FERAİZ KİTABI 1
ASABELER
FASLI 1
AVL BABI 1
ZEVİ'L-ERHÂMIN VÂRİS
OLMASI BÂBI 1
SUDA BOĞULANLAR YANANLAR
VE DAHA BAŞKALARI
KAKKINDAKİ FASIL 1
MÜNASAHA FASLI 1
MEHARİC BÂBI 1
M E T İ N
Feraiz, fıkıh
ve hesabın asıllarının bilinmesidir kibunlarla haksahiplerinden
her birinin terikeden ne
alacağı bilinir.
Araştırmalarla bilinmektedir ki haklar beştir:
Çünkü hak ya ölünün hakkıdır, veya ölen kişi
üzerindeki bir
haktır (ölenin borcudur) yada ikisi de
değildir.
Birincisi ölenin
techizidir. İkincisi (ölenin borcu) ya zimmete taalluk eder ki bu mutlak borçtur yada
zimmete tealluk
etmez ki bu da ayna
tealluk edendir. Üçüncü hak da, ya ihtiyarîdir ki bu vasiyettir;
veya zarûridir ki bu da mirastır.
Bu konuya feraiz denilmesinin sebebi; Allah Teâlânın
bu taksimi bizzat kendisinin yapması ve
bunu
güneşi ile
gündüzü aydınlatması gibi açıklamasıdır. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v.)
feraizi «ilmin
yarısı» olarak isimlendirmiştir.
Zira bu ilim, başka bir şey ile değil, nass ile sâbittir. Feraiz dışındaki
ilimlerse bazen nass ile bazen de kıyas ile
sabittir.
Bazı âlimlere göre ise,
«feraiz»a ilmin yarısı denilmesinin sebebi, feraizin ölüme tealluk
etmesidir.
Diğer ilimler ise hayata tealluk eder. Yahutta ferâiz zarurete, diğerleri ise
isteğe bağlı olduğu için
böyle denilmiştir.
Hayatta olanın mirascılığı, canlıdan mıdır
yoksa ölüden ml? Mütemed olan ikincisidir.
Vehbâniye
Şerhi.
ölen kişinin rehin,
cinayet işleyen köle, ticarete izinli borçlu köle.
kıymeti karşılığı hapsedilmiş olan
satılmış köle ve kiraya verilen ev gibi başkasının
hakkının taallukundan hali olan terikesinden, önce
techizine başlanır, ki bu kefeni de içine alır. Techiz, fazla kısmâdan ve tebzîr etmeden yapılmalıdır.
Yukarıda
sayılanların tekfinden önce gelmesi; bunların mal henüz terike olmadan önce mala taalluk
etmelerinden
dolayıdır.
Kefenleme sünnet vechile ve hayatında giydiği elbise miktarı ile olmalıdır.
Eğer kefeni telef olursa, cesedi bozulup dağılmadan
Önce olursa tekrar kefenlenir. Bu kefenlerin
hepsi malın tamamından
çıkarılır.
İ Z A H
Ferâiz'in,
vasiyetin hemen ardından zikredilmesi,
vasiyetin mirasın benzeri olup, ölüm hastalığında
vâki
olmasıdır. Miras ölümden sonra taksim edilir. Onun için ferâiz vasiyetten sonra zikredilmiştir.
Ferâiz, «farîza»nın çoğunludur. Farîza da; mükellef
üzerine farz olan şey manasınadır.
Develerin
ferâizi yirmibeş devede bir binti mehâz (iki yaşına girmiş deve) gibi, farz olandır.
Takdir olunan
her şeye «ferâiz» denilir,
Bundan dolayı da, vârislerin hisselerine
feraiz denilmiştir.
Çünkü o
hisseler sâhipleri için takdir edilmişlerdir.
Miras meseleleriyle ilgili olan ilme «İlm-i ferâiz» denilir. Bu ilmi bilen
kişiye de; «ferizî, fâriz» veya
«ferâiz» denilir. Muğrib.
«Ferâiz fıkıh ve hesabın asıllarının bilinmesidir.»
Yani kaide ve kurallardır ki bunlarla varislerden
herbirinin
hakkı yani terikeden hakkı
olan meblağ bilinir. Açıktır
ki, mirastan mene ve mahrum
etmeye taalluk
eden asıllar da, bunlardandır. Hatta bu asıllar bu konuda umdedirler.
Zira bunlar
bilinmeden haklar
da bilinmez. Bundan dolayı da fakihler, mirastan men ve hacbetmenin asıllarını
iyice bilmeyen kimsenin bir terekeyi taksim etmesinin helâl olmayacağını söylemişlerdir. Bu
asıllara : Vârisin
farz sahibi mi, asabe mi yoksa
zevil-erhâmdan mı olduğunun bilinmesi
de girer.
Miras sebeplerini çarpmayı, tashihi, avli,
reddi ve diğerlerini bilmek de bu asıllardandır. Anla.
Ferâizden
murad, yukarda geçtiği gibi,
takdir olunmuş hisseleridir. O halde asabeler
ve zevil-erhâm
da ferâize dahildirler. Çünkü onların hisseleri açıkça olmuşsa da yine
de takdir olunmuştur.
Feraizin
mevzuu: terikelerdir.
Ferâizin
gayesi, hak sahiplerine haklarının iletilmesidir. Ferâizin
rükünleri üçtür; varis, mûris ve
mûres
(terike). Ferâizli şartları da üçtür:
1 - Murisin
hakikaten veya mefkûd gibi hükmen yada gurresi olan cenin gibi-takdiren
ölmesi,
2 - Öldüğü
zaman, hakikaten veya - anne karnındaki cenin gibi-
takdiren, hayatta varisinin
bulunması,
3 - İrs cihetinin bilinmesidir, İrsin sebepleri ve
manîleri ise ileride gelecektir.
Ferâizin
kaynakları üçtür: 1 - Kitab, 2 -
Anneanneye verilecek miras hususunda Muğîre ve İbn
Seleme'nin şahitlikleri ile sabit olan sünnet
(1), 3 - Babaannenin mirası konusundaki icmadır. Bu
icmâda, Ömer (r.a.)'ın ictihadı üzerine gerçekleşmiştir, umumî icmâa dahildir. Babaannenin
aldığı
mirasın kıyasa
göre olduğunu zannedenlerin hilafına,
miras bahsinde kıyas yoktur.
Onun cevabını
ve feraizin bu
asıllardan çıkartıldığını da biliyorsa. Bu, Durru'l-Mülteka'da ifade
edilmiştir.
«Bu taksimi
Allah Teâlânın ilh...« Zeylaî'nin de dediği gibi «takdir etmiş
olması» deseydi daha iyi
olurdu. Çünkü,
«farzın» manası budur.
