METİN
Gusul meni,
yerinden şehvetle ayrılıp uzuvdan çıktığı zaman farz olur, Velev ki dışarıya
şehvetle çıkmasın. Menî uzuvdan çıkmazsa bilittifak gusül lâzım gelmez.
Çünkü batın hükmündedir. Meninin yeri erkeğin belkemiği, kadının göğüs
kemikleridir. Erkeğin menisi beyaz, kadının menisi sarıdır. Kadın
yıkandıktan sonra kendisinden meni gelirse kendi menisi olduğu takdirde
guslü tekrarlar; namazı tekrarlamaz. Kendi menisi gelmemişse bir şey icap
etmez.
Şehvetten
murad; hükmen bile olsa lezzet duymaktır. Nitekim ihtilâm olanın hali
böyledir. Musannıf kadının menisine de şâmil olmak için Defk'i (atıla atıla
çıkmayı) zikretmemiştir. Zira onun menisinde atılarak çıkma belli değildir.
Teâlâ
Hazretlerinin: «Atılarak çıkan bir sudan yaratıldı» ayet-i kerimesinde
Defk'i kadının menisine de isnad buyurması ihtimal taglip yoluyladır.
Kuhistânî'nin, Ehî Çelebi'ye uyarak yaptığı gibi bu ayetle istidlâl edenler
isabetsiz hareket etmişlerdir. İyi düşün!..
Bir de İmam
A'zam'la Muhammed'e göre atılarak çıkmak şart değildir. Atılarak çıkmayı
İmam Ebu Yûsuf şart koşmuştur, töhmetten korkan veya utanan misafir hakkında
onun kavli ile fetva verilir. Nitekim «el-Müstesfâ» nâm eserde de böyle
denilmiştir.
«Kuhistânî»de
ve «en-Nevâzil»'den naklen «Tatarhâniyye»de: «Biz Ebu Yûsuf'un kavli ile
amel ederiz. Çünkü o, müslümanlar için daha kolaylıktır» denilmektedir.
Ben derim ki:
Bilhassa kışın ve sefer halinde daha elverişlidir. «el-Hâniyye» adlı kitapta
şöyle deniliyor: «Bir kimseden abdest bozduktan sonra meni gelse âleti
kalkık olduğu takdirde yıkanması icap eder». el-Bahr sahibi «Bu, şehvet
bulunduğuna hamledilir» demiştir. Ulemanın «Bevilden sonra gelen meniden
dolayı yıkanmak lâzım gelmez» sözleri de bununla kayıtlanır.
İZAH
Musannıfın
farzdan hem farz-ı ilmiye hem de farz-ı amelîye şâmil bir mânâ kasdettiği
anlaşılıyor. Çünkü uykudan uyanan bir kimsenin elbisesinde yaşlık görmesiyle
yıkanması lâzım gelmesi şüphesiz delil ile sabit değildir. Nitekim
«el-Hilye» sahibi buna tenbihte bulunmuştur. Onun için az sonra görüleceği
vecihle İmam Ebu Yusuf bu hususta muhalefet etmiştir. Menînin çıkması bülûğa
eren mürahik çocuğun menisine de şâmildir. Musannıf, bunu ileride beyan
edecektir.
Uzuvdan
murad; erkeğin zekeri, kadının dâhilî fercidir. Şârih bununla yerinden
ayrılıp da uzuvdan çıkmayan ve erkeğin zekerinde, kadının dahilî fercinde
kalan meniden ihtiraz etmiştir. Ama meni, yerinden şehvetle kopar da erkeğin
hayasındaki bir yaradan çıkarsa zâhire göre yıkanması farz olur. Bu
araştırılmalıdır. Erkeğin menisi beyaz olduğu gibi ayni zamanda koyudur.
Kadının menisi berraktır. Kadından yıkandıktan sonra meni gelir de yüzde yüz
kendi menisi olduğunu bilirse tekrar yıkanır. Şübhe ederse bilittifak
yıkanmaz, çünkü ihtimallidir. Ama evlâ olan, İmam A'zam'la İmam Muhammed'ın
kavilleriyle amel ederek ihtiyaten tekrar yıkanmaktır. Namazını tekrar
kılmaz. Nitekim erkekte yıkandıktan sonra menisinin bakiyesi çıkar da namaz
kılarsa, o namazı bilittifak tekrarlamaz. «Fethü'l-Kadîr» de de böyle
denilmiştir. «el-Mübtegâ» sahibi: «Kadın böyle değildir»diyerek o namazı
tekrarlaması lâzım geldiğini anlatmak istemişse de, onun bu beyanı açık açık
söz götürür. Anlaşılan kadın da erkek gibidir. «el-Hilye»'de de böyle
denilmiştir. «el-Bahr» sahibi dahi ona tâbî olmuştur. Makdisî «el-Mübtegâ»
sahibinin: «Kadın böyle değildir» sözünü guslü de namazı da tekrarlamaz
mânâsına hamletmiştir. Zira kadından çıkan meninin erkeğe aid olması
ihtimali vardır.
Kadından
gelen meni kendinin değil de, erkeğe aid ise hiçbir şeyi tekrarlamaz, yalnız
abdest alması icap eder. Menî şehvetle değil de, vurmak veya sırtında ağır
yük taşımaktan dolayı yerinden ayrılırsa bize göre gusül lâzım gelmez. Şâfiî
buna muhaliftir.
İhtilâm olan
kimse hükmen lezzet duymuş sayılır. Zira idraki yerinde olmadığı için yüzde
yüz lezzet duymuş sayılmaz.
Rahmetî'ye
göre bir kimse elbisesinde ıslaklık görür de lezzet duyduğunu hatırlayamazsa
hükmen lezzet duymuş sayılır. Çünkü lezzeti duymuş da sonra unutmuş
olabilir.
İmam Ebû
Yûsuf, gusül lâzım olmak için meninin atılarak çıkmasını şart koşmuştur. Bu
hilâfın eseri şurada meydana çıkar: Bir kimse ihtilâm olur veya şehvetle bir
kadına bakar da zekerini tutar. Şehveti sukûnet bulduktan sonra salarsa meni
çıktığı takdirde İmam A'zam'la Muhammed'e göre yıkanmak lazım olur. Ebû
Yûsuf'a göre olmaz. «en-Nehir» nâm eserde beyan edildiğine göre yıkandıktan
sonra uyumadan veya bevil etmeden yahud fazlaca yürümeden meninin bakiyesi
gelirse hüküm yine böyledir. Uyuduktan, bevil bittikten veya yürüdükten
sonra gelirse bir şey lazım gelmez. Çünkü bu söylediklerimiz şehvetle
yerinden ayrılan meninin maddesini keserler. Binaenaleyh ikinci defa çıkan
meni yerinden şehvetsiz ayrılmış olur. Ve bilittifak guslü icap etmez. Fazla
yürümenin ne kadar olacağı hakkında Makdisî: «Hatırımda kaldığına göre bunun
için kırk adım tayin edilmiştir» demiştir.
«ez-Zâhîre»de
bildirildiğine göre Fakih Ebu'l-Leys ile Halef b. Eyüb de İmam Ebu Yûsuf'un
kavliyle amel etmişlerdir. Câmiu'l-Fetâvâ'da fetvanın Ebu Yûsuf kavline göre
olduğu beyan edilmiştir. Şârihin de bu kavle meylettiği anlaşılıyor. Lâkin
ekseriyetle kitaplar hatta «el-Bahr» ile «en-Nehir» bunun hilâfınadır.
Bilhassa Ebû Yûsuf'un kavlinin kıyas, ötekilerin kavlinin ise hem istihsân
hem daha ihtiyat olduğunu kaydetmişlerdir. Binaenaleyh Ebu Yûsufun kavli ile
yalnız zaruret yerlerinde fetvâ verilir. Teemmül et!...
İmam Kâdıhân:
«Geçmiş namazlar hakkında Ebu Yûsuf'un kavli ile amel edilir ve bunlar kaza
olunmazlar. Gelecek namazlar hakkında ise yıkanmadıkça namaz kılamaz»
demiştir.
TENBİH : Bir
kimse zekerini tutmaya yetişemeyerek meni inerse bilittifak cünüp olur. Bu
adam şübhe ve töhmetten korkarsa namaz kılar görünerek niyetsiz ve
tahrimesiz ellerini kaldırır. Bir şey okumaz. Namaz kılar gibi rükû eder,
yatıp kalkar. «el-Bahr» sahibi «el-Hâniyye» nin sözünü şehvet bulunduğuna
hamlettiği gibi «el-Bahr» sahibi de şunları söylemiştir:
«et-Tecnis»
sahibinin ta'lili de buna delâlet eder. O şöyle diyor: Zeker kalkık olduğu
zaman hemmeninin çıkması hem de yerinden şehvet ve defikle ayrılması
mevcuttur. «el-Muhit»ın ibaresi de şudur: Bir adam bevleder de zekerinden
meni çıkarsa zekeri kalkık olduğu takdirde yıkanması icap eder. Zira bu,
şehvetle çıkdığına delildir. Ulemanın bevilden sonra gelen meniden dolayı
yıkanmak lazım gelmez, sözleri de «el-Hüniyye»'nin sözü ile kayıtlıdır. Yani
bevilden sonra gelen meniden dolayı ittifakan yıkanmak lazım gelmemesi aleti
kalkık olmadığı zamandır. Aleti kalkmış ise gusül lâzımdır. Çünkü bu yeni
bir meni gelişidir. Bunda hem defik hem de şehvet vardır denilir».
Ben derim ki:
Kezâ uyuduktan ve fazla yürüdükten sonra yıkanmak lazım gelmemesi dahi
bununla kayıtlıdır.
METİN
İnsan
haşefesini (yani sünnet yerinden yukarısını) haşefe kesilmişse zekerin
haşefe miktarını emsali cima edilebilen diri bir insanın iki yolundan birine
soktuğu zaman dahi fail ile mef'ulün ikisi de mükellef iseler Velev ki menî
inmemiş olsun her ikisine bilittifak gusül farz olur. Emsâli cimâ
edilebilen, insan ve iki yol kayıtları ile nelerden ihtiraz olunduğu ileride
gelecektir. İnsan kaydı ile cinniden ihtiraz edilmiştir. Yani musannıf cinni
ile münasebette bulunan kadının menisi inmez, cinni de ona insan suretinde
görünmezse gusül lâzım gelmez demek istemiştir.
Nitekim
el-Bahr nâm eserde de böyledir. Zekerin haşefe miktarı da kalmamışsa bu
hususta «el-Eşbâh» sahibi: «Ona bir hüküm tealluk etmez. Ama ben bunu bir
yerde görmedim» demiştir. Fail ile mef'ulden yalnız biri mükellef olursa
yalnız onun yıkanması farz olur.
Mürâhik (yani
bülûğa yaklaşmış) çocuğa yıkanmak farz değildir. Lâkin yıkanıncaya kadar
namazdan meni edilir. Terbiye için 10 yaşında çocuğa yıkanması emredilir.
Bilittifak yıkanması farz olması haşefe başkasının dübürüne sokulduğu
zamandır. Kendi dübürüne sokarsa «en-Nehir» nâm kitapta menî inmeden gusül
farz olmayacağı tercih edilmiştir. Buna hünsâ-i müşkil ile itiraz olunamaz.
Çünkü onun ön veya arkaya yaptığı ilâçla (cimâ ile) kendisine gusül lâzım
gelmediği gibi ona cimâ eden kimseye de menî inmedikçe gusül lâzım değildir.
Zira sözümüz haşefe ile iki hakikî yoldan biri hakkındadır.
İZAH
«el-Muhit»
nâm eserde beyan edildiğine göre bir kadın: «Benimle beraber bir cinni var.
Bana çok defalar geliyor ve ben zevcimle cimâ ettiğim zaman duyduğum lezzeti
onunla cimâ ettiğim zaman da duyuyorum» dese kadına gusül lâzım gelmez.
Çünkü guslün sebebi yoktur. Guslün sebebi ilaç (girdirme) yahud ihtilâmdır.
«el-Bahr», «Fethü'l-Kadîr» ve diğer kitaplarda: «Bana uykum esnasında
defalarca geliyor» denilmiştir. Anlaşılıyor ki bu görme rüyadadır. Lâkin
İsmail Hâik'in tesbitinden uyanık iken geldiği anlaşılıyor.
Ben derim ki:
«el-Hilye» sahibinin: «Bu hüküm uyanık iken geldiğine göredir. Uyku halinde
gelirse şübhesiz onun için de ihtilâmdaki tafsilât vardır» demesi de buna
delâlet eder. «Kadının menisi inmezse» kaydını «Fethü'l-Kadîr» sahibi ilâve
etmiş ve: «Aşikardır ki bu hüküm kadının menisi gelmediğine göredir. Açıkça
meni görürse yıkanması vacibtir; ihtilâm olmuş gibidir» demiştir. «el-Bahr»
sahibi ise şu mütalâayı ileri sürmüştür:
«Şöyle de
denilebilir: Meni inmezse de gusül vacibtir. Zira îlâç vardır. Kadın
kendisine cimâ edildiğini bilmektedir».
Ben derim ki:
Uykuda ise bu doğru değildir. Uykuda değilse cinni kadına insan suretinde
göründüğü takdirde bahis mevzuu budur. Böyle değilse bu iş meselenin
aslıdır. Bu hususta nakledilen rivâyet güslun vacib olmamasıdır. Çünkü
sebebi yoktur. Naklî rivayette bahis makbul değildir. «el-Bahr» sahibi
cinninin insan suretinde görünmemesini bahis mevzuu yapmış; ondan önce
«el-Hilye» sahibi de aynı mevzûu incelemiş fakat tereddüt ederek: «Ama cinnî
insan suretinde görünürse ve keza bir adama bir cinni kadını insan suretinde
görünür de onunla cimâ ederse gusül vacib olur. Zira suret ve şekil
itibariyle cinsiyet mevcuttur. Bu da sebebin ta molduğunu gösterir. Meğer ki
bu ancak hakikatta aralarında mânevî zıddiyet bulunmadığına göre tamam olur
denile!
