunun yarısı
be-nim malımdır, yarısı da falan
tarafından
bana vedîa
olarak verilmiştir» dese ve bu hususta
delil ikâme etse, malın yarısını ayırdetmek güç
ola-cağı için dava konusu malın hepsinden dava düşer.» Bahır.
Bahır'da şöyle
denilmektedir: Müellif ifade ediyor
ki, zilyed, «Bu, benim değildir» veya
«Falan
kimsenindir» diyerek
başka bir şey söyle-mese, dava düşmez. Burada müellifin yalnız «def» ile
kayıtlamasının
sebebi şudur: Zilyed böyle
dedikten sonra, «Bu benim evimdi falan
kim-seye sattım
o da
kabzettikten sonra bana vedîa olarak verdi» sözünü ilâve etse, dava düşmez.
Ancak davacı,
davalının bu
sözlerini ikrar eder veya hâkim durumu bilirse dava düşer.»
«Zeyd rehin
olarak bıraktı ilh...» Musannif rehin
bırakan kimsenin bilinmesinin şart
olduğunu
göstermek için burada Zeyd ismini kullan-mıştır. Çünkü,
davalı, Bunu tanımadığım bir kimse vedîa
veya rehin ola-rak bıraktı» dese dava
düşmez. Çünkü davanın düşmesi için
gâib olan kişinin tayini
gerekir. Sarihin de ileride zikredeceği gibi
şahadetlerde de durum böyledir. Bu
duruma göre, davalı,
malın meçhul
bir kimse ta-rafından vedîa veya
rehin edildiğini iddia etse, şahitler de belli bir kişi
tarafından
vedîa veya rehin edildiğine şahadet etseler, veya bunun
ak-si olsa, dava yine düşmez.
Bahır.
Bahır'da
Hizânetü'l-Ekmel ve Hâniye'den şöyle nakledilmektedir: «Davacı, «Bana ait olan bu malı
birisi
davalıya vermiştir» dese veya
şa-hitler davacının böyle bir ikrarda bulunduğuna şahadet
etseler, arala-rında dava kalmaz, yine düşer.»
Yine
Bahır'da, «Burada «gâib» kelimesi, mutlak kullanılması
sebe-biyle vedîa veya rehin bırakan
tanınmış
fakat kendisine ulaşmak çok zor olan bir uzaklıktaki
kimseyi
de kapsamına alır. Hülâsa ve
Bezzâziyye'de olduğu gibi.» denilmiştir.
«Zikrettiğine
dair delil getirse ilh...» şu kadarı var ki, delilin
Hizânetül-Ekmel'de de olduğu gibi
iddia
ettiğinin
aynına da uygun olması şart değildir. Meselâ şahitler, dava
konusu malı ona falan
kimsenin
ver-diğine şahitlik etseler ve «Yalnız
biz o malın kimin olduğunu bilmiyoruz»
deseler,
aralarındaki husûmet kalkar, dava düşer
Musannıfın
burada delilden kastı, delilin bulunmasıdır. Bu delil ister davacının göstereceği bir delil,
ister hâkimin bilgisi, ister davacının ikrarı kabilinden
olsun hüküm değişmez. Nitekim Hülâsa adlı
eserde de böyledir.
Ama davalı
delil getiremez ve davacının dava
konusu şeyin kendi-sine ait olduğuna dair yemin
etmesini taleb ederse,
davalıya hasım ola-bilir, yani dava açabilir. Nitekim
Hizânetü'l-Ekmel'de de
böyledir. Bahır.
«Dava konusu
mal davalının elinde mevcutsa ilh...»
Sarih bu kaydı Musannifin «Bu mal» sözünün
işaretinden almıştır. Zira hissî işaret an-cak dışarıda mevcut olan birşey için yapılır. Nitekim bu
Bahır'da da
ifade edilmiştir. Bu meselenin dışta kalan unsurları
ileride gelecektir.
Hâmiş'te
şöyle denilir: Bir kimsenin elinde bir köle helak olsa, di-ğer birisi
ölen kölenin kendisine
ait olduğuna
dair delil ikâme etse, buna karşılık kölenin yanında öldüğü adam köleyi
gâib olan bir
başkasının kendisine vedîa veya icare
ettiğine dair delil ikâme etse, bunun delili kabul edilmez. Zira
davacı ondan
helak olan kölenin kıymetini iddia
et-mektedir. Deynin vedîa olarak verilmesi ise
mümkün
değildir. Daha son-ra gâib olan kimse gelerek
vedîa verme, kiralama ve rehin hususunda
davalıyı tasdik etse, o zaman davalı tazmin ettiğinin kıymeti ile davacıya
rücû ederek ondan geri
alır. Ama
burada davalı gâsıb ise, rücû edemez.
Ariyet ve ibâk (kölenin kaçması) da bu meselede
kölenin helak olması gibidir. Ama kaçan köle bir gün geri dönerse, onun kimin tazmin
etmesi
gerekiyorsa
onun kölesi olur.» Bahır.
«Veya yüzünü ilh...» Ebû Hanîfe'ye
göre şahitlerin yalnız yüzünü ta-nımaları yeterlidir. Bezzâziyye.
«Şart koşmuştur ilh...» Burada ihtilâf noktası, «Davalı,
dava konusu malın isim ve nesebi ile
muayyen
bir kimsenin kendisine ariyet
veya ve-dîa olarak verdiğini yahut
kiraladığını iddia etse,
şahitler de şehâdetlerinde, «Biz onun yalnız yüzünü tanıyoruz,
isim ve nesebini tanımıyoruz.»
deseler meselesidir.
Çünkü İmam Muhammed'e göre bu meselede gâib üzerine şahadette bulunan
şahitlerin
gâib olan kimseyi isim ve nesebi ile bilmeleri şart olduğu gibi yüzü ile de tanımaları
şarttır. Ama davalı, dava konusu malın, kendisince bilinmeyen bir kimse tarafından ariyet veya
vedîa olarak
verildiğini yahut kiralandığını iddia ederse,
o zaman zaten mezhep âlimlerinin icma ile
şahitlerin şahadeti kabul edilmez. Hassâf'ın
Edebü'l-Kâdı şerhinde de böyledir.
«Yemin etse
ilh...» Sarihin buradaki ifadesi açık değildir. Uygun olan şarihin, «İmam Muhammed
şahitlerin
gârb kimsenin yalnız yüzünü tanı-maları ile iktifa etmemiştir» demesi idi.
Zeylâî'nin,
«Yalnız yüzü ile ta-nımak, tanımak değildir»
sözü de bizim uygun dediğimize delâlet eder. Nitekim
şu hadis-i şerif de bu hususu açıkça belirtmektedir: Resûlullah (S.A.V.) ashabtan birisine, «Sen
falan kimseyi
tanıyor musun?» diye sordu. O da, «Evet, tanıyorum» dedi. Resûlullah
(S.A.V.)
«İsmini ve
ne-sebini biliyor musun?» diye sorunca sahabî, «hayır» dedi. Bunun
üze-rine Resûlullah
(S.A.V.), «O zaman sen onu tanımıyorsun» buyurdu.
«Davacının
husûmeti ortadan kalkar ilh...» Yani hâkim, davalının malı davacıya
vermesine
hükmedemez.
Musannifin bu.ifadesi, davacı di-ğer
bir hâkime başvurarak davasını yenilese,
davalının
ikinci davanın define muhtaç olmadığını
ifade eder. Davalı yalnız birinci hâkimin
hük-münü
isbat eder. Nitekim fakihler bu meseleyi açıkça ifade etmişlerdir.
Musannifin,
«husûmeti ortadan kalkar» sözüne göre, hâkim, dava-cıya yemin
teklif etmez. Yani
hâkimin onun
iddiasını kabul etmesi ge-rekmez. Ben bu ifadeyi şimdi görmedim. Bahır.
Bahır'ın bu
ifadesinde bir görüş vardır. Görüş
şudur: Zaten delil-den sonra davacıya
yemin teklif
edilemez. Delilden önce ise Bezzâziyye' den nakledilene göre hâkim, dava konusu malı davalıya
vedîa olarak
verdiğine dair davacıya kesin yemin teklif eder. Bezzâziyye'den sonra, Zahîre'den
şöyle nakledilmiştir:
«Davalı vedîa olarak verildiğini
iddia et-tiği için, zaten yemin
etmez. Eğer
yemin ederse, dava düşmez. Belki davacı, onun bilmediğine dair yemin eder.»
«Mutlak
mülkte ilh...» Vakıf gelirine ait dava da mutlak mülkiyet davasındandır.
Nitekim Bahır'da,
gelecek faslın başında bu mesele açık-lanmıştır.
Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Müellif davacının
dava şeklini zikretmemiştir. Musannif dava şeklinden
şunu kasdetmiştir ki, davacı dava konusu malda mutlak bir mülkiyet iddia etmektedir. Yoksa
zilyedliğe dayanan bir fiili iddia etmemektedir. Bu meseleye karşı gelen meseleler de buna delâlet
etmektedir.
Davacının cevabının özeti şudur:
Davalı zilyed olunan malın emanet olduğunu ve helak
olduğu
takdirde tazmin edi-leceğini ve mülkün
de başkasının olduğunu iddia etmektedir. Musannif
burada
davacının delilini de zikretmemiştir. Halbuki onun delilini zikretmesi gerekirdi. Çünkü
bilindiği
gibi, zilyed olmayan dışta kalan kim-seden delil istenir. Delil
getirene kadar da davalı defe
muhtaç
değildir. Meselenin özeti şudur: Davacı, davalının elinde bulunan malın mutlak mülkiyetini
iddia
ettiğinde davalı onun iddiasını inkâr
ederek ondan de-lil taleb eder. Davacı delilini ikâme etse
bile hâkim
yine onun delili ile davalının
zikredilen noktalarda davayı def etmesi ve bu define delil
getirmesine
kadar hükmetmez».
«Hilekârlığı ile ilh...» Şöyle ki, hilekâr kimse
birisinin malını gasbeder, sonra onun gizlice yolculuğa
çıkacak bir kimseye verir, yolculuğa çıkacak kimseye bu malı bazı insanların huzurunda vedia
olarak verir,
mal sahibi gelip mülkiyetini
isbat etmek istediği zaman zilyed,
«Falan kimsenin bana
vedîa olarak
verdiğine dair delilim vardır» diyerek delilini
ikâme eder. İkâme ettiği delil ile mal
sahibinin hakkı ibtâl edilir. Dürer'de de böyledir. H.
«Muhtar
ilh...» Miraç'ta şöyle denilmiştir: «Ebû Yusuf kadılık yapar-ken, halkın hallerini anladıktan
sonra bu
görüşe dönerek şöyle demiş-tir:
«Hilekâr kimse bir malı gasbederek, şahitlerin
huzurunda
kendisine
vedîa olarak vermesi için onu
yolculuğa gidecek birisine verir. Mal
sa-hibi malını tesbit
ettikten
sonra onun mülkü olduğunu isbat
edeceği za-man malı gasbeden kimse malın
başka birisi
tarafından
kendisine vedîa olarak verildiğine
delil ikâme eder. O zaman mal
sahibinin hakkı iptal
olur ve dava
düşürülür. «Mebsut'ta böyledir». .
«Dürer sahibi
açıklamıştır ilh...» Molla Hüsrev
bu konuda bizim üç imamın sözlerini
zikretmiştir.
Dördüncüsü
İbni Şübrüme'nin, «Mutlaka dava
düşürülmez.» sözü, beşinci de İbni Ebî Leylâ'nın
sözüdür. Buna
göre, dava delilsiz de def edilir. Zira davalı elinde bulunan malın bir gaibin mülkü
olduğunu
ikrar etmektedir. S.
«Bunda bir
görüş vardır ilh...» Musannıfın,
«Bunda bir görüş var-dır» sözünde de bir
görüş vardır.
Zira
davalının, «Beni vekil etti.» sözü,
«Bana vedîa olarak verdi» sözüne,
«Beni bu evde iskân etti»
sözü, «Ba-na
ariyet olarak verdi» sözüne, «Ben
ondan çaldım» sözü «Ben ondan gasbettim»
sözüne, «O kaybetmişti,
ben buldum.» sözü, «Bana vedîa olarak verdi» sözüne, «Akar ziraat
ortakçılığı sözleşmesi
gereğince be-nim elimdedir.» sözü de icare veya vedîaya irca edilir.
O halde
mesele-nin şekilleri
beşten yukarıya çıkmaz. Hâmiş'te de böyledir.
«Bahır ilh...» Bahır'da bu meseleden sonra şöyle denilmiştir: «Eğer sonuncusunda
şahadet yoksa,
birincilerin
ikisi emanete, son üçü de taz-minata
raci olur. Eğer sonuncuda şahadet varsa, o zaman
o emânete râcî olur. Buna göre, bu meselenin şekilleri
ona yükselir.
Bundan anlaşıl-dığı gibi bu
meselenin şekilleri
beşten ibaret değildir.»
Ancak şu hususu belirtmek gerekir ki, arttırdığı
şekilleri, zikrettiği şekillere döndürülürse, sayı,
«Beşten ibaret değildir» sözü itiraz yeri
ola-maz.
«İkrar etse ilh...» İkrardan sonra vedia
olduğuna dair delil getirirse davası
dinlenmez. Bezzâziyye.
«Satın aldım ilh...» Bu meselelerin özeti şudur:
Davacı mülkiyet se-bebini zikretmeden kendi
malı
olduğunu
iddia etse, davalı inkâr etse, davacı
mülkü olduğuna dair delil getirse, zilyed malı gâib
olan bir
kim-seden satın aldığını iddia ederek delil getirse,
husûmet ortadan kalkmaz. Yani hâkim
davacının
delili ile hüküm verir. Çünkü davalı
başka birisin-den olarak mülk edindiğini söylemesiyle
hasım
olduğunu ikrar etmiş olmaktadır. Bahır.
Bahır'da,
Zeylâî'den şöyle nakledilir: «Bu
mesele davalının delili ile defedilmediğine göre zilyed
olmayan davacının deliline dayanarak ona hükmedilir.
«Hibe etti
ilh...» Musannif bu ifadesi ile satın almadan maksadın
zilyedin mutlak mülkiyeti iddia
ettiğine
işaret etmektedir.
«Mülkiyet
fiilini iddia etse ilh...» Musannif
burada bunu başka biri-sinden dava etmesi durumundan
kaçınmak için kayıtlamıştır. Eğer zil-yed
zikredilenlerden birisi ile davayı
def eder ve delil getirirse,
o za-man
mutlak mülk davası gibi bu dava da
def edilir. Bezzâziyye'de olduğu gibi. Bahır.
Sarih buna
yine ilerideki, «Gâib olan falan kimse benden
gasbetti dese, yukarıdaki meselenin
aksine» sözüyle
işaret etmiştir.
«Benden
çalındı ilh...» Burada «gâsıb» kelimesini kullanması misal içindir. Çünkü
davacının
maksadı davalının elindeki malın hangi yolla
eline geçtiğini söylemektir. Ama davacı, «Ben onu
sana vedîa
olarak verdim» veya «Onu senden satın aldım.» dese,
zilyed yukarıda zikrettiği-miz
şekilde delil getirse, dava yine düşmez.
Bezzâziyye'de de böyledir. Bahır.
«Bezzâziyye ilh...» Bezzâziyye'de şöyle
denilmiştir: «Davacı iddia ettiği
malın kendi mülkü olduğunu
iddia ederek davalının elinde gasb yoluyla bulunduğunu söylese zilyed de malın bir başkası
tarafından
ken-disine vedîa olarak verildiğine
dair delil getirse, bazı âlimler
tarafından davanın
düşeceği
söylenmiştir. Çünkü davacı, davalının malı hangi
fiille eline geçirdiğini zikretmemektedir.
Ama doğru
olan, davanın düşmeme-sidir. Bahır.
S.
«Delil getirse îlh...» Musannıfın burada «delil»den
maksadı, delil ikâme etmektir. O halde ikrar
buradan çıkmaktadır.
Bezzâziyye'de, Zahîre'ye dayanılarak şöyle
denilmektedir: «Dava ko-nusu malın
mülkiyet fiili
hususundaki
davada davalı, davacının gâib olan bir
kimsenin malı kendisine vedîa olarak verdiğine
dair ikrarı üzerine de-lil ikâme etse, dava
düşer. Kendisine vedîa olarak
verildiğine dair delil ikâme
ettiğinde
davanın düştüğü gibi. Zira davacının ikrarı
ile kendisinin elinin husûmet eli olmadığı sabit
olmuştur.»
Bahır.
«Zikrettiğimiz
illetten ötürü ilh...» Çünkü davalı
mülkiyeti mutlak olarak
değil, mülkiyet fiili ile iddia
etmektedir.
Metindeki meselelere ge-lince: Musannif birinci
illete, «Eğer zilyed husûmet eli
olduğunu
ikrar ederse» sözüyle işaret
etmiştir. Çünkü davalıdan fiil
iddiasında bulun-duğunda
davalıya hasım olmaktadır. Bundan ötürü de dava düşmemek-tedir. Ama mutlak mülkiyet
davası
bunun
aksinedir. Çünkü mutlak mül-kiyette
elinde olması itibariyle hasımdır. Bahır'da da böyledir.
Ama Musannıf,
malın helak olması halindeki meselede illeti işaret etmemiştir. Onun illeti de şudur:
Davacı deyni iddia etmektedir. Deynin yeri ise
zimmettir. Burada davalı zimmeti ile hasım
olmaktadır. Elinde vedîa olduğuna dair delil getirmesinden açığa çıkmaktadır ki, zimme-tinde olan
mal kendi malı değil, başkasının malıdır. O
halde bu delili bir fayda vermez ve davayı
düşürmez.
Miraç adlı eserde de böyledir.
Musannıf,
«Şahitler, «Bu malı bizim bilmediğimiz bir adam ona ve-dîa olarak verdi» deseler
sözünün de
illetine işaret etmemiştir. Bunun illeti de şudur: Şahitler davacıyı hasım olması
mümkün olacak bir kim-seye havale etmemektedirler. Bunun için dava düşmez. Böyle
denilmiştir.
METİN
Zilyed, mahkeme dışında «Dava konusu mal
benim mülkümdür» de-se, sonra mahkemede,
«Yanımda
falan kimsenin rehini veya vedîasıdır» dese ve zikrettiğine dair
delil ikâme etse, husûmet
düşer. Ama. davacı davalının birinci sözü üzerine delil ikâme ederse, o zaman delili onu ha-sım
kılar ve defe
mani olan ikrarı daha önce olduğu için davalının aley-hine
hüküm verilir. Bezzâziyye.
Davacı, «Gâib
olan falan kimseden satın aldım» dese, zilyed de, «Gâ-ib olan falan
kimse bana bizzat
kendisi vedîa
olarak verdi» dese, delil getirmeseler de dava düşer. «Ama, «Bana vekili vedîa olarak
verdi» de-se,
vekâlete dair delil getirmedikçe dava düşmez. Fakat delil getirirse
husûmet ortadan
kalkar, dava düşer. Çünkü her ikisi de asıl
mülkün gâib olan kimsenin
olduğunda birleşmişlerdir.
Yok eğer
davacı, «Gâib olan falan kimseden satın aldım. Beni kabzına vekil
etti» der ve delil
getiri-şe,
malın ona verilmesine hükmedilir. Fakat davacı delil getirmezse,
da-valı onu satın aldığı
iddiasında
tasdik etse bile, gâib aleyhine hüküm ve-rilmemek için onun
ikrarı ile malın teslimi
emredilemez.
Dürer sahibi
ile diğerlerinin bu meseleyi açıklamada, satın alma da-vasına
hasretmeleri ittifaklı bir
kayıttır. Bu sebeple Musannif diyor ki: «Davacı: «Bu mal benimdir. Benden, gâib olan
falan kimse
gasbetti.»
dese ve buna deli! getirse, zilyed, o
malın gâib kimse tarafından vedîa
olarak verildiğini
zannetse,
dava delilsiz düşer. Çünkü her ikisi de mâ-likin
gâib olan kişi olduğundan birleşmişlerdir.
Bu sebeple istihsanen dava düşmez. Bezzâziyye.
Düşmezdi, çünkü zilyed gâib olan
kimsenin vedîa
olarak
verdiğini zannet-mektedir.
Bu sebeple istihsanen dava düşmez. Bezzâziye.
Şurunbilâlî,
Vehbâniye şerhinde şöyle demiştir: «İki kişi bir malın Zeyd'in
mülkü olduğunda ittifak
etseler, her ikisi de
o malı Zeyd'den ki-raladıklarını
iddia etseler, ikinci adam birinci adama hasım
olamaz. İkin-ci adam rehin ve satın alma davasında da hasım
olamaz. Müşteriye ge-lince, o
hepsinde de
hasım olur.»
PRATİK MESELELER :
Davalı,
«Benim müdafam vardır.» dese, dava
ikinci oturuma ertelenir. Suğra.
Davacı, malın
kendisine vedîa olarak verildiğini
iddia eden kimseye
kesin yemin teklif edebilir.
Dürer. Vedîa iddiasında bulunan kimse de davacıya bilgisi üzerine yemin teklif edebilir. Bu
konunun
tamamı Bezzâziye'dedir.
Birisi, diğer
bir kimseyi cariyesinin nakli için
vekil tayin etse, cariye efendisinin kendisini
azad
ettiğine dair
delil getirse, efendisi hazır olmadığı sürece delili
azad için değil davanın düşmesi için
kabul edilir. İbni Melek.
İZAH
«Vekâlete dair delil getirmedikçe ilh...»
Çünkü vekâlet onun mücerred kendi sözü
ile sabit olmaz.
Miraç. Ayrıca zilyed onu inkâr ettiğinden davacının
malı kimden aldığı tesbit edilmemiştir. Davalının
vekilinden
aldığına dair iddiası da tasdik edilmez. Çünkü davacı inkâr etmektedir.
Bahır.
«Delil getirmeseler de
ilh...» Binâye'de şöyle denilir: «Davacı, dava-lıdan malın yanında vedîa
olarak
bulunup
bulunmadığına dair yemin talep ederse,
kendisine kesin yemin teklif edilir.
Bahır.
«Musannıf
diyor ki ilh...» Bu mesele, vekilin
azli konusundan baş-kasını itirafa zorlama olarak
delille isbat edilmiştir.
Ben derim ki: Davacının, «davalının elindeki malı ben falan kimse-den ariyet olarak almıştım»
demesindeki hüküm de bunun gibidir. Nitekim meselenin
illetinden de bu anlaşılmaktadır.
Hâmiş'te
şöyle denilmiştir: «Nesebin işbatı davasında beş çeşit ha-sım olabilir: Bunlar: Mirasçı,
vasî, lehine
mal vasiyet edilen kimse, mi-ras
bırakana borçlu veya ondan alacaklı olan kimselerdir.
Bezzâziyye. İrste de bunun gibidir. Câmiü'l-Fusûleyn.
«Hırsızlık davası olsa, dava düşmez ilh...» Davacı, «Bu elbise benimdi, Zeyd benden çaldı» dese,
zilyed de, «Zeyd onu 'bana vedîa olarak verdi»
dese istihsanen dava düşmez.
Hakir derim ki: Burada istihsan delilinin açıklanması şöyle olur: Gasb, bir mal üzerinde bâtıl olan
tasarrufu
sabit kılarak haklı tasarrufu kaldırmaktır. Nitekim bu
fıkıh kitaplarında zikredilmiştir. Bu
duruma göre,
gasb'da el gasbedenindir.
Hırsızlık meselesi bunun
aksinedir. Çünkü hırsızlıkta el, zilyedindir. Zira şer'an hırsıza tasarruf eli
yoktur. Bu
ifadenin, yasağı koyan bakı-mından güzel bir yönü bulunduğu açıktır. Bu, fiilin
özelliğine
daha uy-gundur. Sâyıhânî'nin sözleri, davacının,
«Benden çalındı» sözüne hamledilmesi gerekir.
Ama eğer
davacı «Gâib olan falan kimse benden çal-dı» derse dava
düşer. Çünkü davacı ile
davalının her
ikisi de tasarrufun gaibe ait olduğunda ittifak etmişlerdir. İşte bu mesele, zilyedden
başka-sı üzerine fiil dava etmesi meselesi kabilindendir.
Bahır adlı eserde ol-duğu gibi bu
meselede dava düşer.
«Dava düşmez
ilh...» Bahir sahibi şöyle der: «Ben
bu konuyu te'lif ettikten sonra,
bir gün bana şu
mesele soruldu: Birisi kız kardeşinin evin-den
bir eşya alsa, bunu birisine rehin olarak
bıraksa ve
gâib olsa, kız kardeşi
bu eşyayı zilyedden dava etse, zilyed de, «Bunu bana kardeşin rehin verdi«
dese, bu meseleye şöyle
cevap verdim: Eğer kadın karde-şinin
gasbettiğini iddia eder, zilyed de
rehin
olduğuna dair delil getirir-se, dava düşer. Kadın eğer hırsızlığı iddia ederse, dava düşmez.»
Bahır'ın
ifadesinin acık anlamı şudur ki, kadın kardeşinin
çaldığını iddia etmektedir. Halbuki
bununla
birlikte yukarıda biz Bahır'dan, «Mu-sannif
burada bunu başka birisinden dava
etmesi
durumundan
kaçınmak için kayıtlamıştır. Eğer zilyed
zikredilenlerden birisi ile davayı
def eder ve
delil
getirirse, o zaman mutlak mülk davası gibi bu dava da def edi-lir.» ifadesini nakletmiştik. O
halde kadının
kardeşinin çaldığını değil, meçhul
olarak kendisinden çalındığını iddia etmesi
şeklinde tefsir et-mek gerekir ki, zilyed aleyhine dava açabilsin.
«İkinci
oturuma ertelenir, ilh...» Hâkim, davalıdan meseleyi sorar ve yapacağı
savunmanın doğru
olduğunu
anlarsa, davayı ikinci oturu-ma erteler.
Nitekim biz bu meseleyi
tahkim babından önce
zikretmiştik.
«Davacı,
vedia davasında bulunan kişiye kesin yemin teklif edebilir ilh...» Çünkü vediayı iddia
etmiştir. O
zaman davacıya yemin düşmez, Hâmiş'te de durum böyledir.
PRATİK MESELELER :
Birisi evli
bir kadının kendi nikâhlısı olduğunu iddia etse, kocanın hazır olması şarttır.
Câmiü'l-Fusûleyn.
Sipahi,
toprağın mülkiyetini veya vakıf
olduğunu iddia eden kimse-ye hasım olamaz. Hayriye, dava
bahsi.
Asıl olan, bir sebeple mukayyet olan değil, mutlak mülkiyet davasın-da davanın düşmesidir. Dürr-i
Müntekâ.
Müşteri, kiracı veya
rehin alana hasım olamaz. Câmiü'l-Fusûleyn, üçüncü fasıl.
METİN
Bir kimse miras veya
satın alma gibi bir sebebe dayanmaksızın, başka birisinin elindeki malın
mutlak
mülkiyetini dava etse, dıştan ola-nın delili
zilyedin deliline tercih edilir.
Nitekim bu mesele
yukarıda geç-ti. Dıştan olan kişi davacı olduğundan hadis-i şerife
dayanılarak delil getirme külfeti
ona düşer. Bu
bakımdan onun delili diğerininkine tercih edilir.
Bunlardan
yalnız birisi dava konusu malın kendi mülkü
olduğu hu-susunda bir tarih belirlerse, yine
dıştan olanın
delili geçerlidir. Yalnız Ebû Yusuf, tarih belirten kişinin daha haklı ve muteber olanın
da onun
delili olduğunu söylemiştir. Bu ihtilâfın sonucu şu meselede görülür:
Dıştan olan kişi,
davasında,
«Bu benim kalemdir, bir aydır kayıptı.» dese, zilyed de, «Bir senedir benimdir» dese,
davacı olan
dıştan kişinin zikret-tiği tarih mülk tarihi değil, kaybolma tarihi
olduğundan sanki iki
tarafın da
tarih söylemedikleri düşünülerek
davacının delili ile hükmedilir. İmam Ebû Yusuf,
hükmün tarih
beyan eden lehine verileceğini söylemiştir. İmam Ebû Yusuf'un görüşü daha acık
olduğundan uygun olan onun görüşü daha açık olduğundan uygun olan onun görüşü ile fetva ve
hüküm
vermektir. Bu Câmiü'l-Fusûleyn'de zikredilmiş,
Musannif da bunu ikrar eylemiştir.
İki kişi ayrı ayrı
bir diğerinin elindeki malın kendi mülkü olduğunu bir sebep zikretmeden iddia etse
ve ikisi de
delil ikâme etse, dava ko-nusu malın her kişine
ait olduğuna hükmedilir.
İki kişi bir kadının nikâhını iddia ederek
ayrı ayrı delil getirseler, eğer
kadın hayatta ise, ikisinin
birden koca
olması mümkün olmadığından her ikisinin davası da düşer. Ve
hâkim onları birbirinden
ayırır. Eğer kadın ölmüş ise, kadının
her ikisinin de nikâhlısı olduğuna hükmedilir. Davacıların her
biri kadının
mehrinin yarısını vermek zorundadırlar.
Ka-dının terekesi varsa, iki davacı
ondan bir
kocanın alması gereken
payı ortaklaşa alırlar.
Bu kadın
doğum yaptıktan sonra ölmüş ise, çocuğun
nesebi iki da-vacıya birden sabit olur. Bu
çocuk her ikisinden de ayrı ayrı bir oğlan çocuğu
mirası alır. Çocuk öldüğünde ise iki davacı onun
terekesinden yalnız
bir baba payı alırlar. Bu meselenin tamamı Hülâsa'dadır.
Kadın
nikâhını dava edenlerden birisinin
sözünü tasdik ederse, eğer sözünü tekzib ettiği kişinin
yanında değilse ve onunla cinsî tekârrübde bulunmamışsa, tasdik ettiği kimseye verilir. Bu, her iki
davacı da
ni-kâh tarihi beyan etmemişlerse böyledir. Eğer her ikisi de nikâh
tarihi-ni beyan etmiş
iseler, hangisinin nikâh tarihi daha eski ise kadın onun olur.
Davacılardan
yalnız birisi tarih belirtiyor, fakat kadın diğerinin sö-zünü tasdik ediyorsa veya
diğerinin
zilyedinde bulunuyorsa, kadın onun olur. Ebû Yusuf'tan nakledilene dayanılarak uygun
olan tarih
getirenin sözüne itibar edilmesidir. Ancak ben bu hususta uyarıda bulunan kim-seyi de
görmedim.
Düşün.
İZAH
Bu konunun,
iki kişinin üçüncü bir kimseye
aleyhine dava açmala-rına dair olduğunda
şüphe
yoktur. Böyle olmasaydı, zaten bütün dava-lar iki kişi arasında olmaktadır. Eğer iki kişinin bir
üçüncü kişi hakkın-da açtıkları dava konusunda olmasaydı, ayrıca bir bab açılmasına ge-rek
kalmazdı. İşte bundan ötürü Hidâye ve Kenz sahipleri bu babı, Dava kitabının başlarında
zikretmişlerdir.
Ben derim ki: Dürer sahibinin bu babı orada yazmasının sebebi, Vi-kaye sahibine uymasıdır. Çünkü
dava kitabı
ile bu babın meseleleri ara-sında şüphesiz bir münasebet
vardır. Ki, dava kitabı bu
meselelerin fa-tihası olmaktadır. Azmî.
«Dıştan olan
kimsenin delili ilh...» Dıştan olan
kimse ile zilyed bir malın başkasından miras olarak
geldiğini
iddia etseler, satın almada olduğu gibi o malın zilyede verilmesi daha uygundur. Bu
meselede eğer dıştan olan ile zilyed mülkiyetin
aynı kişiden geldiğini iddia ederlerse
hüküm
böyledir. Fakat malın mülkiyetini ayrı
ayrı iki kişiden iddia ederlerse, o zaman o malın dıştan olanın
olduğuna
hükmedilir. Ancak zilye-din tarihi
sabit olursa mal zilyede verilir. Ama dıştan olan da tarih
isbat eder ve
tarihi daha eski olursa mal dıştan olana verilir. Yani hangisinin tarihi eski ise hak
onundur.
İki satıcı hazır olsalar ve ikisi de mebîi
kendisinin sattığına delil ge-tirse, bunların her ikisi de tarih
beyan ediyorlarsa, birisinin tarih daha eski ve mebî de diğerinin elinde bulunuyorsa, hüküm tarihi
eski olanın lehine verilir. Fusûleyn. Sekizinci bab. Bu bahsin tamamı Fusûleyn'dedir.
«Mutlak
mülkiyetini ilh...» Zira dıştan olan
davacı olduğundan, ha-dîs ile sabit
olduğu üzere delil
davacınındır.
Musannifin burada mülkiye-ti mutlak kelimesi ile kayıtlaması
aşağıda zikredeceğimiz
kayıtlı
mülki-yetten kaçınmak teindir. Kayıtlı mülkiyet davasına şöyle bir misal verile-bilir:
Davacı da
zilyed de malın mülkiyetinin birisinden intikâl ettiğini veya ikisinin de o şeyi birisinden aldıklarını
iddia etseler, bunlardan bi-risinin tarihi eski olsa işte bu kayıtlı mülkiyette icmâ ile zilyedin delili
kabul edilir. Nitekim bu mesele ileride gelecektir. Dürer.
PRATİK BİR MESELE:
Hâmiş'te
şöyle denilir: «Dıştan olan ile zilyed
bir çocuğun nesebini iddia etseler, burada zilyedin
delili önde
gelir. Ancak şu iki mesele müs-tesnadır: Hizâne'de «Birinci
mesele şudur: Dıştan olan
kimse, çocuğun kendisinden ve kendi karısından olduğuna kendisini ve karısı hür
olduğu halde
delil getirse, zilyed de kendi oğlu olduğuna dair delil getirse fakat bir karısına isnad
etmese, o
çocuk
zilyedin değil, dıştan olana ait
bulu-nur. İkinci mesele de şudur: Yine çocuk davasında zilyed
zımmi, dıştan
olan kimse müslüman olsa, zımmî,
kâfirlerden şahit, dıştan olan da de-lil getirseler,
dıştan olanın
delili öne geçirilir ve tercih edilir. Dıştan ola-nın getirdiği şahitler ister müslüman
olsun ister kâfir sonuç değişmez. Ama eğer zımmî olan zilyed, iki tane müslüman şahit getirişe o
zaman onun
delili kayıtsız şartsız davacı
müslümanınkine tercih edilir.» denilmiştir. Eşbah vekâlet
bahsinin baş
tarafında.
«Yalnız
birisi ilh...» Musannıfın «yalnız»
kelimesi ile kayıtlaması-nın sebebi şudur. Eğer her ikisi de
mülk
edinmenin başlangıcı için tarih belirtirlerse, o zaman tarih eski olan geçerli olur Nitekim bu
husus
me-tinde gelecektir. O halde, bunların her ikisinin veya yalnız
birisinin tarih belirtmesi
arasında bir fark yoktur. Eğer her ikisinin belirttiği tarih eşit olursa, o zaman davacı olan dıştan kişi
daha uygun olur. Burada en genel ifade, Gûrer
sahibinin. «Mutlak mülkte dıştan olanın delili daha
uygundur» ifadesidir. Ancak her ikisinin de tarih belirtmeleri halinde zilyedin tarihi daha eski
olursa, o zaman zilyedin delili daha uygundur. Sâyıhânî.
«Kaybolma Tarihi ilh...» Çünkü dıştan olan
davacının «bir aydın sözü kaybolma
tarihini ifade
etmektedir.
Zilyedin, «bir yıldır benimdir» sözü ise «benimdir»
sözüne taallûk eder. Geçerli olan,
mülkiyet
tarihi-nin başlangıcıdır. Burada her
iki tarafın da tarihi bulunmamaktadır. Bi-naenaleyh,
dıştan olanın
delili ile hükmedilir.
«Câmiü'l-Fusûleyn'de
zikredilmiş ilh...» Câmiül'-Fusûleyn
bu mesele-yi on altıncı fasılda zikretmiştir
ifadesi
şöyledir: «Satılan bir hayvanın üzerinde üçüncü bir şahıs hak iddia etse ve hayvanın satış
bedelini
sa-tandan istese, satıcı üçüncü şahsa, «Bu hayvanı ne
zaman kaybettin» di-ye sorsa,
o da,
«Bir yıldan
beri» diye cevap verse, satıcı hayvanın
on yıl-dır kendi mülkü olduğuna delil getirse, o
hayvanın semeni üçüncü şahsa hükmedilir. Çünkü üçüncü şahıs kaybolma
tarihini beyan etmiştir,
mül-kiyet tarihini değil. Satıcı ise dava
müşterinin davası olduğu halde bu-nu müşteri tarafından
almış ve
mülkiyet tarihi beyan etmiştir. O halde bu mesele sanki müşterinin hayvanın on yıldan beri
satıcının
mülkü olduğunu iddia etmesi gibi olur. Şüphesiz Ebû Hanîfe'ye göre taraflardan yalnız
birisinin
mülkiyet tarihi belirtmesi muteber
değildir. O zaman ortada kalan yalnız mutlak mülkiyet
davasıdır.
Üçüncü şahıs da mutlak mülkiyeti
iddia ettiğinden hayvanın onun
olduğuna hükmedilir.
Ben derim ki, bu hayvan
Ebû Yusuf'a göre tarih belirtene verilir. Çünkü Ebû Yusuf taraflardan yalnız
birisinin
tarih beyan etmesini de tercih sebebi
saymaktadır.»
Özetle.
Halbuki
Fusûleyn sahibi sekizinci fasılda şöyle
demiştir: «Şu ka-darı var ki, Ebû Hanîfe'nin
mezhebinde
sahih ve meşhur olan yalnız zil-yedin tarihi muteber değildir.» Bunu Hayreddin Remlî
Minah
haşiyesinde zikretmiştir.
«İkisi de delil ikâme
etseler ilh...» Yani iki kişi üçüncü bir şahsın elindeki
malı iddia etseler ve her
biri o malın
kendi mülkü olduğuna inansa, mülkiyet sebeb ve tarihini zikretmeseler, o malın iki
davacı
ara-sında taksim edilmesine hükmedilir. Çünkü burada herhangi bir
öncelik sebebi
bulunmamaktadır.
Musannıfın bu
meseleyi mutlak şekilde
zikretmesi, şu meseleyi de kapsamına alır: İki kişi, üçüncü
bir şahsın elinde bulunan bir malın üzerlerine vakfedildiğini ayrı
ayrı iddia etseler, o zaman her
birine o
vak-fedilen malın yarısı hükmedilir.
Vakfın mülkü nazarı dikkate alınarak bu mesele de
mutlak mülk
davasından sayılır. Bu konunun açıklamasının
tamamı Bahır'dadır. Yine Bahır'da
vakfın
gelirinin de vakıf gibi olduğu açıklanmıştır.
Musannıfın
meseleyi her ikisinin de
delil getirmesiyle kayıtlama-sının sebebi de, eğer bunlardan
yalnız birisi
delil getirse, o zaman malın
tamamının ona verilmesine hükmedilir. Sonra diğeri de
delil
getirmiş ol-sa, bu defa malın tamamı ona hükmedilir. Zira birinci
defa hükmedilen kimse,
hükümle
birlikte ziiyed olmaktadır. Diğer
davacı olan dıştan kim-senin delili onun önüne geçirilir.
Bahır.
«Tamamı Hülâsa'dadır ilh...» Yani o çocuk her
ikisinden de tam bir oğul mirası alır. Onların ikisi de
çocuktan
yalnız bir baba mirası alır.
«Kadın tasdik
ettiği kimsenin olur ilh...» Bu ifade şu meseleyi de kapsamına
alır. O tasdiki hâkim
duymuş olsa veya kadının inkârından sonra davacı delil getirse, Bahir. Hülâsa'dan.
«Zilyedinde
bulunuyorsa ilh...» Ama
eğer kadın iddiasını tekzib et-tiği kimsenin elinde bulunuyorsa
veya bu erkekle
cinsi temasta bulun-muşsa, bu kimse tasdik ettiğinden daha uygundur. Çünkü o
kadının nakil ve cinsi temas imkânı vermesi, onun nikâhının daha
önce olduğunu gösterir. Eğer
diğeri daha
önce evlendiğine dair delil ikâme ederse,
ka-dın onun olur. Çünkü bununki
açıktır.»
Açık olan her zaman delâletten daha uygundur. Zeylâî.
Yalnız şu
kalmıştır: Kadın bir diğerinin evinde olduğu halde öteki da-vacı
kadınla cinsi temasta
bulunmuş
olsa, Zahîriye'den naklen Bahır'da
şu ifade vardır: «Kimin evinde ise
uygun olan odur.»
«Nikâh tarihi
daha önce ise ilh...» Yani kadın
diğerinin elinde olsa, onunla cinsi temasta bulunsa ve
onu tasdik
etse bile yine de tarihi eski olanındır. Zeylâî'de olduğu gibi. Özetleyecek
olursak, iki
kimse bir ka-dının kendi karısını olduğu iddia ederek
delil getirirler ve tarih beyan
et-seler,
hangisinin
tarihi daha eski ise kadının ona verilmesi daha uy-gundur. Ama eğer tarih belirtmezler
veya tarihleri eşit olursa, cinsi
te-mas veya elinde bulunma gibi bir kabz hali
varsa, kadının ona
verilme-si
daha uygun olur. Eğer saydıklarımızdan hiçbiri bulunmazsa, kadının tasdikine
başvurulur.
«Birisi tarih
belirtir ilh...» Kadın diğerini tasdik etse veya
o diğeri zilyed olsa veya kadının tasdiki ile
zilyed bulunmasa, o zaman tarih getiren
tercih edilir. Yalnız tasdik veya zilyedlik tarihten daha
kuvvetlidir. Bundan anlaşılıyor
ki, zilyed tasdik ve cinsi temastan
daha fazla tercihe şayandır.
«Zilyedinde
bulunuyorsa ilh...» Yani birisi nikâh tarihini beyan et-se, kadın da diğerinin zilyedinde
olsa, kadın zilyedin olur.
«Ebû
Yusuf'tan ilh...» Yani yalnız bir tarafın tarih belirtmesi halin-de her ne
kadar diğer taraf zilyed
ise de kadının tarih belirtenin oldu-ğuna hükmedilir. Çünkü tek tarafın tarih belirtmesi halinde
Ebû
Yusuf'a göre
tarih beyan eden taraf tercih edilir.
Zeylâî'den yukarıda naklettiği-miz gibi eğer birisi
tarih
getirenden daha önce evli bulunduğuna
dair delil getirirse, davada haklı olan odur. Bu mesele
ileride metin
halinde gelecektir.
METİN
Kadın delili
olmayan
davacılardan birisinin karısı olduğunu ikrar ederse, onun olur. Ama bu
hükümden
sonra diğeri kadının kendi nikâh-lısı olduğuna dair delil ikâme ederse, kadının
onun
olduğuna
hükmedilir. Çünkü o, davasını delil
ile aydınlatmıştır.
Delil ikâmesi kadının ikrarından
daha
kuvvetlidir.
Bu davada
davacılardan birisi delil ikâme etse, kadın
ona hükmedi-lir. Diğer davacı daha
sonra delil
ikâme ederse kadın ona hükmedilmez. Ancak sonradan delil getirenin nikâhının
daha eski olduğu
sabit olursa,
o zaman kadın ona verilir. Zira tarihle birlikte delil ikâmesi tarihsiz
de-lilden daha
kuvvetlidir. Nitekim dıştan olan davacının delili
ile,'nikâhının daha eski olduğu ortaya çıkan zilyed
aleyhine
hükmedilemez.
Davacılardan
ikisi de üçüncü şahsın elindeki malın mülkiyet sebe-bini zikretseler,
meselâ her ikisi
de o malı
zilyedden satın aldığına dair delil getirse, dilerlerse dava konusu malın
semeni yarı yarıya
ikisi ara-sında bölüştürülür, dilerlerse, terkederler.
Ancak burada, mal üzerindeki pazarlığın ayrı
ayrı yapıldığını göstermek için davacılar muhayyer
bıra-kıldı.
Dava konusu
malın her iki davacının ortak malı
olduğuna hükmedil-dikten sonra bunlardan birisi
kendisine düşeni terkederse, diğeri, o ma-lın
hepsini alamaz. Çünkü akit, hükümle feshedilmiştir.
Eğer hükümden
önce terkederse, diğeri malın
tamamını alır.
Davacıların
her ikisi ete satın alma tarihini bildirirse, dava konusu mal,
alış tarihi eski olanındır.
Satıcı da diğerinden kabzettiği semeni ge-ri verir. Sirâç.
Davacılar
eğer tarih beyan etmezlerse veya yalnız birisi tarih beyan ederse, o
zaman dava konusu
mal zilyed
olanındır. Tarih beyan ettik-lerinde her ikisinin
tarihi eşit ise, mal yine
zilyed olanındır.
Tarih beyan
ettiklerinde her ikisinin tarihi eşit ise, mal yine zilyed
olanındır.
Davacılardan
her ikisi de zilyed değillerse, yalnız
birisi satın aldığı tarihi belirtirse, dava konusu mal
onun olur.
Eğer ikisi de satın alma tarihini belirtmezse, yukarıda geçtiği gibi mal ikisi arasında
bölüştürülür.
Davacılardan
birisi dava konusu malı satın aldığını, diğer,! de ken-disine hibe veya
sadaka veya
rehin olarak verildiğini ve kendisinin kabzettiğini
iddia eder ve aralarında bir tarih beyan
etmezlerse, satın alma .davasını kabul etmek
daha uygundur. Ama eğer satın
alma davasında
bulunanla
hibe veya sadaka davasında bulunan malın kendilerine intikâli konusunda bir tarih
bildirirlerse, eğer satan
veya temlik eden aynı kişi ise o zaman mal,
tarihi eski olana hükmedilir.
Eğer satanla temlik eden ayrı ayrı kimseler ise, o zaman eşit olur-lar. Mal her ikisinin
de elinde olur
ve birisinin
tarihi daha eski ol-mazsa, yine
eşit olurlar. Bir hayvan veya
köle gibi taksimi mümkün
ol-mayan şeylerde eşit olmaları gerektiği konusunda görüş birliği vardır. Yalnız bina gibi taksimi
mümkün olan
şeyde ise, Hangi görüşün daha sahih
olduğu hususunda ihtilâf vardır. En
sahih
görüş, dava
konusu malın hepsi, satın aldığını iddia edenindir. Çünkü istihkak, sonradan olan bir
şüyu değil, mülkiyetle birlikte doğan şüyu
kabilindendir. Dürer. Hibe bahsi.
Davacılardan
birisi dava konusu malı satın aldığını, diğeri de koca-sının o malı
kendisine mehir
olarak
verdiğini iddia etse, her ikisinin du-rumu da eşit olduğundan, dava konusu mal aralarında
taksim edilir. Ka-dın rücû ederek dava konusu malın yarısını kocasından alır. Satın
al-dığını iddia
eden de rücû ederek semenin
yarısını alır veya satım akdini fesheder. Satın alma ile mehirin eşit
olması,
davacılar tarafından tarih tesbit edilmemesi veya tarihlerinin eşit olması halindedir. Ama
eğer tarih
tayin ederlerse, o zaman mal tarihi eski olanındır.
Musannifin
burada satın alma ile kayıtlamasının
sebebi, nikâhın, hibe, rehin ve sadakadan
daha
haklı ve daha
uygun olmasıdır. Nikâhtan maksat
mehirdir. Nitekim Bahir sahibi de Cami adlı eserin
sahibinin
yan-lış tefsir ettiğini belirterek
nikâhtan maksadın mehir olduğunu
yazmıştır.
Nikâh ile satın alma şu meselede eşittirler: Davacılardan birisi bir cariyenin nikâhlı karısı olduğunu
iddia ederken diğeri cariyeyi satın al-dığını iddia eder ve hiç birisinin
davasını tercih ettirecek bir
delili
bulun-mazsa, o zaman câriye
birisinin mülkü, diğerinin de nikâhlısı olur.
İZAH
«Kadın delili
olmayan davacılardan birisinin
karısı olduğunu .ikrar ederse, onun olur ilh...» Bu
hususta
Sâyıhânî şöyle demiştir: «Musannif m şöyle demesi gerekirdi: Eğer
davacılardan birisi delil
ikâme ede-mezse, o zaman kadın kimin karısı
olduğunu ikrar ederse, onun olur. Sonra diğeri delil
ikâme ederse, kadın
ona hükmedilir.»
«Semenin
yarısı ilh...» Yani iki kişi bir malı zilyed'den satın aldığına dair delil ikâme etseler,
dilerlerse semen yarı yarıya bölüştürülür. Fa-kat birisi dava konusu malı yüze
satın aldığını iddia
ederken, diğeri ikiyüze aldığını iddia ederse, birincisi dava konusu malın yarısını elliye alırken,
diğeri de
yüze almış olur.
«Dava konusu
mal zilyed olana aittir, ilh...» Bu
meselenin özeti şöy-ledir: Dıştan olan davacı ile
zilyed bir malın üçüncü bir şahıstan
alın-dığını iddia etseler, her üç durumda da zilyed tercih edilir.
Ancak dıştan
olan davacı bir durumda tercih edilir. Musannif buna, «Birisi satın alma tarihini
belirtirse, dava konusu mal onun olur» sözüyle işaret
etmiştir. Ancak Musannifin bu durumu, «Dava
konusu mal
zilyedindir» sözünden sonra zikretmesi
gerekirdi. Çünkü bu, birinci meseleyi
tamamlayıcı
bir meseledir.
PRATİK BİR MESELE :
Parlak bir genç, içyüzünü yalnız kendisinin
bildiği birşeyden ötürü çalıştığı yerden ayrılsa,
onu
çalıştıran kişi evine zorla girerek parasını
çaldığını söyleyip onu hırsızlıkla itham etse, emarelerden
o adamın
ih-tarımdan kastının genci yanında
tutmak olduğu anlaşılsa, aynı
zaman-da halk içinde bu
kimsenin parlak gençlere
ilgi duyduğu bilinse, hâkim böyle bir kimsenin davasını dinler ve onun
yanında çalışanların şehâdetlerini kabul eder
mi? Bu sorunun cevabı nedir? Cevabı
şudur: Daha
önce geçtiği
gibi, Şeyhülislâm Ebussuud
İmâdî'nin bu meselede şöyle bir
fetvası vardır: Hâkimlerin
böyle davaları dinlemesi haramdır. Çünkü bu gibi
hileler sapık kişiler arasında
bilinen şeylerdendir.
Onların
durum-ları halk tarafından da bilinmektedir.
Yine şu da
merhum Şeyhülislâm'ın sözlerindendir:
«Hâkimlerin böy-le davaları hiç
dinlemeleri, bu
tür davaları
açmak isteyenleri men ederek onlara dava açma fırsatı vermemeleri gerekir».
Tenvîrü'l-Ebsâr
adlı eserin sahibi de böyle davalar köy ve şehirlerde yaygın olduğundan aynı fetvayı
vermiştir.
Dava bahsinde, davacı da da-valının değişik durumlarını bildiren babta
zikredilen
müteferrik
mese-leler de tu fetvayı teyid etmektedir. Bu gibi davaların
çirkinliğini göste-ren
şeylerden
birisi de onlara yalnızca sabah
akşam onun ekmeğini yi-yen kimselerin
şahitlik
etmeleridir.
Allah taâlâ daha iyisini bilir. Hayriye.
Musannif fetvalarında
Şeyhülislâm Ebussuud'un fetvasını zikrettik-ten sonra şöyle demiştir: «Ben
diyorum ki, eğer bu davayı açan kimse halk
arasında fısk, hilekârlık ve oğlan çocuklarına ilgi
duymakla meşhur
ise hâkim onun davasını dinlemez ve
ona iltifat etmez. Eğer bu kimse salih bir
zat olarak biliniyorsa
hâkim onun davasını dinleyebilir.» Allah en iyisini bilendir.
«Yalnız
birisi ilh...» Ben diyorum ki, mutlak
mülkiyet davasında yal-nız bir
tarafın tarih tesbitine
itibar
edilmez. Ama sebebe dayalı mülkiyet iddiasında bunun aksine tarihe itibar edilir. Nitekim bu
bilinmektedir.
Babamın şeyhi de böyle söylemiştir. Medenî.
«Satın alma davasını kabul etmek hibeden daha uygundur ilh...»
Zilyed olmayan iki kişiden birisi zilyedin elindeki malı satın aldığına, di-ğeri de kendisine
hibe
edildiğine
dair delil getirseler, satın aldığına da-ir getirilen
delil daha uygundur. Çünkü satın alma,
alan ve satan
taraf-lar arasında ivazlı bir akit olduğundan daha kuvvetlidir. Ayrıca
mücerred satın
alma akdi kendi başına mülkiyet isbatı için yeterli olurken, hi-bedeki mülkiyet
kabza bağlıdır.
Burada
mülkiyet; ancak kabzla gerçek-leşir.
Aynı meselede davacılardan birisi zilyed olsa, o zaman dıştan ola-na veya
hangisinin tarihi daha
eski ise ona hükmedilir. Eğer birisi tarih
beyan eder, diğeri de zilyed olursa, hiçbirisi tercih edilmez.
Aynı meselede ikisi de zilyed olursa o zaman o mal ya ikisinin veya hangisinin tarihi eski ise onun
olur. Nitekim
mutlak mülk davasında da hüküm
böyledir.
Musannıf
burada hibe, taksimle kayıtlanmış
iken mutlak olarak zik-retmiştir. Ayrıca buradaki
hibenin karşılıksız (ivazsız) hibe olması da ge-rekir. Eğer karşılıklı hibe olursa, o zaman zaten satım
akdi olur.
Musannıf,
kabzedilen hibe ile sadakanın teberruda eşit olduğuna da işaret
etmiştir. Sadakanın
lüzum ifade
etmesi de tercih sebebi ola-maz. Çünkü o ancak ikinci
durumda açıklanır. Ki o da,
gelecekte sada-kadan dönülmesi mümkün değildir.
Hibe ise bazen lüzum ifade eder. yani kesinlik
kazanır ve
rücû imkânı bulunmaz. Meselâ, mahrem hısım-lara yapılan hibeden rücû edilemez.
Sadaka ise, zengine verildiği tak-dirde bazen lüzum ifade etmez. Bahır'dan özetle.
Bahır'da
şöyle denilir: «Ben fasid satım akdindeki kabz ile hibenin kabzı
arasında hüküm
bakımından
bir fark görmedim. Çünkü her ikisin-de de mülkiyet kabza bağlıdır. Ancak
burada ivazlı
bir akit olması, ba-kımından satın alma akdini tercih
etmek gerekir.» Makdisî buna karşı çıkarak:
«Uygun olan hibeyi tercih etmektir. Çünkü
hibe meşru, fasit satın alma akdi ise meşru değildir»
demiştir.
«Satanla temlik eden ayrı ayrı kimseler ise ilh...» Çünkü her birisi kendi başına temlik edicisinden
mülkünü isbat
için hasımdır. O halde dava konusu malda her ikisi de
eşittir. Ama temlik eden, bir
kişi olursa, durum bunun aksinedir. Çünkü her birisi mülkiyet sebebini isbat etme-ye muhtaçtır. İşte
bu meselede hangisinin delil ve sebebi daha kuvvetli ise o tercih edilir.
Bahır'da
şöyle denilir: «Birisi bir malı diğerinden satın aldığını, di-ğer davacı da aynı malın
kendisine bir başkası
tarafından hibe edildiği-ni ve
kabzettiğini, üçüncü bir kimse de o
malın
kendisine babasından miras kaldığını, dördüncü bir
kimse de o malı bir başka kimsenin
ken-disine
sadaka olarak verdiğini iddia etseler, dava konusu malın dördü-nün arasında taksim edilmesine
hükmedilir.
Çünkü bunların hepsi tem-lik edicilerinden, mülkiyeti devir
almışlardır. O halde bunların
durumu, bir
arada aynı malın mutlak mülkiyetini
iddia ederek delil ikâme etmiş kimselerin durumu
gibidir»
«Çünkü
istihkak ilh...» Musannifin bu sözü İmâdiye sahibinin İmâdiye'deki «Sahih
olan her ikisinin
eşit olmasıdır. Zira sonradan olan şuyu hibe ve
sadakayı fâsid kılmaz»
sözünün cevabıdır. Bahir
sahibi ve
Sadru'ş-Şerîa da bunu kabul etmişlerdir.
Musannıf,
Dürer'den naklen, «İmâdiye sahibinin
istihkak şeklini son-radan meydana gelen şüyûun
örneklerinden
sayılması
sahih değildir. Sa-hih olan Kâfi ve Fusûleyn isimli eserlerde yer
alan, «Zira
istihkak delil ile sabit
olursa, hibeden önce olduğu kabul edilir. O zaman şüyu hibe ile birlikte
bulunmuş
olur. Hibeden sonra meydana gelen bir
şüyu ol-maz.» sözüdür. Öyleyse
herhangi bir
yerdeki istihkak birlikte bulunan şüyu kabilinden olursa o istihkak icma ile
hibeyi bâtıl kılar. O
zaman delille satın almayı iddia eden kimse tek başına kalır. Bu itibarla
ona hükmedilmesi uygun
olur»
demiştir.
«Sonradan
olan ilh...» Zira sonradan olan şüyu hibe ve satın almayı
fasit kılmaz. Birlikte bulunan
şüyu ise fasit kılar.
«Mal tarihi eski olanındır ilh...» Şu kadarı var
ki, şahadette şahidin, falan kimseden satın
aldığını ve
ona malik
olduğunu söylemesi şarttır. Nitekim
bu mesele Hâmidiye'nin, Bahır'dan
naklettiği,
Bahır.m da,
Hizânetü'l-Ekmel'e isnad ettiği dava bahsinde de böyledir.
Hâmiş'te de böy-ledir.
«Câmi'in sahibinin yanlış
tefsir ettiğini belirterek ilh...» Câmiü'l-Fusûleyn'in yanlış sayılan ifadesi
şöyledir: «Bir
cariye hakkında nikâh ve hibe iddiası
birlikte bulunsa her iki delille de amel edilmesi
mümkündür.
Eğer cariyenin nikâhlı olması
ve efendisinin böyle bir cariyeyi
hibe et-mesi şeklinde
davacılar eşit
durumda bulunursa, mümini
yalanlamaktan kaçınmak ve onun halini
salâha
hamletmek için hibe delilinin iptal edil-memesi
gerekir. Nikâhla sadakanın ve nikâhla rehinin
birlikte
bulunma-sı halinde de hüküm böyledir.»
Mevlânâ,
Bahir kitabında şöyle der: «Ben Câmi'nin
haşiyesinde bu ifadenin vehim olduğunu
yazdım. Çünkü
Câmiü'l-Fusûleyn'in sahibi me-seleyi
şöyle anlamıştır: İki kişi bir cariyeyi dava
etseler, birisi hibe yo-luyla kendisine temlik edildiğini iddia ederken diğeri cariyenin
nikâhlı-sı
olduğunu
iddia etse, halbuki fukâhanın maksadı mehirdir. Nitekim ki-tapta da mehirle
tabir
edilmiştir.
Minah. Bahsin tamamı Minah'tadır.
METİN
Bir kimse bir malın kendisine rehin olarak
verildiğini ve kabzettiğini diğeri de aynı malın kendisine
karşılıksız hibe edildiğini ve kabzettiğini iddia etseler,
rehin davasının kabul edilmesi istihsân
deliline göre
hibe davasından daha uygundur. Ama eğer hibe karşılıklı yapılmışsa,
o zaman hibe
davasını
kabul etmek daha uygun olur. Çünkü karşılıklı hibe sonuç
bakımından satım akdi
olmaktadır. Satım akdi de bir bakıma rehinden daha
kuvvetlidir.
Eğer dava
konusu mal her ikisinin elinde bulunuyorsa, yani her ikisi de zilyed ise, eğer
tarih beyan
etmezlerse, davada eşit olurlar. Ama tarih beyan ederlerse, dava konusu mal tarihi
eski olanın olur.
Üçüncü bir
şahsın elinde plan mülkiyeti tarihle tesbit edilmiş bir malı iki kişi
iddia etseler veya
zilyed olmayan bir başkasından tarihli olarak aldıklarına dair delil
getirseler veya dıştan olan bir
kimse mül-kiyet
tarihi sabit olan bir şey üzerine
delil getirse, zilyed de daha es-ki
bir tarihle mülkü
olduğuna
delil getirse, o zaman mal tarihi eski ola-na ait bulunur.
Davacılardan
ikisi de satın alma tarihleri aynı veya farklı olan -Ay-nî-
bir malı iddia etseler, bunların
her birisi ayrı
bir kimseden aldığını söylese veya bunlardan yalnız birisi tarih beyan
etse, eğer satıcı
ayrı ayrı ise bu davada ikisi eşittirler. Eğer satıcı bir ise, tarih
beyan eden daha haklı görülür.
Ayrıca, eğer mebî satıcının elinde değilse
davacının ve şahitlerin satıcının
mülkü olduğunu ifade
edecek birşey zikretmeleri gerekir. Eğer şahitler
satıcının mülkü olduğuna değil de, elinde
olduğuna
şahitlik ederlerse, bunda iki görüş vardır. Bezzâziyye.
Dıştan olan
birisi bir malın mülkiyeti
hakkında delil getirse, zilyed de ondan aldığına dair delil ikâme
etse veya her ikisi de doğum veya bu
manada olan, dokuma, pamuğun eğirilmesi, sütün sağılması,
yünün
kesilmesi gibi tekerrür etmeyen
bir mülkiyet sebebi ile delil
getirseler, zilyedin delili icmâ
ile dıştan olanın delilinden daha haklıdır.
Ancak dıştan
olan kimse zilyedin üzerine doğum
veya benzeri şeyle-ri değil, gasb, vedîa veya icâre
gibi sebeplerle zilyede geçtiğini iddia et-se -Dürer'in rivayeti-
veya dıştan olan kimse bina, ağaç
dikme, buğday
ekme, yün dokuma veya bilirkişilere
onun tekerrür edip etmeyeceği
an-laşılamayan
bu mal gibi
bir sebep iddia etse, bu sayılanların hepsinde dıştan olan davacı tercih edilir. Çünkü
asıl, o malın dıştan olan kimsenin olmasıdır.
Yalnız doğum meselesinde bu asıldan rücû
edilmektedir. Bu-nun sebebi de Resûlullah (S.A.V.)
m hayvanın doğuracağı yavru (nitâç) hakkındaki
hadisidir.
Dıştan olan
iki kimse veya zilyedler veya
dıştan olan kimse ile bir zilyed bir malı başka birisinden
aldıklarını tarih zikretmeden iddia etseler ve delil
getirseler, hepsinin davaları düşer. Dava konusu
mal kimin elinde ise ona bırakılır, İmam
Muhammed de zilyed olmayan lehine hük-medileceğim
söylemiştir.
Biz deriz ki: Dıştan kimsenin veya zilyedin dava ettikleri malın sa-tın alındığını
iddia etmeleri, o
malın satın aldıkları kişinin
mülkü oldu-ğunu ikrardır. Kabzı isbat
ederlerse bunun biribirlerini iptal
etmeyi
ge-rektireceği konusunda görüş birliği
vardır. Dürer.
İZAH
«İkisi de eşit olanlar ilh...» İmadî bu
konuda şöyle demiştir: «Son-radan meydana gelen şüyu rehni
fasit kılar. O lâhde malın tamamının satın alındığını
iddia edene verilmesine hükmedilmesi gerekir.
Çünkü re-hini
iddia eden kimse fasit olan bir rehini isbat etmiştir. Bu yüzden de-lili kabul edilmez. O
zaman satın aldığını iddia- eden kimse, sanki
tek başına delil ikâme etmiş gibi olur.» Bu konunun
tamamı
Bahır'dadır.
Ben derim ki: Biraz önce zikredilen, «İstihkak birlikte bulunan şüyu kabilindendir» sözüne
dayanarak öncelikle satın almayı iddia
eden kim-senin lehinde hükmedilmesi uygundur.
O halde
her iki
görüşün eşit ol-duğuna hükmetmek güç olur.
«Zilyed olmayan bir başkasından ilh...»
Musannıfın bunu belirtmesi yukarıda geçtiği gibi, her
ikisinin de zilyed'den
satın aldıklarını iddia etmeleri yüzündendir.
«Mülkiyet
tarihi sabit olan ilh...» Musannifin
burada «mülk» keli-mesi ile kayıtlamasının sebebi
şudur: Eğer zilyed
dava konusu malın iki yıldan beri elinde olduğuna dair deli!
ikâme etse, şahitler
de o malın
onun mülkü olmadığına dair şahadet etseler, o malın dıştan
davacı olan kimsenin malı
olduğuna
hükmedilir. Zira,şahitler mülkiyet
için değil, zilyedlik için şahitlik etmişlerdir.
Bahır.
«Hüküm,
tarihi eski olanındır ilh...» Çünkü o, tarih belirtmekle iki mâlikten ilki olduğunu
isbat etmiş
olmaktadır. O
halde mülk ancak eski tarihe göre tesbit edilir. Diğeri ise, mülkü o tarihte
temellük
etmemiştir.
Minah.
Musannifin
burada zilyed ile zilyed olmayanın
her ikisinin de tarih belirtmelerini zikretmesinin
sebebi şudur: Eğer her ikisi de tarih beyan etmezlerse veya beyan ettikleri
tarih aynı olursa, dava
konusu mal
bi-rinci iki meselede ikisinin
arasında taksim edilir. Eğer birisinin tarihi diğerinkinden
eski ise, eski
olan daha haklıdır. Birisi tarih getirir, diğeri ge-tirmezse, birinci
meselede değil, ikinci
meselede davanın kabulü için daha haklıdır. Yukarıdaki iki meseleden ikincisinde ise, her üç
şekilde de dıştan olan kimse zilyedden daha uygundur.
Bu konunun tamamı Bahır' dadır.
«Muhtelif
olan ilh...» Yani tarihleri çeşitli olan. Bakâni.
Davacılardan
her biri dava konusu malı ayrı ayrı kimselerden
al-dıklarını iddia etseler, birisi, «Falan
kimsenin mülkü iken ben ondan aldım» diyerek aldığına dair delil
getirse, diğeri de, «Ben mâlik
olan falan
kimseden satın aldım.» diyerek satın aldığına dair delil ikâme
et-se, o zaman hâkim, dava
konusu malın
ikisi arasında ortak olduğuna hükmeder.
Eğer her ikisi de aldıkları tarihi beyan ederlerse,
zahiri rivayete gö-re birinci tarihin sahibi ötekinden
daha haklıdır. İmam Muhammed'den bu hususta tarihe itibar
edilmeyeceği rivayet edilmiştir. O
halde dava
konusu malın ikisinin olduğuna hükmedilir. Eğer bunlardan birisinin kab-zı olur,
diğerinin
olmazsa, diğerine hükmetmek daha uygundur. Ama iki ayrı satıcı iddia etseler,
bunlardan
birisi zilyed
olsa, zilyed olmayan le-hine hükmedilir. Kâdıhan. Hâmiş'te de böyledir.
«Aynî
ilh...» Aynî'de olanın benzeri Kâfi isimli esere dayanarak zeylâî'de de mevcuttur. Bahır'da da
Aynî'den nakledilen bu görüşte sehv olduğu iddia edilir. Bir şahıstan bir malın satın
alınması
davasında,
ta-rihi eski olan tercih edilirse burada da tarihi eski olan tercih
edilir. Remli Bahır'ın bu
sehv
iddiasına karşı çıkarak, «Sehveden ancak Bahir sahi-bidir» demiştir.
Zira bu meselede çeşitli
rivayetler vardır.
Bu konuda
Câmiü'l-Fusûleyn'de şöyle
denilmiştir: «Eğer davacılar iki ayrı kimseden aldıklarını iddia
ederlerse, hangisinin tarihi daha eski ise, kitaplarda bu mesele hakkında çeşitli rivayetler
vardır.
Hidâye'de zikredilen
rivayet tarihin eskiliğine itibar edilemeyeceğine işaret etmek-tedir.
Mebsut'ta
olan rivayet ise, tarihi daha eski olanın daha
uygun ol-duğuna delâlet etmektedir.»
Fusûleyn sahibi
daha sonra,
bunlardan bi-rinci görüşü tercih ettiğini söylemiştir.
Ben derim ki: Nûru'l-Ayn'da Kâdıhan'dan naklen şöyle bir ifade var-dır: «İki davacı,
dava konusu
malı iki ayrı
kişiden aldıklarını iddia etseler aralarında
yarı yarıya taksim edilir. Eğer tarih beyan
ederlerse, zahiri rivayete göre malın tarihi
eski olana hükmedilmesi hakka
daha uygun-dur. İmam
Muhammed'den
de bu davacıların arasında tarihe itibar edil-meyeceği rivayet
edilmiştir. Eğer
davacılardan
yalnız birisi tarih beyan ederse, yine ittifakla, her ikisinin arasında yarı yarıya taksim
edilir. Ama
bunlardan birisi zilyed ise, malın zilyed olmayana hükmedilmesi daha uygundur.»
Nûru'l-Ayn'da
bu nakilden sonra şöyle denilmiştir:
«Mebsut'ta ge-çen ifade de Kâdıhan'da olan
zahiri rivayeti teyid etmektedir. Hidâye' de olan ifade ise İmam
Muhammed'in tercih ettiği görüştür.»
Nûru'l-Ayn
sahibi daha sonra da: «Mebsût ve Kâdıhan'da olan ifa-delerin delilleri şudur: Tarihi eski
olan
mülkiyeti kendisine öyle bir za-manda izafe ediyor ki, o tarihte ona kimse davacı
olmamaktadır. Bun-ların bu delilleri Hidâye'de
olanın delilinden daha kuvvetlidir.
Hidâye'de olan
ifadenin
delili de şudur: Davacıların her ikisi de
dava konusu malın mülkiyetini satıcısına isbat
etmektedirler. O zaman sanki onların her ikisi
de tarihsiz olarak mülkiyeti iddia etmektedirler.
Birinci
delilin kuv-vet yönü, düşünen
kimse tarafından akıca anlaşılabilir.»
demiştir.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Musannifin
tarihleri ittifakla kay-detmesi
zahiri rivayete göredir. O
halde
Musannifin buradaki kayıtla-ması
sarihin yaptığı her ne kadar Kâfi ve Kidâye'ye
uygun ise de
daha
haklıdır.
« ikisi eşittirler ilh...» Zira birincisinde
onlar mülkü ayrı ayrı satı-cılara isnad etmektedirler.
Sanki
satıcıların her ikisi de hazır olmuş gi-bidirler.
Eğer bunlardan bir tanesi tarih belirlerse, onun bu
tarih
belirt-mesi mülkün daha önce onda olduğunu göstermez. Çünkü diğerinin mülkiyetinin daha
önce olması da mümkündür.
Ama ikisinin .satıcısının da bir olması
meselesi bunun aksinedir. Zira onların her ikisi de mülkiyetin
satıcı
tarafından alındığında görüş birli-ği halindedirler. İşte bunlardan bir tanesi
tarih 'beyan ettiği
takdirde,
di-ğerinin alışının daha önceki bir tarihte olduğu ispat edilinceye kadar,
onun lehine
hükmedilir.
Bahır.
Bahır'da
bundan sonra metindeki mesele hakkında,
«Dava konusu malın yarı yarıya her
ikisinin
olduğuna
hükmedilir. Hükümden sonra da onların her ikisi muhayyerdirler. Eğer dava konusu bir
köle ise, dilerlerse birisi onun yarı fiyatını
vererek alır ve arkadaşına bırakır» denilmiştir.
«Şahitlerin satıcının mülkü olduğunu ifade edecek ilh...»
Şöyle ki, şahitlerin. «Falan adamın mülkü
idi, ondan
satın aldı» demeleri gerekir. Bahır.
«Delil getirseler ilh...»
Yani dıştan olan ile zilyed. Bahır'da
bu mut-lak zikredilmiştir. O halde
Bahır'daki
mutlak ifade şu meseleyi de kapsa-mına alır: Davacıların her ikisi de tarih beyan
etseler,
tarihleri eşit olsa, veya birisinin tarihi
eski olsa veya hiç tarih beyan etmeseler,
o zaman doğumla
birlikte
tarihe itibar edilmez. Ancak
birisi imkânsız olan bir tarih beyan etse, meselâ dava konusu
malın yaşı
ile zilyedin elinde kal-dığı süre
arasında çelişki bulunsa zilyed olmayanın belirttiği tarihe
uy-gun düşse, o zaman bu zilyed
olmayanın lehine hükmedilir. Ama eğer beyan edilen tarih her iki
tarafın da
bildirdiği yaşa uygun değilse, o za-man bütün âlimlere göre her ikisinin
de delili lâğv olur.
Dava konusu
mal bir rivayete göre zilyede
bırakılır. Diğer bir rivayete göre ise ikisi arasında yarı
yarıya taksim
edilir. Câmiü'l-Fusûleyn'de de böyledir.
Câmiü'l-Fusûleyn'de
şöyle denilmiştir: «Hâriç, «Şu benim
cariyemdir. şu köleyi de benim
mülkümde
doğurmuştur»
diye delil getirse, zilyed de aynen
onun benzeri gibi delil getirse, o câriye dıştan olan
davacıya hükmedilir. Zira her ikisi de
mutlak mülk iddia etmektedirler. O cariye davacıya
hükmedildikten
sonra davacı annesine tâbi olarak o köleye de hak kazanır.»
Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, doğum davasında yavrunun
annesi konusunda bir anlaşmazlık
yoksa, zilyed,
dıştan olan kimseye tercih edilir. Fakat mutlak
mülkiyette anlaşmazlık varsa, mutlak
mülkiyetini
iddia ettikleri mal ile yavrusu hakkında delil getiriyorlarsa, o zaman zil-yed, dıştan olana
tercih
edilmez. Bu hatırda tutulması gerekli olan meselelerdendir.
«Dürer ilh...» Bu meseleyi Zeylâî, Bahir sahibi ve
Hidâye sarihleri; kısa geçmişlerdir. Gelecekte
Musannifin,
«Eğer tarih belirtmezlerse zilyed lehine hükmedilir sözünün altında bizim yazdıklarımız
da bunu teyid etmektedir.
Zeylâî, doğum davasında zilyedin tercih
edilmesini gerçekleştirdikten sonra şöyle demiştir.
«Zilliyetlik
mülkün başlangıcına delâlet etmez. O halde dıştan olan kimse ile
zilyed eşit olurlar.
Zilyedin yavruyu (nitaç) isbatı ile dıştan olan kimse dava dışı bırakılmış
olur. Zilyedin delili de
husûmeti red
için kabul edilir. Fakat bu mesele şu durumu gerektirmez.
Dıştan olan kimse, zilyedin
zilyedliğine dair bir fiil iddia etmiş
olsa, o zaman onun delili zilyedin
deliline tercih edilir. Fakat
zilyed yav-ruyu iddia ettiği takdirde işbatı daha kesin olduğundan, ki aslen
sabit olmayan bir şeyi
ispat
etmiştir. Ona hükmedilir.» Hülâsâ'dan özetle.
«Hayvanın yavrusu
hakkındaki hadis ilh...» Cabir bin Abdillah (r.a.) tan şöyle rivayet
edilmiştir: «Bir
kişi Resûlullah (S.A.V.)
a gelerek diğer birisinin elindeki kısrak devenin
kendisinin olduğunu iddia
ederek o kıs-rak devenin kendi yanında doğurduğuna
delil ikâme etti. Zilyad de o kısrak
devenin
kendi malı olduğuna ve kendi yanında doğurduğuna delil ikâme
ettL Rasûlullah (S.A.V.) devenin
zilyedin olduğuna hükmetti.»
Bu hadis
meşhur ve sahihtir. Buna göre yavru meselesi diğer me-selelerden istisna edilmiştir.
Bahır.
«Vakit tayin
etmeden ilh...» Eğer davacılar
mülkiyetin başlangıcı için bir tarih
belirtseler, dava
konusu mal
zilyedin değil, dıştan olan kimsenin
olur. Bahır.
«İmam
Muhammed de dıştan olan davacı lehine hükmedileceğini söylemiştir ilh...» Çünkü her
ikisinin delili ile amel
etmek de mümkündür. O halde, sanki zilyed diğerinden satın alarak
kabzetmiş, sonra da sat-mış gibi kabul edilerek
dıştan olan davacı lehine hükmedilir.