«... Bizzat kendisi ilh...» Yâni Allah Teâla bunun taksimini mukarreb bir meleğe veya göndermiş
olduğu bir
nebiye havale etmemiştir. Namaz zekât ve hac gibi diğer hükümler bunun aksinedir.
Çünkü bu
hükümlerde nasslar mücmel olup, onları sünnet beyan etmektedir. Allah
Teâlâ'nın.
«Namazı kılın ve zekâtı verin» ve; «Yoluna gücü yeten herkesin, o eve (gidip) haccetmesi
insanlar
üzerinde Allah'ın bir hakkıdır» sözleri böyledir...
«Zira bu ilim
başka bir şeyle değil, nass ile sabittir».
Şârih burada «nass»tan, icmâi da kapsayacak
bir mana kasdetmiştir.»
«Başka bir şey ile değil» sözü ile de kıyastan kaçınmıştır. Zira kıyas verasette
cari değildir. Çünkü
Allah Teâlâ'nın, vârislerden herhangi birine bir meblağı tahsis etmesinin
hikmeti gizli olduğu için
verasette
takdir olunanlarda kıyasa yer yoktur. Bu söz, illetin illetîdir. O halde evlâ olan şârihin :
«Veya başka
birşey ile değil nass ile sâbit olduğu
için» demesiydi. Bu durum da bu söz.
ferâize
«ilmin
yarısı)» denilmesinin ikinci gerekçesi olurdu.
Bazı âlimler tarafından ise, ferâiza «ilmin yarısı»
denilmesi konusunda söylenenlerden
başka
şeyler, söylenmiştir.
Bir kısım âlimler ise
: «Bu, manası anlaşılamıyan şeylerdendir ve iImin yarısı olduğunu tasdik
ederiz, ama sebebini araştırmayız» demişlerdir.
Bir de
bilinmelidir ki; bu anılan vecihler, «yarı» kelimesi ile, bir şeyin iki kısmından birisinin
kastedilmiş olunmasına mebnidir. Çünkü herşeyin iki türü vardır, her iki türün sayıları
bir olmasa
bile bunlardan
birisi onun yarısıdır. Bunun birçok delili vardır. Meselâ Ahmed
b. Hanbel'in rivâyet
ettiği bir
hadiste; «temizlik imânın yarısıdır» buyrulmuştur. Araplar «senenin yarısı hazan yarısı
seferdir».
Yâni sene, adedleri bir olmasa bile iki zamana
ayrılır. Kadı Şureyh'e; «Nasıl sabahladın?
denildiğinde,
«Sabahladığımda halkın yarısı
bana kızgındı» cevabını vermiştir. Yani
halkın bir kısmı
lehinde hüküm
verdiği için kendisinden razı olduklarını, bir kısmının da aleyhinde hüküm verdiği
için kendisine kızgın olduklarını kasdetmiştir. Biri
şâir de şöyle demiştir: «Öldüğümde halk iki
kısımdır; yarısı
sevinir yarısı da yaptıklarımda razı
olur.» Mücâhid; «mazmaza ve istişâk abdestin
yarısıdır» demiştir. Yâni abdest iki kısımdır: Biri iç tarafın bir kısmını, diğeri de dışın
bir kısmını
temizler.
Bunları İbnu Hacer el-Erbaîn şerhi'nde ifade etmiştir.
«Nass ile ilh...» Şârih
bununla icmâı da kapsayan nassı murad
etmiştir.
«Yahutta
ferâiz zarurete ilh...» Yâni mirasın... ihtiyari olanlar ise alış satış
hîbenin kabulü ve vasiyet
gibileridir.
«Hayatta olanın varisliği canlıdan mıdır ilh...» Yâni hemen önce hayatının son bölümündemidir?
Birincisi
Züfer'in ve Irak ulemâsının ikincisi ise
İmameyn'in görüşüdür. Aradaki ihtilâfın sonucu
aşağıda gelecek meselede
kendisini gösterir. Şöyle
ki; kişi kendisinden başka varisi
olmadığı halde
mûrisinin câriyesi
ile evlense ve cariyeye
«efendin öldüğü zaman hürsün» dese, o zaman birinci
görüşe göre cariye
azâd edilir. Zira kişi cariyenin âzâdını ölüme izafe etmiştir. Halbuki cariyenin
mülkîyeti onun için ölümden evvel
de sâbittir.
İkinci görüşe göre ise, câriye âzâd olmaz. Çünkü cariyenin mülkü onun için ölümden sonra sabit
olur. Bu,
Vehbâniye şerhi'nde ifade edilmiştir.
Bu ihtilafın
sonucu şu meselede de görülür: Câriyenin kocası olan vâris, onun talâkını efendisinin
ölümüne
bağlasa ; Birinci görüşe göre hemen talâk vâki olur ikinci
görüşe göre ise talâk ölümden
sonra vâki
olur. Nitekim bu bahsi Sirâciye'den
naklen Bîrî'de kati bir ifade ile söylemiştir.
Ben derim ki!
Bu ihtilaf ile, meselenin «koca»
ile tasvir edilmesinin faydası ortaya çıktı. Öyle
olmasaydı
âzâdın taliki evliliğe bağlanmazdı.
Düşün.
«Mûtemed olan
ikincisidir...» Trablusî de Sekbu'l-Enhur'de
mütemed olanın, ikinci görüş olduğunu
söylemiştir. Tatarhâniye'den naklen Durru'l-Mültekâ'da ise birinci görüşe itimad
edileceğini
söylemiştir.
«Hakkı taalluk etmeyen ilh...» Bu açıklayıcı bir sıfattır. Zira ıstılahta terike, ölen kimsenin, harhangi
bir aynında
başkasının hakkı bulunmadan, geride bıraktığı mallardır. Nitekim Sirâciye
şerhlerinde
de böyle denilmektedir.
BiIinmelidir ki:
Hatâen öldürme ile vâcip olan diyet, kasdi adam öldürme sonunda yapılan sulh
neticesinde katil ve âkilesinden alınan mal ve
maktûlün velilerinden bazılarının affetmeleri
ile mala
çevrilen kısas
bedeli de terekeye dahil olur. Buna göre bu sûretlerden herhangi birisi ile ele geçen
maldan, ölenin
borçları ödenir ve vasiyetleri infaz edilir. Zahire'de de böyledir.
«Rehin... gibi
ilh...» Bu başkasının hakkının taalluk ettiği ayn'a misâldir. Öyle ise, kişi birşeyi rehin
verse ve
teslim etse, öldüğünde rehin ettiği
maldan başka birşey de bırakmasa, mürtehinin borcu
techizinden
önce gelir. Eğer mürtehinin borcu ödendikten sonra birşey artarsa o da techîzine
sarfedilir.