Bundan dolayı
bazıları insanla cin arasında nikâhın haram olmasını bu hakiki manevî
zıddiyetle illetlendirmişlerdir. Bu takdirde guslün ancak menî indiği zaman
vacip olması gerekir.
Nitekim
hayvan veya ölüye cimâ eden hakkında da hüküm budur. Evet, hakikat hâli
ancak cimâdan sonra öğrenirse guslün vacip olacağı anlaşılıyor. Çünkü
sebebin kusurlu olduğunu İfade eden bir şey yoktur» demiştir,
Haşefe
meselesinde «el-Eşbah»ın ibâresi şöyledir:
«Haşefe
miktarı kalmamışsa ona hiçbir hüküm teallûk etmez. Bu külli bir kaide olduğu
için nakle muhtaçtır. Şimdilik ben bunu görmedim». Tahtavi'nin «Makdisî»den
nakline göre haşefe miktarı diye kayıtlanmasından anlaşılıyor ki, bu kadına
bir hüküm teallûk etmez. Sorulduğu zaman bununla fetva verilir. Zira
kitapların mefhum muhaliflerinin muteber olduğunu evvelce görmüştük.
Mükellefden murad; âkıl bâliğ olan insandır. Yalnız kadın mükellef olursa
cimâ ettiği sabînin şehvete mahal olması gerekir. Şehvete mahal değilse
kadına da gusül vacip olmaz. Nitekim şarih bundan bahsedecektir.
Çocuğu
terbiye meselesinde «El-Hâniyye» ve diğer kitaplarda şöyle deniliyor:
«Çocuğu alıştırmak ve ahlâklandırmak için abdest ve namaz emrolunduğu gibi,
gusül etmesi de emrolunur».
«el-Kınye»de:
«İmam Muhammed, bir kimse emsâline cimâ edilebilen bir kız çocuğuna cimâ
ederse" kızın,yıkanması müstehap olur, demiştir. Galiba onun zorlanmasına ve
te'dibine taraftar değildir» deniliyor. Ebû Ali Râzî: «Kız çocuğu yıkanmak
için döğülür; bizim sözümüz budur. Bülûğa yaklaşan erkek çocuğu dahi namaz
ve abdest için döğülür» demiştir.
Hasefenin
girmesiyle bilittifak gusül lâzım gelmesi Buharî ile Müslim'deki Ebu Hureyre
hadisine istinad eder. Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:
«Resûlüllah
(s.a.v.): erkek kadının dört dalı arasına oturup da onu becerdiği zaman meni
gelsin gelmesin gusül vacip olur buyurdular». Peygamber (s.a.v.)in:
«Yıkanmak ancak meniden dolayı lâzım gelir» hadîsi ile bilittifak
meshedilmiştir. Dübüründen cimâ edilen kimseye gusül icap etmesi kıyasla
sabit olmuştur. Bu bir ihtiyattır. Meselenin tamamı «el-Münye» adlı kitabın
şerhindedir. «en-Nehir» sahibinin tercih ettiği kavil iki kavilden biridir.
Bunları «el-Kınye» ve diğer kitaplar nakletmişlerdir. «en-Nehir» sahibi
şöyle demiştir:
«Buna
söylenecek söz meni inmezse gusül vacip değildir, demektir. Çünkü o sebebin
kusuru hususunda küçük kızla ölüden evlâdır. Bundan anlaşılır ki, parmak
sokmakla gusül vacip olmaz».
Hünsâ-i
müşkilin (yani erkekliği dişiliği aynı derecede olan kimsenin) aletinin bir
kimsenin ön veya ardına girdirmesiyle kendisine yıkanmak lâzım olmaz. Çünkü
kadın olması ihtimali vardır. Bu takdirde onun zekeri parmak mesabesinde bir
ziyadedir.
Erkek olması
ihtimali de vardır. Bu takdirde ferci yara hükmündedir. Ona bir şey girmekle
gusül icap etmez. Fakat bu izahat karşısında hünsaya bütün hallerinde daha
zararlı ve ihtiyatlı olan hükümle muamele olunur, kâidesi müşkil kalır. Buna
göre hünsâya gusül lâzımdır. İyi düşün!
Ben derim ki:
Şârih bu işkâli kitabımızın sonunda hünsâ bahsinde anlatacaktır. Biz de
cevabı inşâallah omda izah edeceğiz. (Bu cevabın hülâsası şudur: Hünsâya
daha zararlı ve ihtiyatlı olan hükümle muamele etmek daimî değildir, bazı
yerlerde müstehap olduğu vardır ki bu da onlardan biridir).
Hünsanın ön
tarafına cima eden kimseye meni inmedikçe gusül lâzım gelmez. Fakat bir
erkek ona ardından cima ederse ikisine de gusül lazımdır. Nitekim Tahtavî de
böyle demiştir. Çünkü dübür hakkında işkâl yoktur. Şu halde şârihin «Sözümüz
haşefe ile iki yoldan biri hakkındadır» ifadesindeki «yol» kelimesini
«el-Bahr» sahibinin yaptığı gibi «ön» kelimesiyle değiştirmek daha güzeldir.
Zira yol dübüre de şâmildir. Dübür hünsâda ihtimalli değil, muhakkaktır.
METİN
Uykudan
uyanan bir kimsenin ihtilâm olduğunu hatırlamasa bile elbisesinde meni veya
mezi görmesi de yıkanmayı icap eder. Meğer ki mezi olduğunu bilmiş yahud
mezi veya vedi olduğunda şübheye düşmüş ola. Yahud uykudan önce âleti
kalkmış buluna. Bu takdirde o kimseye bilittifak gusul lâzım değildir.
Nitekim vedi gördüğü zaman dahi gusül lâzım gelmez. Lâkin «e'-Cevahir» nâm
kitapta: «Ancak yatarak uyur yahud meni olduğunu yüzde yüz bilir veya
ihtilâm olduğunu hatırlarsa yıkanması icap eder; insanlar bundan gafildir»
denilmektedir. Metindeki uykudan uyanan kaydiyle sarhoşun ve bayılan
kimsenin mezi görmesi sözümüzün dışında kalmıştır.
İZAH
Buradaki
görmekten murad; bilmektir. Tâ ki körlere de şâmil olsun. Kuhiştânî'de beyan
edildiğine göre kadın dahi erkek gibidir. Malûmun olsun ki meni veya mezi
görmenin on dört sureti vardır. Çünkü gören kimse ya onun meni, mezi, vedi
olduğunu bilir yahud meni ile mezi olduğunda şübhe eder, yahud meni ile vedi
olduğunda veya mezi ile vedi olduğunda yahud her üçünde şübhe eder. Bunların
her birinde ya ihtilâm olduğunu hatırlar yahud hatırlamaz. Bu suretlerin
yedisinde bilittifak gusül vacip olur. Bunlar: İhtilâm olduğunu hatırlamak
şartı ile gördüğü şeyin mezi olduğunu bildiği, meni veya mezi olduğunda
şübhe ettiği, meni veya vedi olduğunda şübhe ettiği mezi veya vedi olduğunda
şübhe ettiği veya her üçü olduğunda şübhe ettiği hallerle mutlak surette
meniolduğunu bildiği haldir.
Mutlak
surette vedi olduğunu bilirse bilittifak gusül icap etmediği gibi mezi
olduğunu bilirse yahud ihtilâm olduğunu hatırlayamayarak mezi veya vedi
olduğunda şübhe ederse yine gusül lâzım değildir.
İmam A'zam'la
Muhammed'e göre meni veya mezi olduğunda yahud meni veya vedi olduğunda veya
her üçü olduğunda şübhe eden kimseye ihtiytalen gusül vacib olur.
İmam Ebu
Yûsuf'a göre vacip olmaz. Çünkü guslü icap eden şeyin mevcud olup
olmadığında şübhe vardır.
Ben derim ki:
Bunu anladıktan sonra şunu da bil ki: Musannıf bu suretlerin bazılarını
bildirmekle yetinmiştir. Tabii ki bundan bildirmediklerinin bildirdiklerinin
hükmüne muhalif olması lazım gelmez. Evet, «veya mezi görmesi» sözü mezi
olduğunu bilir de ihtilam olduğunu hatırlamazsa gusül lâzım gelmesini iktiza
eder. Halbuki sen bunun hilâfını öğrendin.
«en-Nihâye»nın ibaresi de musannıfın ibaresi gibidir. Kuhistânî musannıfın
«veya mezi görmesi» ifadesini «yani bir şey görür de meni mi yoksa mezi mi
olduğunda şübhe ederse» şeklinde izah ederek cevaba işarette bulunmuş; «Zira
biz mezi sebebi ile asla guslü vacip görmeyiz. yalnız meni sebebi ile vacip
olduğuna kailiz. Ancak bazen zaman geçmekle meni berraklaşır. Benim
tasvirimden murad, mezinin hakikatı değil, suretidir. Nitekim «el-Hulasa» da
da böyledir» demiştir. Bu sözde yukarıki izahata muhalif bir şey yoktur.
İhtilam;
hülmden alınmadır ve uyuyan kimsenin gördüğü rüya mânâsına gelir. Sonradan
uykuda görülen cimâ mânâsında kullanılması âdet olmuştur.
Sarhoş veya
baygın bir kimsenin ayıldıktan sonra elbisesinde bir şey görmesiyle uykudan
uyanan kimsenin görmesi arasında fark vardır. Uyku ihtilâm yeridir.
Binaenaleyh uyananın gördüğü ihtilama hamledilir. Sonra ihtimal gördüğü
menidir de havanın temasiyle berraklaşmış yahud yemek sebeb ile değişmiştir.
Bundan dolayı biz onu ihtiyaten meni sayarız. Sarhoşun ve bayılanın halleri
böyle değildir. Onlarda bu sebeb görülmez.
Şârih, «Lâkin
«el-Cevâhir» nâm kitapta ilah...» diyerek istidrakte bulunmuştur. Hâsılı
şudur ki; kendisi birçok ulemaya tâbi olarak uykudan önce âleti kalkmış
bulunan kimseye mutlak surette gusül lâzım gelmeyeceğini bildirmiştir.
Halbuki mesele üç şeyle kayıtlıdır: Uykusu ayakta veya otururken olacak,
elbisesinde gördüğü şeyin meni olduğunu yüzde yüz bilmeyecek ve ihtilâm
olduğunu hatırlamayacaktır. Bu kayıtlardan biri bulunmazsa mesela, yatarak
uyur, yahud gördüğü şeyin yüzde yüz meni olduğunu bilir veya ihtilam
olduğunu hatırlarsa gusül vacip olur.
Bu meseleyi
«Münyetü'l-Musalli» sahibi bahis mevzuu yapmış ve: «Bir kimse uykudan uyanır
da zekerinin başında ıslaklık görür fakat ihtilâm olduğunu hatırlamazsa
uykudan önce zekeri kalkık olduğu takdirde yıkanması icap etmez. Zekeri
kalkmamış ise ona gusül icap eder. Bu izah ayakta veya oturarak uyuduğuna
göredir. Yatarak uyur veya gördüğünün yüzde yüz meni olduğunu bilirse
yıkanması icap eder. Bu söylediklerim «el-Muhit» ve «ez-Zahire» nâm
kitaplarda zikredilmiştir.» demiştir.
Şemsü'l-eimme
Hulvânî diyor ki: «Bu meselenin vukuu çoktur ama insanlar ondan gafildir».
Hâsılı:
Uykudan önce tenasül âletinin kalkması mezinin çıkmasına sebeptir.
Binaenaleyh ihtilâmı hatırlamadıkça veya gördüğü şeyin meni olduğunu
bilmedikçe yahud yatarak uyumadıkça elbisesinde gördüğü ıslaklık meziye
hamledilir. Çünkü a'zânın gevşemesine ve dalarak uyumaya sebeb yatmaktır.
İhtilâma sebeb de bu uykudur. Lâkin «el-Hilye» sâhibi «ez-Zahîre» ile
«el-Muhitü'l-Burhâni» ye mürâcaat ettiğini, fakat yıkanmak lâzım gelmemek
için ayakta veya oturarak uyumak kaydını göremediğini söylemiş, sonra
tetkikine devamla: «Bu uyku ile yatarak uyumak arasında fark belli değildir»
demiştir.
Şârih,
«el-Münye» sahibine uyarak «yahut meni olduğunu yüzde yüz bilirse» demiştir.
Sadece «bilirse» dese daha iyi olurdu. Zira burada maksat galebe-i zan yani
gönlün yatışmasıdır. Buna da bilgi denilir. «el-Hâniyye»nin ibâresi
şöyledir:
«Meğer ki zan
galibine göre gördüğü şey meni olsun. Bu takdirde gusül lâzım gelir».
METİN
Zekerin
başında ıslaklık görmez de ihtilâm olduğunu hatırlarsa bilittifak gusül farz
olmaz. Velev ki lezzet duyduğunu ve meni indiğini de beraberce hatırlasın.
Mezhebe göre kadın da erkek gibidir. Bir kimse ile zevcesinin arasında
ıslaklık bulunur da ayırma, hatırlama olmaz; orada onlardan başka uyuyan da
bulunmazsa ikisi birden yıkanırlar. Bir kimse haşefesini veya zekerinin
haşefe miktarı yerini bezle sararak cimâ ederse lezzetini duyduğu takdirde
gusül vacip olur. Aksi halde esah kavle göre gusül lâzım değildir. Ama en
ihtiyatlı hüküm güslün vacip olmasıdır.