«Satın aldıkları kişinin
mülkü olduğunu ikrar etmektir ilh...» Sanki her iki davacı da mülkiyetin satın
aldıkları kimseye ait olduğunu ikrar etmiş gibi olurlar ki bunda icmaen tehâtür (delillerin
ibtali)
vardır.
Bu-rada da delillerin ibtali söz
konusu olur. Çünkü delillerin birarada değerendirilmesi
mümkün olmaz.
Bahır.
Bu hükümler
menkul mallarla ilgilidir. Gayr-i menkûllerin açıklama-sı
ise Bahir adlı eserde
yapılmıştır.
METİN
Davada
şahitlerin sayısının çokluğu tercih sebebi
değildir. Bizim mezhebimize göre tercih, delillerin
çokluğu ile
değil kuvveti iledir. Sonra
Musannif, bu prensibi aşağıdaki pratik meseleye
uygulamıştır: «Dava-cılardan birisi iki
şahit diğeri de dört şahit getirmiş bulunsa, bu delille-rin ikisi
de eşittir».
Yine adaletin aslıdır. Çünkü adaletli olmanın bir sı-nırı yoktur. Birisinin elinde bir bina
olsa, birisi onun yarısını,
bir diğeri de hepsini iddia etseler ve bu iddialarına delil
getirseler,
münazaa yoluyla birincisine binanın dörtte biri ikincisine
de binanın geri kalanı hükm-edilir.
Husûmet yoluyla
taksim şöyle olur: O binanın
yarısı salimen husûmetsiz tamamını
iddia edene
verilir.
Çünkü bu yarı üzerinde hasmın bir isteği yoktur. Sonra geri kalan yarısında ikisinin
husûmeti de
eşit olduğundan yarısı birisine, yarısı da diğerine verilir. Bu Ebû Hanîfe'ye
göredir.
İmameyn'e
göre ise, bu binanın üçte biri avl yoluyla
yarısını iddia edene, geri kalanı da tamamını
iddia edene
verilir. Çünkü, meselede hem bütün hem de yarım hisse bulunduğu
zaman meselenin
taksimi iki or-tak payda üzerinden yapılır. İkinin de taksimi mümkün
olmadığından üçe avledilir
(yükseltilir). Yani üç ortak payda üzerinden taksim edilir.
Hesap şöyle
olur: 1/2÷2/2:3/2 burada ortak payda 2 hisseler toplamı ise 3 olur. Hisseler toplamı
ortak payda yapılır. Binanın yarısını iddia edene 1/23
hisse düşer. Geri kalan da 2/23
hisse olur. Bu
işleme feraiz, ilminde «avliye» denir. (H.
DÖNDÜREN)
Taksimin dört
çeşidi vardır. Taksimi avl yoluyla yapılan sekiz mesele şunlardır: Miras, borçlar,
vasiyet, satışta müsamaha etmek, başka-sına gönderilen dirhemler, zekât toplama işe ve kölenin
cinayeti.
Münazaa yoluyla taksim şekli Ebû Hanîfe'nin
görüşü alıp, bu da icmâ ile fuzâlîlerin meselesidir.
İmameyn'e
göre avl yoluyla taksim esas olup,
bu da üç durumda bulunabilir. Birincisi şudur: Bir
kimse malının tamamını veya belirli bir kölesinin hepsini başka birisine yarısını da diğer
bir
kimseye vasiyet etse, üç ortak payda üzerinden birincisi iki,
ikincisi ise bir hisse alır.
Taksimin
dördüncü şekli, İmam-ı Azam'a
göre avl yoluyla, İmameyn'e
göre münazaa yoluyla taksim
yapılmasıdır. Bu da beş meseledir. Nitekim bunu Zeylâî ve Aynî ayrıntılarıyla yazmışlardır. Bunun
tamamı
Bahır'dadır.
İmam-ı Azam'a göre asıl, ayn veya zimmette şâyien sabit olan bir
hakkın taksimi gerekse
bu avl yoluyla olur. Şâyien değil de ayırdedilerek olsa veya
davacılardan
birine şâyien,
diğerine tamamı sabit olsa, o hakkın taksimi münazaa ile olur.
İmameyn'e
göre ise, o hakların ikisi de birlikte şüyûen sabit olurlar-sa, av!
yoluyla taksim edilirler.
Eğer şüyûen
sabit olmazsa, o zaman münazaa yoluyla taksim edilir.
Her ikisi de zilyed olan iki davacıdan birisi binanın
yarısını, diğeri de tamamını iddia etseler,
ikinci
davacıya yansı doğrudan, diğer yarısı da hükmen verilir. Çünkü diğer yarısında o dıştan olan davacı
durumunda-dır.
Bu bina üç
kişinin elinde bulunsa, bunlardan birisi tamamını, birisi yarısını, diğeri de üçte birini
iddia etseler ve delil getirseler, bu bina İmam-ı Azam'a göre münazaa yoluyla aralarında
taksim
edilir. İmameyn'e
göre ise avl yoluyla taksim yapılır.
Bu meselenin açıklaması
Kâfi isimli eserdedir.
Her iki
davacı da her ikisinin elinde veya
yalnız birisinin elinde ve-ya bir
diğerinin elinde bulunan
malın yavrusu hakkında delil getirseler, her
ikisi de buna tarih beyan
etseler, hangisinin tarihi
yavrunun yaşına uygun olursa dış görünüşün
şehadetiyle onun olduğuna hükmedilir. Eğer
tarih
beyan etmezlerse, mal zilyede hükmedilir.
Eğer mal her ikisinin de zilyedinde ise veya
davacıların değil de üçüncü bir şahsın zilyedinde ise,
onun yaşı İkisinin
beyan ettiği tarihe de uymuyorsa, yani onların beyan ettikleri tarihe muhalif veya
her ikisi de dıştan olan davacı iseler, İkisinin
olduğuna hükmedilir. Ama eğer dava konusu mal
birisinin
zilyedinde ise, daha sağlam görülen
görüşe göre dava konusu malın zilyedin
olduğuna
hükmedilir.
Ben derim ki: Musannifin buradaki ifadesi, Kenz'de, Dürer'de ve mültekâ'da olan
ifadelerden daha
uygundur.
Dıştan olan
davacılardan birisi dava konusu malın
Zeyd'den
gasbedildiğini iddia ederken, diğeri
onun Zeyd'den vedîa olduğunu iddia eder-se, onların ikisi de davada eşit olduklarından
malın
aralarında yan
yarı-ya taksimine hükmedilir. Çünkü vedîa da inkâr halinde gasba dönüş-mektedir.
İnsanlar, açıklamalarına
gerek olmaksızın prensip olarak hürdürler. Ancak dört
şey bundan
müstesnadır: Şahitlik, hadler, kısas ve katil. Bu
dört meselede, aksi durum, sonucu etkilediği için
hür
olduklarını beyan etmeleri gerekir.
Musannifin nüshasında böyledir. Diğer bir nüshada ise,
«katil»
yerine «akıl» kelimesi vardır. Eşbâh'ın ifadesinde ise «katil»
kelimesi yerinde «diyet»
kelimesi bulunmaktadır. Üç kelimenin de anla-mı
birdir.
Bir kimse, durumu bilinmeyen birisinin kendi kölesi olduğunu iddia etse, o da, o kölesi olduğunu
inkâr ederek, «Ben aslen
hürüm» dese asıl olan prensibe dayandığı için söz onundur.
Dava konusu
elbise davacılardan birisinin
üzerinde, diğeri de onu eteğinden tutmuş olsa, burada
elbiseyi giyen haklıdır.
Birisi dava
konusu ata binmiş diğeri de atın geminden tutmuş du-rumda ise, hak binenindir. Birisi
dava konusu
atın eyerine, diğeri de ter-kisine
binmiş olsa, eyere binmiş olan daha
haklıdır.
Birisi dava
konusu hayvana yükünü yüklemiş, diğeri de su testisini asmış olsa, yükünü yüklemiş
olan daha haklıdır. Çünkü onun tasarrufları daha çoktur.
Birisi
halının üzerinde oturmuş, diğeri de onu tutmuş olsa, ikisi de eşit kabul
edilirler. İkisi de
oturmuş veya ikisi
de eyere binmiş gibi. Nitekim bir
elbise birisinin kucağında olsa, bir kısmı da
diğerinin
elinde olsa, yine bunlar eşittirler.
Ama bir binada oturan iki kişi anlaşmazlığa dü-şerlerse,
onun aksine
her ikisine hükmedilemez. Çünkü binanın bunların dışındaki
bir kimsenin zilyedinde
olma ihtimali
vardır. Aynî.
İki kimse bir duvarı iddia ederlerse, duvar ağaç kolonları üzerinde duran kimseye aittir. Veya
dört
taraftan
bitişik duvarları olanındır. Şöy-le ki, dava konusu duvarın kerpiç veya
taşları veya ahşapsa
ağaçları diğer duvarlar içerisine geçmişse,
o duvar, bitişik duvarların sahibinin-dir.
Fakat
duvarlar birbirine geçmemişse veya
duvarlar birbirine bitişikse veya adam duvarı delerek
merteğini
koymuşsa veya duvarın üze-rine kamış
uzatarak üzerine hasır koymuşsa, adam bunlarla
duvar
üze-rinde hak sahibi olamaz. Anlaşmazlık halinde bu duvarın iki komşu
ara-sında ortak
olduğuna
hükmedilir. Ama duvar üzerinde bir kirişi olan kimse, duvarın üzerinde kamışı
olandan
daha haklıdır. Haniye.
Dava konusu
duvar üzerinde birisinin kirişi olsa,
diğerinin de du-varlarına bitişikse duvar bitişik
olana
verilir. Kirişi olana da yalnız direk
koyma hakkı verilir. Bazı âlimler de
bu duvarın direk
sahibine
verilmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Müştekâ. Bu konunun tamamı Aynî ve diğerlerindedir.
«İkisi de eşittir ilh...» Şeyhlerimizin şeyhi
şöyle demiştir: «Uygun olan Musannıfın, «Bu delillerden
birisi
tevatür derecesine ulaşmadığı takdirde» şeklinde kayıtlamasıydı. Zira taraflardan birisinin
delili, şahit-leri tevatür sınırına ulaştırma, kesin ilim
ifade eder ki, bunu tevatür
de-recesine
ulaşmayan
delille bir tutması uygun olmaz.»
Ben derim ki: Şümnî ve Zeylâî'de olan ifadeden
bu açıkça anlaşıl-maktadır. Zira,
Şümnî sahibi,
«Bizim için
tarafların ikişer şahidinin şa-hadeti
tam bir illettir. Nitekim yalnız bir
tarafın iki şahidi
tam bir illt
kabul edilmektedir. Delillerin çokluğu tercih sebebi
değildir. Tercih, de-lillerin kuvveti
ile
yapılır. Meselâ taraflardan birisinin delilleri
tevatür de-recesinde olsa, diğerininki ehâdî -tek kişinin-
nakline
dayansa veya biri-sininki ayrıntılı,
diğerininki kısa olsa, o zaman tevatür derecesindeki tek
kişinin nakline dayanana, ayrıntılı olan da, kısa
olana tercih edilir.» de-miştir. Biri.
«Münazaa yoluyla ilh...» Bil ki İmam-ı Azam bu meselede münazaa yoluna itibar etmiştir. Münazaa
yoluyla taksim de şöyle yapılır: Dava ko-nusu binanın yarısı tamamını iddia
edene verilir. Geriye
kalan
yarısın-da da her ikisinin anlaşmazlığı eşit olduğundan ikisi taksim
edilir. Buna göre binanın
hepsini iddia
edene binanın dörtte üçü, yarısını
iddia edene de dörtte biri
verilmektedir.
İmameyn ise
bu meselede taksimi avl ve
çarpım yoluyla yapmışlar-dır. Bu
taksim şekline avl
denilmesinin sebebi şudur: Çünkü meselede hem
bütün ve hem de yarım hisse vardır. Bu sebeple
taksim ikiden ya-pılır.
İki de davacılar arasında taksim edilemeyeceğine göre üçe yüksel-tilir. O
zaman hepsini
iddia edene iki pay, yarısını iddia edene de bir pay verilir. İşte bu
taksim şekli avl
yoludur.
Çarpma yoluyla taksim de şöyledir: Davacılardan herbiri kendi hak-kı kadar çarpım
yapar. Meselâ,
binanın üçte
ikisi hepsini iddia eden ada-mın olduğundan binanın üçte ikisini binanın tümüne
çarpar.
Binanın yarısını iddia eden
kimse de binanın üçte birini alacağından
bir üçte biri bina ile
çarpar. O zaman binanın üçte biri hâsıl olur. Çünkü küsurun
çar-pılması izafi yolla olur. O zaman
üçte biri
altı ile çarptığından bunun manası altının üçte biri olur ki bu da altıda
iki eder. Minah.
Hak sahiplerinin hisselerini hakkı tamamına çarpma işlemi şöyle olur: Bir mülkün tamamını iddia
edenin hissesi 2/2 yarısını iddia edenin ise 1/2 olur. 2 ortak payda üzerinde 2 ve l hisse alırlar.
Hisseler toplamı 3 yani ortak pay-dadan büyük olduğu
için ortak payda 3'e yükseltilir. Bu işleme
avl
denilir.
Bu-radaki hisselerin mülkün tam hissesine çarpımı ise şöyle
olur. Mülkün tamamı-nı iddia
edenin 2/23 olan hissesi 2/2 ile çarpılır 2/2x2/3:
4/6 olur. Yarısını iddia edenin hissesi olan
1/3'te
yine 2/2 ile çarpılır
2/2x1/23: 2/6 olur. Sonuç, çarpım yoluyla; mülkün
tamamını iddia eden 6 ortak
payda üzerinden 4; yarı-sını iddia eden ise 2
hisse alır. Gerçekte 4/6: 2/32,
2/6: 1/23 demektir. (H.
DÖNDÜREN).
«Mühâbât
ilh...» Mühâbât ile vasiyet şöyledir: Meselâ bir kimse, üçbin dirhem kıymetindeki kölesini
birisine ikibin dirheme sat diye va-siyet etse, bir diğerine de iki bin
dirhem kıymetindeki bir köleyi
bin dir-heme
satmayı vasiyet etse. vasiyet edilen
her iki kimse için de ikibin dirhemle müsamahalı
muamele hâsıl olur. O zaman üçte bir aralarında
avl yoluyla taksim edilir.
Derâhim-i
mürsele ile vasiyete gelince, bu da
şöyledir: Bir kimse birisine bin dirhem, bir diğerine de
iki bin
dirhem vasiyet etmiş olsa, bu kimsenin
servetinin üçte biri ikisinin arasında avl yoluyla
taksim edilir.
Azad'la
vasiyet de şöyle olur: Meselâ bir kimse
birisine şu kölenin yarısını azad et diye
vasiyet etse,
birisine de şu kölenin üçte birini azat et diye vasiyet
etse, malın üçte biri bu kimselerin arasında avl
yo-luyla taksim
edilir. O kölelerin onların hisselerine düşen miktar ile
on-lara çalışması gerekmez.
H. Hâmiş'te
de böyledir.
Yine Hâmiş'te
şöyle denilmiştir: «Bir minval üzere
müdebber bir kö-le cinayet işlese,
cinayetin
velilerine
müdebber kölenin kıymeti verilir, o kıymet aralarında avl yoluyla taksim edilir.
Bütün
imamlara .göre münazaa yoluyla taksim,
Câmiü'l-Fusûleyn sa-hibinin zikrettiği tek bir
meselede yapılır.
Şöyle ki. bir fuzûlî, bir adamın kölesini bin dirheme satsa, diğer bir fuzûlî de
aynı
kölenin yarısını
baş-ka bir müşteriye beşyüz dirheme satsa, kölenin efendisi her iki satışa da izin
verse, her
iki müşteri de muhayyerdirler. Eğer ikisi birlikte
kö-leyi almak isterlerse kölenin bedelini
münazaa yoluyla öderler. Yani kölenin bedelinin dörtte üçünü hepsini almak
isteyen, dörtte birini
de yarısını almak
isteyen kimse öder.
Bahır'da da
şöyle denilir: «Köle birisinin gözünü
kör etse, bir diğerini de hataen öldürmüş olsa,
köle cinayet
sahiplerine verilir. Bu kölenin
kıymeti onların arasında avl yoluyla
taksim, edilir.
Kölenin
kıymetinin üçte ikisi ölen adamın
velileri ne üçte biri de gözü kör
olan adama ve-rilir.».
Müellif diyor
ki: İbni Vehbân azadla vasiyeti orada zikretmemiştir. Halbuki ancak
azadla vasiyetle
yukarıdaki meseleler
sekize tamamlanır.
«Çünkü diğer
yarısında o dıştan olan davacı olmaktadır
ilh...» Çün-kü yarıyı iddia eden adamın
davası, kendi
elinde olana döner. Arkadaşı-nın
elinde olan birşeyi iddia
etmemektedir.
«Yavrusu
hakkında delil getirseler ilh...» Bu mesele şöyle tasavvur edilir: İki şahit o yavrunun
davacıların
birisinin elinde bulunan bir dişi hayvanı
emdiğini gördüklerine şahadet etseler, diğer iki
şahit de o yav-runun diğer davacının mülkündeki dişiyi
emdiğini gördüklerine dair şa-hitlik etseler,
bu şahadet
her iki taraf için de helâl olur. Yavru ikisinin arasında taksim edilir. Bahır,
Hülâsa'dan.
Biz yukarıda yavru ile birlikte tarihe
itibar edilmeyeceğini söylemiş-tik. Ancak tarih, yavru ile birlikte
beyan edildiği takdirde, birisinin ta-rihi
uyuşmasa, yani beyan ettiği tarihte yavru henüz doğmamış
olsa, o zaman tarihi yavrunun yaşına uygun
olan kimseye hükmedilir.
«Yavru zilyede hükmedilir ilh...» Bu ifade
şunun kaydıdır ki, eğer davacılardan her
ikisi de yalnız
yavruyu iddia ederlerse, zilyad lehine hükmedilir.
Çünkü eğer hariç zilyedin gasb, icare
veya ariyet
gibi
zilli-yet fiilini iddia ederse, o
zaman dıştan olan davacının delili
hüküm için, zilyedindekinden
daha
kuvvetlidir. Zira dıştan olanın delili
zilyed üzerine zilyedlik fiili isbat ettiğinden, isbat
bakımından
daha üstündür. Nitekim, Bahır'da da Zeylâî'den naklen böyledir. Bu ifadeyi Nûru'l-Ayn,
Zahîre'den
Mebsût'ta olan ifadenin aksine olarak
nakletmiştir. Kanaatimizce Zahire' de olan
Mebsût'takinden
daha sağlam ve daha kuvvetlidir. Zira
Hülâsa da Herzâde'nin Velâ kitabından
naklen şöyle
bir ifade vardır: «Zilyed yavruyu iddia ederken zilyed olmayan davacı da onun kendi
mülkü
oldu-ğunu iddia eder ve zilyedin kendisinden gasbettiğini veya o malı zilyede vedia veya
ariyet olarak
verdiğini beyan ederse, onun delili zilyedden daha kuvvetli olur. Zira zilyedin delili
ancak yavru
iddiasında zilyed ol-mayan davacı zilyedin mülkiyet fiilini iddia etmediği
sürece tercih
edi-lir. Ama eğer zilyed olmayan davacı satın almaya benzer zilyedin
fiilini iddia ederse yine hüküm
için dıştan
olanın delili daha kuvvetli
olur. Çünkü onun delili isbat bakımından daha fazladır. Ayrıca
bu delil,
zilyad jçin zilyedlik fiilini de sabit kılmaktadır.»
«Kenz'de
ilh...» Zira Kenz adlı eserin sahibi
şöyle demektedir: «Da-va konusu mal
üçüncü bir
şahsın elinde olsa ve tarih tesbit edilemese, o
zaman dava konusu mal her
ikisinin olur. Çünkü
Musannifin,
«Zilyed •olan ve zilyed olmayan iki
davacının beyan ettiği tarihe hayvanın yav-rusunun
yaşı uygun
düşmüyorsa» sözü Kenz adlı eserdeki
görüşten da-ha geneldir. Yine
Kenz'in, «Her
ikisinin
olur» sözü «Eğer onlardan biri-sinin elinde olmazsa»
sözü ile de kayıtlıdır.
Gûrer ve
Mültekâ'nın ifadeleri ise, «Eğer güçlük olursa, o takdirde dava
konusu mal her ikisinindir.
Eğer her ikisine de muhâlifse, bâtıl olur» şeklindedir. Sârin, Mültekâ Şerhinde şöyle der: «Dava
konusu mal
zilyede istihkak sebebiyle değil terk
için hükmedilir. Hidâye ve Kâfî adlı eserlerde de bu
görüş tercih
edilmiştir.»
Ben derim ki: Davacıların hayvanın yavrusu için
beyan ettikleri ta-rihin hayvanın
gerçek durumuna
uymaması, yavrunun yaşının tesbit edi-lememesi ile aynı nitelikte oluşunda şüphe yoktur.
Nitekim
bu Tenvir,
Dürer, Bahir ve diğer eserlerde açık ifade edilmiştir.
Ben derim ki: Şurunbulâlî, Hâkimin Kâfi adlı eserinden
naklen ilk görüşün daha kuvvetli
olduğunu
söylemiştir. Çünkü iki delilden birisinin yalan olması kesindir. O zaman
malın mülkiyeti zilyede
terkedilir.
«Zeyd'den
ilh...» Bu ifade elimizdeki nüshalarda böyledir.
Ama bu-nun doğrusu, «Zilyed olmayan
davacılardan
birisi, o malın kendi elinden gasbedildiğini iddia etse»
şeklindedir.
Zeylâî ve Minah'ta şöyle denilmiştir: Bir mal bir kimsenin elinde ol-sa dışarıdan
iki kişi de ayrı ayrı o
malın kendisinin olduğunu iddia etse-ler, birisi o malın kendisinden zilyed tarafından
gasbedildiğine
delil ge-tirirken, diğeri de o malı zilyede vedîa olarak verdiğine dair delil getir-se,
ikisinin
davası da eşit olduğundan o mal her ikisinin arasında
yarı yarıya olmak üzere hükmedilir.
Zira vedîa da
inkâr halinde gasb sayıl-maktadır.
Hatta onu tazmin ettirmek de gerekli olur.» Medenî.
«Şehâdette
ilh...» Hasım eğer şahidin köle
olduğunu ileri sürerse, o zaman şahidin, «Ben hürüm»
sözü kabul
edilmez. Ancak hür olduğuna dair
delil getirirse, o zaman hür kabul edilir. Fakat hasım
şahidi itham
etmezse, o zaman, «Ben hürüm» demesi
yeterlidir.
Birisi bir
diğerine zina iftirası atsa, sonra da iftira attığı kimsenin
köle olduğunu bu sebeple
kendisine had vurulmayacağını
iddia etse, ona had vurulmaz. İftira atana had, ancak iftira atılan
kimse hür
olduğunu ispat ettiği zaman vurulur.
Birisi
diğerinin elini kesse veya
onu öldürse, katilin hısımları öldü-rülen kimsenin köle olduğunu
iddia etseler, o zaman öldürülen kimsenin vârisleri onun hür olduğunu ispat edene kadar
tam diyet
veya kısasa
hükmedilemez. T.
«Elbiseyi giyen îlh...» Şeyh Kasım şöyle
demiştir: «Elbise, onun gi-yen
kimseye hak ettiği için değil
terkedilmek için hükmedilir. Hatta giyene terkedilmesi hükmünden sonra, eteğinden tutan
kimse
elbisenin kendisi-nin olduğuna dair delil ikâme etse,
elbise ona hükmedilir.» Şurunbulâliye.
«Eyere binmiş
olan ilh...» Nâtifî bu rivayeti Nevâdir eserlerinden yapmıştır.
Zahiri rivayette ise, o
hayvan eyerin
üstüne binenle terkisine binen arasında yarı yarıya taksim edilir.
Ben diyorum ki: Şu kadarı var ki, Hidâye ve Mültekâ'da olan ifade metinde olanın aynısıdır. Ama
bunun aksine
her ikisi de eyere binmiş iseler, tek
sözle o hayvanın ikisinin olduğuna hükmedilir.
Gayet adlı
eserde olduğu gibi. İşte bundan şu da
anlaşılmaktadır ki, eğer bindikleri hayvan eyerli
değilse, her ikisinin arasında ortaktır.
Şurunbulâliye.
«Yükünü yüklemiş olan ilh...» Bu söz şu
ifadeden kaçınmak için konulmuştur. Bir hayvana yük
yükleyen iki
kimseden birisinin yükü çok, diğerininki az olsa, Meselâ, birisinin yükü bir batman,
diğerininki
yüz batman olsa, bu hayvan iki kişi arasında
ortaktır. Tebyîn adlı eserde de böyledir.
«Bir binada
oturan iki adam ilh...» İnaye'de de böyledir. Bedîyiu's-Sanâyi
adlı eserde olan, İnâye adlı
eserde olanın aksinedir. Bedâyiu's-Sanâyi'in
ifadesi şöyledir: «Eğer iki kişi bir binayı iddia etseler,
birisi o evde
ikâmet ediyorsa, ev ikâmet edenindir.
Davacılardan birisi binaya bir ek yapsa veya
orada bir
kuyu kazsa, bina onundur. Ama böyle
her-hangi bir ilâve yapmasalar,
birisi binanın
içinde,
diğeri dışında olsa, bi-nanın ikisinin olduğuna hükmedilir. İkisinin binanın içinde olmaları
hali de yine
böyledir. Zira gayri
Menkûlün üzerindeki, Gayri menkûlün
içinde bulunmakla sabit
olmaz. Onun
sahibi ancak tasarrufla sabit
BİR UYARI: Bedâyiu's-Sanâyi'de şöyle denilmiştir: «Herhangi
bir şe-yin tasarrufunda bulunduğu
için
davacılardan birisinin mülkü olduğuna
hükmedilirse, karşı taraf talep ederse onun yemin
etmesi gerekir. Eğer yeminden kaçınırsa, onun aleyhine hükmedilir. Şurunbulâliye.
«Bundan
biliniyor ki ilh... » Yani serginin
üzerine oturma meselesinden Zeylâî:
«Yine her ikisi de o
serginin
üzerinde otururlarsa, sergicinin ikisinin olduğuna hükmedilir. Ama bunun aksine iki kişi
bir binada
oturur ve her ikisi de benim diye
iddia ederlerse, o binanın onların ikisi-nin olduğuna
hükmedilemez. Çünkü başka bir adamın tasarrufunda
bu-lunma ihtimali vardır. İşte bundan
biliniyor ki, o sergi
bunların dışındaki bir kimsenin elinde değildir» demiştir.
«Duvar, direkleri
üzerine olanındır ilh...» Eğer duvarın üzerinde biri-sinin bir veya
iki kirişi diğerinin
de duvar
üzerinde üç veya daha fazla kişi varsa, Nevâzil'de zikredilmiştir ki, duvar, üç veya daha
fazla kirişi olana hükmedilir. Üçten aşağı
kirişi olana da kirişlerini koyma hakkı ve-rilir. Nevazil
sahibi, «Bu istihsânen böyledir» demiştir. Bu istihsanî hü-küm de Ebû Hanîfe'nin görüşü ve Ebû
Yusuf'un son
görüşüdür.
Ebû Yusuf,
«Kıyasen duvarın ikisinin arasında yarı yarıya taksim edilmesi gereklidir» der. Ebû
Hanîfe de
önce bu kıyasla hükmetmiş,
son-ra da istihsana dönmüştür. Kâdıhân
duvar ve yol davası
bahsinde.
Hâmi-dî de bu görüşe göre fetva
vermiştir. Böyle bir duvarın tamiri
gerekirse, duvarın
üzerine kirişini koymaya
hak kazanan kimse kirişinin yerini Hâmidiye'de de olduğu
gibi alttan
kirişine kadar tamir eder. Nitekim benim
kanaatim de bu yöndedir. Sâyıhânî.
Sâyıhânî şöyle der: «Bezzâziyye'de, «İki
kimse arasında ortak bir duvar olsa, ortaklardan birisinin
duvar
üzerinde bir yükü bulunsa, diğeri de eğer duvar taşırsa bir öncekinin yüklediği yük kadar yük
yükleyebilir.
Eğer duvar taşımazsa yükünü koyan
kimsenin dilerse yükünü
kaldırma-sına, dilerse
yükünün bir
kısmını kaldırmasına hükmedilir. Bu şekilde her iki durumda
da aralarında adalet
sağlanmış olmaktadır» denilmiştir. Özetle.
Yine Bezzâziyye'de şöyle denilir: «İki kimsenin
ortak bir duvar olsa, ortaklardan
birisi duvarın
üzerine bir kat çıkmak istese,
ona engel olu-nur. Yine ortaklardan birisi duvarın üzerine bir
merdiven koymak isterse, engel olunur. Ancak eskiden duvar üzerinde merdiveni varsa,
engel
olunmaz.»
Hâmidiye.
«Dört yandan bitişik ilh...» Bir taraftan
ortak bir duvara bitişik ola-rak dört
köşeli ek yapılırsa yeterli
olur mu?
Zahiri rivayette dört taraf-tan
bitişik dört köşeli ek yapılması şart
ise de, Tahâvî'nin
rivayetine gö-re bir taraftan bitişik olması
da yeterlidir. Tahâvî'nin bu rivayeti daha da açıktır. Eğer
böyle bir duvar üzerine tarafların her ikisi de delil getirirler-se,
duvarın ikisinin olduğuna
hükmedilir.
Eğer davacılardan yalnız bir tanesi
delil ikâme ederse, ona hükmedilir.
Hâmidiye'den
özetle. Hâmiş'te de böyledir.
Davacıların
her ikisinin duvarlarına dört taraftan
veya komşu olarak bitişik olursa duvarın ikisinin
olduğuna
hükmedilir. Eğer duvar, birisine dört
taraftan bitişik diğerine de
yapışıksa, duvar dört
taraftan
bitişik ola-nın sahibine hükmedilir. Ama
bu duvar birisine dört taraftan bitişik
ve diğeri de
üzerine kirişlerini koymuş ise. duvarı bitişik olan lehine hüküm vermek daha uygundur.
Duvarın üzerinde
birisinin kirişleri bulunuyor,
diğerinin de duvarla-rına bitişik bulunuyorsa, kirişleri
bulunan daha
uygundur. Molla Ali'nin yazısında da böyledir.
«Birisinin kirişi olsa ilh...»
Molla Ali, şöyle demiştir: «Birisinin kiriş-leri altta diğerinin
kirişleri bir
tabaka üstte
ise, o zaman kirişleri altta olana
hükmedilir. Çünkü altta oluşu onun tasarrufunun eski
olduğuna
delâlet eder. Ancak bir tabaka yukarıya kirişlerini koymuş olanın kiriş-leri de kaldırılmaz.»
İmâdiye. otuz
beşinci fasıl.
METİN
Sahibinin
rızası olmaksızın bir duvara konulan kirişlerin kaldırılması-nı isteme hakkı kirişlerin
kaldırılmasından ibra edilmekle düşmez. Bu hak,
kirişlerin konulusu sırasında anlaşma yoluyla
birşey vermekle
de düşmez. Satım akdi ve af ile
de sakıt olmaz. Çünkü kirişlerin ne kadar
konulacağı meçhuldür.
Bir kimsenin evini binasının duvarına kirişlerini koyan
kimseye ki-raya vermiş olsa, yine
kirişlerini
kaldırma isteğinde bulunma hakkı düş-mez. Bu konu Eşbâh'ın
sakıt olan hakların dönmemesinin
hükümleri bahsindedir.
Bir bina içerisinde iki dairesi olan kimse ile bir dairesi olan kimse, binanın
.avlusu, hususunda yol
gibi
ortaktırlar. Ama sulama hakkı bina
meselesinin aksinedir. Zira sulama
hakkı herkesin
toprağının
miktarına göre verilir.
Zilyed olmayan iki kişi bir toprak parçasının zilyedi olduklarına dair delil ikâme etseler, toprağın
ikisinin
olduğuna hükmedilir. İkisi yarı
ya-rıya o toprağa mâlik olurlar. Ama birisi zilyed olduğuna
dair delil getir-se veya
ona tasarruf etse, onun zilyed
olduğuna hükmedilir.
Bir kimse bir malın mülkü olduğunu iddia etse, şahitler
o malın geç-miş zamanından beri onun
mülkü
olduğuna şahitlik etseler, şahitlikleri kabul edilir. Çünkü
herhangi bir zamanda mülkiyeti
sahip olan
bir şeyin mülkiyeti izale edecek
bir şey bulunmadığı takdirde, mülkiyetin devamı-na
hükmedilir. Dürer.
Ne
söylediğini bilen bir çocuk, «Ben
hürüm» dese, baliğ olan gibi onun sözü
de kabul edilir. Ama o
çocuk birisinin zilyedinde olduğu halde başka bir kimsenin kölesi olduğunu söylerse, bu .sözü
kabul edilmeye-rek
o çocuğun zilyedin kölesi olduğuna
hükmedilir. Çünkü o çocuk, ne söylediğini
bilmeyen
çocuk gibi kölesi olduğunu söylediği kişinin zilyed olmadığını ikrar etmiştir.
Bu çocuk
büyüse, hürriyetini iddia etse, hür olduğuna dair delil getirirse kabul edilir. Çünkü sabit
olmuştur ki,
hürriyet davasında çe-lişki, davanın sıhhatine
engel değildir.
İZAH
«Bu konu
Eşbâh'ın ilh...» Bir kimse komşusundan
duvarının üzerine kirişini koymak veya
duvarının
dibinde kuyu
açmak için izin istese, o da verse, izin isteyen de bunları yapsa, daha sonra duvarın
sahibi evi
satsa, alan kimse kirişlerin
kaldırılmasını veya kuyunun kapatılmasını iste-se, her ikisini
de yapabilir. Ancak eski ev sahibi evi satarken kirişlerin
kaldırılmamasını veya kuyunun
kapatılmamasını şart koşsa, müşteri de bu
şartları kabul etse, o zaman kirişleri kaldırma veya
kuyuyu
kapatma isteğinde bulunamaz. Kâdıhân'ın satım akdine giren meseleler babının birinci
faslından.
Bunun benzeri Bezzâziyye'nin kısmet bahsi ile Eşbâh'ın
ariyet bahsinde de
bulunmaktadır.
Mesele ariyet bahsinde yeni-den gelecektir.
«Avlusu hususunda ilh...» Eğer hisseleri
bilinmiyorsa, Minyetü'l-Müfti.
«Yol gibi
ilh...» Yol, evdeki hisselerine göre değil, evde oturanların sayısına
göre taksim edtlir. Ama
sulama hakkında, sulanacak arazinin sahiplerinin payları
bilinmediği takdirde su, mülkte tasarruf
eden kişiler sayısınca değil, mülkte tasarruf oranlarına göre taksim
edilir.
PRATİK BİR MESELE:
Sâbât (iki
duvar arasındaki örtü) birisinin
duvarının üzerinde olsa, duvar yıkılsa,
kitap sahibi o
örtüyü asmanın yine duvar sahibine ait
ol-duğunu söylemiştir. Zira örtünün konulması onun
hakkıdır. Ebû Bekir Harezmî de bununla fetva vermiştir. Yani yıkılan duvarın sahibinden du-varı
yeniden
yapması istenir. Kasım bin Kutluboğa'mn
Duvar kitabının üçüncü faslından.
«Sulama hakkı ilh...» Bir binadaki on dairenin
sahibi olan birisi ile aynı binadaki bir evin sahibi olan
diğer bir kimse, binanın avlusu husu-sunda anlaşmazlığa düşseler veya birisinin elindeki elbisenin
bir kısmını
tutan kimse diğeriyle elbise hususunda niza etse, avlu veya elbise
iki-sinin arasında
ortak olarak taksim edilir. Zira şahitlerin
çokluğuna iti-bar edilmediği gibi delillerin çokluğu da bir
tercih sebebi değildir. Bura-da tasarrufun çok olmasına da itibar edilemez.
Bezzâziyye. Onüçüncü
fasıl. Bu açıklamadan anlaşıldığına
göre, bu mesele eğer mülkün aslı
meçhul ise böyledir. Mülkün
aslı
biliniyorsa, meselâ o binanın hepsi bir kimsenin olsa, sonra birkaç çocuk bırakarak ölse, o bina
çocukları ara-sında taksim edildiği gibi, avlu
da herkesin hissesine göre taksim edilir.
«Toprağın
miktarına göre ilh...» Arazi
çoğaldıkça onun su ihtiyacı da artar
o Zaman sulama hakkı
da arazinin
büyüklüğüne göre takdir edilir. Ama evin avlusundan yararlanma hakkı bunun
aksinedir. Çünkü o yoldan
geçiş gibi mülkün çoğalmasıyla
yararlanma çoğalacak birşey değildir.
Zeylâî.
Avluda, şüf'â
hakkında, taksim memuruna verilen ücret, zulmen alı-nan vergiler, âkile, batma
korkusuyla
gemiden atılan yüklerde insanla-rın sayısına göre taksim yapılır. Şeyh
Şâhin'in yazdığı
da böyledir. Ebus-suud.
«Zilyed olmayan iki kimse
ilh...» Minah ve Dürer'de de böyledir.
Hidâye ve Zeylâî ile diğer
kitapların
ifadesine
göre bu dıştan olan dava-cıların her ikisi de
zilyeddir. Fusûleyn'de ise,
«Her ikisi de malın
kendi-sine ait olduğunu ve kendi elinde bulunduğunu
iddia etse, İmam Muhammed, Asi adlı
kitapta
zikretmiştir
ki, her ikisinin de delil ikâme
etmeleri gerekir. Eğer delil ikâme edemezlerse,
yemin
etmeleri gerekir. Zira her ikisi de davanın
kendi aleyhine yöneldiğini ikrar etmektedir. Zira onlar-dan
her biri
zilyedin kendisi olduğunu iddia etmektedir.
Bunlardan birisi delil getirse, onun zilyed
olduğuna
hükmedilir, o davalı durumuna diğe-ri
de davacı durumuna gelir. Her ikisi de delil
getirseler, o zaman dava konusu mal, her ikisi
de zilliyeti isbat ettiklerinden her ikisine
taksim
edilir.
Gayr-i menkûldeki mülk davasında,
ancak zilyedin davası dinle-nir. Zilliyet davasında ise
zilyed olmayan münazaa ederse dava onun aleyhine kabul edilir. Bu
durumda o, asıl maksadı
zilyedlik olmakla bir-likte bunun tebean
gayri menkûlün mülkiyetine
davacı sayılmış olur.»
denilmiştir.
Kifâye'de şöyle denilmiştir: «Timurtaşî şöyle zikretmiştir: Davacılar-dan her biri diğerinden
kendisinin elinde bulunmadığına dair yemin
et-mesini taleb etse, bunların herbiri kesin yemin
ederler.
Bunların her iki-si yemin
ettiklerinde karşı tarafın elinde olmadığına dair yemin etseler, her
ikisinin de zilyed
olduğuna hükmedilemez. Bunların ikisi de hasımın
davasından beri olurlar, dava
edilen mal da kime ait
olduğu ortaya çıkana kadar bekletilir.
Böyle bir yemin talebinde
bulunulduğunda
her ikisi de yeminden kaçınsalar, o
zaman yarısı birisine, yarısı da
diğerine
hükm-edilir.
Bunlardan yalnız bir tanesi yeminden kaçınırsa
onun aleyhine hükmedilerek onun
zilliyetinde
olana ötekine teslim edilir. Böyle
dava edilen bir bina üçüncü bir kimse
için delil teşkil
etmez».
«Zilyedin
kölesi olduğuna hükmedilir ilh...»
Kölelik ikrarının zararlı bir tasarruf olduğu ve çocuktan
böyle bir ikrar sadır olursa, buna
itibar edilmeyeceği söylenemez. Çünkü biz burada bu hükmü
çocuğun sözü
ile değil, zilyedin muarızı
bulunmadığından onun davasıyla tesbit
ettik. Bir de, kölelik
ikrarının zararlı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü daha
son-ra hürriyet davası ile bu durum telâfi
edilebilir. İnsanda asıl olan hürri-yettir de
denilmesin. Çünkü dava delilsiz kabul edilmez. Çocuğun
zilye-din elinde bulunması onun sözü zilyedin aleyhine kabul edilmesini ge-rektirmez.
Bulunan bir
çocuk gibi.
Çocuğu bulan kimsenin onun kölesi olduğunu iddia etmesi halinde sözü kabul
edilmemesi de böyledir. Zira biz deriz ki, aslın üzerine ona muhalif olan bir delil
arız olsa, aslı ibtal
eder.
Zilliyetin sübutu mülkiyetin
delilidir. Bir de bulunan çocuk akıllıca
konuşarak köleliğini ikrar
etse, hüküm asla muhalif olduğunu kabul et-meyiz.
Eğer çocuk kendi adına konuşup köleliğini ikrar
etmese, her yö-nüyle bulan kimsenin elinde değildir.
Çünkü bulan kimse yed-i emindir. Zeylâî. özet
olarak.
METİN
Neseb
konusuyla ilgili iddialar iki kısma ayrılır. Birincisi, hamile bırakma
iddiası olup hamililiğin
başlangıcının
davacının mülkiyetinde meydana gelmesi demektir.
İkincisi de hürriyet davası olup
bu onun
aksinedir. Birincisi daha önce olduğundan daha kuvvetlidir. Çünkü o.
gebeliğin
başlangıcına dayanmaktadır. Hürriyet davası ise, yalnız mevcut durumla
ilgili bulunur. Bunun
açıklaması ileride
gelecektir.
Satılan bir câriye,
satıldığı günün tarihi itibariyle
altı aydan az bir zaman zarfında doğum yapsa,
satıcı cariyenin
doğurduğu çocuğun kendisinden
olduğunu iddia etse, o çocuğun nesebi
istihsanen satıcıya sabit olur. Çünkü onun annesi olan cariye satıcının mülkü iken onu kan pıhtısı
olarak almıştı. Neseb davası gizlilik üzerine
bina edildiğinden ondaki çelişki affedilir. Satıcının
davası sahih
olduğu zaman satılan cariye satan erkeğin Ümmü'l-veled olur ve satım akdi feshedilir.
Satıcı onun
semenini geri verir.
Ümmü'l-veled;
efendisinden çocuk doğuran cariye
anlamına gelir. Böyle bir cariye artık satılamaz.
Bağışlanamaz. Efendisi ölünce de hür olur.
Şu kadarı var
ki. müşteri satıcıdan önce çocuğun kendisinden olduğunu iddia etse,
çocuğun
nesebi ona teslim edilir, cariyenin onun ümmü'l-veledi
olduğu onun ikrarı ile sabit olur. Bazı âlimler
tarafından da
müşterinin sözü şöyle yorumlanır: Müşteri, aldığı cariyeyi
daha önce nikâhlamış.
Çocuğu dava
etmiş ve sonra da satın almıştır.
Satıcı ile müşteri çocuğun kendisinin olduğunu iddia etseler
veya müşteri satıcıdan sonra çocuğu
kendisinden
olduğunu iddia ederse. o zaman neseb müşteriye tesbit edilemez. Çünkü onun
satıcıdan
sonraki davası, çocuğun hürriyet
davasıdır. Satıcının davası ile çocuk
isteme davası
olduğundan
müşterinin davasından daha kuvvetlidir. Bu sebeple çocuğun nesebi satıcıya
tesbit
edilir.
Nitekim bu mesele yukarıda
geçmiştir.
Böyle bir çocuğun nesebi, annesinin
ölümünden sonra dava edilesi halinde
de yine satıcıya tesbit
edilir. Ama
çocuğun ölmesi bunun aksinedir. Çünkü
asıl dava konusu fevt olmuştur. O zaman
annesinin
ölümünden sonra satıcı çocuğu atır, müşteri de cariyenin bütün semenini Ebû Hanîfe'ye
göre geri alır. İmameyn'e göre ise, yalnız kıymetten çocuğun hissesine düşeni geri alır.
Müşterinin
anne ve çocuğu beraberce azad etmesinin hükmü de onların ikisinin beraber ölümü
gibidir.
Burada müdebber kılma sözleşmesi yapmak da azad gibidir. Çünkü tedbir de yine azad gibi
ibtali kabul etmez. Satıcı bütün imamların ittifakı ile müşteriye yalnız semenden çocuğun hissesine
düşen kısmı geri verir. Mültekâ ve başkalan.
Yine müdebber
kılma ve azad durumlarında Ebû Hanîfe'nin sağlam görülen görüşüne göre. satıcı
hem çocuğun
hemde annesinin semenini müşteriye geri verir. Nitekim
Kûhistanî ve Bürhan'da da
böyle zikredilmiştir.
Dürer ve
Minah'ta da Hidöye'den naklen annenin semeninin geri verileceği be'yan edilmiştir. Kâfî'de
de Mebsut'tan
naklen bunlara karşı çıkarılarak
geri verilemeyeceği beyan edilmiştir.
Mevâhib'in
ifadesi ise şöyledir: «Çocuğun
annesi olan cariyenin azadından veya ölümünden sonra
satıcı onun
kendi çocuğu olduğunu iddia ederse, nesebi
ona sabit olur. İmam-ı Azam'a göre
semenin tamamını müşteriye geri verir. İmameyn ise, yalnız çocuğun semeninin geri verilmesine
hükmetmişlerdir. Bazı âlimler tarafından ise azad
da ittifakla cariyenin hissesini geri vermeyeceği
söylenmiştir».
Yukarıdan
beri zikredilen bu cariye,
satıldıktan itibaren iki yıl
sonra doğum yaparsa, satıcı bu
çocuğun
kendisine ait olduğunu iddia etse, müşteri de onu tasdik ederse. müşterinin
tasdiki ile
onun nesebi
tesbit edilir ve o cariye sözlük
anlamda satıcının nikâhla Ümmü'l-veled'i olur. Zira, biz
burada
satıcının işini salâh üzere yorumlarız.
Yalnız şu
mesele kalmıştır: Bu cariye hamlin enaz süresi
olan altı aydan çok ve iki yıldan az bir süre
içinde
doğurursa ve satıcı bu çocuğu iddia
ederse. müşteri onu tasdik ederse, bunun hükmü birinci
meselenin hükmü gibidir. Çünkü hamlin bey'den
evvel olma ihtimali mevcuttur. Eğer müşteri
satıcıyı
tasdik etmezse o çocuğun nesebi tasdik edilemez.
Satıcı ile müşteri böyle bir çocuk hakkında onlaşmazlığa düşmüş olsalar, burada
kabul edilebilir
söz,
ittifakla müşterinindir. Delil de Ebû Yusuf'a göre müşterinindir. İmam Muhammed buna karşı
çıkmıştır. Surunbulâliye ve Şerh-i Mecma.
Efendisi,
yanında doğum yapan cariyeyi satsa,
onu alan müşteri de onu
sattıktan sonra birinci
satıcı cariyenin
çocuğunun kendisinin olduğunu iddia
etse, hamilelik onun mülkünde iken
olduğundan
çocuğun nesebi ona tesbit edilir ve
satışı da reddedilir.
Mecmâ'da şöyle
denilmiştir: «Eğer o cariye
müşterinin yanında iki defa doğum yapsa, bu
çocuklardan bir tanesi satış tarihinden itibaren
altı aydan az bir süre içinde, diğeri
ise altı aydan
fazla bir zaman içinde doğsa. satıcı birinci çocuğun
kendisinden olduğunu iddia etse, müşteri onu
tasdik etmese de çocuğun nesebi satıcıya tesbit edilir.»
İZAH
«Da'vetü sözü
ilh...» Bu kelime dal harfi esre olunca, «Neseb, iddia etmek»
üstün hareketi olunca,
«Yemeğe davet
etmek» anlamına gelir.
«Davacının
mülkünde ilh...» Nitekim bir kimse oğlunun cariyesi ile cinsi ilişkide
bulunmuş olsa
câriye de
doğum yapsa bu kimse çocuğun kendisinin olduğunu iddia etse, onun
câriye üzerinde
mülkiyet
hakkı doğduğu gibi çocuğun da azadı sabit
olur. Ancak bu kimse oğluna cariyenin
kıymetini
tazmin eder.
«Altı oydan
îlh...» Bu cariye satım tarihinden
itibaren en geç altı ayın içinde
doğum yaparsa, satıcı
bu çocuğun
kendisine ait olduğunu iddia ettiği
takdirde çocuğun nesebi ona bağlanır. Ancak
Musannıf'ın
bu sözü satıcı ile satıcının satış tarihi üzerinde ittifak etmeleri
halinde geçerlidir. Eğer
tarih
üzerinde görüş ayrılığı varsa Tatarhâniye'de Kâfî adlı eserden naklen şöyle denilmiştir:
«Satıcı, «Ben cariyeyi
şu ayda sana sattım, doğurduğu çocuk bendendir»
müşteri de, «Sen bana
satalı bir
yıldan fazla zaman geçti, çocuk senden değildir» deseler, burada söz hakkının müşteriye
ait olduğunda
görüş birliği vardır.
Satıcı ve
müşterinin her ikisi de delil ikâme
ederlerse. Ebû Yusuf'a göre delil de yine müşterinindir.
İmam
Muhammed'e göre ise delil satıcınındır. Beyyine Şarih bu meseleyi ileride, «eğer
anlaşmazlığa düşseler»
konusu içinde zikretmiştir.
Musannıf'ın
burada satıcının davası şeklinde kayıtlaması, eğer bu eğer bu davayı
bey'i değil satıcı
değil de oğlu
açmış olsa, Müşteri de onu yalanlasa, satıcı
ister oğlunu tasdik etsin, ister tasdik
etmesin
oğlunun davası bâtıldır. Bu meselenin
tamamı Tatarhâniye'dedir.
«İddia etse ilh...» Musannıf'ın bu sözü iddia kelimesinin
başına «fa» harfini eklemesinden de
anlaşıldığı gibi, satıcının doğumdan önceki davası doğuma kadar bekletilir. Eğer kadın çocuğu
canlı
doğurursa, neseb sâbit olur. Çocuk canlı doğmazsa neseb sabit
olmaz. Nitekim İhtiyâr'da da
böyledir.
Cariye birkaç
kişinin ortak malı olsa, cariyeyi
birisi satın alsa, carive doğum yapsa, ortak olanların
hepsi o
çocuğun kendisine ait olduğunu iddia etseler, Ebû
Hanîfe'ye göre bu çocuğun nesebi
onların
hepsine sabit olur. İmameyn ise o
çocuğun nesebinin ancak iki kişiye sâbit olabileceğini
söylemişlerdir. Ortaklar çocuğu
iddia etmezlerse, Nazım adlı eserde
olduğu gibi çocuğun nesebi
sâbit olmaz.
Musannıf'ın
mutlak 'ifadesinden anlaşılıyor
ki, müşteri eğer satıcıyı
tasdik etmez ve satıcıya,
«Hamilelik cariye senin yanında iken olmamıştır»
derse. dış görünüşün şahâdetiyle söz satıcının
olur.
Bunlardan hangisi delil getirirse, onun delili kabul edilir. Her ikisi
de delil getirirlerse, Ebû
Yusuf'a göre
müşterinin delili, İmam Muhammed'e göre satıcının delili kabul
edilir. Nitekim Mülteka
şerhi
Minye'de de böyledir.
«Nesebi istihsânen sotıcıya sabit olur ilh...» Müşteri satıcıyı ister tasdik etsin, ister tasdik etmesin.
Nitekim Gûrerii'l-Efkâr'da da
böyledir.
Musannıf'ın
satıcı kelimesini mutlak zikretmesi
sebebiyle «satıcı» kelimesi müslim, zımmî, hür ve
mükâtebi de kapsamına alır.
Ben İhtiyâr'dan naklen böyle gördüm.
«İstihsânen ilh...» Kıyas'a göre değil. Çünkü satıcının cariyeyi satması,
Ümmü'l-veled değil cariye
olduğunu
ikrardır. Kıyâsa göre bakıldığında
satıcının çelişkiye düşmüş olması gerekir.
«Onun
Ümmü'l-Veled oluşu ilh...» Eğer câriyenin durumu meçhul olursa hüküm
böyledir. Çünkü,
«Çocuğun
kendisinden olduğu iddiası» konusunda
geçtiği gibi, bir kimse bir câriye ile zina etse,
cariye doğum yapsa müteakip de o cariyeyi
satın alsa, o cariye Ümmü'l-Veled
olmaz. Eğer çocuğu
satın alırsa, çocuk azad
edilmiş olur.
Birisi anne
veya babasının cariyesi ile zina etse,
cariye bu zinadan gebe kalarak
doğursa, adam
helâl
olduğunu sanarak zina ettiğini iddia etse, o çocuğun nesebi sabit
olmaz. Ama o adam o
çocuğa mâlik olursa, çocuk azad olur.
Şârih çocuğun
kendisinden olduğunu iddia konusunda şöyle
demiştir: «Bir kimse anne veya
babasının câriyesi
ile zina ettikten sonra ona malik olsa, o cariye Ümmü'l-Veled'i olmaz.
Zira ondan
doğan çocuğun
nesebi sabit olmamıştır. Sâyıhânî.
«İkrarı ile ilh...» Satıcının müşterinin
iddiasından sonra davası sahih olmaz.
Çocuğun nesebi sabit
olduğundan o
çocuğun neseb sübutuna ihtiyacı yoktur. Hem de, neseb davası ibtali ihtimal kabul
etmez. Zeylâî.
«Çocuğun
ölmesi bunun aksinedir. îlh...» Yani bu cariye, altı aydan az bir zaman
içinde doğum
yapsa, asıl olan çocuğun ölümü ile cariye olan annesinde Ümmü'l-Veled'lik sabit olmaz. Çünkü
çocuk ölünce
nesebe ihtiyaç kalmadı.
«Bütün
semenini ilh...» Yukarıda da açıklandığı gibi efendi Ümmü'l-Veledini
satmış durumdadır.
Ebû Hanîfe'ye
göre, onun maliyeti akitte ve gasbta
mütekâvvim değildir. Bu yüzden müşteri onu
tazmin etmez.
İmameyn'e göre ise, onun
maliyeti takdir edilir ve müşteri onun kıymetine zamindir.
Hidâye.
«Kıymetten çocuğun hissesine düşeni ilh...»
Anne ve çocuğun azad edilmesi ölümleri gibidir. Hatta
bir kimse, anne olan cariyeyi azad ettiği halde çocuğunu azad etmese,
bu satıcı çocuğun
kendisinden
olduğunu iddia etse, davası sahih olur, o çocuğun nesebi ona sabit olur. Ama eğer bu
kimse anneyi
değil de doğurduğu çocuğu azad ederse, ölüm gibi satıcının davası ne çocuk ve ne
de câriye
olan annesi hakkında geçerli olmaz. Minah.
«Çocuğun
hissesine düşen kısmını geri verir ilh...» Eğer çocuğun annesi olan cariyeyi azad
eder
veya onu müdebber statüsüne sokarsa.
«Annesinin semenini ilh...» Bu meselenin
özeti şöyledir: Satıcı, annesinin hissesi
olan semeni geri
verir. Ölüm
ve azad halinde Ebû Hanife'ye göre yalnız çocuğun hissesine düşen semeni geri verir.
İmameyn'e
göre ise, her iki durumda da semenden yalnız çocuğun hissesine düşeni verir.
Kâfi adlı eserde olan ifadeye göre ise, satıcı yalnız azatta çocuğun geri verir.
Çünkü azatta Ebû
Hanîfe'nin
görüşü de İmameyn'in görüşü gibidir.
«Yine ilh...»
Yani müdebber statüsünde ve azatta,
demektir. Ölümü gelince ölümde de satıcı yine
anne olan cariyenin
semenden olan hissesini Ebû Hanîfe'ye göre geriye iade eder.
Nitekim bu
hususta
Dürer'in sözü de delâlet etmektedir. Zira Dürer'de şöyle denilmiştir: «Müşteri
cariye olan
anneyi azad veya
müdebber kılsa İmameyn'e
göre satıcı yalnız onun semeni
karşılığını müşteriye
geri verir.
Ebû Hanîfe'ye göre ise satıcı semenin
hepsini sahih görüşünde olduğu gibi, müşteriye
iade eder. Nitekim ölümü de böyledir.» Hidâye'de de
böyledir. H.
«Dürer ilh...» Mebsut'ta şöyle zikredilmiştir: «Anne
olan cariyenin hissesini değil,
ittifakla çocuğun
hissesini geriye verir.
Bu görüş ile ölümle azadın arası ayırt edilir. Şöyle ki, hâkim, satıcıyı
kanaatinde
yalanlamıştır. Zira hâkim o cariyeyi müşterinin azadlısı saymıştır. Buna göre satıcının
inancı bâtıl
olmuştur. Ölüm kısmında ise yalanlama bulunmadığından, satıcı kendi inancıyla
muâheze edileceğinden, anne olan cariyenin hissesine düşen
semeni müşteriye geri verir. Kâfi'de
de böyledir.
Şu kadarı var
ki, Zeylâî'de, Mebsût'un İfadesi
rivayet edilerek tercih edilmiştir. Zeylâî'de de bu
rivayete zıd olan ve Hidâye'den yapılan nakli sağlam gördüğünü belirttikten
sonra şöyle demiştir:
«Müşteri
cariye için yapılan satım akdi bâtıl
olmadan semenin tamamını nasıl geri isteyebilir?
Burada onun
azad tasarrufu. ibtal edilmediği için yalnız çocuğun hissesini geri verir. Bu şöyle olur:
Semen anne olan câriye ile çocuğunun kıymetlerine göre
taksim edilir. Annenin kıymeti kabz
günündeki
değerine göre belirlenir. Çünkü câriye, müşterinin dımanına nabzla girmiştir. Çocuğun
kıymeti ise,
doğum tarihindeki değerine göre belirlenir. Çünkü onun kıymeti doğum ile meydana
gelir.»
«Onun nesebi
tesbit edilir ilh...» Eğer neseb
iddiasını câriyenin azadından veya ölümünden sonra
yaparsa, çocuğun nesebi ona sâbit olur. Ama çocuğun
nesebini yalnız müşteri iddia
ederse. bu da
sahih olur.
Böyle bir davada, hamile bırakma
(istilâd) satıcı ile müşterinin her ikisi de
çocuğun
nesebini
iddia etseler veya birisi diğerinden
daha önce iddia etse, satıcının değil, müşterinin davası
sahih olur.
Tatarhâniye.
«Nikâhla ilh...» Cariye, satıştan iki yıl
sonra doğum yapsa, müşteri satıcının
çocuğu isteme iddiasını
tasdik etse, çocuğun nesebi satıcıya bağlanır. Bu, müşterinin satıcıyı o câriye ile
evlendirdiği
anlamına gelir. Eğer böyle bir değerlendirme yapılmazsa,
o zaman satıcının zina ettiğini kabul
etmek gerekir.
«Birinci meselenin hükmü gibidir ilh...» Yani çocuk altı ayla iki yıl arasında doğmuşsa, satıcı bu
çocuğu iddia
ederse, müşterinin tasdiki ile neseb sabit olur.
Satım akdi ibtal edilir ve câriyede
satıcının
ümmü'l-Veledi olur. Tatarhâniye.
«Hamlin satıştan önce olması ilh... Yani. hamileliğin
başlangıcının satıştan önceye
ait olması
muhtemel
bulunduğu için hamileliğin en az ve
en çok süresi arasındaki doğum sebebiyle,
satıcıya
neseb sabit
olur. Tatarhâniye'de şöyle denilmiştir: «Bizim burada zikrettiklerimiz.
eğer doğum tarihi
bilinirse geçerlidir. Eğer bu cariyenin satıştan itibaren altı aydan önce veya ki yıldan sonra doğum
yaptığının
bilinmemesi halinde bakılır: Eğer
bu durumdaki çocuğu satıcı iddia ederse. onun iddiası
ancak, müşterinin tasdiki ile muteber olur. Ama çocuğun nesebini her ikisi birden iddia
ederlerse, o
zaman hiçbirisinin davası sahih olmaz. Ama
bunlardan birisinin iddiası daha eski olursa;
müşterinin
davası daha eski ise, davası sahih olur. Eğer satıcının davası daha eski ise,
o zaman
hiçbirisinin
davası sahih değildin» denilmiştir.
METİN
Böyle doğan bir çocukla nesebi kendisine bağlanan baba, kitabet yapsa, veya rehin verse veya onu
evlendirmiş
olsa, sonra bu çocuğun kendisinin olduğunu iddia etse, hüküm yine
böyledir. Bu
tasarrufların
hepsi reddolunur. Ama azad meselesi bunun aksinedir.
Nitekim bu konu yukarıda da
geçmişti.
Bir kimse, yanında
doğan ikiz çocuklardan birisini satsa, müşteri aldığı çocuğu
azad etse, sonra
satıcı
yanında kalan diğer çocuğun kendi
çocuğu olduğunu iddia etse, her iki çocuğun da nesebi
sabit kılınır. Müşterinin azadı ibtal edilir. Çünkü o aslen
hür olmaktadır. Çünkü o çocukların her ikisi
de satıcının
mülkünde iken anne rahmine düşmüşlerdir.
Satıcı ikiz doğuran cariyeyi gebe olarak almış olsaydı, onun azadı ibtal edilmezdi. Çünkü
onun
davası hürriyet davasıdır. Çünkü hamilelik onun mülkünde iken meydana gelmiş değildir. O zaman
dava yalnız hürriyet davasına tahsis
edilmiştir. Aynî ve başkası. Musannıf do bu durumu özellikle
belirtmiştir.
Bundan sonra
Musannıf şöyle der: Satıcının
davasının düşmesinin şöyledir: Satıcı,
o çocuğun falan
isimli kölesinin oğlu olduğunu ikrar ederse, onun davası kesinlikle sahih
olmaz. Müctebâ. Musannıf
bu hileyi
kendi deyimiyle şöyle ifade etmiştir: Amr ismindeki bir adam kendisinin
veya bir diğerinin
yanındaki çocuk için, «Bu gâib olan Zeyd'in oğludur demiş olsa, sonra da o benim oğlumdur dese,
ebediyyen onun oğlu olamaz.
Fakat gâib
olan Zeyd aksine, İmameyn, o
çocuğun ikrar edenin olduğunu söylemişlerdir. Zira neseb
davası sabit
olduktan sonra, artık onun bozulma
ihtimali bulunmaz. Ama yalanladıktan sonra tasdik
ederse, o zaman davası sahih olur. İşte bundan dolayı adam yanındaki çocuğun önce kendisinin
olduğunu söylese, sonra
do kendisinin olmadığını söylese,
onun inkâr edişi sahih değildir. Zira
ikrardan sonra inkâr etmekle, iddia sürekli olarak bertaraf edilmiş olmaz. Bu sebeple
ikinci defa
ikrara da ihtiyaç
yoktur. O halde İmâdiye'nin ifadesinde Molla Hüsrev'in zannettiği gibi sehv yoktur.
Nitekim
Şurunbulâliye'de bunu ifade etmiştir.
Adam kendi
oğlu olduğunu söyledikten sonra çocuk
onu tasdik ederse, sözü doğrudur. Ama
tasdik
etmezse, sözü doğru olmaz. Eğer çocuk yeniden tasdike dönerse, babanın ikrarının devamlılığı
dikkate alınarak çocuğun
tasdiki yararlı olur.
Baba ikrarını inkâr ederse,
oğlu onun ikrarı üzerine delil getirirse delili kabul edilir. Ama onun
kardeşi
olduğunu ikrar etse, o zaman onun delili kabul edilmez. Çünkü bu
başkasına olan ikrardır.
PRATİK MESELELER:
Bir kimse, «Ben falan kimsenin varisi değilim»
dedikten sonra, aynı adamın varisi olduğunu iddia
ederek irsiyetin
hangi yönden geldiğini beyan etse,
iddiası sahih olur. Zira nesebte çelişkiye
düşmek
affedilir.
Bir kimse bir diğerinin amcası oğlu olduğunu iddia etse,
dedesinin adını zikretmedikçe iddiası
sahih olmaz. «Ölen falan kimse benim oğlu olduğumu
inkâr etti» diyerek delil getirirse,
onun delili
kabul edilir. Zira ölenin ikrarı ile neseb sabit
olur. Ancak bu dava varis veya
alacaklı olan veya
ölene borçlu
olan veya kendisine vasiyet edilen kimse hakkında ise kabul edilir.
Birisi bir
diğerini hâkim huzuruna getirerek onda babasının bir hakkı olduğunu
iddia etse, o adam
ister ikrar etsin, ister etmesin, adam nesebini
hâkimin ve davalının huzurunda delil
ile isbat etmek
zorundadır Ama adam diğerine, «Sende babamdan
bana miras yoluyla intikâl eden şu kadar
olacağım
vardır.» dese, davalı ikrar ederse, ona borcunu ödemesi emredilir.
Bu babanın aleyhinde
gıyabî 'bir hüküm de olmaz. Hatta baba sağ
olarak, gelse, borçlusundan malını alır. Borçlu da
oğluna rücû
ederek verdiğini geri alır.
Ama davalı
inkâr ederse, oğuldan babasının öldüğüne ve onun vasisi olduğuna
dair delil istenir. Bu
hususta yemin
yoktur. Sahih olan münkire davacının onun oğlu olmadığına ve
ölmediğine bilgisi
üzerine yemin
teklif etmektir. Davalının yemini üzerine davacıdan delil istenilir. Bu bâhsin tamamı
Câmiü'l-Fusûleyn'in
yirmi yedinci faslındadır.
Bir çocuk bir
kâfir ve bir müslümanın elinde olsa, müslüman çocuğun kölesi olduğunu
iddia etse,
kâfir de çocuğun kendi oğlu olduğunu iddia etse, o çocuğun hür ve kâfirin oğlu olduğuna
hükmedilir.
Çünkü kâfirin oğlu olmakla halen hürriyetine kavuşmaktadır. İslâm'a ise gelecekte
nail
olacaktır. Şu kadarı var ki İbni Kemal bu çocuğun müslim olduğunu söylemişti.
Çünkü hüküm
darü'l-İslâm
hükmüdür. İbni Kemal bu kesin kanaatini
Tuhfe'ye nisbet etmiştir.
Bir koca, kendisi ile karısının yanındaki çocuğun kendi oğlu olduğunu, ancak annesinin
başka 'bir
kadın olduğunu
söylese, kadın da o çocuğun kendi
oğlu olduğunu, fakat babasının başka bir adam
olduğunu söylese, eğer
ikisi beraber iddia ederlerse,
çocuk her ikisinin olur. Eğer beraber iddia
etmezlerse, bu hususta İbni Kemal'in açıklaması
vardır. Bu mesele çocuk eğer konuşamıyorsa
böyledir. Eğer çocuk konuşuyorsa çocuk kimi tasdik
ederse, onun olur. Zira çocuğun ikisinin
yanında
bulunması ve karı kocanın beraber yaşaması çocuğun ikisinin olduğunu ifade eder.
İZAH
«Kitabet
yapsa ilh...» Bil ki. Hidâye'nin ifadesi de böyledir. Öyleyse birisi,
yanında doğan bir köleyi
satsa, onu alan adam da bir diğerine satsa,
sonra birinci satıcı o kölenin kendi oğlu olduğunu iddia
etse, çocuk onun olur. Sattım akdi bâtıl olur. Zira sattım akdinde bozulma ihtimali
bulunur. Neseb
iddiası ise bozulma ihtimalini kabul etmez. Bu yüzden sattım akdi bozulur.
Bir kimse almış olduğu köle ile kitabet yapsa veya
rehin veya icâre veya
dava konusu çocuğun
annesi olan cariye ile kitabet yapsa, re ve rehin veya icare
verse. veya onu evlendirse,
sonra onu
satıcı iddia veya
yine bu muamelelerin hepsi bozulur.
Çünkü bu sonradan köle üzerinde
yapılan
işlemlerde gerektiğinde bozulma ihtimali vardır. Bu durumda tümü nakzedilir ve dava sahih olur.
Ancak yukarıda
geçtiği gibi âzad müdebber kılma bunun aksinedir.
«Yanında
kalan diğer çocuğun ilh...» Zira, beyiin davası ikizlerin satmadığında sahihtir. Çünkü
hamilelik iddiası ve davanın her ikisi de onun mülkündedir. O zaman onun nesebi sabit olur: Onun
nesebi sabit olunca, zaruri olarak satılanın
da nesebi sabit kılınır. Çünkü her ikisi bir sudan
yaratılmıştır.
O zaman müşterinin alıp azad ettiği diğer çocuğun azadı ibtal
edilir. Ama eğer çocuk
tek olursa mesele bunun aksinedir. Bu bahsin tamamı
Zeylâî'dedir.
«Aslen hür olmaktadır ilh...» Çünkü insanlar
aslı itibariyle hürdür. Ama azadla gelen hürriyet arızî
bir hürriyettir.
«Satıcının
mülkünde anne rahmine düşmüşlerdir ilh...» Bu mesele. eğer çocuk bir olursa, onun
aksinedir. Zira onda müşterinin azadı, ibtal edilmez. Zira unun azadı
batıl olsa, satıcının iddiası
yüzünden
kasten batıl olmuş olur. Bâtıl olan birşeyin ibtal edilmesi caiz değildir. İkiz meselesinde
ise hürriyet
satılmayan ikizde sabit olmuştur. Sonra da
o hürriyet onun ikizine sirayet
etmiştir.
Çünkü bir
takım şeyler vardır ki, kasten
sabit olmasa da zımnen sabit olur.
«Gebe olarak almış olsaydı
ilh...» O zaman müşterinin azadı
ibtal edilmezdi.
«İbtal edilmezdi ilh...» Ekmel şöyle der: «Bu mesele
şununla nakzedilir: Adam
ikizlerden birisini
satın alsa, diğerini de aynı adamın babası satın olsa, sonunda bunlardan bir tanesi
elinde olan
çocuğun kendi
oğlu olduğunu iddia etse, onların ikisinin nesebi de iddia eden sabit
kılınır ve her
ikisi de azad olurlar. Dava yalnız birisinin üzerine
ihtisar edilmez.»
Bu bertaraf
etmeye şöyle cevap verilir: Bu ancak başka bir
gerekçe ile olur. Elindeki çocuğun oğlu
olduğunu
iddia eden kimse eğer baba ise, o zaman oğul kardeşine
mâlik olmaktadır. Eğer davacı
oğul ise
baba, torununa mâlik olmaktadır. Ki torunu azad edilir. Bu sebeple bu mesele diğerine
benzemez ve
nakzetmez.
Bir kimsenin cariyesi ikiz doğursa, adam ikizlerden birini satsa sonra
satıcının babası her iki
çocuğun da
kendisinin olduğunu iddia etse, iddia eden babayı satıcı olan oğlu ile müşteri
yalanlasalar, o cariye kıymeti ile satıcının babasının Ümmü'l-veledi olur. Çocukların her ikisinin de
nesebi sabit kılınır. Satıcısı elinde olan ikiz
eşi azad edilir, fakat satılan
çocuk azad edilmez. Çünkü
onda açık olan, müşterinin mülkünün ibtali vardır. Ama neseb bunun aksinedir.
Çünkü onda alan
adamın bir
zararı yoktur. Burada satıcı
ile müşteri arasındaki fark, davacı eğer satıcı olmuş ise
neseb satıcının davasında hamileliğin başlangıcı onun mülkünde olduğu için sabit
kılınır. Ama
babanın
delili ise, «Çocuklar ve malları babanındır» hadis-i şerifidir.
Babanın bu delili yalnız satıcı
olan oğlunun
mülkünde gerçekleşir. Bu konunun tamamı Sâyıhânî'nin, Makdisî'den naklettiği
nüshadadır.
«Tahsis edilir ilh...» Ama birinci mesele bunun aksinedir. Şöyle ki, hamileliğin
başlangıcı eğer
satıcının
mülkünde ise o zaman her ikisi de azad edilmiş olur.
Çünkü bu dava kadını hamile
bırakma iddiasına (istîlât) dayanmaktadır. İstîlât davasının gereği olarak ikisi beraber
doğdukları
için beraber azad edilirler. Çünkü aslen hürdürler.
Böylece satıcının aslen hür olan bir
kimseyi
sattığı açığa çıktığı için müşterinin azadı ibtal
edilir.
«Aksine ilh...» İmameyn buna muhâlefet ederek
şöyle demişlerdir: Gâib olan Zeyd o
çocuğun kendi
oğlu olduğunu
inkâr ederse, o çocuk ikrar edenin olur. Ama eğer Zeyd onu
tasdik ederse, veya
yalanladığı bilinmese, imamların
hepsine göre ikrar edenin davası sahih olmaz. Dürer.
«Sabit
olduktan sonra îlh...» Burada da neseb davası ikrar eden kimse
tarafından ikrar olunan
kişiye sabit
olmuştur.
«Tasdik ederse ilh...» Burada Musannıf'ın pratiğe
yönelik açıklamasında bir kapalılık vardır.
Dürer'in bu
husustaki ifadesi şöyledir: «Ebû
Hanîfe'nin bu meseledeki delili şudur:
Neseb sabit
olduktan
sonra artık bozulma ihtimali bulunmaz. İkrar misli ile hakkında ikrar edilen kimsenin
hakkıyle
ilgili bulunursa. reddedilemez. Eğer yalanladıktan sonra tasdik ederse, neseb ona sabit
olur. Çocuğun
hakkı da ona bağlı olur. O halde ikrar olunan kişinin reddi
ile nesebin sabit oluşu
reddedilemez. Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi.
Musannıf'ın buradaki pratiğe yönelik
açıklaması,
ikrar olunan kişinin neseble ilgili hakkı
üzerine hamledilir.
«Yok olmaz
ilh...» Bu meselede eğer çocuk
tasdik ederse. Ama eğer çocuk tasdik etmezse. o
zaman neseb sabit olmaz. Yalanlamasından sonra tasdik
ederse, neseb sabit olur. Çünkü babanın
ikrarı
oğlunun tasdik etmemesiyle ibtal
edilmez. Fusûleyn.
«İmâdiye'nin
ifadesinde ilh...» İmâdiye'nin
ifadesi şöyledir: «Adam çocuğun kendisinden olmadığını
söylese, sonra
da çocuğun kendisinden olduğunu söylese,
sahih olur. Çocuk bendendir ikrarıyla
neseb sabit
olur. O halde onun inkâr etmesi sahih olmaz.» İşte Molla
Hüsrev'in dediği gibi bu
ifadede sehv
vardır. Zira ifadede inkâr etmekten önce ikrar geçmemiştir.
Hâmiş'te de böyledir.
«Molla
Hüsrev'in söylediği gibi ilh...» Bu ifade olumsuz
olanın örneğidir. şurunbulâliye'nin
ifadesi
de inkâr etmenin örneğidir.
Hâmiş'te
şöyle denilmiştir: «Burada
İmâdiye'nin ifadesinde sehv yoktur» Hâmiş'in ifadesinin metni
şöyledir: Kanaatimce, «O çocuk
bendendir» demesi halinde davası sahihtir» şeklindeki
üçüncü
cümle, nesebin sübutunun sıhhati için bir yarar sağlamaz. Çünkü başlangıçta nesebi ikrar
ettikten
sonra artık
inkâr etmekle bu konudaki hak ortadan
kalkmış olmaz. İnkâr ettikten sonra da tekrar
inkâra ihtiyaç da yoktur.
«Dedesinin adını zikretmedikçe ilh...» Ama kardeşlik
davası bunun aksinedir. Zira kardeşlik
davasında
dedesinin ismini zikretmese de davası sahih olur. Dürer'de olduğu gibi.
Bilinsin ki, kardeşlik
ve davalının ikrarını gerektiren buna benzer davalarda, davadan önce mal
iddiasında
bulunmazsa, davası kabul edilmez. Velvâliciye'de şöyle denilir: «Adam birisinin ana
baba bir kardeşi olduğunu iddia etse, o da inkâr etse, o zaman hâkim
davacıya miras nafaka veya
alınması ancak nesebin
isbatına bağlı olan bir hakkının bulunup bulunmadığını sorar. Böyle bir
hakkı
olduğunu iddia eder ve iddiası da
doğru olursa, hâkım o zaman nesebin isbatı için delilini
kabul eder. Eğer böyle bir hak iddiası yoksa, o zaman
aralarında husumet olmaz. Zira hiçbir hak
dava
etmemektedir. Ancak sulbte ve rahimde iki kardeş
arasındaki kardeşliği dava etmiştir.