«Cinayet işleyen köle ilh...» Yâni köle efendisi
hayatda iken cinayet işlese ve efendisinin de ondan
başka malı olmasa,
o zaman cinayete maruz kalan kişi o
kölede, efendisinden daha çok hak
sahibidir.
Ancak kölenin işlediği cinayetin diyeti verildikten sonra köleden birşey artarsa bu,
efendinin
olur.
BİR UYARI:
Cinayet işleyen köle rehin bırakılmışsa cinayete
uğrayanın hakkı mürtehinin hakkından öncedir.
Çünkü onun
hakkı kölenin zimmetinde sâbit olduğu için daha kuvvetlidir. Mürtehinin
hakkı ise
râhinin
zimmetinde olup, kölenin zimmetine değil, rakabesine müteâlliktir. Bu
bahsi Yakup Paşa,
Seyyid Şerif'in Sirâci'ye şerhinin hâşiyesinde zikretmiştir.
«Ticaretle izinli borçlu köle ilh...» Yâni kölenin
efendisi ölse ve ondan başkasının davalı olması
halinde; köleden alacaklı olanlar haklarını efendinin techizinden evvel
alırlar.
«Kıymeti karşılığı hapsedilmiş olan
satılmış köle...» Şöyle
ki: Bir kişi bir köle satın alsa ama
kabzetmese ve parasını nakit olarak ödemeden önce ölse o zaman köleyi
satan kişi kölede
müşterinin
techizinden daha çok hak sahibidir.
Yakup Paşa şöyle
demiştir: «Ama satılmış olan bu
köle müşterinin elinde olsa ve müşteri onun
fiyatını ödemekten âciz olarak ölse o zaman kölenin rücûu ile başlanılır. ama bu
mutlak değildir.
Aksine köleye
ödemesi gerekli olan haklardan birşey taalluk etmediği takdirdedir.
Meselâ, köle ile hitabet akdi yapsa veya
rehin verse yada onu (cariye ise)
ümmü'l-veled yapsa. veya
satılan köle bir cinayet işlese, mânî kuvvetli
olduğu için rücû hakkı sâbit olmaz. Şayet köle kitâbet
bedelini ödemekten
âciz kalsa ve köleliğe dönse veya rehin çözülse yahut
işlediği cinayetin fidyesi
verilse o
zaman manî ortadan kalktığı için rücû hakkı vardır. Tahtâvî bunun benzerini Acemzâde'nin
Seyyid'in şerhi üzerine yaptığı hâşiyeden
naklettikten sonra şöyle demiştir: Bu
hükme fukahanın şu
sözleri ile birlikte bak; «Bize göre: satıcı onda ölenin alacaklıları ile eşittir.» Bu bahiste, Şafiî'nin
ihtilâfından
başka ihtilaf zikretmemişlerdir. Nitekim bu hıyaru's-şart konusunun hemen başında da
geçti.
Anlaşıldığına
göre burada zikredilen, şâfiî kitaplarından alınmıştır.
Buna dikkat edilsin.
«Kiraya verilen ev ilh...» Kiracı kiralamış
olduğu evin ücretini peşin ödese, sonra
da ev sahibi ölse
o ev verilen ücret karşılığında rehin
olur. Seyyid.
Tahtavî şöyle demiştir: «Ruhu'ş-şurûh'ta yukarda zikredilene şu da ilâve edilmiştir:
Birisi nikahına
mehir yaptığı
köleyi, karısına teslim etmeden ölse
ve ondan başka da malı olmasa, karısı
köleyi
techizinden
önce alır.
Fasid bir
bey'e ile satılıp kabzedilen malın semeninde, satıcı, bey' fesh edilmeden evvel öldüğü
takdirde satıcının techizinden önce müşteri hakkını alır.
«Yukarda
sayılanların teklifinden önce gelmesi ilh...» Yâni bunlara taalluk eden hakların öne
alınması şu asla dayanır; hayatta iken öncelikle verilmesi gereken haklar vefatta da öncelikle
verilir.
Dürrü Mimtekâ.
Yukarda
zikredilen hakların techizden önce gelmesi Mirâc'ta da kesin olarak ifade edilmişti. Kenz'in
şerhlerinde ve
Sirâciye'de de aynı şekildedir.
Hatta Sirâciye'nin bazı Şârihleri bu
hakların techize
takdim edilmesi hususunda fukahanın müttefik olduklarını rivayet etmişlerdir.
Miskin lle, bu hakların techize takdim edilmesinin
bir rivâyet olduğunu ve sahih olanın techizin bu
haklara takdim edilmesi gerektiğini zikretmiştir.
Dürrü Müntekâ'da Miskîn'in
söylediklerinin
düşünülmesi
gereken bir husus olduğu söylenmiştir.
Belki de fukahanın talili, techizin asla terike
olmadığını
ifade etmektedir. Bu durumda metinlerin mutlak olarak ifade ettikleri
«terikeden önce
techize başlanır» sözüne itiraz vârid olmaz.
«Techizine ilh...» Birazcık önce bile olsa kendisinden evvel
ölen oğlu veya zengin olsa bile karısı
gibi, nafakası ile mükellef
bulunduğu kimselerin techizi de mutemed olan görüşe göre onun
üzerinedir. Dürrü Müntekâ.
«Bu, kefeni de
içine alır...» Şârih bu sözüyle sanki
Sirâciye'nin «Techizi ve tekfini ile başlanır»
sözüne işaret etmiştir.
«Fazla kısmadan ve tebzîr etmeden...» Tebzîr, genelde israf manasında
kullanılır. Halbuki aslında
ikisi arasında fark vardır. İsraf bir şeyi yerinde ama gerekenden
fazlası ile sarfetmektir. Tebzîr
ise
sarfedilmesi gerekmeyen yerde
ve fazlası ile sarfetmektir. Kirmânî bunu Buharî şerhinde böyle
açıklamıştır. Binaenaleyh burada uygun olan Allah
Teâlâ'nın; «Onlar, sarfettikleri zaman ne israf
ederler ne de cimrilik, ikisi orasında orta bir
yol tutarlar» kavli şerifine uygun olarak «israf» ile tabir
edilmesi idi. Şu kadar var ki musannıf burada meşhur
olana riâyet etmiştir.
«Kefenlenmesi sünnet vechile ilh...» Yâni sayı bakımından sünnete göre...
«Ve hayatında
giydiği elbise miktarı ile» sözüne gelince, yani hayatında iken giydiği elbise
kıymetindeki
bir, kumaşla kefenlenir, manasındadır.
Sekbu'l-Enhur'dd denilmiştir ki: «Kefende israf iki türlüdür; birli
sayı bakımındandır ki; erkeği üç,
kadını da beş parçadan daha fazlası ile kefenlemektir. Diğeri de kıymet bakımındandır ki bu da,
hayatta iken altmış dirhem kıymetinde elbise giyerken doksan dirhem kıymeti'ndeki bir bezle
kefenlemektir.