İZAH
«el-Bahr» nâm
eserde «el-Mi'rac»dan naklen şöyle deniliyor;
«Kadın
ihtilâm olur da meni fercinin dışına çıkmazsa İmam Muhammed'den bir rivayete
göre gusül vacip olur. Zâhir rivâyete göre vacip olmaz, çünkü ona gusül
vacip olmak için menisinin ferç dışına çıkması şarttır. Fetva buna göredir».
Karıkoca
yataklarında meni görürler de ihtilâm olduklarını hatırlayamazlarsa bir
kavle göre meniye bakılır. Beyaz ve koyu ise erkeğin, berrak sarı ise
kadının menisi olduğuna hükmedilir. «ez-Zahiriyye» sahibi bu kavli
naklettikten sonra: «Esah olan ihtiyaten ikisine de guslün vacip olmasıdır»
demiştir. Bu ikinci kavli «el-Hilye» sahibi İbn Fazl'a nisbet etmiş,
«el-Muhit» ve «el-Hulâsa» sahiplerinin de bu yoldan yürüdüklerini
söylemiştir. Fethü'l-Kadîr sahibi iki kavlin arasını bulmayı daha uygun
görerek ikisine de guslün vacip olmasını, ihtilâmı hatırlamamak, koyuluk,
berraklık, beyazlık ve sarılık gibi ayırmaya yarayan şeyler bulunmamakla
kayıtlamış, sonra: «şu halde hilaf yoktur» demiştir. «el-Hilye» sahibi bunu
beğenmiş; «el-Bahr» sahibi de kabul etmiştir. Lâkin «el-Münye» şerhinde
«Ayırmaya yarayan şeyler mizaca ve gıdaya göre değişir; onlara itibar
yoktur. İhtiyat birinci kavildir» denilmiştir.
Karı koca
meselesini; «el-Hilye» sahibi incelemiş «el-Bahr» sahibi de ona tâbi olarak
«Döşekte karıkocadan başkası yatmışsa görülen meni kuru olduğu takdirde her
ikisine de gusül vacip olmadığı anlaşılıyor» demiştir.
TENBİH: Karı
koca diye kayıtlamasından anlaşılıyor ki o yatakta yatan başkasına da gusül
vacip değildir.
Ben derim ki:
Bu sözün ekseriyetle vukua bakarak söylendiği anlaşılıyor. Onun için
Tahtavî: «Ecnebi erkek ve kadın da öyledir» demiştir. Yatakta yatanların iki
erkek veya iki kadın olması da zahire göre aynı hükümdedir.
Zekerinin
başına ince bir bez sarmak suretiyle cimâ eden ve fercin hararetini duyarak
lezzet alan kimseye gusül lâzımdır. Lezzet almazsa meni gelmedikçe gusül
vacip olmaz. Esah olan budur. Bazılarına göre gusül vâciptir. Çünkü o adam
cimâ etmiş sayılır. Birtakımları vacip olmadığını söylemişlerdir. Bu iki
kavlin mutlak olduğu anlaşılıyor. Ama en ihtiyatlı hüküm her iki surette
guslün vacip olmasıdır.
Ben derim ki:
En ihtiyatlı davranış iki kavilden birinciyi ihtiyar etmektir. Eimme-i
Selâse denilen Malik. Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel'in kavilleri de budur.
«İki sünnet
mahalli birbirine kavuşup haşefe görünmez oldu mu gusül vaciptir», hadîsi
şerifinden anlaşılan da budur.
METİN
Hayız ve
nifasın kesilmesiyle de gusül farz olur. Bu ve bundan öncekiler hükmün şarta
izafesi kabilindendir. Yani gusül bunlarla değil, bunlar bulunduğu zaman
farz olur. Evvelce görüldüğü vecihle gusül, namazın farz olması ve gusülsüz
câiz olmayan bir şeyi yapmak istemekle farz olur. Mezi veya medi gelmekle
gusül lâzım değildir. Zâhire göre vedi ile bevlin beraberce oluşunda her
ikisinden dolayı abdest lâzım gelir. Parmak ve benzeri bir şeyi ön ve arkaya
sokmak da muhtar kavle göre guslü icap etmez. Parmağın benzerleri cinnî,
maymun ve hımar gibi insan olmayan mahlûkatın zekerleri ile hünsâ, ölü ve
şehveti olmayan sahibinin zekeri ve odun gibi şeylerden yapma kazıktır.
İZAH
Şârihin bu ve
bundan öncekiler diye işaret ettiği şey guslün farz olmasını hayzın
kesilmesine isnad etmektir. Öncekilerden maksadı da guslün farz olmasını
menînin çıkmasına, cimâ'a, uykudan uyananın meni görmesine isnad etmektir.
İzafeten muradı isnad ve tâliktir. Yani guslün farz oluşunu bu şeylere isnad
ve tâlik etmek hümî şarta isnad kabilinden mecazdır.
Hüküm
farziyet, şart da adı geçen şeylerdir. Hükmî sebebine isnad kabilinden
değildir. Nitekim asıl olan budur. Şürunbulâliyye sahibi diyor ki:
«Guslün
vücubuna sebep ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Ulemanın umumuna göre
cünüb iken yapılması helâl olmayan bir şeyi yapmak istemektir. Bazıları
guslün farz olmasına sebep cünüp iken yapılması helâl olmayan bir şeyin
vacip olmasıdır, demişlerdir»
Anlaşılan
şudur ki; vakit dar değilse sebeb, yıkanmadan yapılması helâl olmayan bir
şeyi yapmakistemektir. Vakit dar ise yıkanmadan yapılması helâl olmayan bir
şeyin vacip olmasıdır. Çünkü «el-Kâfî» sahibi: «Guslün vücubuna sebeb namaz
yahud cünüb iken yapılması helâl olmayan, bir şeyi yapmak istemektir.
Meninin inmesi ve sünnet mahallerinin birbirine kavuşması şarttır» demiştir,
MEZİ: Beyaz
ve berrak bir su olup insan şehvetlendiği zaman çıkar, şehvetsiz çıkmaz ve
kadınlarda daha çok olur. Bazıları kadınların mezisine «kazâ» denildiğini
söylemişlerdir.
VEDÎ: Koyu ve
beyaz bulanık bir sudur. Küçük abdest bozduktan sonra çıkar. «Vedi ile
bevlin beraberce ikisinden dolayı abdest lâzım gelir», sözü bir itiraza
cevaptır. İtiraz şudur: Abdest vedîden önce gelen bevil ile vacip olur, vedî
ile nasıl vacip olabilir?
Cevap:
Abdestin bevil ile vacip olması ondan sonra gelen vedi ile vacip olmasına
aykırı değildir. Hatta bir adam burun kanamasından abdest almayacağına yemin
etse de burnu kanasa sonra bevil edip abdest alsa bu abdest her ikisinden
dolayı alınmış sayılır ve adam yeminini bozmuş olur. Kezâ bir kadın
cünüblükten yıkanmayacağına yemin etse de cinsî münasebette bulunarak
hayzını görse yıkandığı zaman her ikisinden dolayı gusletmiş olur. Zâhir
rivâye budur. «el-Bahr» sahibi bunu beyan ettikten sonra dört cevap daha
sıralamıştır. Bunlardan biri de vedinin cimadan sonra yıkanıldığı zaman ve
bevilden sonra gelmesidir. Vedi kaygan olur diye tefsir edilmiştir. İşkâl
ancak onun bevilden sonra çıkar şeklindeki tefsiri ile yetinildiği zaman
ortaya çıkar
Kemal b.
Hümâm «Fethü'l-Kadîr» de abdest ilk hadesten yani bevilden lazım geldiğini,
ikinci sebep olan vedinin hiçbir şey icap etmediğini, çünkü hâsılı tahsilden
ibâret olduğunu, bunun ise muhal yani imkânsız sayıldığını söylemiş: «Meğer
ki ikisi birden ola. Meselâ; bevlederken aynı zamanda burnu da kanarsa
Âmidî'nin dediği gibi bu mâkuldür, kabulü gerekir.
Ulemamızdan
Cürcani'nin kavli de budur. Hak şudur ki; hadesin bevilden ileri gelmesiyle
yemini bozmak arasında zıddiyet yoktur. Zira hükmî hadesin müteaddit
olmasına değil, örf ve âdete bina etmek lâzımdır. Örfe göre bevledip burnu
kanadıktan sonra abdest alan bir kimse için ikisinden dolayı abdest aldı
denilebilir», demiştir.
Parmak ve
benzeri bir şeyi ön ve arkaya sokmak muhtar kavle göre guslü icap etmez. Bu
babta«et-Tecnîs» sahibi şunları söylemiştir: Bir adam oruçlu iken parmağını
dübürüne soksa kendisine gusül ve orucun kazası lâzım gelip gelmeyeceği
hususunda ihtilâf edilmiştir. Muhtar kavle göre gusül ve kaza lâzım gelmez.
Çünkü parmak cimâ âleti değildir. Binaenaleyh çubuk mesabesindedir».
«et-Tecnis» sahibi bunu oruç bahsinde söylemiştir. Dübürle kayıtlanması
muhtar kavle göre faydalanma maksadı ile öne sokulan şey guslü icap
ettiğindendir. Zira kadınlarda şehvet galiptir ve sebep müsebbep yerine
tutulur. Dübür böyle değildir, onda şehvet yoktur.
METİN
Ölü ve
şehvete mahal olmayan küçük kızla meni gelmeksizin cinsî münasebette bulunan
kimseyede gusül lâzım gelmez. Meselâ: küçük kız cimâ ile müfdât yani iki
yolu birleşmiş olur. Böylesiyle cinsî münasebette bulunurken haşefe görünmez
bile olsa gusül lâzım değildir. Abdest de bozulmaz. Yalnız zekerini yıkamak
icap eder. Bunu Kuhistânî Nazım'dan nakletmiştir. İIeride görüleceği vecihle
ona göre fercin rutubeti temizdir.
Meni gelmezse
gusül lâzım değildir; çünkü şehvet noksandır. Fakat meni gelirse hüküm ona
havale edilir. Nitekim bir kimse bir kızla cinsî münasebette bulunur da
bekâretini bozmazsa yine gusül lâzım gelmez. Çünkü bekâret sünnet
mahallerinin birbirine kavuşmasına mâni olur. Ancak gebe kalırsa o başka.
Zira menisi inmiştir. Gusülden önce kıldığı namazları tekrarlar. Ulema böyle
demişlerdir. Ama mesele söz götürür. Çünkü müftâbih kavle göre kadın
menisinin dahilî fercinden çıkması gusül vacip olmak için şarttır. Bu mevcud
değildir, bunu Halebî söylemiştir.
İZAH
İşte
musannıfın haşefe meselesindeki kayıtlarla ihtıraz ettikleri bunlardır.
«el-Kınye» nâm eserde: «Hayvanın ferci ağzı gibidir; meni gelmezse gusül
icap etmez. Hayvanla cimâ eden ta'zir olunur. Hayvanın da kesilerek
yakılması müstehaptır. Ama etini yemek haram değildir» denilmiştir.
Şehvete mahal
olmayan küçük kız meselesinde ihtilâf vardır. Mutlak surette gusül vaciptir,
diyenler olduğu gibi mutlak surette gusül vacip değildir, diyenler de
vardır. Sahih kavil şudur ki: Küçük kızın iki yolunu birleştirmeden fercini
cima mümkünse, cima edileceklerden sayılır ve yıkanmak vacip olur. Bunu
Sirâc nakletmiştir.
Ben derim ki:
Şübhesiz yıkanmanın vacip olması bekâretini bozmak şartına dayanır. Çünkü az
aşağıda görüleceği vecihle büyük kadında da hüküm için bekâretin bozulması
şarttır. Küçük de evleviyette kalır.
Kuhistânî'nin
ibâresi şöyledir:
«Hayvanla ve
ölü ile cinsi münâsebette bulunmak meni inmemek şartı ile abdesti bozmaz.
Yalnız zekeri yıkamak lâzım gelir». Galiba şârih küçük kız meselesini
bunlara kıyas etmiştir.
Bundan şu
anlaşılır ki: Abdesti bozan mubaşeret fâhişe evvelce arzettiğimiz gibi
şehvetliler orasında olacaktır. Fercin rutubetinden murad; dahili fercin
rutubetidir. Fercin dış kısmının rutubeti bilittifak temizdir. Buna delil
ulemanın abdestte yıkamayı sünnet kabul etmeleridir. Velev ki imameyn'e göre
necis olsun.
Ben derim ki:
Şöyle de denilebilir: Necaset, yerinde kaldığı müddetçe ona itibar yoktur.
Onun için guslün gayrisinde istinca erkek ve kadınlara sünnettir. Halbuki
çıkan şey bilittifak necistir. Binaenaleyh yıkamanın sünnet olması temizliğe
delâlet etmez.
Şârih «dikkat
et» demekle Nazım'daki sözün İmameyn kavline bina edildiğine işaret
etmiştir. Bu sözü müttefekun aleyh sanma demek istiyor. Çünkü «Şehvet
noksandır» ifadesinden murad; cimâda yıkanmak lâzım gelmek için meninin
yerini tutan şehvet burada tam değildir, demektir. Lakin buna da kat'iyyen
şehvet duyulmayan ihtiyar ve çirkin kocakarı ile cinsî münasebette
bulunmakla itiraz olunur.