«Bir kimse diğerinin babası olduğunu iddia etse, o
da inkâr etse, davacı bunu isbat etse, isbatı
kabul edilir. Bunun aksi de böyledir. Her ne kadar bir hak iddia etmese bile. Eğer
diğeri de ikrar
edense, sahih olur. O zaman hasım olur. Bunun böyle olması, çocuğun bir hak iddia etmesinden
dolayıdır. Çünkü çocuk, babasına nesebçe bağlanma hakkı taleb etmektedir. Baba
ise çocuğun
nesebinin
bağlanmasının şer'an kendi nefsine vâcip olduğunu iddia etmektedir. Rasûlullah (S.A.V.)
«Babası olmayan
birisinin nesebini iddia edene veya
mevlâsı olmayan birisinin mevlâsı olduğunu
iddia edene
Allah'ın meleklerin ve bütün
insanların lânetî olsun» buyurmuştur. Velvâliciye'den
özetle. Bu
konunun tamamı onda ve Bezzâziyye'dedir.
«Alacaklı
olan ilh...» Bu meselenin şekli şöyledir: Birisi, ölen bir kimse üzerinde alacağı
olduğunu
iddia etse, hâkim ona, alacaklı olduğunu isbatta yardımcı olacak birisini nasbeder. Böylece o, ölen
kimsenin mirasını iddia edenlere hasım olur. Bunun
benzeri lehine vasiyet olunan kimse için de
söylenebilir.
«Davalı ikrar
ederse ilh...» Davalı onun oğlu olduğunu ikrar ederse.
«Bilgisi
üzerine ilh...» Yani bilgiyi inkâr
etmek üzere yemin teklif edilir. Şöyle
ki, «Sen o adamın oğlu
olduğunu
bilmediğine yemin eder misin?» diye yemin
teklif edilir.
«Oğlu
olmadığına ve ölmediğine ilh...»
Doğru olan. onun falan kimsenin oğlu olmadığı üzerine
yemin teklif
etmektir. Bu da ancak davacı ölümü isbat ederse mümkündür. Eğer ölümü isbat
edemezse, zaten ona yemin teklif etmenin bir
faydası yoktur. Ancak o zaman da ölümü bilmediğine
dair yemin
teklif edebilir.
«Yirmi yedinci faslındadır ilh...» Doğrusu yirmi sekizinci
fasıldır. Hâmiş'te de böyledir.
«Kâfir de
çocuğun kendi oğlu olduğunu iddia
etse ilh...» Mültekâ şerhinde, «Bu mesele, eğer kâfir
ile müslüman
davayı
aynı zamanda açarlarsa. metindeki gibidir. Ama
eğer müslüman kâfirden önce
çocuğun
kölesi olduğunu iddia ederse, çocuğun onun kölesi olduğuna hükmedilir. Eğer her ikisi
çocuğun
oğulları olduğunu aynı zamanda iddia ederlerse,
çocuğun müslümanın olduğuna
hükmedilir.
Zira mezkûr çocuğun nesebinin müslimden gelmesine hükmetmek. onun
İslâm oluşuna
hükmetmektir.»
denilmiştir.
«İslâm'a gelecekte
ilh...» Zira. her akıllı için tevhit delilleri acıktır. Bunun aksine müslüman onun
çocuğu, fakir
de onun kölesi olduğunu iddia etseler. o zaman babasına tâbi
olarak çocuğun
müslüman
olduğuna hükmedîlir. Ancak bu çocuğa, elde etmekten âciz
olduğu için hürriyet söz
konusu olmaz.
Dürer.
«İbni Kemal
bu çocuğun müslim olduğunu
söylemiştir ilh...» İbni Kemal'in bu
sözlerinde bir görüş
vardır. Şöyle ki. anne
ve babadan birisinin varlığı ile çocuk
için ülkeye itibar edilmez. H.
Ben derim ki: Lâkit bahsindeki zikredilenler buna
muhâliftir. Şöyleki çocuğun nesebini
bir zımmî
iddia etse, o çocuğun nesebi zımmî!f sabit olur. Ama
oturduğu yere tabi olarak müslüman kabul
edilir. Biz
bu meseleyi Velvâliciye'den Lakît kitabı bahsinde zikretmiştik;
«Koca, kendisi ile kansının
yanındaki ilh...» Yani, çocuk ikisinin
de zilliyetinde olsa koca bunun
başka kadından, karı da başka kocadan
olduğunu iddia etse çocuk ikisine ait olur. Musannıf bu
sözüyle, çocuğun, birisinin elinde olması
halinden kaçınmıştır. Zira Tatarhâniye'de şöyle
denilmektedir: «Eğer çocuk
yalnız kocanın zilliyetinde ise veya
kadının zilliyetinde ise, bu iki
halde
de
kocanındır. «Musannıf burada her ikisinin de çocuğu bu başkasına isnad
etmeleriyle
kayıtlanması,
yine Tatarhâniye'de Mültekâ'dan nakledilen şu meseleden kaçınmak içindir: «Bir
çocuk bir karı kocanın zilliyetinde olsa, kadın çocuğun kocasından olan oğlu olduğunu, erkek
de
kendi oğlu
olduğunu fakat başka bir kadından olduğunu iddia ederlerse, çocuğun kadının değil,
kocanın
olduğuna hükmedilir. Ama daha sonra kadın, çocuğu kocasından
doğurduğuna dair bir
kadın şahit
getirse, o çocuk, o kadının o erkekten olan oğlu olur. Bu
şehadetle de kadın kocanın
zevcesi olmuş
olur. Eğer çocuk erkeğin zilliyetinde ve çocuğu iddia ediyorsa. kadın o çocuğun o
erkekten kendi oğlu olduğuna hükmedilemez, çocuğun iddia eden erkeğin oğlu
olduğuna
hükmedilir.
Çünkü onun elindedir. Musannıf bu
kayıtla yine, şu meseleden kalınmaktadır: Çocuk bir
erkeğin zilliyetinde
olsa fakat onun çocuğu olduğunu iddia
etmese, kadın da o çocuğun oğlu
olduğuna ve
kendisinin doğurduğuna dair delil
ikâme etse. fakat babasının ismini vermese, erkek
de o çocuğun
kendi yatağında doğduğuna delil ikâme
etse, fakat annesinin ismini vermese. o
çocuğun o
kadından o erkeğin olduğuna hükmedilir. Burada el'e itibar edilerek tercih yapılamaz.
Fakat bunun
aksine, bir çocuk bir adamın zilliyetinde olsa, zilyed
ve bir başkası çocuğu iddia
etseler. o çocuğun zilyedin
olduğuna hükmedilir.»
METİN
Bir kimsenin satın aldığı cariye doğum yapsa,
sonra o cariyede başka birisinin hak
sahibi olduğu
ortaya çıksa,
eğer baba olan müşteri çocuğun nesebini iddia ederse onun husûmet günündeki
kıymetini
borçlanır ve çocuk hür olur.
Bu çocuk
husûmetten önce ölse, çocuğun geri verilmesini engelleme durumu ortadan kalktığı için
baba. hak sahibine karşı hiçbir şev 'borçlanmaz.
Ölen çocuğun malı varsa, babası ona mirasçı
olur.
Çocuk kendisi prensip olarak hür kabul edilir.
Bu çocuğu,
babası veya başka birisi öldürse,
babası öldüren kimseden kıymeti kadar diyet almış
olursa, her iki durumda da baba, hak sahibine karşı, çocuğun hayatta
olduğu gibi, zamin olur. Eğer
baba diyet
almamışsa, hiçbir şeyi zamin olmaz.
Fakat babası kıymetinden az bir diyet
almışsa,
aldığı diyet
kadar zamin olur. Aynî.
Baba her iki durumda da hak sahibine ödediği kıymet kadarıyle satıcıya rücû ederek
ödediğini
ondan geri
alır. Helâk halinde de hüküm böyledir. Yine ikinci müşteri çocuğu neseb iddiasıyla
istediği
takdirde o çocuğun kıymetini öder. Ancak ilk
müşteri ilk satıcıya teselli
hediyesi (ukr) ile
değil yalnız
semenle rücû edebilir. Mevâhib ve
diğer eserlerde böyledir. Çünkü teselli hediyesini
ikinci müşteriden hak sahibi almıştır. Zira,
ikinci müşteri murabaha bahsinde de geçtiği gibi
kadından
faydalanmıştır. İstikâk meseleleri, çelişkiye
düşme meseleleri ile birlikte çoğu kazanın
müteferrik
meseleler bahsinde geçti İkrar
bahsinde de ayrıca gelecektir
PRATİK MESELELER:
Gizlilik hallerinde çelişkiye düşme affedilir. Meselâ
bir kimse, «Şu kız benim süt kardeşimdir» diye
ikrar
ettikten sonra yanıldığını itiraf etse
yanılma iddiasında tasdik edilir ve aynı kızla evlenmesi
caiz olur.
Ölen kimsenin borçlusunun veya alacaklısının bir diğerinin de ölen kimseden alacaklı olduğu
veya
borçlu olduğu
şeklindeki davası dinlenilmez.
Ancak ölen kimse hayatta iken bütün malını bir yabancıya hibe ve teslim ederse, o zaman
alacaklının bu davası dinlenir. Çünkü o kimse zilyeddir.
Hakkı bilen bir davalının hakkı inkâr etmesi caiz değildir. Ancak ayıp
davasında ispat edildiğinde
kendisinin satıcıya geri vermeye gücü yetebilecek durumda olunca inkâr edebilir. Bir de
vasi, borcu
bilirse,
davayı inkâr edebilir.
Delille birlikte yemin ancak üç meselede yemin teklif edilebilir. Bu şunlardır: Ölen kimseden alacak
mebîin
istihkak davası ve kaçan kölenin davası.
İkrar delil ile bir arada olmaz. Ancak dört mesele bundan müstesnadır Vekâlet, vasiyetler, ölen
kimseden alacak dava
etmek, müşteriden bir aynın istihkâkı, bir de kaçan köle
davası.
Bilinmeyen şey üzerine yemin teklif edilemez. Ancak
altı durum müstesnadır: Hâkim yetimin
vasisini veya vakfın mütevellisinde şüpheli bir durum
görürse, onlara yemin teklif eder. Bilinmeyen
birşeyin
rehininde, hırsızlık davasında, gasb
ve vedîa verilenin hıyaneti
davalarında da davalıya
yemin teklif
edilir.
Davacı,
davalı yemin ettiği takdirde, yemin
etmez. Ancak bir mesele bunun
istisnasıdır. Bahır'ın
dava bahsinde
yer alan bu mesele hakkında şöyle
denilir: «Bu mesele hatırda tutulmalıdır.» Eşbâh.
Ben derim ki: O mesele
şudur: Bir malı gasbedilen kimse, «Gasbedilen
eşyamın
kıymeti yüz
dirhemdir.»
dese, gasbeden de bilmediğini fakat
onun kıymetinin yüz dirhem
olamayacağını
söylese ve yemin etse, yemini tasdik edilir. Ancak eşyayı beyan etmesi de gerekir. Ama
eşyayı
beyan etmezse, fazla olmadığına dair
yemin teklif edilir. Sonra eşyası
gasbedilen de eşyasının yüz
dirhem
olduğuna dair yemin teklif edilir. Bundan
sonra eşya ortaya çıkarsa, gasbeden kimse, aynın
veya kıymetini ödemekte muhayyerdir. Hatırda tutulsun Allah daha iyisini bilir.
İZAH
«Husûmet günü
ilh...» Yani Şurunbulâliye'de olduğu
gibi hüküm günü değil. Musannıfın «husûmet
günü çocuğun
geri verilmesini engelleme günüdür» kavli de buna işaret etmektedir. Bu bahsin
tamamı
Şurunbilâliye'dedir.
«Hangi sebeple olursa olsun ilh...» Meselâ o kadını evinin kira bedeli olarak almış olsa
veya hibe,
sadaka ve
vasiyet edilmiş olsa. durum yine aynıdır.
Ancak, cariyenin cinsel yönünden
yararlanmış
olan (mağrûr)
kimse bu üç yolla elde ettiği
cariyenin bedelini dönüp onlara tazmin ettiremez.
Ebussuud'da
da böyledir.
«Mirası babasına kalır
ilh...» Ancak adam, hiçbir şeye zamin olmaz. Çünkü irs, çocuğa
karşılık
olmaz. O halde karşılık,
çocuğun yerine kâim olmaz. Çünkü
mirasçılığın selâmeti, çocuğun hayatta
kalması gibi değildir.
«Kıymet kadarıyla ilh...» Yani katil çocuğun babasından başka birisi olursa. Ama
katil çocuğun
babası olursa. artık nasıl rücû eder de kendi
telef ettiği birşeyi satıcıdan alır.
Zeylâî, katil babadan
başka birisi olduğu takdirde rücû edebileceğini, katil kendisi olursa
rücû edemeyeceğini açıkça
söylemiştir. Şurunbulâliye.
Zeylâî'nin bu açık ifadesi üzerine
şarihin, «her iki durumda» sözünün manası babasının çocuğun
diyetini kıymeti kadar olması suretiyle
veya çocuğun kıymetinden az bir
meblâğı kabzetmesi
şekilleridir. Veya, iki durumdan maksat, satın alma ve evlenme durumlarıdır. Nitekim Makdisî'den
de böyle nakledilmiştir.
Sâyıhânî de
şöyle der: «Sârihin ifadesindeki
iki durumdan maksat, satın alma ve evlenme
durumlarıdır.
O halde, satın almasa da birisi ona hibe, sadaka veya vasiyet
etse, cariye başkasının
istihkâkı çıktığı takdirde, hak sahibine çocuğun
kıymeti kadar verdiğini onlardan alamaz.»
Makdisî.
«Çocuğun
kendisine ait olduğunu iddia ettiği
takdirde ilh...» Zira ikinci müşteri de birinci
müşteriden
başkasının hak sahibi olduğu cariyenin semeni ile çocuğun kıymetini alır.
«Satın alma ve evlenme durumlarıdır. O halde, satın almasa da birisi ona durumu
bilmediklerinden
çelişkiye
düşseler, mazur sayılırlar. Zira onlardan herhangi birisi murisin veya vasiyet edenin veya
onu mütevelli
eden kimsenin ne yaptıklarını bilmemektedirler.»
Ankaravî'nin
Dava bahsinde şöyle denilir: «Borçlu borcunu
ödedikten sonra, muhâlea akdi yapan
kadın muhâlen
bedelini ödedikten sonra çelişkiye düşmüş olsalar, bunların çelişkisi affedilir.
Ama
eğer kadın
muhâleadan önce kocasının kendisini boşadığına
dair delil getirse, koca da muhâlea
yaptığını ve
kadını muhâlea bedelinden ibra ettiğini söyleyerek delil getirse kocanın delili kabul
edilir. Şu kadarı var ki. şöyle nakledilmiştir: Bu kimse önce borcu ödemek için
mühlet istese, sonra
da borçtan
ibra edildiğini iddia etse, onun davası dinlenmez.» Sâyıhânî.
«Câiz
değildir ilh...» Büyük zatlardan
bazıları. «Bu meseleye mebîin istihkâkını iddia eden de dâhil
edilir.
Çünkü.'o da bir hakkı inkâr etmektedir ki, isbat edildiği
takdirde satıcısına rücû imkanı elde
etmiş olur.
İnkâr etmeyerek ikrar etse buna gücü yetmez. Yine vekâlet ve vasiliğin sabit olduğu do
iddia edilemez. Ancak
inkâr eden hasmın yuvası
karşı iddia edebilir. Ama eğer davalı
vekâlet veya
vasiyetin şer'an sahih olması için
sübutunu inkâr ederse, caiz olur. Bu da yine vesayet ile ayıp
davasına
dahil edilir. Vasiye varislerden
birisi. ölen kimsenin üzerinde alacağı
olduğunu iddia
ederse, o zaman onun inkârı da sahih olur Zira onun
hakkı olduğunu ikrar etse, borcun hepsini
kendi hissesinden vermesi gerekir. İnkâr ettiği
takdirde ise, deynin olduğuna deli? ikâme edilir. O
zaman borç
hem onun, hem de diğerlerinin hissesinden ödenir.» demişlerdir.
Hamevî.
«Alacaklının
bu davası dinlenir ilh...» Âlimlere göre icmaen, ölen kimse üzerinde alacak
iddia eden
adam, vasi ve
varisin talebi olmadan da, ölenden
alacağını alıp almadığı veya
kimsenin onun adına
ödeyip ödemediği veya kimsenin ondan
kabzedip etmediği veya onu ibra edip etmediği veya o
borcun bir
rehin karşılığı olup olmadığı üzerine yemin; teklif edilir. Hülâsa, o halde hâkim yemin
taleb etmeden
önce paranın ödenmesine hükmederse, hükmü nafiz olmaz.
Bu bahsin tamamı
Hâmidiye'nin
Dava bahsinin başlarındadır.
«Bir de kaçan kölenin davasında ilh...» Bunun şekli şöyledir: Birisi bir diğerinin kölesi olduğunu ve
yanından
kaçtığını iddia ederek delil ikame
etse, o kimseye delili ile birlikte yemin
de teklif edilir.
Çünkü onun,
satmış olması da muhtemeldir.
Ben, bu
şerhin şerhi hususunda Fetih adlı eserden naklen şöyle bir ifade gördüm: «Bu kölenin şu
ana kadar senin mülkün olduğuna, senin mülkünden satışla, hibe ile, veya başka bir
yolla
çıkmadığına ve senin kölen olarak kaçtığına yemin eder misin?» diye
yemin teklif edilir.»
«İkrar delil ile bir arada olmaz ilh...»
Çünkü delil ancak inkâr edene karşı
ikâme edilir. Bu prensibi
Eşbâh,
Hâniye'den naklen İkrar kitabında zikretmiştir. Bu prensipten kölenin kaçma meselesi
dışında dört
mesele daha istisnâ edilmiştir.
İstisna edilen bu meseleleri Eşbâh.
Kaza ve Şehâdet
kitaplarında
zikretmiştir. Yalnız beşinci meseleyi
zikretmemiştir. Belki. dört meselenin
üzerine
beşinci meselenin haricinde bir mesele eklemiştir. İfadesi ise şöyledir: «Delil ikrar
eden bir
kimsenin üzerine ikâme
edilemez. Ancak bir varis ölen adam üzerinde
alacağı olduğunu ikrar
ederse, o zaman haksızlığa yol açmaması için delil ikâme ettirilir. Bir
de davalı vasâyetle ikrar etmiş
olsa, vasi de
delil getirmiş bulunsa. o zaman davalıdan delil ikâme etmesi
istenir. Bir de davalı,
vekâlete ikrar
etmiş olsa, zararın def'i için vekil
o vekâletini delil ikâme ederek isbat eder. İstihkâka
da müstehâkkın aleyhhin ikrarı ile birlikte delil ikâme edilir ki, satıcıya
rücû hakkına sahip olsun. Bir
de çocuktan istenen bir hakla babası hasım kılınsa, sonra babası o hakkı ikrar etse, yine
davadan
çıkmaz. Onun ikrarıyla birlikte onun aleyhine delil ikâme edilir. Ama vasi bunun aksinedir.
Bir de
hâkimin emini ikrar ettiği takdirde husûmetten çıkar.
Ama vâris vasiyet olunan şahsa, murisin
vasiyet ettiğine dair ikrarda bulunsa, ancak
ikrar ettiği malın isbatı için delil de ikâme ettirilir.
Bir
kimse diğerine bir hayvan kiralasa, sonra da bir diğerine kiralasa, birinci müstecir, kendisinin
kiraladığına dair delil ikâme etse, mal sahibî hazır ve iddiasını ikrar ederse,
onun delili kabul edilir.»
Özette. Buna
göre istisna edilen meseleler
yedi olmaktadır.
«Müşteriden
bir ayın istihkakı ilh...» Hak istenen kimsenin ikrarla birlikte delili de kabul edilir. Zira
satıcının
üzerine, hak istenilenin rücû hakkı ancak bu şekilde sağlanabilir. Eşbâh sahibi böyle
zikretmiştir.
METİN
İkrarın dava
konusu ile ilgisi şudur: Davalı, dava konusu olan şeyi ya inkâr veya ikrar eder.
Müslümanın
dürüstlüğüne uygun olan hakkı ikrar etmesidir.
O halde ikrar. müslüman ve muvahhid
olan kimsenin haline daha yakın ve daha uygundur.
İkrar
lügâtte, yerinde bırakmak, gerçekleştirmek ve ispat etmek anlamlarına
gelir. Çünkü sabti olan
şeye, «o şey karar kıldı»
denilir. Şeriatta ikrar bir bakıma başkasının kendi
üzerindeki hakkını haber
vermek yani daha önce mevcut olan bu hakkı meydana getirmektir.
Musannıf'ın,
ikrarı bir başkasının kendi üzerinde olan hakkı olarak kayıtlamasının
sebebi şudur:
Çünkü malı
kendi şahsı için ikrar etmiş olsa, o
zaman ikrar değil, dava olurdu.
Sonra
Musannıf ikrarın ihbar ve inşaya
benzemesi ile ilgili pratik örneklere geçti. İhbar kabilinden
ikrar şöyle
olur: Bir kimse yanında bulunan bir
malın başkasına ait olduğunu ikrar etse bu
geçerlidir. Böyle
bir ikrardan sonra onun bir süre kendi mülkiyetinde kalan bu malı, sahibine teslim
etmesi gerekir. Eğer kendi yanında bulunan fakat başkasına ait olan böyle bir malı inşa
kabilinden
ikrar etse o şahıs için yeni bir mülkiyet
ihdas etmiş olmaz. Bu ikrar sahih olmaz. Çünkü ikrar
sırasında malın mülkiyeti kendisinde değildir. Eşbâh adlı eserde şöyle denilir: «Bir kölenin hür
olduğunu
ikrar etse, sonra da onu satın alsa. köle
hür olur. Kölenin semenini de satıcıdan geri
alamaz. Veya
bir binanın vakıf malı olduğunu ikrar
etmiş olsa, sonra aynı binayı satın veya miras
yoluyla almış
bulunsa o bina vakıf olur. Böylece bu kimse kendi kanaatiyle müâheze edilmiş
olur.»
Mükrehin
boşama ve azadı ikrar etmesi geçerli
değildir. Buradaki ikrar ihbar değil, inşa olmuş
olsaydı,
ikrarı sahih olurdu. Çünkü inşâ
mefhumu ihbardan geri kalmaz. Meselâ eşini
daha önce
boşadığını
haber vermekle. ikrah sırasında boşamayı ikrar etmek farklı tasarruflardır. Ticaret
izni
olan bir
kölenin elindeki bir mal ile müslümanın şarapla veya kendi yarısını şuyu'lu olarak veya
kadının
şahitsiz olarak nikâhladığını ikrarları geçerlidir. Eğer inşa olsaydı, bu ikrarlar sahîh olmazdı.
Lehine ikrarda bulunulanın, ikrara dayanarak belirli bir şeyi dava etmesi dinlenmez. Bununla da
fetva verilir. Çünkü ikrarda bulunanın buradaki
ikrarı ihbar olduğundan yalan olması
ihtimali de
vardır. Hatta
ikrarı yapan yalan yere ikrarda
bulunmuş olsa, ikrar edilen şey, lehine ikrar yapılana
helâl olmaz. Çünkü ikrar mülkiyet sebebi değildir. Fakat ikrarda bulunan kimse bu
malı kendi
rızasıyla
teslim ederse, o zaman hibe olur. En uygun olan da budur. Bezzâziyye.
Ancak mükarrünleh davasında, «İkrar olunan mal benimdir, çünkü o bana ikrar
etti» dese, ikrarı
yapan da
aynısını ikrar etmiş olsa, o zaman icamen onun davası dinlenir. Çünkü burada ikrar,
malın
vücubuna
sebep olmamıştır. Ama lehine ikrar yapılanın davasından sonra ikrarda bulunan ikrarını
inkâr ederse, yemin teklif edilir mi? Fetva, ikrarı üzerine yemin teklif edilmeyeceği
şeklindedir.
Ancak mal üzerine yemin teklif edilir.
Defide ikrar
davası bütün âlimlere göre dinlenir.
İkrarın ikinci şekli
inşâdır. Lehine ikrar yapılan ikrarda
bulunanın ikrarını önce reddetse, sonra da
kabul etse geçerli olmaz.
Eğer bu ikrar ihbâr kabilinden olmuş bulunsaydı geçerli olurdu.
Ancak
kabulden
sonra red ile ikrar reddedilmiş olmaz.
İkrarda
bulunan redden sonra ikrarını tekrar etse, lehine ikrar
yapılan bunu tasdik etmiş olsa,
lehine
ikrar
yapılanın o şeyi alması gerekir. Zira
bu başka bir ikrar sayılır. Eğer sonra ikrarda bulunan
ikinci ikrarını inkâr.etmiş olsa, yemin teklif edilmez ve onun aleyhine delil de kabul edilmez.
Bedî şöyle
demiştir: «En uygun olan delilin kabulüdür. İbni Şıhne buna dayanmış, Şurunbulâlî de
ikrar
eylemiştir.»
İkrarla sabit olan mülk, helâk edilen fazlalıkları kapsamına
almaz. O halde lehine ikrarda bulunulan
kimse, istihlâk edilmiş olan fazlalıklara da mâlik olamaz. Eğer bu ikrar ihbâr
olsa idi, mâlik olması
gerekirdi. Meselâ bir koyunu ihbar yoluyla
ikrar eden kimse daha önce bu koyunun kuzusunu
istihlâk etmiş olsa bile
ikrar onu da kapsamına alır. Ancak
kendi mülkiyetindeki bir koyunu inşa
yoluyla ikrar
ederse, bu ikrar kuzuyu
kapsamına almaz.
Hür bir
mükellef veya ticaretle izinli bir köle
veya çocuk, belirli ve belirsiz bir hakkı
ikrar etseler,
ikrarları geçerlidir. Çünkü, ikrar edilen
malın bilinmemesi ikrara zarar
vermez. Ancak ikrarda
bulunan
sattım ve kira gibi bir sebep beyan
etmiş olsa, o zaman bilinmezlik zarar verir. Ama eğer
bunların
ikrarları bir ticaret malında olursa. geçerli olmaz. Zira ikrar ticaretin zaruretlerindedir.
Bunların suç
işleme, kefâlet gibi ticaretle
doğrudan bağlantılı olmayan şeyler hakkındaki ikrarları
geçerli olmaz. Ticaret, malı mal ile değişmektir. Mehir ise, malın mal olmayan bir şeye değişimidir.
Suçlarda ise mübâdele söz konusu değildir. Uykudaki kimse ile baygın kimsenin ikrarı akıl
hastasının ikrarı gibidir. Sarhoşun ikrarı ise
ileride gelecektir.
İkrarda
bulunanın bilinmezliği ikrara zarar
verir. Meselâ bir kimsenin «Senin birimiz üzerinde bin
dirhemin
vardır» demesi gibi. Çünkü burada
borcu ödeyecek kimse bilinmemektedir. Ancak
bu
kimse, «Senin benim ve kölemin üzerinde şu kadar alacağın vardır»
dese geçerli olur.
Lehine ikrar yapılanın
bilinmezliği de eğer fahiş olursa, ikrara zarar verir.
Meselâ bir kimse,
«İnsanlardan birisinin benim üzerinde şu kadar alacağı vardır»
dese, bu ikrara zarar verir. Ama eğer
lehine ikrar yapılanın
bilinmezliği az olursa, meselâ,
«Şu iki kişinin benim üzerimde şu kadar
olacağı
vardır.» dese, bu ikrara zarar vermez. Burada ikrarda bulunan beyan etmeye de zorlanamaz.
Çünkü davacı
meçhuldür. Bahır. Bu Dürer'de de nakledilmiştir.
Yalnız şu
kadarı var ki, Dürer'de konu, anlaşılamayacak derecede kısaltılmıştır.
Nitekim. bunu
Azmizâde de
beyân etmiştir.
İZAH
«Başkasının kendisi üzerindeki hakkını ihbardır
ilh...» Umulur ki, Musannıf'ın bu ifadesi, «Falan
kimsenin falan kimse üzerinde
bir hakkı yoktur» şeklinde ibra
ve deynin iskâtı ifadesiyle nakzedilir.
Halbuki
bunlar da ihbardır. Sadiye.
Ancak
Musannıf'ın bu tarifi şöyle
anlaşılmalıdır denilebilir: Yani îkrarda bulunanın başkasının
kendisi üzerindeki hakkının
ihbarı demek, yani o hakkı vacib
olmaması demektir. Düşün.
«Bir vechile
de ikrar, inşadır ilh...» Sahih olan da budur. Bazı âlimler
de ikrar inşadır demişlerdir.
Gelecek olan da bunun üzerine bina kılınır. Şu kadarı var ki, Gayetü'l-Beyân'da,
Üstürşüniye'den
naklen şöyle
zikredilmiştir: «Halâvanî Meşpayih
îkrarın mülkiyete sebep olup olmadığında ihtilâf
etmişlerdir. İbn Fazl iki mesele ile delil getirerek ikrarın
mülkiyete sebep olmadığını söylemiştir.
Meselelerden birincisi şudur: Borçlu olan bir
hasta, malının hepsini bir ecnebiye varisleri icazet
vermeseler
dahi, ikrar etmesi sahihtir. Eğer ikrar mülke sebep olmuş
olsaydı, o hastanın sözü
varisler
icazet vermediği takdirde ancak malının üçte birinde geçerli olurdu.
İkinci mesele de şudur:
Ticaretle izinli bir köle, elindeki muayyen bir malın bir kimsenin olduğunu ikrar
etmiş olsa, o ikrarı
sahihtir.
Eğer temlik olmuş olsa, o mal o kimseye kölenin ikrarı teberru
olurdu. Kölenin teberruu ise
sahih
değildir. Cürcânî de ikrarın temlik etmek olduğunu söylemiştir. Bu sözüne de birkaç
meseleden delil getirmiştir. Bu meselelerden
birisi şudur: Bir kimse hastalığında
varislerinden
birisine
borçlu olduğuna ikrar etmiş olsa, bu ikrarı sahih olmaz.»
Özetle.
Yukarıda
nakledilenlerden anlaşılıyor ki, Musannıf ve Bahır sahibinin
zikrettikleri her iki görüşün
birleştirilmesidir. Bu birleştirmenin şekli ise her iki fırkanın da istidlâl ettiği meselelerin
sabit
oluşudur.
«Kendi şahsı için ilh...» şahıs kendisinin bir
başkasında alacağı olduğunu ihbar etmiş
olsa bu dava
olur. Ama eğer bir diğerinin bir başkası
üzerinde alacaklı olduğunu ihbar ederse,
bu da şahâdet
olur.
«İkrar değil ilh...» Buna göre Musannıf'ın tarifi vekil, veli ve benzerlerinin ikrarı ile nakzedilmez.
Çünkü bunlar
şer'an asılların yerine kâimdirler. Mülteka Şerhî.
«İkrarı sahih olduğu îçin ilh...» O zaman birisi elindeki malı
bir diğer kimseden gasbettiğini ikrar
ederse, beyan
etmesi için icbar edilir. Çünkü meçhul bir kıymeti ikrar etmiştir. Eğer beyan
etmezse,
o malın malikinin daha fazla iddia ettiği üzerine yemin teklif edilir. Eğer yemin ederse, malikin
iddia
ettiği ziyade sabit olmazsa, o zaman malik, gasbedilen malın kıymeti üzerine yemin
teklif edilir. O
zaman
gasıbtan da malikin yemini ile isbat ettiği kıymet alınır. Malik bu kıymeti
alsa, sonra da
gasbedilen mal ortaya
çıksa, burada gasıb o malı almada veya o malı malikine iade
edip ödediği
kıymeti
almakta muhayyerdir.
Hâkim, Ebû
Muhammed Aynî'den şöyle rivayet
etmiştir: Gasbedîlen malın sahibine yemin teklif
edilmesi ve
onun yemini ile isbat edilen kıymetin
gasbedenden alınması ancak onun inkârı ile sahih
olur.» Ebû
Muhammed Aynî ayrıca şöyle de derdi: «Gasbeden beyan etmesi için zorlanır. Eğer
beyan etmezse, hâkim ona gasbedilen
malın yüz lira kıymetinde mi olduğunu sorar. Eğer o hayır
derse, elli midir? diye sorar. Eğer o hayır derse,
onun kıymeti yirmi beş miydi? diye sorulur. Ta ki,
örfen o malın
en az kıymetine varıncaya kadar sorulur. O zaman onun son ikrar ettiğini vermesi
gerekir». Tatarhâniye, İkrar bahsi. müteferrik meseleler.
«Semenini de satıcıdan geri alamaz. ilh...»
Çünkü onun ikrarı ancak ona mahsustur. Bir diğerine
geçmez.
«İkrara dayanarak
İlh...» Çünkü yalanın delili mevcut
olup, o do zorlamadır. Çünkü ikrar
doğruluk ve
yolan ihtimali
bulunan bir haberdir. Onun delâlet ettiği mananın geri kalması
caizdir. Minah.
«İhbar inşadan geri kalmaz îlh...» İnşanın delâlet ettiği mananın ihbardan geri kalması
sahih
değildir.
Hâmiş'te de böyledir. Zira inşanın
delâlet ettiği mana ihbardan geri kalmaz.
«Müslümanın
şarapla ilh...» Yani bir müslüman bir zımmînin
yanında şarabı olduğunu îkrar etse, bu
ikrarı sahih olur, hatta ona şarabı teslim etmesi emredilir. Eğer
başlangıçta ikrar temlik olmuş
olsaydı, bu
ikrar sahih olmazdı. Dürer'de. «Bu
ifade işaret ediyor ki, hamr mevcut ve
kâimdir. Zira
müslümana
hamrin bedelini vermek vacib
değildir. Bu mesele Muhit'te de ifade edilmiştir»
Şurunbulâliye'de
olduğu gibi.
«İkrarına dayanarak
ilh...» Yani lehine ikrar yapılan, ikrarda bulunandan birşey iddia etmiş olsa,
onun davası
dinlenmez. Çünkü ikrar, ikrar olunan şeyin lüzumuna sebep değil, yalnız
ihbardır.
Çünkü davalı
dava konusu şeyi ikrar edenin ikrarına dayandırmıştır. Sanki vücubuna bir sebeb
olmadan ancak, «Bu şeyi karşı tarafın ikrarı ile taleb ediyorum» demektir. Bu ise bâtıl bir sözdür.
Minah.
Buradan
anlaşılmaktadır ki, muayyen
birşeyi ikrara dayanarak dava etmektedir. Nitekim
metnin açık
ifadesi
böyledir. Yoksa, ikrar ile ikrara dayanarak
dava etmek değildir.
«İkrarını inkâr ederse
ilh...» Alacak davasında eğer
davalı, «Davacı benim olacağımı tam
olarak
ödediğini ve
delil getirdiğini ikrar etti.» dese, denilmiştir ki. davalının bu deyn davası
dinlenilmez.
Çünkü o,
istihkak yolundan deyn davasıdır.
Deyn de ancak misli ile ödenir. Sonuçta bu mesele
kendi nefsi için deyn davasıdır.
O zaman istihkâk yolundan ikrar
davası olur ki, o da dinlenmez.
Mûhit ve
Zâhire, Câmiü'l-Fusûleyn ve Fetâvâ-yı Kûdurî.
Câmiü'l-Fusûleyn'de
yazılanın benzeri, Bezzâziye'de de mevcuttur Bezzâziyye
de şu da ilâve
edilmiştir: «Bazı âlimler tarafından bu davanın dinleneceği söylenilmiştir. Çünkü sonuçta mesele
deynin edâsını kendi nefsinden def'tir. O
zaman bir tarafta olmuş oluyor ki,
davası dinlenir. Muhit'te
bunu zikretmiştir.»
Şeyhülislâm şunu
zikretmiştir: «Eğer matlûb, davacının iddia ettiği mal üzerinde bir hakkı
olmadığına
dair ikrarı üzerine delil getirse, eğer maruf bir kimseye
ikrar etmemişse dava reddedilir.
Yine miras
malı olarak iddia etmiş olsa, kendisinden istenen
kimse de mürisin ikrar ettiğine dair
delil
getirmiş olsa, davası reddedilir. Nitekim biz bunu zikrettik. Bu meselenin tamamı Muhit'tedir.
Hâmiş'te de
böyledir.»
«Defide ikrar davası îlh...» Yani dava konusu malın davalının mülkü olduğu ikrar edilse. âlimlerin
çoğunluğuna
göre bu dava dinlenir. Fakat alacağını tam olarak aldığını ikrar davasının
dinlenmeyeceği
bazı âlimlere söylenmiştir.
Hâmiş'te
şöyle denilmektedir: «Defi yolunda
ikrar davasının sahih olup olmadığında
ihtilâf
edilmiştir.
Şöyle ki, davalı, davacının iddia ettiği
malın davalının mülkü olduğunu ikrar
etmesi
üzerine delil ikâme etse,
bu delili kabul edilir mi, edilmez mi? Bazı âlimler kabul
edilmeyeceğini
söylemiştir. Ama bu meselede âlimlerin çoğunluğunun sözü, delil ve davanın kabul edileceği
üzerinedir.»
Dürer.
«Sonra da kabul etse, geçerli olmaz ilh...»
İnşâ kabilinden olan ikrarı lehine
ikrar yapılan kimse
önce reddetse.sonra kabul etse sahih olmaz. Bunun yeri şudur: Hak; hibe ve sadaka gibi
bir kişiye
ait olursa bu
böyledir. Fakat satın alma ve nikâh
gibi iki kişiye ait olursa o zaman sahih olmaz.
Burada
Musannıf'ın bu sözü mukayyet
söyleyeceği yerde mutlak
söylemiştir. Bu meselenin şu
şekilde kayıtlanması
gerekir: «Eğer ikrarda bulunan.
ikrarı üzerinde ısrar etmiyorsa»
Lehine ikrar
yapılan önce red, sonra kabul etse sahih olmaz.
Çünkü aşağıda da geleceği gibi lehinde ikrar
yapılana bir şey
yoktur. Ancak ikrarda bulunan
ikrarında ısrar ederse, lehine
ikrar onun tasdikine
dönerse, o
zaman alabilir. Sâyıhâni'nin yazısı
ile Hülâsa, adlı eserden şöyle bir nakil vardır: «Birisi,
diğerine, «Sana bu köleyi bin liraya satmıştım» dese, müşterî de,
«Ben bunu senden olmadım»
dese, satıcı sussa,
sonunda müşteri o mecliste veya ondan
sonra, «evet ben senden aldım» demiş
olsa, bu ikrar caiz olur. Yine nikâh ve iki kişinin hakkı
olan şeylerde ikrar caizdir.
Ama hibe ve
sadakada, redden sonra ikrar fayda vermez.
«Reddolunmaz
ilh...» Çünkü kabulden sonra ikrarla
malı onun mülkü olmuştur. Malın
maliki olan
kimsenin
husûmet olmayan bir yerde bu malın kendisine
ait olmadığını iddia etmesi geçerli
değildir.
Ancak taraflar yekdiğerinde kendisine ait
bir hak olmadığını tasdik ederlerse bu geçerli
olur. Çünkü
fasit satım akdi konusunda şöyle
bir şey geçti: Birisi diğer
birisinden iddia ettiği malın
kârını taleb etse, diğeri de onun bu talebini tasdik
etse ve verse, sonra da ikisinin
tasdikiyle kârın
olmadığı
ortaya çıksa, bu sahih olur. İşte, sonunda gelen tasdik, önceki nakzı bozdu.
Halbuki o kâr,
temiz ve
helâl idi. Sâyıhânî.
«Helâk edilen fazlalık hakkında ilh...»
Musannıf'ın bu sözü zahiri ile ikrar ile
sabit olan mülkün
istihlâk edilmeyen fazlalığı da kapsamına aldığını ifade etmektedir. Halbuki
bu da Hâniye'de olana
aykırıdır.
Hâniye'de şöyle denilmiştir: «Bir câriye ile çocuğu birisinin zilyedliğinde
olsa, o cariyenin falan
kimsenin
olduğunu ikrar etse, çocuk o ikrara dahil olmaz. Mukârrünleh
eğer cariyenin kendisine ait
olduğuna dair
delil ikâme ederse. o zaman çocuğa da
sahip olur. Bir kimse birisine, «Bu köle senin
cariyenin
oğludur» dese, veya, «Bu kuzu senin koyunundur»
dese kölenin veya kuzunun o adamın
olduğunu
ikrar etmiş sayılmaz. Bu şekilde
düzeltilmesi gerekir. Hamevî. S.
«Malik olamaz ilh...» Bir kimse bir cariye alsa.
o cariye bir çocuk doğursa, sonra o
cariyenin
başkasının istihkâkı olduğu delil ile sabit
olsa, çocuk da annesine tabi olur. Ama eğer böyle bir
cariyenin
başka birisinin olduğunu kendisi ikrar etse, o çocuk annesine tabi olmaz.
Aradaki fark,
delil ile çocuğu aslıyla birlikte hak etmesidir. Bundan ötürü de biz diyoruz ki,
satıcılar kendi
aralarında delil ile muamele yaparlar. İkrar
bunun aksinedir. Çünkü onunla muamele yapmazlar.
F.
Annenin
birisine ait olduğuna hükmetmek, çocuğun da onun olduğuna hükmetmektir. Hayvan
da
böyledir. Çünkü hüküm tam bir delildir. Ama ikrar bunun aksinedir. Cariyenin birisine ait olduğu
ikrar etmek, çocuğun do onun olduğunu ikrar etmek değildir. Çünkü ikrar eksik
bir delildir.
«Hür bir
mükellef ilh...» Biliniz ki, ikrarın
şartı ikrarda bulunanın âkıl ve baliğ yanı mükellef olması
ve ikrarın
istekle yapılmasıdır. Hür
olmak ise, ikrarın mutlak değil, o anda nafiz olması için
şarttır.'Bu
sebeple had ve kısas gibi töhmet olmayan şeylerde kölenin ikrarı
derhal sahih olur.
Töhmet olan
şeylerde ise, onun ikrarının sahih olması. azadından sonraya tehir edilir.
Ticaretle mezun olan bir kölenin ticari muamelelerle ilgili ikrarı derhal geçerli olur.
Ama mezun
kölenin
cinayet, izinsiz olarak evlendiği
kadının mehri gibi ticaretten olmayan
meseleler hakkındaki
ikrarı azad edilmesinden sonraya tehir edilir. Ticarî
konularda ticaretle izinli çocuk da köle gibidir.
Ama kefâlet gibi ticaretle ilgili olmayan hususlardaki ikrarında
köle gibi değildir. Haram bir içkiyi
kendi
isteğiyle kullanma sonucu sarhoş olan
kimsenin ikrarı ancak ikrardan rücûu
mümkün olan
zina ve şarap
içme suçlarını ikrarı geçerli olmaz. Eğer sarhoşluk mübah bir yolla olmuşsa ikrarı
geçerli değildir. Minah.
«İkrarları bir ticaret malında olursa ilh...»
Ticarete izinli köle küçük çocuk
veya bunak kimse
ticaretle ilgili bir konuda ikrarda bulunurlarsa, bu
ikrarları geçerli olur. Bunun cevabı. Musannıf'ın
gelecekteki, «geçerli
olur» sözüdür. Yani bunların ikrarı o
durum sebebiyle geçerli olur. Şümnî
şunu da ilâve
etmiştir: «Bunların Deyn, vedîa, ariyet, müdârebe ve gasb gibi ticaretin
zaruretlerinden
olan şeyler hakkındaki ikrarları da geçerli olur. Ama mehir cinayet ve kefâlet gibi
ticaretin
zaruretlerinden olmayan konulardaki
ikrarları geçerli değildir. Çünkü ticaret
kapsamına
göre muameleler izne tabi olurken, bu nitelikte olmayan muameleler izni gerektirmez.»
Fettâl.
«Bilinmezlik ikrara zarar
verir ilh...» Çünkü bir kimse bir şeyi
falan kimseye sattığını veya
falancadan
bir şeyi satın aldığını yahut falancaya bir şeyi kiraya verdiğini ikrar etse, onun ikrarı
geçerli olmaz. İkrarda
bulunan bu şeyi teslim etmeye de zorlanamaz. Dürer. Hâmiş'te de böyledir.
Çünkü «yes» belirsizdir.
«Benim ve
kölemin üzerinde şu kadar ilh...» Makdisî şöyle der: Burada kendisi
ile kölesini birlikte
zikretmesi ikrarı belirli hale getirir. Çünkü
kölesi üzerindeki şey,
mana bakımından kendisine döner.
Fakat bu da
ancak o durumda gerekli olan şeylerde gerçekleşir. Meselâ, kölenin hür olmasından
sonra gerekli olacak
konularda köle de yabancı
gibidir. Bu durumda sanki «Benim ve Zeyd'in
üzerindeki şeyler»
demesi gibi olur ki bu geçerli değildir.
Hâmevî bunu
Eşbâh'ın hâşiyesinde zikretmiştir.
Fettâl.
«İkrarda
bulunan beyan etmeye de zorlanamaz ilh...»
Zeylâî buraya, «İkrarda bulunana hatırlaması
için emredilir. Çünkü ikrarda bulunan bazen hak sahibini
unutabilir» sözünü eklemiştir.
Gayetü'l-Beyân'da
da, eğer lehine ikrarda bulunulanlar ayrı ayrı dava etmişlerse, «ikrarda bulunana,
her biri için
ayrı
ayrı yemin teklîf edilir» sözü eklenmiştir. Tatarhâniye'de Musannıf'ın burada,
hâkimin her iki lehine ikrar
yapılan için, ikrarda bulunana ayrı ayrı yemin teklif etmesini
zikretmemiştir. Bazı alimler. «İkrarda bulunan her
ikisine de ayrı ayrı yemin eder» demişlerdir. O
zaman hâkim dilerse önce hangisinin yemin edeceği hususunda kura çeker veya dilediği bir
şekilde yemin
ettirir» denilmiştir.
İkrarda
bulunan her ikisine ayrı
ayrı yemin ettiği takdirde üç durum ortaya çıkar: Eğer lehine ikrar
yapılanlardan
birisine, «Senin değildir» diye yemin
ederse, hâkim, kölenin diğer lehine
ikrar
yapılanın
olduğuna hükmeder. Eğer ikrarda bulunan her iki yeminden de kaçınırsa,
o zaman hâkim,
köle ve
kölenin çocuğunu her ikisi arasında yarı yarıya hükmeder. Bu meselede
hâkimin ikrarda
bulunana
ister ikisi için birden yemin
teklif etsin, ister her biri için ayrı ayrı yemin teklif etsin durum
değişmez. İkrarda bulunan her ikisine de yemin ettiği takdirde, ikisinin davasında da beri olur.
Lehine ikrar yapılanların
her ikisi de yeminden sonra sulh yapmak
ve sulh yoluyla köleyi ondan
almak isteseler, Ebû
Yusuf'un birinci görüşüne göre, böyle bir istekte bulunabilirler. Nitekim
yeminden öncesi için İmam Muhammed'in görüşü de budur. Ebû Yusuf daha sonra bu birinci
görüşünden
dönerek, «yeminden sonra sulh yapmaları caiz değildir.»
demiştir. Fakihler Ebû
Hanîfe'den bu
hususta bir rivayet olmadığını söylemişlerdir.
METİN
Bilinmeyen
bir şeyin veya bir hakkın, nakit
para veya mislî şeylerden ceviz gibi kıymeti
belirli olan
bir şeyle
belirtilmesi gerekir. Fakat bunların buğday tanesi veya ölmüş hayvanın derisi yahut hür
olan bir
çocuk gibi kıymeti olmayan şeylerle belirtilmesi caiz değildir. Çünkü kıymeti olmayan
şeylere beyan etmek, ikrardan rücû anlamına
gelir ki, bu da geçerli değildir. Burada söz, yeminle
birlikte ikrarda bulunanındır. Çünkü o, inkâr eden durumundadır. Lehine ikrar yapılan ikrarda
bulunanın
ikrarından daha fazlasını delilsiz iddia etse de hüküm değişmez.
İkrarda
bulunanın, «Falan kimsenin benim üzerimde malı vardır» şeklindeki
ikrarında, malın
kıymetini beyan ettiği takdirde bir dirhemden aşağısı hakkındaki beyanı
tasdik edilmez. Eğer altın
ve gümüşten
olan büyük mal olduğunu ikrar ederse,
zekât nisap ölçüsünden aşağı beyanları esah
kâvle göre
kabul edilemez. İhtiyâr. Bazı âlimler
tarafından, eğer ikrarda bulunan fakir ise onun
hakkında hırsızlığın nisabı muteberdir denilmiştir. Bu görüş de «büyük mal» olarak düzeltilmiştir.
İkrarda
bulunan eğer üzerinde bir başkasının deve
cinsinden büyük malı olduğunu
söylerse, yirmi
beş deveden
aşağı ikrarı tasdik edilmez. Zira deve cinsinde zekât
nisabının en aşağısı yirmi beştir.
Zekât mallarının dışındaki mallarda da ikrarda
bulunanın zekât nisabının altındaki bir kıymette olan
beyanları tasdik edilmez. Yine ikrarda
bulunan üzerinde çok büyük mallar
olduğunu söylemişse, o
zaman da üç
nisab miktarından aşağı olan beyanları tasdik edilmez.
İkrarda
bulunan, eğer bu büyük malları altın
ve gümüş dışındaki mallar, olarak belirtse, o zaman da
onların
kıymeti, nisabın en alt derecesinde takdir edilir.
Bir kimse kendisinde dirhemler olduğunu söylese, o zaman üç dirhemden aşağı tasdik
edilmez. Bir
kimse kendisi üzerinde çok dirhem veya dinar
veya elbise olduğunu ikrar ederse
on adetten aşağı
beyanları tasdik edilmez. Çünkü on çoğul
isimlerinin sonudur.
Bir kimse kendisinde herhangi bir dirhem (üstün ile) olduğunu söylese, mutemed kâvle göre bir
dirhemden aşağı beyanları kabul edilmez. Fakat bunun esreli «dirhemin» şeklinde
söylemişse, yüz
dirhemden aşağı olan beyanı tasdik edilmez.
Bir kimse kendisinde «dirhemcik» veya büyük bir dirhem olduğunu söylese, bir
dirhemden aşağı
beyanı tasdik edilmez. Burada muteber
olan mutad tartıdır. Mutad tartının dışındaki
ancak delille
sabit olur. Zeylâî.
Bir kimse. üzerinde «keza keza dirhemen»
olduğunu söylese. beyanında on bir dirhemden aşağısı
tasdik edilmez. «Keza ve keza dirhemen» olduğunu söylese, o zaman da yirmi bir dirhemden aşağı
beyanı tasdik edilmez. Zira, onun
emsali «vav» ile yirmi birdir. Adam
«vav»sız olarak «keza»
kelimesini üç defa tekrar etse, o zaman on bir
dirhemden aşağısı kabul edilmez. Çünkü onun
emsali
yoktur, tekrara hamledilir.
Bir kimse «keza» kelimesini «vav»
ite üç defa tekrar etmiş olsa, yüz yirmi bir dirhem ödemesi
gerekir.
Bundan aşağı beyanları da tasdik edilmez. Aynı
kelimeyi «vav» ile dört defa tekrar ederse,
bin adet artarak bin yüz
yirmi bir dirhem ödemesi gerekir.
Eğer bu şekilde beş tekrar ederse, o
zaman on bin
ilâvesiyle on bin yüz yirmi bir dirhem ödemesi gerekir. Altı defa tekrar etmiş olsa, bu
sefer de yüz
bin hem edilir. Eğer yedi kere
tekrar ederse, bir milyon ilâve
edilir. Tekrarlarda bu
şekilde ilânihâye emsale itibar edilir.
Bir kimse «falan kimsenin
benim tarafımdan veya benim üzerimde alacağı
vardır.» demiş olsa, bu
sözü borç
ikrarı demektir. Zira «Üzerime»
kelimesi gereklilik içindir, «tarafımda» kelimesi de zamin
olma anlamındadır.
Bir kimse, «Benim üzerimde veya tarafımda falan kimsenin bir şeyi vardır» dedikten sonra ara
vermeden
«vedîadır» dese, sözü tasdik edilir. Ama
eğer ara verirse, tasdik edilmez. Çünkü onun
susması ile önceki
sözü kesinleşmiştir.
Bir kimseye,
«benim yanımda veya beraberimde veya
evimde veya cüzdanımda veya
sandığımda
bir şey vardır» dese, örf ile amel edilerek emaneti ikrar ettiğine hükmedilir.
Bir kimse, «Bütün malım veya malik olacağım her şey onundur.»
dese, veya «Malımdan veya
dirhemlerimden
şu kadar onun içindir» dese o zaman ikrar değil hibe
olur. Hibenin sıhhati için de
teslim lâzımdır. Ama
ikrar bunun aksinedir. Ama eğer,
«Malımda veya dirhemlerimde onun
şu kadar
hakkı vardır»
dese, o zaman da şirketle ikrar
etmiş olur.
Burada asıl kâide, ikrar
ettiği malı kendi mülküne izafe ederse, yani, «Benim mülkümden şu kadarı
falan kimsenindir» derse, bu hibe olur. Bu geçen
kâideye, «Benim evimde falan kimsenin
malı
vardır» sözü
ters düşmüyor mu diye bir soru sorulabilir. Deriz ki, «Benim evimde» sözündeki
izafe
mülk izafesi değil, nisbet izafesi olmaktadır. Yine,
«Hudutları şunlar olan toprağım küçük
çocuğumundur.»
dese, çocuk kabzetmese bile hibe
olur. Çünkü o mal henüz babasının elindedir.
Ancak babasının söylediği mal taksimi kabil birşey ise o zaman onun ifraz yapılarak
kabzı şart olur.
Çünkü burada
takdirî bir izafe vardır. Bunun
delili de. Musannıfın, «Bir çok insan tarafından kendi
mülkü olduğu
bilinen bir şeyi kendi mülküne izafe
etmeden bir diğer kimseye
ikrar etse, onun bu
sözü ikrar mı, yoksa
mülkiyeti nakletme midir? Mülkiyeti
nakletme olarak kabul edilmesi daha
uygundur. Çünkü herkes tarafından onun mülkü olduğu bilinmektedir. O halde onda temlikin
şortlarına riayet
edilmesi gerekir» sözüdür.
Bir kimse, birisine, «Benim senin üzerinde
binim vardır» dese, o da «Onu
tartayım mı veya onu
nakit para olarak mı ödeyeyim veya bana mühlet
ver veya ben sana ödedim ve sen beni ondan beri
ettin veya sen onu bana sadaka vermiştin veya
bana hibe etmiştin veya ben seni Zeyd'e havale
etmiştim» dese, bu sözlerin hepsi. o bin ile odamın
ona ikrar etmesi demektir. Çünkü bunların
hepsinde
zamir bine raci olur. Azmizâde.
Eğer bunu söyleyen kimse alay yoluyla söylememişse bu
kimse ona cevap vermiş
olmaktadır. Eğer alayla
söylemişse ve şahitler de alay yoluyla
söylediğine
şahâdet ederler ise. hiçbir
şey ödemesi gerekmez.
İZAH
FER'İ BİR
MESELE:
Musannıf,
ikrarda bulunanın genel anlamda yapacağı ikrardan söz etmemiştir. Bu Minah adlı eserde
zikredilmiştir. Meselâ, bir kimse, «Benim elimde az veya
çok miktarda bulunan köle veya metâ
yahut bana
bildirilen yahut da bana nisbet
edilen şeylerin hepsi falan kimseye
aittir» diye genel
ikrarda
bulunsa, bu ikrar geçerlidir. Eğer taraflar ikrar olunan
malın, ikrar sırasında mevcut olup
olmadığında
ihtilâf ederlerse, söz ikrarda bulunanındır. Ancak, lehine ikrar yapılan kimse, malın
ikrar sırasında ikrarda
bulunanın elinde olduğuna dair delil ikâme ederse,
o zaman söz delili ile
birlikte
lehine ikrar yapılanındır.
İkrarın geçerli olması için, lehine ikrar
yapılanın bunu kabul etmesi şart
değildir. Ancak lehine ikrar
yapılan ikrarı reddederse, ikrar konusu olan
malı da red etmiş sayılır.
Hülâsa ve diğer birçok
muteber
kaynaklarda bu hüküm açıkça belirtilmiştir.
Musannıf, bu
zikredilenlere dayanarak Kâdıhan ve
İmâdiye'nin, «Gâib bir kimse lehine
yapılacak
ikrarın geçerli olması, onun tasdikine bağlıdır»
sözlerini kapalı bulmuştur. Sonra da Musannıf bu
kapalı ifadelere cevap vermiştir. Remlî'nin cevabında da bundan söz edilmiştir. Musannıf'ın bu
konudaki
cevabı şöyledir: «İkrarın lüzum ifade
etmesi ile geçerli olması ayrı şeylerdir. Buna göre,
ikrarın geçerli olması, onun lehine ikrar yapılanın kabulüne bağlı olmasına engel
değildir. Kabule
bağlı olan
geçerli olma değil, belki lüzum ifade etmesidir. Gâib
lehine ikrar, hemen lüzum ifade
etmez. Bu
yüzden ikrar başkasına da geçerli olur. Nitekim lehine ikrar yapılan bakımından da lüzum
ifade etmez.
Onun ikrarı reddetmesinin geçerli oluşu bu yüzdendir. Ancak hazır lehine yapılan ikrar.
kabulden önce
başkasına geçerli olmaması için derhal lüzum ifade eder. Bu lüzum, karşı
tarafı
bağlamadığı için, lehine ikrar zum ikrarı
reddetmesi mümkündür. Böylece ikrar
her iki taraf için de
kabulsüz geçerlidir.
«Azmizâde ilh...» Azmizâde'nin açıklamasının
özeti şöyledir: «Dürer sahibinin, «İkrarda
bulunanın
beyan için zorlanması» ifadesi lehine ikrar yapılanın değil, ancak ikrar konusu malın belirsiz olması
ile ilgilidir. Çünkü Kâfi adlı eserde: «Bu meçhûl bir şeyi
ikrar etmek olacağı için bir anlam ifade
etmez»
denilmiştir. Beyana zorlamanın yararı ise,
ancak sahibi içindir. Çünkü hak meçhûldür.
«Bir şeyin veya
hakkın ilh...» Eğer ikrarda bulunan, «İkrarımızdan kastım, İslâm'ın bir hakkı idi»
derse, onun
fasılalı söylerse, geçerli olmaz. Ama ikrarla birlikte ara vermeksizin söylerse, geçerli
olur. Tatarhâniye ve Kifâye.
«Bazı âlimler tarafından, eğer mukır fakir ise onun
hakkında hırsızlığın nisabı muteberdir
denilmiştir
ilh...» Zeylâî şöyle demiştir: «Sağlam olan şudur:
Bazı âlemlerin bu ifadesi, ikrar edenin
zenginlik ve
fakirlik hali üzerine bina edilir. Zira az bir şey fakire göre büyük olabilir. Bunun bir kaç
misli ise, rengine göre hiç de büyük olmayabilir.
O halde bu görüş şerhte olanla çelişkilidir.
Çünkü
ikiyüze
ulaşan meblâğ zekâtta büyük bir meblâğ sayılır. Hırsızlık ve mehirde ise on rakamı
büyüktür. O halde, burada ikrarda bulunanın
durumuna bakılır. Eğer zenginse zekât nisabı, fakir
ise, hırsızlık nisabı esas alınır.»
Nihâye'de de böyle zikredilmiştir. Hıdâye'nin hâşiyelerinde de
Mebsût'a
nisbet edilerek aynı hüküm mevcuttur.
Şurunbulâliye.
Hâmiş'te de, Zeylâî'den
naklen şöyle denilir: «Uygun olan,
Ebû Hanîfe'den rivayet edilene kıyasla
bu
meselede ikrarda bulunanın durumunun ölçü alınmasıdır.»
Şurunbulâliye.
«Üç nisab miktarı ilh...» Yani, malın hangi cinsinden
ikrar etmişse, o cinsin üç nisab miktarından
aşağı beyanı
kabul edilmez. Çünkü, çoğulun en küçük rakamı
üçtür. Hatta, «Benim yanımda
dirhemlerden
çok mal vardır.» dese, altı yüz dirhemden aşağı tasdik edilmez. Bunun gibi hangi
cinsi
söylesin, meselâ bir kimse, «Benim yanımda deveden büyük malları vardır» dese, sözünün
tasdik ve
tediyesi için yetmiş beşten aşağısı kabul edilemez.
«Onların
kıymeti ilh...» Yani, en aşağı kıymetine
itibar edilir. Çünkü en aşağısı yakını olandır. Zeylâi.
Yani, kıymet
bakımından nisabın en aşağısına itibar edilir. Ebussuud.
«On çoğul
isimlerin sonudur ilh...» Yani, «aşeretü derahime (On dirhem) sonra
da, «ahadi aşere»
«on bir»
denilirse, o zaman ifade bakımından «aşeretü derahime (on dirhem)»
daha çoktur. Bu
yüzden de ona
itibar edilir. Hidâye'de de böyledir.
«Mutemed
kâvle göre ilh...» Zira, metinlerde geçen sözler, fetvâlarda geçen meselelere tercih edilir.
Şurunbulâliye.
Tetimme ve Zahire'de, «Mukır» keza
dirhemen» dediği takdirde iki dirheme itibar
edilir. Çünkü
keza kelimesi sayılardan kinâyedir. Sayıların
en azı da ikidir. Çünkü «bir» adet
sayılmaz.
Onunla başka bir sayı daha
zikredildiği zaman adet sayılır.
Muhtar şerhinde bazı âlimler
tarafından,
«Keza dirhemen» dediği zaman, yirmi dirhem ödemesi gerekir. Kıyas da budur. Çünkü.
sayıların en
azı mürekkep değildir. Bu «keza» kelimesinden
sonra «derhem» kelimesi «Dirhemen»
şeklinde zikredildiğinden ondan önce zikredilenin mutlaka «ışrune (yirmi)» kelimesi olması gerekir.
Bu itibarla,
«keza dirhemen» dediği zaman yirmi dirhemden aşağısı
tasdik edilmez ve en az yirmi
dirhem
ödemesi gerekir» denilmiştir.
«İkrarda
bulunan «keza keza dirhemenû olduğunu söylemese ilh...» Yani «dirhemen»
şeklinde
üstün İle
söylerse, on birden aşağı sayılar için
sözü tasdik edilmez. Ödemesi gereken
de on bir
dirhemdir.
Ama, «keza keza dirhemin» şeklinde esre
ile söylese en aşağı üç yüz
dirhem kabul edilir.
Eğer, «keza keza dirhemen veya keza keza dinâren» demiş olsa, her
birisinden on birer tane
ödemesi gerekir. Eğer, «keza keza dinâren ve
dirhemen» demiş olsa, tümünden on bir öder. Yalnız
şu var ki.
taksim edilir. Altı dirhem, beş de
dinar şeklinde ihtiyâten taksim
edilir. Bunun aksi de
olmaz. Çünkü
maliyet bakımından dirhemin kıymeti
dinardan azdır. Kıyas aslında her birisinden
beşer bucuk
ödemesi şeklindedir. Ancak bu kimsenin ifadesinde küsûra delâlet edecek bir şey
bulunmamaktadır.
Bu bakımdan yukarıdaki taksim tarzı dikkate alınır.
Gâyetü'l-Beyan'dan özetle.
«Beş defa tekrar ederse
iIh...» Şârihin bu sözünde şu görüş
vardır: Bine on bin ilâve edilmesi
gerekir. Halbuki şârihin öyle değil. on bine bin eklemesi
lâzımdır demesi gerekirdi.
«On bin
ilâvesiyle ilh...» Aynî, bunu «uygundur» sözü ile birlikte nakletmiştir. Şu
kadarı var ki
Aynî'nin
naklettiği açık bir hatadır. Çünkü on bin, bin ile vavsız olarak terkib edilir ve «ahâde aşere
elfen (on bir
bin)» denilir. O zaman onunla itibar edilen vav mümkün mertebe heder edilmiş olur Bu
meselede ise vavın heder edilmesi mümkündür. Çünkü «ahâde ve ışrûne elfen» yani yirmi bir bin,
«miyetün ve ahâde ve ahâde ve işrûne dirhemen» yine yüz yirmi bir dirhem, yukarı
ile birlikte yirmi
bir bin yüz yirmi
bir dirhem denilir. Yalnız şârihin «altı defa tekrar ederse» sözü
doğrudur. Sâyıhânî.
Şöyle ki, «kezâ»
kelimesini vav ile birlikte altı defa tekrar etse, «miyetün elfin ve ahâde ve ışrûne
elfen ve
ahâde ışrûne dirhemen» yani yüz yirmi
bir bin yirmi bir dirhem ödemesi gerekir.
«keza
kelimesinin yedi
defa tekrar ederse, o zaman da yirmi milyon yirmi
bir bin ödemesi gerekir.
«Benim
yanımda veya beraberimde ilh...» Ben zannediyorum ki,
Musannıf'ın yaşadığı tarihteki örf
böyle idi. Şimdiki örf ise, benim
yanımda veya beraberimde dediği
zaman ikrar değil, deyn
kasdedilir. Ancak
fakihlerin zikrettikleri başka bir
gerekçe, bizim örfümüzde buna itibar
edilemeyeceğini
ifade etmektedir. Sâyıhânî. Makdis'den
naklen şöyle demektedir: «Zira bu yerler
(yanımda veya
beraberimde ve benzerleri ifadeleri) ikrar konusu malla ilgilidir. Deyn yeri değildir.
Çünkü deyn insanların zimmetinde olur. Nesne
ise, yanında emaneten veya kefâleten bulunması
ihtimalini de
taşır. O zaman, «yanımda, beraberimde, evimde» dediği zaman sözü emânete
hamledilir. Örf de buna şahâdet eder. Eğer, İtiraz
yoluyla, «Benim üzerimde yüz vedîa deyn vardır»
veya «Üzerimde yüz deyn vedîa vardır» demiş olsa, burada emanet tesbit edilemez.
Halbuki emanet
bu iki sözün
de edna derecesidir.» denilebilir. Bu
itiraza şöyle cevap verilir: İki lâfızdan
birisi
emanete delâlet, birisi de deyne delâlet etse, mukır bunların ikisini bir arada
zikretse, o zaman deyn
tarafı emanet
tarafına tercih edilir.»
Ama iki manayı
ihtimal eden bir lâfız bunun
hilâfınadır.
«İkrar bunun
aksinedir ilh...» Zira eğer ikrar olmuş olsa, ikrar ettiği malı teslime ihtiyaç yoktur.
«Hibe olur
ilh...» Zira, ikrar konusu olan şeyi kendi mülküne izafe etmesi, ihbar kabilinden
olan
ikrara hamletmeye engel olur. İnşa olunca da hibe olur. O zaman hibede şart kılınan
şartlar bunda
da şart olur.
Minah.
Eğer bir kimse. «şahid
olunuz, ben falan kimseye bin dirhem
vasiyet ettim» ve «Falan kimsenin
benim malımın
içinde bin dirhemi vardır, onu da vasiyet ettim.» demiş
olsa, birincisi vasiyet, diğeri
ise ikrar olur. Bu konuda kâide şudur: Bir kimse vasiyetinde. «Benim evimin altında biri falan
kimsenindir» dese, bu vasiyettir. Ama eğer. «Benim evimde falan kimsenin
altında bir hakkı vardır».
demiş olsa, ikrar olur. Çünkü birincisinde evin
altında birini yine kendi nefsine izafe etmiştir. Eğer
temlik kastı varsa bu, vasiyet olur. İkincisinde ise, kendi evini başkasının olan altıda bire
zarf
kılmıştır.
Onun evi o altıda bire zarf olur, eğer altıda bir bu vasiyetten önce o kimsenin
mülkü ise, o
zaman adamın ikinci sözü, ikrar olmuş olur. Ama bunu ihbar kabul edersek, ikrar olur Ama eğer
inşa olursa, onun evi zaten o altıda bire zarf olmaz. Çünkü evin hepsi onundur. Bazısı bazısına zarf
olmaz: Binaenaleyh, eğer adam «Falan kimsenin benim malımdan bin dirhemi
vardır.» demiş olsa,
eğer bunu
vasiyet silsilesinde zikrederse, istihsanen vasiyet olur. Ama eğer «Falan kimsenin benim
malımda bin
dirhemi vardır.» dese, o zaman ikrar olur. Nihâye'nin Vasiyet
kitabının başından.
Buna göre
Musannıf'ın «hibe olur» sözünün anlamı, eğer vasiyet silsilesinde zikretmemişse
hibe
olur şeklinde anlaşılmalıdır.
Bu asılda ihtilâf vardır. Nitekim
Minah'ta da zikredilmiştir.
Bezzâziyye ve diğer kitaplardan naklen şöyle bir ifade gelecektir: «Falan
kimse üzerinde olan
deynim falanca adamındır» dediği zaman
bu, ikrar olur. Biz bu meseleyi
orada da açıkladık.
«Evimde falan
kimsenin malı vardır ilh...» Bu ifadeye,
onun evinde olan gündüzleri otlamaya
giderek geceleri evinin ahırında kalan hayvanlar
ile gündüzün dışarıda çalışarak gece
evinde kalan
köleler de dahildir. Tatarhâniye'de olduğu gibi. Bu
ifade ikrar sayılır.
«Hudutları
şunlar olan toprağım küçük çocuğumundur ilh...» Çünkü, ondaki izafe, kendi
mülkündedir.
Evet, Minah da Hâniye'den naklen bu ifadenin
ikrar değil temlîk olduğunu
söylemiştir.
Sonra da
Müntekâ'dan bunun benzerini naklederek bu ifadenin ikrar olduğunu söylemiştir. Şu
kadarı var ki
Kınye'den o ifadenin temlik olduğunu ifade
eden şöyle bir ifade nakletmiştir:
«Babanın
küçük
çocuğuna kendi malından bir şeyi ikrarında kendi nefsine nisbet ederse, babının o
konuşmasından
anlaşılan, o malı çocuğuna temlik
etmesidir. Yok eğer, konuştuğunda kendi
nefsine izafe
etmezse, meselâ, «Evimin altıda biri
veya şu evin altıda biri çocuğumundur» dese,
ikrar olmuş olur.
Kınye'de buna aykırı bir ifade de vardır.
Minah sahibi şöyle demektedir: «Ben derim ki, fer'î
meselelerin bazısında izafe ile izafesizlik arasında eşitlik iktiza eder. O zaman bu
meselede bir hilâf
olduğu ifade
edilmektedir. Ama küçük çocuğun
meselesine gelince, kabzetmeden de ondaki hibe
sahihtir.
Zira kabız olmadan da babasının elindedir. O halde çocuk
meselesinde ikrar ile temlik
arasında bir fark yoktur. İkrarı da de temliktir, temliki zaten temliktir. Ama yabancı
bunun aksinedir.
Yalnız
çocuğun meselesinde şöyle bir şey vardır: Eğer
adamın çocuğuna vereceği şey taksimi
kabul eden mallardan ise, o zaman onda da yabancı gibi ikrar ile temlik arasında bir ayrılık olduğu
ortaya çıkar.
Çünkü taksimi kabul eden şeyde
taksim yapıldıktan sonra kabza ihtiyaç
vardır.»
Bundan sonra
da Minah sahibi şöyle demiştir:
«Burada bir mesele vardır ki çokça vâki olur. O
mesele şudur: «Adam
bir diğerine ikrar etse ilh...» Şârih bu meseleyi özet olarak zikretmiştir. "Özet
şöyledir: «Hudutları
şunlar olan toprak çocuğumundur.»
sözünde nakiller muhteliftir. Bu ikrar
mıdır, hibe
midir? Bunun özü şunu ifade ediyor
ki, bir kimse çocuğuna böyle deyince, bu sözünden
kastı temlik oluyor
ki, ikrar ile temlik arasında
bir fark kalmıyor. Ancak
o mal taksimi kâbil bir şeyse
o zaman oradaki fark ortaya çıkar. Bununla da kabzın vacib olup olmayacağı hususundaki
ihtilâfın
sonucu açığa çıkar. Öyle sanıyorum ki, şârihin kastı da Musannıf'ın sonra zikrettiğine işaret ederek,
her ikisinin arasını bulmaktır. Şöyle ki, adamın çocuğuna
söylediği sözün temlik olduğunu kabul
eden âlimlerin görüşü o malı mülküne izafe etmez de halk içinde onun
mülkü olduğu bilinirse, o
zaman ona
hamledilir. O halde, onda izafe takdir edilir. Bu söz ikrardır
diyen adamların sözü de.
eğer halk arasında o malın onun mülkü olduğu bilinmiyorsa, o zaman ikrar olduğuna hamledilir. O
zaman
Musannıf'ın yer meselesi geçen asl üzerine itiraz olarak varit olmaz. Çünkü, «Benim
şu
hudutlarla
çevrili toprağım çocuğumundur.» sözü,
o toprağın onun mülkü olduğu biliniyorsa,
takdiri
izafeden ötürü hibe olmuş olur. Aslın
iktiza ettiği gibi teslime de muhtaç
değildir. Çünkü
kendi
elindedir.
«İkrar mı ilh...» Ben diyorum ki, Fakihlerin sözlerinden anlaşılan, mukır eğer ikrar ettiği veya hibe
ettiği malı kendi nefsine izafe ederse, hibe olur. Eğer
o malı kendi nefsine izafe etmezse, hem hibe
hem de ikrar o ihtimali bulunur. O zaman, karinelerle amel edilir. Şu kadarı var ki, «Kendi nefsine
izafe ederse hibe olur» sözüne göre Necmü'l-Eimme
Buhârî'den nakledilen, «İster malı kendi
nefsine izafe
etsin, ister etmesin her iki halde de ikrardır»
sözü kapalı olur. O zaman fakihlerin
sözünün
arasında muvafakât şöyle sağlanır:
Eğer mülk zahir ise temliktir. Eğer mülk zahir değilse,
bakılır: Eğer ikrara delâlet edecek bir kârine bulunursa, ikrardır. Yok eğer
temlike delâlet edecek bir
karine
bulunursa, temliktir. Düşün.
Biz de
hâdiselerde bu kârineleri bulabiliriz. Remlî. Sâyıhânî, «Siz bu hususta mezhebimizde çok
görüş
olduğundan haberdarsınız. Meşhur
olan, şârihin ifadesinde «asıl kâide
şudur» sözüdür ilh...»
demiştir.
Minah'ta da
Sadi'den naklen şöyle denilmiştir: «Babanın kendinin malından çocuğuna bir
malı ikrar
etmesi, eğer kendi nefsine izafe ederse temlik
olur. Şârihin «Kendi malından bir nesneyi» ve «Kendi
küçük
çocuğuna» ifadeleri, mahûd olana itibar edilmeyeceğine işaret etmektedir
Muteber olan,
kişinin ifade tarzıdır.»
Ben derim ki: Musannıf'ın ifadesinde geçen «Benim evimde» sözü ile Hâniye'deki «Benimle bilinen
her mal veya «Bana nisbet edilen herşey falan kimsenindir.» sözleri de
yukarıdaki ifadeyi teyid
etmektedir
Çünkü bir kimsenin evinde olan veya bu kimse ile tanınan mallar ve
ona nisbet edilenler
halkın
birçoğu tarafından onun mülkü olarak bilinmektedir. Zira zilliyet ve
tasarruf mülkiyetin
delilleridir. Alimler
bu sözün ikrar olduğunu açıkça söylemişlerdir. Hâmidiye'de de ikrar olmasıyla
fetva verilmiştir. Sâyıhânî'nin bahsi de bununla teyid edilmektedir. Ancak toprak meselesinde
şârihin «hibe» tâbiri o meselede hibe ile ikrarın arasında fark olmadığı içindir. İşte
bundan dolayı,
bu mesele
Mültekâ'da çocuğun tarafının gayrında
zikredilmiştir. Zira orada «Adam,
«Benim şu
toprağım
-Hudutlarını zikrederek- falan kimsenindir.» veya «Hudutları şunlar
olan yerim falan
çocuğumundur»
dese o çocuk da küçük olmuş olsa, bu kimsenin sözü
geçerli olup, temlik ifade
eder» denilmiştir.
«İkrar etmesi demektir ilh...» Yine, «Ben
onu sana ödemeyeceğim.» veya «Vallâhi
ben onu sana
ödemeyeceğim.»
veya «Onu sana vermeyeceğim» gibi sözler de ikrar olur.