Kısmak da yine
iki türlüdür, biri sayı bakımından dı'ğeri de kıymet bakımındandır. Meselâ üç kefen
yerine iki kefenle kefenlemek
veya hayatında doksan dirhem
kıymetinde elbise giyerken öldüğünde
altmış dirhem
kıymetinde
kumaş ile kefenlenmek buna misaldir.
Bu söylenilenler, vasiyette bulunmadığı
takdirdedir. Ama eğer fazla kefenle kefenlenmeyi vasiyet
etse, mislinden fazla olan (onun durumundakilerin sarıldığı) kefen terikenin
üçte birinden
hesabedilir.
Vârisler veya
yabancı biri o fazlalığı teberru
ederse hüküm yine aynıdır. Bu durumda sayı
bakımından
değil, kıymet bakımından fazla olanda
bir beis yoktur.
ölen kişinin alacaklıları
onun, misli ile kefenlenmesine mani olabilirler mi? Bu
hususta iki görüş
vardır. şârih
olan görüşe göre mani olabilirler. Dürrü Müntekâ. Yâni o zaman kifayet derecesindeki
kefenle kefenlenir ki bu erkek için iki, kadın için de üç parçadır. İbnu Kemâl.
«Ve hayatında
giydiği elbise miktarı ile ilh...» Yâni elbiselerinden
orta derecede olan ile veya
bayramlarda, cumalarda ve ziyaretlerde giydiği
elbise türünden bir kumaş ile.. Bu konuda âlimler
ihtilaf
halindedir.
«Eğer kefeni telef olsa ilh...» Sekbu'l-Enhur'da
şöyle denilmiştir: «Ölünün kabri kazılsa ve kefeni
alınsa, üç kefen ile kefenlenir, vücudu bozulmadığı müddetçe üçüncü ve dördüncü kerede de olsa
yine kefenlenir. Ama
yıkanması ve namazı iade edilmez. Eğer
vücûdu dağılmışsa o zaman bir
kefene sarılır. Bize göre, borçlu bile olsa bu
malının aslındandır... Ama alacaklılar terekeyi
kabzetmişlerse, o zaman
onlardan kefen için birşey alınmaz.
Eğer malı varisler arasında taksim
edilmiş ise sonraki kefenleri varislerin her
birinden, terekeden aldığı paya göre
geri alınır.
Alacaklılar ile musâ leh (vasiyet edilen
kimse) lerden bir şey alınmaz. çünkü onlar yabancıdırlar.
Varisler teberru edilen bir kefenin kabûlü için zorlanamazlar.
Çünkü zorlamada onlar için utanç
vardır. Ancak varisler küçük olurlarsa eğer. İmam bir maslahat görürse kabul edilir.
Şu kadar var ki,
büyük olan varisler kefeni kendi rızaları ile
kabullenirlerse onlara öncelik
tanınır. Yani Düşün.
M E T İ N
Techizden
sonra kullar tarafından talep edilen borçları gelir. Sağlığındaki
borcu, sebebi bilinmediği
takdirde hastalığındaki
borcuna takdim edilir. Aksi halde ikisi de
eşittir. Nitekim bunu Seyyid de
tafsilatlı
olarak zikretmiştir.
Allah'a olan borcuna gelince; eğer onların ödenmelerini
vasiyet etmişse adı geçen haklar
verildikten
sonra geri kalan malının üçte birinden tenfizi icabeder. Şayet vasiyet etmemişse, yerine
getirilmesi
vacip değildir.
Bundan sonra
da, sahih olan görüşe göre mutlak olsa bile vasiyeti gelir.
İhtiyâr'da tercih edilen ise.
bunun
aksinedir.
Vasiyeti,
techiz ve borçları terikeden çıktıktan
sonra kalan malın üçte birinden karşılanır.
Ayette; vasiyet,
önemine binaen, terikenin varisler
arasında taksiminden daha önce zikredilmiştir.
Çünkü vasiyetin yerine
getirilmeme endişesi vardır.
Dördüncü ve
beşinci olarak da, kalan mal varisler arasında taksim edilir.
Yâni Kitap veya
Resulûllah'ın
«ninelere altıda bir veriniz» sözü gibi sünnet yada icmâ ile, varislikleri sabit olanlara
taksim edilir. icmâ dedeyi baba. oğlun oğlunu
da oğul gibi kılmıştır.
Mirasa bir mushaf bile olsa -ki fetvâ buna göredir, ama bazı âlimler tarafından tarike
bir tek mushaf
olursa miras olmayacağı, onun ancak ölen kişinin çocuklarından okuyana verileceği söylenmiştir-
Üç şeyden biri
ile hak kazanılır. Bunlar da rahim (akrabalık) sahih nikâh ve velâdır. Fukahânın icmâı
ile, fasit
veya bâtıl olan bir nikâh ile verâset
olmaz.
i Z A H
«Sağlığındaki borcu... takdim edilir». Sıhhatli
zamanındaki borç, ya mutlak olarak beyyine
ile veya
sıhhatli
dönemindeki ikrarı ile sabit olan borçtur. T, Bunların da bazısı
bazısına tercih edilir. Meselâ
kitabet akdi
yapmış bir köle yabancı birisine borçlanmış olsa
yabancının borcu efendisine olan
borcundan önde
gelir. Bir hıristiyan üzerindeki
müslümanların şahitlik etmeleri ile sabit
olan borç,
zımmilerin şahitlikleri ile sabit olan borçdan
önce gelir. Eğer iki alacaklının
şahitlikleride kafir ise
veya yalnız kafirin şahitleri kafir ise o zaman bir müslümanın
davası ile sabit olan borç, bir kafirin
davası ile
sabit olan borca takdim edilir. Ama
eğer her ikisinin de şahitleri müslüman veya yalnız
kafirin şahitleri
müslüman ise o zaman ikisi de eşittirler.
Nitekim Remlî'nin. Bahr üzerine yazmış
olduğu
hâşiyenin şehâdetler bahsinde de böyle denilmiştir.
«Hastalığındaki borcuna ilh..» Hastalığındaki borç:
Hastalığındaki veya hastalık hükmünde olan
halindeki ikrarı ile
sabit olan borcudur. Hastalık
hükmündeki hal: birisinin
savaşa giderken, veya
kısasen öldürülmek veya recmedilmek üzere
götürülürken ikrar etmesi halidir. T. Acemzâde'den.