Benim
hatırıma gelen cevap şudur; Bu kadınla geçmişte şehvet duyulmuştur. Sağ
olduğu müddetçe bu şehvetin hükmü bakidir. Nitekim ulema namazda erkeklerle
bir hizaya durmak meselesinde bunu söylemişlerdir. Hayvan, ölü ve küçük kız
meselesi böyle değildir. Düşün! Evvelce beyan etliğimiz yıkanmanın vacip
olmamasına illet budur.
Erkeğin
sünnet mahalli; sünnet edilirken kesilen yerdir. Kadının sünnet mahalli ise
fercinin üzerindeki horoz ibiğine benzeyen deri parçasıdır ki, sünnet
edilirken o parça kesilir. Haşefe ferce girip görünmez olunca iki sünnet
yeri birbiri hizasına gelmiş olur. Bahsin tamamı «et-Bahr» dadır. Kadının
gebe kalması menisinin geldiğine delildir. Binaenaleyh kendisine gusül lâzım
gelir. Yıkanmadan namaz kılmışsa onları tekrar kılar. Çünkü temizlenmeden
kıldığı anlaşılmıştır. Ulemanın bu sözlerine itiraz eden Halebî'dir. Metinde
nakledilen sözünü Halebî «Sagîr» şerhinde ,söylemiştir.
Halebi,
«Kebir»de de şöyle demektedir: «Şüphesiz bu, kadının menisi yerinden ayrılıp
rahmine inmkele kendisine yıkanmak farz olur, diyenlerin kavline göredir.
Fakat bu söz zâhir rivâye olan esah kavle aykırıdır».
METİN
Hayatta olan
müslümanlara farz-ı kifaye olmak üzere müslüman bir cenazeyi yıkamak
bil'icmâ vacip, yani farzdır. Bundan yalnız hünsâ-i müşkil müstesnâdır. Ona
teyemmüm ettirilir. Nitekim cünüp veya hayızlı yahud nifaslı iken müslüman
olan kimseye de yıkanmak farzdır. Velev hayız ve nifas kesildikten sonra
olsun, esah kavil budur. Burhan'dan naklen «Şürunbulâliyye»'de de böyle
denilmiştir. İbni Kemâl bunu hükmî hadisin devamiyla illetlendirmiştir.
Yaşla değil
de menî gelmekle veya hayız görmekle bulüğa eren yahut doğurup kan görmeyen
veya bütün bedenine pislik bulaşan yahud bedeninin bir kısmına bulaşıp da
yeri belli olmayan kimselere de esah kavle göre yıkanmak farz olur. Bunların
hepsi için araştırma yap! Tatarhâniyye'de «Âttâbiye» ye nisbet edilerek
şöyle denilmiştir: «Muhtar kavle göre ayıldıktan sonra deliye gusül
vaciptir».
Ben derim ki:
Bu söz, metinde gelecek beyana muhaliftir. Meğer ki meni gördüğüne
hamledile! Acaba sarhoşla baygının hükmü de böyle midir? Araştırmalıdır.
Aksi takdirde
yani bir kimse temiz olarak müslümanlığı kabul eder yahud yaşla bülûğa
ererse yıkanmak mendup olur.
İZAH
Şârih «yanı
farzdır» sözü ile buradaki vacip tâbirinden maksat biz Hanefilerce ıstılah
edilen vacip olmadığına işaret etmiştir. Burada ve bundan sonraki yerlerde
evlâ olan farz tabirini kullanmaktır. Burada farz tâbirini kullanan ulemadan
bazıları «el-Kâfî»sahibi,Surucî ve Kemal b. Hümam'dır.
Kemal b.
Hümâm bu hususu «İcmâ»'da nakletmiştir. Ancak «el-Bahr» sahibi: «Bunların
vacip adını verdikleri, kendisi ortadan kalkınca cevaz da kalmayan şeydir»
diyerek ta'lilde bulunmuş; «el-Hazâin» nâm kitabda şârihi şu mütâlâayı ileri
sürmüştür:
«Ben derim
ki: Bu ta'lil bunun farz-ı itikâdi değil, Farz-ı ameli olduğunu ifâde
ediyor, Hem de öyledir. Çünkü kat'i delil ile sabit olmamıştır;
müttefekunaleyh de değildir. İhtimal vacip diyenler bunun rütbe itibariyle
farz-ı îtikâdîden aşağı olduğunu bildirmek istemişlerdir! Teemmül et».
Ben de derim
ki: Lâkin bu söylediklerin cenâze yıkamakdan başkalarında zahirdir. Teemmül
et!
Farz-ı
kifaye; Müslümanlardan bazıları yaparsa diğerlerinden sâkıt olan; yapmazsa
bildikleri takdirde hepsinin günahkâr oldukları şeydir. Bu farzın
mükelleflerden sukûtu için niyet şart mıdır, sualine «Fethü'l-Kadîr»'de
evet, «El-Bahr»'da. «Hâniyye» ve diğer kitaplardan naklen hayır, cevabı
verilmiştir.
Şârihin
bilicmâ sözü farzın kaydıdır. «el-Bahr» sahibi: «Miskin'ın naklettiği
(Bazıları cenaze yıkamanın sünnet-i müekkede olduğunu söylemişlerdir) sözü
nakledilen bu icmâ'ın karşısında söz götürür» demiştir.
Kâfirin
cenâzesine gelince : Müslüman olan velisinden başka kimsesi yoksa velisi
sünnete riayet etmeksizin pis bir bez parçası üzerine su atar gibi suyu
üzerine döker.
Hünsa-i
müşkile teyemmüm ettirilir. Bazıları elbisesiyle yıkanır demişlerse de evla
olan teyemmüm ettirmektir, bunu «Bahr» ve Nehir sahipleri beyan etmişlerdir.
«Velev ki
hayız ve nifas kesildikden sonra olsun» ibâresinin musannıfın sözüne girmesi
söz götürür. Çünkü hayızlı demek hayızla vasıflanan kadın demektir. Hayız
kesildikten sonra ona hayızlı denmez. Onun için «Şürunbulâliyye»de: «Bu
sözde, kadının hayzı kesilir de müslüman olursa ona gusül lâzım gelmediğine
işaret vardır» denilmiştir. Buradaki esah kavlinmukabili şudur: Bazıları;
kadın hayzı kesildikten sonra müslüman olursa ona gusul lâzım değildir.
Cünüb bunun hilâfınadır; demişlerdir. Aralarındaki fark; müslüman olduktan
sonra cünüblük sıfatının devam etmesidir. Ve sanki müslüman olduktan sonra
cünüb olmuştur. Hayızda ise sebeb, hayzın kesilmesidir. Bu sebeb henüz
tahakkuk etmemiştir. Onun için kadın hayzı kesilmeden müslüman olsa
yıkanması lâzım gelir.
İbn-i Kemâl
esah kavli; hükmi müddet bakidir diye ta'lil etmiştir. Bu ta'lilin hâsılı
şudur: Hayızla cünüblük arasında fark yoktur. Çünkü tahkika göre hayzın
kesilmesi guslün farz olmasına sebeb değil, şarttır. Farkın esası, kadına
cünüblükte olduğu gibi hayız ve nifasla daimi bir hükmi hades sabit
olmamaktır. Bu söz makbul değildir. Delilî, yolcu kadının hayzı kesildikten
sonra teyemmüm etmesidir. Bu kadın teyemmüm ederse hayızdan çıkmış olur.
Suyu bulduğu vakit de yıkanması lâzım gelir.
Binaenaleyh
cünüb mesabesindedir. Ve hayzı kesildikten sonra kendisine hükmî hades sabit
olur. İbn-i Kemâl'in yaptığı tahkikin hülâsası budur. «el-Hılye» sahibi bu
makamı kimseye söz bırakmayacak şekilde güzel tahkik etmiştir.
Meni gelmekle
bülûğa ermek kız ve oğlana şamil: hayız ise doğurmak gibi yalnız kıza
mahsustur. Bazıları; meni gelmekle bülûğa eren oğlana gusul farz değildir,
fakat hayız görmekle bülûğa eren kıza gusül farzdır, demişlerdir. Nitekim
«el-Bahr» nam kitapta beyan edilmiştir.
Doğurup kan
görmeyen kadına yıkanmanın farz olması İmam A'zam'a göredir. Ekser ulema
bununla amel etmişlerdir. İmam Ebu Yûsuf'a ve bir rivayette imam Muhammed'e
göre bu kadına yıkanmak farz değildir. Çünkü kan görmemiştir. «et-Tebyîn» ve
«Burhân» sahipleri bu kavli sahih bulmuşlardır. «Şürunbulâliyye» de bu kavil
izah edilmiş; Nuru'l-İzâh sahibi de bu yoldan yürümüştür. Ancak
«es-Sirâc»da: «Muhtar kavil ihtiyatın farz olmasıdır. Esah olan da budur»
denilmektedir.
Şarihin
yaptığı gibi ulemadan bazıları da bedene bulaşan pisliği farz olan
gusullerden saymışlardır. «el-Hilye» sahibi: Şübhesiz bu mesele sadedinde
bulunduğumuz meselelerden değildir. Onu bu meselelerden saymak hatadır»
diyor. Yani bizim sözümüz hükmi necasetler hakkındadır. Bu ise hakikî
necasettir, demek istiyor.
Şârihin
«hepsi için araştırma yap!» ifâdesi söz götürür. Allâme Nuh Efendi'nin
beyânına göre bir kadın hayzı kesilmeden müslüman olursa bilittifak
yıkanması farz olduğu gibi hayızlı bülûğa eren kıza da bilittifak yıkanmak
farzdır. Şarih necasetler babında izah edecektir ki, muhtar kavle göre
elbiseye bulaşan pisliğin yeri belli değilse elbisenin kenarını yahud bedeni
yıkamak kâfidir.
Kitabımızda
«Tatarhaniyye» de diye başlayarak «baygının hükmü de böyle midir,
araştırmalıdır» diye biten cümleler hakkında bazıları: «Bunlar şârihin esas
nüshasında mevcuttur. Ama tashih edilen nüshadan çıkarılmıştır» demişlerdir.
Ben derim ki:
Şârihin «meğer ki meni gördüğüne hamledile» sözünü yine Tatarhâniyye'nin
Sirâciyye'den naklettiği şu ifade te'yid etmektedir: «Deli cünüp olur da
ayılırsa yıkanması icap etmez» Galiba bu söz (Cünüp iken müslüman olan
kimseye gusül lâzım değildir. Çünkü cünüp iken mükellef değildi.) diyenlerin
kavline ibtina etmiştir. Ama esah olan bunun hilâfıdır» Nitekim yukarıda
görmüştük.
Şârih «Acaba
sarhoşla baygının hükmü de bu mudur? Yani bunlar da meni görürlerse mükellef
olmadıkları için hilâf onlar hakkında da var mıdır» dedikten sonra
«araştırmalıdır» diyor. Çünkü kendisi bunu görmemiştir. Bu babta
Tatarhâniyye'de şöyle deniliyor: «Bir kimse bayılır da ayıldıktan sonra mezi
veya meni görürse yıkanması icap etmez». Bu sözün muktezası hilâfın onlar
hakkında da mevcud olmasıdır. Ancak: «Murad ıslaklık görüp meni veya mezi
olduğunda şüphe ederse demektir» şeklinde bir te'vil yapılırsa o başka!
Şârih biraz yukarıda sarhoşla bayılan kimsenin mezi görmelerini hükümden
çıkarmıştı. Biz de gusül lâzım gelir, demişdik.
Yaşla bülûğa
ermekten maksad hiçbir şey görmeden bülûğ yaşına varırsa demektir. Müftâbih
kavile göre erkek ve kız çocuğu hakkında bülûğ yaşı on beştir. Nitekim
yerinde görülecektir.
METİN
Cuma ve
bayram namazları için gusletmek sünnettir. Sahih kavil budur. Nitekim
«Gureru'l-Ezkâr» ile diğer kitablarda da böyle denilmiştir. «el-Hâniyye» de:
«Bir kimse cuma namazından sonra yıkanırsa bilittifak mute-ber sayılmaz»
deniliyor. Aynı güne tesadüf eden cuma ve bayramla cünüblük için bir gusül
kâfidir. Nitekim cünüblük ve hayız sebebleri ile farz olan iki gusül yerine
de bir gusül kâfidir. İhrama girmek ve Arafat dağında zevalden sonra vakfe
yapmak için yıkanmak dahisünnettir.
İZAH
Cuma namazı
ve emsali için yıkanmak sünen-i zevaiddendlr. Kuhistâni'de de beyan edildiği
vecihle onu terk eden itâp ve muâheze olunmaz. Ulemamızdan bazıları burada
zikredilen dört sünnetin müstehap olduğunu söylemişlerdir. Onlar bunu İmam
Muhammed'in «Asıl» nam eserinde. «Cuma için yıkanmak iyidir» sözünden
olmışlardır. «ei-Münye» şerhinde bu kavlin esah olduğu bildirilmiş;
Fethü'l-Kadîr sahibi de onu takviye etmişse de Tirmizi İbn Emîr Hâc
«el-Hılye» de cuma için yıkanmanın sünnet olduğunu tercih etmiştir. Çünkü
Resülullah (s.a.v)'ın buna devam buyurduğu nakledilmiştir. Sahih kavil
guslün cuma namazı için olmasıdır. İbn Kemal onun zâhir rivâye olduğunu
söylemiştir. Bu kavil, İmam Ebu Yûsuf'undur. Hasan b. Ziyad guslün namaz
için değil, cuma günü için olduğunu söylemiş ve bu kavli İmam Muhammed'e
nisbet etmiştir. Mezkûr hilâf bayram guslü içinde mevcuddur. Hilâfın eseri,
kendisine cuma namazı farz olmayan bir kimsenin yıkanması ile yıkandıktan
sonra abdest bozarak cumayı yalnız abdestle kılan kimse hakkında kendini
gösterir ki. İmam Hasan'a göre fazilete nâil olur. Ebu Yûsuf'a göre olmaz.