Hâniye'de, «Ben onu sana vermeyeceğim.» sözü ikrar olmaz. Eğer, «Borçlarını
bana havale et.»
veya «Borçlarından bazısını bana havale
et» veya «Dilediğini bana havale et.» veya «Borçlularından
dilediğini
bana havale et» demiş olsa, bu sözlerin hepsi. borçlu olduğuna ikrardır.»
denilmiştir.
Makdisî.
Makdisî'de şöyle
denilmiştir: Adam, «Sende olan bin
liramı ver» demiş olsa, o da, «sabret.»
veya
«İleride alırsın» demiş olsa, ikrar olmaz.
Ama, «O ikisini inşaallâh tartarım.» sözü ikrardır.
Bezzâziyye'de de şöyle denilir: «Bir kimse mal davasında, «Ben onu senden
haksız olarak
almadım.» demiş olsa,
ikrar olmaz. Ama, «Onu bana ne sebeple verdin?»
dese, fakihler bu sözün
ikrar
olduğunu söylemişlerdir. Adam deyn
müddeti dolmadan borçluyu hâkime götürse ve ondan
parasını taleb etmiş olsa, borçlu. «Bugün için sana
ödeyeceğim birşey yoktur.» diye yemin etse,
yemini geçerli olur. Bu sözü de ikrar sayılmaz. Fakih de bu sözü ikrar kabul edenlerin sözüne
itibar
edilemez demiştir» Sâyıhânî.
«Zamir bine râci olur ilh...» öyleyse sanki adam, «Bende olan senin bin liranı tartayım mı» demiştir.
«Alay şeklinde söylememişse ilh...» Sözün alay olup olmadığı karinelerle bilinir.
METİN
Bir kimsenin «Sende bin alacağım var» sözüne cevap
olarak, diğeri bu iddia ile bağlantılı
kurmaksızın; «Hesaplarız»
yahut «Ben tartarım» yahut da «senden
başka veya senden önce veya
sonra hiçbir kimseden ödünç para almadım» dese, bu
sözler ikrar sayılmaz. Çünkü bunlar karşı
tarafın
iddiası ile bağlantılı olmadığı için ilk konuşulan söz gibi
olurlar. Bu konuda kâide şudur: İlk
olarak
söylenmeye değil de iddiaya
cevap niteliğindeki sözler ikrar sayılır. İlk söylenmeye elverişli
olan veya hem ilk söylenmeye, hem de
cevap almaya elverişli bulunan sözler «İlk
söylenmiş» gibi
sayılır. Aksi halde
kişi, Şüpheli bir sözle mâlî yükümlülük altına sokulmuş olur. İhtiyâr.
İkrarda karşı tarafın iddiası ile bağlantı
kurulması meselesi şu şekilde
açıklanabilir: Eğer cevap
kendi başına bir anlam ifade ediyorsa, bağlantının kurulup kurulmaması konusunda o zaman
hüküm
verilir. Fakat, cevap «evet» kelimesi
gibi bağımsız değilse o zaman mutlaka ikrar meydana
gelir. Meselâ: Bir kimse,
«Benim şu kölemin elbisesini ver» veya «şu evimin kapısını
aç» yahut «şu
evimi
kireçle» dese, yahut da «şu atımı
eğerle» veya «şu atımın eğerini
veya gemini bana ver»
demiş olsa, o da «evet» demiş olsa, bu evet demesi, köle, ev, binek ve ev ile ikrar demektir. Kâfî.
Eğer adam, «Benim senin üzerinde bin liram yok mu?» dese, o da. «Bela (evet)» demiş olsa,
bu bin
lira ile ikrar sayılır. Eğer olumsuz soruyu
olumsuz şekilde cevaplamak anlamında kullanılan «neam
(evet)»
kelimesiyle cevap verirse, bu ikrar olmaz. Bâzı âlimler ise; «evet» anlamına gelen değişik
kelimelerin kullanması sonucu değiştirmez,
bunlarla da ikrar oluşur,» demişlerdir. Çünkü ikrar,
arapçanın incelikleri
üzerine değil, örfe göre
yapılır. Örfte ise «belâ» ile «neam» arasında
hiçbir fark
yoktur.
Cevhere adlı eserde de böyledir.
Konuşan bir kimsenin başıyle işareti;
mal, azad, boşama,
satım,
evlenme, kira ve hibe konularında ikrar sayılmaz. Yalnız fetvâ vermede, neseb kabulünde,
müslüman olma
veya dinden çıkmalarda başla işâret ikrar kabul edilir. İhramdaki bir
kimsenin av
hayvanını işareti. âlimin hadis rivayetinde başıyla işareti kocanın
boşama sırasında kansına üç
parmağı ile işareti de ikrar sayılır. Eşbâh.
İşâretin ikrar olduğu yerlerde yemin de işarete ilâve
edilir. Meselâ «Ben falan kimseyi istihdam
etmem veya sırrını ifşa etmem veya
kendisinin bulunduğu yeri haber vermem diye yemin etmiş
olsa, sonra da onlara işaret etmiş olsa,
yemininden dönmüş olur. İmâdiye. Konuşan bir kimsenin
işaretinin geçersiz olduğu belirtilirken, dokuz yerde bunun muteber olduğuna
da işaret edilmiştir.
Eğer bir kimse, vadeli bir borcu ikrar etmiş olsa, lehine ikrar yapılan
da sürenin dolduğunu iddia
etse, ikrarda bulunanın borcunu peşin olarak ödemesi gerekir. Şafiî'ye
göre eğer ikrarda bulunan
vadesi
dolmadığına dair yemin ederse, onun yemini kabul edilir. İkrarda bulunanın
vadeli bir borç
hususundaki
ikrarı nasıl kabul edilmezse, elindeki bir kölenin başka birisinin olduğu
veya başka
birisinden
kiraladığı konularındaki ikrarı
da kabul edilmez. Bu duruma göre vade
ve kira
meselesinde delilsiz bir iddia bulunduğu için ikrarda
bulunan tasdik de olunamaz. O zaman bu, her
iki meselede de lehine
ikrar yapılan, ikrarda bulunandan
yemin taleb eder.
Ama ikrarda bulunan eğer siyah dirhemlerle ikrar ederse,
lehine ikrar yapılan do dirhemlerin
vasfında onu yalanlarsa,
yukarıdaki meselenin aksine ikrarda bulunanın yalnız ikrar ettiği
vasıftaki
dirhemleri
ödemesi gerekir. Zira siyahlık bir türdür. Vade ise, arızidir. ancak şartla sabit
olur.
Demek ki, nevide söz ikrarda bulunanındır. Örızî şeylerde de söz lehine ikrar yapılanındır. Nitekim
kefilin
borcun vadesinde ikrarı kabul edildiği gibi. Çünkü söz vadede kefilindir. Zira vadeli borçta
vadeye kefâlet şartsız olarak sabit
olur.
Bir kimsenin
örtülü bir cariye aldığını söylemesi
kapalı paketiyle elbise almak gibi, bunun satıcının
mülkü
olduğunu ikrar etmesidir. Yine bunun
gibi, bir malı almak için pazarlık yapmak veya
vedîa,
âriyet veya
hibe olarak verilmesini istemek yahut kiralama talebinde bulunmak bu malın zilyedin
mülkü
olduğunu ikrar etmek anlamına gelir. Bu muâmeleleri vekil aracılığı
ile yapmak
hükmü
değiştirmez.
Bu durum, söz konusu malı artık ne kendisine ve ne de başkasına
vekâlet veya
vesâyetle dava etmesine engel olur. Çünkü aksi
halde çelişkiye düşmüş olur. Ancak birisini bütün
davalarından
ibrâ etse, sonra da vekâlet veya vesâyetle
bunların davasında bulunsa. çelişki
bulunmadığından
davası geçerli olur. Bunu Dürer de ikrar babından hemen önce zikretmiştir.
Bunlar câmı adlı eserde
de yazılmıştır. Ancak Vehbâniye
adlı eserin tesbiti bunun aksinedir.
Vehbâniye
şârihi Şurunbulâlî, Vehbâniye'deki ifade ile Câmi'deki ifade arasını şu şekilde
uzlaştırmıştır: «Bana şunu sat» derse, ikrar olur.
Ama, «Bunu bana satar mısın?» dese,
bu ikrar
olmaz. Bunu
satış senedine yazıp mühürlemesi de
teyid eder. Çünkü bunlarda onun mülkü
olduğunu veya mülkü olmadığını ikrar yoktur.
Adam, «Benim
üzerimde falan kimsenin yüz ve bir dirhemi vardır?» dese,
hepsi yüz dirhem olur.
Yine, «Falan
kimsenin benim üzerimde yüzü ve ölçülecek veya tartılacak şeyi vardır.» demiş olsa, o
ölçek veya batman yüzü tefsir ettiğinden ona yüz lâzım gelir.
Bir kimse, «Falan kimsenin
bende yüz ve üç elbisesi vardır.» demiş olsa, hepsinin elbise
olması
gerekir. Çünkü
burada «üç elbise» kelimeleri
yüzü tefsir etmektedir. İmam Şâfiî
buna muhalefet
etmiştir.
Biz deriz ki: Burada elbise kelimesi atıf harfi
ile zikredilmemiştir. Öyleyse burada tefsir her
ikisine
de irca edilir. Çünkü her ikisinin de tefsire ihtiyacı vardır.
Bir kimse, «Benim ahırımda falan kimsenin bir hayvanı vardır.» dese, yalnız hayvanı ödemesi
gerekir.
Çünkü burada asıl kâide şudur: Zarf olmaya lâyık olan
her şey onu nakletmek mümkün
ise,
içindeki ile birlikte verilir. Eğer nakli mümkün olmayan bir şey ise,
yalnız mazrufun ödenmesi
gerekir. İmam Muhammed buna muhâlefet etmiştir. Ona göre, her ikisini de
vermesi gerekir. Çünkü
ona göre
gayr-i menkulün de gasbı tasavvur edilir.
İkrar edilen şey zarf olmaya uygun değilse,
yalnız birincisini verir. Meselâ bir
kimse, «Falan
kimsenin bende dirhemde bir dirhemi vardır.» dese, dirhem
dirheme zarf olmayacağı için
bir
dirhem
vermesi gerekir.
Ben derim ki: Bunun ifade ettiği şudur: Bir kimse. «Falan
kimsenin benim yanımda, çadırda bir
hayvanı vardır»
dese, hayvanı çadır ile
birlikte ödemesi gerekir. Eğer, «Falan
kimsenin benim
yanımda
dirhemde bir elbisesi vardır» derse, yalnız elbiseyi ödemesi
gerekir. Ben bunu görmedim.
Araştırılsın.
İZAH
«Geçmişle bağlantıları olmadığından ilh...»
Yani bunların geçmişle bağlantıları taayyün
etmemiştir.
«Asıl kâide
şudur: İlk olarak söylenmeye
değil, cevaba uygun olan her kelime ilh...» Yukarıda gecen
sözler gibi,
Kâfi'nin ifadesi bundan sonra, Minah'ta olduğu gibi şöyledir: «Eğer iddia ile bağlantı
zikredilirse, karşıdakine
cevap vermiş olur. Eğer bağlantı
zikredilmezse, ya cevap olmaz veya hem
cevaba, hem
de ilk olarak söylenmeye uygun olur. O zaman da kelâma şüphe
girer, ikrarda da
şüphe olmaz.
«Cevap olur
ilh...» Meselâ, yüz dirhem üzerine
mahkeme edilseler ikrarda bulunan «ben onu sona
ödedim» veya «sen beni
ondan ibra ettin» dese, bu bir ikrar olur.
«Ben falan kimseyi istihdam etmem ilh...» Yani, bu sözüyle
onun hizmetine işaret etmektedir.
Hâmiş'te de
böyledir.
BİR UYGULAMA
ÖRNEĞİ :
Hâmiş'te
şöyle zikredilmiştir: «Terekenin taksiminden sonra, varislerden bazısı,
ölen kimseden
olacağı
olduğunu iddia etse, bu iddiası kabul edilir. Çünkü mirasın taksimi,
borçlardan ibra
anlamına gelmez. Burada varisin hakkı başkasına
bağlı değildir. Onun taksime razı olması tereke
ile ilişiğinin kesildiği ikrar anlamına gelmez. Ancak
bunun aksine varislerden birisi terekeden belli
bir malı
iddia etse, taksimden sonra onun iddiası dinlenmez. Çünkü onun hakkı şekil
ve mana
bakımından
terekenin bütünü ile ilgilidir. O halde taksim onun hakkını terekeden
kesmiş olur. Zira
taksim, artık terekeden belirli bir malın ona ait
olacağını gösterir. Bezzâziyye.
«Şartsız olarak ilh...» O halde vade, kefâletin
bir nevidir. Vade ile kefâlet, kefâletin iki nevinden
birisi olur.
Bundan ötürü kefil tasdik edilir. Çünkü kefilin, kefâletin çeşitlerinden
birisini ikrarı diğer
çeşidi ikrar değildir. Gâyetü'l-Beyân. Bu meselenin tamamı kefâlet
bahsinde geçmiştir.
«Örtülü bir
câriye ilh...» Bezzâziyye'de bu mesele şu şekilde açıklanmıştır: «Bu meselede genel
kâide şudur: Eğer ikrar
olunan şey pazarIık sırasında yanında
oturan örtülü bir cariye gibi tanınan
bir nesne ise, onun ikrarı tasdik edilmez. Ancak, davalı ikrarda bulunanın onu tanımadığını
tasdik
ederse, ikrarda bulunanın sözü kabul edilir. Eğer
ikrar olunan şey bohça içindeki elbise veya
hiçbir
yeri
görülmeyen başı örtülü oturan bir cariye gibi tanınmayan bir nesne olursa, o zaman kabul
edilir. İşte bundan dolayı âlimlerin bu meseledeki görüşleri farklı olmuştur.»
Kanaatimizce, çuvalın içindeki kumaş bohça içindeki kumaş gibidir.
Sâyıhânî.
BİR UYGULAMA
ÖRNEĞİ:
Hâmiş'te
şöyle zikredilmiştir: «Bîrisi diğerine, «Benim senin üzerinde bin dirhemim
vardır.» dese,
davalı da,
«Eğer senin onun malın olduğuna yemin
edersen, veririm» dese, davacı yemin
etse.
davalı da o
dirhemleri ona verse, fakihler, «Eğer o şartla ödemişse, geçersizdir: Ödeyen kimse o
dirhemleri
geri isteyebilir. Çünkü şart geçersizdir» demişlerdir.» Hâniye.
BİR UYGULAMA
ÖRNEĞİ :
Hâmiş'te
şöyle zikredilmiştir: «Birisi bir şey
almış olsa, birisi de onun alışına şehâdet etse ve
mühürlese, bu
teslim sayılmaz. Yani. bundan maksadı, birisi alışla şahâdet etse, şehâdet
senedinde, şehâdet yazısıyla şahitlik etse ve
şehâdet senedini mühürlese. sonra o malın kendisinin
olduğunu
iddia etse, davası geçerlidir. Şehâdet yazısı
o malın satıcının olduğunu ikrar değildir.
Çünkü insan
kendi malını sattığı gibi bir diğerinin malını da satabilir. O
halde satışla şehâdet.
satışın geçerli olduğunu göstermez.» Câmiü'I-Fusûleyn.
«Bunu Dürer
de zikretmiştir ilh...» Buradaki zamir metinde ve şerhte zikredilen
ve ikrar anlamına
geçen şu işlemleri kapsamına
alır: İkrara konu olan malı satın
almak için pazarlık yapmak, vedîa.
âriyet veya
hibe olarak kendisine verilmesini istemek kiralama talebinde bulunmak, bunlar
arasındadır. Câmi adlı eserdeki ifadede yer alan zamir
ise yalnız metin kısmındaki muâmeleleri
ifade eder.
Musannıf'ın Minah'taki ifadesi de bunu gösterir. Bunun açıkça ikrar
anlamına geldiğini
söyleyenlerden bir tanesi de Molla Hüsrev'dir. Velhâsıl Camiin rivayeti,
birşeyin pazarlığını. icârını
veya âriyet edilmesini talep etmek ve benzerleri talep ettiği kimsenin mülkü olduğunu ikrar etmektir.
Ziyadât'ın rivayeti ise, birşeyi pazarlık etmek, icâre ve âriyet talebinde bulunmak o şeyin talebte
bulunduğu
kişinin mülkiyetini ikrar etmek
değildir. Ancak doğru olan da budur. İmâdiye'de de
böyledir.
İmâdiye'de
«Rivayetlerin ittifakı, birşeyin pazarlığını yapmak, o şeyin pazarlık yaptığı kişinin mülkü
olduğunu
göstermez» denilmiştir.
Sâyıhânî şöyle demiştir: «Kanaatimce, eğer bir
özür açıklarsa, Ziyâdât'ta olan. «Bir şeyin pazarlığını
talep etmek o
şeyin
pazarlık talebinde bulunduğu kişinin mülkü olduğunu ikrar etmek değildir.»
ifadesi fetva
verilir. İmâdiye'de «Sahih olan görüş de ancak
budur.» denilmiştir Sirâciye'de de, «Bu
en sağlam
görüştür» denilmiştir. Ankaravî de, «Alimlerin ekserisi Ziyâdât'ta olan ifâdenin en
sağlam ve
zahiri rivayet olduğu görüşündedirler» demiştir.
«Cami'de ilh...» Yani Câmiü'I-Fusûleyn'de.
Bu da. İmam Muhammed'in Câmii'nin rivâyetidir.
O
zaman bundaki
zamir, yukardaki «zilyed sahibinin
mülkü olduğunu ikrar etmektir» sözüne
gider.
Şurunbulâliye'de,
«Bu gibi istekler, malın istekte bulunanın mülkü olmadığına ikrar olduğu
konusunda
görüş birliği vardır. Ancak, bu işlemlerin malın
zilyedin mülkü olduğunu ikrar sayılacağı
hususunda iki
rivayet vardır. Camiin rivayetine
göre bu ikrar zilyedin mülkü olduğunu
ifade eder.
Ziyâdât'ın rivayetine göre ise,
zilyedin mülkü olduğunu ifade etmez. Geçerli
olan görüş de budur.
Suğrâ'da da
böyledir.» denilmiştir.
Câmiü'l-Fusûleyn'de
de bu ikrarın mülk ifade ettiği rivayeti daha sağlam görülmüştür. Bu duruma
göre her iki rivayetin
sağlam olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı
vardır. İkrarı söz konusu olan
malın, başkasına dava edilmesinin câiz oluşu malın
davalının mülkü olmadığı üzerine bina
edilir.
Sâyıhânî de, Ankaravî'den. «Âlimlerin ekserisi
Ziyâdât'ta olan rivayetin daha sağlam olduğu ve
bunun zahiri
rivayet olduğu görüşündedirler» sözünü nakletmiştir.
Ben derim ki: Ziyâdât'da
olanla fetva verilir. Çünkü o, zamiri
rivâyet olduğundan tercih edilir.
TAMAMLAMA:
Davalıdan başka birisinden bir şeyi
olma talebinde bulunmak bizzat
davalıdan olma
talebinde
bulunulması malın onun mülkü olduğunu
ikrar etmesi anlamına gelmediği gibi
davacının
mülkü
olmadığını ikrar anlamına do gelmez. Hatta, davalı malın kendi mülkü olduğuna
delil getirse,
onun delili
davanın defi olur.
Câmiü'l-Fusûleyn'de,
Suğra'dan nakilden sonra şöyle
denilir: «Ben derim ki, uygun olan vedîa veya
icâre veya benzeri taleblerde bulunmak da alım
talebi gibidir.»
ÖNEMLİ BİR
MESELE:
Bezzâziyye'de şöyle denilir: «Hatırda tutulması gereken meselelerden birisi de şudur: Karşılıklı
pazarlık
yapmak, satıcının mülkü olduğunu
ikrar veya zımmen de olmuş olsa, onun
mülkü
olmadığını
ikrar demek değildir. O halde bu İkrar açık olarak «Satıcının mülküdür» demek gibi bir
ikrar olamaz. Aradaki
fark şu meselede açığa çıkar: Meselâ, pazarlık
yapan kimse bu malı teslim
almış olursa. satıcıya geri vermesi açık ikrar durumunda emrolunur. Ama karşılıklı pazarlık
kısmında ise emrolunmaz. Bunun açıklaması
şöyle olur: Bir kimse, diğerinden bir malı satın
alarak
kabzetse, sonra da satın olanın babası, bu malın
kendisine ait olduğunu delille isbat etse ve
oğlunun
elinden alsa, sonra baba ölse müşteri olan oğul, o malı miras yoluyla
almış olsa. onu
satıcıya geri
vermesi emredilmediği gibi, satıcıdan semeni de geri alma hakkı doğar.
Bu durumda,
mal miras yoluyla alıcının
malı olmuş bulunur. Eğer satıcının yanında,
malı alırken, satıcının mülkü
olduğunu
ikrar etse. sonra babası onun kendi malı olduğunu delille isbat
etse, sonra da ölse, aynı
malı oğlu
babasından miras yoluyla alsa,
rücû edip semeni satıcıdan alamaz. Çünkü bu mal, onun
tazmin yükümlülüğü sebebiyle, satın alma hükümleriyle elindedir. Bu konuda şöyle
bir kaide vardır:
Hak sahibi lehine hüküm vermek semenle rücû etmeden önce satım akdinin
feshini gerektirmez.»
Bezzâziyye bunu dava kitabının birinci faslında zikretmiştir.
«Bu ikrar olmaz. ilh...» Yani, «Bunu bana satar mısın?»
sözü ikrar değil, belki soru olur.
«İkrar yoktur
ilh...» Burada olan yani soru şeklindeki satın alma
isteği malın satıcıya
ait olduğunu
ikrar anlamına gelip gelmemesi hususu ya birine eşittir, ya da ikrar sayılmaması önde gelir.
Hâmiş'te
şöyle denilmiştir: «Efendi, kölesinin kendi malından birşeyi sattığını görse ve sükût etse,
bu izin
sayılmaz. Rehin alan, rehin verenin
rehini sattığını görse ve sussa, bu
izin sayılmaz ve rehin
de bâtıl
olmaz.
Tahâvî de
hanefî âlimlerden şöyle rivâyet
etmiştir: «Rehin alan verenin rehini sattığını görse ve
sussa bu susma satışa
rıza göstermek demektir. Rehin de bâtıl olur. Hâniye, Kitabü'l-Mezun'da.
«Ölçülecek veya
tartılacak îlh...» Meselâ bir kimse,
«Falan kimsenin bende yüz ve bir ölçek veya
yüz ve bir
batman falan şeyi vardır» demiş olsa, istihsan
prensibine göre. bunların hepsi ölçülecek
veya tartılacak şeyden olur. Eğer, «Falan kimsenin
bende yarım dirhemi, dinarı, kumaşı vardır»
dese o kimsenin bunlardan her birisinin yarısını ödemesi gerekir. Bu kimse yine «Şu cariyenin
ve
şu kölenin
yarısı falan kimsenindir» dese adamın her ikisinin de yarısını vermesi gerekir. Çünkü
burada söz
hepsinde aynıyla veya aynı olmayanla vâki olduğu zaman «yarısı» kelimesi hepsine
rücû eder.
Ama bunun aksine «Falan kimsenin bende şu dinarın yarısı ve dirhemi vardır dese
dinarın
yarısını, dirhemin de hepsini ödemesi
gerekir.
Zeylâî şöyle der: «Dirhem kelimesi burada esre okunursa mesele müşkil
olur».
Ben diyorum ki: Bunda kapalı bir yön yoktur.
Çünkü şehirde yaşayanlar bile konuşmalarında
kelimenin okunuş şekline dikkat etmezler. Avamın dikkat etmesi nasıl beklenir?
Sâyıhânî.
«Hepsinin
elbise olması gerekir ilh...» Çünkü
ikrar da bulunan burada müphem iki adet zikretmiştir.
Bunların
hemen arkasında da açıklama yapmıştır. Bu durumda açıklama atıf
olmadığı için her
ikisine de râci olur.
«Çadırda
îlh...» Bunda bir görüş vardır.
Çadıra gerçekte zarf denilmez. Muteber olan gerçek
anlamda zarf
olandır. Minah'ta da böyledir.
«Hayvanı çadır ile birlikte ödemesi
gerekir ilh...» Çünkü gasbettiğini ikrar onun naklini haber
vermedir.
Naklin zarfla birlikte naklinin tasavvuru
mümkündür. O halde onun ikrarı zorunlu
olarak
her ikisinin gasbını ikrar demektir. Beyanda da ona rücû eder. Çünkü böyle birşey
tayin etmemiştir.
Gâyetü'l-Beyân
ve diğer eserlerde bu şekilde yazılmıştır.
Gayrında
tekerrür etmiştir.
Bunun açık
anlamı ise, yalnız gasbı ikrar etmektir. Çünkü bunu Hâniye'de olan
«falan kimsenin
benim
üzerimde bir kumaşı veya kölesi
vardır» demesi ifadeyi teyid
eder. O zaman İmam Ebû
Yusuf'a göre
ortalama bir kıymetle hükmedilir,
İmam Muhammed de kıymet konusunda söz
ikrarda
bulunanındır.
Bahır ve
Eşbah'ta, «Burada bu kimsenin adamın hiçbir şey ödemesi gerekmez» denilmiştir. Umulur
ki Bahır ve
Eşbâh'ta olan Ebû Hanîfe'nin sözüdür.
İşte bu da gösteriyor ki, burada
gecen yalnız
gasbla ilgilidir. Eğer mesele yalnız gasba ait olarak
hasretmezsen kıymetini vermesi gerekir.
Ben,
Şurunbulâliye'de Cevhere'den naklen şunu gördüm: «Eğer ikrarda bulunan
ikrar ettiği şeyi bir
fiile izafe ederse, meselâ.
«Ben ondan hurmayı sepet içinde gasbettim» dese.
hem hurmayı, hem de
sepeti ödemesi gerekir. Fakat odam. «Benim
üzerimde o adamın sepette hurması vardır» dese, bu
adamın sepeti değil, hurmayı ödemesi gerekir. Çünkü ikrar sözdür Kavil de bazısını kazısından
seçer. Nitekim. «Ben falan kimseye seledeki
zaferanı sattım» dese yalnız zaferanı
sattığı anlaşılır.»
«Yalnız
elbiseyi ödemesi ilh...» Bu açıktır. Metinde olan «Bohçadaki elbise veya elbisenin içindeki
elbise» ifadesi de bunu gösterir. O halde dirhem elbiseye zarf olmayacağına göre yalnız elbiseyi
vermesi
gerekir.
Gâyetü'l-Beyan'da
şöyle denilir: «Adam, «Ben şunu şunda gasbettim.» dese, eğer ikincisi
birincisine zarf olacak şeylerden değilse, her ikisini de
ödemesi lâzımdır.» İkincisi birincisine
zorf
olacak şeylerden
değilse, her ikisini de ödemesi lâzımdır.»
Yine
Gayetü'i-Beyan'da «Eğer, falan
kimsenin benim üzerimde buğday
ölçeğinde bir dirhemi
vardır.»
dese, her ne kadar ölçek zarf olmaya uygunsa da yalnız dirhemi vermesi lâzımdır.
Meselenin
beyanı da Hevâhirzade'nin şu ifadesidir:
«O adam kendi zimmetinde bir dirhem
olduğunu
ikrar etmiştir.» Ölçekte olanın başka birşeyde mazruf olması tasavvur edilemez.»
denilmiştir.
Kanaatimizce
bu, işin başında ikrar etme meselesi gelir. Fakat gasba gelince, o zaman, o
kimseye o
şeyi zarfla
birlikte ödemesi gerekir. Nasıl ki, «Ben
senden cüzdanda dirhemi çaldım» meselesinde
dirhemle
cüzdanı birlikte ödemesi lâzımdır. Gerekçe de bunu ifade
eder.
METİN
Bir kimse, «Falan kimsenin
bende bir yüzüğü vardır» dese, yüzüğün
hem halkasını, hem de kaşını
ödemesi gerekir.
Birisi; «Bende falan kimsenin bir kılıcı vardır.»
dese. onu kını, kayışı ve demiri ile
birlikte vermesi
gerekir.
Bir kimse, «Falan kimsenin
bende mobilyalı bir evi vardır.» diye
ikrar etse, evi mobilyası ile
birlikte
vermesi
gerekir.
Adam, «Falan kimsenin bende sepette hurması» veya «Çuvalda yiyeceği» veya
«Gemide yiyeceği»
veya «Bohçada bir elbisesi veya «Elbiseye sarılı
bir elbisesi vardır.» diye ikrarda
bulunsa, o
kimsenin zarfın içindekini ödemesi gerektiği gibi,
zarfı da ödemesi gerekir. Ama
bu kimse, «Bende
sepetten
hurması vardır» dese, ona yalnız
hurmayı ödemesi gerekir. Nitekim, «On tanenin içinde
bir
elbisesi vardır» veya «Evde yiyeceği vardır» dese, o kimseye yalnız
zarfın içindeki elbise ve
yiyeceği ödemesi gerekir. Zira
yukarıda geçtiği gibi, on bir adetten
zarf olmaz.
Bir kimse, «beşi beşte»
diye ikrar etse, bundan kastı da beşi
beşe çarpmak ise yine beş ödemesi
gerekir. İmam Züfer'e göre ise yirmibes ödemesi gerekir.
Ama bundan kastı beşi beşe ilâve
etmekse o zaman da on ödemesi gerekir.
Bir kimse, «Onun bir dirhemden on dirheme kadar»
veya «Bir dirhem ile on dirhem arası alacağı
vardır» demiş
olsa, dokuz dirhem ödemesi gerekir. Çünkü birinci sınır olan
bir dirhem zorunlu
olarak sayının
içerisine giriyor. Zira birden yukarı birsiz sayı olamaz. Ama
ikinci sınır olan on
girmez.
Bundan ötürü adam, «Onun bende bir
ölçek buğdaydan bir ölçek arpaya
kadar alacağı
vardır» dese
ödemesi gerekir. Ancak, bir ölçek arpayı ödemez. Bunun aksine «İki duvar arası»
dese,
duvarların ikisi de girmez. Bir kimse «Onun
bende on dirhemden on dinara kadar alacağı
vardır.»
dese, Ebû Hanîfeîye göre on dirhem, dokuz da dinar ödemesi
gerekir. Çünkü ikinci sınır
olan onuncu
sayı zaruret olmadığı için miktarın
içine girmemektedir. Nihâye.
Bir kimse, «Benim şu binamdan, şu duvardan şu duvara kadar falan kimsenindir» dese,
yalnız o iki
duvar arasını
vermesi gerekir. Çünkü yukarıda geçtiği
gibi ikinci sınır dahil olmaz.
İkrar
vaktinde varlığı muhtemel bir gebeliği
ikrar etmek geçerlidir. Şöyle ki, kadın iddet bekliyorsa.
iki yıldan
önce, kadın evli ise altı aydan önce
gebeliğini ikrar etmesi gibi. Velev ki gebelik insandan
başka
varlıklarda olsun yine böyledir. Çünkü hayvanlardaki ikrar, gebelik süresinin
en azı ile takdir
edilir. Bu en
az süresi de bilirkişi tarafından
tayin edilir. Zeylâî.
Cevhere'de şöyle denilmiştir: «Koyunlarda gebeliğin en az süresi dört aydır.»
İrs ve vasiyet gibi gebeliğe bir sebep zikrederse,
gebelik ikrarı yine geçerli olur. Meselâ,
babasının
öldüğünü ve
onun kendisine irs kaldığını veya birisinin kendisine vasiyet ettiğini söyleyerek
gebeliği ikrar etmesi gibi. Ancak böyle uygun bir sebep zikretmezse, bu ikrarı
geçerli olmaz.
Nitekim
ileride gelecektir.
Gebeliği ikrar edilen kadın altı aydan az bir zaman içinde
doğurursa. o zaman ikrarı o gebeliğe olur.
Gebeliği ikrar edilen kadın eğer iki oğlan
çocuğu doğurursa varis veya vasiyet
olunan kişinin malı
ikisi bir gebelikten oldukları için ikisinin arasında yarı
yarıya taksim edilir. Ama
eğer çocuklardan
birisi erkek, diğeri kız olursa, vasiyette yine
böyle, yarı yarıya her ikisi
de hak sahibi olurlar. Mirasta
ise. bunun aksine, erkeğe
iki, kıza bir hisse verilir.
Hamli ikrar olunan kadın ölü bir çocuk dünyaya getirirse. o zaman, çocukta irs
ehliyeti
bulunmadığından
ikrar eden muris veya vasiyet
edenin malı varislerine verilir. Eğer kişi bu ikrarını
hibe, satım, karz olarak
verme gibi tasavvuru mümkün olmayan
birşeyle açıklamış olsa veya hiçbir
sebep beyan
etmeden müphem bir ikrarda bulunsa, bu
ikrarı lağv olur.
İmam
Muhammed, müphem ikrarı uygun sebebe
hamletmiştir. Diğer üç mezhep de İmam
Muhammed'in
bu görüşü ile hükmetmişlerdir.
Birisi emzikli bir çocuğa birşey ikrar etse, her ne
kadar ikrarına uygun olmayan karz olarak verme
veya satılan şeyin semeni gibi birşey de zikretse, ikrarı geçerli
olur. Çünkü ikrarda bulunan
küçük
çocuğa o
durumda borcun sabit olması mahaldir. Eşbah.
Adam ikrarda bulunurken üç gün muhayyerlikle ikrar
etse, muhayyersiz olarak o şeyi ödemesi
gerekir.
Çünkü ikrar haber vermedir, ihbar ise muhayyerliği
kabul etmez. Her ne kadar lehine ikrar
yapılan onu
tasdik de etmiş olsa, bu tasdike de itibar edilmez. Ancak, üç gün muhayyerlikle bir
satışın aktini ikrar etmiş olsa, buradaki muhayyerliğe itibar edilir. Zira, akte itibar
etmek, eğer lehine
ikrar yapılan
tasdik ederse veya delil getirirse, geçerli olur.
Musannıf
bundan ötürü «Bir satım aktini ikrar ettikten sonra, lehine ikrar veya delil getirirse, geçerli
olur.
Musannıf
bundan ötürü «Bir satım aktini ikrar ettikten sonra, lehine ikrar yapılan onu tekzib ederse,
o zaman onun
ikrarı geçerli olmaz. Çünkü münkirdir. Söz de münkirindir» demiştir.
Bir akdi ikrar etmenin örneği şöyledir: «Ben falan kimseye kefâlet sebebiyle
şu kadar borçluyum.
Ancak ben bir süre muhayyerim»
dese, bu süre ister uzun olsun, ister kısa lehine ikrar
yapılan onu
tasdik ettiği
takdirde geçerlidir. Çünkü kefâlet de satım gibi bir akittir.
Ama geçen ikrar bunun
aksinedir. Ki onlarda ikrar karz gasb, vedia ve
ariyet gibi birtakım fiillerle zikredilmiştir.
Bunlar da
muhayyerliği
kabul etmezler. Zeylâî.
İkrarını
yazmalarını emretmek, hükmen ikrardır. Zira, ikrar lisanla nasıl olursa, elle işaretle de olur.
Bir kimse
yazıcılara, «Falan kimsenin benim üzerimde bin dirhemi olduğu ikrarımı
yaz» dese, veya
«Evimi falan
kimseye sattığımı yaz» ve «Karımın boşandığını yaz» dese, yazıcılar ister
yazsınlar,
ister
yazmasınlar, ikrarı geçerli olur. Had ve kısasın dışında yazıcıların şehâdet etmeleri de helâldir.
Hâniye. Biz şehâdet bahsinde iki yazının birbirine benzemesine itibar edilmeyeceğinî
belirtmiştik.
Ben Hâmişte
ulemanın bazısının hattı ile şu ifadeyi gördüm: «Fakihler, eğer koca karısının
boşanma senedini yazdırmak
istemesinde ihtilâf ederek kimisi o emrin ikrar olduğunu,
boşamanın
da vaki
olduğunu söylemiştir. Diğer bazıları da bu bir kimseye karısını boşaması
için vekâlet
vermektir, yazdırana kadar boşama meydana gelmez demişlerdir. Daha sağlam
olduğu için
zamanımızda
da bu ikinci görüşle fetva verilir.
Bazı âlimler de yazdırsa
dahi boşama meydana
gelmez, ancak yazdırdığında boşamaya niyet ederse o zaman boşama meydana gelir demişlerdir.
Kinye'de de böyledir.
İZAH
«Evde yiyeceği
vardır ilh...» Bir kimse evde başkasına ait yiyecek bulunduğunu ikrar
etse. Bu
meselelerin cinsinde asıl, eğer zarfın (yani teneke, çuval, ambalaj gibi şeylerin) gerçekten zarf
olması mümkün
ise bakılır: Eğer onun nakli içindeki
ile birlikte mümkün ise her ikisini de ödemesi
gerekir. Eğer içindeki ile nakil mümkün
değilse, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a
göre yalnız içindekini,
yani mazrufu
ödemesi gerekir. Çünkü tazmin yükümlülüğünü
gerektiren gasb, gayr-ı menkûllerde
gerçekleşmez.
İkrarda
bulunan, mazrufun nakledilemeyeceğini
iddia etse, iddiası tasdik edilmez. Çünkü o tam bir
gasbı ikrar etmiştir. Bu da mutlak olduğundan kemale hamledilir. Tam olan
durumda ise her ikisini
birlikte
ödemesi gerekir.
İmam
Muhammed'e göre ise, kabın (zarfın) nakit mümkün olmasa dahi her ikisini birlikte
vermesi
gerekir. Zira İmam Muhammed'e göre gayr-i menkûlün gasbı da tasavvur edilebilir.
Kap vazifesi
gören şey gerçekten zarf olmaya uygun
değilse, ikrarda bulunana ancak mazrufu
ödemesi gerekir. Meselâ,
«Dirhemde dirhemi vardır.» demesi gibi. İkincisi ona gerekmez. Zira,
dirhem
dirheme zarf olmaz. Minâh. Hâmiş'te de böyledir.
«Zarf olmaz,
ilh...» İmam Muhammed buna karşı çıkmıştır. Zira İmam
Muhammed der ki: «Kıymetli
bir elbise on
ayrı
parçanın içine sarılabilir.» Minâh. Hâmiş'te de böyledir.
«Besi ilh» «Beşi beşte» şeklindeki ikrardan maksat beşi beşle çarpıtma bile olsa yine beş ödemesi
gerekir.
Çünkü çarpma malın kendisini çoğaltmaz, sadece parçaların sayısını arttırmış olur. Dürer.
Hâmiş'te de
böyledir.
Velvâliciye'de
şöyle denilmiştir: «Eğer yalnız onla çarpmayı kasdetse çarpmaktan
kastı eczanın
çoğalması ise. o zaman
on ödemesi gerekir. Ama eğer çarpmaktan
kastı malın çoğalması ise, o
zaman yüz
ödemesi gerekir. Sâyıhânî.
«Beşi beşe ilâve etmekse ilh...» Beyâniye'de
şöyle denilmiştir: «Bir kimse falan kimsenin benim
üzerimde bir
dirhemi bir dirhemle birlikte vardır» dese veya
«Bir dirhemi bir dirhemden önce veya
sonra vardır»
dese, iki dirhem ödemesi gerekir.
Ama bunun aksine, «Falan kimsenin
behim
üzerimde
dirhem üzerinde dirhemi veya dirhem dirhemi vardır» dese, bir dirhem
ödemesi gerekir.
Çünkü
ikincisi, birincisine tekid olmaktadır. Ama eğer «falan kimsenin
bende buğday ölçeği içinde
bir dirhemi
vardır» dese, ölçek geçersizdir, bir dirhem ödemesi
gerekir. Eğer, «Falan kimsenin
bende bir
buğday ölçeğinde bir ölçek zeytinyağı
vardır» derse, o zaman yalnız bir
ölçek zeytin
yağını ödemesi gerekir. Eğer,
«Falan kimsenin bende bir dirhemi var, sonra iki dirhemi var diye
ikrar ederse üç dirhem ödemesi gerekir. «Falan kimsenin bende bir dirhemi, bir dirhemi
vardır»
derse, yalnız
bir dirhem ödemesi gerekir. Özetle.
Hâvi-i
Kudsî'de şöyle denilir: «Bir kimse,
«falan kimsenin bende yüz küsur
dirhemi vardır» dese,
yüzü öder,
küsurda da söz ikrarda bulunanındır. Adam, «Falan kimsenin
bine yakın alacağı vardır»
dese, o adamın beşyüzden fazla ödemesi gerekir. Bu artışta söz yine ikrarda bulunanındır.»
Hâmiş'te
şöyle denilir: «Bir kimse falan kimseye bine yakın borcum vardır» dese
sonra da,
«Beşyüzü
birlikte irâde ettim» dese, ona bin
ödemesi gerekir. Çünkü lafzın bu anlama gelmesi de
muhtemeldir.
Zira Allahu teala da âyetinde, «Ey can iyi
kullarımın arasına gir. Cennetime gir.» (Fecr:
29-30)
buyurduğunda, «kullarımla birlikte» demek istemiştir.
Lâfız beyan edilen sayıyı
mecâzen de
olsa kapsamına alırsa geçerli olur. Özellikle bu fazlalıkta ikrarda bulunana
daha fazla ödeme
gerektiği
yerde bu böyledir. Nitekim bu konu kendi kısmında açıklanmıştır.»
«Dokuz da
dinar ilh...» İmameyn
demişlerdir ki: On dinar ödemesi gerekir. İmam Züfer de,
sekiz
dinar ödemesi gerekir. demiştir. Kıyas ve İmam
Züfer'in sözüdür. Çünkü birincisi ile dinarın
sonuncu
sayısı sınırdır. Sınır ise, sınırlandırılan şeyin içine girmez.
İmameyn'in
delili, gayenin. sınırın mevcut olması gerekir.
Çünkü madûmun mevcuda sınır olması
caiz değildir. O halde, o sınırın varlığı mevcudu icap ettirmektedir. O halde her iki sınır
da sayının
içine girmektedir.
İmam-ı Azam'a göre sınır, sınırlandırılan
şeyin içine girmez. Çünkü sınırın
sınırlandırılan şeyden
başka olması gerekir.
Şu kadarı var ki bu meselede birinci sınıf olanın girmesi gerekir.
Çünkü ikinci
ve üçüncü
dirhemler birinci gerçekleşmeden gerçekleşemezler. O zaman birinci sınırın zorunlu
olarak girmesi gerekir.
İkinci sınırın ikrar edilen meblâğa girmesine ise hiçbir
zorunluluk yoktur. O
halde girmez.
Dürer. Hâmi'ş'te de böyledir
Sen bil ki, ikinci sınırdan maksat,
zikredilen rakamı tamamlayandır.
Meselâ, «Ona veya bine kadar»
denildiği
zaman sınır en son rakamdır. Kanaatimce, bütün rakamlar da
böyledir.
Makdisî de şöyle
der: «İtkânî, Hasan'dan şunu rivayet etmiştir: Falan kimsenin bende dirhemden
dinara kadar olacağı vardır, dese, dinarı ödemesi gerekmez.»
Eşbâh'ta da şöyle
denilmiştir: «İkrar'da bulunan, «Falan kimsenin benim
üzerimde bir koyundan
sığıra kadar alacağı
vardır» demiş olsa, bunu ister aynıyla söylesin, ister aynıyla söylemesin, hiçbir
şey
gerekmez».
Ben, Eşbâh'ın
şerhine nisbetle şunu gördüm: «İmam
Ebû Yusuf şöyle demiştir: «Bir kimse
falan
kimsenin bende koyundan
sığıra kadar alacağı vardır.» dese ve bu dediğinde de koyun
ve sığırın
aynısını göstermesi her ikisini de ödemesi gerekir.» Sâyıhânî.
«İkinci sınır dahil olmaz. ilh...» Evlâ olan zaruret
için birinci sınırın girmesidir. Burada ise zaruriyet
yoktur. Düşün.
Birinci sınırda girmemesi için Şurunbulâliye'de olduğu gibi
Bürhân'da da şöyle
açıklanmıştır: Her iki duvar da kendi başlarına
kâimdirler.» Buna göre, «Benim evimden şu duvara
kadar falanca kimsenindir».
diye yapılan ikrarda, duvarlar dahil olmaz.
«Gebeliği îkrar ilh...» Bu gebelik, ister
cariyenin hamli olsun, ister başka canlının sonuç değişmez.
Meselâ, bir kimse, «Cariyemin veya
koyunumun doğuracağı yavru falan kimsenindir.» dese, buna
bir sebep de
beyan
etmese geçerli olur. Çünkü bunun geçerli olması için bir açıklamanın olması
gerekir. Bu
da, başkasına vasiyet şeklinde olabilir. Meselâ, bir kimse diğerine, «Benim şu câriyemin
veya koyunumun hamli falan kimsenindir» diye
vasiyet etse ve sonra ölse, oğlu babasının
vasiyetini ikrar etse, işte hamlin ikrarı meselesi
böyle açıklanır.
«Muhtemel bir
gebeliği ilh...» Burada uygun
olan Musannıf'ın, «İkrar vaktinde
varlığı şer'an kesin bir
şekilde belli olan gebeliği» demesi idi.
«Gebelik ikrarı yine sahih olur ilh...» Yani ikrar vaktinde varlığı muhtemel olan gebeliğin ikrarı sahih
olur. Şöyle
ki, o cariye o çocuğu altı aydan az bir zaman veya babası ölmüşse, iki seneden az bir
zaman
zarfında doğurmuşsa, ikrarı geçerli olur. Çünkü eğer hamli vasiyet edilen cariye ikrarda
bulunanın
babası hayatta olduğu halde ve cariye ile cinsî ilişkide bulunmak da ona
helâl olursa, bu
durumda hamli
ikrar etmek geçerli olmaz. Çünkü bu
muhâldir. İkrar sırasında ne hakikâyen ve ne
de hükmen o
hamilin varlığı sabit olmaz. Beyâniye ve Kifâye.
«İkrarı geçerli olur ilh...» Zira ikrar, karşı tarafın kabul etmesine bağlı
bulunmaz. Lehine ikrar
yapılan tasdik etmese de
mülk ona sabit olur. Ama ikrarın geçersiz oluşu lehine
ikrar yapılanın iptal
etmesine bağlıdır. Sâyıhânî. Gebelikle emzikli bir çocuğa ikrar etmesi meselelerinin
arasındaki farkı
şarih ileride zikredecektir.
«Filcümle îlh...» Yani ikrarda bulunan, o süt çocuğu olan
kimsenin velisi ile akıt yapmasıdır. Ama
haml bunun
aksinedir ki, ona kimse velilik yapamaz.
«İkrarını
yazmalarını emretmek, hükmen ikrardır ilh...» Ama kira akdini yazmayı emretmek ve ona
şahit tutmak
bunun aksine caiz değildir. Çünkü bu, akit olmaz. Eşbâh.
«Elle işaretle de olur ilh...» Şarihin
sözünün gereği, metindeki mesele, elle
işaretin ikrarı
kabilindendir.
Halbuki açık olan, metindeki
mesele, lisanla ikrar meselesinden
Çünkü, biraz ileride
«yazsın veya
yazmasın» ifadeleri buna delâlet
etmektedir. Minah'ta, Hâniye'den
nakledilen ifade de
bunu
göstermektedir. Zira orada şöyle
denilmektedir: «İkrar, sözle olduğu gibi el işaretiyle de olur.
Meselâ bir kimse bir topluluğun huzurunda borçlu olduğu
bir hakkı yazsa veya birisine yazdırsa,
sonunda da
hazır olan topluluğa, «Siz şahit olunuz, falan kimsenin benden şu kadar alacağı
vardır.»
dese, ikrar olur.»
İfadenin açık şekli olan
birinci mesele, el işaretiyle ikrar meselesinin örneğidir. İkinci
mesele ise,
sözle yapılan
ikrarın örneğidir. Sen düşün. H.
BİR UYGULAMA
ÖRNEĞİ: Borçlu, alacaklının el yazısıyla kendisini
olacağından ibra ettiğini
yazdığını
iddia etse geçerli olur. Borç da düşer. Çünkü böyle kastedilen bir yazı onu sözle
konuşmak
gibidir. Ama eğer bu yazısında onu kastetmemişse. İbra geçerli olmadığı gibi ibra davası
da geçersiz olur. Bu yazının alacaklı tarafından yazılması ile başkası
tarafından yazılması arasında
bir fark
yoktur. Bezzâziyye. Dava kitabının on dördüncü faslının sonu.
Fakat Eşbâh'ın yazı
hükümleri bahsinde şöyle bir ifade
vardır: «Bir kimse yazsa, fakat hiçbir
şey
söylemese,
hazır olan kişilerin şahâdet etmeleri helâl olmaz. Hâkim
Nesefî, «Bir kimse «Falan oğlu
falanın bende
şu kadar alacağı vardır» diye bir
başlık yazsa, kimseye, «Şahit
olun» demese bile,
şahidin şahâdet etmesi helâl olur.» demiştir. Ama genel görüş bunun aksinedir. Çünkü yazı yazmak
bazen kalem veya
mürekkebi tecrübe için de olur. Ama
böyle yazdıktan sonra şahitlerin huzurunda
okusa fakat
onları şahit tutmasa veya
yazsa ve onlara okumadan yazdıklarına şahit olun dese, eğer
onlar yazılan
şeyi biliyorlarsa, ikrar olur. Eğer yazılanı bilmiyorlarsa, ikrar olmaz.
Kadı zikretmiştir
ki, birisi bir yazı
çıkararak ona dayanarak
bir diğerinin üzerinde malı olduğunu iddia etse ve «Davalı
bu malı bana
vereceğine dair yazmıştır.» dese, davalı da o yazının kendi yazısı olduğunu inkâr etse.
davalıdan yazı yazması talep edilse ve yazsa.
her iki yazı arasında açık bir benzerlik olsa, bu
benzerlik iki yazının
da aynı kimsenin olduğuna delâlet
etse, o kimsenin o malı vermesi için sağlam
görüşe göre,
hükmedilemez. Çünkü ikinci yazı, davalının «Şu benim yazımdır.»
veya «Ben yazdım»
demesinde
veya «O mal benim üzerimde yoktur.» demesinden fazla birşey ifade etmez. Bu iki
meselede ödemesi gerekmediği gibi, bu
meselede de iddia olunan malı ödemesi gerekmez. Ancak
komisyoncuların,
satıcıların ve sarrafların
defterlerindeki yazı ile hükmedilir. Biz bu konuda Kaza
ve
Şehâdet
kitaplarında geniş bilgi verdik oraya başvurunuz.» Bunun benzeri Bezzâziyye'de de vardır.
Sâyıhânî de
şöyle demiştir: «Makdisi'de,
Zâhîriye'den naklen şöyle bir ifade vardır: Bir kimse,
«Kitabımda
talan kimseye ödeyeceğim bin liranın yazılı olduğunu gördüm.» dese veya, «Falan
kimseye bin
lira borçlu olduğumu elimle yazdım.»
dese, bunlar geçersizdir. Bununla amel edilmez.
Belh âlimlerinden bir topluluk şöyle demişlerdir: Satıcıların defterinde kendi yazılarıyla görülen
birşey, ister
alacak olsun, ister verecek, onlar için gereklidir. Zira onlar
unutmamak için halka
vereceklerini
de, halktan alacaklarını da yazarlar.
«Meseleyi adet üzerine bina etmek
vacibtir.»
Bu nakilden
şunu anlıyoruz ki. Müctehidlerin,
«Yazı ile amel edilmez.» sözü, genel kabul edilir.
Simsar ve
satıcıların defterini istisna etmek de acık değildir. Uygun olan, simsar ve satıcının defteri
ile amel edilmesini Belh imamlarının bir
cemaatine isnad etmektir. Bir de, kendi üzerinde onlarla
kayıtlanmalıdır.
İşte bundan biliniyor ki, Tarsusî'nin «Yazı
ile amel edilmez görüşünü reddetmesi
mezheple
teyid edilmiştir. Biz de mezhebin
görüşünden başkasını benimseyemeyiz.
Bu meselede,
geçmişteki Kâdı'ya
mektubu babına bakınız.
METİN
Varislerden bir tanesi, dava konusu borcun mûrise ait borç olduğunu ikrar etse,
diğer varisler onu
inkâr etseler. eğer miras yoluyla aldıkları borcu karşılıyorsa, borcun hepsini ikrar eden öder.
Burhan ve
Mecma.
Bazı âlimler de, ikrar eden borçtan yalnız kendi hissesine
düşeni öder demişlerdir. Ebülleys de,
zararın def'i
için son görüşü tercih etmiştir. Eğer bu ikrarda bulunanla
birlikte diğer birisi de ölenin
borcu
olduğuna şehâdet ederse, şehâdet kabul edilir. Bununla bilinir ki,
ölenin deyni yalnız ikrarıyla
ikrar edenin payından
ödenmez. Ancak onun ödemesine hükmederse,
hepsini öder.
Bir kimse bir mecliste
bir diğerine sebebini açıklamadan bin lira borçlu olduğunu söylese, diğer bir
mecliste de iki kişinin
huzurunda aynı şeyi söylese,
sebepler muhtelif olduğundan ikrar
ettiği her
iki bini de
ödemesi gerekir. Ama sebep veya
şahitler bir olursa veya tek bir senet üzerine yazsa
veya evvelâ
şahitler huzurunda, sonra da Kadı'nın huzurunda ikrar etse veya
bunun aksi şekilde
ikrar etse, o zaman yalnız bin lira ödemesi gerekir.
Bu meselede asıl kâide
şudur: Bilinen birşey aynen tekrar edilirse, meselâ iki sebebin bir olması
gibi. o zaman
yalnız birini ödemesi gerekir. Eğer şahitleri unutmuş olsa, ister bir
yerde, ister iki
yerde olsun sebeplerin bir olduğu bilinmediğinden iki malı da ödemesi gerekir.
Bazı âlimler
tarafından da
bir malı ödemesi gerektiği söylenmiştir. Bu meselenin tamamı Hâniye'dedir.
Bir kimse deyn
veya gayri ile ikrar ettikten sonra, kendisinin ikrarında yalancı olduğunu iddia etse,
o zaman
lehine ikrar yapılan Ebû Yusuf'a göre
onun ikrarında yalancı olmadığına dair yemin eder.
Fetva da bu
görüşe göredir. Dürer.
Birisi ikrar ettikten sonra ölse, varisi ikrarda
bulunanın ikrarında yalancı olduğunu iddia etse,
hüküm yine böyledir.
Yani lehine ikrar yapılana yemin verdirilir. Adam ikrar etse, sonra da ikrarının
yalan olduğunu
iddia etse, o zaman da lehine ikrarın varisleri onun ikrarında
yalancı olmadığına
yemin ederler. Sadrı Şeria.
İZAH
«Varislerden bir tanesi ilh...» Diğer varisler
de onu tasdik etseler. Su kadarı var ki onu farklı bir
şekilde tasdir etseler, meselâ adam ölse, geriye üç oğul üçbin dirhem de tereke bıraksa,
aralarında
taksim ederek her biri bin dirhem almış
olsalar, sonra birisi gelerek babaları
üzerinde üçbin dirhem
alacağı olduğunu iddia etse, büyük kardeş adamın iddiasını aynen tasdik etse, ikincisi
iki bin
dirhem, küçük kardeş de
bin dirhem borçlu olduğunu söyleseler, İmam
Ebû Yusuf'a göre
büyüğünden bin dirhem, ortancadan binin altında beşi, en küçükten de binin
üçte biri alınır. İmam
Muhammed ise,
büyükle küçüğü eşit kabul etmiştir,
ortanca da binini öder. Ebû Yusuf ve
Muhammed'in
delilleri Kâfi adlı eserde zikredilmiştir.
UYARI: Davalı hâkimin huzurunda, «Davacının dilekçesinde yazılı olan herşey benim yazımla
yazılmıştır.
Ben bunu kabul ediyorum» dese, bu
ikrar sayılmaz. Çünkü bu genel ikrar
olup. duruma
uygun düşmez. Hanefî fakihlerine göre, falan kimsenin
üzerinde ikrar olunan herşeyi ben de
aynen
ikrar
ediyorum demek ikrar olmaz. Çünkü bu
vaade benzemektedir. Muhit'te de
böyledir.
Şurunbulâliye.
Bir kimse Zeyd
isimli birisinden devamlı borç alıp
verse, sonra hesap görseler, o kişinin
bir miktar
borcu çıksa, sonra o kişi, «Bu çıkan benim son
kabzettiğim ve son hesaptır.» dese, birkaç gün
sonra gelse ve hesabı yeniden görmek için bunun
aksini söylemek istese bu
mümkün olur mu?
El-Cevap: şöyle denilir: «Bir şirket ortakları
muhasebecinin yaptığı hesapların
doğru olduğunu
zannederek kabul etseler,
ancak daha sonra, başka muhasebecinin
yaptığı hesapta, ilk hesabın
yanlış olduğu
ortaya çıksa, hesabı yeniden
görebilirler mi? El-Cevap: Görebilirler.
Çünkü, Eşbâh
adlı eserde, «Yanlışlık olduğu ortaya çıkınca, zanna itibar edilmez» denilir. İnan
şirketinin ortaklan
hesap görerek ibrasız ayrılsalar, veya ortaklıklarına
devam etseler, sonra ortaklardan bir tanesi
ortağına şirket mallarından gecen bazı şeylerin hesaba katılmadığını
hatırlasa, diğer ortak onu
inkâr etse. davacının delili de .olmasa, davacı ondan yemin talep etse. ondan yemin
talebi hakkı var
mıdır?
El-Cevab: Evet, yemin talebinde bulunabilir. Çünkü yemin münkire aittir.»
«Hissesine düşeni öder ilh...» Musannıf'ın burada
«kîyle(denildi)» ifadesini kullanması
birinci
rivâyetin Musannıf'ın fetvasında olduğu gibi
zahiri rivayet olmasındandır. Bu
mesele ileride yine
gelecektir. Bu, vaziyetin
aksinedir. Çünkü Câmiü'l-Fusûleyn'de
şöyle bir ifade vardır: «Varislerden
bir tanesi
murisinin birşey vasiyet ettiğini ikrar etse, ittifakla o vasiyet,
terekeden ikrarda bulunana
ait olan kısmından alınır. Bir kimse ölse, üç oğun
bıraksa, üç bin dirhem de tereke bıraksa, herbirisi
bin dirhemini
alsa. dıştan birisi gelerek
ölen adamın malının üçte birisini kendisine vasiyet ettiğini
iddia etse,
oğullarından bir tanesi bu iddiayı tasdik etse, kıyasen onun
elinde olanın beşte üçünün
alınması gerekir Bu da Züfer'in görüşüdür. İstihsana göre,
onun elindekinin üçte birinin alınması
gerekir. Bu
da diğer üç âlimin görüşüdür. Ulema için delil şudur: İkrarda bulunan,
üçünün arasında
şayi olan bin
dirhemi ikrar etmiştir. İkrar olunan binin üçte biri onun elindedir. Binin üçte ikisi ise
kardeşlerinin elindedir. Onun elinde olan malın
ikrarı kabul edilir. Onun gayrının
elinde olanın ikrarı
ise kabul edilemez. O zaman, davacıya ikrarda bulunanın elindekinin üçte birinin verilmesi
vacibtir.»
«Şehâdet ederse ilh...» Câmiü'l-Fusûleyn'de H. şöyle
denilmiştir: «Hâkime uygun olan,
davalıya
murisinin
ölüp ölmediğini sormasıdır. Eğer davalı öldüğünü ikrar ederse, o zaman
ondan mal
davasını
sorar. Mal davasında murisinin borçlu
olduğunu ikrar etse, diğer varisler onu tekzib
etseler, hâkim onun ikrarı ile hükmetmez. O
ikrarda bulunan ve bir de yabancı, murisin borçlu
olduğuna
şahâdet ettikleri zaman kabul edilir ve o borcun hepsinden alınmasına hükmeder. Hâkim
yalnız onun
ikrarıyla hükmettikten sonra, ikrarda
bulunan başka birisini şahit olarak getirse, onun
şehâdeti kabul edilmez.
Eğer delil ikâme etmezse,
ikrar varis ikrar etsin, ister ikrardan kaçınsın, zahiri
rivayete göre, borcun
hepsi, ikrarda bulunanın hissesinden alınır. Çünkü
ikrarda bulunan borcun mirastan önce
olduğunu
ikrar etmiştir.
«S. Şöyle
demiştir: «Kıyas da budur. Buna göre tercih
edilen görüşe 9ore, ikrarda bulunanın
ödemesi gereken kısım
borçtan ona düşen kısımdır. Bu da Şa'bî, Hasan-ı
Başrî, Mâlik, Süfyân ve
ibni Ebî
Leylâ ve bunlara uyan diğer âlimlerin görüşüdür. En adil ve zarardan en uzak görüş de
budur.»
«Eğer ikrarda bulunan delil. getirirse ittifakla
ondan ancak onun hissesine düşen alınır.»
Yalnız şu
mesele kalmıştır: Eğer iki kişi
varislerden birisine terekenin taksiminden sonra murisinin
borçlu
olduğuna dair delil getirmiş olsalar, alacaklı
bu borcun hepsini huzurda olanın hissesinden
mi alır?
Musannıf, fetvâsında şöyle demiştir: «Bu
hususta âlimler ihtilâf etmiştir. Bazı âlimler,
hepsini ondan
alır, gâib olan varis döndüğü zaman
ödeyen onun hissesine düşeni rücû ederek alır,
demişlerdir. Bazı âlimler de hazır olandan
ancak borçtan ona düşen kısım alınır demişlerdir» Özetle.
Yine
Câmiü'l-Fusûleyn'de şöyle denilmektedir: «Tâlib bu borcu ikrar eden
üzerine delil ikâme
ederse, delili dinlenir. Nitekim bir malın
kabzı için vekil olduğunu ikrar etse,
onun ikrarı yeterli
değildir. Vekile vekâletinin ispatı için delil ikâme
etmesi teklif edilir ki, vekâletini ispat etsin ve o
malı kabzedebilsin. İşte bu mesele de aynen
bunun gibidir.»
«Yalnız
ikrarıyla ilh...» Deyn eğer, yalnız onun ikrarıyla onun hissesine
düşmüş olsaydı, onun
şehâdeti kabul edilmezdi. Çünkü şehâdetinin kabulünden maksat, ondan zararı def etmektir.
Bâkanî.
Dürer. Hâmiş'te de böyledir.
«Bin lira
borçlu olduğu söylese ilh...»
Musannıf, Minâh'ta Hâniye'den naklinde Ebû Hanîfe'den iki
rivayet olduğunu söylemiştir. Metinde ise
bu rivâyetlerin hiçbiri yoktur.
Bu rivayetlerden birisi
şudur: Bir
kimse ikinci meclisteki ikrarında da birinci meclisteki şahıslan şahit
gösterirse, o zaman
her iki malı da ayrı ayrı ödemesi gerekir.
Diğeri de şudur; Eğer ikinci mecliste,
birinci meclisteki
şahitlerden
başka iki şahit daha gösterse, o
zaman da bir mal ödemesi gerekir. Bu rivayetlerden en
uygunu şudur: İkrarda bulunan eğer, her ikrarına
iki şahit gösterirse iki malı
birlikte ödemesi
gerekir. İster ikincisi ikrarı üzerine birinci
şahitleri şahit etsin, ister başkalarını etsin değişmez.
Buna göre
Musannıf'ın sözünü ettiği diğer bir
mecliste diğer iki kişiyi şahit göstermesi halinde ona
iki malı ayrı
ayrı ödemesi lüzumu nakledilen iki
rivayetten de değildir. Dürer'de de Ebû Hanîfe'den
görüş
nakledilerek ikincisi de Musannıf'a uyularak Musannıf'ın yazdıklarına uyularak
değiştirilmiştir. Azmiye'de de yukarıdaki nakillerimiz ile Dürer'e itiraz edilmiş,
Dürer'de değiştirilmiş
olan ikinci rivayet
olmadığı, bunun üçüncü bir görüş olduğu,
fakat bu görüşün hiçbir muteber
kitapta yer
almadığı hiçbir müctehide isnad edilmediği söylenmiştir.
«Diğer bir mecliste ilh...» Ama bir mecliste ikrarda bulunan, bir kimseyi ikrarına şahit kılsa, diğer bir
mecliste de ikinci bir kimseyi şahit gösterse, şahitlerin
bir veya iki yerde olmaları sonucu
etkilemez, âlimlerin ittifakıyla metindeki meselenin aksine bir mal öder.
Yine, birincisinde bir adamı
şahit etse, ikinci ikrarı
üzerine de ikinci bir mecliste birden fazla adamı şahit
göstermiş olsa, yine
İmameyn'e
göre bir mal ödemesi gerekir. İmam-ı Azam'ın
açık görüşüne göre de böyledir. Minah.
«Her iki bini de ödemesi gerekir. ilh...» Bilmiş
olunuz ki, ikrarın tekrarı ya bir sebebe istinad edilir
veya mutlak şekilde yapılır. Eğer her iki
ikrarın da sebebi bir olursa, o zaman bir mal ödemesi
gerekir. Eğer ikrar meclisleri çeşitli veya sebebler
çeşitli olursa, o zaman mutlaka iki malı
da
ödemesi gerekir. Ama eğer ikrarın tekrarı hiçbir sebeble kayıtlamadan mutlak olarak
yapılmışsa, o
ikrar ya senetle
veya senetsiz yapılmıştır. Eğer senetle yapılmışsa, o da iki şekilde
olur. Her iki
.ikrar bir senetle otursa, ikrarda bulunanın ödemesi
gereken malın bir olması gerekir.
Eğer iki
senetle olursa, mutlaka iki malı da ödemesi gerekir.
Ama ikrarın tekrarı sebebsiz
yapılmışsa, eğer ikrarın her ikisi de bir mecliste yapılmışsa İmam-ı
Azam'a göre iki malı, İmameyn'e göre ayrı ayrı meclislerde ikrar edilmiş olsa bile yine bir malı
ödemesi gerekir.
Eğer ikinci ikrarına, birinci ikrarınâ şahit
ettiği kişileri şahit gösterse, yine Ebû Hanîfe'ye göre bir
mal ödemesi gerekir.
Ancak, davalı eğer iki mal olduğunu söylerse, o zaman iki mal ödemesi
gerekir.
Eğer ikinci ikrarında birinci ikrarındaki
şahitleri değil, başka iki kişiyi
şahit gösterse, iki mal
ödemesi gerekir. Diğer bir yerde de Ebû Hanîfe'den bunun aksine bir rivayet daha vardır:
Bu rivayet
şudur: Eğer
müşahede edilen şey bir olursa İmama göre bir
mal ayrı ayrı mal olursa, İmameyn'e
göre bir mal
ödemesi gerekir. Ebû Hanîfe'nin kâvli
üzerinde ise fukaha ihtilâf etmiştir.
Bunlardan
bazıları Ebû
Hanîfe'nin üzerine kıyas
yapıldığında iki malı ödemesi gerekir demişlerdir. İstihsâna
ise, bir mal ödemesi gerekir. İstihsâna
dayanan bu görüşü İmam Serahsî de
benimsemiştir.
Fakihlerin
bazıları da Kerhî'nin görüşü üzerine iki mal ödemesi gerekir demişlerdir. Tahavî'nin
görüşüne göre
ise tek bir mal ödemesi gerekir.
Şeyhülislâm da Tahâvî'nin görüşünü benimsemiştir.
Tatarhâniye'den özetle.
Yukarıda
naklettiklerimizin hepsi şerhten anlaşılır. İşte bu nakillerden
de anlaşıldığı gibi, metinde
olan Ebû
Hanîfe'den nakledilen rivayettir. Azmiye'nin,
Dürer'e itiraz ederek hiçbir müctehide isnad
edilmediğini,
hiçbir muteber kitapta yer almadığını söylemesi
de reddedilmiştir. Azmiye bu
görüşünü Hâniye'ye isnad etmiştir ki, Hâniye'de bu meselede iki rivayet vardır. Birincisi,
eğer
şahitler bir
tane ise, iki mal gerekeceği fakat şahitler bir değilse yalnız bir malı ödemesi
lâzım
geleceğidir. İkincisi
ise, her ikrarına iki kimseyi şahid göstermişse bu şahitler ister aynı ister farklı
olsun, iki malı ödemesinin gerektiği rivayetidir.
Mesele Velvâliciye'de açıklanmıştır.
«Sebebler muhtelif olduğundan ilh...» İkrar bir mecliste de olmuş olsa, sebebler bir olunca böyledir.
Bezzâziyye'de sıfat da sebeb gibi kılınmıştır.
Bezzâziyye'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse önce bin beyaz dirhemi ikrar etse,
sonra da bin siyah
dirhemi ikrar etse, iki
mal ödemesi gerekir. Lehine ikrar yapılan sebeblerin muhtelif olduğunu iddia
etse. ikrarda bulunan da sebeblerin bir olduğunu zannetse,
geçerli olan görüş, ikrarda bulunandır.
Eğer ikrar sebepleri bir olursa, ikinci ikrarındaki malın birinci ikrarındakinden
fazla olması halinde
iki malı da ödemesi gerekir. İmameyn'e göre ise, ikisini birden
değil, yalnız çok olanı ödemesi
gerekir.» Sâyıhânî.
«Bilinen
ilh...» Meselâ, bir olan sebeblerle ikrar etmek gibi.
«Fetva da bu
kâvle göredir ilh...» Tercih edilen
görüş de budur. Bezzâziyye. Bu ifadenin açık şekli
şöyledir: İkrarda
bulunan yalandan ikrar ettiğim iddia
ederse lehine ikrar yapılan
veya varisi, -Ebû
Yusuf'tan
rivayet edilen fetvaya esas
olan görüşe göre,- mutabaka yemin
teklif edilir. İkrarda
bulunan, bu
ikrarı ister zaruret gereği yapsın,
isterse zaruret olmaksızın yapmış bulunsun sonuç
değişmez.
Şeyhimiz şöyle demiştir: «Bu mesele hiç böyle
değildir. Zira Sulh kitabının hemen
öncesinde çeşitli
meseleler bahsinde Musannıf'ın, «Birisi senetle bir malı ikrar
etse, o ikrarına da şahit getirmiş olsa,
sonra ikrar ettiği malın bir kısmının karz, bir
kısmının da faiz olduğunu iddia etse ilh...» İfadelerinin
şerhinde şârih Şurunbulâliye'nm Vehbâniye şerhinden naklen şunu söylemektedir: «Ebû
Yusuf'un»
«lehine ikrar yapılan ikrarda bulunanın hiçbir şekilde
yalan ikrarda bulunmasına bir zaruret
olmadığına
dair yemin teklif edilir.» sözü
gösteriyor ki, fetva ancak bu hususta verilir.» Şeyh
Muhammed
Ebussuud el-Mısrî'nin Molla Miskin hâşiyesinde de böyledir.
«Lehine ikrar yapılana
yemin teklif edilir ilh...» Bazı âlimler de lehine ikrar yapılana yemin teklif
edilemez. demişlerdir. Ama sağlam olan görüşe göre, lehine ikrar yapılana yemin
teklif edilir.
Hâmidiye.
Sadrı Şeria'dan. Câmiü'l-Fusûleyn'de
şöyle denilir: «Bir kimse herhangi bir
kimseye bir
mal ikrar etse ve ölse, varisleri murislerinin ikrarının caiz olmadığını
çünkü yalan ikrarda
bulunduğunu
söyleseler, lehine ikrar yapılan
da durumu bilse, varisler lehine ikrar
yapılana yemin
teklif edemezler. Zira ikrarda bulunanın ikrar
ettiği vakit henüz varislere ikrarda
bulunanın malı
taalluk etmemişti. O zaman ikrarı sahih olur. O
mal varislere taalluk etmeden önce, mukarrünlehe
taalluk etmiştir.» S.
Bir kimse bir malı birisine ikrar etse, sonra
varisleri onun zorla ikrar ettiğini söyleseler. lehine ikrar
yapılana ikrarda bulunanın sahih bir ikrarda bulunduğuna
dair yemin teklif edilir. T.
Varis, murisinin zorla ikrar ettiğini iddia etse,
âlimlerden bazılarına göre o varis mukarrünlehe
mukırr zorla
ikrarda bulunmadığına dair yemin teklif eder.
Varis, murisinin yalan
yere ikrarda bulunduğunu iddia etse,
sözü kabul edilmez.
Nûru'l-Ayn'da
şöyle şöyle denilmiştir: «Uygun
olan, zahiren her iki meselenin hükmünün de bir
olmasıdır.
Zira, yalan ikrar tehdit
altında yapılan ikrarda da mevcuttur.»
Yalan ikrar
davası, ancak genel bir ibra olmadığı zaman dinlenir. Eğer
genel bir ibra varsa. dava
dinlenmez. Şu
kadarı var ki, Allâme İbni Nüceym'in bu hususta bir risalesi vardır.
İbni Nüceym bu
risalede şöyle
demektedir: «Bir kadın sıhhatinde kızına muayyen bir
meblağı ikrar etse, sonra
onunla kızı
arasında genel bir ibra olsa, ibradan sonra kadın
ölse, vasi kızın yalan söylediğini iddia
etse, o kızın davasının dinlenmesine ve kızın yemin
etmesine fetva verilir. Kıza yemin teklif
etmeden önce
verilen hüküm de sahih değildir. Zira kendisiyle fetvâ verilen
görüşün aksine hüküm
verilmiştir.
Buradaki ibra da davanın dinlenmesine mani değildir. Çünkü vasi, hiçbir şeyin
gerekmediğini iddia etmektedir. Ama bunun aksine, ikrarda bulunan eğer ikrar ettiği malı
lehine
ikrar
yapılana verirse, artık lehine ikrar
yapılana yemin teklif edilmez. Çünkü ikrarda
bulunan, malın
geri alınmasını iddia etmektedir. Beraet buna manidir.
Ama birinci meselede ise. ikrarda bulunan,
hiçbir şeyin
geri alınmasını iddia etmemekte, yalnız
kendini savunmaktadır. Bu yönüyle
her iki
mesele birbirinden ayrılmış olmaktadır. Doğrusunu
Allah bilir.»
İSTİSNA VE İSTİSNA MANASINA GELENLER BABI
METİN
İstisna şart ve benzerleri gibi sözü değiştirir. Meselâ; ikrarda bulunan
«Falan kimsenin benim
üzerimde kabzetmediğim kölenin bin dirhem semeni vardır.» dese onun sözündeki
«kabzetmediğim». ifadesi istisna anlamına gelir.
Bize göre
istisna, istisna edilen şeyler dışında kalan unsurların tamamına itibar ederek
konuşmaktır.
Bu da, cüzleri bakımından olumsuzluk ve sâbit kılmaktır. Meselâ: bir kimse, «Falan
kimsenin benim üzerimde on dirhem alacağı vardır, ancak
üçü yoktur» dese, bu ikrarın iki
ifade
şekli vardır.
Birisi bizim zikrettiğimiz uzun ifade diğeri de şu ifadedir: «Falan kimsenin benim
üzerimde yedi
dirhemi vardır.»
İşte bu açıklama, fakihlerin
«istisna, istisnadan sonra kalanla konuşmaktır»
demelerinin anlamıdır.
İstisnanın şartı ise. istisna konusu ile
istisna edilenin birlikte bulunması gerekir.
Ancak, nefes
almak veya
ağzını tutmak gibi zarurî durumlarda araya
girecek fasıla zarar vermez. İstisna ile
istisna edilen arasındaki
nida da zarar vermez. Çünkü nida,
uyarı ve tekid için yapılır.
Meselâ,
«Benim
üzerimde senin bin dirhemin vardır, ey
kişi, ancak bu değil.» demesi gibi. Ama. «Benim
üzerimde
senin bin dirhemin vardır, siz de şahit olun, ancak şu kadarı değil.» dese, bu fasıla sayılır.
Çünkü şahit
göstermek ikrarın tamamından sonra olur. O halde buradaki
istisna geçerli olmaz.
İkrar eden kimsenin ikrar konusunun bir bölümünü istisna
etmesi geçerlidir. Âlimlerin çoğuna
göre, ikrarda cüzlerin çoğunu istisna etse, geçerli
olur. Böyle ikrar eden kimseye velev köle gibi
taksim edilemeyen şeyde
olsa, istisnadan geri kalanını vermesi gerekir. Meselâ, «Yanımdaki şu
köle falan kimsenindir. ancak üçte biri veya üçte ikisi değil.» demiş olsa, mezhepteki tercih edilen
görüşe göre,
ikrarı geçerli olur.