«Sebebl bilinmediği takdirde ilh...» Ama eğer hastalığında, daha önceden olduğu açıkça
belli olan
bir borcu
ikrar etmesi suretiyle
bilinen bir borç ise aslında sıhhat borcudur. Çünkü onun varlığı
ikrarı olmadan da bilinmektedir. Malik olduğu veya istihlak ettiği bir malın bedelinin vacip olması
buna misaldir.
İşte bundan dolayı da bu borç, hükümde sıhhat halindeki
borç ile eşittir. Seyyid.
«Allah'a olan borcuna gelince ilh...»
Bu söz musannıfın «kullar tarafından» sözü ile dışta bırakılan
hükümdür. Bu
da zekât, keffâretler ve benzeri borçlardır.
Zelâî şöyle
demiştir: «Bu borçlar ölüm lle düşer. O halde varislerinin ödemeleri
gerekmez. Ancak
kişi bunların
ödenmelerini vasiyet ederse o zaman, eğer terikesi varsa varislerin bunları terikeden
ödemeleri gerekir. Yahutta varisler bunları teberru olarak öderler. Çünkü ibadetlerde
rükün.
mükellefin
niyeti ve fiildir. Bunlarda ölüm ile düşerler.
Bu durumda önceden vacip olan şeyin,
bâki
kalması düşünülemez.» Bu bahsin tamamı Zeylaî'dedir.
Ben derim ki: Bu gerekçenin
zâhiri şunu göstermektedir: Eğer varisler, ölen kişinin zekât ve
keffâret
borçlarını teberru olarak öderlerse.
borç onun üzerinden düşmez. Çünkü niyeti yoktur.
Ayrıca
varislerin fiilleri, izni olmadan. ölenin fiili yerine geçmez. Düşün.
«Geri kalan malının üçtebirinden ilh...» Yâni
geçen haklar ile kul borcundan arta kalanın üçte
birinden...
Zira kul borçları iIe Allah'a
olan borçlar bir araya
gelse, kul borçları öncelikle ödenir.
Çünkü Allah Teâlâ zengindir, biz ise fakiriz. Dürrü Müntekâ'da
da böyle denilmektedir.
«Bundan sonra
da... vasiyeti gelir.» Yâni terekenin
varisler arasında taksiminden önce vasiyeti
yerine getirilir.
Zeylaî şöyle demiştir: «Vârislerden önce, vasiyeti ödemek musâ leh'e varislere takdim etmek
manasına gelmez. Aksine musâ leh varislere ortaktır. Hatta musâ leh'e birşey verilse.
onun iki katı
veya daha fazlası varislere verilir. Demek
ki bu, hakikatte musa leh'i varislere takdim etmek
değildir. Ama
techiz ve borç bunun aksinedir. Zira varisler ile musâ leh
haklarını ancak techiz ve
borçtan arta
kalan maldan alırlar.
«Sahih olan
görüşe göre mutlak vasiyet olsa bile
ilh...» Seyyid ve diğerleri de böyle demişlerdir.
Ayrıca Seyyid şöyle der: «Şeyhu'l-İslâm Hâherzâde demiştir
ki: Eğer vasiyet ettiği,
muayyen bir şey
ise, o mirasdan önde gelir. Eğer mutlak ise; meselâ malının
üçte birini veya dörtte birini
vasiyet
ederse; o zaman bu vasiyet, miras manasında olur. Zira bu vasiyet terikede şâyidir. Bu durumda da
musâ leh
varislerden önde gelmeyip, onlara
ortak olur. Musâ lehin hakkının da. varisin hakkı gibi
terikede şâyi
olması buna delalet eder. Zira ölen kişinin malı vasiyetten sonra, artsa her ikisinin
hakkı da artar. Noksanlaştığı takdirde de her
ikisinin hakkı azalır. Nitekim ölenin malı vasiyet
zamanında bin
dirhem olsa ve daha sonra fazlalaşıp, taksimden önce ikibin
dirheme varsa musâ
leh ikibin
dirhemin üçte birini alır. Aksine,
malı ikibin dirhem olsa ve hiç kimsenin müdahalesi
olmadan, taksimden önce bin dirheme düşse, o zaman musâ leh bin
dirhemin üçtebirini alır.»
Ekmel'de şöyle
demiştir: «Doğrusu Şeyhu'l-İslâm
Hazerzâde'nin dediği olmalıdır. Çünkü takdim
ancak musâ lehin hakkın çıktığı suret ve manaya muteallik kılınmasıyla tasavvur
edilebilir. Musâ
lehin hakkı terikenin üçte birinden çıkınca varisin
hakkının, suretine taalluk etmesine mâni olur. O
zaman bu musâ
lehin hakkının varislerin hakkına
takdimi olur. Ama vasiyet mutlak
olduğu takdirde,
artık orada takdim
tasavvur olunamaz.
«İhtiyâr'da tercih edilen ise bunun hilâfınadır».
Yâni Şeyhü'l-İslâm'ın geçen kavlinden
tercih ettiği
görüşün...
İhtiyâr'ın ibaresi aynen şöyledir:
«Eğer vasiyet
edilen şey bir ayn ise, terikenin üçte
birinden sayılır ve infaz edilir. Şayet vasiyet üçte
bir ve dörtte
bir gibi bir cüzi şâyi ise, musâ lehû
varislere ortak olur; terikenin mal itibariyle
fazlalaşması ile onun hîssesi de artar. Noksanlaşması ile
de noksanlaşır. Musâ lehin payı
da varisin
payı, terikeden verildiği gibi verilir. Geçen âyete binâen musâ lehin hissesi, terikenin varisler
arasında taksimine takdim edilir.»
Bu meselenin
özeti şudur: Vasiyet,
ev ve elbise gibi bir ayn olursa, vârislerin hakkına takdim
edilmesinde ihtilaf yoktur.
Şöyle ki: Vasiyet terikenin üçte birinden
verildiği takdirde, terikeden
yalnız o
ayrılır. Varislerin onda hiç bir hakları da yoktur. Onun dışında kalan da, varisler arasında
taksim edilir. Ama
vasiyet mutlak olursa o zaman o vasiyetin terikede şâyi olmasına
ve terikenin
artması ile artmasına, azalması ile azalmasına bakan
kimse vasiyetin takdim edilmeyeceğini söyler.
Aksine musâ leh varislere ortaktır. Terike onun alacağı
kadarını kaplayacak olsa bile, hakkını
yalnız
başına alması mümkün değildir. Borç ve benzerleri ise
bunun aksinedir.
Mirasın taksiminin, ancak musâ lehin payı çıktıktan sonra, yapıldığına bakan ise vasiyetin mirasdan
önce geldiğini
söyler. Zira eğer evvela musâ
lehin hissesi ifraz edilmese ve varislerle ortak sayılsa
sanki onlardan, terekenin üçtebirine sahip birisi
gibi onlarla birlikte taksime girmesi
gerekir.