«el-Kâfî» sahibi: «Keza bir kimse fecirden önce yıkanarak onunla namaz kılsa
Ebû Yusuf'a göre sevaba nail olur; İmam Hasan'a göre olmaz, « Çünkü İmam
Hasan cuma gününün şerefini göstermek için guslün o günün içinde yapılmasını
şart koşmuştur» demiştir. Bazıları hilâfın eseri güneş batmazdan. Önce
yıkanan kimse hakkında da görülür demişlerdir. «el-Bahr» sahibi kitabımız
şârihinin, «el-Hâniyye»den naklettiği «bilittifak muteber değildir» sözünü
tercih etmiştir. Çünkü cuma günü yıkanmanın meşrû olmasına sebeb, toplantı
halinde pis kokudan meydana gelen eziyeti gidermektir. İmam Hasan her ne
kadar yıkanmanın cuma günü için olduğunu söylemişse de namazdan önce
yıkanmayı şart koşmuştur. Ona göre araya hades girmesinin zararı yoktur. Ebu
Yûsuf'a göre zararı vardır. Abdülgani Nablusi'nin bu babta nefis bir
incelemesi vardır ki, hülâsası şudur:
«Ulema burada
zikredilen dört guslün temizlik için yapıldığını söylemişlerdir. Halbuki
araya hades (abdest bozma) girerse ikinci defa abdest olmakla temizlik
artacaktır. Gusül sırf temizlik için değil de namaz için bile olsa ikinci
abdestle yine hasıl olacak, temizlik de bâki kalacaktır. Bence evlâ olan
araya hades girmese bile bu nezafetin kâfi gelmesidir. Zira bu babta vârid
olan hadislerin muktezası yalnız temizliğin hâsıl olmasını istemektir».
Ben derim ki:
Namaza erken gidilmesinin istenmesi de bunu te'yid eder. Erken gitmek ilk
saatte efdaldir. İlk saat güneşin doğmasına kadar olan zamandır. Böyle
yapılırsa çok defa namaz vaktine kadar abdest daralır. Bahusus uzun günlerde
bu daha da fazla olur. Guslü tekrarlamak daha güçtür. Cenabı Hakk: «Allah
size dinde güçlük emretmemiştir»» buyurmuştur. Bazen bu iş sidik
tıkanıklığına ve namazı onunla kılmasına kadar varır ki, bu haramdır. Keza
«el-Mirâc» nam eserdeki: «Bir kimse perşembe günü yahud cuma akşamı
yıkanırsa sünneti yerine getirmiş olur. Çünkümaksad hâsıl olmuştur. Maksad
kokuya mani olmaktır» ibaresi de bunu te'yid eder.
Şârihin diğer
kitaplardan maksadı «Hidaye», «Sadru'ş-Şeria», «Dürer», «el-Mecmâ» şerhleri
ve «Zeylai»dir. İki vazife için bir guslün kafi gelmesi her ikisinin
sevabına niyet ettiği takdirdedir. Düşün!
Hacca yahud
Umreya veya her ikisine niyet ederek ihrama girmek için yıkanmak sünnettir.
« en-Nehir» sahibi «Guslün yalnız gün için sünnet olduğunu söyleyen bir
kimse bulunduğunu zannetmem» demiştir.
Arafat
dağından murad; vakfeye elverişli olan bütün Arafât meydanıdır. Şarihin
«dağ» kelimesini araya sokması guslün Arafat'a girmek yahud Arafat günü için
değil, bizzat vakfe için yapılacağına işaret içindir. Gerçi «Bedâyî»de:
«Arafât için yıkanmak da cumadaki ihtilafa göre olabilir. Yani vakfe yahut
gün için olabilir.» denilmişse de «el-Hilye» sahibi bunu reddetmiş ve;
«Zâhir olan mânâ bu guslün vakfe için yapılmasıdır. Zannetmem ki Arafat'a
gitmeden sırf Arefe günü için yıkanmanın sünnet olduğunu söyleyen tek bir
kimse bulunsun!» demiştir. «el-Bahr» ve «en-Nehir» sahibleri de onu tasdik
etmişlerdir. Lâkin Makdisî buna karşı şunu söylemiştir: «Bir kimsenin
Arafat'ta yıkanmak Arefe günü için sünnettir demesi yadırganamaz. Çünkü o
günün bir fazileti vardır. Hatta biri karısına senenin en faziletli gününde
boş olmasına yemin etse, kadın Arefe günü boş düşer». Bunu İbn Melek
«Meşarık» şerhinde beyan etmiştir.
METİN
Ayılıp
kendine gelen delinin keza bayılan kimsenin yıkanması menduptur.
Gureru'l-Ezkâr adlı kitapta da böyledir, Acaba sarhoşun hükmü de bu mudur?
Görmedim. Kan aldırdıktan sonra, Beraat gecesinde, Arefe gecesinde, Kadir
gecesi olduğunu bilirse o gecede, Kurban bayramı gününün sabahında vakfe
yapmak için Müzdelife'de, Kurban bayramı günü taş atmak için Minâ'ya
girerken ve keza geriye kalan taşları atarken, ziyaret tavafı için Mekke'ye
girerken, küsûf ve husûf namazları için, yağmur duası için, korku,
gündüzleyin karanlık ve şiddetli rüzgâr için yıkanmak keza Medine-i
Münevvere'ye girmek, kalabalık halk arasına katılmak için yıkanmak mendup
olduğu gibi yeni elbise giyen veya cenaze yıkayan kimsenin, öldürülmek
istenen kimsenin, günahından tövbe edenin, yoldan gelenin ve kanı kesilen
istihazalı kadının yıkanması da mendubtur.
İZAH
Şarihin
«Acaba sarhoşun hükmü de bu mudur» sualine evet cevabı verilir. Eserlerden
anlaşılan budur. Gerçi evvelce sarhoştan bahsetmiştir. Fakat orada meni
gördüğüne göre idi. Burada ise görmediğine göre bahsediyor. Nitekim deli ile
baygından da bu sıfatla bahsetmektedir. Binaenaleyh sözünde tekrar yoktur.
İyi anla!
Beraat
gecesi; Şaban ayının yarılandığı gecedir. Şârihin taş atmak için sözünden
anlaşılan mânâ yıkanmanın Minâ'ya girmek için mendup olmamasıdır. Bir kimse
şeytan taşlamayı bayramın ikinci gününe bıraksa Minâ'ya girmek için
yıkanması mendup olmaz. Halbuki metinden anlaşılan bunun hilâfınadır.
«Gazneviye» şerhindeki beyana da aykırıdır. Orada Kurban bayramı günü
şeytantaşlamak için yıkanmanın, ayni gün Minâ'ya girerken yıkanmaktan ayrı
olduğu bildirilmiştir. «el-Hılye» de Mekke'ye girerken yıkanmanın mendup
değil, sünnet olduğu tercih edilmiştir. Çünkü buna Resûlüllah (s.a.v.)ın
devam buyurduğu nakledilmiştir.
TENBİH :
Buraya kadar anlattıklarımızdan Kurban bayramı günü beş yerde yıkanmanın
mendup olduğu anlaşılıyor. Bu gusüller; Müzdelife'de vakfe sırasında,
Minâ'ya girerken, şeytan taşlarken, Mekke'ye girerken ve tavaf edileceği
zaman yapılır. Bana öyle geliyor ki, ayni güne tesadüf eden cuma ile
bayramda olduğu gibi burada da hepsinin sevabına niyet ederek bir tek gusül
kâfidir. Bunları sıralamak câiz olmamasını iktiza etmez. Düşün!
Cenaze
yıkandıktan sonra gusletmenin mendup olması ulemanın hilâfından çıkmak
içindir. İhtilam olup da kansı ile cimâ etmek isteyenin, yaş itibariyle
büluğa erenin ve temiz olarak müslümanlığa girenin yıkanması da menduptur.
Yıkanmanın mendup olduğu yerler otuz küsûra bâliğ olur.
METİN
Kadının gusül
ve abdest suyunun parasını ödemek kocasının borcudur. Velev ki kadın zengin
olsun. «Feth»'l-Kadir»de dahi böyle denilmiştir. Çünkü kadına bunlar mutlak
lâzımdır. Binaenaleyh içme suyu gibi olur. Kadın cünüblük ve hayızdan dolayı
değil de, kiri pası gidermek için bile yıkansa hamam ücreti kocasına aittir.
Üstadımız; zahire göre kocasına aid değildir, demiştir. Cünüp kimsenin
mescide girmesi haramdır. Bayram ve cenaze namazgâhına. tekke ve medreseye
girmek haram değildir. Musannıf ve başkaları bunu hayız bahsinde ve vitir
namazından az önce beyan etmişlerdir. Lâkin «el-Kınye»nin vakıf bahsinde
bildirildiğine göre medrese sahibi halkı orada namaz kılmaktan men etmezse o
medrese mescid hükmündedir. Mescide içinden geçmek için bile girilmez. Bu
meselede Şâfii muhaliftir. Ancak zaruret olur da oradan geçmekten başka çare
kalmazsa geçilebilir. Bir kimse mescidde ihtilam olur da acele çıkarsa
teyemmüm etmesi mendup olur. Korkudan dolayı orada kalırsa teyemmümü farz
olur. Ama namaz kılmaz. Kur'an okumaz.
İZAH
Kadın
cünüblükten yahud on günde yahud daha azda kesilen hayızdan dolayı
yıkanıyorsa su parasını ödemek kocasına aittir. «es-Sirâc» sahibi hayzın on
günde kesilmesiyle daha azda kesilmesi arasında fark görmüş; «On günde
kesilirse suyu kadın öder; zira namaz kılmaya ihtiyacı vardır. Daha azda
kesilirse kocası öder. Çünkü cinsî münasebete ihtiyacı vardır» demiştir.
«el-Bahr» de beyan edildiğine göre şöyle de denilebilir: Kocasının ihtiyacı
olsun olmasın kadının zarurî ihtiyaçlarını ödemek kocasının borcudur. En
iyisi sözü bir şeyle kayıtlamayıp mutlak bırakmaktır. Kadın zengin bile olsa
gusül ve abdest suyunun parasını kocası öder. Bu izahattan anlaşılır ki
«el-Hulâsa»nın: «Kadın zengin ise abdest suyunu ödemek kendine aittir.
Zengin değil ise suyu ona ya kocası getirir; yahud kadının getirmesine izin
verir» sözü zayıftır.
Şârihin
«Üstadımız»dan muradı; Allâme Hayreddin Remlî'dir. Bu sözü Remlî «el-Minah»
şerhindesöylemiştir. Çünkü kadının saçını derleyip toplamak, kir ve pasını
gidermek için kullandığı su, içme suyu gibi değildir ki nafaka hükmüne
girebilsin. O, kocasına zînetlenmek kabilindendir ve koku sürünmek gibidir.
Anlaşılan şudur ki; kocası kir ve pası gidermesini emretmişse kadının kendi
malından ödemesi lâzım gelmez.
Bayram ve
cenaze namazı kılınan yerlerde her ne kadar saflar bitişik olmasa bile imama
uymak caiz ise de meselede onlara mescid hükmü verilemez. Mescidin avlusu da
namazgâh hükmündedir. Meselenin tamamı «el-Bahr» nâm eserdedir.
Şârihin
«Lâkin el-Kınye'nin ilah...» diyerek yaptığı itiraz söz götürür. Çünkü
«el-Kınye»nin bahsettiği bizzât medrese değil, medresenin mescididir.
«el-Kınye» de şöyle denilmiştir: «Medreselerdeki mescidler mesciddir. Çünkü
medrese sahipleri halkı onlarda namaz kılmaktan men etmezler. Kapandıkları
zaman dahi onlarda talebeden cemaat olur», «el-Hâniyye» adlı kitapta: «Bir
hanede mescid bulunur da hane halkı insanları orada namaz kılmaktan men
etmezlerse, hane kapandığı zaman mescidde cemaat teşekkül ettiği takdirde o
mescid cemaat mescididir. Cemaat mescidine sabit olan alışverişin haram
olması ve içine girmenin yasaklanması gibi hükümler ona da sabit olur. Aksi
halde cemaat mescidi sayılamaz, velev ki halkı orada namaz kılmaktan men
etmesinler» deniliyor.
Mescid
içinden geçmek için bile girilemez. Zira Ebu Davud ve başkalarının rivayet
ettikleri bir hadisde Hazret-i Aişe: «Resûlüllah (s.a.v.) geldi. Ashabının
evleri mescide geçit teşkil ediyordu. Bunun üzerine, bu evleri çevirin! Zira
ben hayızlının ve cünübün mesaide girmesini helâl görmüyorum, buyurdular»
demiştir. Âyet-i kerimedeki «yol geçenler» tabirinden murat yolculardır.
Nitekim tefsir ulemasından da böyle nakledilmiştir. Binaenaleyh yolcu
yıkanmadan namaz kılmayacağından müstesnadır. Sonra âyette yolcunun hükmü
teyemmüm etmek olduğu beyan edilmiştir. Bu babtaki sünnetten ve başkasından
müteşekkil delillerin tamamı «el-Bahr» nam kitabta izah edilmiştir. Aynı
kitabta şu da vardır: «Anlaşıldı ki Peygamber (s.a.v.)'in cünüb olarak
mescide girmesi ve orada durması ona mahsus hallerdendir». Bu hal Hazret-i
Ali (r.a.)'nin de hususiyetlerindendir. Nitekim Hafız İbn Hâcer'in de dediği
gibi bir çok mevsuk yollardan rivayet edilmiştir. Bu yollar hadisin sahih
olduğuna delâlet etmektedir. Ama «Ehl-i beyte de cünüb iken mescide girmek
câizdir. Nasıl ki onlara ipek giymek de câizdir» gibi sözler Şîa tâifesinin
uydurdukları şeylerdendir. Zaruret olur da mescidden geçmekten başka çare
kalmazsa, meselâ evinin kapısı mescide açılır da kapıyı başka tarafa açmanın
imkânı yoksa, başka oturacak yer de bulamıyorsa mescidden geçmek câiz olur.