İstisna edilen kısmın, kalan kısmı yok ettiği istisnalar geçersizdir. Velev
ki vasiyet gibi rücûu kabul
eden
şeylerden olsun, Çünkü bütünü istisna etmek
rücû değildir. Belki fasit bir istisna olur. Geçerli
olan görüş de
budur. Cevhere.
Kendisinden
istisna edilenle, istisnanın aynı veya benzeri sözlerle , edildiği
külli istisnalar
geçersizdir. Meselâ, «Kadınlarımın
hepsi boştur ancak kadınlarım veya zevcelerim değil.»
denilmesi
gibi. Bu istisna geçerli değildir. Çünkü müstesna lafzı kendisinden
istisna edilen lafzın
aynısıdır. Nitekim ileride gelecektir.
İstisna, kendisinden istisna edilenle aynı ifade değilse, meselâ, «Benim kölelerim hürdürler, ancak
şunlar değil.» ve «Benim kölelerim hürdürler, ancak Salih, Galib ve Raşid
değil» veya bunlar gibi
«Benim ailelerim boştur, ancak Zeyneb, Fatma. Ayşe değil.» dese, bu istisnalar
külli istisna da olsa,
geçerlidir. Hiçbir şey de gerekmez.
Bir kimse, «Malımın üçte biri Zeyd'in ancak bini değil.» dese,
halbuki malının üçte biri bin olsa,
hiçbir şey vermesi gerekmez.
Çünkü şarî, birşeyin hakikâti değil. o şeyin devam etmesidir. Hatta bir
kimse karısını altı talâkla boşasa, altıdan
dördünü istisna etse, istisnası geçerli ve iki talâkı vaki
olur. Buna
göre ölçü tartı ve sayı ile ifade edilmesi
mümkün olan şeylerin istisnası geçerlidir.
Meselâ, ceviz ve
bozuk paraların. dirhem ve dinarların
istisnası gibi. Meselâ, bir kimse, «Falan
kimsenin bende on dirhemi var, ancak yüz
ceviz değil.» dese, o zaman istisna edilen, istihsânen
cevezlerin
kıymetidir. Çünkü zimmette sabittir. O zaman
o, dirhem ve dinar gibi olmuş olur.
Her ne
kadar istisna ettiğinin kıymeti, kendisinden istisna edilen şeyin kıymetinin hepsini
içine alsa da
sonuç
değişmez. Ama bunun aksine, bir
kimse, «Falan kimsenin benim üzerimde
dinarı vardır,
ancak yüz.
dirhemi değil.» dese, burada eşit olan bir şeyi karşılık gösterdiğinden istisna bâtıl olur.
Çünkü küllü,
küllün aynıyla istisna etmiştir. Bahır.
Ancak, Cevhere
diğerlerinde şöyle bir ifade vardır:
«Bir kimse falan kimsenin benden yüz dirhem
alacağı
vardır, ancak on dinar değil.» dese,
on dinarın kıymeti yüz dirhem
veya daha fazla olsa,
adamın hiç
birşey
ödemesi gerekmez.»
Bir kimse aralarında şüphe
harfi olan iki sayıyı istisna etse, muhreç bakımından
en az olanı vermesi
gerekir. Meselâ, «Falan
kimsenin bende bin dirhemi vardır, ancak yüz veya elli dirhemi değil» dese,
o kimsenin sağlam görüşe göre dokuz yüz elli dirhem ödemesi gerekir. Bahır.
Eğer müstesna meçhul olursa, çoğunluk sabit olur. Meselâ,
«Falan kimsenin bende yüz dirhemi
vardır, ancak
birşeyi veya azı veya bazısı değil.» dese, o zaman, elli bir dirhem ödemesi gerekir.
Çünkü istisna
edilene şüphe girmiştir. Bu durumda en azın çıkması
ile hükmedilir
Bir kimse ikrarına «inşaallah» veya
«Falan dilerse» sözlerini ekler yahut onu meydana gelmesi
şüpheli olan
bir şeye bağlarsa, meselâ «Yemin edersen, dava ettiğin meblâğ senin için
sabit
sayılacaktır.»
derse. ikrarı bâtıl olur. Ama ikrarını ölüm gibi
muhakkak olacak şeye bağlarsa ölsün
veya ölmesin ikrar ettiği meblağı
ödemesi gerekir.
İkrarda
bulunan, «Ben ikrarımda hiç ara vermeden inşaallah demiştim.»
diye dava etse, davası
tasdik olunur
mu? İkrar bahsinde fakihlerin buna dair bir sözünü görmedim. Şu kadarı
var ki, talâk
bahsinde,
«Mutemed olan görüşe göre tasdik olunmaz.» diye zikretmiştik. Burada da kul hakkı ile
ilgili olduğu
için tasdik olunmaması gerekir. Bunu başka bir kîtabında
Musannıf söylemiştir. Fetva
da bu sözle
verilir.
İZAH
«Geri kalanla konuşmaktır ilh...» Yani istisna
şekil bakımından değil mana bakımından
istisna
edilenle konuşmaktır. Şöyle ki bir kimse, «Falan kimsenin
bende on dinarı var, ancak üçü değil.»
dese, bu
ifadede istisnadan sonra yedidir.
Yani sanki şeklen değil mana bakımından, «Onun bende
yedi dinarı
vardır.» demiş gibi olur.
«Uyarlamak
içindir ilh...» Yani muhatabı
uyarmak ve yapılan hitabı tekid etmektir. Zira nida edilen
muhatabın
kendisidir. Bu ifadeden anlaşılıyor ki, eğer nida edilen lehine ikrar yapılandan başkası
ise, o zaman müstesna ile kendisinden istisna
edilen arasındaki nida ile ortaya çıkan fasıla zarar
verir.
Lâkin
Cevhere'den. «Ben bu hususta hiçbir şey
görmedim.» sözü nakledilmiştir. Şu kadarı var ki,
Gâyetü'l-Beyân'da
şöyle denilmektedir: «Bir kimse, «Falan kimsenin
benim üzerimde bin dirhemi
vardır, ey falan kimse, ancak on değil.» dese. bu ifade caiz olur. Çünkü burada ifadeyi muayyen
bir
şahsa haber verme şeklinde yapmıştır. O halde buradaki nida fasıla sayılmaz.»
Velvâliciye'de
de şöyle denilir: «Nida muhatabın uyarılması içindir. Muhatabı uyarmak da hitab ve
ikrarın tekidi için ihtiyaç duyulan birşeydir. O zaman buradaki nida da ikrar
ifadesinden sayılır.»
«Aynı
lâfız değilse ilh...» Yani mefhum itibariyle müstesna,
kendisinden istisna edilenden daha
sağlam olursa, o zaman caizdir.
«Devam
etmesini düşünmektir ilh...» Yani
ifadenin şekli bakımından bu böyledir. Çünkü istisna,
söze ait bir
tasarruftur. Manayı ihmal etmek ona
zarar vermez.
«İki talâk vaki olur ilh...» Altı talâk her ne kadar hüküm itibariyle de sahih değilse de yine bu sözde
iki talâk vaki olur. Zira hüküm bakımından talâk üçten fazla olmaz. Bununla birlikte,
«Ben seni altı
talâkla boşadım ancak dördü değil.» sözü, «Sen üç
talâkla boşsun, ancak dört değil.» sözü gibi
olmaz. Çünkü
burada lâfza itibar etmek daha uygundur.
İnâye.
«Nasıl geçerli ise
ilh...» Musannıf bunu öncesindeki
meselelerden ayrı olarak zikretmiştir. Zira
öncesindeki meseleler,
kendi cinsinden yapılan istisnalardı. Bu ise
istisnanın cinsinin aksi ile
yapılmasının beyanıdır.
Zira miktarı belli bir şeyi, yine
miktarı belli birşeyden istisna etmek
İmameyn'e
göre istihsanen geçerlidir. O zaman bu kimsenin ikrar ettiği şeyden istisna edilenin
kıymeti
düşülür. Kıyasa göre ise, bu istisna geçerli değildir. Bu
da İmam Muhammed ve Züfer'in
görüşleridir.
Ama miktarı belli olmayan birşeyi miktarı belli olandan istisna etmek biz Hanefîlere
göre kıyasen
de, istihsanen de geçerli değildir. Ancak İm om Şâfiî, «Bir kimse, «Falan
kimsenin
bende yüz
dirhemi vardır, ancak bir elbise değil.» ifadesinde
bize muhâlefet etmiştir.
Gâyetü'l-Beyân.
Şu kadarı var
ki, burada istisna geçerli değilse o zaman ikrarda
bulunan beyana zorlanır. Bu durum
ikrarın sıhhatine mâni olmaz. Çünkü açıklandığı gibi
ikrar konusunun bilinmezliği ikrarın sıhhatine
mâni
değildir. Lâkin şu kadarı var ki, istisna ancak, istisna edilenin
bilinmezliği istisnanın sıhhatine
manidir. Bunu
Kâdızâde'den naklen Şurunbulâliye
de zikretmiştir.
«Dirhem ve
dinar gibi olmuş olur ilh...» Zira onlar vasıflarıyla zaten semendirler. Hatta onları tayın
etmiş olsa, akit bunlarla meydana gelir. Eğer bunlarla vasıflandırılmış olsa bunların hükmü dinar
hükmü gibi olur. Kifâye.
«Cevhere
ilh...» Bunun misli Yenabî'dedir. Onu
Kâdızâde Zahire' den nakletmiştir. Şurunbulâliye'de
olduğu gibi.
Şurunbulâliye'de
şöyle denilir: «Şeyh demiştir ki, mükellef,
«Benim üzerimde on dirhem vardır,
ancak bir dinar değil.» dese, o dinarın kıymeti on dirhemden fazla olsa, veya,
«Benim üzerimde on
dirhemi
vardır ancak bir ölçek buğday değil.»
dese, buğdayın kıymeti yine on
dirhemden fazla olsa,
eğer biz
bütünü bütünden sözünden başkasıyle
istisna sahihtir görüşünü takib etsek,
o zaman
uygun olan, yukarıdaki ikrarın geçersiz olmasıdır.
Şu kadarı var
ki Bezzâziyye'de bunûn aksine
delâlet edecek şöyle bir ifade
vardır: «Bir kimse,
«Benim
üzerimde bir dinarı vardır, ancak yüz
dirhem değil.» dese, istisna bâtıldır. Çünkü istisna,
istisna edilenden daha çoktur. Adam, «Şu cüzdanda olan
dirhemlerin hepsi falan kimsenindir,
ancak bini değil.» dese.
o zaman bakılır: eğer cüzdandaki dirhemler binden fazla ise,
fazlası ikrarda
bulunanın,
bin de lehine ikrar yapılanındır.
Eğer cüzdandaki bin veya binden az ise, o zaman hepsi
lehine ikrar yapılanındır.
Çünkü burada istisna geçerli değildir.»
Ben derim ki: Bunun şekli düşünerek anlaşılabilir. Yine
ben derim ki, Musannıf'a da uygun olan,
Cevhere'de
olan ifadenin aynısını takip etmesiydi. Çünkü Musannıf da daha önce «Eğer tamamını
içine alırsa» demişti.
«Düzeltilsin
ilh...» Zahir olan, meselede
iki rivayet vardır, Şöyle ki, dirhemle dinar bir cins
midir.
Yoksa iki
ayrı cins midir? H.
«Dokuz yüz
ilh...» Çünkü burada istisnada şekli
ifade eden birşey zikredilmiştir. O zaman, bunların
en azı sabit kılınır. Bu da Ebû Süleyman'ın rivayetidir. Ebû Hafs'ın rivâyetine
göre ise, yalnız dokuz
yüz ödemesi gerekir.
Fakihler
birinci rivayetin daha sağlam
olduğunu söylemişlerdir. Kakî.
Kâdıhan da
Ziyâdât şerhinde ikinci sahih' rivayeti sahih görmüştür. Remiz'de de olduğu gibi ikinci
rivayet, mezhebin prensiplerine daha uygundur. Hamevî.
Sâyıhânî de
birinci rivayeti naklederken, «Bu Şâfiî mezhebinin zahiri
üzerine bir görüştür.» demiştir.
Çünkü
girişten sonra çıkmaktır. Ama bizim
mezhebimize göre. bu terkibin ifade ettiği tek birşeydir.
O halde sanki o kimse, ya onun bende dokuz
yüzü vardır demiştir veya dokuz yüz ellisi vardır
demiştir. O zaman dokuz yüz elli gerekli olur. Çünkü dokuz yüz
daha azdır. Hatta fakihler bizimle
Şâfiî orasındaki ihtilâfın semeresi bu terkibin
mislinde ortaya çıkar. O halde bize
göre, ikrarda
bulunana
gerekli olan en azını vermektir. Bu da dokuz yüzdür. Zira
istisna, istisnadan sonra kalanla
konuşmaktır.
O zaman biz, burada ikrarda bulunanın ne ile konuştuğu hususunda
şüpheye
düşüyoruz. Asıl
olan da, zimmetlerin borçsuz olmasıdır. Bu sebeple dokuz yüz ödemesi gerekir
diyoruz.
Şâfiî'ye göre
ise, istisnaya dahil olan bindir. O
zaman şüphe binden çıkarılacak rakamdadır.
Burada
da en azı çıkarılırsa,
dokuz yüz elli kalır. Zeylâî. Kâdıhan da buna sahih
demiştir.
Fakihlerin
birinci görüşü daha sağlam görmeleri, ibrayı ifade eder. Düşün.
«En azın çıkması ile
hükmedilir ilh...» Bu da
yarımdan azıdır. Çünkü bir şeyi istisna, örfen azını
istisnadır. O zaman biz burada yarısını ve yandan
bir fazlasını gerekli gördük. Çünkü
azlığın
tahakkuk etmesinin en aşağı derecesi yarıdan bir aşağı olmaktır.
«Meydana gelmeme tehlikesi olan bir
şeye ilh...» Meselâ, ikrarda bulunan, «sana ait olsun.» dese, o
da yemin etse, hiç birşey vermesi gerekmez. Eğer
yemini üzerine iddia ettiğini ona verirse, ona geri
alma hakkına sahip olur. Nitekim Bahır'ın varislerin
sulh bahsinde de böyledir.
Bahır'da ikrarı meydana gelmeme tehlikesi olan bir şeye bağlama şununla kayıtlanmıştır: Yani o
bağlama, eğer vade davasını içine almıyorsa bu böyledir. Bahır'da devamla, «Eğer, «Aybaşı
geldiğinde
senin benim üzerimde şu kadar meblâğın vardır.» derse, bu vade davasını içine
aldığından
halen onu ödemesi gerekir. Ancak
lehine ikrarda bulunan vade hususunda yemin teklif
edilebilir.» denilmiştir.
Yine Bahır'da
şöyle denilir: «İkrarı geçersiz kılan bağlamalar şunlardır: Meselâ bir kimse,
«senin
bende bin
dirhemin vardır, ancak bana ondan başkası üstün olur veya ben ondan başkasını
görürüm veya benim bildiğim kadarıyla veya siz şahit olun benim bildiğime göre falan kimsenin
benden şu kadar alacağı
vardır.» ifadelerindeki bağlamalardır.»
«Meydana geleceği
kesin olan bir şeye bağlarsa ilh...» Çünkü, bu gerçekte bir şeye bağlama
değildir.
Belki bundan
kastı, varisleri, ölümünden sonra inkâr ettikleri takdirde, zimmetinin
beraeti için onları
şahit
göstermektir. Bunun için ister ölsün, ister yaşasın her durumda ikrar ettiği şeyi ödemesi
gerekir.
«İkrarı bâtıl olur ilh...» İmam Ebû Yusuf'un görüşü üzerine bâti olur, ki ona göre,
işi Allah'ın
dilemesine bağlamak, ikrarı geçersiz kılmak demektir. İmam Muhammed ise,
«İkrarını Allah'ın
dilemesine bağlamak, herhangi bir şarta bağlamak
gibidir.» demiştir. Bu ikisinin arasındaki ihtilâfın
faydası, ikrarda bulunanın işi Allah'ın dilemesine bağlaması ikrardan
önce söylemesinde ortaya
çıkar. Meselâ bir kimse
karısına «Eğer Allah dilerse sen boşsun» dese, Ebû Yusuf'a göre, talâk
vaki
olmaz. Çünkü
Allah'ın dilemesine bağlamak, sözü geçersiz kılmaktır.
İmam Muhammed'e göre ise,
bu ifade ile
talâk vaki olur. Çünkü bunda bir şeye
bağlama vardır. Fakat eğer önce şartı zikreder,
cezayı zikretmezse,
o zaman talik etmiş olmaz, talâk da şartsız olarak
vâki olur.
Ama eğer hiçbir kastı olmadan «inşaallah» derse, halbuki kastı boşamayı gerçekleştirmek
ise, talâk
vâki olmaz.
Çünkü istisna gerçekten mevcuttur.
İstisna ile zikredilen sözle talâk vâki olmaz. Aynî.
«Musannıf
söylemiştir ilh...» Remlî,
hâşiyelerinde şöyle demiştir: «Ben diyorum ki, fıkhî kâide şunu
gerektirir: Eğer ikrarı
delil ise, sabit ise, ikrardan
sonraki, «İnşaallah demiş olduğu» davası da
ancak delil ile tasdik olunur. Ama eğer başlangıçta, «Ben şu adama istisna ile birlikte şu kadar
ikrarda
bulundum» dese, sözü delilsiz kabul edilir. Sanki, «Falan kimsenin benim yanımda Allah
dilerse şu, kadar malı vardır.» demiş gibi kabul
edilir. Ama birinci sözü, bunun aksinedir.
Çünkü
ikrarı açıkladıktan sonra, onu geçersiz
kılmak istemektedir.» Sen düşün.
METİN
Bir evden bir
odayı istisna etmek mümkündür. Ama, yapıyı
oda veya evde istisna etmek geçerli
değildir.
Çünkü, yapı, taban, oda ve eve dahildir. O zaman. bu ifade bir vasıf olur ki, vasfın da
istisnası caiz değildir. Dürer.
İkrarda
bulunan, «Evin binası benim arsası senindir.» dese, dediği gibi
olur. Çünkü arsa ancak bir
toprak parçası olup buk'adır, bina değildir. Fakat. «Bina benimdir, yeri senindir.» dese hem bina,
hem de yer
lehine ikrar yapılanındır. Çünkü taban bina yere dahildir. Ancak, ikrarda
bulunan, «Bina
Zeyd'indir, yeri Amr'ındır.» dese,
dediği gibi olur.
Yüzüğün
kaşını, bahçedeki meyve ağaçlarını,
cariyenin boynundaki gerdanlığı istisna etmek, kapıyı
evden istisna
etmek gibigeçerli değildir.
Bir kimse, «Falan kimsenin
bende kabzetmediğim kölenin semeninden bin dirhemi vardır.» dese ve
köle de lehine ikrar yapılanın elinde olduğu halde onu tayin
etmiş olsa, bakılır: Eğer lehine ikrar
yapılan köleyi
ikrarda bulunana teslim ederse, ikrarda
bulunanın bin lira ödemesi gerekir. Eğer
lehine ikrar yapılan
köleyi
teslim etmezse, ikrarda bulunanın bin dirhemi ödemesi gerekmez. Ama
ikrarda
bulunan köleyi tayin etmezse, bin dirhemi mutlaka
ödemesi gerekir. İster fasılalı, ister
fasılsız
söylesin sonuç değişmez. Bu durumda,
onun «Kabzetmediğim» sözü de lâğv olur. Çünkü
bu bir bakıma
ikrardan rücû olur. Bir kimse, «Falan kimsenin benim
üzerimde şarap, domuz eti,
kumar malı, ölmüş hayvan veya kanın satış bedeli vardır» diye ikrarda bulunması gibi ki, bunlarda
mutlaka ödemesi gerekir.
Ancak eğer lehine ikrar yapılan da bunu tasdik ederse veya ikrarda
bulunan
davasının doğru, ikrarının hatalı
olduğuna delil ikâme ederse, o zaman hiçbir şey ödemesi
gerekmez.
Bir kimse, «Falan kimsenin
benim üzerimde bin dirhem haram malı veya
faiz parası vardır» dese,
bunları
birlikte veya ayrı ayrı söylesin ödemesi gerekir. Çünkü
diğerine göre helâl olma ihtimali
vardır.
Bir kimse, «Benim üzerimde falan kimsenin yalan ve bâtıl yolla şu kadar malı vardır»
dese, eğer
lehine ikrar yapılan,
ikrarda bulunanı tekzib ederse, ödemesi gerekir. Eğer tasdik ederse,
hiçbir şey
ödemesi gerekmez. Satışı ikrara zorlanan kimsenin durumu da yukarıdaki açıklamaya göre olur.
Lehine ikrar yapılan,
ikrarda bulunanı tasdik ederse, satış
gerekmez, tekzib ederse satış
lâzım gelir.
Bir kimse. «Benim üzerimde falan kimsenin bin
tane züyuf dirhemi vardır» dese sebebi de
zikretmese, sağlam görüşe göre aynen onun dediği gibidir. Bahır.
Bir kimse, «Falan kimsenin
benim üzerimde metâ semeni veya
karz olarak bin züyûf dirhemi vardır»
dese tasdik edilmez. Çünkü züyûf demekçe, ikrarından rücû etmiş olmaktadır.
Ama, «Falan kimsenin bende gasb veya vedia yoluyla
alınmış züyûf veya nebehrece bin dirhemi
vardır.»
dese, bu sözü tasdik edilir. Ama.
«Falan kimsenin bende gasb veya vedia olarak bin
dirhemi
vardır ancak onlar hileli veya için kalay
dışı gümüş paradır.» dese, eğer bu
istisnasını ara
vermeksizin
yapmışsa, tasdik edilir. Eğer istisnayı aralıklı yapmışsa, tasdik olunmaz. Çünkü, bunlar
mecazen dirhemdirler
Bir kimse, «Ben bunu gasbettim veya bana vedia etmişti.» diyerek
ayıplı bir elbise getirse, elbisenin
daha önce sağlam olduğuna dair delil yoksa, yemin ederse, yemini
ile birlikte tasdik edilir.
Bir kimse, «Falan kimsenin
benim üzerimde bin dirhemi vardır,
ancak şu kadar noksan.» dese,
velev ki o metaya ait semen olsun, sözü tasdik edilir.
Bir kimse ora vermeksizin, «Falan kimsenin benim
üzerimde bin dirhemi vardır, ancak o
dirhemlerin
ağırlıkları yedi miskal değil, beş miskal noksandırlar.» dese, velev o meta semeni
olsun, sözü
tasdik edilir. Ama eğer zaruret
olmadığı halde aralıklı söylerse, tasdik edilmez. Çünkü,
paranın zuyûf
olması gibi vasfın değil miktarın istisnası
geçerlidir.
Birisi bir
diğerine, «Ben senden vedia olarak bin dirhem almıştım. Bu para bir kasıt olmaksızın
elimde helâk oldu.» dese diğeri buna karşı,
«Hayır, o bin dirhemi benden gasbettin.»
dese ikrarda
bulunan o bin
dirheme zamindir. Çünkü tazmin etme sebebi olan alım ikrar etmiştir.
Ama, «Sen bana bin dirhemi vedia olarak verdin.» dese. karşıdaki de, «Hayır
sen onu benden
gasbettin.»
dese, ikrarda bulunan burada zamin olmaz.
Makbul olan söz de, zımanı inkâr ettiğinden
dolayı ikrarda bulunanındır.
Bir kimse, «Şu malım senin yanında karz veya
vedia idi, ben onu aldım.» dese lehine ikrar yapılan.
«Hayır o
benimdi, sen aldın.» dese, lehine ikrar yapılan eğer zayolmamışsa o şeyi
alır. Eğer
zayolmuşsa, onun kıymetini alır. Çünkü ikrarda bulunan, önce lehine ikrar
yapılanın zilyed
olduğunu
ikrar eylemiş, sonra da ondan
aldığını söylemiştir. Ki bu da
tazmin etme
sebebidir.
Bir kimse, «Falan kimseye
şu atımı, veya elbisemi kiraya verdim.
o da o atıma bindi veya o elbisemi
giydi veya
ben elbisemi ona âriyet olarak
vermiştim veya onu evimde iskân etmiştim, o da bana geri
verdi» dese,
karşıdaki adam da, «Hayır benimdir.» dese,
ikrarda bulunanın sözü istihsanen tasdik
olunur. Çünkü
ikrarda zilyedlik zorunludur. Ama vedia
bunun aksinedir.
Ama bir kimse, «şu bin falan kimsenin vedîasıdır.»
hemen peşine «Hayır, falan kimsenin
vedîasıdır.»
dese. o bin birinci adamındır. İkrarda bulunan ikinci odama
da binin mislini öder. Ama
bunun aksine.
ey
falan kimsenindir.» devamla, «Hayır,
falan kimsenindir.» dese. O zaman
onun
üzerine ikinci adam için
birşey vermesi gerekmez. Zira o şeyin vedîa olarak verildiğini ikrar
etmemiştir.
Ama bu açıklamalar, eğer ikrar ettiği şey belirli bir mal ise böyledir. Ama eğer belirli bir
değilse, ikinci adama
da aynısını vermesi gerekir. Meselâ,
«Ben falan kimseden yüz dirhem, yüz
dinar ve bir
ölçek buğday gasbettim» dese, peşine
de ara vermeden, «Hayır, ondan değil,
falan
kimseden gasbettim.» dese, ikrarda bulunanın
şahsa da ikrar ettiği şeylerin
hepsini vermesi
gerekir. Eğer o şeyler aynı ile iki, ikrar
ettiği dirhem, dinar ve buğday birinci adamındır. İkinci
adama da onun
mislini verir.
Ama bu
durumlarda lehine ikrar yapılan bir
adam ise, o zaman ikrar ettiği şeylerin hangisi miktar
bakımından
daha üstün ise onu verir. Meselâ bir kimse, «Onun bende bin dirhemi
vardır, hayır
ikibin
dirhemi vardır.» veya «Onun bende bin dirhem geçerli parası vardır, hayır bin dirhem
geçersiz parası vardır.» dese, bunların hangisinin
miktarı çok ve vasfı daha üstün ise onu vermesi
gerekir.
Bir kimse, «Benim falan kimse üzerindeki alacağım falan kimsenindir.» veya «Falan
kimsenin
yanındaki
vediam falan kimsenindir.» dese, bu sözler o adama ikrardır.
Kabz hakkı da ikrarda
bulunana
aittir. Yalnız borçlu ve vedîa verilen kimse, lehine ikrar yapılana
teslim etmiş olsalar,
ikrarda bulunan
borçtan kurtulur. Ancak bu durum, ikrar konusunun baş tarafında
geçene aykırı
olup,
gerçekte malı kendisine izâfe ettiği için bu bir hibe olur. O zaman
da teslimi gerekir. Bundan
ötürü Hâvi-i
Kudsî'nin sâhibi, «Eğer ikrar ettiği
kişiyi
kabza yetkili kılmamışsa teslimi gerekir.»
demiştir.
Ama adam, «Benim ismim deyn kitabında âriyet olarak
yazılıdır.» dese. ikrarı geçerli olur. Eğer
böyle demezse,
ikrarı geçerli olmaz. belki hibe olur. Musannıf diyor ki, bütün muteber kitaplarda,
zikr olunan
da budur. Ancak, Hülâsa buna muhâlefet
etmiştir. Bu konuda fetva istenirse
düşünerek
fetvâ ver. Yani muteber kaynaklarda zikredilene itibar ederek onların
sözü ile fetva ver.
İZAH
«Yapı tebean
oda ve eve dahildir ilh...» Bundan
dolayı da kabızdan önce, satışta yapı başkasına
ait
bir hak çıkmış olsa,
o yapının karşılığında mebiin satış bedelinden hiçbir
şey düşülmez. Müşteri
muhayyer
olur. Ama bir evden bir oda başka birisinin hakkı çıksa, bunun aksine bu satış
bedelinden
odanın hissesine düşen çıkarılır.
«Binası
benimdir ilh...» Zahire'de şöyle denilmiştir: «Bilmiş olunuz ki bunlar beş meseledir.
Bu beş
mesele de iki asıl
kaideden çıkarılmaktadır. Birinci asıl; İkrardan önce dava,
davadan sonraki
ikrarın sıhhatine mani değildir. İkrardan sonra ikrar ettiği şeye dahil olan bazı şeyleri dava
etmek
ise geçerli değildir. İkinci asıl: Şahsın ikrarı, diğerinin değil kendi nefsi üzerine
delildir. Bu iki aslı
bildikten
sonra, biz diyoruz ki ikrarda
bulunan. «Binası benimdir. yeri falan
kimsenindir.» dese,
hem bina, hem
de yeri,
yerine ikrar ettiği kimsenin olur.
Çünkü davadan sonra ikrar geçerlidir. Eğer,
«Yeri
benimdir, binası falan kimsenindir.» derse her ikisi de ikrarda bulunanın olur. Çünkü
başlangıçta
yapının yere tebean kendisinin olduğunu iddia etmiştir. İkinci olarak, yapının başkasına
ait olduğunu
ikrar etmiştir. Davadan sonra ikrar ise geçerlidir.
O halde lehine ikrar yapılana,
yapısını ikrarda bulunanın mülkünden kaldırılması emredilir. Ama, «Yeri falan kimsenindir, binası
benimdir.» dese, her ikisi
de lehine ikrar yapılanındır. Çünkü
ilk olarak binayı lehine ikrar
yapılana
ikrar etti, ikinci olarak
da binanın kendisinin olduğunu iddia
etti. İkrardan sonra ikrara dahil olan
bazı şeyleri
iddia etmek ise geçerli değildir. Ama. «Yer falan kimsenindir, yapı da bir diğer
adamındır.» dese her ikisi
de birinci lehine ikrar yapılanındır. Çünkü önce ona binayı
ikrar etmiş
olmaktadır.
Sonra da bina falan kimsenin demekle ikincisine ikrar etmiş olmaktadır. Başkasının
üzerine ikrar etmek de geçerli değildir. Ama, «Yapı falan kimsenin, yer de falan kimsenindir.»
dese
dediği gibi
olur. Çünkü önce yapıyı
birinci adama îkrar etti, ikinci olarak da yine birinci adam
üzerine ikinci adam için
bina ile ikrar etti ki bu ikrar geçerli
değildir.» Kifâye. Özetle.
«Bahçedeki meyve
ağaçlarını ilh...» Ancak, ağaçları kökleriyle istisna ederse, o zaman geçerli olur.
Zira kökleri de ikrara bilerek dahil edilmiş olur.
Hâniye'de yüzük kaşını, bahçedeki ağaçları
zikrettikten sonra şöyle denilmiştir:
«Bahçe ve yüzüğün
ikrarında,
yüzüğün kaşını veya bahçedeki meyve
ağaçlarını ara vermeden istisna etse, istisnası
geçerli değildir. Ancak
davacı, dava ettiğine dair delil ikâme ederse,
o zaman geçerli olur. Şu kadarı
var ki,
Zahire'de, «Birisi bir başkasına yeri veya evi ikrar ederse, o
evin yapısı ile yerdeki
ağaçlar
ikrara dahil olur. Hatta ikrarda bulunan, bina ve ağaçların
kendisine ait olduğuna dair delil ikâme
etse, delili kabul edilmez.» denilmiştir.»
Ancak, onun
istisnası aralıklı ikrar yaptığına yorumlanırsa, o zaman delili kabul edilir. Nitekim
Hâniye'de de buna işaret edilmiştir.
Sâyıhânî.
«Cariyenin boynundaki gerdanlığı ilh...» İşte bu mesele kapalıdır. Şöyle ki, fakihler cariyenin
satışında
gerdanlığın satışa girmediğini söy-lemişlerdir. Ancak, adet
üzere iş için boynuna taktığı
önlük onun
satı-şına dahildir. Metinde gecen mesele
ise, kıymeti olmayan bir gerdan-lık şeklinde
tefsir
edilmelidir ki, doğru olsun.
Ben derim ki: Yukarıda zikrettiğimiz, satışdadır. Çünkü, cariye üs-tündeki giysi
ve takılarla birlikte
satıcıya
aittir. İkrarda ise, cariyeyi başkasına
ikrar ettiğinde, cariyenin lehine
ikrar yapılana ait
olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu ikrardan açığa çıkan şudur ki, cariyenin üzerin-de olanlar da velev ki
çok kıymetli
olsun, cariye ile birlikte malikindir.
Dü-şün.
«Bin dirhemi
vardır ilh...» Musannıfın burada cümleyi
böyle kayıtlamasının sebebi şudur: Eğer
adam başlangıçta, «Ben falan kimseden bir mal
aldım, ancak onu kabzetmedim.» dese, sözü kabul
edilir.
Nite-kim, mal elinde olduğu halde satıcının «Ben şunu sattım ama
henüz se-menini
kabzetmedim.» sözü de kabul edilmektedir. Çünkü mebîin
veya semenin kabzını inkâr etmektedir.
Makbul olan
söz de münkirindir. Ama bu ikrar
meselesi bunun aksinedir. Çünkü «kabzetmediğim»
sözü, «Onun
benim üzerimde şu kadar malı vardır.» sözünden sonradır. Bu ise söz-den rücû
etmektir. O zaman bu geçerli değildir. Remlî böyle ifade etmiş-tir.
«Köleyi
ikrarda bulunana teslim ederse ilh...» Umulur ki, fakihlerin bu meselede
«teslim»den
kasıtları hazır bulundurmaktır. Veya
bu me-sele fakihlerin «Müşterinin önce satış bedelini teslim
etmesi gerekir.» sözünden tahsis edilmelidir.
Çünkü bu acık birşey değildir.
Makdisî. Ebus-suud.
Özetle.
«Tekzib ederse satış
gerekir ilh...» Bedâye'de şöyle denilmiştir: «Zor-la satım akdi
nasıl caiz
değilse, zorla ikrar da
geçerli değildir. Zorla ik-rar şöyle olur: Adam, «Ben sana dışa karşı bir malı
ikrar edeceğim.» dese,
ikrarın fasit olduğuna dair de kendi aralarında gizli bir anlaşma
(muvazaa)
yapsalar, bunun ikrarı sahih değildir. Hatta lehine
ikrar ya-pılan da ikrar edilen şeye
mâlik olmaz.»
«Bu sözü
tasdik edilir ilh...» Çünkü gasbedilen kimse, rastgele
gasbettiği gibi vedîa verilen kimse
de kendisine ne vedia verilirse onu saklar. Bu duruma göre gasb ve vedîa
ikrarının doğru olması
gerekmez. Tatarhâniye'de bir mesele vardır ki, çokça meydana gelir. Şöyle ki: «Bir kimse, «Bu
meyvanı sen bana vedîa olarak verdin.» dese, o da «Hayır sen onu benden gasbettin.» dese, eğer
bir hayvanı ariyet olarak alan, ona binmemişse, zamin olmaz. Yok eğer
binmişse, zamin olur.
Bunun gibi,
adam, «Sen onu bana ariyet olarak
verdin.» dese, bu mesele de aynen
önceki gibidir.
Ebû Hanîfe
şöyle demiştir: «Bir kimse, «Şu şeyi ben senden ariyet olarak aldım.» dese, öteki de
onu ariyet
olarak aldığını inkâr etse, zamin olur. Ama
eğer, «Bu elbiseyi senden ariyet
olarak
aldım.» dese, o da, «Hayır, sen onu benden satın aldın.» dese, ikrar eden eğer o elbiseyi
giymemişse
söz onundur. Çünkü o münkirdir. Eğer
elbiseyi giymişse, zamin olur. Adam,
«Şunu sen
bana ariyet
olarak verdin» dese, o da, «Hayır ben
sana kiraya verdim.» dese, helak
olduğu takdirde
zamin ol-maz.
Ama «Ben senden gasbettim.» sözü
bunun aksinedir. Şu kadarı var ki, «Sen bana
emanet olarak verdin» sözünde eğer kullanmışsa za-min olur.»
«Kıymetini alır ilh...» Burada şöyle bir görüş vardır: Meselenin na-zarî şekli işaret edilendedir.
Burada ise işaret edilen mevcut değildir. Ancak,
denilebilir ki, işaret ettiği şey mevcuttu, sonra
ikrarda
bulunan .onu helak etti. Fettâl.
«Şu bin falan
kimsenin vedîasıdır ilh...» Bu meselenin tamamı Sulh
bahsinin hemen öncesinde şu
meselenin açıklamasında
gelecektir. Bir kimse, «Benim babam malının üçte birini
falan kimseye
vasiyet etti.» fasılasız olarak hemen,
«Hayır, falan kimseye» dese.
«Vedîa olarak verildiğini ikrar etmemiştir ilh...» Yani, tazmin etme sebebi
ile ikrar etmemiştir. Ama
birinci mesele bunun aksinedir. Çünkü birinci meselede
ikinci şahsa vedia olduğunu ikrar etmiştir.
Orada za-min
olur. Çünkü vediayı birinciye ikrar etmiş ve ikrarı da birinci şahsa geçerli olduğundan
onun mülkü
olmuştur. Artık onu ikinci şahsa teslim
etmesi mümkün değildir. Ama bunun
aksine
vediayı satar, müşteriye tes-lim etmezse, yalnız satışla o vediaya zamin olmaz. Zira vediayı
sahibi-ne
teslim etmesi mümkündür. Bana açıklanan da şudur.
BİR UYGULAMA
MESELESİ:
Tam ehliyetli
olan bir kimse, iki mal için ikrarda bulunsa, her iki
maldan bir istisna yapsa, meselâ,
«Benim
üzerimde bin dirhem ve yüz dinar borç vardır, ancak bir dirhem değil.» dese. eğer her iki
malda da lenin hepsi Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf'un görüşleri üzeredir. İmam Muhammed'e göre ise.
eğer ikrar bir kişiye ise, istisna hangi cinsten ise ona ait sayılır. Eğer ikrar iki ayrı kişiye ise, istisna
hangi cinsten
ise ona ait sayılır. Eğer ikrar iki
ayrı kişiye ise, istisna asla geçerli
değildir.
Tatarhâniye.
Muhit'ten.
Eğer lehine ikrar yapılan iki ayrı şahıs ise. istisna mutlaka ikinci ma-la ait
sayılır. Meselâ, «Falan
kimsenin bende bin dirhemi, falanın da bende yüz dinarı vardır, ancak bir dirhem değil.» demesi
gibi. Bu
mese-lenin hepsi Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf'un görüşleri üzeredir. İmam Muhammed'e göre
ise, eğer ikrar bir kişiye ise istisna hangi cinsten
ise ona ait sayılır. Eğer ikrar iki ayrı kişiye ise,
istisna asla geçerli
değildir. Tatar-hâniye. Muhit'ten.
«Hangisi miktar bakımından çok ilh...» Eğer aynı
cinsten ise. Eğer farklı iki cinsten ise, meselâ,
«Falan kimsenin benim üzerimde bin dir-hemi vardır.» peşine
de «Hayır, bin dinarı vardır.» derse,
iki bini de
ödemesi gerekir. T. Özetle.
«Alacağım ilh...»
Hâvi-i Kudsî'nin ifadesi şöyledir- «Benim falan kim-sedeki alacağım falan
kimsenindir,
diyerek
ona kabz yetkisi vermese, bu o kimse
için bir ikrardır.» Hâmiş'te de böyledir.
«Teslimi gerekir, ilh...» Yani üzerinde borç
olmayan kimseye hibe etmek geçerli değildir. Ancak onu
kabza yetkili
kılarsa geçerli olur.
«Benim ismim ilh...» Bunun özeti şöyledir: İster kabza yetki versin, ister etmesin,
«Benim ismim
deyn kitabında ariyet olarak yazılıdır.»
dese, bu sözü geçerlidir. Nitekim Musannıfın fetvasında da
böyledir. Birinci görüşe göre hibe, ikinciye
göre ise ikrar olur. Onun o malı kendine iza-fe etmesi,
mülk izafesi değil, nisbet izafesidir. Nitekim sarih
de yukarıda bunu zikretti.
«Benim ismim deyn
kitabında ariyet olarak yazılıdır.» demesi
niçin şarttır? Onun nisbet izafesini
irade etmesine karine
olduğu içindir. İş-te bunun üzerine
de metnin ifadesi yorumlanır. O halde,
bunu ikrar
say-makta kapalılık kalmaz. Gecen asla
da açık bir karine bulunduğu için bu geçen
asla
da zıd olmaz.
Vehbâniye şerhinde
şöyle bir ifade vardır: «Kadın, «Benim kocam
üzerindeki mehir alacağımda bir
hakkım
yoktur. O, falan kimsenindir.» dese lehine ikrar yapılan da kadını tasdik etse, sonra kadın
kocasını mehinden ibra etmiş olsa, bazı âlimlere
göre, kocası borçtan kurtulur, bazı âlimlere göre
ise, koca borçtan "kurtulamaz. Ama en açık
olan, ko-canın borçtan kurtulmasıdır. Zira Merginanî,
bu ikrarın geçerli olmadığı-na işaret etmiştir. O
zaman, ibra tam mahalline rastlamış oluyor.»
Burada ise, izafenin mülk için olduğu açıktır. Çünkü kadının
mehri, başka kimsenin olamaz. Kadının
mehrini başkasına ikrar
etmesi kab-za yetki vermeden hibe olur. Kabzsız
hibe de geçerli değildir.
Musannıf bu
meseleyi çeşitli hibe meseleleri konusunda kapalı görmüştür. Hal-buki
Allah'ın yardımı
ile bu meseledeki kapalılığın
nasıl halledildiğini gör-dünüz.
«Zikrolunan
ilh...» Yani eğer,. «Benim ismim deyn kitabında ariyet
olarak yazılıdır.» demezse,
geçerli değildir.
HASTANIN
İKRARI BABI
METİN
Bu
hastalıktan kasıt, son ölüm hastalığıdır. Yalnız bunun tarifi, has-tanın boşaması bahsinde
geçmiştir. Vasiyetler bahsinde de gelecektir.
Hz. Ömer'in
uygulamasına göre hasta, varislerden
olmayan birisine borçlu olduğunu ikrar
ederse,
borcun malın
tamamından alınması gere-kir. Hastanın ikrarı borç
değil, bir mal olsa bu da yine borç
gibidir.
Ancak, ikrar ettiği borç veya malı hastalığında
temellük ettiği bili-nirse, o zaman malın tamamından
değil, üçte
birinden alınır. Musannıf bunu Muin
isimli kitabında da zikretmiştir.
İrs, ikrardan sonraya tehir edilir. Sağlığındaki mutlak borç ile de-lil veya hâkimin muayenesi
gibi
bilinen bir
sebeble ikrarda bulunanın hastalığı sırasında
sarfedilen birşey, ölüm hastalığındaki
ikrardan önde
gelir. Velevki, ikrar ettiği şey vedia
olsun.
İmam Şafiî'ye
göre ise, hepsi eşittir.
Bilinen
sebeb, müşahede edilen bir nikâh gibi teberru edilmeyen bir şeydir. Eğer nikâh, mehr-i misil
ile ise, geçerlidir. Eğer mehr-i misilden
fazla bir mehirle evlenmişse, nikâh caiz
olsa da ziyadelik
bâtıldır.
İnâye.
Yine, şahitler
huzurunda yapılan satışla itilâf da
ikrardır. Ölüm has-tası olan bir kimse borçlarının
bir kısmını
ödemek, bir kısmını da ver-memek gibi bir
hakka sahip değildir. Velevki, ödemiş olduğu
mehri ve
icare ücreti gibi olsun. Çünkü borçların hepsi onun elindeki mala taalluk
eder. Onlardan
salim olmaz. Ancak
iki meselede değil.
Müstesna olan
meseleler şunlardır: Hastalığı
sırasında karz olarak aldığı birşeyi ödemesi ve yine
hasta iken satın aldığı birşeyin bedelini nakit olarak ödemesi bunlardandır. Bürhan'da
olduğu gibi.
Hastalığındaki ödünç para alması ve hastalığında aldığı
şeyin be-deli ikrarı ile değil,
delille
biliniyorsa, müstesnadır.
Ama
hastalığında vereceği mehir ve ölüme
kadar ödemediği borç yukarıdakilerin aksinedir.
Bunlarda
diğer borçlarla eşîttir. Ancak eğer, satılan şey, satıcının elinde değilse, eşit
olurlar. Ama
eğer satıcının elin-de ise satıcı o zaman diğer
varislerle eşit değil, mebîin bedelini almaya daha
haklıdır.
Hasta önce
bir borcu, sonra da diğer bir borcu ikrar etse, eğer o borçların
ikisi de hastalık ve sağlık
gibi
durumlarda eşit iseler, o zaman onların ödemesi de eşittir. Ama eğer önce bir borç olduğunu,
sonra da bir
vedia olduğunu ikrar etse, veya bunun aksine önce vediayı, son-ra
borcu ikrar etse,
eğer borç ile vedianın sıhhat ve hastalık durumları eşit ise,
o zaman vediayı vermek her iki
şekilde
de daha
uygundur.
Eğer akrabası değilse borçlu olan hastanın
borçlusunu ibra etmesi caiz değildir. Ama borçlu varisi
ise, mutlaka caiz olmaz. Hasta, başka birisine ister borçlu olsun, ister olmasın, sonuç
değişmez.
Bunun
sıh-hatinin, hilesi şudur: Hastanın
«Benim onun üzerinde hiçbir hakkım yok-tur.» demesidir.
Nitekim bunu
Musannif, «Benim şu isteğim üzerinde hiçbir şeyim yoktur.» demesi, -ki
bu söz hem
varisi hem de
başkasını içine alır- diyâneten değil, kazaen sahihtir.»
sözüyle de ifade etmiştir,
Bununla
ahiretteki değil dünyadaki mutalebe kalkar. Hâvi. Ancak bu sözü ile mehirden kaçınamaz.
Bezzâziyye.
Çünkü, mehrin
üzerinde olduğu açıktır. Ama kızın
hastalığındaki, «Falan şey
babamın veya
annemindir,
benim onda hakkım yoktur.» sözü veya «O ariyet olarak benim yanımda
idi.» sözü
geçerlidir. Kocasının bu 'konudaki davası da dinlenmez. Nitekim bu Eşbâh'ta da açıklanmıştır.
İZAH
«Yalnız
ilh...» Hindiyye'de şöyle denilmiştir:
«Ölüm hastalığı, bir kimsenin ihtiyaçlarını karşılamak
için bile dışarıya çıkamayacağı hasta-lıktır. Sağlam olan görüş de budur.»
İsmâiliye'de
de şöyle denilir: «Bir kimse hastadır ama, bazan soka-ğa çıkar kendi işlerini görür. Bu
hastalık ölüm
hastalığı değildir. Böyle
bir hastanın hastalığında yaptığı
teberrular malının üçte
birinden
değil, tamamından ödenir. Böyle bir
hasta varisine birşey satsa veya
hibe etse, diğer
varislerin
icazet vermeleri gerekmez.»
«Malın mamamından alınması gerekir ilh...» Şu kadarı var ki, ala-caklı yemin eder. Nitekim Tahkim
babından
hemen önce de bu mesele geçti. Bunun misli Eşbâh'ın Kaza
bahsinde mevcuttur.
Asi adlı kitapta da şöyle denilmektedir: «Kişi hastalığında varis ol-mayan birisine borçlu olduğunu
ikrar etse, bu borcu bütün malını kap-sasa dahi, caizdir. Ama eğer, hastalığında varislerden bir
tanesine
borç-lu olduğunu ikrar ederse, bu ikrarı geçersizdir. Ancak, diğer varisler de lehine ikrar
yapılan varisi
tasdik ederlerse, ikrar bâtıl değildir.»
Câmiu'l-Kebîr
ve başkasının özet olan muteber kitaplarının hepsinde böyledir. Şu kadarı var ki,
Fusûl-i
Imâdiye'de şöyle bir ifade vardır: «Has-tanın varisine ikrarı, ne hikâye ve ne de başlangıç
bakımından caiz de-ğildir. Bir yabancıya ise malının
hepsinden hikâye olarak ikrarı caizdir.
Başlangıç bakımından da üçte birinde caizdir.»
Ben derim ki: Fusûl-i İmâdiye'de geçen ifade meşayihin mutlak zik-rettiğine aykırıdır.
Bunların
arasını birleştirmeye ihtiyaç vardır. Uygun
olan, meşayihin mutlak zikrettiği ile
Fusûl-i İmâdiye'de
zikredilen ifa-denin arasını şöyle birleştirmektir: Başlangıçtan
maksat, şekli ikrar şek-linde
olandır.
O da gerçekte temlikin başlangıcıdır. Yani herhangi
bir yolla, hastanın ikrar ettiği şey
hastanın
mülkü olduğu
bilinmelidir.
Hasta, kendisine müdahale edilmemesi veya varislerin
hased ederek bir eziyette bulunmamaları
için
verdiğini ikrar suretinde söylemiş
ola-bilir. Nitekim böyle şeyler de vakidir.
İnsan bir fakire
birşey verdiği za-man halkın arasında ona karz
olarak vermiş gibi verir. Yalnız kalınca da ona hibe
eder. Hikâye
olarak ikrar da, gerçek ikrar
sayılır. İşte bu farkla yüzyılımızın
araştırıcı âlimlerinden
bazıları cevap vermişlerdir. Bu âlim de Allâme Makdisî'dir. Nitekim Remlî'nin Fusûleyn
haşiyesinde
de böyledir.
Ben derim ki: Bizim zikrettiğimiz farkın sıhhatine Kınye adlı eserin sahibinin açıkça zikrettiği de
şehadet eder. Hasta olmayan bir kimse babasının zilyedliğinde olan bir kölenin falan' kimsenin
olduğunu
ikrar etse, sonra da baba ölse. ikrar
eden oğul hasta olsa, o zaman o köle oğulun malının
üçte birinden
çıkarılmasına itibar edilir. Çünkü
onun ikrarı oğulun ölmesi veya ölmemesi ile bâtıl
olur veya babanın ölüp ölmemesi ile geçerli kılınır. Çünkü bu tereddütlü bir ikrardır. O zaman
hastalıkta
yapılan ibtidai bir ikrara benzer. Üstadımız, «Bu ifade, «Hasta elindeki bir malı bir
ecnebiye
ikrar etse, onun ikrarı, hastalığı zamanında temlik etmediği bilinirse
malının hepsi
hakkında geçerli olduğuna has gibidir. Ama eğer onu
hastalık halinde temlik ettiği bilinirse onun
ikrarı ancak malının üçte biri hakkında
geçerli olur.» dedikten sonra, «Bu ifade ma-na bakımından
daha
güzeldir.» demiştir.
Ben derim ki: Üstad, «Mana bakımından daha güzeldir»
demiştir. Zira, rivayet bakımından
Câmiü'l-Kebir'in
muhtasarlarındaki fakihlerin zikrettiklerine aykırıdır, o halde, hastanın varisinden
başkasına ikrarı mutlaka geçerlidir. Velevki, ikrarı malının hepsini içine alsın. Allah daha iyisini
bilir.
Muînü'l-Müfti.
Şeyhlerimizin
şeyhi Molla Ali de uzun bir ifadeden
sonra şöyle demektedir: «Bize metin
ve
şerhlerde
yazıyla ulaşan, hastanın yabancıya ikrarı geçerlidir. Velevki malının hepsini içine alsın.
Bu ikrar da ister deyn ile, ister ayn ile olsun. Metinler
çoğunlukla zahiri rivayet üzere gi-derler.
Bahır'da
Fevaid kazaları, babında şöyle
denilmektedir: «Tercihte, ihtilâf edilirse, metinlerdeki
mutlak
ifadeler diğer ifadelere tercih edilir.»
«Ziyadelik bâtıldır ilh...» Yani eğer
varisler caiz görmezlerse ziyadelik
bâtıl olur, demektir. Çünkü o
ziyadelik, varis olan zevcesine vasiyettir.
Bu vasiyet de varislerin iznine bağlıdır.
«Bir hakka sahip değildir ilh...» Yani hasta
için bu hak yoldur. Bu ifade ediyor ki, sıhhatli olan bir
kişi, borçların bir bölümünü ödeyip de bir bölümünü
ödemese bu geçerlidir. Nitekim Nihâye'nin
Hicir
bahsinde de geçmiştir. Serh-i Mültekâ.
«Onlardan salif olmaz ilh...» Yani sağlığındaki
alacaklıları onun vereceği mehirle kira ücretine
ortaktırlar.
Çünkü nikâh ve oturduğu bina dan meydana gelen şeyler ona elverişli değildir. Bunlar,
sağlığındaki borç ettiği kimselerin hakkına taallûk eder. O zaman eğer ölüm hastalığındaki
mehirle
kira ücretini ödemiş olsa, alacaklıların hakkını ibtal etmis olur. Ama bundan sonra
gelecek olan
bunun
aksinedir. Zira elinde hâsıl olan hakten ödediği kadardır. Alacaklıların
hakkı ise, terekenin iki
mesele sureti ile değil terekenin manası ile
tallûk eder. Ona ödediği naktin nısfı kadar hâsıl
olduğu
zaman artık o
alacaklıların hakkını
fevtetmiş sayılmaz. Kifâye.
«Önce bir borcu ikrar etse ilh...» Bir varise borçlu
olsa, onun da kabzını ikrar etse, o ikrarı caiz
değildir.
İster o borç sağlığında olsun, ister hastalığında ve ister hastanın üzerinde
borç olsun, ister
olmasın. K.
T. N. T.
Kadın kocasının mehrinin kabzını ikrar etse, sonra onun
zevcesi ve-ya iddetlisi olarak ölse,
o
kadının ikrarı caiz değildir. Eğer ikrar
etme-se, yani koca kadını
duhûldan önce boşasa, kadının
ikrarı caizdir. C. G. Fusûleyn. Kadı Abdülcebbâr Ülâtâcirin.
Bir hasta
ölüm hastalığında, «Dünyada benim
hiçbir şeyim yoktur.» dedikten sonra ölse, varisleri
karısı ve
kızını müteveffanın terekesinden
hiçbir şey bilmediklerine dair
yemin teklif edebilirler.
Esrar. Necmeddin.
Kadın kocasını ölüm hastalığında mehrinden ibra etmiş
olsa, bu di-ğer varislerin icazetine bağlı
bulunur.
Fetâv-yi Silbî. Hâmidiye.
Hâmiş'te de böyledir.
«Vediayı vermek her
iki şekilde de daha uygundur,
ilh...» Zira ve-diayı ikrar ettiğinde,
o vedianın
onun
terekesinden olmadığı anlaşılmış olmaktadır. Sonra deyn ile ikrar etmesi,
terekeden olmayan
birşeyle
meşgul olmadığından vediayı vermek
daha uygun olur. Bezzâziyye.
«Borçlusunu
ibra etmesi ilh...» Musannif burada hastayı borçlulukla takyid
etmiştir. Bundan
maksadı, borçlu olmayan kimseden kaçınmak içindir. Zira hasta haklarından
yabancı birisini ibra
etse, terekesinin üçte birinden geçerli olur.
Cevhere'de olduğu gibi. Sâyıhânî.
BİR SONUÇ:
Birisi hastalığında birşeyi
ikrar etse, sonra da, «Ben onu sıhhatli olduğum sırada da
söylemiştim.» dese, onun bu ikrarı
has-talıktaki ikrarı gibidir. Eşbâh.
Bezzâziyye'de, Mültekâ'dan naklen şöyle denilmiştir: «Hastalığında, «Ben
kölemi falan kimseye
satmış ve
parasını da sağlığımda almıştım.» dese, müşteri bu ikrarı
tasdik etse, hasta olan ikrarda
bulunanın
sözü, sa-tışta tasdik edilir. Semenin kabzında ise, ancak malının üçte birinden tasdik
edilir.»
Nûru'l-Ayn'da,
Hülâsa'dan, ondan önce de Hâniye'den
şu nakledil-miştir: «Hasta, falan kimseyi
sağlığında
borcundan ibra ettiğini ikrar et-se, caiz değildir. Çünkü ölüm hastalığındaki
hasta
alacaklarını hastalı-ğında ibraya mâlik değildir. Bunun gibi, geçmişte ibre ettiğini söylemesi de yine
geçerli değildir. Ama,
bir şeyi kabzettiğini ikrar
etmesi bunun ak-sinedir. Çünkü hastalığında da
birşeyi
kabzedebilir. O halde, onun kabz ile ikrarı sahihtir.»
Daha sonra bu meselede iki rivayet
olduğu söylene-rek şöyle denilmektedir: «Bunlardan birisinin sehv olması gerekir.
Açık olan,
Hâniye'deki ifadenin daha sağlam
olduğudur.»
«Akrabası değilse
ilh...» Ancak, varis o yabancıya
kefil olsa da yine caiz değildir.
Çünkü kefil, asilin
berâetiyle borçtan kurtulur. Câmiü'l-Fusûleyn.
Ama
hastalığında borçludan alacağını tamamen aldığını söylese, sö-zü tasdik edilir. Nitekim bu
mesele Velvâliciye'de
de ayrıntılı olarak geç-miştir.
«Mutiaka caiz değildir ilh...» Bu borçlu, ikrarda
bulunana ister asa-leten borçlu olsun, ister
kefâleten.
İbranın ikrarı caiz olmadığı gibi onu
kabzetmek, onu başkasına havale etmek de caiz
olmaz.
Fusûleyn.
Hâmiş'te de şöyle
denilmiştir: «Hasta, karısı Hind'de hiçbir hakkı olmadığını
söyleyerek bütün şer'i
haklardan
onun zimmetini ibra ettiğini ikrar etse, sonra ölse, Hind'in zilliyetinde onun birçok malı
olsa, Hind'in
zimmetinde borç da olsa, varisler hastanın tekrar ve ibrasına icazet vermeseler, onun
ikrar ve
ibrası geçerli olmaz.» Hâmidiye.
«Hem vârisi
ilh...» Bu mesele Câmiü'l-Fusûleyn'de açıkça zikredil-miştir. Zira, Fusûleyn sahibi şöyle
demektedir: «Hastanın varislerden birisi üzerinde alacağı olsa, onu ibra
etse, caiz değildir. Ama,
«Benim sende hiçbir şeyim yoktur.» dese ve sonra ölse,
kazaen -diyâneten de-ğil- bu ikrarı
caizdir.»
Uygun olan, şöyle denilmesiydi: Diğer varis
de ikrarda bulunanın ik-rarında
yalancı olduğunu iddia
etse, lehine ikrar yapılan ikrarda buluna-nın ikrarında yalancı olmadığına dair yemin
teklif edebilir.
Bu da Ebû
Yusuf'un kendisiyle fetva verilen
görüşü üzeredir. Nitekim bu mesele, İs-tisna babından
hemen önce geçmiştir.
Bezzâziyye'de şöyle denilmiştir: «Ölen kimsenin
yanında birçok ve-dia ve borç olduğu
iddia edilse,
istekte
bulunan gizlice az bir mal üze-rine sulh yapsa, ama dışa karşı
davalıda hiçbir hakkı
olmadığını
ikrar etse, bu da davacının hastalığında olsa, sonra davacı ölse, varis, murisinin falan
kimse üzerinde çok malı olduğuna dair delil getirse,
murisin borçlu ve yanında birçok vedia
olduğunun
iddia edilmesinin kendisini miras-tan mahrum bırakmak maksadına matuf
olduğunu
söylese, varisin da-vası dinlenmez. Ama
davalı, davacının varisi olsa, zikredilen
aralarında aynen
cereyan etse,
diğer varisler de babalarının bu ikrarla kendilerini
mirastan mahrum etmeyi
kasdettiğine
delil getirseler, onların davası din-lenir.»
Uygun olan, bizim meselemizde de böyle olmasıdır. Şu kadarı var ki,
Eşbâh'ta bizim meselemizle
Bezzâziyye'de zikredilen iki meselenin
ayrı olduğu söylenmiştir. Çünkü Bezzâziyye'deki
meselede
dava,
ikrar-dan önce gelmiş, ikrarla birlikte de az bir mal üzerine sulh
yapılmıştır. işte bundan ötürü
bu meseleye
töhmet girmektedir. Halbuki bizim
sözümüz, töhmete delâlet edecek bir kârine
olmayan bir
mesele üzerinedir.
Ben derim ki: Zamanımızda birçok ikrar yapan, varislerini tereke-den mahrum etmek için
varislerden
bir tanesine borçlu olduğunu ikrar etmektedir. Buna da çok açık karineler delâlet
etmektedir. İşte bundan ötürü onların murislerinin yalancı
olduğu şeklindeki davaları dinlenir ve
onların
lehine ikrar yapılan üzerine hakkın kâim olması için delilleri de kabul edilir. Bundan ötürü
Sâyıhânî,
«Metinde geçen ifadeden anla-şılan, ikrar ve ibradır. Bunların her ikisi de
varis için sahih
değildir.
Bü-tün metin ve şerhlerde de böyledir.» demiştir.
O halde bu
ikrar ve ibraya itibar edilmez.
Zira itibar edildiği takdirde, diğer varisler hile ile mirastan
düşürülmüş
olur.
«Kazaen sahihtir, ilh...» Bu mesele Dava bahsinden önce fer'î meselelerde geçmişti.
«Eşbâh'ta da bahsedilmiştir ilh...» Ben derim
ki, Eşbâh sahibine, asrının âlimleri karşı çıkarak
metinde geçen
meselenin geçerli olmadığı-na dair
fetva vermişlerdir. Ona karşı çıkanlar arsında
İbni Abdülâli, Makdiî, Musannıfın kardeşi,
Hâmutî ve Remlî de vardır. Hâmevî de Eşbâh sahibinin
söylediğine, geçen âlimlerden naklen
bir reddiye yazmıştır.
Remli'nin
zikrettiğinin özeti şudur: «Ben derim ki, onun «Onun üze-rinde bir şey yoktur.» kavli, asıl
olan zimmetin
borçtan hali olmasına uygundur.
Yalnız bu ikrar değildir. Belki bu. Zeyd'in
zilliyetinde
olan bir
şeyin Zeyd'in olduğunu itiraf etmek
gibi olur. O zaman da burada töh-met kalmaz. Bunun
misli, kızın, «Babam üzerinde annesinin terekesinden
birsey
yoktur» ve kadının, «Kocam üzerinde
mehirden
hiçbir hakkım yok-tur.» sözleridir. Ama buradaki mesele yukarıda naklettiklerimin
aksine-dir.
Zira o kızın elinde olan bir şeyde ikrar etmesi seksiz varisin
mülkü olduğunu ikrar
etmektir.
Çünkü mülkiyete delâlet edecek en uzak de-lil zilliyettir. Öyleyse töhmet nasıl yok olur ve
ikrar nasıl geçerli
olur? Bütün nakiller de şunu
açıkça söylerler ki, ikrarda bulunanın şeyi ik-rar
etmesi, deyn
ile ikrar etmesi gibidir. O zaman, sağlam sonuç sahih kavle
göre, mehirde de sahih
değildir.
Bununla beraber asıl da zimme-tin beraetidir. Artık
ikrar nasıl sahih olur ki, mülk zilliyet ile
müşahede edilmektedir. Ama şöyle olursa geçerli olur: Eğer kızın babasının mül-kü olduğunu ikrar
ettiği emtia
babının elinde olur. Bu ikrarın sahih ol-duğunda ihtilâf yoktur.»
METİN
Hasta yalnız varisine veya bir yabancı ile birlikte
bir mal veya deyn ikrar ederse, bu ikrarı
bâtıl olur.
İmam Şafiî
buna muhalefet etmiştir. Bu husustaki delil, «Varise vasiyet ve deyn
ile ikrar yoktur.»
hadisidir.
Ancak diğer
varisler onun ikrarını tasdik ederlerse veya başka bir varisi yok ise ikrarı geçerlidir.
Ancak başka hiçbir mirasçısı olmadığı halde
zevcesine veya zevcesinin ona ikrar
etmeleri
geçerlidir. Ama
bu ikisinden başka varis varsa, bunlar zevi'lerhâmdan da olsa, belirli his-seye veya
red yoluyla
terekeye varis olurlar. O zaman
artık vasiyete ih-tiyaç, kalmaz. Şurunbulâlîye.
Şurunbulâli'nin,
Vehbâniye şerhinde şöyle denilmektedir: «Varisi ol-mayan
bir kimse birşeyi
vakfettiğini
ikrar etse, eğer vakfettiği köprü
gi-bi amme hizmetine tahsis edilecek birşey ise sultan
veya naibinin tas-diki ile o ikrarı geçerlidir. Yine vakfı da geçerlidir.» Burada Tarsusî'nin zanna
düştüğü
konusunda görüş ayrılığı vardır.
Hastanın
varisi üzerindeki deyni kabzettiğini veya kasbedileni veya rehin ettiğini veya varisinin
kölesi veya
mükâtebi üzerindeki deynini kabzettiği ikrarı da sahih değildir.
Çünkü, köleye verilen
şey onun
efen-disine ulaşır.
Hasta böyle
ikrar etse, sonra iyileşse,
sonra ölse, bu yapmış olduğu ikrarların hepsi geçerli
olur.
Çünkü ikrar
ettiği hastalık, ölüm hastalığı değildir. İhtiyar.
Lehine ikrar yapılan
ölse, sonra da ikrarda bulunan ölse, lehine ik-rar yapılanın mirasçıları aynı
zamanda
hastanın da varisleri ise, ikrarda bulunanın yabancıya olan
ikrarı gibi bu ikrarı da caizdir.
Bahır.
Seyrefiye' den naklen bunun açıklaması ileride gelecektir.
Hastanın,
varisinin kendisinde bir vediası
olduğunu ve o vediayı telâk ettiğini
ikrar etmesi caizdir.
Bunun şekli
şöyle olur: «Şu varisimin bende bir
vediası vardı, onu istihlâk ettim.»
Cevhere.
Sonuç olarak, ölüm hastasının bir mirasçı lehine
yapacağı ikrar, diğer varislerin icazetine bağlıdır.
Ancak Eşbâh'ta zikredilen üç me-sele
müstesnadır.
1) Bir şeyin
emânet olduğunu ikrar etmesi.
2) Anne ve babası üzerinde hiçbir hakkının bulunmadığını ikrar et-mesi,
3) Belli bir
malın anne veya babasına ait
olduğunu ve kendi ya-nında vedîa
olarak bulunduğunu
ikrar etmesi bunlardandır. Ancak bu sonuncunun geçerli
olması için, malın anne veya babasını
mülkü
olma-dığına dair kârine bulunmamalıdır.
Bu konunun
tamamı Eşbâh'tadır.
Ölüm
hastalığında varisine birşey ikrar
etse, derhal teslim edilme-sini emreder. Eğer teslim
etmeden
ölürse, onun ikrarı reddedilir. Bezzâziyye.
Kınye'de şöyle denilmiştir: «Hastanın tasarrufları geçerlidir. Bunlar
ancak onun ölümünden sonra
bozulabilir.»
Buradaki varisten maksat, ikrar tarihindeki veraset değil, ölümden
sonraki verasettir.
O halde, bir kimse kardeşine
birşey
ikrar etmiş olsa, sonra da bir oğlu olmuş bulun-sa, ölümden
sonra kardeşi varis olamayacağı için ikrarı geçerlidir.
Ancak, ölüm sırasında evlenmek
veya muvâlât akti yapmak gibi yeni bir sebeble ikrarı caizdir.
Meselâ, bir kimse yabancı bir kadına bir şey ikrar etse, sonra onunla evlense, o ikrarı geçerlidir.
Ama bunun
ak-sine küfür gibi, bir nedenle onun
verasetinden menedilen bir kardeşine birşey ikrar
etmiş olsa, o kardeşinin yeniden müslüman olmasıyla
o en-gel ortadan kalksa, ona yapmış
olduğu
ikrar geçerli olmaz. Çünkü onun mirasçılığı yeni bir sebeple değil, eski
bir sebeble idi.
Yabancı bir
kadına ölüm hastalığında birşeyi hibe etmesi veya ona birşey vasiyet etmesi, sonra
onunla
evlenmesi halinde o hibe ve vasiyeti geçerli olmaz. Çünkü vasiyet
ölümden sonra temliktir.
Adı geçen kadın ise ölümden sonra mirasçıdır.
Bir kimse
ölüm hastalığında, «Ölen kızım üzerinde on dirhem ala-cağım
vardı, onu tamamen
almıştım.» diye
ikrar etse, oğlu da bunu in-kâr etse, babanın ikrarı geçerlidir. Çünkü
ölen kimse
varis
değildir. Nitekim adam, ölüm hastalığında karısına borcu olduğunu ikrar etse,
son-ra da karısı
ondan önce
ölse, adam da varis kalmış olsa,
adamın ikrarı geçerlidir. Âlimlerden
Bedîüddin bu
ikrarın geçerli olmadığını söylemiş-tir.
Bir kimse
ölüm hastalığında bir varisine ve bir yabancıya
borcu ol-duğunu ikrar etse, bu ikrarı
geçerli değildir. İmam Muhammed buna kar-şı çıkmıştır.
İmâdiye.
Nesebi meçhul olan, bir yabancıya birşey ikrar etse, sonra o yaban-cının kendi oğlu olduğunu
ikrar
etse, yabancı
da onu tasdik etse, onun nesebi hâmile kalma
vaktine dayanılarak sabit olur. Eğer
nesebi sabit olursa, ikrarı bâtıl olur. Ama eğer hamile kalma
vaktine dayanılarak ne-sebi sabit
olmazsa,
yani, oğlu olduğunu ikrar ettiğinde onu tekzib
eder-se veya ikrardan sonra nesebi
başka
birisine sabit olsa, ikrarı geçerli olur.
Bunları Şurunbulâli, Yenabî'ye dayanarak söylemiştir.
Bir kimse, ölüm hastalığında üç boşama ile boşadığı
kadına birşey ikrar etse, o kadına mirastan
veya alacaktan
hangi meblâğ daha az ise, bu ikrar hükmüyle verilir. Terekeye ortak
olmaması için
miras
hükmüyle verilmez. Kadın iddeti içinde olur
ve onu kocası kendi arzusu ile boşamışsa hüküm
böyledir. Eğer kadının iddeti dolmuş bulunursa,
ona ikrar edi-len şey, töhmet
bulunmadığı için ona
verilir.
Ancak, koca karısını,
onun isteği üzerine değil, kendi isteği ile boşamışsa iddette ise, o
kadına
onun
mirasından isabet eden verilir. An-cak ikrarı geçerli değildir.
Çünkü kadın o zaman varistir. Bu
meseleyi
meşayihin çoğu bu babta zikretmemişlerdir.
Çünkü talâk babında bu mesele acıktır.
Doğduğu veya
yaşadığı yerde nesebi bilinmeyen bir çocuğa birşey ikrar etse,
o çocuğun onun oğlu
olma ihtimali
kuvvetli
olsa, sonra o çocuğun kendi oğlu olduğunu ikrar etse, çocuk mümeyyiz ise
ve onu tasdik
ederse, -eğer mümeyyiz değilse zaten tasdikine gerek
yoktur- o zaman onun nesebi
sabit olur.
İkrarda bulunan hasta bile olsa, hüküm böyledir. Çocuk diğer varislere verasette ortak
olur.
Eğer bu
şartlar olmazsa, o zaman ikrarda bulunan mal üzerinde
hak iddia edileceği için sorumlu
tutulur.
Nitekim, bir kimse, başkasının ken-di kardeşi olduğunu ikrar edince
de sorumlu olur.
Yenâbiye'den nak-len. Şurunbulüliye'de de böyledir.
İZAH
«Yabancı île
birlikte ilh...» Nûru'l-Ayn'da şöyle denilmiştir: «Varis-le bir yabancıya müştereken
borçlu
olduğunu ikrar etse, Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf'a göre o borcun ortaklığında ister ikrarda
bulunanı
tekzib, is-ter tasdik etsinler, ikrar geçersizdir.
İmam Muhammed'e göre ise, yaban-cının
hissesinde ikrar caizdir.
Eğer yabancı, varisin ortak olduğunu in-kâr ederse
yine hüküm böyledir.
Bunun aksi ise, İmam Muhamed ta-rafından zikredilmemiştir.
Bunun aksinin geçen ihtilâf üzerine
olduğunu söylemek caizdir.
Doğru olan, İmam Muhammed'in görüşüne
göre de caiz olmamasıdır.
Nitekim Ebû
Hanîfe ile Ebû Yusuf'un görüşleri de
böy-ledir.
«Vârisler tasdik ederlerse ilh...» Yani
ölümünden sonra varisler tasdik ederse ikrar
geçerli olur.
Ölümden
önceki icazetlerine itibar edil-mez. Hidâye sahibi her ne kadar bunun zıddına işaret
etmişse de sonuç değişmez. Hizanetü'l-Müftîyyîn.
Ta'miye'de şöyle denilmiştir: «Vârisler, hastanın sağlığında varisle-rinden birisine bir mal ikrarını
tasdik ederlerse, hastanın
ölümünden son-ra varislerin tasdikine
ihtiyaç kalmaz.» Ta'miye bunu
Miskin'in haşiyesi-ne
dayandırarak şöyle demiştir: «O halde
icazet tasdik gibi değildir.»
Sarih de,
Fuzulî babında: «Hastanın varislerine sattığı varislerin ica-zetine bağlı olur« demiştir.
Hülâsa'da şöyle
denilmiştir: «Hastanın hastalığında varise birşey satması geçerli değildir. Ancak
varisleri
icazet verirlerse, geçerli olur. Sağlam olan görüş de ancak
budur. İmameyn'e göre caizdir.
Şu kadarı var
ki, eğer o satışta bir aldatma veya müsamahalı davranma
varsa, alıcı malı geri
vermekle
satış bedelini tamamlama konusunda muhayyer-dir.» Sâyıhânî.
«Zevcesine
ilh...» Yani başka vârisi yoksa, ölüm
hastası olan ko-canın kendi karısına
vasiyeti
geçerlidir. Şurunbulâliye'de olduğu gibi.
«Bu ikisinden
başkasında ilh...» Bir kimse ölüm
hastası iken zilyedliğindeki bir yerin
vakıf olduğunu
ikrar etse. bakılır:
Eğer kendi ta-rafından vakfedildiğini
ikrar ederse, sülüs üçte birden sayılır.
Nitekim
hasta, kölesinin azadını ikrar etse veya bir başkasına tasadduk ettiğini ikrar etse,
bunlar da
üçte birden
sayılır.
Eğer başka bir kimse
tarafından vakfedildiğini ikrar
ederse, o veya onun varisleri tasdik ederlerse,
caiz olur.
Ama yerin vakıf olduğunun ikrar ettiği halde onun kendisi tarafın-dan mı, başkası tarafından mı
vakfedildiğini
söylemezse, o zaman o yer terekenin üçte birinden sayılır. İbni Şıhne. Hâmiş'te
de
böyledir.
«Tarsusî'nin zannettiği ilh...» Tarsusî şöyle demiştir: «Sultan tasdik etse bile yine üçte birden
sayılır.» H.
Hâmiş'te de böyledir.
«Deyni kabzettiğini ilh...» Hâniye'de şöyle
denilmiştir: «Hastanın ölüm hastalığında varisindeki
alacağını veya
varisinin kefilinde olan ala-cağının kabzını ikrar etmesi geçerli
değildir. Ama, bir
yabancının alaca-ğını tamamen kabzettiğini ikrar
etmesi geçerlidir.»
Bunda asıl kaide şudur: Eğer yabancıya deyni
sağlığında verdiği sabit olursa, hastalığında
onu
kabzettiğine
dair ikrarı caizdir. Velevki, onun üzerinde
belli bir borç olsun. Kabzını
ikrar ettiği ister
malın seme-ni olsun, ister mehir veya bir sulh bedeli olsun, sonuç değişmez.
Ama eğer bu
deyn hastalık sırasında olmuşsa ve üzerinde de belli bir borç varsa veya şahitler
önünde o deyn vacib olmuşsa, o zaman bakılır:
Eğer kabzını ikrar ettiği deyn bir
malın semeni ise,
onun ikrarı sağlığındaki alacakları hakkında caiz değildir. Nitekim Sâyıhânî. bunun benzerini
Bedâyi'den nakletmiştir.
Ama eğer, kabzını ikrar ettiği deyn, sattığı
bir malın semeni değil-se, üzerinde belli bir borç da
olsa,
ikrarı caizdir. Câmiü'l-Fusûleyn.
Câmiü'l-Fusûleyn'de
şöyle denilir: «Bir kimse hastalığında
bir şeyi kıymetinden yüksek bir fiyatla
satsa ve
semenini kabzettiğini ikrar etse, onun ikrarı tasdik edilmez. Ebû
Yusuf'a göre alıcıya: «Ya
satışı boz
ve-ya malın kıymetini bir defa daha öde» denilir. İmam Muhammed'e göre
ise, müşteri
kıymeti
kadarını öder veya satım akdini bozar.»