Bundan da
fâsid bir durum meydana gelir, şöyle ki: Kadın ölse ve geriye kocası ile anababa bir iki
kızkardeşi kalsa
ve Zeyd'e de malının üçtebirini vasiyet etmiş olsa; evvelâ
musâ bih olan üçtebir
çıkar, yani Zeyd
malın üçte birini alır. Sonra da geri kalan miktar,
yediye bölünür. Bunun üçü
kocasına dördü de anababa bir kızkardeşlerine
verilir. Eğer böyle taksim edilmese idi, (musâ
leh,
varislerle
birlikte olsaydı) terikenin dokuza
taksim edilmesi gerekir. O durumda da musâ leh iki,
kocası üç anababa bir kızkardeş de dört hisse
alacaktı. Bu durumda da musâ lehin hissesi
azalacaktı. İşte yukardaki «fasit bir durum» dediğimiz budur.
Bu ifadeye dikkatle
bakarsan, ulemâ arasındaki ihtilafın, lafzî olduğunu anlarsın.
Zira iki görüş
sahiplerinden
her biri, diğerinin söylediğini
kabul etmektedir. Aralarındakî
tartışma sadece musû
lehin hissesinin önce verilmesine takdim edilip, denilmeyeceği hususundadır. Zeylaî'nin geçen
sözleri, denilemeyeceğine delalet eder. İhtiyâr
sahibinin sözü de aynı şekilde,
denilemeyeceğine
delâlet eder. Zira o, Şeyhu'l-İslâm'ın «musâ leh vârislere ortaktır» sözüne uymuş daha sonra da,
musâ lehin
payının terikenin taksiminden önce
verileceğini söylemiştir. Demek ki
ihtiyar sahibi,
takdim ile
ortaklık arasını birleştirmiştir.
Kabule şayan olan bu tahkiki ganimet
bil. Tevfik
Allah'tandır.
«Ayette
ilh...» Yâni Allah Teâlâ'nın: «Yaptığı
vasiyetten veya borcundan arta kalanın...» sözünde...
«Çünkü vasiyetin yerine
getirilmeme endişesi vardır.» Zira vasiyet karşılıksızdır. Bu
da varislere zor
gelir ve vasiyetten hoşnut olmazlar. Ama borç bunun
aksinedir. Yahutta, âyette vasiyetin
önce
zikredilmesi vasiyetin,
hayır ve tâat olmasından dolayıdır. Borç ise genellikle, garantl altındadır.
Bundan dolayı Peygamber (s.a.v.) borçtan Allah'a sığınmıştır.
Vasiyetin
âyette borçtan evvel
zikredilmesinin üçüncü bir sebebi de onun hükümünün muhataplarca meçhul olmasındandır.
Borç
ise böyle
değildir. Bu bahsin tamamı Zemahşerî'den naklen Sekbu'l-Enhur'dadır.
«Beşinci olarak ilh...»
Techizden önce, başkasının hakkının taalluk ettiği bir aynın ödenmesi ile
başlaması itibarı ile beşinci.. Şu kadar var
ki; techizin terikeden olmadığı yukarda geçmişti. Bundan
murad ise terikeye taalluk eden haklardır. O halde bunlar dörttür.
«Kolan mal taksim edilir». Musannıf daha evvel dediğt gibi burada «takdim edilir» demedi. Zira
varisler
arasındaki taksim, hakların en sonuncusudur.
Dolayısıyle bunun, kendisinden önce geldiği
birşey
kalmadı.
«Yâni mirasları kitap ile sabit olan ilh...» Yâni
Kur'an ile... Bunlar da şu kişilerdir:
Anababa,
karıkoca. oğullar, kızlar, erkek kardeşler ve kız kardeşler.
«... Veya
sünnetle ilh...» ibareden anlaşıldığına göre, varislik sebeplerinin
üçünün de bir araya
gelmesi mümkündür.
Burada
sünnetten murad : Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den rivâyet edilendir. O da ister Hz. Peygamber'in
oğlun kızına,
anababa bir kızkardeşe, baba
bir kızkardeş ile öz kızına veya
anneanne olan nineye
miras vermesi
gibi fiili olsun, ister şârihin misal verdiği gibi Peygamber'in
sözü olsun farketmez.
Bu
Sekbu'l-Enhur'da ifade edilmiştir.
«Veya temâ ile
ilh...» Yâni ümmeti Muhammed'den olan
müctehidlerin görüşlerinin herhangi bir
asırda şerî bir hüküm üzerinde ittifak etmesidir.
Bazı âlimler de burada icmâdan muradın, bir
müctehidin sözü olduğunu söylemişlerdir. Buna göre
:
Kur'an
lafzının, Kur'an'dan herhangî bir
âyete itlak edilmesi gibi, burada da bütünün parça üzerine
itlak
olunmasıdır. Zira icmâ bu şekilde tarif edilirse
zev'I-erham gibi, varis olduğunda ihtilaf edileni
de kapsar. Bunu düşünmek lazım. Zira, icmâ böyle tarif edilirse müctehidlerin görüşlerinin ittifak
ettiği bir
mevzu, icmâ'ın dışına çıkar. Hem de bir varisin verâsetinde ihtilaf eden âlimin delil, ona
göre ya Kitap veya sünnettir. O zaman
tevile ihtiyaç kalmaz.
«Zira icmâ, dedeyi baba gibi kılmıştır. İlh...» Yâni icmâ; dedeyi baba gibi, nineyi anne gibi, oğlun
kızını öz kızı
gibi bababir erkek kardeşi
ana baba bir erkek kardeş gibi, bababir kız kardeşi de
anababa bir kızkardeş gibi kılmıştır. Sekbu'l-Enhur.
«Üç şeyden
biri ile ilh...» Yâni bu üç şeyden
herbiri ile mirasta hak sahibi olunur.
Ancak bu üç illetin
hepsinin veya bazılarının bir arada bulunmaları
gerekli değildir. O halde bu, üç sebepten ikisinin de
bulunması mirası
hak etmeye zıt değil. Bunun örneği şudur:
Birisinin, amcasının kızı olan veya
azadlısı olan hanımı ölse, kocası mirasının
yarısını kocalık ile geri kalanını da ya asabe olarak veya
velâ iIe alır.
Anla
«Sahih nikâh ilh...» İcmaâ göre zifaf ve halvet olmasa bile... Dürrü Müntekâ.
«Fasit bir nikâh
ile olmaz». Fasit nikâh; şahitlik gibi, sıhhat
şartlarından birisinin bulunmamasıdır.
Mut'a nikahı,
muvakkat nikah gibi muvakkat olanlarda
müddet bilinmese veya esah olan kavle
göre
uzun olsa bile
batıl nikah ile de miras hak edilmez. Nitekim bu.
nikah bahsinde geçti.