Yukarıdaki hadîs buna delâlet eder. Zaruret suretlerinden birini Inâye
sahibi «el-Mebsût»tan şöyle nakletmiştir: «Cünüb olan bir yolcu içersinde su
kaynağı bulunan bir mescide uğrar da başka yerde su bulamazsa bizim
mezhebimize göre mescide girmek için teyemmüm eder».
Şârihin
«Acele çıkarsa teyemmüm etmesi mendup olur» sözü «en-Nehir» den alınmıştır.
«en-Nehir» sahibi bunu mutlak surette vacip ve mutlak surette mendup
olduğunu bildiren nakillerin arasını bulmak için söylemiştir.
Ben derim ki:
Anlaşıldığına göre bu hüküm mescidden çıkmak içindir. Girmek için teyemmüm
ise vaciptir. Nitekim yukarıda inâye'den naklettiğimiz söz de bunu ifade
eder. Keza «Dürerü'l-Bihar»daki: «Biz teyemmüm etmeksizin mescidden geçmeyi
caiz görmeyiz» ifadesi de bu mânâya hamledilir. Bilahare «el-Hilye»de de
«el-Muhit»ten naklen bunu te'yid eden şu ibâreyi gördüm: «Bir kimse mescidde
cünüb olsa bazılarına göre girmeye kıyasen çıkmakta teyemmümsüz mübah
değildir. Bazıları mübah olduğunu söylemişlerdir». Görülüyor ki hilâf,
çıkmak hususundadır. Girmek hususunda hilâf yoktur. Bu izahattan
anlaşıldığına göre evinin kapısı mescide açılıp da oradan geçmek isteyen
kimseye teyemmüm vaciptir. Teemmül et!
Mescidde
teyemmüm eden kimse o teyemmümle namaz kılamaz; Kur'an okuyamaz. Zira onunla
maksud bir ibâdet yapmayı niyet etmemiştir. Bu söz «namaz kılabilir»
diyenlere red cevabıdır.
TETİMME :
Dürer'de Tatarhâniyye'den naklen abdestsiz camiye girmenin, Kâbe'yi tavaf
etmenin mekruh olduğu bildirilmiştir. Kuhistânî: «Bedeninde necaset bulunan
kimse mescide giremez» dedikten sonra «el-Hizâne» den şunu nakletmiştir:
«Bir kimse mescidde yellenirse bazıları bunda beis görmemişlerdir. Bazıları
yellenmeye ihtiyacı olanın mescitten çıkması lâzım geldiğini söylemişlerdir
ki, esah olan da budur».
METİN
Cünüb olan
kimsenin Kur'an kasdiyle Kur'an okuması haramdır. Muhtar kavle göre velev
bir âyetten az olsun. Dua veya senâ kasdiyle yahud bir şeye başlamak
niyetiyle okur veya öğretmek niyetiyle kelime kelime telkin ederse, esah
kavle göre helâl olur. Hatta cenaze namazında senâ niyetiyle Fatiha'yı okusa
mekruh olmaz. Ancak namaz kılan kimse Fâtiha'yı senâ kasdiyle okursa kifâyet
eder. Çünkü senânın yerinde okumuştur. Senâ kasdiyle okunan Fâtiha'nın hükmü
değişmez. Mushaf'a el sürmek kastiyle okunan Fâtiha'nın hükmü değişmez.
Mushaf'a el sürmek de haramdır. Bu söze bundan sonraki ile itiraz olunur. Bu
sözle ondan önceki cümle şerh nüshalarında yoktur. Her halde hayız bahsinde
anlattığı için buraya almamıştır. Abdestsiz olarak tavaf etmek de haramdır.
Çünkü tavafta temiz olma. vaciptir. Cünüp ve abdestsiz olan kimsenin
Mushaf'a el sürmesi, dirhem ve duvar gibi üzerinde âyet yazılı bir şeye
dokunması haramdır. Acaba Tevrat gibi semavî kitapların hükmü de böyle
midir? Ulemanın sözlerinden anlaşılan böyle olmamasıdır.
Mushaf ancak
dikilmemiş kof kılıfla, dirhem de çanta ile ele alınır. Fetva bununla
verilir. Ama yapraklarını bir çöple karıştırmak helâldir. Tahâret
uzuvlarından başka bir uzuvla yahud yıkanmış bir tahâret uzvu ile Mushaf'a
dokunulup dokunulamayacağında ve ağızı çalkaladıktan sonra Kur'an okunup
okunamayacağında ulema ihtilâf etmişlerdir. Esah olan kavil câiz olmamaktır.
İZAH
«Velev bir
âyetten az olsun» ifadesinden murad; mürekkep kelimelerdir. Çünkü tek
kelimeleri hayızlı bir muallimenin kelime kelime öğretmesi câizdir. «Muhtar
kavle göre» tabirinden anlaşılıyorki, meselede sahih kabul edilmiş iki kavil
vardır. Birincisi buradakidir. İkincisi de «Bir âyetten az olursa okumak
câizdir» kavlidir. Bunu Kemal b. Hümâm tercih etmiş: «Zira bir âyetten az
okuyan namazın cevazı babında Kur'an okumuş sayılmaz; burada da öyledir»
demiştir. Fakat «el-Bahr» sahibi «Hilye» sahibine uyarak kendisine itiraz
etmiş: «Hadîsler azla çokun arasında fark göstermemiştir; Nassın karşısında
ta'lile girişmek makbul değildir» demiştir. Birinci kavle Kerhi, ikinciyi
Tahtavî tercih etmişlerdir.
Ben derim ki:
. Bu ihtilâfın mahalli âyet uzun olmadığına göredir. Âyet uzun ise yarısı
bir âyet gibi olur. Çünkü uzun âyet üç kısa âyete bedeldir.
Dua ve senâ
maksadı ile âyet okumak helâldir. Fakih Ebu'l-Leys'in «el-Uyûn» namındaki
eserinde: «Bir kimse dua niyetiyle Fâtiha'yı veya içinde dua mânası bulunan
herhangi bir âyeti okusa da bununla kırâatı kast etmese beis yoktur»
denilmiştir. «el-Gâye» sahibi, muhtar kavlin bu olduğunu söylemiş; Hülvanî
de bunu tercih etmiştir. Lâkin Hinduvânî sahibi «Ben bununla fetva veremem;
velev ki İmam A'zam'dan rivayet edilmiş olsun!» demiş; Bahr sahibi de
Fatiha'nın benzeri hususunda «el-Hilye» sahibine uyarak bu sözü beğenmiştir.
Zira okunan kısım lafzan mânen Kur'an ve mucize olmakta, kendisiyle küffâra
meydan okunmakta dâimdir. Sâdece (Elhamdülillah) gibi bir söz söylemek böyle
değildir. en-Nebir sahibi de Hinduvânî'ye itiraz etmiş: «Okunan kısmın
aslında Kur'an olması kasidle onu Kur'an olmaktan çıkarmaya mâni değildir.
Evet «içinde dua mânâsı bulunan» diye kayıtlanmasından anlaşıldığına göre
Ebu Leheb suresi gibi içinde dua olmayanlara Kur'an olmaktan çıkarma
kasdının bir tesiri olmazsa da ben ulemanın sözlerinde bunun açıklandığını
görmedim» demiştir.
Ben derim ki:
Ulema, kitapların mefhumlarının muteber hüccet olduğunu açıkça beyan
etmişlerdir. Zâhire göre duadan murad senâya şâmil olan sözdür. «Zira
Fatiha'nın yarısı senâ, yarısı duadır. Şu halde şarihin «dua veya senâ»
diyerek âtıfta bulunması, hassın âmm üzerine atfı kabilindendir (yani te'kid
içindir).
Kur'an'ı
kelime kelime öğretmekten maksad, iki kelimenin arasını kesmek, kesik kesik
okumaktır. Bu Kerhî'nın kavline göredir. Tahtavî'nin kavline göre yarım âyet
okumaktır. Kelime sâd ve kâf gibi bir âyet olursa Nuh Efendi'nin bazı
ulemadan nakline göre caiz olmak gerekir.
Ben derim ki:
Müdhâmmetân gibi âyetlerde caiz olmaması gerekir. Düşün!..
Fâtiha'nın
hükmü: Onu okumakla vacip olan kırâatın sâkıt olmasıdır. Cünüp bir kimse
Mushaf'a el süremediği gibi diğer semavî kitaplara da el süremez. Remlî
diyor ki: «el-Mübtegâ» da bildirildiğine göre Tevrat, Zebûr, İncil ve tefsir
kitaplarına dokunması câiz değildir. Bundan anlaşılan şudur: Tilaveti
neshedilen ayetlere dokunmak câiz değildir. Velev ki ona tilavetiyle kulluk
yapılan Kur'an denilmesin. Remlî'nin bahsettiği bunun hilâfınadır. Zira
Tevrat ve emsali hem tilâveti, hem hükmü neshedilenlerdendir.
Şârih: «Bu
sözle ondan önceki cümle şerh nüshalarında yoktur» diyorsa da Halebî «Bizim
gördüğümüz şerh nüshalarında yalnız (Mushaf'a el sürmek de haramdır) cümlesi
yoktur» diyor. Rahmetî: «Abdestsiz tavaf meselesini sonraya bırakmalı idi.
Çünkü tavafda cünüblükten temizlikvacip değildir» demiştir.
Dirhem ve
duvar gibi üzerinde âyet yazılı şeylerden maksad; mutlak surette üzerine
Kur'an yazılan şeylerdir. Bunlara Kur'an denilmesi küllî cüz'e ıtlak
kabilinden mecazı mürseldir, yahut bunlar ıtlak takyid kabilindendir. Halebî
diyor ki: «Lâkin Mushaf'tan başkasında yalnız âyetin yazıldığı yere dokunmak
haramdır.» Âyet diye kayıtlanması, bir âyetten az ise dokunması mekruh
olmadığı içindir. Bir âyetten az Kur'an okumak hususunda geçen hilâf ve
tafsilatın burada evleviyetle bahis mevzuu olması icap eder. Zira Kur'an'a
el sürmek cünübe de abdestsize de haramdır. Okumak böyle değildir.
Binaenaleyh ondan aşağıdır. Düşün!
Mushaf'ın
kılıfından murad: Çanta gibi ayrı kese ve emsalidir. Çünkü Mushaf'a bitişik
olan her şey Mushaf'tan sayılır. Ve Mushaf satılırken pazarlıksız olarak
satışa dahil olur. Bazıları, kılıftan murad; Mushaf'ın üzerine dikilen
deridir, demişlerdir.
«el-Muhît» ve
«el-Kâfî» sahibleri bu kavli sahih buldukları halde «Hidâye» ile diğer
birçok kitablarda birinci kavil sahih kabul edilmiştir. Hatta «es-Sirâc»
sahibi «fetva bunun üzerinedir» cümlesini ziyade etmiştir. «el-Bahr»da bunun
tazime daha münasib olduğu bildirilmiş: «Bundaki hilâf yen hakkında da
câridir. «el-Muhit»te, Mushaf'ı yenle ele almanın Cumhur'a göre mekruh
olmadığı beyan edilmiştir ki «el-Kâfi» sahibi bu kavli ihtiyar etmiş ve
dokunmak, arada mâni bulunmamak şartıyla el sürmenin ismidir diye ta'Iilde
bulunmuştur, denilmiştir.» «Hidâye»'de: «Yenle Mushaf'ı ele almak mekruhtur.
Sahih olan budur; çünkü yen, sahibine tabidir» denilmiş, «el-Hulâsa» sahibi
bu sözü bilumum ulemaya nisbet etmiştir. Bu söz «el-Muhit»in beyanına
aykırıdır. «el-Muhit»in kavli daha evlâdır.
Ben derim ki:
Hatta zâhir rivayedir. Yenle kayıtlanması ittifakîdir. (Vâkıa bakaraktır).
Zira Mushaf'ı yenden başka elbisenin bir kısmı ile ele açılmak câiz
değildir.
Şârihin
«Taharet uzuvlarından başka bir uzuv ilah...» sözü ancak abdest hakkında
zâhirdir. Gusül hakkında ise bütün uzuvlar taharet uzvudur. Yani buradaki
hilâf yalnız abdestsiz kimse hakkındadır; cünüb hakkında değildir.
«Esah olan
kavil câiz olmamaktır» ifadesinden mukabilinin sahih olduğu, onunla da fetva
verilebileceği anlaşılır. Lâkin «es-Sirâc» nam eserde: «Sahih olan kavil
câiz olmamasıdır; çünkü bununla o kimsenin cünüblüğü kalkmaz» deniliyor. Şu
halde şârih ism-i tafdil sigasını kendi babında kullanmamış demektir. (Yani
bir isim tafdil olan esah kelimesi, sahih mânâsında kullanılmıştır).
METİN
Cünüp,
hayızlı ve nifaslı kimselerin Kur'an'a bakmaları mekruh değildir. Çünkü
cünüplük göze işlemez. Nitekim dualar da mekruh değildir. Maksad tahrimen
mekruh olmamalarıdır. Yoksa mutlak zikir için abdest almak menduptur. Ve
terki, evlânın hilâfına hareket olur ki bu kerahet-i tenzihiyenin merciîdir.