BİR UYGULAMA
MESELESİ:
Hasta,
varisine veya başkasına bir borcu olduğunu ikrar etse, son-ra iyileşse, onun o borcu, sağlıklı
zamanındaki
borcu gibidir.
Bir kimse
varisine birşey vasiyet etse, sonra iyileşse, onun vasiyeti geçersiz olur. Câmiü'l-Fusûleyn.
Tatarhâniye'de,
Natıfî'nin Vâkıât adlı eserinden naklen şöyle denil-miştir: «Bir kadın kocasına zarar
vermek
maksadıyle malının bir bölümü-nün oğlunun veya
kardeşinin olduğuna şahitler edinse,
veya bir şahıs diğer çocuklarına
zarar vermek maksadıyla malının bir
bölümünün bazı çocuklarına
ait olduğuna
şahit tutsa, şahitler de bunu bilseler, onlara düşen görev, şahitlik yapmamalarıdır.»
Allâme Birî.
Buna kıyasla
uygun olan şudur ki, hâkim de eğer bunu biliyorsa,
hükmetmemesidir. Ebussuud'un
Eşbâh ve
Nezâir üzerindeki haşiyelerin-de de böyledir.
«Hastanın da
varisleri ise ilh...» Meselâ
bir kimse, oğlunun oğluna
birşey ikrar etse, sonra da lehine
ikrar yapılan
kimse ölse, işte bu, le-hine ikrar yapılanın varisi olan babası, hastanın da varislerinden
oldu-ğu için
bu ikrar caizdir.
«Şekli şöyledir
ilh...» Bu mesele, Velvâliciye'de açıklanmış, ama bu şekiller beyan edilmemiştir.
Eşbâh'ta da
bu belirtilmiştir.
Câmiü'l-Fusûleyn,
bu meselenin şeklini yazmıştır:
«Babasına, ba-basının hastalığında veya
sağlığında şahitler huzurunda vedia olarak bin dirhem verse babası ölüm sırasında o vedianın
helak
olduğunu ik-rar etse, tasdik olunur. Zira, sükût etse ve ölse, ne yaptığı da bilinmese, o vedia
onun malından
olur. Bunu telef etmesindeki ikrarı daha uy-gundur.»
Sonuç olarak, burada ikrarın dayanağı mutlak bir vedia değil, bili-nen bir vedianın
istihlâki ile
ilgilidir.
«Sonuç olarak ilh...» Bu açıklama Eşbâh'a muhalefet vardır. Eşbâh'ın ifadesi şöyledir:
«Varise
birşey ikrar
etmek, ister malla, ister nakit pa-ra ile ilgili olsun, ister
ondan kabz olsun, ister onu ibra
olsun, diğer
va-rislerin icazetine bağlıdır. Ancak
üç mesele müstesnadır. 1. Bilinen bir vedianın
telef
olduğunu ikrar etmek, 2. Yanında olan vedianın kabzını ikrar etmek, 3.
Vekâletiyle varisinin
borçludan
kabzettiğini ikrar etmek. Camiin telhisinde de böyledir. Uygun
olan, emânetlerin, ne türlü
olursa olsun,
şirket veya ariyet malı bile olsa,
ikrarını da yukarıdaki ikinci me-seleye ilhak etmektir.
Bunların
hepsinde varislerin bazısını bazısına ter-cih etmek söz konusu değildir.»
T.
Fetâvâ-yı İsmaili'de
şöyle denilmiştir: «Bir kimse ölüm hastalığın-da, yanındaki emtianın kendi
kızına ait olduğunu,
kendisinin onda bir hakkı olmadığını ikrar etse ve şer'an
kızının o mallarda hak
sahibi
oldu-ğunu söylese, bu mallar da onun
zilliyetinde ve onun mülkiyeti de
açık olsa,
hastalığında
da ölse, bunun bu ikrarı bâtıl olur mu? El-Cevap: Araş-tırıcı
âlimlerin güvendiği görüşe
göre evet,
bâtıldır.»
Hâmidiye'de
deşöyle bir ifade vardır: «Bir kimse hastalığında karısı
Hind'in yanında hiçbir hakkı
olmadığını
ikrar etse ve hanımının zimmeti-ni bütün şer'î haklardan ibra etse, o hastalığının
sonucunda ölse,
karısı ile başka varisleri de
olsa, Hind'in zilliyetinde de onun
birçok malı olsa,
bununla
beraber adamın Hind'de alacağı da olsa, varisler bu ikrara
icazet vermeseler, bu ikrar
geçerli olur mu? El-Cevap: Hâl böyle ise bu ikrar geçerli değildir.»
«Şu şey
ilh...» Bahır'ın Kaza kitabının
müteferrik meseleler bahsin-de şöyle denilir: «Bir kimse,
«Falan kimse üzerinde benim hiçbir şeyim yoktur.»
dese, sonra da onda malı olduğunu iddia
ederek ona yemin
teklif etmek istese, o kimse yemin etmez. Ebû Yûsuf'a göre örfe
uyarak yemin
eder. Dava
kitabının sonunda çeşitli meseleler bahsinde,
«Fetva Ebû Yusuf'un kavli üzeredir.»
denilmiştir.
Harezm uleması da bunu ter-cih etmişlerdir.
Şu kadarı var ki, fakihler, «O malı ikrarda
bulunanın
va-risi iddia ederse.» meselesinde iki
görüşe ayrılmışlardır. Bezzâziyye'de bu
görüşlerden
hiçbirisi tercih edilmemiştir. Sadrı Şehîd, yemin teklif etme konusunda, «Hâkimin
reyine başvurulur» demiştir. Fethü'l-Kedîr'de İbnü'l-Hümâm, Sadrı
Şehîd'in bu sözünü şöyle tefsir
etmiştir: «Hâkim, olayın özelliğine göre ictihad eder. Hâkimin gâlib zannına göre ikrar
ettiği zaman
kabzetmemişse, hasım yemin eder. Eğer ikrar ettiği zaman kabzettiğine kanaat
getirirse, yemin
teklif etmez.
Bu görüş ancak da-valarda uzman olan hâkimler içindir.»
TAMAMLAMA:
Tatarhâniye'de, Hülâsa'dan naklen
şöyle denilmiştir: «Hasta, «Halktaki bütün
alacaklarımı tamamen aldım.» diye ikrar etse,
bu ikrarı geçerli değildir. Yine, «Bütün borçluları ibra
ettim.» diye
ikrarda bulunsa, bu ikrarı da geçerli değildir. Ancak, «Falan kimsenin
kabilesin-den
olan kimselerde olan alacaklarımı ibra ettim.» diye
ikrar etse, ikra-rı da ibrası da geçerli olur.»
«Eski bir sebeble ilh...»
Yani ikrar sırasında mevcut olan bir sebeble. Eğer hem ikrar, hem de ölüm
sırasında varis
olan birisine ikrar etmiş ise, o varis
bu arada onun verasetinden çıkmış olsa, Ebû
Yusuf'a göre
ikrarı geçersiz olur. İmam Muhammed'e göre ise, geçersiz olmaz. Nûru'l-Ayn.
Kâdıhân'dan.
Câmiü'l-Fusûleyn'de
şöyle denilir: «Köle olan oğluna birşey
ikrar etse, sonra oğlu azad edilse, baba
da ölse, o ikrarı caizdir. Çünkü o ik-rar köle
için değil, kölenin efendisi içindir. Bunun aksine köle
olan oğ-luna
birşey vasiyet etse, sonra oğlu azad
edilmiş olsa, o vasiyet bâtıl olur.
Çünkü o zaman
o vasiyet oğul için yapılmış olur ki, oğul için va-siyet
bâtıldır.» Bunun açıklaması Minâh'tadır.
Vasiyet
bahsinde yazdık-larımıza bakınız.
«Ölen kimse varis değildir ilh...» Metindeki bu cümle ifade ediyor ki, o kız eğer
hayatta olsa idi varis
olurdu.
Varise de ikrar etmek geçerli olmazdı.
Hâniye'de şöyle denilmiştir: «Öldüğü hastalığında hastanın varisin-de ve varisinin kefilinde, -o
kefalet onun
sağlığında yapılmış olsa bile-
bulunan borcu aldığını ikrar etse, bu ikrarı geçerli
değildir. Varisine teberruen o alacağını bir yabancının kendisine ödediğini ikrar
etmesi de yine
geçerli değildir. Bir kimse birisini muayyen bir şeyin satışı için vekil tayin
etse vekil o malı
müvekkilin
oğluna satsa, müvekkil semeni
oğ-lundan kabzettiğini veya vekilinin ondan kabzettiğini
ikrar ederse, tasdik
edilmez. Hasta olan vekil ve müvekkil
sağlam ise, vekil müşteriden se-meni
kabzettiğini
ikrar etse. müvekkil de onu inkâr etse, vekil tasdik edilir.
Eğer müşteri, vekilin varisi
ise, müvekkil
ve vekilin her ikisi de hasta iseler, vekil semeni kabzettiğini ikrar
etse, sözü tasdik
edilmez.
Çünkü vekilin hastalığı halinde
varisine kabzla ikrarı, ikrarının
geçersiz olması için
yeterlidir. İkisinin hastalığı ise ikrarın geçersiz olması için daha uygundur.»
Hastanın
bütün terekesini ihata edecek meblâğda
borcu olsa, o da bir vedianın veya ariyetin veya
varisinin yanındaki mudarebe malının kabzını
ikrar etse, ikrarı geçerlidir. Zira eğer varis, emaneti
hasta olan
murisine geri verdiğini iddia etse, muris de onu yalanlasa, varisin sözü kabul edilir.
Nûru'l-Ayn.
Vasiyet kitabının baş tarafından.
BİR UYGULAMA
MESELESİ:
Bir kimse
ölüm hastalığında bir yabancıya bir
köle satsa, yabancı da o köleyi satıcının varisine
satsa veya hibe etse, eğer o yabancı kabzettikten sonra satmış ise, geçerlidir. Çünkü varis,
murisinden
değil, o köleyi yabancıdan temellük etmiştir. Bezzaziyye.
BİR UYGULAMAYA MESELESİ:
Karısına
mehr-i misil kadar mehirle ikrarda
bulunmak, duhûldan son-ra da olsa, geçerlidir.
Çünkü
bunda töhmet yoktur. İmam Zâhirüddîn şöyle
demiştir: «Bazı âiimier, «Adaletlere göre, kadınlar
mehirden bir
bölümünü almadıkça kendisini kocasına teslim etmez.
Kabzettiğini iti-raf edene kadar,
o miktarla da hükmedilmez.» demişlerdir.
Doğru olan,
kadının mehrini tam olarak alması ise
de erkeğin ikra-rı emsal mehir
miktarının
tamamına kadar tasdik edilir. Bezzâziyye.
Yine Bezzâziyye'de şöyle denilmiştir: «Kendisine bir çocuk bıraka-rak ölen karısına, hastalığı
sırasında emsal, mehir
kadar ikrarda bu-lunsa, bu ikrarda bulunanın diğer varisleri de olsa, varisler
onu bu
ik-rarında tasdik etmezler. Kadı İmam, «Onun ikrarı geçerli değildir.» de-miştir.»
Bezzâziyye'den yapılan bu nakil, yukarıda geçenle çelişmez. Çün-kü kadının ölümünden sonraki
ikrarda galib olan, kadının varislerinin veya
vasisinin kadının mehrini tam olarak almalarıdır.
Ama
birinci ise, bunun tam aksinedir. Orada kadın hayattadır.
BİR UYGULAMA
MESELESİ :
Sirâciye'den
naklen Tatarhâniye'de şöyle denilir: «Bir kimsenin, «Bu ev ortak malıdır veya
ben bu
eve ortağım»
demesi, o evin yarısını, bir başkasına ikrardır.»
İtâbiye adlı eserde
de: «Mutlak ortaklık ifadesini kullansa, Ebû Yu-suf'a göre yarı yarıya
ikrardır.
İmam
Muhammed'e göre ise, mutlak or-taklık sözünden sonra ikrarda
bulunanın, o ortaklığı
açıklamasına bağ-lıdır. O halde, bu evde ortaklık vardır
dedikten sonra ara vermeden, «Üç-te
ikisinde» dese, onun ikrarı tasdik edilir. Yine,
ortaklık sözünden son-ra, «Benimle onun
arasındadır.» veya
«Benimle onundur.» dese, yarısını
diğerine ikrar etmiş sayılır.» denilmiştir.
«Yaşadığı
yerde ilh...» Bu söz, diğer bir
görüşün hikâyesidir. Hevâşi-i Yakûbîye'de şöyle
denilmiştir: «Nesebi meçhul
olan, Ekmelüddin'in Şerhi Telhisü-l Câmi'deki ifadesine dayanılarak
nesebi bilinmeyenden
maksat, kendi ülkesinde babası bilinmeyendir. Üstün görüşe göre, ne-sebi
bilinmeyenden
maksat doğum yeri, yaşadığı memlekette nesebinin bilinmemesidir.
Kınye'de
olduğu gibi.
Çünkü, Batıda yaşayan bir kimse, Doğuya
gittikten sonra başından bir olay
geçse, o
zaman onun
batıdaki nesebinin araştırılması gerekir. Bunun da çok güç
olduğu herkesçe
bilinmektedir.»
METİN
Ölüm hastası, yukarıda
gecen üç şartla, bir başkasının
babası, an-nesi veya oğlu olduğunu ikrar
etse, bu ikrar dede ve ninelere kadar yükselse bile geçerlidir.
Makdisî'de şöyle
denilir: «Zeylâi'nin görüşüne dayanılarak
bunda bir görüş vardır. Şöyle ki, eğer
dedesi veya oğuldan torunu olduğunu ikrar etse, geçerli
değildir. Çünkü, bu ikrarlarında
nesebi bir
diğeri
üzerine hami vardır.»
Bir hastanın
nikâhlısı olmayan, başkasının da iddetlisi bulunmayan bir kadının kendi karısı
olduğunu
ikrar etmesi, karılarının sayısı dörtten aşağı ve mukarrünleh
olan kadının baldızı
olmaması şartı ile geçerlidir.
Hastanın, başka bir efendisi olduğu sabit değilse,
bir adamın efen-disi olduğunu ikrar
etmesi
geçerlidir.
Kadının
hastalığında bir diğerinin babası, annesi, kocası veya efen-disi olduğunu ikrar etmesi de
geçerlidir. Çünkü bunda asıl kaide şudur: «İnsanın
hakkında değil, kendisi üzerine ikrarı bir
delildir.»
Ben derim ki: Anne
hakkındaki ikrarın, baba gibi geçerli olması, âlimlerin çoğunluğunun üzerinde
durdukları
meşhur görüştür. İmam İtabî, Ferâiz adlı eserinde, «Anne hakkında ikrar
etmek geçerli
değildir.»
de-miştir. Dâv-i Sirâc isimli eserde de
böyledir. Çünkü neseb, annelere değil, babalara
isnad edilir. Ancak
İtabî ve Dâv-i Sirâc'ın zikrettiklerin-de
şöyle bir görüş vardır: Onlar kocalığı
başkasına yüklemektedirler. Bu da geçerli değildir.
Şu kadarı var
ki, doğru olan, annesi olduğunu ikrar etmesi de ba-bası olduğunu ikrar
etmesi gibi
geçerlidir. Çünkü her ikisi de asıldır. As-lı ikrar ise geçerlidir. O halde anneyi ikrar da babayı ikrar
gibidir.
Kadının, «Şu
benim oğlumdur.» diye ikrar etmesi
halinde kocası ona itiraz ederse, bir
kadının veya
ebenin
çocuğun tayini hususunda şehâdetleri
ile, geçerlidir. Ama çocuğun nesebi
zaten yatağında
doğduğu kadın
ile sabit olmaktadır. Şümnî.
Doğumu ikrar
edilen böyle bir kadının
doğumunu isbatı. Nesebin sübutu
konusunda geçtiği gibi,
tam bir
delille veya varsa kocasının
tasdiki ile sabit olur.
Evli olmayan, iddet de beklemeyen bir kadının ise, «Şu
benim oğlumdur.» diye ikrar etmesi
geçerlidir. Ama
kadın evli bir kadın ise ve ço-cuğun
başka bir erkekten olduğunu iddia ederse,
tasdik edilir.
Ben derim ki: Şöyle
birşey kaldı: Eğer kadının o kocadan başka bir kocası olduğu
bilinmiyorsa, bu
mesele hakkında ben birşey görmedim.
Adı geçen kimselerin, ikrarında
kadını tasdik etmeleri gerekir.
An-cak bunların tasdiki eğer çocuk
meramını anlatamıyorsa
gereklidir.
Kadının oğlu
olduğunu ikrar ettiği kimse başka birisinin kölesi ise, ikrarının
tasdik edilmesi için,
çocuğun
efendisinin kadını tasdik etmesi gerekir.
Çünkü hak onundur.
İkrarda
bulunanın ölümünden sonra lehine ikrar yapılanın onu tas-dik etmesi geçerlidir. Çünkü
neseb ve
iddet, ölümünden sonra devam eder. Ancak, kadın
kocasını ikrar ettikten sonra ölürse,
ondan sonra
kocası onun karısı olduğu tasdik ederse, Ebû Hanîfe'ye göre kocanın tasdiki ge-çerli
olmaz. Çünkü
kocanın ölümü üzerine nikâh her bakımdan sona er-miştir. Hatta, kocanın
karısını
yıkaması da caiz değildir. Ama bunun ak-si
mümkündür. Yani koca ölürse, kadın kocasını
yıkayabilir.
Çünkü ka-dının iddeti olduğu için nikâh
bağları kopmamıştır.
Bir kimse, nesebi başkasına
yükleyecek bir neseb ikrarında
bulunsa, amca, kardeş dede ve
oğuldan
torunu gibi, başkası hakkındaki ikrarı geçerli değildir. Varisler tasdik ehli oldukları halde
onu tasdik
etseler de sonuç değişmez. Bu ikrar, ancak delil ile geçerli olur. İki kişinin ik-rarı bu
delilden
sayılır.
Bir kimsenin kendi hakkındaki ikrarı ise geçerlidir. Hatta, kendi ço-cuğu olduğunu ikrar ederse,
nafakasını
vermesi, bakımından yapması ge-rekir. Eğer lehine ikrar yapılan, ikrarda bulunanı
tasdik
ederse, çocuk onun varisi olur. Çünkü bunların ikrarları, kendileri
için delildir. Bu hü-küm, ikrarda
bulunanın
lehine ikrar yapılanın dışında yakın veya
zevil erhâm ve muvâlât gibi uzak varisleri
olmamasına bağlıdır. Eğer böyle bir varisi
varsa, lehine ikrar yapılan, ikrarda
bulunanın mirasçısı
olmaz. Çünkü
nesebi sabit değildir. O halde bilinen varise hasım olamaz.
Burada lehine
ikrar yapılanın mirasçı olmasına engel olacak va-risten maksat,
karı ile kocanın
dışındaki
varislerdir. Çünkü karı veya ko-canın varlığı, başkalarının miras almasına engel değildir.
Bunu İbni
Ke-mal zikretmiştir.
İkrarda
bulunan ikrarından dönme hakkına sahiptir.
Çünkü ikrar bir yönüyle
vasiyettir. Zeylâî.
Lehine ikrar yapılan
tasdik etse bile ikrar-da bulunan ikrarından yine dönebilir. Bedâyî'de de
böyledir.
Şu kadarı var
ki Musannıf, Sirâciye'nin
şerhlerinden, «Tasdik ile neseb sabit
olur. O zaman ikrardan
dönemez.»
ifadesini de nakletmiştir. O halde fetva zamanında bu noktanın araştırılması gerekir.
Babası ölen
bir kimse, herhangi bir kimsenin
kardeşi olduğu ikrar ederse nesebi sabit
olmasa da,
lehine ikrar yapılan
mirasta ona ortak olur. Zira yukarıda,
şahsın yalnız kendi nefsi hakkındaki
ikrarının
ge-çerli olduğu zikredilmişti. O zaman lehine ikrar yapılan ikrarda bulu-nanın hissesinin
yarısı üzerinde hak sahibi olur.
Ben derim ki: Geride bir mesele kaldı ki, ölen adamın kardeşi, bir çocuğun ölen
kardeşinin oğlu
olduğunu
ikrar etse, bu ikrar geçerli olur mu? Şafiî âlimlerine göre,
geçerli olmaz. Zira, çocuğun
varlığı
kendisi-nin mirasçı olamamasına sebep olur. Ben bu meselede bizim
âlimleri-mizden açık
bir nakil
görmedim. Ancak, âlimlerimizin
metinlerinin açık ifadesinden anlaşılan, bu ikrarın da
geçerli olmasıdır.
Bir
diğerinde, yüz dirhem alacağı olan
bir kimse ölse, iki varisin-den birisi babasının alacağının
yarısını aldığını ikrar ederse, ikrarda bu-lunan
borçludan hiçbir şey alamaz. Zira onun
ikrarı kendi
hissesine dö-ner. Diğer kardeş de babasının yarısını aldığını bilmediğine dair
yemin ettikten sonra
borçludan
yarısını alır. Ekmel böyle demiştir.
Ben derim ki: Varislerden
birisi, babasının alacağının hepsini aldığını ikrar etse,
yine hüküm
böyledir. Şu kadarı var ki, diğer varisin burada borçlunun hakkı için yemin etmesi gerekir. Zeylâî.
İZAH
«Dede ve
ninelere kadar yükselse bile ilh...» Musannıfın bu sözün-de bir görüş vardır ki onun şekli
de açıktır. Zira, dede ve nine ile ikrarı, «Oğlumun
kızı» ikrarı gibidir. Bu nasıl geçerli
değilse, o da
geçerli
de-ğildir.
Câmiü'l-Fusûleyn'de
şöyle denilmiştir: «Hasta, bir
kadının kızı ol-duğunu ikrar ederse, ikrarda
bulunanın
terekesinin yarısı o kızındır.
Di-ğer kısmı da asabe yoluyla varis olanlarındır. Zira kızı için
ikrarda
bu-lunmak caizdir. «Oğlumun kızıdır.» diye ikrar etmek caiz değildir.»
Çünkü burada
nesebi başkasına, yani
oğluna yüklemektedir. T.
«Veya ebenin
ilh...» Musannifin bundan sonraki, «Kocasının tasdiki ile» sözü ifade ediyor
ki,
kadının ikrarı, kocası
inkâr ederse, ancak bu şehâdetle tasdik edilir. Ayrıca şunu da ifade ediyor ki,
kadın, evli,
ko-cası olan bir kadın ise bu böyledir. Ama iddet bekleyen kadın, sarihin de açıkça ifade
ettiği gibi
bunun aksinedir.
Çocukla ikrarda bulunan kadın evli değil ve iddet de beklemiyorsa, veya kocası olduğu halde
kadın
o çocuğun
başka bir kocadan olduğu-nu iddia ediyorsa,
o zaman kadının ikrarından başka bir şeye
ihtiyaç yoktur. Naklettiklerimizi İbni Kemal açıklıkla
ifade etmiştir. Nitekim ile-ride de gelecektir.
«Çocuğun tayini hususunda ilh...» Yukarıdaki ifadelerden
anlaşıldı-ğı üzere, burada sözün akışı,
kocanın kendi çocuğu olduğunu inkârı hususundadır. Ebenin şehâdetinin makbul olması
da, karı
kocanın çocuk kendilerine ait olduğu konusunda birleşmeleri, ancak kocanın
çocuğun tayinini
inkârı halindedir.
Gâyetü'l-Beyân'ın
ifadesi de Şerh-i ikta'dan naklen şöyledir: « O za-man velayet her ikisinin
şehâdetiyle
sabit olur. Neseb de hangi erkeğin yatağında
doğum olmuşsa ona ait olur.»
Zahir olan, sarihin ifade ettiğinin hükmü de böyle
olmasıdır.
Açıkça ifade etmek gerekirse, sarihin
sözünün hükmü de böyle ol-malıdır.
«Mutlaka sahihtir ilh...» Bu ifade ediyor ki, Musannıfın zikrettiği şartlar, ancak neseble
ikrarın
sıhhati
içindir ki, kocanın üzerine yüklen-mesin. Eğer bu şartlardan birisi bulunmazsa, kadının
kendi üzerine
ik-rarı geçerlidir. İkrar ettiği
çocuk ondan miras alır. Çocuk onu tasdik ettiği takdirde,
o da çocuktan
miras alabilir. Eğer ikisinin de
başka va-risleri yoksa. O zaman bu ikrar kardeş
ile
ikrar gibi
olur.
Gâyetü'l-Beyân'da
şöyle denilmektedir: «Çocuk kadını tasdik etse de, yine çocukla ikrarı caiz
değildir. Şu
kadarı var ki, kadının bu ikrarı ile,
başka varisleri olmamaları halinde birbirlerinden
miras alırlar. Çün-kü kadının kendi hakkındaki ikrarı
muteberdir. Ama kadının ikrarı ile
çocuğun
nesebine hükmedilemez. Çünkü neseb delilsiz sabit
olmaz. Ka-dın ikrar ettikten ve çocuk
da onu
tasdik
ettikten sonra ebe de ona şehâdet ederse, bu delil olarak kabul edilir ve çocuğun nesebi
sabit olur.
Çünkü bunların birbirlerini doğrulamaları, onlardan başkasına geçmez.»
«Ben derim ki ilh...» Ben diyorum ki, kadının başka bir kocası ol-duğu bilinmemesi
halinde onun
zinadan olması gerekir. Çocuğun zina-dan olduğu gerçekleştiği takdirde, kadının
ona miras
vermesi
gerekir. Çünkü veledi zina, yalnız
anne tarafından miras alabilir. O zaman bu meselede
kapalı bir taraf kalmaz. Ebussuud-i Mısrî'nin Miskin
haşiye-sinde de böyledir.
«Tasdik etmesi geçerlidir ilh...» Bezzâziyye'nin sözüne dayanılarak ikrarda bulunanın, ikrarını
inkârdan
sonra olsa da tasdik etmesi geçerli-dir. Bezzâziyye'nin sözü şöyledir: «Adam, sağlığında
veya hastalığında falan kadınla
evlendiğini ikrar etse, sonra da inkâr etse, kadın
onu ha-yatta veya
ölümünden
sonra tasdik ederse, bu tasdiki caizdir.» Sâyıhânî.
«Nesebin
sübutu konusunda da geçti ilh...» Zira Musannif orada, «İkrarı
varislerden bazıları tasdik
etseler, o zaman tasdik edenlerin hak-kında
neseb sabit olur. Bunlardan başkası hakkında
nesebin
sübutu ise,
ancak şahadetin nisabı onlarla tamamlanırsa, sabit
olur. Eğer şehâdet nisabı
tamamlanmazsa, ikrarda bulunanı tekzib edenler,
onlara ortak olmazlar.» demiştir.
«Varisler tasdik etseler bile ilh...» Musannıfın
yukarıdaki iki kişinin ikrarı sözü, bu sözün tekrarına
lüzum
bırakmamaktadır. T.
Şu kadarı var
ki, burada bizim sözümüz, ikrarda bulunanın tasdiki hakkındadır. Orada ise, bizzat
ikrar hakkındadır. Bunlar her ne kadar mana
bakımından bir iseler de aralarında fark vardır. Fark
şudur:
Bil-dikten sonra tasdik, «evet veya doğrudur» sözleri gibi birinci ikrarı
tas-diktir. Ama ikrar
ise bilgi ile gerekmez.
«Zevil erham
ilh...» «Yakın»lar, İtâbiye'de
Zevil-Fürûz ve asabât, asâbeler ile
tefsir edilmiştir. Uzak
varisler ise
zevi'l-erhâm ile tefsir edil-miştir. Metinde olan birinci görüş daha kapsamlıdır. Çünkü
mevle-l-muvâlât, zevi'l-erhâm'dan sonra miras alır.
Şurunbulâliye.
«Çocuk onun
varisi olur ilh...» Lehine ikrar yapılana
ulaşan miras, eğer ikrarda bulunanın
başka
varisi yoksa, «kalan»dır,
lehine ikrar yapı-lanın mirası, yalnız şahsıyla sınırlı olup, onun
usûl ve
furûuna
intikâl et-mez. Çünkü bir şeyi ikrar
etmek vasiyet gibidir. Şeyhimiz bunu
Çâmiü'l-Fusûleyn'den
nakletmiştir. Miskin'in haşiyesinde
de böyledir.
«Bilinen
varisle ilh...» Bu bilinen varis ister yakın,
ister uzak olsun. O. mirasçı olmakta, lehine ikrar
yapılandan
daha hak sahibidir. Hatta adam halası ve teyzesi olduğu
halde, birisinin kardeşi
olduğunu
ikrar etse, onun mirası halası ve teyzesine
ulaşır. Çünkü lehine ikrar yapıla-nın nesebi
sabit
değildir. O halde lehine ikrar yapılan hala ve teyze gibi bilinen bir varisle çekişemez.
Dürer.
Hâmis'te de böyledir.
«Lehine ikrar yapılan
tasdik etse bile ilh...» Bunun doğrusu, lehine ikrar yapılan değil, yukarıda da
geçtiği gibi
aleyhine
ikrarda bulunulan olmasıdır. Minah'ın ifadesi de buna delâlet eder.
Zira Minah
sahibi,
Zeylâî'nin «İkrarda bulunan
ikrarından rücû edebilir.» sözü hakkında, «Bu sözün yeri, lehine
ikrar yapılan
ikrarda bulunanı tasdik etmezse veya
lehine ikrar yapılan, ikrar yapanın
ikrarı gibi
bahisleridir.» O zaman doğrusu, lehine ikrar yapılan değil, aleyhine ikrarda bulunulan olmasıdır.
Zira Minah
sahibinin, «Tasdikle neseb sabit
olur. Bu tasdikde ancak le-hine ikrar yapılanın tasdiki
olabilir»
sözü de buna delâlet eder.
Siraciye
üzerine olan Rûhu'ş-Şuru adlı eserde
de şöyle denilir: «İk-rarda bulunanın aleyhine ikrar
yapılan veya ikrar ehli
olan varisler tas-dik etseler, o zaman ölüme kadar ikrarın üzerinde
ısrar
etmek şart
ol-madığı gibi dönmek de bir fayda
vermez. Çünkü neseb sabittir.» H.
Trablusî'nin,
Mültekâ Ferâizi Şerhinde de şöyle denilir: «İkrarda bu-lunanın ikrardan rücûu
geçerlidir. Çünkü mânâ itibariyle ikrar, vasiyet
niteliğindedir. Rücû ettiği takdirde de
lehine ikrar
yapılan, onun
tere-kesinden birşey alamaz. Siraciye'nin Minhac isimli şerhinde de şöyle
de-nilmektedir: «Yani eğer aleyhine ikrar yapılan,
onu tasdik etmemiş ve-ya onun ikrar ettiği gibi
ikrar etmemişse rücûu geçerlidir. Ama rücûundan önce onun ikrarını tasdik eder, veya onun ikrarı
gibi ikrar ederse, ik-rarda
bulunanın ikrarı fayda vermez. Çünkü lehine ikrar yapılanın ne-sebi
aleyhine
ikrarda bulunulan üzerinde sabit
olmuştur.»
«Fetva
zamanında ilh...» Ben diyorum ki, konunun açıklaması şöy-ledir: Eğer lehine ikrar yapılan
onu tasdik
etmişse, rücû edebilir. Çünkü, onun nesebi tesbit edilmemiştir. Bidaye adlı eserde olan
da ancak budur. Eğer ikrarını aleyhine ikrar yapılan tasdik ederse, onun ikrarından rücûu
geçerli
değildir.
Çünkü bu, nesebin sübutundan
sonradır. Bu zikrettikleri-miz Siraciye şerhlerinde olandır.
O zaman
buradaki şüphenin menşei aleyhine ikrar yapılan yerine lehine ikrar yapılan denilmesidir.
Veya me-sele
çeşitlidir. Açıktır ki, bu meselelerin hepsi çocukla ikrar olmayan yerdedir.
«Kendi nefsi
hakkındaki ikrarı ilh...» Buradaki
ikrarda bulunanın du-rumu müşteri gibi olur. Meselâ
müşteri, satıcının nebi olan köleyi azad ettiğini ikrar etse, onun azaddaki ikrarı kabul
edilir. Semen
ile rücûunda
ise kabul edilmez. Beyâniye.
Zeylâî de şöyle denilmiştir: «Eğer kendi hakkındaki ikrarı kabul edi-lirse, bize göre mutlaka
lehine
ikrar
yapılan, ikrarı yapanın hissesinin yarısına hak kazanır. İmam Malik ile İbni Ebî Leylâ'ya göre
ise, onun ikra-rı terekede şayi bir cüz olur. O zaman ikrarda bulunana terekeden
ona ait olan
hissesi
verilir. Hatta babası öldüğü halde üçüncü bir kardeşi da-ha olduğunu ikrar
etse, belli olan
kardeşi onun
ikrarını inkâr etse, ik-rarda
bulunanın eline geçenin yarısı lehine
ikrar yapılana verilir.
İmam Malik ve
İbni Ebî Leylâ'ya göre, ikrarda bulunanın elinde olanın üçte biri
lehine ikrar yapılana
verilir.
Çünkü ikrarda bulunan, ona iki yarımda
şayi olan üçte birini ikrar etmiştir.
Onun ikrarı kendi
hissesi hakkında geçerlidir.
Kardeşinin hissesine düşen ikrarı bâtıl olur. O halde
lehine ik-rar
yapılana ikrarda bulunanın elindekinin üçte biri
düşer. Bu üçte bir de tüm malın altıda biridir. Diğer
altıda bir de
onun belirli kardeşinin hissesindedir ki, ondaki
ikrarı geçersizdir. Bunun sebebini de
zikrettik.
Biz diyoruz ki, ikrarda bulunanın
zannına göre lehine ikrar yapılan
is-tihkakta eşittir.
Münkir ise
inkâriyle zulmetmiş olur. O
zaman inkâr ede-nin elinde olan helak olmuş sayıldığından
geri kalan kısım ikrarda
bu-lunan ile lehine ikrar yapılan
arasında taksim edilir. Eğer bir kız karde-şi
olduğunu
ikrar etse, bu kız kardeşi, onun elindekinin üçte birisini alır.
İmam Mâlik ve İbn Ebî
Leylâ'ya göre ise, elindekinin beşte birini alır. Bir erkek kardeşle kız kardeş
birlikte bir erkek
kardeşleri oldu-ğunu ikrar etseler, diğer bir erkek kardeş ile kız kardeş
de onları ,tekzib etseler, o
zaman ikrar edenlerin hissesi Hanefî mezhebine
göre be-şe, İmam Malik ile İbni Ebî Leylâ'ya göre
ise dörde taksim edilir. Bu me-selenin sekli açıktır. Bir erkek,
bir kadının babasının karısı olduğunu
ik-rar ederse, ikrarda
bulunanın elindeki babasından intikal eden malın sekizde birini o kadın
alır.
Adam, bir
kadının ölen babasının annesi oldu-ğunu ikrar etse, o kadın
ikrar edenin elinde olanın
altıda birini
alır. Onun elindeki ile de muamele edilir. İkrarda bulunanın ikrar ettiği sa-bit olunca,
onunla
muamele edildiği gibi, ikrar edenin elindeki ile de mua-mele edilir. Bu konunun tamamı
Zeylâî'dedir.
«Çocuğun
varlığı ikrar edenin mirasçılığına engel olur ilh...» Bu mesele, Şâfiîler'in miras engeli
saydıkları
hükmen devir meselesidir. Çün-kü,
ikrar yoluyla, başkasını mirasçı kılmak, ikrar edenin
mirasçı olama-yışına
yol açar. Bunun açıklaması şöyledir:
Mirasçı olan bir kimse, ölen kardeşinin
bir oğlu
olduğunu ikrar etse, lehine ikrar yapılanın nesebi sabit olmaz, varis de olamaz. Çünkü eğer
varis olmuş
olsa, ölenin kar-deşini mirastan mahrum eder. Zira oğul varken kardeş
miras alamaz.
Bu durumda,
onun miras bırakanın bir oğlu
bulunduğu yolundaki ikrarı kabul 'edilmez.
Çocuğun
nesebi sabit olmadığı gibi, mirasçı da olamaz.
Çünkü, çocuğun mirasçı olduğunun
isbatı, ikrar
edenin mirastan mah-rum olmasına yol açar. Onun mirasçılıktan çıkaran isbat ise, aslında yok
sayılır. Ancak, ikrarda
bulunan eğer ikrarında doğru ise, lehine ik-rar
yapılana terekeden bir hak
vermesi
gerekir.
«Metinlerinin
zahirinden anlaşılan ilh...» Yani, Hanefî fakihlerinin sözlerinin
açık ifadesi, ölen
kardeşinin
oğlu olduğu ikrarının geçerli ol-duğunu ifade eder. O çocuğun yalnız ikrarda bulunanın
kendisi hakkında nesebi sabit olur. O halde
ikrarda bulunan değil, yalnız çocuk
ölen kardeşe varis
olur. Çünkü
fakihler neseble ikrar, kendi nefsi hakkında geçerlidir, demişlerdir. Hatta ona nafaka
ve* bakım
gibi hükümlerde ge-rekli olur. Başkası hakkında
gerekmez. Ben bu meseleyi allâme
Kasım bin
Kutluboğa'nın fetvalarından naklen
görmüşümdür. Bu fetvanın met-ni şöyledir:
«İmam
Muhammed,
İmlâ'da, «Eğer kişinin bir halası olsa, o hala da babasından olan ölmüş kardeşinin bir
oğlu olduğunu
ikrar et-se, lehine ikrar yapılan
mirasın hepsini alır. Çünkü bilinen mirasçı, le-hine
ikrar
yapılanın kendisinden önce mala hak sahibi olduğunu ikrar etmiştir. İkrarda bulunanın kendi
nefsi
aleyhine ikrarı da delildir.» demiş-tir.» Sonra Allâme şöyle demektedir: «Bu mesele, bize
göre,
devir
ol-madığından irse mani olacak hallerden sayılmamıştır. Bu mesele kendi konusu
"içinde
zikredilmiştir.»
«Kendi hissesine ilh...» O zaman sanki kendi
payını tamamen almış gibi sayılır.
Çünkü hakkını tam
almak, zamin olduğu şeyin kabzı ile olur. Zira borçlar emsaliyle ödenir. Sonra kısasa
mülâki olur.
Meselâ,
varis-lerden birisi ölenin üzerinde borç olduğunu ikrar etse, o zaman, yalnız ikrarda
bulunanın
ödemesi gerekir. Nitekim, bu mesele istisna konusun-dan önce
geçmişti.
«Yemin
ettikten sonra ilh...» Yani, inkâr edenin yemin etmesi kar-deşi içindir. Borçlu için değildir.
Çünkü
borçluya hiçbir zararı yoktur. Öy-leyse, gelecek
meseleye zıd da değildir. Eğer
yeminden
kaçınırsa, onun aldığı beşyüze ikrarda bulunan ortak olur. Şu kadarı var ki, buradaki açıklama
birinci meselede münkirin yemin etmemesini gerekli kılar.
Zeylâî de bunu açıkça zikretmiştir.
Halbuki,
Zeylâî'nin yukarıda Ekmel'den naklettiğine de aykırıdır. Bunun cevabı yukarıda geçti.
«Yemin etmesi
gerekir ilh...» Yani minkir, babasının
alacağını aldı-ğını bilmediğine dair yemin eder.
Eğer yeminden
kaçınırsa, borçlu borçtan kurtulmuş
olur. Eğer yemin ederse, kendisine hissesi
verilir. Ama birinci mesele bunun aksine idi.
Zira orada borçlunun hakkı için yemin etmiyor, kardeşi
için yemin
ediyordu. Çünkü onun hakkının hepsi ikrar-da bulunan bakımından onun için meydana
gelmiştir.
Ona yemin
teklif etmeye ihtiyaç yoktur.
Burada ise, ona ancak yarım
hisse meydana
gel-miştir.
Onun için yemin eder. Zeylâî.
ÇEŞİTLİ
MESELELER FASLI
METİN
Hür ve
mükellef evli bir kadın, bir başkasına borçlu olduğunu ikrar etse, kocası
da onu tekzib etse,
kadının ikrarı Ebû Henîfe'ye göre hem kendi hakkında, hem de kocası hakkında geçerlidir. Her ne
kadar kocası rahatsız olsa da kadın hapsedilerek para ondan istenir. Bu mesele
Eşbâh'ta
zikredilen, «İkrar eksik
bir delildir. İkrarda bulunanın başkasına zararı geçmez.» kaidesinden
çıkan
altı meseleden birisidir. Bu da Eşbah'tadır. Uygun olan, yine başkasının kiraladığı birşeyin de
çıkmasıdır. Şöyle ki, bir kimse diğer birisine borçlu olduğunu ikrar etse,
diğer adam kiracı arar
görse bile
onu hapsedebilir. Bu fetva ya esas
olan bir olay-dır. Ben bunu açıkça hiçbir
kitapta
görmedim.
İmameyn'e
göre ise, koca hakkında o kadın tasdik olunmaz. O hal-de, kadın
hapsedilmediği gibi
borcu da
ondan taleb edilmez. Dürer.
Ben derim ki: Uygun
olan, ifta ve kazada İmameyn'in görüşüne da-yanmaktır. Çünkü üstün
olan
görüşe göre
baba kızına, kendisi veya
bazı yakınları için ikrarı öğretir ki, o vasıta ile kocasından
para için baba sının yanında hapsedilir. Nitekim ben, hâkimlik görevi ile vazifeli oldu-ğum sıralarda
birkaç defa bu tür hilelere şahid oldum. Musannıf bunu böylece zikretmiştir.
Nesebi bilinmeyen
bir kadın, bir kimsenin cariyesi olduğunu ikrar etse, cariyenin kocasından
çocukları olduğu halde lehine ikrar yapılan onu tasdik etse,
kocası karısını tekzib etse, kadının
ikrarı özellikle ken-disi
hakkında geçerli olur. İkrardan sonra ana rahmine düşen
çocuk da köledir.
İmam Muhammed
buna muhalefet etmiştir.
Ancak bu
görüşe, onun boşamasının üçten ikiye düşmesi sebebiyle itiraz varid olur.
Cariye olduğu
için iddeti
de iki hayız müddetine dü-şer. Nitekim
Şurunbulâliye de bunu ortaya
koymuştur. O
zaman onun
nikâhı bâtıl olmaz.
Kadının
ikrarı, kocası ve çocukları hakkında sahih değildir. İkrar-dan
önce doğan çocuklar ile ikrar
sırasında hâmile olduğu çocukları hürdürler. Çünkü bu çocuklar
onun kölelik ikrarından önce
meydana gel-mişlerdir.
Nesebi bilinmeyen
bir adam, kölesini azad etse, sonra kendisinin di-ğer
birisinin kölesi olduğunu
ikrar etse, lehine ikrar yapılan onu tasdik etse, onun ikrarı kendi nefsi
hakkında geçerli, azad ettiği
kölenin azadı hakkında geçerli değildir. Eğer
azad edilmiş köle ölürse, onun terekesinin hepsini,
varsa
varisleri alır, azad edene birşey
kalmaz. Yok eğer varisi yoksa, onu azad eden bütün
terekesine varis olur veya terekenin hep-sini
alamayacak bir varisi
varsa, azad eden onun payına
düşenden
ge-riye kalan kısmı alır. Kâfi ve Şurunbulâliye.
Sözü edilen
köle ölür, sonra da azad ettiği köle ölürse, azad edilen
kölenin mirası, ikrar edenin
asabesine verilir. Azad
edilen köle cinayet işlerse, cinayet
karşılığında ödeyeceği diyet hususunda
kendisi çalışır. Çünkü onun diyeti tazmin edecek âkilesi yoktur.
Bir başkası azad edilen köleyi yaralarsa, o zaman onun alacağı erş (yaralama
tazminatı) bir köle
erş'i kadar olur. O, şahidlikte yine köle gi-bidir. Çünkü onun hürriyeti dış görünüşe
göre olup, bu da
ancak istih-kaka değil, defe elverişlidir.
Bir kimse diğerine, «Benim senin üzerinde bin dirhemim
vardır.» de-se, karşıdaki adam da ona
cevap olarak,
«Bu söz haktır ve doğrudur.» dese,
veya «Haktır, haktır.» seklinde «hak» sözünü
tekrar etse, veya
«Ha-yır söylemek haktır.» dese bu sözlerin hepsi ikrar
olur. Ama eğer, «Hak haktır,
doğru
doğrudur, yakın yakındır.» dese, ikrar olmaz. Zira, bu tam bir sözdür: Ama geçmiş
mesele
bunun
aksinedir. Çünkü o mesele, baş-langıçta bir söz olmaz. Ancak bir cevap olur. Bu sözlerle
sanki, karşı tarafa, iddia ettiğin hak doğrudur demek
istemiştir.
Bir efendi
cariyesine, «Ey hırsız, ey zâniye,
ey deli veya kaçak» ve-ya
«Şu hırsız cariye şunu yaptı.»
dese ve
satsa, o cariyede sayılan ayıp-lardan bir tanesi görülse, bu ayıptan
dolayı cariye iade
edilemez.
Çün-kü, onu satan kimse ona, «hırsız, zâniye, deli kaçak» dediği
zaman bu-nu haber
vermek için
değil, nida ve hakaret için
söylemiştir.
Ama bunun
aksine, «Şu hırsız cariye, zâniye cariye; deli cariye, kaçkın
cariye» dese ve satsa, sonra
bu vasıflardan
birisi onda görülse, o cariye geri
verilir. Çünkü satanın o ifadeleri
haber verme olup,
bu da bir
vasfın araştırılması içindir.
Yine yukarıdakinin aksine, adam karısına. «Ey boş kadın» veya «Şu boşanmış kadın şöyle yaptı.»
dese, kadın kocasından boşanmış olur. Çünkü, şer'an
kocasının onda boşamayı
meydana
getirmesi
mümkün-dür. Ama yukarıdaki birinci mesele
bunun aksinedir. Zira efendi, o va-sıfları
cariyede meydana getirmeye muktedir değildir. Dürer.
Sarhoş bir kişinin haram ve yasak edilen birşeyi
ikrar etmesi, bütün haklarda geçerlidir. O durumda
sarhoş bir kişi, bir adam öldürdüğünü ikrar etse,
o sarhoşluk halinde ona had cezası uygulanır.
Eğer
hırsız-lık yaptığını ikrar etse,
çaldığını ikrar ettiği şeyi
nesneyi tazmin etmesi gerekir.
Nitekim
Sadi Efendi
bu meseleyi içki haddi konusunda
ayrıntı-lı bir şekilde zikretmiştir.
Ancak sarhoşun ikrarı, irtidat, zina haddi, içki
haddi gibi rücûu ka-bul edecek hükümlerde geçerli
değildir.
Bir kimse mubah yolla
sarhoş olmuş ise, zorla içirilme
gibi, ikrarına itibar olunmaz. Ancak
o baygın
kimse gibidir. Şu kadarı var ki, onun yirmidört
saatlik namazı kaza etmesi gerekir. Halbuki
baygınlık
halinde geçen namaz kaza edilmez. Bu konunun tamamı
Eşbâh'ın hükümler ko-nusundadır.
Lehine ikrar yapılan,
ikrarda bulunanı tekzib ederse, ikrarda
bulu-nanın ikrarı bâtıl olur. Çünkü
yukarıda geçtiği gibi ikrar, lehine ikrar ya-pılanın reddi ile red olunur. Ancak Eşbâh adlı eserde
belirtildiğine
göre, altı husustaki ikrar, lehine ikrar yapılanın reddi ile de
red olunmaz. Efen-dinin
kölesinin hür
olduğunu ikrar etmesi, neseb ikrarı,
azad edilen kö-lenin velayet ikrarı,
Vakıf ikrarı
gibi ikrarlarda lehine ikrar yapılan reddetse bile ikrar
bâtıl olmaz.
İs'af adlı kitapta şöyle denilir: «Birisi bir adama birşey vakfetse, o da kabul
etse, sonra reddetse, o
ikrar
reddolunmaz. Eğer kabulden önce reddederse, o zaman ikrar bâtıl
olur.»
Yine boşama,
kölelik ikrarı da lehine ikrar
yapılanın reddi ile redd-olunmaz.
Bezzâziyye. Nikâhla
ikrar da lehine ikrar yapılanın reddi ile reddolunmaz. Nitekim Bahir kitabda Kaza kitabının çeşitli
meseleler bah-sinde açıklanmıştır. Yalnız orada
ibradan iki mesele istisna edilmiştir. Bunların birisi
kefilin ibrasıdır ki, kefil ibrayı reddetse bile ibra reddolmaz.
Birisi de borçlu alacaklısına
beni ibra et
dese, o da ibra etse, sonra borçlu reddetse,
ibra reddolmaz. O zaman istisna edilen meseleler on
olmaktadır.
Vehbâniye'nin,
Vekâlet bahsinde şöyle denilir:
«Lehine ikrar yapılan,, ikrar edeni tasdik etse,
yukarıdaki meselelerin
herhangi birinde ikrar yapanın ikrarı
reddolunmaz. Bu reddin geçerli olması
için ibra meclisi şart
mıdır, değil midir? Bu meselede âlimler arasında
görüş ayrılığı var-dır. Bazıları
şart
olduğunu, bazıları da şart olmadığını söylemişlerdir.»
Reddedilme ile ibranın reddedilip edilmeyeceği hususunda küllî kaide
şudur: Herhangi bir
bakımdan bir
mal temlîki söz konusu olan ibra, red-di
kabul eder. Fakat bir malın temliki yoksa,
meselâ ortaklığın ibtali, ta-lâk ve azad gibi şeylerde ibra, reddi kabul etmez. Bu
güzel bir kaidedir.
Hatırda
tutunuz.
Varislerden birisi vasi ile sulh yaparak vasiyi
umumî bir şekilde ibra etse, veya
«Vasinin yanındaki
babamın terekesinde benim hiçbir hakkım Katmadı.»
veya «Bütün haklarımı kabzettim.» dese,
sonra vasinin
elinde, sulh zamanı mevcut olmayan
birşey ortaya çıksa, sağlam olan görüşe göre
varisin o şey
hakkındaki hissesi kadar olan davası dinlenir. Bezzâziyye'nin Sulh bahsi.
Buna göre
adamın, «Benim onda hakkım kalmadı.» sözü, «Ondan kabzettiğim
mallarda hakkım
kalmadı.» şeklinde
yorumlamakta bir çe-lişki yoktur. Varisin vasiyyet ibrası, mallardan ibra bâtıl
olduğu için
da-vasında çelişkiye düşmüş olmaz. O
zaman iyi şekil üzere ibrasının ge-çerli olmadığı
ortaya çıkmaktadır.
Nitekim İbni Şıhne bunu ifade etmiş, Şurunbulâlî de ona itimad etmiştir. Biz de
Sulh bahsinde
açıklayacağız.
İZAH
«Eşbâh'tadır ilh...» Eşbâh'ın ifadesi şöyledir: «İkrar
ikrarda buluna-na ait eksik bir delildir. Bu
sebeble başkası hakkında
geçerli değildir. Buna göre, mülkünü kiraya veren bir kimse, «Bu bina
başkasınındır.» dese kira fesholmaz. Ancak birkaç
mesele istisnadır. Evli bir kadın borç-lu
olduğunu
ikrar etse, kocası zarar da görse, alacaklı kadını hapsettire-rek alacağını alabilir.
Mülkünü
kiraya veren kimse, ancak kiraya verdiği mülkün kıymeti ile karşılanabilecek
bir borcu olduğunu
ikrar etse, bu borcun ödenmesi için kiracı
zarar da görse, kiraya verdiği mülkü
sata-bilir. Nesebi
belli olmayan
bir kadın, kendisinin kocasının babasının kızı olduğunu ikrar etse,
baba onu tasdik
ederse, aralarındaki
nikâh fesholur. Ama bunun aksine mürted olduğunu ikrar ederse, veya
kendisinin cariye
olduğunu ikrar ederse, o zaman kocası rücûa mâlik olmaz. Adam sattığı
cariyesinin
çocuğunun kendi çocuğu olduğunu iddia etse,
o adamın bir kardeşi de olmuş olsa, o
cariyenin
çocuğunun nesebi sabit olur ve onun kardeşinin
ikrar edenin mirasından mahrum olduğu
sabit olur.
Çünkü miras oğlunundur. Bir mükâteb
hür bir kadının çocuğunu, kendi kar-deşi hayatta
olduğu halde,
iddia etse, bu ikrarı geçerli ve mirası da kar-deşine değil,
çocuğuna kalır. Cami adlı
eserde olduğu
gibi.»
«Nesebi bilinmeyen
bir kadın ilh...» Bu söz, Eşbâh'ta olana göre mutlaklık ifade etmez.
Eşbâh'ta
şöyle denilir: «Nesebi bilinmeyen bir
kimse, birisinin kölesi olduğunu ikrar etse, lehine
ikrar yapılan
da onu tasdik
etse, ikrar geçerli olur. Onun hürriyeti, hâkimin hükmüyle tekid edilmeden önce onun
kölesi olur. Ama
Hâkim ona hür bir insan gibi tam had uygulanmasına
hükmetse, veya azalardaki
kısasla hükmetse, bu hükümden sonra onun köle olduğunu ikrar
etmesi geçerli değildir. » Sâyıhânî.
«Şurunbulâliye
de bunu araştırmıştır ilh...» Zira Şurunbulâlîye'de şöyle denilmiştir: «O
kadının
talâkı ikidir. İddeti de icmâ ile iki hayızdır.
Çünkü o kadın cariye olmuştur. Bu da cariyeye
ait olan
hükümdür.»
Son-ra da Ziyâdât'tan şöyle bir nakil yapılmaktadır: «Erkek
karısını iki ta-lâkla boşasa,
karısının cariye olduğuna dair ikrarını da bilmese, onun talâkından ricat etmeye maliktir. Ama eğer
ikrarını bilirse, ricata
ma-lik değildir. Zira cariyenin
talâkı ikidir.»
Cami adlı eserde şöyle denilmiştir: «İkrarını ister bilsin, ister
bil-mesin, ricata malik değildir.»
Bazı âlimler tarafından Ziyâdât'ta zikredilen kıyasa,
Câmi'de zikre-dilen ise istihsana göredir
denilmiştir.
Kâfi adlı eserde de şöyle bir ifade vardır: «Bir kimse karısı
ile «îlâ» yapsa iki ay tamamlanmazdan
önce kadın cariye olduğunu ikrar etse, o iki ay
kadının îlâ iddetidir. Eğer iki ay geçtikten sonra
cariye
olduğu-nu ikrar ederse, o zaman îlâ
süresi dört ay olur.»
Bu meselede asıl kaide
şudur: Kaçırılmasından korkulan bir hük-mün elde edilmesi,
başkasının
ikrarı ile mümkün ise, bu kimse ikrar etmezse hakkı bâtıl olur. Çünkü onun hakkının kaybolması
kendi
ku-suruna izafe edilmiş olur. Eğer elde edilmesi, başkasının ikrarı ile müm-kün değilse, onun
hakkında ikrarı geçerli
değildir. O zaman, eğer kadın îlâ'dan bir ay geçtikten sonra cariye olduğunu
ikrar ederse, kocasının
îlâ'dan rücû etme hakkı vardır. Kadının ikrarı iki aydan sonra olursa,
ko-canın o
hükmü elde etmesi mümkün olmaz.
Talâk ve
iddetin hükmü de böyledir. O halde adam
iki talâkla karı-sını boşasa, sonra karısı cariye
olduğunu
ikrar etse. koca üçüncü ta-lâka mâliktir. Ama eğer kadın boşamadan önce cariye
olduğunu
ikrar ederse, kocasının onun iki talâkla boşaması halinde, iki talâkla
koca-sından
boşanmış
olur.
Kocanın iki
talâkla boşamasının üzerinden iki
hayız müddeti geçtik-ten sonra kadın cariye
olduğunu
ikrar ederse, kocası ricata maliktir. Ama iki talâktan bir hayız müddeti geçtikten sonra
kadın cariye
olduğunu ik-rar ederse, o zaman iki hayızla kadın kocasından boşanmış olur.
«Şurunbulâlîye
ilh...» Şurunbulâlîye'nin ifadesi Muhit'ten naklen şöy-ledir: «Eğer ölen adamın bir
kızı varsa,
terekesinin yarısı ona, yarısı da lehine
ikrar yapılanadır.»
Azad edilen köle cinayet işlerse, kendi cinayetinin karşılığı olan ersi ödemeye kendisi çalışır. Eğer
kendisi
yaralanırsa, o zaman onun alacağı erş bir köle erşidir. Çünkü o,
şahadette bir köle gibidir.
Çünkü onun
hürriyeti dış görünüştedir. Dış görünüşteki hürriyet de istihkaka değil, def'e elverişlidir.
«Köle erş'i ilh...» Bu görüşe göre ikrar, üzerinde
suç işlenilen kim-se hakkında bir delil olmaktadır.
O zaman uygun
olan, bu meselenin de yukarıda geçen meselelere eklenmesidir.
«Geri verilir
ilh...» Yani o cariyeyi bunu haber vermeyi bilmeyen bir kimse alırsa,
geri iade eder.
«Sadi Efendi
zikretmiştir ilh...» Sadi Efendi'nin ifadesi kitabındadır.
Nihâye sahibi de şöyle
demektedir: «İmam Timurtâşî, «Sarhoş bir kim-se
zina veya hırsızlık ikrarında
bulunsa, ona
sarhoşluk halinde had vu-rulmaz. Zira o uyandıktan
sonra, ikrarından rücû ederse, ikrarı bâtıl olur.
Şu kadarı var
ki, çalınan şeyi tazmin eder. Ama
kısas ile kâzif haddi bun-ların aksinedir. Şöyle ki,
sarhoşluğunda
birisine zina iftirası atsa veya
kısası gerektirecek bir suç
işlediğini ikrar etse,
sarhoşluk halinde had veya kısas cezası uygulanır.
Zira onları geri bırakmakta bir fayda yok-tur.
Çünkü bunlar
kul haklarından olduğundan onlardan
rücûya
malik değildir. O halde bunlar mal ile
talâk ve azad
ikrarı gibidirler.» demiştir.
Miracı
Dirâye'de de şöyle bir ifade vardır: «Kazif bunun aksinedir. Zira sarhoşluk
halinde birisine
zina iftirası
atsa, kendisine gelinceye kadar hapsedilir.
Sonra da iftira haddi vurulur. Haddin
arkasında haddin ağrıları geçinceye kadar hapse devam
edilir. Sonra da içkiden dolayı had
icra
edilir.» Bunu
Mebsut'da zikretmiştir.
Miracı
Dirâye'de bu mesele ikrarla sınırlandırılmıştır. Şöyle ki: «Eğer adam
sarhoş iken zina yapsa
'veya hırsızlık etse, ancak kendine geldik-ten sonra had vurulur. Ama
ikrar bunun aksinedir. Eğer
sarhoşluğunda
ikrar ederse, hüküm sarhoşluğunda icra
edilir.» Zahire'de de böyledir.
«Hür olduğunu
ilh...» Adam zilliyetinde bulunan bir
kölenin hür ol-duğunu ikrar ederse, köle onu
tekzib etse
bile hürriyeti sabit olur.,
«İs'af adlı kitapta ilh...» Onun metni şöyledir: «Ona vakfedilen birşeyi kabulden sonra reddedemez.
Vakıf
yapılırken reddederse, sonra da kabul edemez.» Bu meselenin ayrıntısı İs'aftadır.
Yine
İs'af'ta, «Bir kimse zilliyetindeki
bir tarlayı iki kimseye ve on-ların nesilleri üzerine, onlardan
sonra da fakirlere vakfettiğini ikrar etse, ikisinin
de çocukları olmadığı halde birisi tasdik, diğeri de
tekzib etse,
o tarlanın yarısı tasdik edene vakıf olur, diğer yarısı da fakirlere vakıf
olur. Sonra
münkir tasdike dönerse, vakfın geliri ona verilir. Ama şu mesele bunun
aksinedir: Adam tarlasının
birisinin
mülkü olduğunu ik-rar etse, lehine ikrar yapılan onu tekzib etse, sonra tasdike dönse,
ik-rarda
bulunan ikinci defa ikrar edene kadar
tarla onun mülkü olmaz. Bu iki mesele arasındaki
fark şudur: Vakıf olduğu ikrar edilen yer, lehine ikrar yapılanın tekzibi ile hiç kimseye mülk olmaz.
Tekzib eden kimse tekzibinden dönerse, vakfın geliri ona
döner. Ama mülkiyeti ikrar edi-len
tarla,
lehine ikrar yapılanın
tekzibi ile ikrar edenin mülkü olur.» de-nilmiştir.
«Bahır
kitabının kaza ilh...» Bahır'ın ifadesi şöyledir: «Musannıf bu-rada ikrarı mal ile kaydetmesinin
sebebi, kölelik, talâk,
azad, neseb ve velâ gibi ikrarlardan kaçınmaktır.
Çünkü onlar, lehine ikrar
yapılanın
reddi ile reddolunmazlar. Kölelik, talâk ve azada gelince,
Bezzâziye'de. «Birisi diğerine,
ben senin kölenim dese, lehine ikrar yapılan onun sö-zünü reddetse, sonra tasdik etse, o
onun
kalesidir. Zira kölelik ikrarı, lehine ikrar yapılanın ikrarı ile iptal edilmez. Nitekim efendinin inkârı ile
ibtal
edilmediği gibi. Nesne ve deyn ikrarı
ise bunun aksine redle ibtal edilir. Talâk ve azad ise,
lehine ikrar yapılanın
reddi ile reddolun-mazlar. Zira onlar hakkını düşürmektir.
Hakkı düşürme de
yalnız
düşü-renle tamamlanır. Nikâhla ikrar ise,
şu anda ben o hususta hiçbir şey görmedim.»
denilmiştir.»
Orada iki mesele istisna
edilmiştir. O iki meselenin burada zikredil-mesine gerek
yoktur. Zira
onların ikisi de konumuz dışındadır. Çünkü bu-rada söz ikrar üzerinedir. Orada ise ibra hakkındadır.
İKİ UYGULAMA
MESELESİ: İbra redle reddolunur. Ancak borçlu ala-caklıya
beni ibra et dese, o da
onu ibra
etse, sonra borçlu ibrayı reddetse
ibra reddolmaz. Bezzâziyye'de olduğu gibi. Kefilin ibrası
da böy-ledir. Kefil ibrayı reddetse de ibra reddolmaz. O halde istisna olunan iki
meseledir. Nitekim
fakihlerin, «İbra kabule bağlı olmaz.» sözünün
ifa-de ettiği küllî kaidenin sarf ve
selem bedeli çıkar.
Çünkü
bunların ibtal edilmesi için karşı tarafın kabul etmesi gerekir.
Nitekim biz bu mese-leyi
selem
bahsinde açıkladık.
«Dese ilh...» Bu ikinci bir meseledir.
Hânutî'nin Fetevası'nda bu me-sele
hakkında uzun açıklama
vardır. Oraya bakınız.
Hâniye'de şöyle denilmiştir: «Ölünün vasisi ölen adamın terekesin-den elinde bulunanı ölen kişinin
oğluna verse
ve çocuğa, «Babanın ya-nımda az veya
çok hiç bir şeyi kalmadığına, hepsini aldığına
şahit ol.»
de-se, sonra ölenin oğlu vasinin elindeki birşeyin babasının terekesinden olduğunu iddia
etse ve delil
getirse ve yine varis, babasından kalan
her-şeyi aldığını ikrar
etse, sonra da bir adamın
üzerinde
babasının alacağı olduğu iddia etse, bu dava her iki durumda da dinlenir.»
Ben derim kî: Ölen kimsenin
davasının dinlenmesinin şekli şudur: Çocuğun ikrarı belirli bir
kimsenin ibrasını tazammun kapsamına etmez. Varisin
de murisinin halk üzerinde bulunan
herşeyini
aldığı ikrarı da ikrar değildir. Bunun beraet olduğunu söylersek, doğru
olmaz. Çünkü
ayandan beraet sahih değildir. Şurunbulâlî'nin
Vehbâniye Şerhi.
Ancak Vehbâniye
Şerhi'nde olanla da bir görüş vardır. Şöyle ki, zira, «Ayanda beraet sahih
değildir.»
sözünün manası, o nesnenin da-valıya mülk olmamasıdır. Yok
eğer davalıya mülk olursa
zaten dava
din-lenmez. Nitekim sulh babında gelecektir.
«Bezzâziyye'nin sulh bahsi ilh...» Bezzâziyye'nin ifadesi şöyledir:
«Varislerden birisi vasi ile sulh etse ve vasiyi
umumî bir şekilde ibra
etse, sonra terekede sulh
zamanı bulunmayan birşey zuhur etse,
varisin
zuhur eden
şey hakkındaki davasının cevazı
hususunda hiçbir rivayet
yoktur. Ama herhangi bir konuşucu sonradan terekede
zuhur eden nesnedeki hissesini dava
etmesi caizdir diyebilir. Esah olan da budur. Ama
caiz değildir de denilebilir.»
Şurunbulâlî'nin
ikrar ve umumî ve hususî ibra bahsinde
Tenkihü'l-Ahkâm isimli bir risalesi vardır. O
risalede buna şöyle cevap verilmiştir: «Varisler arasında
beraetten önce ister nesne, ister deyn,
ister mirasın gayrı ile olsun, umumî bir beraet, beraetten evvel geçen bir nesnenin dava edilmesine
manidir.»
Şurunbulâlî,
bu cevabı şöyle açıklamıştır: «Beraet, ya,
«falan kim-sede benim hiçbir hakkım, hiçbir
davam, hiçbir
husûmetim yoktur.» ve-ya «O benim bütün haklarımdan beridir.» veya «Benim için
onun
üze-rinde hiçbir hak yoktur.» veya «Onun üzerinde hiçbir
hak alacağım yok-tur.» veya
«Onun
bütün
haklarımdan ibra ettim.» gibi umumî
ifadeler beraet'tir veya bir mala ait hususî bir beraettir.
Bu davaya mani olmamak-la birlikte tazminat
yükünün kalkması için geçerlidir. O zaman bu
beraetle
muhatabına veya başkasına, gayrına
dava açabilir.
«İbra, bilinmeyen
bir şahıs için ise, geçerli değildir. Velev meçhul
birşey için olsun, Bilinen bir
kimsenin ibrası geçerli
olur. Buna göre, «Murisimin terekesinin tamamını kabzettim.» veya
«Herhangi bir
kimse üzerinde olan mal veya paradan
o adam beridir.» dese, bu sözü ne umumî, ne
de hususî bir
ibradır. Yalnız mücerret bir ikrardır. Ki, bu da davaya engel
değildir. Zira Muhit'te
şöyle bir ifade vardır: «Adam,
«Be-nim hiç kimse üzerinde alacağım
yoktur.» dese, sonra bir
adamda ala-cağı olduğunu iddia etse, geçerlidir. Çünkü, o alacağın
ikrardan sonra olması
muhtemeldir.»
Yine Muhit adlı eserde şöyle
denilir: «O adam, ya-nında
bulunan bütün haklarımdan
beridir, sözü
beraetin sübutu için bir haber vermedir. Yoksa beraeti inşa değildir.»
«Hülâsa adlı eserde
de şöyle denilir: «Bir kimse,
«Benim falan kim-se tarafından hiçbir hakkım
yoktur.» dese
bunun bu sözüne mal, borç, kefalet, kira, kısmî cinayet ve had gibi bütün haklar
girer.»
«İmam
Muhammed'in el-AsI adlı eserinde
de şöyle denilmiştir: «İbra eden kişi, irs,
nefsî kefalet,
malî kefalet, deyn, mudarebe, şirket, vedîa, dar, köle gibi şeylerden hiçbirisini iddia edemez. Ancak
beraetten
sonra meydana gelen iddia
edebilir.»
METİN
Bir adam bir
senette bir mal ikrarında bulunarak şahit tutsa, sonra bu
malın bir kısmının karz, bir
kısmının da
faiz olduğunu söylese, eğer
iddiasına delil getirirse, her ne kadar
çelişkili de olsa, delili
kabul edilir. Çünkü biliyoruz ki bu adam bu ikrarı zaruretten dolayı yapmıştır.
Ben derim ki: Vehbâniye sarihi Şurunbulâlî, yazılı olan
fer' ile fetva verilmeyeceğini tahrir etmiştir.
Çünkü,
mukırrın bir özrü yoktur. Bunun hasılı şudur: Ebû
Yusuf'tan nakledilen muhtar kavle
göre,
mukarrünleh
mukırrın davasında sadık olmadığına dair yemine verdirilir. Musannif
da bunu
kat'iyetle söylemiştir.
Adam duhûldan
sonra, «kadını duhûldan önce» boşadığını ikrar etse, bir mehir
duhûlla, yarım
mehir de ikrarla vermesi lâzımdır.
Üzerine
birşey vakfedilen kimse, vakfın gelirinin kendisinin
değil bir başkasının istihkakı olduğunu
ikrar etse, ikrarı geçerli olup, hakkı
dü-şer. Vakıf senedi bunun aksine de olsa böyledir.
Adam, vakfın
gelirini başkasına verse, veya vakfın gelirini muayyen bir kimseye değil, benim
hakkım yoktur
diyerek düşürse, bu ikrarı geçerli olmaz. Vakfa mütevelli
olarak tayin edilen kimse,
«Ben
mütevelli değilim, mütevelli falan kimsedir.» dese, onun ikrarı geçerli olur.
Nitekim bu me-sele
vakıf
bahsinde geçmiştir. Eşbâh'ta da hem vakıf bahsinde, hem de ikrarın çeşitli
meseleler
bahsinde zikredilmiştir.
Hâkime
verilen dilekçe ve benzeri yazıların
kapsamındaki ikrar ve çelişkiden dolayı onu hâkime
veren sorumlu
olur. Ancak bu sorumluluk onun dilekçede yer alan hususları açıkça
ifade etmesi
halinde söz
konusu olur.
Adam, «Benim
bildiğime veya hesapladığıma ve
zannıma göre fa-lan kimsenin bende bin dirhemi
vardır.»
dese, onun hiçbir şey vermesi gerekmez. Ancak bu ifadenin birinci şıkkına
İmam Ebû
Yusuf
muhalefet etmiştir.
Ben derim ki: Bu sözler, örfe göre şüphe ifade eder. Onun
için hiç-bir şey gerekmez. Ama, «Falan
kimsenin benim üzerimde bin dirhemi olduğunu biliyorum.» dese ittifakla o kimseye
ikrar ettiği
meblâğı
verme-si gerekir.
Bir kimse, «Biz falan kimseden bin dirhem gasbettik.»
dese, sonra da, «Biz on kişi idik.»
dese, malı
gasbedilen kimse de, «Benden
yalnız gasbetti.» dese, ikrarda
bulunan kişi bin dirhemin tamamını
ödemek
zo-rundadır. İmam Züfer ise onun onda
birini ödemesi gerektiğini söyler.
Ben derim ki: «Biz tabiri tek kişi için de kullanılır. Dış görünüş ba-kımından da kişi başkasının
değil, kendi
fiilini haber vermektedir. O zaman, sonunda «Biz on kişi idik.»
demesi, ikrarından rücû
olur ki, geçerli değildir.
Bir kimse, «Bizim hepimiz onu gasbettik.» dese, sonra da, «Biz on
kişi idik.» dese, bu ifadesi, ikrarı
geçerli olur. Çünkü, «Bizim hepimiz» tabri tek kimse için kullanılmaz.
Birisi,
«Benim babam malının üçte birini Zeyd'e vasiyet etti.» dese, «Belki
Amr'a da, belki Bekr'e de
vasiyet etti.» dese, birincisine malın
üçte biri verilir. Diğerlerine hiçbir şey verilmez.
İmam Züfer ise
her bi-rine
ayrı ayrı üçte bir verilir, oğluna
hiçbir şey kalmaz, demiştir.
Biz deriz ki: Vasiyet ancak üçte birde geçerli olur. Bu kimsede üçte biri,
birinci kimse olan Zeyd'e
ikrar
ettiğine göre Zeyd buna hak kaza-nır. İkrarın ikinci ve
üçüncü kişilere döndürülmesi geçerli
değildir. An-cak borçlar bunun aksinedir. Borçlar,
terekenin üçte birinden değil, hep-sinden
geçerlidir. Bu şekilde hepsine vasiyet değil
borç ikrarında bulun-sa, ikrar ettiği meblâğ alacaklılara
malın
tamamından verilir.
UYGULAMA
MESELELERİ:
Bir kimse, bir konuda ikrarda bulunduktan sonra yanıldığını iddia etse, iddiası kabul edilmez. Yine
bir kimse müftinin fetvasına dayana-rak boşamayı ikrar etse, daha sonra kendisine
boşamanın
meydana gel-mediği beyan edilse, boşama diyanet bakımından meydana gelmiş
ol-maz. Kınye.
Mükrehin
ikrarı bâtıldır. Ancak, hırsız zorla hırsızlığını
ikrar ederse, bazı âlimler onun ikrarının
geçerli
olduğuna fetva vermişlerdir.
Gerçekleşmesi mümkün
olmayan bir şeyi ve ibra edilen bir
borcu ikrar geçersizdir. Kadının mehrini
kocasına hibe etmesinden sonra mehir ikrarı da
geçersizdir.
Bir kimse genel bir ibradan sonra yeni bir sebeble bir borcu iddia etmiş olsa ve o borcu
ikrar etmiş
bulunsa, ikrar ettiği şeyi vermesi ge-rekir.
Musannıf bunu Feteva'sında zikretmiştir.
Ben derim ki: Bunun yeni
bir sebeble takyid edilmesinin
faydası, eğer borcun devam etmesini ikrar
etmiş olursa
birinci mesele gibi bunda da ikrarın
geçersiz olmasıdır.
Hastanın
tasarrufu sağlıklı kişinin tasarrufundan daha zayıftır.
Me-selâ, ölüm hastasının ikrar ettiği
borç, hasta
olmazdan önce ikrar et-tiği borçtan sonra ödenir. Ancak
mütevellinin vakfedenin şartı
olmak-sızın,
vakıf mütevelliliğini başkasına ölüm
hasta iken havale etmesi ge-çerli, hasta olmazdan
önce ise geçerli değildir. Tetimme. Konunun ta-mamı Eşbâh
adlı eserdedir.
Vehbâniye'de
şöyle denilmektedir: «Bir kimse ölüm
hastalığında ka-rısına mehri mislini borçlu
olduğunu
ikrar etse, varisleri kadının kocasına sağlığında
iken mehrini hibe ettiğini iddia ederek
delil ikâme et-seler, delilleri geçersiz sayılır,
kabul edilmez. Ölüm hastalığında, «Ben şu malı hasta
olmazdan önce
satmış ve parasını da almıştım.» dese, müşteri de onu
tasdik etse, satış hakkındaki
ikrarı tasdik olunur, seme-nin kabzı hakkındaki
ikrarı ise tasdik olunmaz. Ancak malının üçte
bi-rinden
sayılır. Bir kimse, «Benim falan kimseye
bin dirhem borcum var şahitlik
,etme.» dese, o
meblâğı ikrar etmiş sayılmaz. Bu sözü, «Bu hususta sizin bir şahitliğiniz
yoktur.» demek olur. Ama,
«Borçlu
olduğu-mu haber vermeyin.» derse, bunda fakihler ihtilâf etmiştir. Belh
âlim-leri bunun
ikrar sayılmadığı
görüşündedirler. Kınye ve Minye
sahipleri ile Buhara âlimleri ise
bunun ikrar
olduğunu söylemişlerdir. Bir kimse, «Benim şu
mülküm falan kimsenindir.» dese, bu sözle malı o
kimseye hibe
etmiş olur ki bunda hibenin
şarjlarına riayet edilir. Bir kimse. «Şu mülk falan
kimsenindir.» dese, bu ikrar olur. Birisi,
«Falan kimse ile bugün bir devam yoktur.» dedikten sonra
yeni bir hak
zuhur etmedikçe o gün ve geçen günlerde davaya
müteallik hiçbir şey isteyemez. Eğer
is-terse, eski ikrarını
inkâr etmiş olur ki onu İslâm hukuku kabul etmez.»
İZAH
«Hasılı ilh...» İkrarda
bulunanın ikrar ettiği şeyin bir
kısmının faiz olduğunu iddia etmesinde
bir
fayda yoktur.