»...Ve
veladır». Yâni her iki nevi ile de, yâni
âzâd ile de muvâlât ile de...
M E T İ N
Terikede hak sahibi olanlar sırasıyla on sınıftır. Musannıf bunları, şu sözleri ile ifade etmiştir:
Terikenin taksimi şu sıraya göre yapılır:
1 - Farz
sahipleri. Yâni sehimleri takdir olunanlar. Bunlar da on ikidir.
Bunların üçü erkeklerden
yedisi kadınlardan olmak üzere; (Onu) nesep ikisi
de sebebiyet yoluyladır.
Onlar da, karı ve kocadır.
2 - Nesep yoluyla
olan asabeler, Buradaki
«elif-lâm» cins içindir. Dolayısıyla bunda tekil ile
çoğul
birdir.
Musannıf bunu (yukarıda geçen) «farz sahipleri ne uygun olsun diye
çoğul yapmıştır. Nesep
yoluyla olan asabelerin öne alınışı,
onların daha kuvvetli olmasındandır.
3 - Kadın bile
olsa âzâd edenler ki bunlar asabe-i sebebiyeyedir.
4 - Azâd edenin, erkek asabesi. Çünkü kadınların ancak kendi azâd ettiklerinde
velâ hakları vardır.
5 _ Neseb yoluyla farz sahibi olanlara (ashabı
feraiza) kendi hakları kadar red yapılır.
6 -
Zevi'l-Erhâm'a,
7 Mevlâ'l-Muvalât. Bunlar velâ kitabında geçmişti. Mevlâ'l-Muvâlât'a, karıkocadan birinin
hissesinden sonra kalan
verilir. Bunu Seyyid zikretmiştir.
8 - Nesebi sabit olmayıp, başkası üzerine ikrar olunan mukarrun leh. Eğer
mukarrun aleyhin tasdiki
ile veya mukarrin ikrârı gibi ikrâr
etmesiyle, yada başka bir erkeğin şahitliği ile sâbit
olursa, nesebi
hakikaten sabit olur. Böyle olursa mukir ikrarından dönse bile nesebi ikrar edilen
varislere
Mukarrun leh
Mukirin ikrarını rücûundan evvel tasdik
etse bile hüküm aynıdır.
Bu bahsin
tamamı Sirâciye şerhlerinde. özellikle Ruhu'ş-Şuruh'ta vardır.
Ben, bunu,
Ruhu'ş-Şuruh'a yazdığım talikte özetledim.
9 - Kendisine
terikenin üçte birinden fazlası vasiyet edilen musâ leh. Malının tamamını vasiyet etse
bile durum
aynıdır. Mukarrun lehin musâ lehden
önce miras almasının sebebi, mukarrun leh için bir
çeşit yakınlık
olmasıdır. Musâ leh ise böyle
değildir.
10 - Bu
sayılanlardan hiçbirisi bulunmazsa
ölünün terikesi miras olarak değil, müslümanlara fey
olarak hazineye
konulur.
İ Z A H
«Terikede hak sahibi olanlar sırasıyla on
sınıftır» Allâme Muhammed bin eş-Şıhne bunları, burada
zikredilen
tertip üzere, üstadlarımızın üstadı fakih İbrahim es-Saihânî'nin
şerhettiği ferâize ait
manzum eserinde
toplamış. Ve şöyle
demiştir: «Terike, farz sahiplerine (ashabı faraiza)
sonra
asabeye, sonra
köle azâd ederek cömertlikte bulunan mütika, sonra dede gibi onun asabesi olana
verilir. Sonra
nesep yoluyla olan ashabı feraiza red yapılır. Bunlardan sonra zevi'l-erhâm, sonra
başkası üzerine ikrarda bulunulan, sonra
kendisine terikenin üçte birinden fazlası vasiyet edilen
musâ leh, daha sonra da hazine gelir.»
İbnu Şıhne
şiirde geçen «mühmel» sözü ile nesebi sabit olmayıp,
nesebini başkasına yüklemekle
ikrar olunan
mukarrun lehi kasdetmiştir.
Ben derim ki: Mûtıkın asabesinin zikredildiği her
yerde, mevâlinin yani
mevtâ'l-muvâlâtın
asabesi'nin de zikredilmesi uygun olurdu. Çünkü ileride geleceği gibi mevâlî de mûtıktan sonra
miras alır. Bu durumda miras alan sınıfların sayısı
onbire çıkar.
BİR UYARI:
Şârihin,
burada «terike» kaydını koyması verasetîn malı
olan aynlarda câri olmasından
dolayıdır.
Haklara gelince: satılan
malın semen karşılığı hapsedilmesi ve
rehinin hapsedilmesi gibi miras olan
haklar vardır.
Şuf'a hakkı, şart muhayyerliği kazif hakkı olan
had ve evlendirme hakkı gibi
miras olmayan haklar
vardır.
Bu ve daha
sonra gelecek olan muhayyerlikler,
Bey' (alım satım) bahsine bakınız.
Meselâ bir küçüğün öz kardeşi ölse ve geride bir oğulu bir de
baba bir kardeşi kalsa, küçüğü
evlendirme
hakkı oğlunun değil bababir kardeşinindir.
Velâyetler, âriyetler ve
emânetler de mirâs olmazlar. Meselâ; ireti alan ölse vârisi onun yerine
mustair olamaz.
Bir şeyi vedia olarak alan kişi de aynı
şekildedir. Hibe'den rücû hakkı ve
velâ'da
miras olmazlar.
Meselâ mu'tık öldükten sonra geride iki oğlu kalsa ve
bunlardan birisi ölse; ölenin geride varis
olarak bir
oğlu kalsa velâyet hakkı olduğu gibi
mûtıkın sağ kalan oğluna aittir. Sonra bu oğlu da
ölüp geride
iki oğlu kalsa velâ hakkı, bu iki
oğulla, mûtıkın ilk ölen oğlunun oğlu
arasında üçe
taksim edilir. Böylece
velâ hakkının babalarından değil dedelerinden almış gibi
olurlar.
Alimler, kabul muhayyerliğinin
de miras olmayacağında icmâ halindedirler.
İcâre
bey'u'l-fuzûlî satıştaki vâde de miras
olmaz. (Ayıp muhayyerliği)nin miras olup olmayacağı ise
ihtilaflıdır.
Bazı âlimlerce miras olacağı
söylenmiştir. Dürer'de sadece bu görüş
verilmiştir.
Tahâvî'nin
şârihi de hıyaru'l-aybın miras olacağında icmâ olduğunu iddia etmektedir.
Bazı âlimler
ise hıyaru'l-aybın
vâris için, daha işin başında sâbit olduğunu söylemişlerdir.