Sabinin Mushaf'a ve yazı levhasına dokunması mekruh değildir.
Zarurettendolayı Mushaf'ı çocuğa verip çocuktan istemekte beis yoktur. Zira
küçük yaşta bellemek taşa yazı yazmak gibidir.
İmam Ebu
Yûsuf'a göre Kur'an'ı, sahifeyi veya levhayı yerde yazmak mekruh değildir.
İmam Muhammed buna muhaliftir. Şöyle demek gerekir:Yazan kimse sahife ile
eli arasına bir şey koyarsa İmam Ebu Yûsuf'un kavli ile amel edilir. Böyle
yapmazsa İmam Muhammed'in kavli tercih edilir. Bunu Halebî söylemiştir.
Cünüb
kimsenin Tevrat, Zebur ve İncil'i okuması mekruhdur. Zira hepsi Allah'ın
kelâmıdır. Bunların değişdirilen yerleri belli değildir. Aynî «el-Mecma'»
şerhinde haram olduğuna kat'î hüküm vermiştir. «en-Nehir» sahibi ise haram
hükmünü bunların değiştirilmeyen kısımlarına tahsis etmiştir.
İZÂH:
«Bu kerahet-i
tenzihiyenin merciîdir» cümlesinin mânâsı maksad tahrimen mekruh
olmamalarıdır diye bunun için kayıtladık, demektir. Şârih bu sözü ile
«el-Bahr» sahibine red cevabı vermek istemiştir. «el-Bahr» sahibi:
«müstehabı terk etmek keraheti icap etmez» demiştir. Bu hususta abdestin
mendupları bahsinde söz etmişdik. Mushaf'ı çocuğun eline vermek meselesinde
şunlar söylenebilir: Çocuk mükellef değildir. Zâhire göre maksad velîsinin
ona müsâade etmesi mekruh değildir demektir. Ama velisi çocuğu içki içerken
görürse buna müsâade etmesi haram olur. Halebî'nin beyanına göre Mushaf'ı
çocuğun eline vermekten murad; abdestli olan bâliğ kimsenin vermesidir.
Bundan abdestsizin de verebileceği tevehhüm edilmemelidir.
Mushaf'ı
çocukların eline vermekte zaruret vardır. Çünkü onlara abdesti teklif etmek
kendilerine güç gelir. Bu işi bülûğ zamanına bırakmak ise Kur'an ezberlemeyi
azaltmak demektir. Tahtavî: «Ulemanın sözleri muallimden başkasının
çocuklara Mushaf'ı verip onlardan istemesi câiz olmadığını iktiza ediyor»
demiştir.
«Taşa yazı
yazmak gibidir» sözünün mânâsı taşa yazılmış gibi sâbit ve devamlı kalır
demektir. «el-Hazâin» Şârihi: «Bu bir kadistir. Onu Beyhakî «el-Medhal»de
rivayet etmiştir. Lâkin lafzı şöyledir: «Küçük yaşda ilim, taşa nakış
gibidir» demiştir. Bir de Kur'an yazmak meselesinde İmam Muhammed:
«Yazmaması bence daha iyidir. Çünkü Kur'an'a temas etmiş hükmündedir»
demiştir. «Fethü'l-Kadîr» sahibi; «Ebu Yûsuf'un kavli kıyasa daha uygundur.
Çünkü yazan kimse o anda kaleme temas etmektedir. Kalem ise ayrı bir
vasıtadır. Ve ayrı elbise gibidir. Ancak eli ile yazıya dokunursa o başka!»
diyor.
Tahtavî,
İmameyn arasındaki hilâfı aslından yok edecek şekilde arabuluculuk yapmış;
Ebu Yûsuf'un kavlini kerahet-i tahrimiyeye, İmam Muhammed'in kavlini de
keraheti tenzihiyeye hamletmiştir. Buna delil İmam Muhammed'in: «Yapmaması
bence daha iyidir» sözüdür.
Musannıf
«Cünübün Tevrat okuması...» diyeceğine cünüp, hayızlı ve nifaslı kimselerin
Tevrat okuması dese daha iyi olurdu. Şu da var ki «el-Hulâsa» sahibi bunda
kerahet olmadığını sahih bulmuştur. «el-Münye» şârih'i ise; «Lakin sahih
olan kavil mekruh olmasıdır. Çünkü bu kitapların değiştirilen kısımları
belli olmayan bazı parçalarıdır. Ekseri yerleri değiştirilmemiştir. Bunlar
ta'zimive korunması vacip şeylerdir. Haram delili ile mubah delili
karşılaşırsa haram delili tercih edilir. Peygamber (s.a.v.) «Sana şübhe
veren şeyi bırak da şübhe vermeyeni al». buyurmuştur. Bu izahattan anlaşılır
ki Şâfiîlerden bazılarının (Ehl-i kitabın ellerindeki Tevrat ve İncillerle
taharetlenmek câizdir) sözü fasiddir. Büyük bir saçmadır. Çünkü Allah Teâlâ
bize ehl-i kitabın bu kitabları sonuna kadar değişdirdiklerini haber
vermemiştir. Neshedilmiş olmaları onları Allah kelâmı olmaktan çıkarmaz.
Nitekim Kur'an'dan neshedilen âyetler de böyledir» demiştir.
Seyyidî
Abdülganî «el Hulâsa»nın kavlini tercih etmiş; bu kavli izah hususunda sözü
hayli uzattıktan sonra; «Bize bu kitablardan birine bakmak yasak edilmiştir.
Bize onları ister küffar nakletsin, isterse küffardan müslüman olanlar!»
demiştir.
«en-Nehir»
nam eserin sahibi haram hükmünü semavî kitabların değiştirilmeyen
kısımlarına tahsis etmiştir. Değiştirildiği malûm olan kısım ayrıca bir yere
yazılırsa ona cünüb olarak dokunmak, ele almak câizdir. Meselâ; ehl-i kitap
şu cümleyi Tevrat'tan zannederler: «Bu şeriat, yer ve gökler devam ettiği
müddetçe müebbet bir şeriattır». «et-Tahrir» şerhinde bildirildiğine göre
birçok ulema bunu Yahudiler için ilk uyduranın İbn Ravendî olduğu
söylendiğini bildirmişlerdir. İbn Ravendi Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'e
muaraza etmek istemiştir.
METİN
Cünüp
kimsenin Kunud okuması ve elini, ağzını yıkadıktan sonra yiyip içmesi mekruh
olmadığı gibi, yıkanmadan karısı ile cinsî münasebette bulunması da mekruh
değildir. Ancak ihtilâm olursa karısına yaklaşmaz. Halebî diyor ki:
Hadîslerin zâhirî ancak mendup olduğunu ifade ediyor. «el-Mübtega» sahibinin
sözünden anlaşılan câiz olmamayı değil.
Tefsir,
Mushaf gibidir. Şer'î kitablar öyle değildir. Çünkü şer'î kitaplara eli ile
dokunmaya ruhsat verilmiş, fakat tefsir için ruhsat verilmemiştir. Nitekim
«Mecmeu'l-Fetâvâ»dan naklen «Dürer»'de de böyle denilmiştir. «es-Sirâc» nâm
eserde: «Şer'î kitapları da ta'zim için yenle almamak müstehaptır»
deniliyorsa da «El-Eşbah» sahibi; «Helâl ile haram bir araya gelirse haramın
tercih edilmesi kâidedir. Ulemamız hadîs âliminin tefsir kitaplarına el
sürebileceğine cevaz vermiş; kitaptakinin dahi fazlası tefsir mi Kur'an mı
olduğunu ayırt etmemişlerdir. Hangisi fazla olduğuna bakarak bu tafsilata
gidilse iyi olurdu» demiştir.
Ben derim kî:
Lâkin bu, yukarıda söylenene aykırıdır. İyi düşün!..
İZAH
Zâhir mezhebe
göre cünüb iken Kunud okumak mekruh değildir. İmam Muhammad'den bir rivayete
göre ihtiyaten mekruhtur. Çünkü Kunud'un Kur'an olmak şübhesi vardır. Bu
hususta eshâb-ı kiram ihtilâf etmişlerdir. Übey b. Kaab (r.a.) Kunud'u
Kur'an'dan iki sûre olarak kabul etmiş; Kunud duasının başından «Allahümme
iyyakena'budü»ye kadar bir sûre, oradan sonuna kadar da bir sûre yapmıştır.
Lâkin fetva zâhir rivayeye göredir. Zira Kunud duası kat'iyetle yakînen
Kur'an değildir, bunda icmâ vardır. Binaenaleyh mezkûr ihtiyatı gerektirecek
bir şübhe mevcud değildir, «el-Kinye»nin namaz bahsinde şöyle deniliyor:
«Rivayete
göre Ubey b. Kaab, Mushaf'ına (116) sûre yazmış; Mushaf'a Vitir duası olmak
üzere iki sure ziyade etmiştir. Çünkü Resulüllah (s.a.v.)'in bunları Vitir
duasında okuduğunu işitmiş ve onları Kur'an'dan zannetmiştir. Fakat sonra
bundan dönerek bilittifak kabul edilen imam, Mushaf'la amel etmiştir. Zira
yaptığının bir vehim olduğunu anlamıştır. Kur'an imamın ihtiva ettikleridir.
İmam eshab-ı kiramın icmâiyle Hazret-i Osman b. Affan'ın Mushaf'ıdır».
Evet, Allah'ı
zikretmek için abdest almak müstehaptır. Bahsin tamamı «el-Hilye» nam
kitabtadır.
Elini, ağzını
yıkadıktan sonra, yiyip içmek mekruh değildir. Fakat yıkamadan bunu
yapmamalıdır. Çünkü müsta'mel su içilmiş olur ki bu tenzihen mekruhtur. El
de pislikten hali değildir. Binaenaleyh onu da yıkayıp sonra yemelidir
«el-Hizâne» de el ağız yıkamamanın zarar etmediği bildirilmiş; «el-Hâniyye»
de: «Bundan bir beis yoktur» denilmiştir. Aynı eserde hayızlı kadın hakkında
ihtilâf edildiği, bazılarının ona cünüp hükmünü verdiği, bir takımlarının:
«Yıkaması müstehap değildir. Çünkü yıkaması ağız ve elden hayız pisliğini
gidermez» dediği kaydedilmiştir. Bunun da tamamı «el-Hilye»de dir.
Rüknü'l-İslâm'ın ifâdesine göre cünüb kimsenin ihtilâm olduğu takdirde
karısına yaklaşması şeytan kendisine ortak olmasın diyedir. «el-Bustan» nâm
eserde İbn Mukanne'in «çocuk deli olarak doğar; yahud bahil olur» dediği
rivayet olunmuştur.
Halebi;
Allâme Muhammed b. Emir Hâc'dır. Fıkıhdan «el-Münye»yi, usûlden «etTahrîr»i
şerhetmiştir. Halebî'nin «hadîslerin zâhiri» diye söze başlaması, ihtilâm
hakkında birçok hadîsler rivayet edildiğini bildirirse de biz bu hususta bir
tek hadîse bile rastlamadık. Gelen rivayetler şunlardır:
«Resulüllah
(s.a.v.) bir gusül ile bütün kadınlarını dolaşdı», «Resülullah (s.a.v.)
kadınlarını dolaşdı ve her birinin yanında yıkandı». Biz de bunun müstehap
olduğuna kailiz. Fakat ihtilâm hakkında hiçbir kavil veya fiil rivayet
olunmamıştır. Şu da var ki, fiîl cihetinden rivâyet imkânsızdır. Çünkü
peygamberler (salavatüllahi aleyhim) ihtilâm olmaktan mâsûmdurlar. Olsa olsa
şöyle denilebilir: Cinsî münasebette bulunmak isteyen kimsenin yıkanması
müstehap olduğuna delil bulununca cünüp için de aynı işe niyet ettiğinde
yıkanmanın müstehap olduğu anlaşılır. Cünüblüğün cinsî münasebetten veya
ihtilâmdan ileri gelmesi fark etmez. Bunu Nuh Efendi söylemiştir ki
güzeldir. Ancak Halebî'nin ifâdesinde hadîslerle mendup hükmüne istidlâl
yoktur. O ancak vacip olduğuna delil bulunmadığını söylemiştir.
Şârih bu
ibareyi ona nisbet etmek hususunda «El-Bahr» sahibine uymuştur. «el-Hilye»
de Halebi'nin ibaresi şöyledir: «Halebi birtakım hadîsler naklettikden
sonra; bu hadîslerden çıkarılan hüküm, iki cimâ arasında abdest alıp
gusletmeden cinsî münasebette bulunmanın câiz olmasıdır. Ama arada yıkanmak
veya abdest almak efdaldir; demiş. Sonra «el-Mübtega»'dan: «Ancak ihtilâm
olursa karısına yaklaşamaz» sözünü naklederek; «Bu söz mendûba hamledilmezse
garibtir; anlaşıldığına göre haram olduğunu bildiren bir delil de yoktur»
demiştir».
Musannıfın
«Tefsir, Mushaf gibidir» sözünden, ona el sürmenin de haram olduğu
anlaşılıyor. Benzetmenin muktezası budur. Ama söz götürür. Çünkü bu hususta
nâss yoktur, Mushaf böyle değildir. Onun hakkında nâss vardır. Burada
münasip olan tabir kerahettir. Nitekim başkaları onu kullanmış; tefsire el
sürmenin mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Şer'î
kitaplara el sürmek hususunda «el-HuIâsa»da şöyle deniliyor: «Cünüp kimsenin
Mushaf'a el sürmesi mekruh olduğu gibi abdestsiz kimsenin el sürmesi de
mekruhtur. İmameyn'e göre hadîs ve fıkıh kitapları da aynı hükümdedir. Esah
rivayete göre İmam A'zam bunlara dokunmanın mekruh olmadığını söylemiştir».