Ancak lehine ikrar yapılana yemin teklif edilir.
«Başkasının hak kazanması ilh...» Yani hak
kazanma konusunda ik-rarda bulunan ile lehine ikrar
yapılanın
birbirlerini tasdik etmeleri ile amel edilir. Bu, Vakıf
kitabında yazılı olana muhtelif olsa
da
sonuç de-ğişmez.
Şu kadarı var ki, bu hüküm yalnız
ikrarda bulunan içindir.
«Hakkı düşer ilh...» Bu ifadeden anlaşıldığına göre,
hakkının düş-mesinden maksat, hakkın
dış
görünüş
bakımından düşmesidir. Eğer, ik-rarda bulunanın bu ikrarı olaya uygun değilse, lehine
ikrar
yapılanın onu alması helâl olmaz. Sonra bu düşmede ikrarda bulunan hayatta olduğu
sürecedir. Öldüğü zaman, o olay, vakfedenin şartına
döner.
Hassâf'ta
şöyle denilmiştir: «Bir kişi malını Zeyd'e ve çocuklarına vakfetse,
sonra do fakirlere
vakfetse, Zeyd, vakfın Bekr'e de yapıldığını ikrar etse, sonra Zeyd ölse, Zeyd'in Bekr
hakkındaki
ikrarı geçersiz sa-yılır. Hamidiye'de, «Vakıf cemaati birbirlerini doğrulasalar, sonra
o ce-maatten
birisi bir çocuk bırakarak ölse, ölen kimsenin tasdik edilmesi
oğlu hakkında batıl olur mu?
el-Cevap:
Evet, bâtıl olur.» denilmiştir.»
Bundan
anlaşıldığına göre uzun zaman geçtiği için vakıf üzerindeki haklarından men edilen kimse
öldüğü zaman
onun çocuğu vakfedenin babasına şart
kıldığını alabilir. Çünkü ölen adamın oğlu,
vakıfta olan
geliri babasından değil, ancak vakfedenden temellük etmektedir.
«Başkasına verse ilh...» İsmailiye'nin İkrarı konusunda
şöyle de-nilmiştir: «Birisi. «Falan
kimse,
vakfın bana
ait olan gelirine şu kadar süre için hak sahibidir. Çünkü
ondan belirli bir meblâğı
aldım.» dese, bu ikrarı geçersizdir. Çünkü
ikrar sırasında mevcut olmayan
hakkını be-lirli bir
meblâğ karşılığında satmıştır. O halde, fakihlerin,
«Vakfın geli-rinin kendisinin değil, bir başkasının
istihkakı
olduğunu ikrar etse, ikra-rı geçerlidir ve hakkı düşer.»
ve «Bir kimse vakfın gelirini
başkasına ver-se... bu ikrarı geçerli olmaz.» ifadelerinin mutlak
manası yukarıdaki me-seleyi
ibtal
eder. Zira ivazla ikrar, muâvezedir.» Özetle.
Hassâr da şöyle
der: «Bir kimse tarlasını Zeyd'e, sonra da fakirlere vakfetse,
Zeyd, «Evet, tarlasını
bana ve şu
adama vakfetti.» dese, o adam hayatta
olduğu sürece vakfın gelirine ortak
olur. Eğer
Zeyd ölürse, va-kıf fakirlere geçer. Eğer lehine ikrar yapılan
ölürse, Zeyd hayatta ise, Zeyd'in
ikrar
ettiği mülkün
yarısı fakirlerin olur. Yarısı da
Zeyd'indir. Eğer Zeyd de ölürse, gelirin hepsi
fakirlerin
olur. Adam Zeyd'e vakfetse, Zeyd de, «Benim değil, şu adamındır.» dese,
Zeyd hayatta olduğu
süre-ce
vakfın gelirinin hepsi o adamındır. Zeyd
ölürse gelirin hepsi fakirle-rindir. Zeyd onları tasdik
etmez. Zeyd
ancak hayatta olduğu sürece ken-di hakkının
ibtalini tasdik eder.» Özetle.
Bu ifadeden
anlaşıldığına göre hakla ilgili tasdik, ikrar edenin ölümü
ile bâtıl olur. Çünkü ikrarda
bulunanın
ölümünden sonra gelenlere za-rarı dokunur. Ama
tasdik lehine ikrar yapılanın ölümü
ile
ibtal
edilmez. Çünkü ikrar edenin kendi nefsi üzerine ikrarı ile amel edilir. Burada bir mesele kaldı
ki, meselâ üç kardeş
gibi bir topluluk, «Şu şey eşit
ola-rak bizim üzerimize
vakfedilmiştir.» diye
ikrar etseler, Zeyd'in de kendilerinden olduğunda
birbirlerini doğrulasalar, Zeyd, o vakfın gelirinin
yarısına hak kazanır. Eğer
Zeyd ölürse, doğrulama devam eder. Eğer ikrarda
bulunanlardan ikisi
ölürse,
doğrulama bâtıl olur. Biri ölürse, yalnız
onun hissesinde doğrulama bâtıl olur. Bizim
zamanımızda çok vaki olan meselelerden birisi de vakfa
bakan kimse hakkındaki doğrulama-dır.
Bunun
butlanını gerektiren sebeb de, vakfın
nazırı veya onu tasdik edenlerden birisinin ölümüdür.
O zaman,
vakfa yön verilmesi hâkime düşer.
«Müftinin
fetvasına dayanarak ilh...» Bezzâziyye'de şöyle denilir: «Bir kimse,
fetvaya ehil olmayan
birisinin
fetvasıyla üç talâkının vaki olduğunu zannederek yazıcıya boşanma senedinin yazılmasını
emretse, o da yazsa,
sonra bir âlim onun talâkının vaki olmadığına fetva verse, a adam karısına
dönebilir. Şu
kadarı var ki ,senet mevcut olduğundan, hâ-kim onu tasdik etmez.» Sâyıhânî.
«Gerçekleşmesi
mümkün olmayan birşeyle
ilh...» Yani, her iki eli de sağlam olduğu halde ona
kesilmiş elinin ersi olarak beşyüz dirhem ikrar edilmiş olsa, ona
hiçbir şey gerekmez. Nitekim
Tatarhâniye'nin
hi-le bahsinde de böyledir. İşte bu görüş üzerine ben, varislerden birisine
şer'î
farizeden
fazla birşey ikrar edilmiş olsa, bu ikrarın butlanına fet-va verdim.
Çünkü şer'an mümkün
değildir.
Ancak mümkün olmayan şeyin her yönüyle
muhal olması gerekir. Eğer her yönüyle muhal
ol-mazsa, meselâ, «Şu
çocuğun benim üzerimde karz olarak verdiği bin dirhem parası vardır.» veya
«Bana sattığı
mebîin semeninden bin dir-hemi vardır.» diye ikrarda bulunsa,
bu ikrar geçerlidir.
Nitekim Eşbâh' ta geçmiştir.
«Borcu ikrar ilh» Musannıf burada, «Borçtan ibradan sonra» ile kay-detmesinin sebebi, zira genel
ibradan sonra
bu ibra maldan ibrayı do içine
alıyorsa da bir aynı ikrar etmek geçerlidir.
Nitekim bu,
Eşbâh'ta açıklıkla
zikredilmiştir. Aradaki fark, Şurunbulâlî'nin umumî ibra
hakkın-daki risalesinde
açıklanmıştır.
«Kadının
mehir ikrarı ilh...» Bezzâziyye'de
şöyle denilmiştir: Muhit-te şöyle denilir: «Kadın
mehrini
kocasına hibe ettikten sonra kocası,. «Karımın
benim üzerimde şu kadar mehri olduğuna şahit
olun.» dese, Fakih'e göre tercih edilen görüş
erkeğin ikrarının caiz olmasıdır. Ka-dın kabul ettiği
takdirde de ikrarda zikrettiği meblâğı kadına
ödeme-si gerekir. Çünkü kadın kabul etmeden mehrin
fazlasını
vermesi geçerli değildir. Ama
en uygunu bu ikrarın geçerli olmamasıdır.
Ziyadeyi
kasdetmeden ziyade
kılınmaz.»
Hamevî'de de
şöyle denilir: «Adam falan kimsenin kendisini şu da-vadan ibra ettiğine dair delil
getirse, sonra davacı ikinci defa olarak, kendisinin
ibrasından sonra davalının kendisine bir mal
ikrarında
bulun-duğunu iddia etse, eğer davalı,
«O beni ibra etti, ben de kabul ettim.» der, davacı
da, «Ben onu
tasdik ettim.» derse, ikrar davasından def geçerli olmaz. Ama onu tasdik etmezse,
ikrar
davasından def ge-çerli olur. Çünkü
red ihtimali bulunmaktadır. Zira ibra, reddetmekle
reddolunur.
İkrar ettiği mal da davalının üzerinde
kalır. Ama tasdik etmesi bunun aksinedir. Zira
kabulden
sonra red ile ibra reddolunmaz.» Câmiü'l-Fusûleyn.
Şu kadarı var
ki, Hamevî'den nakledilen doğru olmakla birlikte,
bu-rada söz deynden ibra
hakkındadır.
Hamevî'den nakledilen mesele ise,
davadan ibradır.
Tatarhâniye'nin
yirmidördüncü faslında şöyle
denilir: «Adam, «Benim senin
üzerinde olandan seni
ibra ettim.»
dese lehine ikrar yapılanda, «Senin benim üzerimde
bin dirhemin vardı, ben onu sadaka
olarak
ver-dim» dese istihsan deliline göre bu borçtan kurtulmuş olur. Ama,
«Be-nim şu konakta
hakkım
yoktur.» dese, diğeri de, «Altıda biri senin idi, ben senden
satın aldım.» dese, ikrarda
bulunan, «Ben
onu satmadım.» dese, konağın altında biri onundur. Ama, «Ben
şu konaktaki bütün
hak-larımdan çıktım.» dese, veya «Konaktaki hakkımdan senin için beri ol-dum.»
veya «Konaktaki
hakkımı sana ikrar
ettim.» dese, diğeri de, «Ben o konaktaki hakkımı senden satın
aldım.» dese,
ikrar eden, «Ben senden onun semenini kabzetmedim.»
dese, semeni ondan alır.
Yine
Tatarhâniye'de, İtâbiye'den naklen şöyle
denilir: «Adam, «Be-nim için
hiçbir hak yoktur.» dese,
bazı âlimlere göre her ayıp ve borç-tan
kurtulmuş olur. Bu görüşe göre, eğer
adam, «Falan kimse
benim on-da
olan her hakkımdan beridir.» dese,
zamin olduğu herşeyle birlikte emânet
de bu ibraya
girer. Ama, «O, kendisinde
olan alacağımdan beri-dir.» dese, yanında emaneten bulunanlar değil,
zamin olduğu
şeyler ib-raya, dahil olur. Ama, «O,
kendisinin yanında olan herşeyimden beridir.»
dese, aslı emânet olan herşeyden beridir. Fakat zamin olduğu şeylerden berî olmaz. İkrar eden bu
ibrasından
sonra bir hak taleb eder ve delil ikâme ederse, bakılır: Eğer beraetten
sonra bir tarih
kaydetmişse,
dava-sı dinlenir, delili de kabul edilir. Eğer herhangi bir tarih kaydetmemişse, kıyas,
davasının
dinlenmesidir. Bu talebi, beraetten sonra ortaya çıkan bir hakla yorumlanır,
istihsana
göre ise, delili kabul edilmez.»
«Feteva'sında
zikretmiştir ilh...» Musannıfın Fetvâ'sındaki ifadesi şöyledir: «İki kişi
arasında umumî
bir ibra cereyanından
sonra, onlardan birisi diğerinin kendisi üzerinde muayyen bir
meblâğı
olduğunu
ikrar et-se, bu meblâğı vermesi gerekir mi, gerekmez mi? Eğer borçtan
ibradan sonra
borcu ikrar etmişse, hiçbir şey gerekmez. Nitekim Tatarhâhiye'den
naklen Fevâid-i Zeyniye'de de
böyledir. Ama umumî ibradan sonra ye-ni bir
sebebden dolayı bir alacak iddia
ederse, borçlu da bu
borcu ik-rar
ederse, vermesi gerekir.» Bu hususta Gânim-i Bağdâdî'nin İkrar-u
Taâruzı'l-Beyyinât
bahsine bakınız.
«Yeni bir
sebeble takyid edilmesinin faydası ilh...» Yani yeni bir sebeble takyidin gereği borcu
ikrarı, «Beni ibra ettiği borç benim zimmetimde devam etmektedir.» şeklinde
olursa vardır.
Bununla,
geçen borç ib-rasından sonra borç ikrarı meselesi arasındaki
fark nedir? Bir kimsenin
borç
ibrasından sonra borç ikrar etmesi, «Falan kimsenin ibradan
sonra benim üzerinde şu kadar
meblâğı
vardır.» demesidir ki, bu ikrar bâtıldır. Çünkü bu muhaldir. Burada ise, yeni bir sebepten
dolayı, umumî ibradan sonra, borç ikrar
etmektir ki, o sebeble ödemesi gerekir.
«Birinci mesele ilh...» Yani borçtan ibradan sonra
borcu ikrar etmek meselesi gibi.
«Mehr-i
mislini ikrar etse ilh...» Musannıf burada mehr-i misil ile kaydetmiştir. Çünkü ikrar mehr-i
misilden fazla olursa geçerli olmaz.
«Varisleri kadının kocasına sağlığında iken mehrini hibe ettiğini iddia ederek delil
ikâme etseler,
delilleri geçersiz olur ilh...» yani varisleri kadının kocasının hasta olmazdan
önce, kalan mehrini
hibe ettiğini
id-dia etseler ve delil ikâme etseler,
bu delilleri kabul edilmez. Bu söz sa-rihin,
«Hibeden
sonra ikrar bâtıldır.» sözüne aykırı değildir. Çünkü, ko-casının kadını bir talâkla
boşadıktan
sonra zikredilen mehirle yeniden evlenmesi ihtimalini taşır. Bazı âlimler tarafından
böyle denilmiştir.
«Parasını da almıştım dese ilh.,.» Müntekâ'da
şöyle
denilmiştir: «Ölüm hastalığı sırasında,
«Ben şu
köleyi hasta
olmazdan önce falan kimseye satarak
parasını aldım.» diye ikrar etse, onun ikrar
ettiğini
müş-teri de iddia etse, ikrar eden satışta
tasdik edilir, semenin kabzında ise ancak malının
üçte biri kadarında tasdik edilir.» İşte nazmın
meselesi de budur.
«Fakihler
görüş ayrılığına düşmüştür ilh...»
Makdisî şöyle der: «İmam, Muhammed, «Bir kimse,
«Falan kimsenin benim üzerimde şu kadar pa-rası
vardır ama sen haber verme.» demesi ikrardır»
demiştir. Serahsî de, bu meselede iki rivayet olduğunu zikretmiştir. Sâyıhânî.
METİN
Sulh ile ikrar arasındaki
münasebet şudur: İki kişi arasındaki
bir meselede taraflardan birinin ikrar
edecek yerde
inkâr etmesi husûmete sebep olur. Husûmet ise sulhu gerektirir.
Sulh
sözlükte, lügâtta karşılıklı anlaşma
anlamına gelir. Şeriatta ise, taraflar arasındaki nizaı
(anlaşmazlığı)
kaldıran, husûmeti sona erdiren akde denir.
Sulhun rüknü
icabtır. Eğer sulh bedeli tayin
edilebilen cinsten bir-şey olursa
bunun kabulü de
sulhun rüknü
olur. Sulh bedeli dirhem gibi tayin
edilemeyen birşey olursa sulh kabulsüz de
tamamlanır.
İnâye.
Sulhun şartı
akıldır. Sulhta hürriyet ve bulûğ şart değildir. Öyleyse
acık bir zarardan âri olmak
şartıyla
ticarete izinli bir çocuğun sulhu ve
bir menfaat olması kaydıyla izinli olan köle ile mükâtebe
yapılmış kölenin yaptıkları
sulh geçerlidir.
Sulhun
şartlarından biri de kabzı gerektiren sulh bedelinin belirli ol-masıdır.
Sulhun bir diğer şartı
da dava
konusunun mal ile karşılanması caiz olan sabit bir hak olmasıdır.
Sulh konusundaki hak
mal cinsinden değil, kısas ve tazir gibi haklar
olursa ister malûm, ister meçhul olsun sulh geçerlidir.
Şuf'a hakkı, kâzif haddi, nefis kefaleti gibi ivazı
caiz olmayan ko-nularda sulh yapmak geçerli
değildir.
Çünkü sulh ile şuf'a ve nefis ke-faleti, hakkı bâtıl olur. Kâzifde de yine böyledir.
Hâkime
gidilmeden
sulh anlaşması yapılırsa, sulh bâtıl ve had sakıt olur.
Dava hâkime
götürülsün veya götürülmesin zina ve içki hadleri sulhle mutlaka düşmez.
Dava konusu
dirhem ve dinar gibi tayinle muayyen olmayan cinsten ise, davalının sulhu
taleb
etmesi ve
davacının kabul etmesi ile sulh tamam olur. Ayrıca davalının, «Kabul ettim»
demesine
ihtiyaç yoktur. Da-valının sulhu taleb
etmesi yeterlidir. Çünkü sulh dava konusu olan şe-yin bir
kısmını
düşürmektir. Bu iskât ise düşürücü ile düşer.
Eğer dava
konusu tayinle muayyen olabilecek cinsten ise, yapılan
sulh satış gibi olacağından
davalının
kabul etmesi gerekir. Bahır.
İZAH
«Mutlaka
ilh...» Yani ister tayinle muayyen
olan cinsten olsun ister olmasın.
«Kabulsüz de
ilh...» Çünkü sulh, dava konusunun
bir kısmını düşür-mektir. Açıklaması yakında
gelecektir.
«Sulhun
şartlarından biri de ilh...» Bedelinin kabzedilmesidir. Eğer
sulh bedeli ödünç olursa ödünç
ile olur. Eğer borç değilse kabul edil-mez. Bu
bahis kitabın sonunda, «Çeşitli meseleler»
konusunda
gelecek-tir. Oraya bakınız. Bu mesele Dürer'de bu konuda açıklanmıştır.
«Bir çocuğun
sulhu ilh...» Çocuğun yerine bir
başkasının sulh yap-ması da
geçerlidir. Meselâ, bir
kimsenin çocuğun evinde hak iddia et-mesi ve delil (şahit) getirmesi halinde çocuk yerine babası
davacı ile
sulh yapabilir.
«Bir menfaat
olması kaydıyla ilh...» Musannif bu
sözün yerine, «Açık bir zarar olmaması
kaydıyla»
deseydi daha
uygun olurdu. Çünkü bu ifa-de, «zarar ve menfaat olmayan» veya
«zarar olsa bile açık
olmayan»
ma-nalarını da kapsamına alırdı. T.
«Malum olması ilh...» Câmiü'l-Fusûleyn de,
Mebsut'a dayanılarak sulhun beş şekilde yapılacağı
söylenmektedir:
1 - Sulh
altın, gümüş veya normal para üzerine yapılıyorsa,
mik-tarı tayin edilmelidir.
2 - Sulh
taşınma ve zahmet gerektirmeyen buğday veya
ölçülecek, tartılacak birşey üzerine
yapılıyorsa, yine miktarı tayin ve vasfı beyan edilmelidir. Çünkü mal iyi
kalite olabileceği gibi orta ve
düşük kalitede de olabilir.
3 - Sulh
taşınma ve zahmet gerektiren cinsten tartılacak ve ölçülecek bir şey üzerine yapılıyorsa,
miktar ve
sıfatı tesbit edilmelidir. Ebû Hanîfe'ye
göre, selemde olduğu gibi teslim yeri
de tayin
edilmelidir.
4 - Sulh bir
kumaş üzerine yapılıyorsa ölçüsü, vasfı ve teslim zamanı tayin edilmelidir. Çünkü
kumaş borçla alınamaz, ancak peşin olarak alınır. Ancak
kumaş üzerine selem yapılmış ise borç
olabilir.
Çünkü selemde tecil olduğu bellidir.
4 - Sulh bir
hayvan üzerine yapılıyorsa, ancak hayvanın bizzat
tayin edilmesiyle caizdir. Zira sulh
ticarettendir,
hayvan ise borca verilemez.
«Kabzı
gerektiren ilh...» Kabzı gerektirmeyen mal bunun aksinedir. Meselâ, bir kimse diğer birinin
evinde hakkı
olduğunu iddia etse, buna karşılık ev sahibi de davacının elinde bulunan bir toprak
üzerinde hale
iddia etse, tarafların karşılıklı olarak
davalarının terki üzerine sulh
yap-maları caizdir.
«Tazir ilh...» Kul hakkı olursa. H.
«Meçhul
olursa ilh...» Teslimi gerektirmeyen birşeyde olmak
şartıy-la. Fakat davalının teslim
etmesini gerektiren şey bunun aksinedir.
Câmiü'l-Fusûleyn'de
bu hususta şöyle denmektedir: «Birisi
diğeri üzerinde belirli bir malının
olduğunu
iddia etse, sonra bin dirhem üzerine sulh yaparak bunu alsa ve davalıyı bütün
davalarından
umumî ve geçer-li bir şekilde ibra etmiş olsa, bunu da hazırlamış
oldukları senedin
so-nunda
zikrederse, bu sulh geçerli değildir. Çünkü dava konusu olan ma-lın miktarını tayin
etmemiştir.
Bu sulhun ivaz karşılığında mı; hakkını dü-şürerek mi; yoksa sarf
akdi yoluyla mı -ki bu
sonuncusunda
sulh mecli-sinde karşılıklı alıp
vermek şarttır- yapıldığının bilinmesi için malın
mik-tarı
tayin edilmelidir. Halbuki yapılan sulhta sulh bedeli zikredildiği
hal-de sulh meclisinden söz
edilmemiştir. Sulh meclisinin zikredildiği ihti-mali
olsa bile sulhun sıhhatine hükmetmek mümkün
değildir.
İbraya gelince, bu umumî bir şekilde olmuştur. Bundan sonra davacının herhangi birşey
iddia etmesi halinde davası kabul edilmez. Davasının kabul edil-memesi yaptığı sulhtan dolayı
değil, ettiği
umumî ibradan dolayıdır.»
Bu konu
istihkak bahsinde açık bir şekilde
geçmiştir. Bizim, «Ayıp-lı bir malın satışının
muhayyerliği»
bahsinin sonunda Fetih'ten naklen yazdıklarımıza bakınız.
«Şuf'a hakkı ilh...» Şuf'a hakkı, birşey
üzerinde talebte bulunabilme hakkına
sahip olmaktır. Şuf'ayı
teslim
etmenin de bir kıymeti yoktur. Öy-leyse onun karşılığında mal alınması
da caiz değildir.
«Nefis kefaleti ilh...» Bu, iki rivayetten
birisidir. Fetva da bununla verilir.
Şurunbulâlîye'nin
Suğra'dan naklettiği gibi.
«Şuf'a hakkı»nın butlanına gelince, Şurunbulâlîye'nin Suğra'dan ri-vayet ettiği gibi bu tek rivayettir.
«Hâkime ilh...» Bu ifade sulh ile kâzif had
.cezasının aslından ibtal edildiğini, gösteriyor.
Şurunbulâlîye'de,
Kâdıhân'dan nakledilen de budur. Zira onda, «Dava hâkime götürülmeden sulh
yapılmışsa sulh bâtıl, had sakıt olur. Sulh, dava,
hâkime götürüldükten sonra yapılmış ise kâzif
haddi bâtıl
olmaz. Had bahsinde geçtiği gibi bir had ancak hak sahi-binin affı
ile düşebilir. Hak
sahibi
affettikten sonra yeniden had talebin-de bulunsa bile had düşmüştür. Çünkü aftan sonra
taleb hakkı yoktur.»
denilmiştir.
Haniye'de gecen
ifade ise, henüz af taleb etmediğine hamledilir.
«Mutlaka
ilh...» Sulh, ister dava hâkime götürülmeden, ister hâkime götürüldükten sonra yapılsın
sonuç
değişmez.
«Hakkı düşürücü ile tamamlanır ilh...» Bu kabul
etmenin şart ol-madığı gibi taleb etmenin de şart
olmadığını
ifade eder. T.
METİN
Sulhun
üzerine tereddüb eden hüküm, davalının
davadan berî ol-ması, davacının sulh
olunan
meblâğa,
davalının da dava konusu meblâğı
ikrar etmişse, zimmetine kalana mâlik olmasıdır.
Davalının
dava konusu olan nesneyi ikrar, sükût ve inkâr etmesi hallerinde yapılan sulh sahih olur.
İkrar ile yapılan
sulhun hükmü, mal davasından mal üzerine olursa satım akdi gibidir.
Şuf'a hakkı,
ayıp, görme ve şart muhâyyerliği benzeri hükümler satım akdinde
cari olduğu gibi ikrar üzere
yapılan bu
sulhta da caridir.
Sulh
bedelinin bilinmemesi sulhu fâsid kılar. Çünkü davalının sulh bedelini teslime muktedir olması
şarttır.
Fakat sulh konusu olan malın bilinmemesi sulhu fasid kılmaz.
Çünkü sulh dava konusu olan
şeyin
dü-şürülmesi demektir.
Davacı aldığı
sulh bedelinden dava konusu malda bir
başkasının hakkı olan kısmı kadarını geri
verir. Eğer
başkasının hakkı bütün sulh be-delini kapsıyorsa, hepsini; bir kısmını kapsıyorsa, yalnız
o kısmı, geri ve-rir. Davacı, sulh bedelinden başkasının hakkı
için geri verdiği miktarı olmak üzere
dava konusu
maldaki hissesine rücû eder. Çünkü sulh akdi ivazlı bir akiddir. ivazlı
akidlerin hükmü
de böyledir.
Sulh, mal
davasından bir kölenin zimmeti veya bir evde oturmak gibi menfaatler üzerine yapılırsa,
sulhun hükmü
icare gibidir. Bu sulhta eğer vakit tayinine ihtiyaç varsa,
vakti tayin etmek' şarttır.
Sulh eğer kumaş boyamak
gibi vakit tayini gerektirmeyen birşey
üzerine yapılmışsa süre beyanı
şart kılınmaz.
Sulh,
birşeyin menfaati davasından bir mal üzerine
veya birşeyin menfaati iddiasından başka
birşeyin
menfaati üzerine yapılırsa, taraf-lardan birinin ölümü veya sulh mahallinin tayin edilen süre
içinde helak olması ile
bâtıl olur. İbni Kemal. Çünkü bu
sulhun hükmü icare gibidir.
Susma veya inkâr ile yapılan sulh, davacı hakkında, aldığı sulh be-deli kendi
zannına göre hakkının
karşılığı olduğu için bir ivazlı akiddir. Davalı hakkında ise anlaşmazlığa son
vermek ve yemini feda
etmektir.
Çünkü sulh olmasa kendisine yemin gerekir ve anlaşmazlık devam eder.
Buna göre,
bir ev hakkındaki davadan ötürü
davalının susma veya inkârı ile yapılan sulhta davacı
şuf'a hakkı kazanamaz.
Lâkin bu me-selede şuf'a hakkını kullanan- davacı yerine geçerek, davalı
ister inkâr ister sükût etsin, davasını isbat etme hakkına
sahiptir. Ancak davacının da delili
olursa
şuf'a hakkını kullanan onu da davalının üzerine ikâme
ederek eve ortak olur. Çünkü delilinin
ikâmesi ile sulh satım akdi gibi olur. Eğer
delili yoksa davalıya yemin
teklif eder. Davalı yeminden
ka-çınırsa yine
evi şuf'a ile alır. Şurunbulâlîye.
Dava konusu
malın -davalı ister ikrar, ister sükût veya
inkâr et-sin- karşılığında bir ev üzerine sulh
yapılırsa, o evde şuf'a vacib olur. Davacı o evi
zannına göre kendi malının ivazı
olarak aldığından
şefi'
ken-dini sorumlu tutar.
Dava konusu
olan malın bir kısmı başkası tarafından hakedilirse, da-vacı
aldığı sulh bedelinden
onun
hissesini çıkararak iade eder.
Fakat bu defa hak sahibine rücü eder ve onunla davalaşır.
Çünkü
maksadına ula-şamamış, asıl davalı ile de davası kapanmıştır.
Zira asıl davalı husûme-tini
defetmek ve iddia
ettiği nesnenin elinde husûmetsiz olarak kalması
için sulh bedeli vermiştir. Bu
sebeple
davacı maksadına ulaşmak için
hak sahibine rücü eder.
Eğer sulh
bedelinin tamamını veya bir kısmını hak eden çıkarsa o zaman davacı, tamamında veya
bir kısmında
davasına döner. Eğer yap-tıkları sulh
satım akdi lafzıyla yapılmamış ise, dava ile değil,
iddia
ettiğiyle döner. Çünkü davalının satış yoluna gitmesi, davacının mülkü
ol-duğunu inkâr
etmesidir.
Davacıya tesliminden önce sulh bedelinin
tamamının veya bir kıs-mının helak olması, her iki fasılda
da -Yani
ister ikrar ile, ister sükût veya inkâr ile olsun-
sulh bedelinin istihkakı gibidir. Bu da, eğer
sulh bedeli
tayin olunabilen cinsten ise böyledir. Eğer sulh bedeli tayin olu-nabilen bir cinsten
değilse, sulh ibtal edilmez. Davacı sulh bedelinin misliyle davalıya
döner.
İZAH
«Sulhun hükmü
ilh...» Bahir kitabında yazıldığına
göre sulhun hük-mü, davalı ister
ikrar, ister inkâr
etsin, sulh
bedelinin davacının mülkü olmasıdır. Eğer mal gibi temlik ihtimali
varsa ve davalı da onu
ikrar
ediyorsa dava konusu olan nesnenin de
davalının mülkü olmasıdır. Eğer temlik ihtimali yoksa
-kısas gibi-,
o zaman sulhun hükmü mutlak inkârda olduğu gibi beraatın vaki olmasıdır.
«Bey gibidir
ilh...» O zaman bu sulhta satım akdi bey' hükümleri uygulanır. Bakılır: Eğer
sulh, dava
konusu malın
cinsinin aksi üzerine yapılırsa, bu sulh, alım
ve satım oiur. Burada zikredildiği
gibi.
Eğer ya-pılan
sulh dava konusu şeyin cinsi üzerine yapılmışsa, dava konusun-dan da az ise, o
zaman hakkının bir kısmının düşmesi ve ibrası demektir.
Eğer aldığı sulh bedeli iddia ettiğinin misli
ise, o zaman kabz ve tam olarak ifadır. Eğer alınan dava konusundan çok ise.
o zaman fazlalık ve
ribâ olur. Remli, Zeylâî'den
Bahır'da
şöyle deniliyor: «İki mesele
müstesna, eğer yapılan sulh dava konusunun cinsinden başka
bir şey
üzerine yapılırsa, satım akdi sayılır.» Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
«Bu sulhta da
câridir ilh...» O zaman sulh bedelini ve dava konu-sunu kapsamına alır. Hatta, bir ev
davasında başka
bir ev üzerine sulh yapılmış olsa,
sulh bedeli olan evde şuf'a vâcib
olur. T.
«Zira sulh
ivazlı bir akittir. İvazlı akdin gereği ise, semene
hak ka-zandığı zaman, semen misli
şeylerdense
misliyle, yahut kıyemî şeylerdense kıymetiyle
rücû eder. Akit fasit olmaz. »
BİR UYGULAMA
MESELESİ:
Bezzâziyye'de ve Nazmü'l-Fıkıh adlı eserlerde şöyle denilmiştir: «Bi-risi bir başkasının
evinde bir
hırsız
yakalasa ve onu mal sahibine
gö-türmek istese, hırsız kendisini ev sahibine götürmemesi
için yakalaya-na bir miktar mal verse, böyle bir sulh sözleşmesi bâtıldır. Alınan sulh bedeli hırsıza
geri verilir.
Çünkü burada hak, hırsızı yakalayanın
değildir. Eğer sulh hırsız ile ev
sahibi arasında
yapılırsa, mal sahibi sulh bede-lini alarak
husûmetten kurtulur. Hırsızlık haddi, husûmetsiz sabit
olmaz. Bu
konuda yapılacak sulh da geçerlidir.
Yine Bezzâziyye'de, «Birisi hırsızlıkla itham
edilerek hapsedilse ve sulh yapsa, eğer kork.u
sebebiyle
sulha razı olduğu zannedilse bakılır: Eğer hırsızı vali hapsetmişse,
sulh davası geçerlidir.
Zira valiler
genel-likle zulmen hapsederler. Eğer
hırsızı hâkim hapsetmişse, sulh geçerli değildir.
Zira hâkim genellikle haklı olarak hapseder, kimseyi zulmen hapsetmez.» denilmiştir.
«Eğer vakit
tayinine ihtiyaç varsa ilh...» Bir evde oturmak gibi.
«Sulh,
birşeyin menfaati davasından mal üzerine
ilh...» Yani, bir menfaati iddia ettikten sonra bir
mal üzerine sulh yapmak
geçerlidir. Meselâ birisi,
kendi su yolunun komşusunun evinden geçtiğini
veya ken-di çatısının kuyunun komşusunun
çatısından geçeceğini veya
bir nehir-de sulama hakkı
olduğunu
iddia etse, davalı ister ikrar, ister inkâr et-sin, belirli bir mal üzerine
sulh yapmaları
caizdir.
Kûhistanî'de olduğu gibi. Alâî, Şerh-i Mültekâ. Hâmiş'te de böyledir.
«Birşeyin
menfaati iddiasından başka birşeyin
menfaati üzerine ilh...» Meselâ, bir evde oturma
hakkı karşılığında bir kölenin hizmeti üzerine yapılan sulh gibi.
«Taraflardan
birisinin ölümü ilh...» Eğer akdi
kendi adına yapmışsa. Bahır.
«Mahallinin,
tayin edilen süre içinde helak olması ile
ilh...» Yani yararlanma süresi
dolmadan önce,
Bu meselenin
tamamı Bahır'dadır.
«Davacı
hakkında ivazlı akittir ilh...» Bir miktar para iddiasından sonra para
üzerine yapılan sulh,
sulh bedelini
kabzdan önce ayrılmaları halinde bâtıl olur. Bahır.
«Bir ev
hakkındaki davadan ötürü ilh...»
Meselâ bir kimse bir başka-sında evi olduğunu iddia etse,
o da sükût veya inkâr etse,
sonra birşey karşılığı sulh
yapılsa, o evde şuf'a gerekmez. Çünkü
davalı
kendi zannı
üzerine bu sulh ile dava konusu olan evin mülkiyetini almış sayılır. Da-vacının
husûmetini de
defetmiştir. Davalı o evi satın
almadığı için şuf'a hakkı gerekmez. Davacının iddiası
da satın almayı
göstermez. Minhâ.
İki kişi, bir başkasının elindeki
toprağın kendilerine babalarından miras olarak intikal ettiğini
iddia
etseler,
toprağı kullanan kimse bu id-diayı inkâr etse, sonra iki davacıdan birisi yüz lira üzerine sulh
yapsa, diğer davacı bu yüz liraya ortak değildir. Çünkü bu sulh, davacının zannına göre ivazlı akit,
davalının
zannına göre de yeminden vazgeçiştir. Her yönüyle
ivazlı akit değildir. Şüphe sebebiyle
diğer ortak
için ortak-lık hakkı sabit olmaz. Ebî ... den(1) rivayete göre, alınan sulh bedeline diğeri
de ortak
olur. Haniye.
«O evde şuf'a
vacib olur ilh...» Bir ev üzerine
sulh yapılırsa o evde şuf'a hakkı sabit
olur.
«Onunla
davalaşır ilh...» Eğer dava konusu tayinle muayyen olan bir
cinsten ise davalı döner. Eğer
tayin ile muayyen olmayan bir cinsten ise -ki
dava konusunun cinsindendir- o zaman hak
edilenin
misliyle döner
ve sulh da bâtıl olmaz. Meselâ,
birisi diğerinde bin lirası olduğu-nu iddia etse, yüz
lira üzerine sulh yaparak alsa, bu yüz lira bir başka-sının istihkakı ise davalıya yüz lira
ile döner. Bu
sulh ister ikrardan ön-ce, ister sonra olsun. Aldığı yüz
lira kalb çıkarsa, nasıl dönme hakkına
sahipse bunda
da öyledir.
Ama sulh bedeli dava konusunun cinsinden değilse,
meselâ, dirhem
iddia
ettikten sonra dinar üzerine sulh yapması
gibi, davacı ile davalı
birbirlerinden ayrıldıktan
sonra sulh
ibtal edilir. Eğer birbirlerinden ayrılmadan önce başka birisinin istihkakı olduğu
çı-karsa, davacı misli ile rücu eder. Sulh da
bâtıl olmaz. Bahır.
«Dâvaya döner ilh...» Eşbâh'm Câmiü'l-Kebir'den
naklettiği gibi. Da-va konusu kısas, nikâh, köle
azadı ve
muhâlea gibi nakzı kabul etme-yen
cinsten ise, o zaman, davacı davalıya sulh bedelinin
kıymeti ile
dö-ner ve onu alır. Bu konuda sözün tamamı Hâmevî'nin
hâşiyesindedir.
«Davalının
anlaşma yapmaya yönelmesi ilh...»
Davacının mülkiyetini ikrardır. Ama sulh bunun
aksinedir. Sulh bazen yalnız husûmeti def için
yapıldığından, sulh kelimesiyle yapılan sulhta,
mülkiyetini
ikrar ettiğine delâlet edecek herhangi bir şey bulunmaz.
«Sulh
bedelinin istihkakı gibidir ilh...» Ya dava ile veya dava ettiği ile rücû eder. Dürr-ü Müntekâ.
Hâmiş'te de
böyledir.
METİN
Dava edilen
şeyin bir kısmı üzerine sulh yapılması geçerli olmaz. Çünkü sulh
bedeli olarak
kabzedilen, iddia edilen hakkın aynı, geri ka-landan da ibradır.
Ayandan ibra etmek ise bâtıldır. Bu
borçta olur.
Nitekim yakında gelecektir.
Birisi bir başkasından bir ev iddia ettikten sonra o evin muayyen bir kısmı üzerine
sulh yapmaları
geçerli olmaz. Fakat iddia ettiğinden başka bir
evin muayyen bir kısmı üzerine sulh yapmaları
geçerlidir. Kûhistânî.
Bu çeşit
sulhu sıhhatli kılmanın hilesi, Musannıfın, «birşeyi açtır-mak» sözüyle zikrettiği mefhumla
olur. Meselâ, sulh bedeline bir miktar kumaş ve
dirhem ilâvesiyle sulh geçerli olur. Bu ilâve
edilen
nesne,
davacının geri kalan hakkının ivazı olur.
Bu sulhu
geçerli hale getirmenin bir başka yolu da sulha geri kalan davasından ibrasını ilhak
etmektir. Lâkin zahiri rivayete göre, ister
ilâ-ve yapılsın ister yapılmasın
böyle bir sulh mutlaka
geçerlidir. Şurunbulâlîye. İhtiyâr'da da bu sulhun
sıhhati üzerinde durulmuştur. Bu sulhun
sıhhati
meselesi Azmiye'de. Bezzâziyye'ye. isnad edilmiştir.
Şeyhülislâm'n, Celâliye adlı kitabında, «Metinde geçen ibare İbni Sema'nın
rivayetidir.»
denilmiştir.
Fakihlerin, «Ayandan ibra etmek bâtıldır.» sözünün
manası, «Ayan davasından ibra bâtıldır.»
demektir.
Yani ayan davalıya mülk olamaz. Davacının bu ayanı fırsat bulursa alması helâldir. Lâkin
mahkemede da-vası kabul edilmez.
Ödünç paranın
bir kısmı üzerine sulh yapmak geçerlidir. Davalı, hak-kın geri kalan kısmından da
diyanetten değil, hükmen beri olur. Bun-dan ötürü davacının
fırsat bulduğu takdirde alması
geçerlidir. Kûhistânî. Bu konunun tamamı Eşbâh'ın «Borcun hükümleri» faslındadır. Ben bu-nu
mültekâ şerhinde de araştırdım.
İZAH
«Bir kısmı üzerine ilh...» Eğer mal mevcutsa.
Helak olan malın hük-mü ise, metin sahibinin, «Helak
olan
gasbedilmiş şey üzerinde sulh»
bah-sinde gelecektir. Kûhistânî. Çünkü davacı bu sulhla
hakkının bir kısmı-nı almış, geri kalanından da
ibra etmiştir. Ayandan, ibra ise
bâtıldır. Medenî.
«Bakî kalan davasından ibrasını ilh...» Burada, «ibra»yı «dava» ile kayıtlamasından maksat, birşeyin
aynından ibra etmenin geçerli olma-dığını anlatmaktır. Mebsut'ta
da böyledir.
İbni Melek bu
konuda, «Davalıyı bakî kalan
davasından ibra için, «Ben o davadan
beri oldum.» veya
«O davadaki»
veya «şu binadaki hu-sûmetimden beri oldum.» dese, artık davası kabul edilmediği
gibi delili
de kabul edilmez. Fakat, «Ben seni o
davadan» veya «O davadaki
husûmetimden beri
ettim.» demesi bâtıldır. Böyle söyleyen davacı yeniden
hak iddia edebilir. Elinde bir köle bulunan
adam, «Ben
ondan berî oldum.» dese, köle berî olur. Fakat, «Ben seni
ibra ettim.» dese, köle berî
olmaz. Çünkü
burada köleyi tazmin yükümlülüğünden ibra etmiş olmaktadır. Eşbâh'ın «Deynin
hükümleri»
bahsinde olduğu gibi.» demiştir.
Ben derim ki: Fakihler,
«Ben seni ibra ettim.» sözü ile, «Ben berî oldum.» sözü arasında fark
olduğunu
kabul etmişlerdir. Zira, «Ben berî oldum.» sözünde berâet nefsine
izafe edildiği için
umumîlik
ifade et-mektedir ve herkesi kapsamına alır.
Fakat, «Ben seni ibra ettim.» sözü bunun
aksinedir. Çünkü, «Ben seni ibra ettim» sözü birisine
hitab etti-ğinden ondan başkasıyla
hasımlaşabilir. Eşbâh, haşiyesinde de Velûciye'ye
izafe edilerek böyle denmiştir.
Şerhü'l-Mültekâ.
Bahır'da da
şöyle denilmiştir: «Eğer ibra (yeni
tesis edilen bir hak) inşa üzerine olursa bakılır: Eğer
ibra birşeyin
aynından ise dava bakı-mından bâtıldır. Böyle
bir ibradan sonra muhatabını veya bir
başkasını ye-niden
dava edebilir. İbra eğer tazminatı kaldırması bakımından ise
ge-çerlidir. Fakat
eğer bu ibra ayndan
değilde aynın davasından ise bakılır:
Eğer ibra muhataba izafe edilmişse,
meselâ, «Ben seni bu evden» veya «bu evin davasından ibra ettim.» demiş ise,
yalnız o muhataba
ait davası
artık kabul edilmez. Eğer burada ibrayı kendi nefsine izafe "ederse, yani, «Ben o davadan
beriyim.» veya
«Ben beriyim.» derse, bu-nun davası mutlaka
kabul edilmez.
Eğer ibra özel bir ayna izafe edilmişse, o aynla ilgili davası kabul edilmez. Eğer umumî bir ibrada
bulunmuş ise,
muhatabından ve başka-sından dava
etmek hakkı vardır. Meselâ karıkoca
birbirlerini
bütün
da-valarından ibra etseler, koca karısından ayanını dava edebilir. Çünkü onun
ibrası, ayana
değil borçlara yönelik
kabul edilir.
«Eğer ibra ihbar (daha önce mevcut olan bir hakkı haber verme) üzere ise, meselâ, «O, üzerinde
olan haklarımdan beridir.» demiş ise, bu ibra hem
borcu, hem de aynı kapsamına aldığından
geçerlidir. Onun için davası kabul edilmez.
Yine, «Şu
aynda benim mülkiyetim yoktur.» sözü
de hem aynı, hem de deyni kapsadığı için
ibra
geçerlidir. Dava hakkı kalmaz. Bu, Mebsut ve Muhit'te de zikredilmiştir.
«Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, «Benim onda ne bir hakkım, ne de bir devam
vardır.»
denilmesi,-hem aynı,
hem de deyni dava etme hakkını ortadan kaldırır.
Oünkü Mebsutta olduğu
gibi, «Onda
benim bil hakkım yoktur.» demesi, hem aynı, hem de deyni kapsamına alır.
Bun-dan
sonra bir hak iddia ederse, bu hakkın berâetinden
sonraya ait ol-duğunu isbat edene kadar
davası
kabul makbul edilmez.»
Bahır sahibinin,
«berâetinden sonraya»
sözü, davacının, «Benim on-da bir
hakkım yoktur.»
sözünün ikrar
değil, umumî bir ibra olduğunu ifa-de
eder.
«Mutlaka
ilh...» Yani, ister bu iki şeyden birisi mevcut olsun, ister olmasın. Geri kalan
kısmın davası
geçerli değildir.
«Fakihlerin sözü ilh...» Bu söz, zahiri rivayetin
üzerine değil, metin sahibinin sözleri üzerine varit
olan sorunun
cevabıdır. Çünkü zahirî ri-vayette, «ibra» kelimesi yoktur. Sulhun burada içine aldığı
şey bir
kıs-mını alıp bir kısmından ibra etmek değil, bir kısmını alıp diğer
kısmını düşürmektir.
«Ayan
davasından ilh...» Kûhistânî'nin
ifadesi böyledir. «Dava» lâf-zını bu ifadeden düşürmek
vacibtir.
Çünkü gelecekteki açıklama bunu göstermektedir.
Hâmevî,
Hâfid'in Sadrı Şeria haşiyelerinden
naklen, «Ayandan berâet geçerli
değildir sözünün
manası, «ayn
davalıya mülk olmaz.» demek-tir. Yoksa davacı, davası üzerinde kalmaz
demek
değildir.»
demiştir. Ebussuud.
Ebussuud,
«Hâmevî'nin, Hâfid'in naklettiği bu
ifade, metindeki «Ayandan ibra bâtıldır.» ifadesinden
daha açıktır» demiştir.
Sâyıhânî de,
«En güzeli, «Ayandan ibra etmek hükmen değil, diyaneten bâtıldır.» demektir.»
demiştir.
Hâmiş'te de, -ki bu ifade Mültekâ Şerhi'ndedir- «Fakihlerin, «Ayan-dan
ibra bâtıldır.» sözünün
mânâsı, ibradan sonra da o ayn davalıya mülk olmaz demektir. Davasında baki
kalır anlamında
değildir.
Deynlerin ba'-zında sulh geçerli
olduğu gibi burada da dava hükümden
düşer. Çün-kü
borçta ibra
etmek diyanette değil, hükümde
geri kalan kısmından ib-radır. Eğer fırsat düşerse kalan
kısmını alabilir. Kûhistâni, Bercendî ve başkaları
da böyle zikretmişlerdir. Ayanın
davasında ibra ise
geçerlidir.» denilmiştir.
Bu hüküm
bizim biraz önce Mültekâ Şerhi'nde naklettiğimizin aksi-nedir. Hülâsa'da, «Ben seni şu
binadan veya ondaki husûmetimden veya ondaki davamdan
ibra ettim dedikten sonra, dava etse,
davası
dinlenir, delili kabul edilir.» denilmiştir.
«Fakat ödünç
paranın bir kısmı üzerine sulh yapmak geçerlidir ilh...» Makdisî, Muhit'te, «Bir adamın
diğerinde bin
lirası olsa, borçlu inkâr etse,
sonra üçyüz lira üzerine sulh
yapılmış olsa, sulh
geçerlidir. Davalı diyâneten
değil, hükmen kalan kısımdan beri olur. Borçlu bin lirayı ta-mamen
ödese, alacaklı aldığı
parayı inkâr etse, yüz lira üzerine sulh yapsalar geçerlidir. Yalnız alacaklının
bu yüz lirayı alması diyâneten helâl
değildir.» demiştir. Bu ifadeden, bir de, «Ribânın aynı kaldığı
süre-ce ondan
ibra geçerli değildir.» Küllî kaidesinden
zamanımızın hâkim ve âlimlerinin, aldıkları
ribâdan ötürü
ibra taleb ederek kendilerini ib-ra ettirmeleri yolundaki uygulamalarının
geçerli
olmadığı anlaşılıyor. Çün-kü ribâdan alınan,
haram olmama bakımından daha derindir.
Haniye kitabında sulhtaki adem-i berâetten
davacının davalıya, «Ben seni bakiyeden ibra ettim.»
ifadesinin ilâve edilmesiyle yapılan sulh is-tisna
edilmiştir. Sâyıhânî. Bundan
anlaşılıyor ki, sulhun
içine aldığı dü-şürme her yönüyle ibra değildir.
Eğer her yönüyle ibra olmuş olsa, da-vacının
davalıya, «Ben seni
bakiyesinden ibra ettim.» demesine
gerek kalmazdı.
«Hükmen
ilh...» O zaman zahirî rivayete
göre deyn ile ayn arasın-da bir fark yoktur.
«Eşbâh ilh...» Eşbâh'ta, Haniye kitabından naklen, «Gasbedilen
bir şeyden ibra etmek,
gasbedeni
onun zamin
oluşundan ibra etmektir. O zaman gasbedilen şey gasbedenin elinde emânet olur.
Şayet
gasbedilen şey gasbedenin elinde helak
olmuş ise, ibra geçerli olur ve gasbedende
kıymetinden
beri olur.» denilmiştir.
Fakihlerin, «Ayandan ibra bâtıldır.» sözünün mânâsı,
ayan ibra edilmekte davalıya mülk olmaz
demektir. Eğer mülk olsaydı, o zaman ayan-dan ibra
etmekle o ayanın dımanının düşmesi
geçerli
olurdu. Veya
«Ayandan
ibra bâtıldır.» sözü emânete hamledilirdi. Yani ayandan ibra-nın bâtıl oluşu,
ayan emânet olduğu zaman ibra olunamayacağı mana-sına gelirdi. Çünkü emânet olunca ayan
davalının
uhdesinde sayılmaz. Bu sebeble ibra
ile ilgili bir mesele de kalmaz.
Bu konunun
özeti şöyledir: Ayan ile ilgili ibra, ya davasından ibra-dır -ki bu ihtilafsız olarak
geçerlidir-
veya bizzat ayanla ilgilidir. Eğer ib-ra olunan gasbedilmiş ve helak
olmuş ise, borcun bir
kısmının ibrası ge-çerli olduğu gibi onun da ibrası geçerlidir. Eğer
gasbedilen şey mevcut ise,
bunda ibranın
mânâsı, helak olduğu takdirde onun kefaletinden ib-radır. Onun aynından ibradan
sonra da o
ayn, gasbedenin elinde emânet gibi
olur. Tazmin etmek gerekmez. Olsa
bile ancak zorla
olur.
Eğer ayn
emânet ise, ondan ibra diyâneten geçerli değildir. Yani sa-hibi
alma fırsatı bulursa alır.
Fakat hükmen
geçerlidir. Hâkim ibradan sonra davacının
davasını dinelmez. Bu açıklama bu
konuda özetle
isti-fade olunandır.
Şarihin,
«bunun mânâsı» sözü emânete hamledilir. Yalnız şu var ki, eğer birisi
diğerinin elindeki
şeyi iddia ve o da inkâr ederse, sonra da-vacı
davalıyı o nesneden ibra ederse,
bu dava da gasb
davası gibi
olur. Çünkü davalı nesneyi inkâr etmekle
onun gasbedeni oluyor. Fakat bu inkâr ve
ibradan sonra
davacının davası hâkim tarafından
dinlenir mi eğer idda ettiği mal mevcut ise,
dinlenir.
METİN
Mal ve
menfaat davasında inkâr, inkâr ve
susma ile mal ve men-faat karşılığı sulh geçerlidir. Sulh
ikrar ile olursa, sulh yapan taraflar için satış olur. Sulh inkâr ve sükût ile olursa,
davacı hakkında
satış olur.
Bir menfaat davasından diğer bir menfaat üzerine sulh yapmak da geçerlidir.
Rakik
davasında sulh geçerlidir. Eğer köle mal karşılığı azad
edil-mişse ve köle de ikrar ediyorsa
velayet efendisine sabit olur. Eğer köle
ikrar etmiyorsa, o zaman, velayet ancak delil ile tesbit edilir.
Dürer.
Ben derim ki: Azad
edilen, delil ile de köle olamaz. Sulh'tan sonra nerede
delil ikâme edilirse
edilsin,
davacı iddia ettiğine hak kazanamaz. Çünkü kendi ihtiyarıyla sulh
bedeli almakla satıcı
olmaktadır.
Yine,
evlenmediği bekâr bir kadın için nikâh iddia etmek muhâlea olur. Eğer
davasında ibtal edici
ise sulh bedelini yemesi helâl olmaz. Nikâh dava ettiği kadınla, cinsi temas olmadığından
evlenmesi de
helâl olur.
Eğer nikâhı kadın iddia ederse, erkeğin kadınla
yaptığı sulh geçerli değildir. Vikaye,
Nikâye, Dürer,
Mültekâ ve
Müctebâ'da da düzeltilmiş-tir.
Dürrerü'l-Bihâr'da da bu sulh anlaşması geçerli
görülmüştür.
İZAH
«İkrar ile ilh...» Yani mal davasında ikrar yolu ile sulh geçerlidir. Davalının ikrarı
ile sulh geçerlidir.
Bu sulh ister
mal, ister menfaat üzerine olsun.
«Menfaat karşılığı ilh...» Menfaatle sulhun şekli
şöyledir: Bir kim-se varislerden,
«Ölen şu kölenin
hizmetini
bana vasiyet etti.» diyerek hak iddia etse, varisler de inkâr etseler,
yapılan sulh geçerlidir.
Çünkü rivâ* yet şu şekildedir:
«Bir kimse bir şeyi kiraladığını iddia eder,
mal sahibi de inkâr eder ve
sonra da sulh
yaparsa bu caiz değildir.»
Fakat Eşbâh kitabında, «Bütün menfaatlerde cinsinden olmayan bir
menfaatle
-kira davası dışında- sulh geçerlidir. Mustafa adlı eserde ol-
duğu gibi.»
denilmiştir. Remli. Bu Eşbâh'ta olan Bahır'da olanın aksine-dir.
«Bir menfaat
davasında diğer bir menfaat üzerine ilh...» Bir evde oturma davasından sonra, bir
kölenin
hizmeti üzerine yapılan sulh gibi.
Fakat bir evde oturma davasından sonra bir başka evde
oturmak
üze-re sulh yapılması caiz değildir.
Aynî ve Zeylâî'de olduğu gibi.
Seyyid Hâmevî, «Şurası muhakkaktır ki,
Velvelûciye'de olan bunun aksinedir. Çünkü Velvelûciye
sahibi, «Bir adam bir evde oturma hakkı olduğunu iddia ederse diğer bir evde belli bir müddet
oturmak üzere
sulh yaparsa caizdir. Fakat bir evi, oturacağı ev kirasına karşı kirala-mak
caiz
değildir.
Çünkü bu, bir malı bir malla temlik etmek gibi ol-maktadır.»
demiştir. Ebussuud, «İbni
Melek, Nikâye'nin
şerhinde, Mecmâ'nın şerhinde zikredilenin aksine olan birşey
zikretmiştir.»
demiştir. Yâ'kûbîye
kitabının sahibi de, «Kitaplara uygun
olan Mecmâ şerhinde olandır.» demiştir.»
demektedir.
«Mal karşılığı azad edilmişse ilh...» Yani
davacı hakkında mal üze-re, diğerinin hakkında da
husûmeti def
için. Bahır.
«Bekâr bir kadın için ilh...» Çünkü evli bir kadın üzerine
sulh yapıl-ması geçerli olmadığı
gibi,
kadına iddet
beklemeye ve kocası ile nikâh ye-nilemeye
de gerek yoktur. İmâdiye'de olduğu
gibi.
Kûhistânî.
«Hûlû dur
ilh...» Bunun acık manası böyle
bir kadının talâk sayı-sının
da noksanlaşacağını ifade
eder. Onda nikâh iddia eden erkek da-ha sonra onunla
evlenirse, iki talâka mâlik olur. Eğer bu sulh
ikrar yo-luyla olursa, acıktır. Fakat inkâr veya susmayla olursa, o zaman, erke-ğin zanısı ile
muamele olmuş olur. T.
«İbtal edici ise ilh...» Davacı iddiasında, «ibtal
edici ise aldığı sulh bedelini yemesi helâl değildir.»
ifadesi,
sulhun bütün çeşitlerinde geçer-lidir. Kifâye.
«Dürerü'l-Bihârdc
ilh...» Dürerü'l-Bihâr'ın şerhi olan Gûrerü'l-Efkâr'da da sulhun
sıhhati ifade
edilmiştir.
Bahır'da da yalnız Gûrerü'l-Efkâr'ın
ifa-desi ile yetinilmiştir. Yalnız
Bahır'da bu sulhun
sıhhati
üzerinde görüş ayrılığı vardır. Mecmâ'mn ifadesi de, «Eğer kadın erkeğin
nikâhının
en-gelleyici
bir sebebe rağmen olduğunu iddia ederse, erkeğin onunla sulh yapması caizdir.
Âlimlerin bazısı da bunun caiz olmadığını söylemiştir.» seklindedir.
METİN
Ticaretle izinli köle bir kimseyi kasden öldürdükten sonra öldürüle-nin yakınlarına bir miktar mal
vererek sulh
yaparsa, verdiği mal kendi ticaretinden
olmadığı için sulh caiz ve efendisi için geçerli
değildir.
Fa-kat bu sulh ile kısas düşer. Azad edildikten sonra sulh bedeli ile so-rumlu tutulur.
Ticaretle izinli kölenin kölesi, bir kimseyi kasden öldürse, izinli kö-lenin
öldürülenin yakınlarıyla
sulh yapması
caizdir. Çünkü bu sulh be-deli kendi
ticaretindendir.
Helak olan, gasbedilen şeyden ötürü, kıymeti
takdir edilmezden ön-ce, kıymetinden
fazla bir meblâğ
üzere sulh caizdir. Arz
bedeli sulhu-nun caiz olması gibi.
Sulhtan sonra
gasbedenin, gasbedilen şeyin kıymetinin
sulh bede-linden daha az olduğuna dair
delil ikâme etmesi kabul
edilmez. Sulhtan sonra her iki taraf sulh olunan şeyin kıymetinin
sulh
bedelinden
daha az olduğunda birleşseler de yine gasbeden hiçbir şeyle
gasbedilenin sa-hibine
dönemez.
İZAH
«Kasden ilh...» Bu kaydı koymuştur. Eğer hatâen
öldürmüşse sul-hun caiz olduğu
açıktır.(1) Çünkü
burada malların mesleğinden gidilir. T.
«Efendisi için geçerli değildir ilh...»
Makdisî, «Eğer efendisi izinli kölenin nefsinden yaptığı sulhe
izin verirse,
sulh cazdir.» demiştir. Sâyıhânî.
«Gasbedilenden ötürü ilh...» Eğer gasbedilen kıymet takdir edi-len cinsten ise, zira eğer kıymet
takdir edilen
cinsten değil de misliyetten ise, helak olsa, o zaman, eğer sulh bedeli mağsubun
cinsinden ise, fazla alınması
ittifakla caiz değildir. Eğer başka
bir cinsten ise, ittifakla caizdir. İbni
Melek.
Musannif
bundan sonra da hükümden önce
kaydının muhterizini zikredecektir.
Musannifin,
«Kıymetinden fazla» kaydını koymasının
sebebi, ihtilâf sebebinin bu fazlalık olmasıdır.
Câmiü'l-Fusûleyn'de
de bu hususta şöyle denilmiştir: «Adam bir ölçek buğday veya bin dirhem
gasbetse
bunun yarısı üzerine sulh yapsa, eğer gasbedilen
helak olmuş ise sulh geçerlidir.
Gasbediien helak ol-mamış, ancak gasbeden ikrar veya
inkâr ettiği halde onu gizlemişse, sulh
diyâneten değil hükmen caizdir. Eğer
gasbedilen mevcut ve ha-zırda ise, sahibi onu gördüğü halde
gasbedilen inkâr ediyorsa yine yarısı üzerine sulh yapmak caizdir. Eğer bu sulhtan sonra mâlik,
malının geri kalanına dair delil ikâme ederse, o geriye' kalanın ona verilmesine hükmedilir.
«Mevcut
olduğu halde ölçülecek ve tartılacak
cinsten olan gasbedilenin bir kısmı üzerine sulh
yapılması bâtıldır. Eğer gasbeden, gasbettiğini açıktan
ikrar ediyor ve mâlikin de geri alma kudreti
varsa, yarısı üzerine sulh edip diğer yarısından da ibra etmesi istihsana göre
değil, kıyâsa göre
caizdir.
Gasbedenin ikrarıyla birlikte bir kumaş üzerine sulh olsa ve kumaşı verse, bu, sulhun bütün
çeşitlerinde caizdir. Çünkü burada davacı gasbedilen malı
ile kumaşı satın almış gibi olmaktadır.
Eğer mağsub
bir köle veya bir arz ise, gasb, mâlik ile yarısı üzerine sulh yapmış
olsa, gasb köle
veya arzı mâlikinden
gizlemişse, ister ik-rar, ister
sükût etsin bu sulh geçerli değildir. Çünkü
gasbedenin
yarısı üzerine sulh yapması gasbedilenin varlığını ikrar etmesi
demektir. Fakat,
ölçülecek ve tartılacak cinsten olan birşey bunun aksinedir.» Çünkü onların bir kısmının helak
olması, bir kısmının da mevcut olması âdet-lere göre tasavvur edilir. Fakat köle ve kumaş böyle
değildir.»
«Kıymetinden fazla ilh...» Bu, fahiş bir fazlalık
da olsa böyledir. Gâyetü'l-Beyân'da,
«Eğer az bir
fazlalık ise bunun aksinedir. Çünkü o fazlalık,
takdir edicilerin takdirine girmişse, artık fazlalık
sayılmaz.
İmameyn'e göre rjbâ da olmaz.» denilmiştir.
«Kıymeti takdir edilmezden önce ilh...»
Çünkü cinslerin ihtilâfı ha-linde ziyâdelik
açık olmaz. O
zaman ribâ da olmaz. Bu İmam-ı Azam'a göre caizdir. İmameyn ise, burada İmam-ı Azam'a
muhalefet
etmişlerdir. Çünkü mâlikin, helak olan gasbedilenden hakkı kesilip kıymete
dönme-miştir.
O zaman bu sulh gasbedilenin değil, kendisinden yapılmaktadır.
«Eşya bedeli
üzerinde sulhun caiz olması gibi ilh...» Bu eşyanın kıymeti, helak
olan gasbedilenin
kıymeti kadar
veya ister az, ister çok ol-sun.
Sarihin burada arzı zikretmesi -halbuki ilerde
gelecektir- meselenin yerinin burası olduğuna işaret etmektedir.
METİN
Zengin bir
kimse ortak olduğu köleyi azad ederek ortağıyla
kölenin yarı kıymetinin fazlası üzerine
sulh yapsa
caiz değildir. Çünkü kölenin kıymeti
şer'ân takdir edilmiştir. Fazlalığın geçersiz olduğu
konusunda
görüş birliği vardır. Nitekim birinci
meselede kıymeti takdir edildikten sonra
gasbedilenin kıymetinden
fazla bir şey üzerine sulh yapılması da caiz
değildir. Zira hâkimin takdiri
Sarihin
takdiri gibidir.
Yine
gasbedilenden ötürü bir eşya üzerine
sulh yapılması geçerlidir.. Eşyanın
kıymeti telef olan
gasbedilenin kıymetinden
fazla da olsa hüküm değişmez. Çünkü burada ribâ söz konusu değildir.
Kasden
cinayet hâlinde sulh anlaşması mutlak olarak geçerlidir.
Bu cinayet ister adam öldürme,
ister
yaralama veya sakat bırakma tarzın-da olsun hüküm değişmez.
İkrar ile diyetten ve erşten
(azaların
diyeti) fazla veya noksan olmuş olsa, geçerlidir.
Çünkü burada ribâ yoktur. Ama bu cinayet
hataen olursa
fazlalık geçerli olmaz. Zira hata,
diyette şer'ân takdir edilmiştir.
Diyet için takdir
edilen
kıymetlerden başka bir bedel ile sulh yapılması da geçerlidir. Davalının zimmetinde olan
borçla meclisten ayrılmaması için, sulh bedelinin mecliste kabzı şarttır.
Hâkimin diyet
miktarından herhangi birisini tayin
etmesi, diğerlerini başka bir cins gibi yapar.
Sulh şarap üzerine yapılırsa, fasit olur. Hataen cinayette diyet gerekir. Kasden
öldürmede sulh
şarap üzerine yapılmışsa, sulh fasit ol-duğu gibi kısas da düşer. Halbuki sulh fasit
olursa
dönülecek başka bir şey yoktur.İhtiyar.
İZAH
«Zengin bir
kimse ilh...» Musannıfın, «zengin» kelimesiyle kayıtlamasının
sebebi, köleyi azad eden
kişi fakir ise, köle
yine yarısı ile diğe-rine çalışır.
«Kasden cinayette
sulh mutlak olarak geçerlidir ilh...» Bu ifade ci-nayette katil sayısı tek veya çok
olsun,
hepsini kapsamına alır. Hatta katil birkaç kişi olsa, bunlardan bir tanesi diyetten fazlası ile
maktulün
velileri ile sulh yapsa caizdir.
Maktulün velisi geri kalan katillerle sulh veya kısas yapma
hakkına sahiptir. Çünkü kısas hakkı bütün katiller
için ayrı ayrı sabittir.
«Çünkü ribâ
yoktur ilh...» Zira kasdan cinayette vacib olan kısas-tır. Kısas da mal cinsinden
değildir. Bu
yüzden ribâ da söz konusu ol-maz. Hataen
cinayette ise ister nefiste ikrar ile olsun
diyetinden fazlasını noksanı üzerine sulh
yapılması caizdir. Çünkü hataen
cinayette vacib olan
maldır. Malda
fazlalık ise ribâdır. Fakat diyetin noksanı olur-sa elbetteki sulh
geçerlidir. Çünkü
burada ribâ
sözkonusu değildir.
«Dîyet için takdir edilen kıymetlerden başkası
ile ilh...» Bu söz ifa-de ediyor ki,
diyetin
miktarlarından
-ki yüz
deve veya ikiyüz koyun(dipnotgoster42194)
veya iki yüz hülle veya bin dinar
veya onbin dirhemdir- herhangi bi-ri üzerine sulh yapılması sahihtir. Kâfi'den naklen Azmiye'de
olduğu gibi.
(*) Doğru
olan bin koyundur. (**) Hülle, ağır kumaştan yapılan iki parçalı pahalı bir elbisedir.
«Mecliste kabzı şarttır. ilh...» Bu, sulhun tartılacak,
ölçülecek birşey üzerine yapılması
kaydı iledir.
Nitekim
İnâye'de böyle kayıtlanmıştır. H.
«Hâkimin
diyet miktarlarından herhangi
birisini tayin etmesi ilh...» Meselâ,
yüz deveyi tayin ederse,
diğerleri başka bir cins gibi olur. Hâkim yüz deveyi
tayin ederse, katil bunun karşılığında
ikiyüz
sığırdan
fazla-sıyla sulh yapar ve sığırları teslim ederse bu sulh caizdir.
Bu meselenin tamamı
Çevhere'dedir.
«Kısas da düşer ilh...» Yani kasden cinayette, gereken kısası fasit sulh,
affa çevirir. Sulhun domuz
üzerine
yapılması da böyledir. Hindiye'de
olduğu gibi. Yâyıhânî. Fakat sulh, bedeli
yoluyla değil de
cehalet yoluyla fasit olursa bunun aksinedir.
Minah adlı eserde, «Sulhta tayin edilen şey fasit olursa,
meselâ bel-li olmayan
bir hayvan veya
kumaş üzerine sulh yapılırsa diyet vacib olur. Çünkü velî, hakkının meccanen düşmesine razı
değildir. Fakat sulhta hiçbir şey tayin edilmezse veya şarap gibi kıymet ifade etmeyen birşey tayin
edilirse, o zaman hiçbir şey gerekmez. Çünkü zikredildiği gibi kı-sas ancak
bir kıymet kabul edilen
birşeyle
takdir edilebilir. Burada ise bu mevcut değildir.» denilmiştir.
«Dönülecek başka birşey yoktur
ilh...» Çünkü kasden cinayette di-yet yoktur,
fakat hataen cinayet
bunun
aksinedir. Zira hataen cinayette
sulh fasid olduğu takdirde diyete
dönülür.
METİN
Zeyd, bir kasten cinayetten veya bir kimsenin kendisinden ölçülen
veya tartılan bir deyn
iddiasından
ötürü bazısı üzerine sulh yapmak
üzere Amr'ı vekil tayin etse, sulh
bedelini kendisinin
(Zeyd'in) vermesi ge-rekir. Sulh; Katilden kısası, davacıdan deynin bir kısmını düşürmek ol-duğu
için vekil
elçi gibidir. Ancak vekil, sulhta kefil
olursa kefaleti ile sorumlu tutulur.
Maldan dolayı
bir mal üzerinde ikrar ile sulh
yapıldığı takdirde sulh bedelini
vekil verir. Sonra
verdiğini müvekkilinden alır. Çünkü o zaman sulh,
satım akdi gibidir. Fakat bu sulh inkâr ile olursa,
vekile
mutlaka hiçbir şey gerekmez. Bahir ve
Dürer.
Fuzûlî (yetkisiz temsilci) davalının emri olmadan
kendiliğinden sulh yaparsa geçerli olur. Fuzûlî'nin
sulhu dört
şekilde olabilir:
1 - Dava
konusu mal için davalıya kefil olabilir.
2 - Sulhu
kendi malına izafe edebilir.
3 - Davacıya kendi malından, «Seninle bin
liraya sulh oldum» di-yebilir. Veya
bir,miktar nakit veya
ana işaret ederek, «Şunun
üzerine» ' diyebilir.
4 - Mutlak
bir ifade ile, «Şu kadar, meselâ
bin liraya sulh oldum» diyerek sulh yaparsa bu geçerli
olur. Ancak bu sonucunda, sulh bedeli-ni hemen
teslim etmesi gerekir. Böylece
davacının rızası
tamam olur.
Bu onun kefil olmasından veya malına izafe etmesinden daha
üstün-dür. Fuzûlî bütün
bu
tasarrufları teberru olarak yapmış
olur.
Ancak o,
müvekkilin emriyle kefil olursa sulh bedelini teberru
ola-rak vermiş sayılmaz. Azmîzâde.
Dördüncü
şekilde fuzûlî sulh bedelini teslim etmezse sulh davalının iznine bağlı olarak
sahihtir.
Eğer davalı
izin verirse, bu sulh caizdir. Sulh
bedelini ödemek vekile lâzım gelir. Eğer izin
vermezse,
sulh bâ-tıldır.
Bir fuzûlî
bir kadın adına izin almadan kocası
ile muhâlea yapmış olsa bu,
zikredilen beş şekilde
yapılan sulh
gibidir.
İZAH
«Kefaleti ile sorumlu olur ilh...» Yani ödedikten sonra
müvekkiline dönerek ondan alır.
Muhâleada
ödenen sulh
bedeli de bunun gibidir. Aşağıdaki
şekillerin hepsinde vekil ödediği sulh bedellerini
müvekkilin-den
alır. Makdisî'de olduğu gibi. Sâyıhânî.
«Sulh
bedelini vekil verir ilh...» Sonra da
bu sulh bedelini müvekki-linden alır.
«Çünkü o
zaman sulh satım akdi gibidir, ilh...» Satım akdindeki bütün
haklar akdi bizzat yapana
döndüğü gibi
bu sulhta da bütün haklar akdi bizzat
yapana döner.
«Mutlaka
ilh...» ister maldan mal ile olsun, ister maldan
mal ile olmasın. H.
«Fuzûlî
davalının emri olmadan ilh...» Bu
sulhun sıhhati, eğer akdi< b?¶yledir.»
da yapmak
sulh
yerine başkasının Bir zorundadır. ödemek bedelini da-hi, etmese izafe
zimmetine veya malına kendi
olmasa, kefil ederse kendisine akdi
fuzûlî, dolayı, illetten olan hususunda tasarrufları
«fuzûlînin
Çâmiü'l-Fusûleyn'de,
Çünkü vardır. sahibine dava
«Malı teslim ederek ilh...»
Dürer'den özetle, «Birinci sulhun geçerli olması, davalının borçtan
kurtulması sebebiyledir.
Borçtan kurtulması hu-susunda da
yabancı biri ile davalı eşittirler.
Fuzûlî,
muhâlea'da nasıl' 'bedele
kefil olduğunda asil gibi olursa, sulh bedeline kefil olduğu za-man da
asil
gibi olur.
İkincisinin sahih olması, fuzulînin akdi kendi ma-lına izafe
ederek sulh bedelinin teslimini
üzerine almış olmasındandır. Üçüncüsünde de. teslim
edeceğini işaret ettiğinden davacıya ivazın
ha-zır
olduğunu belirtmesidir. Akit de davacının kabulüyle tamamlanır.
Dördüncüsünün geçerli
olması, malı teslim etmek, davacının razı olma-sına
delâlet etmesi ve fuzûlî'nin sulh
bedeline kefil
olmasına
üstün ol-duğu içindir. Malı kendi nefsine izafe etmesi, davacının razı olmasına
delâlet
ediyor.» denilmiştir.
«Bütün
şekillerde ilh...» Davacı zikredilen bütün şekillerde ivaza müstahak
olursa veya sulh bedeli
kalp çıkarsa davalıya dönmez. Çün-kü fuzûlî teberru
etmiştir. Belirli birşeyi teslim
etmeyi
başkasının yerine
değil, kendi nefsine yüklemiştir.
Yalnız davacı asıl davasına dönebilir.
Zira
hakkını meccanen terketmez.
Ancak davalı fuzûlîye kefil olursa,
davacı hakkını davalıdan alır. Zira
davalının
zimmetinde borç olmakta-dır. Bundan
ötürü teslimden kaçınırsa, teslim etmeye zorlanır.
Zeylâî.
«Müvekkilin
emriyle kefil olursa ilh...» O zaman fuzûlî davalıya rücû eder. Ödediği
sulh bedelini
ondan alır.
Burada, «Kefalet» kaydı
ittifaklı bir kayıttır. Çünkü birisinin, «Benim yerime sulh yap.»
veya bir kadının «Benim yerime muhâlea yap.» demesi sulh bedelini ödemeye kefil olması
demektir. Zira sulhun ve muhâleanın geçerli olmaları «emr»e değil, «kefâlet»e bağlıdır. O yüzden
davalının
sulh yapması için emretmesi, vekile
rücû hakkını isbat eder. Ama
borcu ödeme emrini
vermesi bunun
aksinedir.
Sulh bedelini
ödemekle borcu ödemek arasında
bir fark yoktur. Bu sebeple doğru olan bu emrin
de
rücu hakkını
vermesidir.
«Azmizâde ilh...» Ben bu meseleyi Azmîzâde'de
bulamadım. Yine de başvurulabilir.
«Fuzûlî sulh
bedelini teslim etmezse ilh...» Dürer'den naklettiğimiz gibi,
«Bu dört şeklin hiçbirisi
bulunmazsa
sulh davalının icazetine bağlı olur.» demesi daha uygun olurdu. Beşinci bir şekildir ki,
cevaz ile
butlan arasında bulunur. Dürer'de
olduğu gibi bu şekilleri beşe hasretmenin
yolu şudur:
Fuzûlî ya mala kefil
olur veya olmaz. Olmazsa ya kendi ma-lını izafe eder veya
etmez. Eğer kendi
malına izafe etmezse bir ayna veya nakte işaret eder veya etmez. Eğer işaret etmezse ivazı teslim
eder veya etmez. İşte bu şekillerin
hepsinde sulh caizdir. Ancak sonucu
olan şu şekilde caiz
değjldir. Ne
sulh bedelinde kefil olur. ne onu kendi malına izafe eder, ne ona
işaret, ne de davacıya
teslim eder. İşte bunun cevazına hükmedilemez. Bu son şekil davalının icazetine
bağlıdır. Çün-kü
davacıya hiçbir ivaz teslim edilmemiştir.
Zeylâî, bu şekilleri, işaret olunan
şekil, izafe edilen şekle katarak dörde hasretmiştir.
«Beş şekilde yapılan sulh gibidir ilh... » Bunun beşincisi, «Eğer ver-mezse sulh bâtıldır.»
veya
«mevkuf» olan
kısmıdır. Buna göre nakit veya ayna işaret kısmı da bir şekil
sayılır. Bunu, sarihin
«dördüncü şe-kilde» sözü de tekid etmektedir.
METİN
Bir şahıs delili olmadığı halde bir evin kendisine vakfedildiğini iddia etse, binayı tasarrufunda
bulunduran ve
vakıf olduğunu inkâr eden kim-senin husûmetin defi için sulh yapması caizdir. Eğer
davacı
iddiasında doğru ise aldığı sulh bedeli helâldir. Ecnâs sahibi, «Almış
olduğu sulh bedeli
helâl
değildir. Çünkü bu sulh mânâ bakımında bir satım akdidir. Vakfı
satmak ise caiz değidir.»
demiştir.
Aynı davada
sulhtan sonra yapılan ikinci sulh bâtıldır.
Nikâhtan son-ra aynı zevceye sebebsiz yere
yapılan ikinci nikâh da, bir şahıstaki alacak için yapılan bir havaleden sonra yapılan
ikinci bir
havale de
bâtıldır. Bir malı satın aldıktan sonra, aynı mal üzerine sulh yapmak da
bâtıldır.
Bunda asıl
şudur: Bir akit aynen iade edilirse ikincisi
bâtıldır. An-cak Eşbâh'ın, «Büyü»
bahsinde,
«Üç şey
müstesna: Kefalet, satınalma (şıra) ve icâre.» denilmiştir, Oraya başvurulabilir.
İnkâr ile yapılan
sulhtan sonra davalı davacının
sulhtan önce, «Be-nim falan kimse üzerinde hiçbir
hakkım
yoktur.» dediğine dair delil ikâ-me etse, sulh geçerli olarak kalır. Fakat davacı sulhtan
sonra, «Benim
davalı üzerinde hiçbir hakkım yoktu.»
dese, sulh bâtıl olur. Bahır.
Musannıf, «Bu
mesele İmâdiye'de mutlak zikredilmiştir. Halbuki mut-lak değil kayıtlıdır.»
demektedir.
Daha sonra Bezzâziyye'nin, «Dava ba-bandan naklen, «Davacı başka bir yönüyle
mülkiyet
iddiasında bulunsa da sulh bâtıl
olmaz.» demiştir.
İZAH
«İddiasında ilh...» Bu ifadede bir görüş vardır. Şöyle ki: Eğer da-vasında doğru ise, alacağı
sulh
bedeli ona nasıl helâl olur? Zira ona göre ev vakıftır. Vakfın bedelini hiçbir cevaz sebebi
olmadan
mülkiyete
geçirmek haramdır. Onun aldığı ise sırf davasından vazgeçmek için mü-cerret bir rüşvet
olmaktadır.
Buna göre davasında doğrucu değilmiş
gibi olur. Burada, «Sulh bedelini vakfiyeti ibtal
için değil, davasından vaz-geçmek için almıştır. Başka bir davacı da bulunabilir.» denilebilir.
T.
Ben derim ki: Buna Hâmidiye'nin, «Vakıf bahsinin başlarında, «Bu sulh geçerli değildir.»
denilerek
mutlak bir şekilde cevap verilmiştir. Hâmidiye'de, «Sulh
yapan kişi kendi zannı üzerine sulh
bedelini hakkının karşılığında
almaktadır. O vakit bu ivazlı akit
gibi olmaktadır. Vakıfta ise ivaz
olmaz. Çünkü
vakfedilen mal, vakfolunanın malı
olmaz. Öyley-se onu satması da caiz değildir. Bu
meselede, eğer bir yerin vakıf olu-şu sabitse onun
için bedel taleb etmek caiz değildir. Eğer vakıf
oluş sabit
değilse, o zaman da kendisine sabit olmayan birşeyden
dolayı sulh bedeli almış
olmaktadır ki, bu da hiçbir şekilde geçerli, değildir.
Cevâhirü'l-Fetâvâ'da da böyledir.» denildikten
sonra,
«düşünün.» ifadesi ek-lenmiştir. Bizim, «Fasit be'y» babında Nehir'deki, «Bir köleyi
müdebbir bir
köleye ekleyerek satış» bahsi hakkında söylediklerimize bakınız.
«Sulhtan
sonra yapılan ikinci sulh bâtıldır
ilh...» Bâtıl olan sulhtan murad, hakkın bir kısmını
düşüren
sulhtur. Ama bir ivaz üzerine sulh yapıldıktan
sonra bunu bozarak başka bir ivaz üzerine
sulh
yapmaları geçerlidir. Tıpkı satışta olduğu gibi birinci sulh feshedilmiş, ikinci sulh caiz olur.
Nûrü'l-Ayn,
Hülâsa'dan böyle nakletmiştir.
«İkinci sulh bâtıldır ilh...» Bunu Kadı İmam söylemiştir.
«Nikâhtan
sonra aynı zevceye sebebsiz yere
yapılan ikinci nikâh da ilh...» Bu meselenin tamamı
Câmiü'l-Fusûleyn'in
onuncu (aslındadır. Hâmiş'te de böyledir.
«Nikâhtan
sonra ilh...» Bunda ihtilâf vardır. Bazı âlimlere göre ikin-ci mehri vermek vacibtir. Bazı
âlimlere göre iki nikâhta tesmiye edilen mehirlerin toplamını vermek vacibtir.
«Bir
havaleden sonra ilh...» Meselâ birisinin diğerinde olan bin lira alacağını
almak üzere birisini
havale
ettikten sonra, aynı alacak için
ikinci bir adamı da havale etmesi gibi. Şeyhimiz böyle tefsir
etmiştir.
«Satın aldıktan sonra ilh...» Yani sulh konusu olan şeyi satın al-dıktan sonra sulh yapmak bâtıldır.
«Üç şey
müstesna ilh...» Ben diyorum ki: Câmiü'l-Fusûleyn'de bu üç şeye
sulh konusu olan şeyi
davadan sonra
satın almak da eklenmiştir.
«Kefalet
ilh...» Kefaletten sonra kefaletin caiz olması, kefaletin
teş-vik edilmiş olmasındandır.
Eşbâh.
«Satınalma ilh...» Câmiü'l-Fusûleyn'de bu mutlak
zikredilmiştir. Kınye'de ise, «İkinci alış
fiyat
bakımından
birinciden daha fazla, daha az veya başka bir cinsle olursa.» şeklinde kayıtlanmıştır.
Yoksa geçerli ol-maz. Eşbâh.
«İcâre ilh...» Birinci kiracıya yeniden kiralamak bu durumda birin-ci kira akdi
neshedilmiş olur.
Eşbâh.
«Musannıf
ilh...» Musannifin ifadesi İmâdiye'deki,
«Birisi birşey id-dia etse, davalı
inkâr etse,
inkârdan
sonra sulh yapsa, sulhtan sonra
davacının davalı üzerinde hiçbir
hakkı olmadığı ortaya
çıksa sulh ken-diliğinden fesholur.» sözüdür.
Ben diyorum ki: İmâdiye'nin sözündeki, «ortaya
çıksa» ifadesinin sulhtan önce ikrarsızlıkla
kayıtlanması
gerekir. Zira Muhtasar'ın meselesinde de böyle birşey
geçmiştir. Bahir sahibi Mevlânâ
da bunu açık
ola-rak söylemiştir. H.
Metinde geçen
meselede, «sulh sıhhat üzere bakîdir»
hükmünün il-leti, şehâdetin kabul
edilmemesinin açık olmasıdır. Çünkü onda çelişki
vardır. O zaman davacının davalı
üzerinde bir
hakkı olmadığı anlaşılmaz. Hâl böyle olunca da İmâdiye'deki ifade metindeki meseleyi kapsamına
almaz.
«Bezzâziyye'nin dava babında ilh...» Bezzâziyye'nin
ifadesi Müntekâ'daki, «Bir kumaş iddia ettikten
sonra sulh
etse, sonra davalı, davacı-nın sulhtan
önce kendisinde bir hakkı olmadığını ikrar ettiğine
dair de-lil ikâme etse,
sulh geçerlidir. Eğer sulhtan sonra ikrar ettiğine delil ge-tirirse
sulh bâtıl olur.
Eğer hâkim hakkının olmadığını ikrar ettiğini bi-lirse
-velevki bu ikrar sulhtan önce olsun-
bu sulh
bâtıldır.
Hâkimin sulh-tan önceki ikrarını bilmesi ile sulhtan sonraki
ikrarını bilmesi birdir. Eğer sulh
ve ikrar aynı
mülkiyette ise. Meselâ, «Falanda
miras yoluyla bir hakkım yoktur.»
dedikten sonra
onda mirastan
dolayı hak iddia etmesi gibi. Şayet
irs yoluyla hakkı olmadığını ikrardan sonra,
mülkiyet
iddia etmiş olsa, meselâ, «Ben satın almıştım.» veya «Bana hibe edilmişti.» iddiasında
bulunsa sulh
bâtıl olmaz» sözüdür.
METİN
Fasit
davalarda sulh geçerli, bâtıl davalarda sulh da bâtıldır. Fasit dava geçerli hale getirilmesi
mümkün olan
davadır. Bahır.
Eşbâh'ta
tesbit edildiğine göre fasit davadan sonra inkâr ile yapılan
sulh fasittir. Ancak meçhul bir
davada sulh
caizdir. Bazı âlimler, «Sulhun geçerli olması için mutlaka
davanın geçerli olması
şarttır,
denilmesi ge-çerli değildir. Çünkü bâtıl davalarda yapılan sulh
geçerlidir. Nitekim Sadrı
Şerîa, «Şuh» babının sonunda buna dayanmış,
İbni Kemal ve baş-kaları da, «İstihkak»
babında
bunu ikrar
etmişlerdir, geçtiği gibi.» de-mişlerdir.
Geçerli olan görüşe göre, su yolu, şüf'a ve direk
koyma hakları da-vasında sulh yapmak geçerlidir.
Bunda kaide,
bir adama yemin etme düşse, hangi davada olursa olsun, yemin etmeyerek bir miktar
dirhem
üzerine sulh yapması geçerlidir.
Hatfa tazir davasında dahi geçerlidir. Müctebâ. Fakat had
davası ile
neseb davası bunun aksinedir. Bunlarda sulh geçerli değildir. Dürer.
Sulhta ivazlı
akit manası olursa, meselâ alacak
(deyn) davasından sonra bir mal (ayn) üzerine sulh
yapılırsa, bu sulh tarafların feshiyle
mün-fesih olur.
Sulh ivazlı
akit manası taşımıyor, hakkının bir
kısmını almak bir kıs-mını da düşürmek
anlamına
geliyorsa,
düşen şey geri dönmediği için bu sulhun ne ikâlesi
ne de feshi geçerli değildir.
İZAH
«Fasit
davalarda ilh...» İslah edilmesi mümkün olmayan davanın
ör-neği: Birisi bir kadının cariyesi
olduğunu
iddia etse, kadın da, «Ben hü-rüm» dese sonra davacı ile kadın arasında
sulh yapılsa, bu
sulh caizdir. Kadın hür olduğuna dair delil ikâme
ederse sulh bâtıl olur. Zira kadının hür olduğuna
dair delil ikâme ederse
sulh bâtıl olur. Zira kadının hür
olduğu delil ile açığa çıktıktan sonra bu
davanın
İslahına imkân yoktur.
İslâhı mümkün
olan dava ise şöyledir: Adam, bir kadının cariye ol-duğunu iddia etse, kadınla sulh
yapsalar, daha sonra kadın, «Falanın
cariyesi idim, bir sene önce beni azad etti» diyerek delil ikâme
etse, sulh bâtıl olmaz. Çünkü davacının davası sulh zamanında düzeltilebilir. Şöyle ki, davacı, «Seni
azad eden, benden gasbetmişti.» diyerek delil ikâme ederse
davası dinlenir. Hâmevî. Medenî.
«Eşbâh'ta düzeltme yapılmıştır
ki ilh...» Bu düzeltme gerçekte dü-zeltme değildir. Remlî ve
diğerleri
Bezzâziyye'de olan ifade ile bu görü-şü reddetmişlerdir.
Harezm fetva imamlarının üzerinde
durdukları ve
ka-bul ettikleri şudur: Islâhı mümkün olmayan fasit bir davadan ötürü
sulh yapmak
geçerli değildir. Islâhı mümkün olan fasit bir davadan
ötürü sulh yapmak geçerli değildir. Islâhı
mümkün olan
fasit davada sulh yap-mak ise caizdir.
Meselâ sulhta davanın hadlerinden
birisi
terkedilse, bu-nun ıslâhı mümkündür. Musannifin zikrettiği de budur. Biliyoruz ki
Sadrı Şerîa ve
diğerlerinin
dayandıkları da budur. Buna itibar
edilmesi uygun-dur.
«Bazı âlimler ilh...» En kısa ve uygun olanı
Musannifin, «Mutlaka geçerlidir.» demesiydi.
«Sulh babının
sonunda ilh...» Bunda bir görüş vardır. Çünkü Sadrı Şerîa'nın ifadesi aynen şöyledir.
«Önemli meselelerden birisi de şudur: Sulhun
geçerli olması için davanın geçerli olması şart
mıdır? Âlimlerden bazıları «şarttır» diyorlar. Lâkin bu geçerli değildir.
Zira bir binada meç-hul bir
hak iddia edildikten sonra sulh yapılsa, sulh geçerlidir. Bu konu, «Hukuk ve İstihkak»
babında
geçmişti.
Şüphesiz meçhul bir hakkın, da-vası geçerli değildir. Zahîre
kitabında da söylediklerimizi
teyid eden meseleler vardır.»
Burada ilk akla gelen, Sadrı
Şerîa'nm davadan maksadının misalinin de delâlet ettiği gibi bâtıl
dava
değil, fasit
olduğudur. Çünkü dava, sulh zamanı
meçhul hakkın tayini ile tashih
olunur.
Remlî, Minâh
haşiyesinde
Sadrı Şerîa'nm ifadesini naklettikten son-ra,» Ben diyorum ki, bu mesele
bâtıl davanın
fasit dava gibi olmasını ge-rektirmez.
Çünkü bâtıl davadan yapılan sulhun geçerli
olduğuna dair
hiçbir delil yoktur. Had, ribâ,
kâhine verilen ücret, cenaze üzerine ağla-yan kadınlarla
şarkıcı kadınlara verilen ücretten dolayı sulh yapılması
bâtıl olduğu gibi.» demiştir.
Yine Remlî,
Fusûleyn üzerindeki haşiyesinde, Musannıf'tan naklen Sadrı Şerîa'nm
ifadesini de
zikrettikten
sonra şöyle diyor: «Sulhun ge-çerli olması
için davanın geçerli olması şartını söylemek
zayıf bir gö-rüştür.»
«Şüf'a hakkı ilh...» Yeminden kurtulmak için sulh
yapmak. Ama kendisinin sabit bir hakkı için sulh
yapmak bunun
aksinedir.
«Seyrefiyye
ilh...» Uygun olan bu meseleyi yalnız
Kınye'ye nisbet etmekti. Çünkü Seyrefiyye'de bu
sulhun
geçerli olup olmaması üzerine görüş ayrılığı nakledilmiştir. Kınye'de
ise her iki görüş
zikredildikten
son-ra, metinde olduğu gibi iki nakil arası
telif edilmiştir.
METİN
Şu üç şekilde sulh yapmak geçerli değildir:
1 - Dava
konusu evin bir odasında ebediyyen
oturmak üzere,
2 - Hasat zamanına kadar bir miktar dirhem üzerine,
3 - Emanetin
helakini iddia etmeden emanetçi ile sulh yapmak.
Musannifin
emanet sahibinin, helakini iddia etmemesiyle kayıtla-masından
anlaşılıyor ki, helakini
iddia
ettikten sonra yapılan sulh geçer-lidir. Fetva da bununla verilir. Haniye.
Davacının
delil ikâmesinden sonra, davalı anlaşmazlığı def için ye-min etse ve sulh yapsalar
geçerli
olur. Fakat
davacı, sulhtan sonra da-vasının aslı
üzerine delil ikâme etse.
makbul değildir. Ancak
yetimin
ma-lından dolayı vasi inkâr ile malın
bir kısmı üzerine sulh yaptıktan
sonra delil bulsa, bu
kabul edilir. Yahut çocuk beliğ olduktan sonra delil ikâ-me etse yine kabul edilir.
Sulhtan sonra
yetim,
davalıdan yemin taleb etse. yemin etmez. Eşbâh.
Bazılarına
göre yukarıda açıklanan
sulh geçerli değildir. Bu, Eşbâh' ta birinci görüşe göre,
Sirâciye'de
ise ikinci görüşe göredir. Kınye'de
ise birinci görüş öne alınarak her
ikisi de
zikredilmiştir.
Mütekaddimûn
âlimlerine göre davalının sulhu veya ibrayı taleb et-mesi, dava ile ikrar etmek
değildir.
Müteahhirûn âlimler ise mütekaddimûne muhalefet etmişlerdir. Birinci
görüş daha
sağlamdır. Bezzâziyye.
Maldan sulh
veya ibrayı istemek önceki meselenin aksine ikrardır. Eşbâh.
Bir malın
ayıbından dolayı veya deynden ötürü sulh yapılmış olsa, daha sonra ayıp ortadan kalksa
veya deyn olmadığı ortaya çıksa,
sulh bâtıl olur, sulh bedeli iade olunur. Eşbâh ve Dürer.
İZAH
«Evin bir
odasında ebediyyen oturmak üzere ilh...» Musannıf burada, «oturmak» kelimesiyle
kayıtlamıştır.
Zira takyid etmeyerek mutlak şekilde
zikretseydi, o zaman bu sulhun geçerli
olmama
sebebi, o ada-nın dava konusu evin bir parçası olması olurdu. Bu da metinde geçen ve Musannifin
da kabul
ettiği zahirî rivayetin aksine bina edilmiş olurdu.
Yine
Musannıfın «Ebediyyen» kelimesiyle takyid etmesi veya
Hâniye'de olduğu gibi, «ölünceye
kadar» şeklinde kayıtlanması, sulhun süre tayiniyle
geçerli olacağını göstermektedir. Çünkü bu
menfaat
üzerine sulh yapılmış olurdu ki, bu
da kira hükmünde olurdu. Daha önce geç-tiği gibi kira
akdinde de süre tayini gerekmektedir. Bazı haşiye yazarları
bu konuda şüphe etmişlerdir.
«Hasat zamanına kadar ilh...» Bu da bâtıldır.
Çünkü mana bakı-mından satım akdidir. Satım akdinde
de ödeme
tarihinin bilinmemesi ak-di geçersiz kılar.
«Helakini iddia etmeden ilh...» Yani emanetçinin
verilen emaneti he-lak ettiğini iddia
etmeksizin.
«Sulh geçerlidir ilh...» Yani bir kimse bir malı
dava etse, davalı yemin ederek inkâr etse, sonra
başka bir hâkimin önünde yine dava ve inkâr etseler,
sonra sulh yapsalar geçerli olur. Bu
meselenin emanet me-selesi ile ilgisi yoktur.
Eğer emanetçi, «Emanet zayoldu.» veya
«İade et-tim»
dese, mal sahibi de iadeyi veya helaki
inkâr etse, yemini ile ema-netçi tasdik edilir.
Ona hiçbir şey
de gerekmez. Bundan sonra mal sa-hibi onunla birşey üzerine sulh yapmış olsa, bu dört şekilde
olur:
1 - Mal
sahibi emanet koyduğunu iddia,
emanetçi ise inkâr eder. Sonra belirli bir miktar üzerine
sulh
yaparlar. Bu sulh, ittifakla caizdir.
2 - Mâlik emânet koyduğunu
iddia ve malı taleb etse, emanetçi emaneti ikrar ederek sükût etse,
bunun üzerine
mâlik emaneti helak et-tiğini iddia etse, sonra belirli birşey üzerine sulh yapsalar, bu
da ittifakla
caizdir.
3 - Mâlik, emanetin emanetçi tarafından helak
edildiğini iddia et-se, emanetçi ise malı
geri verdiğini
veya malın kendiliğinden
helak ol-duğunu iddia etse, sonra da belirli bir miktar üzerine sulh
yapsalar, bu. İmam Muhammed ve Ebû Yusuf'un son
görüşüne göre caizdir. Ebû Hanîfe ile Ebû
Yusuf'un
birinci görüşüne göre ise bu sulh caiz değildir. Fet-va da bununla verilir.
Ancak, eğer bu sulh. emanetçinin emâneti geri
verdiğine veya ma-lın kendiliğinden helak olduğuna
dair yemin
etmesinden sonra yapılırsa, bunun caiz olmadığı
üzerinde icma etmişlerdir. Ancak
İmamlar arasın-da yemin etmeden yapılan sulh hakkında ihtilâf vardır.
4 - Emanetçi emaneti iade ettiğini veya malın kendiliğinden helak olduğunu iddia etse, mâlik
hiçbir
şey söylemeden sussa ve sulh yapsa-lar. İmam Ebû Yusuf'a göre yapılan sulh caiz değildir. İmam
Muhammed'e
göre ise caizdir.
Eğer sulhtan
sonra emanetçi, mâlike emaneti
iade ettiğini veya ma-lın kendiliğinden helak
olduğunu söylediğini iddia ederse, bu sulh Ebû
Hanîfe'nin görüşüne göre geçerli değildir. Mâlik
emanetçinin sözlerini inkâr etse, burada muteber olan söz inkâr
eden mâlikindir. Sulh geçersiz
sayılmaz.
Haniye.
Bunu Hâniye'den kısaltarak aldım.
Hâniye'nin dışındakilerde de Hâniye'ye nisbetle aynı şeyi
gördüm.
Minâh'ta da bu nakledilmiştir. Fa-kat şurası var ki, Minâh'm Hâniye'den yaptığı nakilde bir
ifade
düşmüştür ki bu, mânâyı
değiştirmektedir. Minâh'taki ifadede
üçüncü şe-kil hakkında şöyle
deniliyor:
«Sulh caizdir. İmam Muhammed ve İmam.
Ebû Yusuf'un birinci görüşüne göre.
Fetva da
buna
göredir.» Halbuki be-nim Hâniye'de
gördüğüme göre fetva bu sulhun caiz olmadığına dairdir.
Makdisî de beşinci bir şekil zikretmiştir. Bu
da, mâlik emanetin ema-netçi tarafından helak
edildiğini
iddia etse ve sussa yapılan sulh
caizdir. Lâkin bu beşinci sayılan şekil Hâniye'de ikinci
şekildir.
Malûm olsun
ki, burada metin sahibinin ve sarihin sözleri açıklan-mamıştır. Çünkü metin sahibinin,
«Helakini iddia etmeden» sözü inkâr., sükût ve
red davasını da kapsamına alır. Bu da
birinci şekil,
ikinci şe-kil, üçüncü şeklin bir şıkkı ve
dördüncü şekildir. Halbuki sen bildin ki: bu, birinci şekildir.
İkinci şekil zaten ittifakla caizdir. Tercih edilen
gö-rüşe göre bu sekideki sulh üçüncü şeklin bir
şıkkında ve
dördüncü şe-kilde caiz değildir. Doğru olan Musannifin, «helakini iddia etmeden»
ta-birinin yerine, «red
davasından veya helak davasından sonra» demesiydi. Metindeki, «etmeden»
kelimesini atıp, «sonra» ve «red» kelimeleri
kullanmalıydı. O zaman kendisiyle fetva verilen görüşe
göre üçüncü
şe-kil Ebû Yusuf'un görüşüne göre de
dördüncü şekil bunun içine girerdi. Burada
dayanılan görüş de İmam Ebû Yusuf'un görüşüdür. Çünkü Ha-niye sahibi adeti üzere onu
diğerlerinin
önüne geçirmiştir.
Musannıfın,
«helakini iddia ettikten sonra sözü mâlikin emanetçi-nin emaneti
istihlâk ettiği iddiasını
da kapsar, ki bu da üçüncü şeklin bir şıkkıdır.
Helakını iddia etmeden susması da dördüncü şeklin
bir şıkkıdır. Sen de geçen açıklamalarımızdan
kesinlikle anladığın gibi üçüncü vechin bir şıkkıyla dördüncü şeklin bir şıkkında
caiz olmaması
yönü tercih edilir.
Musannıfın,
«Sulh geçerlidir Fetva da bununla
verilir.» sözü de ye-rinde değildir. «Yemin etse ve
sulh
yapsalar» sözü de metin sahibinin
mutlak ifadesine bir itiraz olmaktadır. Ben Eşbâh'ın
ifadesinin de
be-nim söylediklerimi tasvib
ettiğini gördüm. Eşbâh'ın ifadesinin
metni şu-dur: «Sulh
bir akittir,
anlaşmazlığı kaldırır. Emanetçi ile emanetin helak olduğunu söyledikten sonra sulh
yapmak geçerli değildir. Zira ortada anlaşmazlık
yoktur.»
Daha sonra
Meçmâ metninin de benim söylediğim
şekilde olduğunu gördüm. Mecmâ sahibi,
metninde
ecîr-i has (özel işçi) ile emanetçinin emanetin helak
olduğunu söylemesinden veya iade
ettiğini
iddia etme-sinden sonra yapılan
sulhun caiz olduğunu zikretmiştir.
«Bu makbuldur
ilh...» Bu ifâdeden anlaşılıyor ki, eğer delil sulh anında mevcutsa ve sulhta da bir
aldatma veya bir noksanlık varsa, sulh geçerli
değildir. Bezzâziyye'de de bu açıklanmıştır. Sâyıhânî.
«Yemin taleb
etse îlh...» Yani çocuk balîğ olduktan sonra davalı-dan yemin taleb etse.
«Bazılarına göre yukarıda
açıklanan sulh geçerli değildir
ilh...» Çün-kü yemin, dava konusunun
delilidir.
Yemin edince bedeli ödemiş olur. Hâmevî Kınye'den.
«Sirâciye'de
ilh...» Bahır'da da sulhun geçerli olduğu kesin bir ifa-de ile
belirtilmiştir. Hâmevî,
«Eşbâh'ın benimsediği görüş İmam Muhammed'in, Ebû Hanîfe'den
rivayetidir. Bahır'da benimsenen
görüş ise iki-sinin görüşüdür. Sahih olan da ikisinin
görüşüdür. Muînü'l-Müftî'de ol-duğu gibi.»
demiştir.
«Birinci
görüş öne alınarak ilh...» Hâmevî'nin zikrettiğine göre doğ-rusu «birinci» değil, «ikinci»
demesiydi.
«Bir malın
ayıbından dolayı ilh...» Hangi ayıp olursa olsun. Burada özel bir ayıp
kasdedilmemektedir. Bunun tamamı Minah'tadır.
ALACAK
(DEYN) DAVALARI FASLI
METİN
Bir kimsenin
diğer bir kimsedeki alacak (deyn) veya
gasbedilmiş hak-kından ötürü onun bir
kısmı
üzerine
yapılan sulh hakkının bir kısmını almak, kalan
kısmını düşürmek anlamındadır. Bu sulh
anlaşması ribâ ihtimalinden dolayı ivazlı
akit sayılmaz. Buna göre bir
kimseden peşin alacağı bin
lira hakkından ötürü, sulh bedelinin alınmasını şart koşma-dan yüz lira peşine veya vadeli bin liraya
veya bin iyi dirhemden ötürü yüz züyuf
dirheme sulh yapılması geçerlidir.
Ayrı cinslerde ivazlı akit ve sarf olmadığı için geri bırakılması caiz
olmadığından dirhemden ötürü
tecil edilmiş dinar üzerine veya vadeli bin lira
hakkından ötürü peşin yarısı üzerine sulh geçerli
değildir. An-cak mükâtebin
efendisi ile vadeli bin liradan ötürü
peşin yarısına sulh yapması caizdir.
Zeylâî.
Bin siyah
paradan ötürü yarısı kadar beyaz para üzerine sulh ya-pılması
geçerli değildir. Bunda asıl
kaide, ihsan ve tenkis alacaklıdan olursa haktan
düşürmedir. Eğer her iki taraftan da olursa o
zaman ivazlı
akit olur.
Bir kimse bin lira alacaklı
olduğu kimseye, «Yarın beşyüzünü öde geri kalanından beri olmak
üzere.» dese o da kabul ederek anlaşılan meblâğı o gün ödese borçtan kurtulmuş olur. Söylenilen
gün ödemezse,
şart yerine getirilmediği
için borcu aynen devam eder.
İZAH
«Deyn davaları faslı ilh...» Uygun
olan Musannıfın, «Alacak dava-larından sulh faslı» demesiydi.
Minâh'ta,
«Musannıf umumî davalarda sulhun
hükmünü zikretti. Bu fasılda da alacak davalarından
sulha has hükmü zikretmiştir. Çünkü hususî hükümlerden sonra zikredilir.»
denil-miştir.
«Bir kısmı üzerine ilh...» Musannifin burada, «bir
kısmı» tabirini kullanması gösteriyor ki, «ekseri»
üzerine sulh
yapmak caiz değildir. Bu takyid ayrıca dava konusu olan şeyin
meblâğının
bilinmesinin
şart ol-duğunu da ifade etmektedir. Lâkin Gâyetü'l-Beyân sahibi Kâfi şerhin-den
naklen, «Eğer birinin diğeri üzerinde dirhemleri olsa ve ikisi de onun
tartısını bilmeseler, ondan
ötürü bir
kumaş veya başka birşey üzerine sulh yapmaları caizdir.
Çünkü sulh konusunun
miktarının meçhul oluşu sulhun geçerli oluşuna engel değildir. Eğer
dirhemler sulh yaparlarsa,
bu
sulh kıyasen
fasittir. Zira sulh bedelinin sulh konusu olan dirhemler-den daha çok olma ihtimali
vardır. Fakat
ben bunun istihsan deliline gö-re caiz olduğu kanaatindeyim. Çünkü açıkça
bilinmektedir
ki sulhlarda sulh bedeli, sulh konusu
olan şeyden her zaman daha azdır.
Çünkü
sul-hun
temeli azaltma üzerine atılır. Öyleyse
tarafların bir. sulh bedeli tak-dir etmeleri zahiren dava
konusunun
miktarını bildiklerine ve sulh
be-delinin ondan az olduğuna delâlet eder.» demiştir.
«Deyn ilh...» Bu deyn (alacak) satım akdi, kira
veya karz yoluyla olabilir.
«Kalan kısmını indirim yapmaktır ilh...» Davacı,
münkir olan davalı-ya, «Ben seninle alacağım olan
bin lira
yerine yüz lira üzerine sulh yap-tım»
diyerek yüz lirayı alsa, geri kalan dokuzyüz liradan ibra
etmiş olur.
Bu da diyâneten değil hükmen geçerlidir.
Ancak, «Sulh yaptım.» sözü-ne ilâveten, «ve
seni ibra ettim.» derse, o zaman diyâneten de ibra et-miş olur. Kûhistânî. Ben bu meselenin
benzerini
daha önce Hâniye'ye nisbetle zikrettim.
«Peşin yarısı
üzerine ilh...» Düşürdüğü yarı vadenin karşılığı için alınması
haramdır. Harama bina
edilen sulh
da haramdır. Caiz olmaz.
«Caizdir
ilh...» Çünkü mükâteb ile mevtası arasındaki kölelik vasfı ivazlı akit manasından
daha
açıktır.
Bunun için de vadeli borçtan bir kısmını düşmek vade karşılığı sayılmaz. Efendi kölesini
kitabet
bedeli olarak anlaşılan malın
bir kısmını düşürerek bir kısmı ile onu süresi gel-meden azad
ediyor ki, köle bununla bir an önce hürriyetine kavuşmuş oluyor.
«İvazlı akit
olur ilh...» Yani bu sulhta ivazlı
akdin hükmü uygulanır. Eğer sulhta ribâ
veya ribâ
şüphesi gerçekleşirse
sulh fasit olur. Ribâ ve ribâ şüphesi
yoksa sulh geçerli olur. T.
T. diyor ki: «Bir kimse meblâğ ve vasıf
cihetiyle kinde hakkından az bir şey üzerine veya vakit
bakımından
tayin olunandan daha kısa bir süre
üzerine sulh yaparsa bakılır: Eğer alacaklı
ile borçlu
arasında ala-caklının hakkı olmayan bir vasıf -siyah
yerine beyaz gibi- veya vasıf an-lamına gelen
-vadeliyi peşine çevirmek gibi- bir şey sulha girerse veya bir maldan ötürü onun
cinsinden olmayan
birşey
üzerine sulh yapılırsa, ribâ ve ribâ şüphesi bulunmadığı takdirde sulh geçerlidir.»
METİN
Bu mesele beş şekil
üzere bulunur. Birincisi yukarıda
gecen şekildir.
İkincisi, vakit -yarın
gibi- tayin etmeden, «Beşyüzü öde, geri kala-nından beri ol.» dese,
bu ifade
mutlak şekilde yapılan bir ibra olduğu için borcun
tamamını ödemesi gerekmez.
Üçüncüsü, alacağının yarısı üzerine, yarın ödemesi şartı
ile sulh yapsa, borçlu yarın yarısını ödese
borcun tamamından
berî olur. Eğer yarın ödemezse birinci şekilde
olduğu gibi şart yerine
gelmediği için borcun tamamı devam eder.
Dördüncüsü,
borçluya, «Borcun yarısından seni ibra ettim, kalan kısmını yarın ver.» sözüyle
yapılan
sulhtur. Bu sulhta borçlu, borcun yarısını
yarın ister ödesin ister ödemesin yarısından berî
olmuştur.
Çün-kü sulh konuşmasında ödeme değil ibra önce zikredilmiştir.
Beşincisi, «Bana ne zaman ödersen sana şu
kadarını bağışlarım.» gibi ibra açık bir şarta
bağlanırsa, ibra geçerli değildir. Zira
geçtiği gi-bi ibrayı açık bir şarta
bağlamak bâtıldır. İbra bir
bakıma temliktir. Tem-lik ise açık bir şarta bağlanmaz.
Borçlu alacaklıya gizlice, «Borcu bir süre ertelemez veya borçtan bir miktar
düşürmeden sana
borçlu,
olduğumu ikrar etmem» dese, ala-caklı
da bunu yapsa, bu fiili geçerli olur.
Çünkü borçlu
alacaklıyı
zorlamamıştır. Fakat borçlu gizlice dediğini daha önce ilân etmiş
olsa, o zaman alacaklı
borcun
tamamını peşinen alır.
Birisi bin
lira alacaklı olduğunu iddia ve borçlu da inkâr etse, ala-caklı, «Yüz lirasını düşmek
şartıyla
borcun tamamını ikrar et.» dese, bu
düşürme caizdir. Fakat, «bana borçlu olduğunu itiraf
et, sana yüz
lira vereyim.» dese, bu öncekinin aksine caiz değildir.
Çünkü verdiği rüşvet olmaktadır.
Alacaklı borçluya, «bana borçlu olduğunu ikrar et, borçtan yüz
li-rasını düşeyim.» dese, o da ikrar
etse, ikrar geçerli,
borçtan düşürmek ise geçerli değildir. Müctebâ.
İZAH
«Borcun
tamamını ödemesi gerekmez ilh...» İster ödesin, ister
öde-mesin.
«Borcun
yarısından seni ibra ettim. Kalanını
yarın ver ilh...» Alacak-lı
borçluya, «Seni beşinden
ibra
ettim, beşini
peşin vermek üzere.» dese, eğer
borç, peşin ödenmesi gereken bir borç ise ibra
geçerlidir. Çünkü ödenilen beş, peşin ödenmesi vacip
olan bir borçtu. Zira buradaki ibra,
vadeli bir
borcun peşin
ödenmesi şartına bağlanmamaktadır.
Borç vadeli
bir borç ise, ödemeyi kabul ettiği
beşi peşinen ödemezse ibra bâtıl olur.
Câmiü'l-Fusûleyn.
Hâmiş'te de böyledir.
«Açık bir şarta
bağlanırsa ilh...» Kûhistânî, «Bu ifade, eğer şartı değil de cezayı
önce söylemiş olsa
sulhun
geçerli olacağını bildirir.' Zahîriye'de bu, şu örnekle açıklanmaktadır:
«Alacaklı, «Yarısını
senden
düşürdüm, eğer yarısını peşinen ödersen.» dese
fakihlere göre bu dü-şürmedir. Velevki
peşinen ödemeee de.» der.
Sâyıhânî.
«Ne zaman
ödersen ilh,...» Burada hitab borçluya veya
kefiledir. İsbicabî, Kâfî'nin şerhinde,
Kâdıhân da,
Câmi'nin şerhinde kefilin de borçlu gibi olduğunu açıkça zikretmişlerdir.
Gâyetü'l-Beyân'da
da, «Bunda bir çeşit kapalılık vardır: Çünkü ke-filin ibrası sırf düşürmektir.
Bundan ötürü
kefil, kefaleti reddetse de reddolunmaz. Uygun olan kefili ibra
ettiğinde de ibrayı bir
şarta bağlama-sıdır. Talâkla yemin edilmediği gibi ibra ile
de yemin edilmemek cihetiyle kefilin
ibrası asilin ibrası gibi olur. O zaman kefilin
ibrası mütaarıf olan bir şarta bağlamakla geçerli olur.
Eğer mütaâraf
olmayan
bir şarta bağ-lanırsa geçerli olmaz. Bundan ötürü adam birisine mal ile kefil
olduğu gibi yarın ödemek üzere nefsiyle de kefil olmuş olsa,
mal ile kefaletten berî olur. Kendi nefsi
ile öderse maldan da berî olmuş olur. Çünkü bura-da beraeti
müteâraf bir şarta bağlamıştır ki bu da
sahihtir»
denilmiştir.
«Çünkü alacaklıyı zorlamamıştır ilh...» Zira alacaklı
delil bulana veya yemin edene kadar dileseydi
bunu yapmazdı. İtkânî.
«Alacaklı
borcun tamamını peşinen alır ilh...» Bu söz ifade ediyor ki, .«Ben sana borçlu .olduğumu
ikrar etmem.» demesi
ikrardır. Bundan ötü-rü Gâyetü'l-Beyân'da,«Fakihler Câmiü's-Cagîr'in
şerhlerinde, «Alacak-lının, «İkrar etmem»
demesi ancak gizli olabilir. Bu sözü alenen söylerse ikrar
kabul edilir.» demişlerdir,
denilmiştir.
METİN
Bir pazarlıkla satılan ortak malın kıymeti veya
miras kalan bir deyn (alacak) veya helak edilen
ortak
bir malın
kıymeti gibi sebebi bir olan müşterek bir deynden ötürü alacaklının biri bir miktar şey
alsa, diğer or-tak dilerse ortağının aldığına ortak
olur. Dilerse borçludan o miktar kadar da kendisi
taleb eder.
Buna göre
zikri geçen ortakların biri borçlu ile borcun cinsi hilâfına olan
bir kumaş üzerine sulh
yapsa, diğer ortak o kumaşın yarısını alır. Ancak
sulh yapan ortak asıl borcun dörtte
biri için
ortağına
kefil olur-sa bu takdirde diğer ortağın kumaş üzerinde bir hakkı kalmaz.
Ortağın biri
sulh yapmadan alacağın yarısı karşılığında
birşey sa-tın alsa, ortağı
takas yoluyla
yarısını aldığı için kendisine alacağın dörtte
birini tazmin ettirir. Ortak kâbz, sulh ve satmalına gibi
geçmiş mesele-lerde hakkı borçlunun zimmetinde
kaldığı için bunu borçludan taleb eder.
İZAH
«Müşterek bir
alacak ilh...» Musannıfın burada
«Deyn» (alacak) ile kayıtlamasının sebebi, eğer sulh
müşterek bir
maldan olursa, o za-man sulh bedeli yalnız sulh yapan ortağa
aittir. Diğer ortağın sulh
be-deline
ortak olmak hakkı yoktur. Çünkü bu
sulh her yönüyle ivazlı akittir.
Çünkü dava konusu
maldır ve
sulh bedeli de maldır. Borç ise bunun aksinedir. Zeylâî. Bu hatırda tutulsun. Çünkü çok
vakî olan" bir meseledir.
Hâniye'de şöyle denilmiştir: «İki kişi
bir diğerinin elinde olan arsa veya
evi iddia ederek, «Bu bize
babamızdan
miras kalmıştır.» deseler,
ve veya arsayı elinde bulunduran şahıs
da bunu inkâr etse,
ortaklar-dan
biri iddia ettiği şeydeki hissesine karşılık
yüz dirhem üzerine sulh yapsa,
diğer ortak
veya kardeş,
alınan yüz dirheme ortak olmak istese,
ona ortak olamaz. Çünkü yapılan
sulh,
davacının
zannına göre ivazlı akittir. Davalının
zannına göre ise yemin karşılığıdır.
Bu bakımdan her
yönüyle ivazlı akit olmadığından şüphe ile ortağına ortaklık hakkı tesbit edilmez.
İmam Ebû
Yusuf'tan bir
rivayete göre, ortağı diğer ortağın sulh bedeli olarak aldığı
yüz dirheme ortak olabilir.»
«Bir pazarlıkla ilh...» Yani her ortağın kendi başına
bir malı olsa ve-ya ikisinin ortak oldukları bir
mal olmuş olsa, ortaklar müşterek malı veya malları
bir pazarlıkla, malların fiyatlarını
ayrı ayrı tayin
etmeden satsalar. Zeylai.
Musannıf
burada, «bir pazarlık» diyerek iki ayrı
pazarlıktan kaçın-mıştır. Şöyle
ki, iki adam arasında
ortak bir
köle olmuş olsa, ortaklar-dan birisi kölede olan hissesini bir adama beşyüz dirheme satsa,
ortağı da
kendi hissesini aynı
adama ikinci bir pazarlıkla beşyüz dirheme sat-sa, ikisinin satışı
birleştirilerek bin lira üzerine sened yazmış olsalar,
or-taklardan bir tanesi satış bedelinin bir
kısmını almış olsa,
diğer ortak bu alınan ortak olambz.
Çünkü ikisi deynde ortak değillerdir. Her
deyn kendi başına bir satıştan dolayı gerekmiştir. Azmiye. Bahsin tamamı Minah'tadır.
«Miras kalan bîr deyn ilh...» Veya onlara vasiyet olunan bir mal veya onların mirastaki kendi hakları.
Ebussuud,
şerhinden.
«Kendisi
taleb eder ilh...» Borçludan taleb etse fakat hissesine
dü-şen mal helak olsa, yani borçlu
iflâs ederek ölse, o zaman, hissesini alan
ortağın aldığının yarısını alır. Velev ki dışarıdan alsın.
Bahir ve Zeylâî' ye bakınız.
«Borcun cinsi
hilâfına ilh...» Çünkü, eğer aynı cins üzerine sulh yapmış
olsa, ortağı ona ortak olur
veya borçluya döner. Hissesini alan ortak için muhayyerlik yoktur. Zira bir yerde deynin bir kısmını
almış gibi sayılır.
Zeylâî.
«Yarısını alır ilh...» Sulh bedeli olan kumaşın
yarısını ve borçludan deynin yarısını alır. Minâh.
«Borcun
dörtte biri için ortağına kefil olursa ilh...» Yani sulh yapan! kefil
olursa. Bu, ifade ediyor ki,
burada sulh
yapan ortak muhayyerdir. Ortağı ona uymayı arzu ederse sulh yapan ortak dilerse sulh
bedelin-den
onun hissesini verir, dilerse borcun aslının dörtte birine kefil olur. Sulh ister ikrar ile.
ister inkâr veya
sükût ile olsun sonuç değişmez.
METİN
Ortaklardan
biri borçluyu kendi hissesinden ibra
etse, geri dönemez. Çünkü bu, kabz (almak) değil,
telef
etmektir. Borçlunun alacaklıların birisi üzerinde onlara
borçlanmazdan önceden kalan bir
alacağı ol-sa, borcu geçmiş alacağına mahsuben takas olur. Bunun hükmü de aynı-dır,
rücû
edemez. Çünkü
burada adam parasını almış değil, borcunu öde-miştir.
Ortaklardan
birisi borçluyu alacağın bir kısmından ibra etse, ge-ri kalan kısmı
hisselerine göre
taksim edilir. Takas
da böyledir.
Alacaklılardan birisi alacağını tecil etse, ikinci imama göre ge-çerlidir.
Kendi hissesi karşılığında
birşeyi gasb
ve icar etmiş olsa, or-tağı ondan
hissesini alır.
Borçlu kadın
olsa ve ortaklardan birisi alacağı karşılığında
onunla evlense veya ortaklardan birisi
borçluyu kasden yaralasa ve hissesi üzerine sulh yapmış olsa, bunlar kabz değildir. Ortağı birşey
taleb
edemez.
Hissesini alan adam ortağının rücû etmesini önlemenin
hilesi şu-dur: Borçlu ona borcu kadar
birşey hibe
eder. Sonra alacaklı ona alaca-ğından ibra eder. Veya borçlu alacaklıya
bir miktar
hurma satar,
o da bunu borçtan ötürü ibra eder. Bu şekilde aldığı şey kendisine ait olur, ortağı
ondan birşey
taleb hakkına sahip olamaz. Mültekâ ve diğer mu-teber kitaplarda bu mesele
zikredilmiştir. Şirket bahsinde de geçmişti.
Selem yapan
ortaklardan birisi sermayeden kendi
hissesi üzerine sulh yapsa,
ortağı ona izin
verirse bu
sulh ikisi adına da geçerlidir. Or-tağı kabul etmeyip reddederse sulh reddolunur.
Çünkü
bu surette
kabzetmeden önce deynin taksimi
gerekir, bu da bâtıldır. Fakat ortaklıkları Mufaveze
(mutlak
eşitlik esasına dayanan
ortaklık) ortaklığı ise, o zaman yapılan sulh mutlaka caizdir.
İZAH
«Borçlanmazdan
önceden kalan bir alacağı ilh...»
Fakat ortaklar-dan birisi borçluya onun
borcundan
sonra borçlanırsa, malını almış gi-bi sayılır.
«Kalan kısmı hisselerine
göre taksim edilir ilh...» Meselâ iki kişinin bir kimse üzerinde yirmi
dirhemleri olsa, ortaklardan birisi borçluyu kendi payının
yarısından ibra etse, alacağından ancak
beş dirhem
taleb edebilir. Diğer ortak ise, on dirhemini taleb eder.
Hâmiş'te de böyledir.
«Takas da böyledir
ilh...» Meselâ borçlu, borçlanmazdan önce ala-caklılardan
birisinden beş dirhem
alacaklı olsa, bu borcu ile takas edi-lir.
Geri kalanı ise hisselerine göre taksim edilir.
«Gasb ilh...» Alacaklılardan birisi borçludan birşey gasbettikten son-ra itlaf etmiş olsa, diğer ortağı
ona ortak
olur. Çünkü birbirlerine kefil oldukları için gasb anında diğeri
de mala mâlik olmuştur.
Ortaklardan
birisi borçludan kendi hissesine karşılık bir seneliğine bir ev icar etse ve otursa hükmü
yine aynıdır.
Kendi hissesine karşılık bir kölenin hizmetini veya bir toprağı alıp ekse, yine diğer
ortak buna
or-taktır. Ortaklardan birisi borçludan mutlak şekilde birşey icar etse, hük-mü yine
böyledir.
İbni Semâe'nin İmam Muhammed'den rivayetine
göre. Ortaklardan birisi borçludan kendi hissesine
karşılık birşey icar etmiş olsa, öbürü bu-na ortak olamaz. İmam Muhammed bu icâreyi nikâh gibi
kabul
etmiştir. Meselenin tamamı Hidâye şerhindedir.
«Onunla
evlense ilh...» Alacaklı,
borçlu kadınla hissesi üzerine evlense, zahirî rivayete
göre bu kabz
sayılmaz ve öbürü ona ortak olamaz. Fakat borçlu kadınla dirhem
vererek veya borçlanarak
evlenirse, bu
onun hilâfınadır. Çünkü burada
vereceği dirhemler alacağının takası olur. Burada da
ortak sanki malını tamamen almış gibi olur.
İtkânî.
«Borçluyu
kasden yaralasa ilh...» Yani ortaklardan birisi borçluyu kasden yaralasa ve bunun ersi
(Yaralamanın,
azanın diyeti) alacağı ka-dar
olsa ve hissesi üzerine sulh yapsa, diğeri buna ortak
olamaz. Daha
öncesinden kısası varsa hüküm yine aynıdır.
İtkânî.
«Selem yapan
ortaklardan birisi sermayeden
kendi hissesi üzerine sulh yapsa ilh...» Yani kendi
sermayesini
alsa ve şirketi feshetmiş olsa. İtkânî. Burada «sulh» kelimesi fesih'ten mecazdır.
Azmiye.
«İkisi adına ilh...» Alınan bu para iki ortak arasında taksim edilir. Selemde geri kalan
sermayeleri de
yine aralarında taksim edilir. Dürerü'l-Bihâr.
«Reddolunur
ilh...» Sulh reddolununca selem olduğu gibi kalır.
TEHÂRÜÇ FASLI
METİN
Varisler aralarından birisini sulh yoluyla
menkûl veya gayr-i menkul terekeden bir miktar mal veya
altın olan
terekeden bir miktar gümüş ve-ya gümüş alan terekeden
bir miktar altın veya altın ve
gümüş karışımı olan terekeden bir miktar altın
gümüş vererek miras dışı bıraksalar, altın ve
gümüşte cinsi
aksine sarf yapıldığından sulh
ye teharüç geçerlidir. Miras dışı bırakılana
verilen az
olsun, çok
olsun hüküm değişmez. Şu-rası var ki sulh ile teharüç tereke altın ise gümüşten,
gümüş
ise altın-dan
olursa aynı mecliste iki tarafın da haklarını kabzetmeleri
şarttır.
Teharüç, terekeyi
taksim etmezden öncü,varislerin aralarında anlaşarak herhangi bir
varisi bir
miktar mal karşılığında terekeden çıkarmaları, ihraç etmeleridir. M.T.
Tereke eğer, altın gümüş ve başka bir para ile karışık ise araların-dan birisini altın ve gümüşten bir
miktar
vererek miras dışı bırakmaları geçerli
olmaz. Ancak altın ve gümüşten verdikleri, varisin
terekedeki al-tın ve gümüş hissesinden daha fazla olursa ribadan korunulduğu için sulh
geçerli
olur. Burada
sulh zamanında altın ve gümüşün
mevcut ol-ması ve miras dışı
bıraktıkları varisin
payına düşeni bilmesi gerekir.
Şurunbilâliye ve Celâliye.
Vârisi bir arz ile ihraç etmiş olsalar, mutlaka caizdir. Çünkü riba yoktur. Eğer çıkardıkları adamın
varis
olduğunu inkâr etseler, o zaman onun
aldığı sulh bedeli miras bedeli
değil, anlaşmazlığı
kesmenin bedeli olur.
İZAH
«Miras dışı ilh...» Bir kimse diğerine malının
üçte birini vasiyet ettikten sonra ölse, varisi üçte biri
vasiyet olunan şahısla malın altıda biri
üzerinde sulh yapsa, caizdir.
Hâvairzâde adıyla bilinen
İmam, «Tak-simden önce vasiyet olunan kişi ile
varisin hakkı teîkîd edilmiştir. Her-hangi bir sebeple
hakları iskât edildiği takdirde düşer.» demiştir.
Geçmişte
görüldüğü gibi taksimden önce alınan ganimet hakkı, re-hinin habis
hakkı, mücerret akan
suyun hakkı, birisine bir evde otur-ması vasiyet edilmişse onun hakkı, taksimden önce sülüs (üçte
bir) ile
vasiyet olunanın hakkı, taksimden önce
varisin hakkı herhangi bir sebebten ötürü
düşürülebilir.
Bu meselenin tamamı Eşbâh'tadır. Bu düşen kısım, eğer
düşürülmeyi kabul eden
cinsten ise düşer. Düşürülmeyi ka-bul etmeyen cinsten
ise düşmez. Hâmiş'te de böyledir.
«Kabzetmeleri şarttır, ilh...» Bahır kitabında. Metinde
geçen, varis-lerin birisini miras dışı
bırakmaları meselesindeki
sulhta terekedeki aynları bilinmesi de şart değildir.» denilmektedir.
Ancak sulh altın ve gü-müşten birisi üzerine
yapıldığında tekâbuzun (karşılıklı
alma) mecliste
yapılması şarttır.
Ancak, terekenin geri kalanı elinde kalan kişi, miras dışı bırakılan şahsın varis
olduğunu inkâr
ediyorsa, bunda yalnız kabzetmek yeter-lidir.
Çünkü onun kabzı tazminle yükümlü olma kabzı
olduğundan
sulh kabzı yerine de geçer. Eğer
terekenin geri kalanı elinde kalan kimse dışarda
bırakılmasının mirasçı olduğunu ikrar ediyorsa, onun kabzının yenilenmesi şarttır.
«Altın ve gümüş, hissesinden daha fazla olursa ilh...» Aldığı cinsten olan hissesinin ne kadar
olduğunu
bilmese de hüküm değişmez. Sağlam olan, eğer şek (şüphe), aldığı
cinsin terekede olup
olmadığında
ise sulh yine caizdir. Fakat aldığı bedelin terekede olduğunu biliyor, ancak al-dığı
bedelin hissesinden az veya çok veya dengi
olduğunu bilmiyorsa sulh fasit olur. Bahır,
Hâniye'den.
«Varis
olduğunu inkâr etseler ilh...» Sulh mutlaka caizdir.
Şurunbulâlîye sahibi, «Hâkim-i Şehîd
şöyle demiştir: «Altın ve gümüş gibi
ribâ kabul eden malda sulh yapılır
ve taraflar birbirlerini tasdik
ederlerse, o zaman, ona verdikleri hissesinden
az da olsa, caizdir. Bunun cevazının sebebi şudur:
İnkâr ettikleri takdirde onun aldığı, hissesinin
karşılığı de-ğildir. Veren de onu hissesinin karşılığı
olarak değil, sulh bedeli olarak vermektedir. Merginânî
de böyle zikretmiştir. Altın ve
gümüşten
yapılan sulhun
bedelinin mecliste kabzedilmesi şarttır. Çünkü bu bir sarf
İş-lemidir. Geçen
şekillerin hepsinde sulh bedeli menkûl mal
olursa, mec-liste alınması da, hissesinden az olsa da,
hissesinden az olsa da mut-laka caizdir.»
demiştir.
METİN
Düyun (alacak) olan terekeden alacak diğer varislere ait olmak üzere varislerin birisi
miras dışı
bırakılsa sulh bâtıldır. Çünkü miras dışı bırakılan varis, sulh yoluyla
aldığı mal karşılığında
alacaktan hissesine düşeni diğer varislere
temlik etmiş olmaktadır. Bu ise bâtıldır.
Musannif bu
sulhun sıhhati için şöyle birtakım
hileler düşünmüştür: Vârisler, sulh yoluyla
çıkardıkları varisin borçluları kendi hissesine dü-şen alacaktan
ibra etmesini şart koşarlarsa sulh
geçerli olur. Çünkü o zaman deyn, üzerinde olan kişiye
temlik edilmiş olmaktadır. Borçlular-dan
sulh yoluyla
çıkarılan vârisin alacaktan hissesi kadarı düşülür.
Sulh yoluyla
miras dışı bırakılan varise, alacaktan hissesi kadar bir miktar teberru edilir. O da onları
borçlulara hissesi ile
havale eder.
Varisler ona alacaktan
hissesi kadar karz verirler. Sonra onunla borcun
dışındaki şeyden bedeli
olabilecek birşey üzerinde anlaşırlar. O da onları almış olduğu karzdan
dolayı borçlulara havale
eder. Onlar da havaleyi
kabul ederler. Bu hile geçen hilelerin
en güzelidir. İbni Ke-mal.
En sağlam ve
kolay olanı ise, onu alacaktan hissesi kadar
hurma veya benzeri birşey
satarlar, o da
aldığı malın
parasını borçlulara ha-vale eder.
İZAH
«Duyûn (alacak) olan ilh...» Halkın
üzerinde. Çünkü ilerisi buna işaret etmektedir. Ölen kimsenin
üzerinde borç
varsa, bu hususta Bezzâziyye'de, Şemsü'l-İslâm,
«Ölen adam borçlu ve alacaklılar
borcu taleb
ediyorlarsa, varislerden birisini sulh
yoluyla mira's dışı bırakmak geçerli değildir.
Çünkü
şeriatın hükmüne göre borç bütün
varislere aittir.» de-miştir.» denilmektedir.
«Bâtıldır
ilh...» Bu butlan hepsine sirayet
eder. Çünkü burada pa-zarlık birdir. İmam-ı Azam'a
göre,
miras dışı bırakılanın alacaktan his-sesi, ister açıklansın,
ister açıklanmasın bâtıldır. Fakat
İmâmeyn'e
göre bu sulh, miras dışı bırakılan kişinin alacaktan hissesi beyân
edildik-ten sonra
yapılırsa, caizdir. Uygun plan da budur. İbni Melek.
«Havale eder
ilh...» Bu cümlenin yeri burası
değildir. İbni Melek'in Vikaye
şerhinde ise bu cümle
bulunmaktadır.
«Hilelerin en güzelidir ilh...» Çünkü birincisinde vârislere
zarar var-dır. Zira varisler sulh
yoluyla
miras dışı bıraktıklarının hissesi kadarını
borçludan alamazlar. İkincisinde
de varislere zarar vardır.
Çünkü nakit
vadeliden daha hayırlıdır.
«En sağlam ve kolay
olanı ilh...» Çünkü karz verdikleri şekil de, mal
kendi ellerine daha geç
geçeceği için zarardan hâli değildir. İbni
Melek.
METİN
İçinde alacak veya
verecek olmayan, ayanı da bilinmeyen
(meçhul) bir terekeden dolayı
tartılacak,
ölçülecek bir mal üzerine sulh yapma konusunda görüş ayrılığı vardır. Sahih kavle göre
böyle bir
sulh geçer-lidir. Zeylâî. Çünkü şüphenin şüphesine itibar edilmez.
İbni Kemal, «Eğer terekede sulh bedelinin cinsi
varsa sulh caiz de-ğildir. Yoksa caizdir. Eğer olup
olmadığı
bilinmiyorsa ihtilaflıdır.» demiş-tir.
Tereke ölçülecek, tartılacak
birşeyden değil ve meçhul, aynı za-manda sulh yoluyla miras
dışı
bırakılan
varisin dışındaki varislerin el-lerinde bulunuyorsa, sağlam görüşe göre yapılan
sulh
geçerlidir. Çünkü bu sulh anlaşmazlığa sebeb olmaz.
Çünkü tereke kendi ellerindedir.
Terekenin hepsi veya
bir kısmı sulh yoluyla miras
dışı bırakılan va-risin elinde
ise, onun elindeki
malın tamamı
bilinmedikçe sulh geçerli
değildir. Zira o mal teslime muhtaçtır. İbni Melek.
Ölen adam borçlu ve borç, terekeyi kapsıyorsa ne sulh, ne de tak-sim caizdir. Ancak varislerden
birisi rücû
etmeksizin borcu üzerine alırsa
veya o borç terekeden değil başka bir maldan
karşılanırsa sulh da, taksim de geçerli
olur.
Terekeyi
kapsamayan bir borç terekeden ödenmeden
sulh veya tak-sim yapmak uygun değildir.
Fakat borç
terekeden çıkarılmadan sulh ve-ya,
taksim yapılırsa geçerlidir.
Zira tereke az bir borçtan
hâli olamaz. Varisler
malın (terekenin) taksimini
durdururlarsa zarar görebilirler. O zaman taksimin
bozulmaması için istihsanen ancak borç miktarı
bek-letilir. Vikaye. Bahır.
İZAH
«Şüphenin
şüphesi ilh....» Çünkü terekede sulh bedelinin cinsinin ol-maması
ihtimali de vardır.
Eğer terekede olma ihtimali varsa, sulh be-delinin terekedeki
o cinsten olan hissesinden fazla olma
ihtimali de
vardır. Eğer sulh bedeli terekedeki o cinsten
olan hissesinin misli veya azı ise -ki
bu da
ihtimalin
ihtimalidir-, o zaman şüphenin şüphesine dü-şülmüş olunur ki, bu da muteber değildir.
«Tartılacak birşeyden ilh...» Bu terekede borç da olmamalıdır. Sulh tartılacak,
ölçülecek birşey
üzerine yapılırsa.
İtkânî.
«Sağlam olan görüşe göre ilh...» Bazı âlimler bu
sulhun caiz olma-dığı görüşünü benimsemişlerdir.
Çünkü bu
sulh, meçhul olan birşeyi satmaktır.
Zira sulh yapılan kişi, meçhul
olduğu halde hissesini
ölçüle-cek, tartılacak birşey karşılığında satmıştır.
İtkânî.
Hâtime
İki ortağın
iki hayvanın kazancında veya
binilmesinde münâvebe yapmaları, İmam-ı Azam'a göre
zorla değil, sulh yoluyla caizdir. .Bir hayvanın kazancında veya
binilmesinde sulh yoluyla
münavebe yapmak caizdir.
Ama iki hayvanın kazancında cebren
de olsa münâvebe yapmak fasittir.
Dürerü'l-Bihâr
ve onun şerhi Gûrerü'l-Efkâr.
Malûm olsun
ki, bir hayvan veya kölenin kazancında cebren münâ-vebe yapmak,
farklılık az veya
dış görünüşe
göre hiç olmadığından it-tifakla caizdir.
Bir veya iki evin gelirinde, bir veya
iki evin oturmasında münâvebe yapmak, denklik mümkün
olduğundan
ittifakla caizdir. Çünkü akarda dış görünüş bakımından değişme olmaz.
Bu suretlerin
hepsinde sulh
yoluyla münavebe yapmak caizdir.
Nitekim İmam-ı Azam Ebû Hanîfe, kölenin sulh
yoluyla taksim edilmesine cevaz
vermiştir.
«Taksimin
bozulmaması için ilh...» Allâme Makdisî, «Terekeden bor-cun karşılığı olarak ayrılan
kısım helak olursa, terekenin taksimi
bozulur.» demiştir.
METİN
Vârislerin aralarından miras dışı bıraktıklarına verdikleri sulh be-deli olan mal, terekeden değil
kendi mallarından ise, miras dışı bırakı-lanın
terekedeki hissesi aralarında eşit şekilde taksim
edilir.
Miras dışı
bırakılana verdikleri mal terekeden
ise, onun terekedeki hisssinin ka-lan kısmı varislerin
hisselerine göre taksim edilir.
Hassâf, bu
son meseleyi, «Sulh inkâr ile olursa» diye kayıtlamıştır. Buna göre,
sulh ikrar ile olursa,
onun
hissesinden kalan kısım diğer varisler arasında hisselerine
göre değil, eşit şekilde taksim
edilir.
Varislerden birisinin ayanın bazısından sulh yapması
geçerlidir. Mi-ras dışı bırakma senedinde
terekede borcun olup olmadığı zikredilmese de
senet geçerlidir. Terekede borç olup olmadığı
fetvada da
zikredilme-se, yine o fetvanın geçerli olduğuna fetva
verilir ve sıhhatinin bütün
şart-larının
bulunduğuna hamidilir.
Terekeden bir miktar vasiyet olunan kimse, miras dışı bırakmanın bütün geçmiş meselelerinde
varis
gibidir.
Varisler içlerinden birisini sulh yoluyla
ihraç etseler, ihraçtan son-ra ölen kimsenin bir alacağı veya
bilmedikleri bir malı olduğu ortaya çık-sa, alacağın veya
malın, zikredilen sulha dahil olup olmadığı
hususunda iki
görüş vardır.
Meşhur olan
görüşe göre, sonradan ortaya çıkan
şey sulha dahil değildir. Hepsinin arasında
hisselerine göre taksim edilir. Haniye, sulha dahil olmadığını bildiren görüşü öne
alarak her iki
görüşü de
hikâye et-miştir. Haniye sahibi Feteva'sında, meşhur olan görüşün önce alına-cağını
bildirmiştir.
Dayanılan görüş de budur. Bahır'da
olduğu gibi.
Ben derim ki: Bezzâziyye'de
de sağlam olan görüş budur. Sulh bâtıl değildir.
Vehbâniye'de
şöyle denilir: «Çocuğun şahitlerle
sabit olan malından sulh meşru değildir. Birisi bir
yetimin
malından hak iddia etse, de-lil getirmese, sulh yine caiz değildir. «Her
ayıptan beridir.» diye
ibra edi-lerek sulh yapılmış olsa, ibra ve sulh geçerlidir. Birisinin almış olduğu kö-lenin,
meselâ
gözündeki
kataraktan dolayı bir miktar mal ile sulh yapıl-mış
olsa, sonra da katarakt gitmiş olsa, o
sulh bâtıl
olur. Birisi davalıya, «Eğer yemin edersen iddia ettiğin şeyden berisin.» dese ve o da
yemin etse, bu
sulh caiz değildir. Davacı bir ecnebi gibi kabul edilse de böyle-dir.»
İZAH
«Eşit şekilde ilh...» Bu ifadeye göre, vârislerden birisi diğerlerinin bir kısmıyla sulh yapmış olsa,
sulh geçerlidir ve hissesi yalnız sulh yaptık-larına kalır.
Vasiyet
olunan şahıs varislerden bir kısmıyla
veya
hepsiyle sulr» yapmış olsa, bu sulhun hükmü de
önceki
gibidir. Ankaravî'de olduğu gi-bi. Sâyıhânî.
Bir mesele:
Bir kimse
öldüğünde geriye bir kadın, bir kız,
üç de oğul bırakmış olsa, bu vârisler, bırakmış olduğu
terekeyi
aralarında taksim ettikten sonra kadının elinde bulunan evin. murislerinin (ölen adamın)
olduğunu
iddia etseler, kadın bu iddiayı inkâr
ederek inkâr ile sulhtan ötürü bir miktar dirhem
vermiş olsa,
bu sulh bedeli kalan varislerin terekedeki hisselerine göre mi
taksim edilir, yoksa
sayılarına
göre mi taksim edilir?
El-Cevab:
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Bunun
hükmü, sulh bedeli bakımından
mülkiyetin davacıya
sabit
olmasıdır. Burada davalı ister in-kâr, ister ikrar
etsin sonuç değişmez. Sulh konusu olan evin
mülkiyeti de
davalıya sabit olur.» Bunun misli Minâh'ta da vardır.
Mecmaü'n-Nevâzil
sahibine fasit davadan sonra inkârla yapılan
sul-hun geçerli olup olmadığı
sorulunca,
«İnkârla yapılan sulhun tashihi için davacının aldığı veya aldığının ivazı onun sabit hakkı
olması gerekir ki, sulhun
tashihi mümkün olsun.» cevabını
vermiştir. Zahîre'den.
Bahir
sahibinin, «Sulh bedeli cihetiyle
mülkiyetin davacıya sübutu-dur.»
sözünün muktezası ile
Mecmaü'n-Nevâzil
sahibinin, «Davacının al-dığı veya aldığının ivazı onun sabit hakkı olması
gerekir.» sözünün ge-reği, sulh bedelinin imrastaki hisselerine göre taksim edilmesidir. Mecmuat-ü
Molla Ali.
«Kendi mallarından ise ilh...» Eşit şekilde
vermişlerse eşit şekilde taksim
edilir. T.
«Hisselerine göre taksim edilir ilh...» Terekenin varisler arasındaki taksim şekli, «Ferâiz kitabının
sonunda gelecektir.
Tetimme: Birisi bir mal veya başka bir şeyi iddia
etse, iddia ettiği şeyi bir başkası
ondan satın alsa,
bu alış caizdir. Satın alan adam da-vada davacının yerine geçer. Eğer davadan birşey
istihkak
ederse, kendisinindir.
Eğer davada
birşey istihkak edemezse bakılır: Davacının delili yok-sa ve davalı da inkâr ediyorsa, o
zaman malı satın alan adam hakkınt asıl
davacıdan taleb eder. Bahır.
Bezzâziyye'nin, «Hibe kitabı»nın başında,
«Deyni satmak caiz değil-dir. Fakat
deynin borçluya
satılması veya
hibe edilmesi caizdir.» denil-miştir.
«Sulh yoluyla miras
dışı bıraksalar ilh...» Ben derim ki: Bezzâziyye' nin
Sulh Kitabı'nm altıncı
fashında
şöyle denilmiştir: «Miras dışı bırak-madan sonra terekede bir mal zuhur
etse, bunun sulha
girip
giremeyece-ği hususunda bir rivayet yoktur.
Sulha gireceği de, giremeyeceği
de söylenebilir.»
Dört sayfa sonra da, «Sadrü'l-İslâm'ın yazdığına göre Tacü'l-İslâm şöyle demiştir: «Varislerden
birisinin
diğer varislerle sulh ya-parak onları
umumî bir şekilde ibra etmesinden sonra sulh zamanı
te-rekede
bulunmayan birşey ortaya çıksa, zuhur eden şeyin davasının cevazı
hakkında hiçbir
rivayet yoktur.
Bir âlim, «Zuhur eden şeydeki
his-sesini dava etmesi caizdir.» diyebilir.
Doğru olan
da budur.
Fakat bir diğeri de, «Sonradan ortaya çıkan şeydeki hissesini dava
etmesi caiz de-ğildir.»
diyebilir. Muhît'te de, «Varislerden
birisi diğerini ibra ettikten son-ra terekeden bir hak iddia etse,
diğerleri de inkâr etseler, davacının id-diası dinlenmez.
Onun iddiası üzerine diğerleri onu tasdik
ederlerse o zaman varislere onun hakkını vermesi 'emredilir.» denilmiştir.»
Bezzâziyye sahibi birkaç satır sonra, «Kocası ölen bir kadın tere-kedeki sekizde
bir hakkından
ötürü diğer
varislerle sulh yaptıktan son-ra varislerce bilinmeyen
bir alacak veya bir mal ortaya
çıksa, bazı âlim-ler bu alacak veya malın sulha dahil olmadığını, bütün
varisler arasın-da
hisselerine göre taksim edilmesi gerektiğini
söylemişlerdir. Çünkü varisler kendilerince bilinen ve
açık olan tereke üzerine sulh yapmışlar-dır. Bu sebeple sonradan ortaya çıkan şey istisna gibi
kabul edilir ve sulh ibtal edilmez. Bazı âlimlere
göre ise sonradan zuhur eden şey
sul-ha dahildir.
Çünkü sulh
terekeden ötürü yapılmıştır ve tereke bütün malın adıdır. Bu sebeble sulhtan sonra bir
alacak veya
mal ortaya çıkarsa sulh fasit olur.
Zuhur eden şey, sanki sulh zamanında
varmış da
sulha dahil edilmemiş gibi kabul edilir.»
demiştir.
Bezzâziyye'de söylenenleri kısaca şöyle özetleyebiliriz: Sulhtan
son-ra terekeden bir ayn zuhur
ederse bu, sulha dahil edilir mi, edilmez mi?
Zuhur eden şey sulha dahil edilirse
iddia edenin
davası
dinlenmez. Eğer sulha dahil değilse iddiacının
davası dinlenir. Bu hususta iki görüş
var-dır.
Sulhta umumî
ibra yapıldıktan sonra terekeden bir
mal zuhur etse, ibra eden varisin zahir olan
şeyle ilgili
davası dinlenir mi, dinlenmez mi?
Yine bunda da iki görüş vardır.
Sağlam olan
görüşe göre davacının sözü dinlenir. Çünkü o mal sulha dahil değildir. Bu
görüş,
gecen «Sulha dahil değildir.» görüşünü dü-zeltmektedir. Bu durum, diğer varisler, eğer ortaya çıkan
malın terekeden olduğunu itiraf ederlerse, böyledir. Eğer itiraf etmezlerse, ibradan sonra onun
davası
dinlenmez.
Nitekim
Bezzâziyye sahibinin, Muhit'ten naklettiği de bunu ifade etmektedir. Bezzâziyye sahibinin
meseleyi «ayn» ile takyit etmesinin se-bebi şudur: Sulhtan sonra terekede mal değil bir
alacak
zuhur ederse,
«Zuhur eden şey sulha dahil değildir.» görüşü üzere sulh geçerlidir. Alacak bütün
varisler
arasında taksim edilir. Fakat «Sulha dahildir» sözü
üzere sulh fasittir. Nasıl, sulh zamanı
alacak ortaya
çıktığı halde sulha katılmadığında sulh fasit olursa, bu da öyledir. Ancak alacak
sulhtan çıkarılırsa sulh geçerli olur. Şöyle ki, sulh
zamanı alacağın dışındaki mallar üzerine sulh
yapıldığı açıkça söylenirse sulh geçerli olur. Zira, Bez-zâziyye sahibi, «Birisini miras dışı
bırakmadan sonra ortaya çıkan şey sulha dahil
değildir.» sözü üzerine, «Bu acıktır. Fakat ortaya
çıkan şey
sulha dahildir denilirse, zuhur eden mal ise
sulhun fesadını gerektirmez. Alacak
ise ve
sulh zamanı sulhtan çıkarılmışsa bu da sulhun
fesadını gerektirmez. Fakat alacak
sulh zamanı
sulhtan çıkarılmamışsa,
sulhu fa'sit kılar» demiştir.
«Hepsinin arasında ilh...» Sonradan zuhur eden terekeye
ait şey hep-sinin arasında taksim edilir.
«Ben derim ki ilh...» Ben derim ki, Fusûleyn'in yirmisekizinci faslın-da, «Alacak değil mal ortaya
çıkarsa en uygun
olanı budur.» denilmiştir.
«Sulh bâtıl
değildir ilh...» Yani terekede bir mal
zuhur ederse, bu ihtilaflıdır. Fakat bir alacak zuhur
ederse durum
farklıdır. Bu hususta Bezzâziyye'de,
«Sulh yapılırken eğer alacak sulhtan
çıkarılmışsa, sulh
fasit değildir. Fakat eğer
sulhtan cıkarılmamışsa sulh fasittir.» denil-miştir. Yani
yapılan sulh, alacaktan başkası
üzerine yapılırsa sulh fasit değildir. Fakat sulh, terekenin tamamı
üzerine
yapılmış ve sonradan ala-cak ortaya çıkmışsa,
sulh fasit olur. Nitekim sulh zamanı, alacak
zahir olduğu
halde sulha dahil edilmezse sulh fasit olur.
«Çocuğun
malından ilh...» Yani çocuğun şahitlerle sabit olan ma-lında sulh caiz
olmadığı gibi
herhangi bir
kimsenin çocuğun malında bir hak iddia etmesi de caiz
değildir. Bir kimse iddia
ettiğine dair
delil de getiremez. Bundan anlaşılıyor ki, çocuğun malı delil ile tesbit edilmediği
takdirde,
davacının onun malında hakkı olduğuna
dair delili varsa sulh caizdir. İbni Şahne. Hâmiş'te
de böyledir.
«Her ayıptan
beridir diye ibra edilerek ilh...»
Satılan bir malda or-taya çıkan ayıptan ötürü sulh
yaptıktan
sonra ayıp yok olsa, meselâ sa-tılan
kölenin gözünde bir ayıp ortaya
çıksa ve sulhtan
sonra yok
olsa, sulh bâtıl olur. Davacı almış
olduğu sulh bedelini iade eder. Zira sulh bedelinin
karşılığı olan ayıp ortadan kalkmıştır. Sulh da bâtıl olur. İbni Şahne, Şerh-i Vehbâniye. Hâmiş'te de
böyledir.
«Birisi
davalıya ilh...» Meselâ davalının yemin ederek beri olması şartıyla
sulh yapsalar, davalı,
«Davacının
benim üzerimde az veya çok hiçbir hakkı yoktur.» diye
yemin etse, sulh bâtıl olur.
Davacı yine davası üzere kalır. Eğer delil
getirirse delili kabul edilir. Davacının delili bulun-maz ve
davalının
hâkimin huzurunda yemin etmesini taleb ederse,
bu hakka sahiptir.
Davasının
doğru olduğuna dair davacının yemin etmesi şartıyla sulh yapsalar,
meselâ davalı,
«Davacı yemin etsin, iddia ettiklerinin hepsini
ödeyeyim.» dese, sulh yine bâtıldır. Çünkü açık
ibranın bir
şarta bağlan-ması caiz değildir, ibni Şahne. Hâmiş'te de
böyledir.
|