«el-Münye» şerhinde: «İmam A'zam'ın kavli şöyle izah olunur: Bu kitablara el
süren kimse Kur'an'a dokunmuş sayılamaz. Çünkü onlardakiler tâbi
hükmündedirler» deniliyor.
Fethü'l-Kadir
sahibi mekruh olmasını tercih etmiş ve: «Ulema tefsîr, fıkıh ve hadîs
kitaplarına el sürmenin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Zira bu kitablar
Kur'an ayetlerinden hâlî değildir. Bu ta'lil nahiv şerhlerine el sürmenin
mekruh olmasına mânidir» demiştir. Şârihin «el-Eşbâh»dan naklettiği kaide
musannıfın «Tefsir, Mushaf gibidir» sözüne itiraz içindir. Çünkü
«el-Eşbâh»ın ibâresi tefsire el sürmenin câiz olması hususunda açıktır.
Tefsir de diğer şer'î kitaplar gibidir. Hatta zâhirine bakılırsa bu söz
bütün ulemamızın kavilleridir.
«Dürerü'l-Bihar» şerhinde dahi câiz olduğu açıklanmıştır. «es-Sirâc» nam
eserde «el-İzah»dan naklen şöyle deniliyor: «Tefsir kitaplarının Kur'an
yazılı yerlerine el sürmek câiz değildir. Sair yerlerine dokunulabilir.
Fıkıh kitablarında da Kur'an'dan âyet varsa hüküm budur. Mushaf böyle
değildir. Çünkü onun ihtiva ettiği şeylerin hepsi Kur'an'dandır».
Hâsılı.
Kerâhet olup olmaması hususunda tefsîrle diğer şer'î kitaplar arasında fark
yoktur. Onun için «en-Nehir» sahibi: «şüphesiz «El-Hulâsa»daki ifadenin
muktezâsı mutlak surette kerahet bulunmamasıdır. Zira keraheti tefsirde
isbat eden bile ondaki âyetlere bakarak buna kâil olmuş; kerahet yoktur
diyen, bu kitaplarda ekseriyet ayetlerde olmadığına bakmıştır ki, aynı hâl
tefsire de şâmildir. Yalnız tefsirde Kur'an başka kitaplardakinden daha
çoktur, denilebilir» demiştir. Yani tefsire el sürmek mekruh, diğer şer'î
kitaplara el sürmek mekruh değildir demek istemiştir. Nitekim musannıf da
Dürer sahibine uyarak aynı yoldan yürümüş. «el-Havî'l-Kudsî», «el-Mirac» ve
«et-Tuhfe» sahipleri dahi bu yolu tercih etmişlerdir. Bu suretle meselede üç
kavil ortaya çıkmıştır. Tahtavî «es-Sirâc» daki kavli kaidelere daha uygun
olduğunu söylemiştir.
Ben derim ki:
En güzel ve en ihtiyatlı kavil üçüncüsü, yani tefsirde mekruh, diğer şer'î
kitablarda mekruh olmadığını bildiren kavildir. Zira fark açıktır. Tefsirde
Kur'an diğerlerinden daha çoktur. Kur'an'ın tefsirde zikredilmesi müstakilen
maksuttur. Başka bir şeye tâbi olarak değildir. Binaenalayh onun Mushaf'a
benzeyişi diğer kitapların benzeyişinden daha çoktur. Öyle anlaşılıyor ki
hilâf, içinde Kur'an yazılı tefsirler hakkındadır. «Keşşâf» ın bazı
nüshalarında olduğu gibi içinde Kur'an yazılı olmayan tefsirler bunun
hilâfınadır. Düşün!
Şarihin:
«Lâkin bu, yukarıda söylenene aykırıdır» sözü ikinci itirazdır. Bu itirazın
hâsılı şudur: Musannıfın metinde söylediği mutlaktır. Keraheti «Kur'an daha
çok ise» diye kayıtlamak bu mutlak ifâdeye aykırıdır. Şübhesiz bu itirazla
evvelki itiraz başka başka şeylerdir. Evvelki itiraz tefsire el sürmenin
mekruh olması hususunda idi. Bu ise kerahetin kayıtlanması hakkındadır.
METİN
FER'İ
MESELELER
Mushaf
eskiyerek okunmayacak hale gelirse müslüman cenazesi gibi defnedilir.
Hıristiyan'ın Mushaf'a el sürmesi men edilir. Guslettiği takdirde İmam
Muhammed buna cevaz vermiştir. Hıristiyan'a Kur'an ve fıkıh öğretmekte beis
yoktur. Umulur ki hidâyete erer. Mushaf'ı başının altına koymak mekruhtur.
Meğer ki muhafaza için konmuş ola! Yazı takımını kitabın üzerine koymak dahi
mekruhtur. Yazmak için koyarsa o başka!
Kitablar
dizilirken en alta nahiv, sonra ta'bir, sonra kelâm, sonra fıkıh, sonra
haber ve va'z kitabları, daha sonra tefsirler konulur.
Üzerinde âyet
yazılı dirhemi eritmek mekruhtur; meğer ki kırmış ola! Üzerinde ayrı kılıfı
bulunan nüsha ile helâya girmek mekruh değildir. Ama bundun sakınmak
efdaldir. Yeni kalemin yontuklarını atmak câizdir. Kullanılmış kalemin
yontukları atılmaz. Çünkü mescidin kurumuş otu süprüntüsü gibi bu da
muhteremdir. Mescidin otu ve süprüntüsü ta'zimi ihlâl eden yere atılmaz.
Üzerinde fıkıh yazılı kâğıda bir şey sarmak câiz değildir. Tıp kitaplarına
sarmak câizdir. Velev ki üzerlerinde Allah'ın veya Resülü'nün ismi yazılı
olsun. Kitaba bir şey sarmak için bu isim silinebilir. Yazının bir kısmını
tükürükle silmek câizdir. Ama Allah'ın ismini tükürükle silmek yasak
edilmiştir.
Peygamber
(s.a.v.)'den rivayet olunduğuna göre: «Kur'an, Allah Teâlâ'ya göklerle
yerden ve onlarda bulunanlardan daha makbuldür» buyurmuştur.
İçersinde
örtülü Mushaf bulunun evde kadına yakınlık etmek câizdir. Üzerinde «el-Mülkü
lillah» (yani mülk Allah'ındır) yazılı yaygı vesaireyi yere yazmak ve
kullanmak mekruhtur. Zînet için asmak mekruh değildir. Üzerinde insan sözü
yazılı yaygı vesairenin mutlak surette mekruh olmaması gerekir. Bazıları:
«Harfleri ayrı yazılmışsa mekruhtur» demişlerdir. Birinci kavil daha
elverişlidir. Meselenin tamamı «el-Bahr»da ve «el-Kinye»nin kerahiyyet
bahsindedir.
Ben derim ki:
Zâhirine bakılırsa duvara assın asmasın, zînet için kullansın kullanmasın
mücerret ta'zim ve muhafazasından dolayı kerahet yoktur. Acaba yelpazelere
ve câmi duvarlarına yazılan yazılar da böyle midir? Kayda değer.
İZAH
Okunamayacak
derecede eskimiş Mushaf temiz bir beze sarılarak insan ayağı basmayan bir
yere gömülür. «ez-Zahire» de: «Mushaf'ı gömmek için toprağı yarmak değil de
Lâhit açmak gerekir. Çünkü yarıldığı takdirde üzerine toprak atmak lazım
gelir. Bunda ise bir nevi tahkir vardır. Meğer ki üzerine toprağı
düşürmeyecek şekilde tavan yapıla, Bu da iyidir» deniliyor.
Sair şer'i
kitaplara gelince; ileride hazır ve ibâha bahsinde görüleceği vecihle bu
kitablardan Allah Teâlâ'nın, meleklerinin ve peygamberlerinin isimleri
silinerek kalan yerleri yakılır. Onları oldukları gibi akar suya atmakta bir
beis olmadığı gibi gömmekde de beis yoktur, hatta daha iyidir.
Müslüman
muhterem olup öldükten ve faydası bittikten sonra nasıl toprağa defnedilirse
Mushafda öyledir. Onun yere gömmekte tahkir değil, tahkif edileceğinden
korkarak ikram ve ihtiram vardır. Kitabımızdaki «Hıristiyan» tâbiri yerine
bazı kitablarda «kâfir» bazılarında «harbi» veya «Zimmî» tabirleri
kullanılmıştır. Zâhire bakılırsa Mushaf'ı başının altına koymak mekruh
olduğu gibi diğer tefsir ve şer'î kitapları koymak da mekruhtur.
T E N B İ H .
Şafiîlerden bir zata yiyecek hususunda muztar kalıp ancak ayaklarının altına
Mushaf'ı koymak suretiyle erişebilecek bir kimsenin bunu yapması câiz midir,
diye sorulmuş da: «Zâhire göre câizdir. Çünkü ruhun muhafazası daha önce
gelir. Velev ki insan olmasın. Onun içindir ki, bir şeyler atılmadığı
takdirde batacak olan bir gemiden, canı kurtarmak için Mushaf atılır.
Zaruret bunun tahkir olmasına mânidir. Nitekim canını kurtarmak için puta
secde etmeye mecbur kalsa secde etmesine ruhsat vardır» demiştir.
Kitabların
burada beyan edildiği şekilde dizilmesi evleviyet ve ta'zime riayet
yoluyladır.
Ta'bir
kitaplarının ta'zime layık sayılması peygamberliğin (46) cüz'ünden birinin
yani rüyanın tefsiri olmamalarındandır. Fıkhın vechi ihtimal ekseriyetle
delilleri kitapla sünnetten olduğu içindir. Fıkıhta âyet ve hadisler çoktur;
kelâm ilmi böyle değildir. O sadece sem'î delillere mahsustur.
Düşün!
Haber ve va'z
kitabları hakkında «el-Bahr» nâm kitabta «el-Kinye»den naklen: «haberler,
vâazlar ve rivâyet edilen dualar...» ifadesi kullanılmıştır. Zâhire göre
rivayet edilen tabiri bunların hepsine sıfattır. Yani bunların hepsi
Peygamber (s.a.v.)'den rivâyet olunmuşlardır. Ta'zimi hak etmeleri
bundandır.
Tefsire
gelince: «el-Bahr» sahibi: «Tefsir bunların hepsinin üstündedir» demiş,
Remlî Havî'den naklen: «Mushaf hepsinin üstündedir» cümlesini ziyade
etmiştir.
Üzerinde âyet
yazılı madenî para kırılırsa eritmesi mekruh olmaz. Zira harfleri
dağılmıştır. Yahud kırılmadan kalan kısım bir âyetten azdır.
Nusha (muska)
ve hamâil gibi içinde âyet yazılı şeyler muşamba gibi ayrı bir kılıfla
sarılırlarsa onlarla helâya girmek, üzerinde taşımak ve cünüp kimsenin
taşıması câiz olur. Bundan anlaşılır ki, dua ve senâ niyetiyle yazılan
âyetler Kur'an olmaktan çıkmazlar. Ama dua niyetiyle okunurlarsa iş değişir.
O zaman Kur'an olmaktan çıkarlar. Demek oluyor ki niyet yazıyı değil, dil
ile söyleneni değiştirmek hususunda tesir eder.
Eski kalem
yontuklarının muhterem olması o kalemle Allah'ın isimleri gibi şeyler
yazıldığı içindir, şu da var ki harflerin de haddizatında bir hürmeti
vardır. «Yazının bir kısmını tükürükle silmek câizdir» sözü, zâhire göre
Kur'an'a da şâmildir. Bir kısmını diye kayıtlamakla Allah'ın ismi câiz
olmaktan çıkarılmıştır. Allah'ın ismini tükürükle silmek tahrimen mekruhtur.
Fakat dille yalayıp tükürüğünü yutmak zâhire göre câizdir. Bunu Tahtavî
nakletmiştir.
«İçersinde
örtülü mushaf bulunan...» denildiğine göre, örtülmemiş Mushaf bulunan evde
kadına yakınlık etmenin caiz olmayacağı anlaşılırsa da «el-Hâniyye»nin bu
mesele hakkındaki ibâresi şöyledir:
«İçersinde
Mushaf bulunan evde halvet ve cima yapmakta beis yoktur. Çünkü müslümanların
evleribundan hâlî değildir».
Şârihin
«tamamı el-Bahr dadır» dediği mesele şudur:
Bazıları
«Ayrılmış harfler bile mekruhtur» demişlerdir. Ulemamızdan birtakım
gençlerin bir levhaya ok attıklarını levhanın üzerinde «Ebu Cehil
learıehüllah» yazılı olduğunu görmüş de onları bundan nehî etmiş. Sonra
tekrar yanlarına uğradığında harfleri kesdiklerini görmüş ve tekrar nehî
ederek: «Ben sizi ilk defa bu harflerden dolayı nehî etmiştim» demiş. Şu
halde mücerred harfler mekruh oluyor demektir. Lâkin birinci kavil daha
güzel ve daha elverişlidir. Seyyidi Abdülganî diyor ki: «İhtimal bu şöyle
izah edilir: Elifbâ harfleri Kur'an'dır. Bunlar Hud Aleyhisselâm'a
indirilmiştir. Bunu İmam Kastalânî «el-İşârât» namındaki kitabında
açıklamıştır.
Ben derim ki:
Şârihin «kayda değer» diyerek araştırılmasına işaret ettiği yazılar hakkında
Fethü'l-Kadîr'de şöyle denilmektedir. «Paraların, mihrapların, duvarların ve
yere döşenen şeylerin üzerine Kur'an ve Allah'ın isimlerini yazmak
mekruhtur».