Kısas konusu da
aynı şekilde ihtilaflıdır.
Hıyaru'r-ruye
(görme muhayyerliği) hususunda sahih olan görüş, onun miras olacağıdır.
Hıyaru't-tayin
ise varis için daha ilk anda sabit .olur. Meselâ bir kişi birisini seçmekte muhayyer
olmak şartıyla
iki köle alsa varis için seçme hakkının
ibtidâen sabit olacağında fakihler ittifak
etmişlerdir.
Hıyâru'l-vasıf (satın alınan malda olması şart koşulan vasıf muhayyerliği)
de Feth'de de denildiği
gibi fukahanın
icmaı ile vârise intikal eder. Bundan hıyaru't-tağririn (aldatılma
halindeki
muhayyerlik)
de miras olacağı anlaşılır. Çünkü
hıyaru't-tağrir vasfın fevtine benzer.
Allâme Makdisi
de buna
meyletmiştir. Tenvir sahibi ise bunun aksine
meyletmiştir. Ancak Tenvir sahibinin
manzum
olarak yazdığı
fıkıh kitabında birinci görüşe
meylettiği görülmektedir. Eşbâh'tan ve
Şeyhimiz,
Allâme Bâlî'nin Eşbâh üzerine şerhinden özetle...
«Yâni sehimleri
takdir olunanlar ilh...» Bunlar; yarımı dörttebir şeklinde bir, üçte iki, üçte bir altıda
birdir. Sirâc.
«Üçü erkeklerden ilh...» Bunlar; baba, dede ve
anabir erkek kardeştir. H.
«Yedisi kadınlardan
ilh...» Bunlar da; kız,
oğlunkızı, anababa bir kızkardeş, bababir kızkardeş,
annebir kızkardeş, anne ve ninedir. H.
«Dolayısıyla bunda tekil ile çoğul birdir.» Zira
bilinmektedir ki «elif lâm» bir kelimeye bitiştiğinde o
kelimedeki çoğulluk manasını iptal eder. Öyle
ki tekil gibi, her bir ferdi kapsar. Eğer birisi «nisa» :
«Kadınlar» kelimesini
«el-nısâ» olarak söyleyerek, «Allah'a yemin ederim ki kadınlarla
evlenmeyeceğim» diye yemin etse tek bir
kadınla evlendiği takdirde de yeminim
bozmuş olur. Eğer
«nisa» kelimesini
«elif-lâm»sız olarak söylerse,
ancak üç kadınla evlendiği takdirde yemini bozmuş
sayılır.
Yakûb.
«Musannıf
bunu, farz sahipleri, sözüne uygun
olsun diye çoğul yapmıştır.» Bu
mukadder bir
sorunun
cevabıdır ki, takdiri şöyledir: Müfred olarak «asabe»
denilseydi daha kısa olurdu. Nitekim
bunun
karşılığı olan, asabe-i sebebiye müfred olarak tabir edilmiştir.
Bu sualin
cevabı şudur: Musannıf, onda çoğul
manası olmasa bile, onunla yukarıdaki «farz
sahipleri» sözünü eşleştirmeği istediği için, onu
lafzen çoğul yapmıştır. şu do denilebilir:
Asabenin,
asabe binefsihi, asabe
bigayrihi ve asaba maagayrihi gibi, müteaddid nevileri olduğu
için çoğul
yapmıştır.
Nitekim bunun izahı ileride de gelecektir.
Yine denilebilir ki: Bu kelimedeki çoğul
manasını iptal
etmeye vesile olan şeyi nesep yoluyla
asabe olanın kölesini azad eden mutıktan
evvel miras
alması için, taaddüdünün şart
olmamasıdır. Aksine bir tek varis de
olsa yine mûtıktan
önce miras alır. Ama farz sahipleri bunun aksinedir. Çünkü onlardan tek başına asabeden
önce
miras alacak kimse
yoktur. Yâni asabe onunla birlikte miras alamaz. Zira, farz sahipleri içersinde
malın tamamını
farz olarak, tek başına alacak kimse yoktur. Başka
bir mana ile asabeden önce
miras alan olsa bile durum budur. Asabeye ancak
farz sahibi hissesini aldıktan sonra artan verilir.
Düşün.
«Nesep yoluyla olan asabelerin
öne alınışı onların daha kuvvetli
olmasındandır.» Bu söz «sonra»
kelimesinden anlaşılan takdimin illetidir.
Seyyid şöyle demiştir: Asabe-i nesebiye, asabe-i
sebebiyeden
daha kuvvetlidir. Bu hususta seni tatmin edecek illet şudur: Nesep cihetinden olan
ashab-ı
feraiz-e red yapılır. Ama karıkoca
gibi sebep yönüyle olan ashab-ı feraize red yapılmaz.
«Kadın bile olsa azâd edenler
ilh...» Burada evlâ olan; ihtiyarî
olanı da zarûrî olanı da kapsaması
için, Sirâclye'nin
dediği gibi «mevlâ'l-ıtâka» denilmesi idi. «İhtiyârî âzâd: Itâk âzâd»
kelimesi ile veya
onun bir dalı
olan «tedbir» ile âzâd etmesi yada mahrem olan bir akrabasını
satın olması ile onun
âzâd olmasıdır. Zarûrî âzâd ise : Kendisine mahrem olan bir akrabasının miras olarak eline
geçmesidir. Yakın akrabasını miras olarak alınca, o zarureten âzâd olur.
Burada murad
mevtâ'l-itakanın cinsidir. O zaman erkeği ve kadını kapsadığı gibi,
mûtıkın ve
babanın mûtıkı
gibi vasıta ile mûtık olanı da kapsar. Nitekim yakında gelecektir.
İbnu Kemâl'in
dediği gibi bu tabir herkesçe bilineni de, mukarru lehi de kapsar.
Herkesçe bilinen,
mukarrun leh
den evvel gelir. Mukarru lehin
miras almasının sıhhati için. mukarrin marûf bir
mevlâl-itakasının bulunmaması ve şer'in
tekzip edilmemiş olması
şarttır.
MÜHİM BİR UYARI:
Velânın
sûbûtunun şartı: Annesinin aslen hür olmamasıdır. Yâni
ne annede ne de aslında köleliğin
olmamasıdır. Eğer anne aslen hür ise babası âzâd
edilmiş bir köle bile olsa onun çocuğu
üzerinde
kimsenin velâ
hakkı yoktur. Bedai'de de böyle denilmektedir.
Azâdlı bir köle, aslı hür bir kadın ile evlense,
annenin hür asıllı oluşu ağır basacağı
için çocukları
üzerinde kimsenin velâ hakkı yoktur. Dürer'den ve diğer
kitaplardan naklen Sekbu'l-Enhur'da da
böyledir. Bu bahsin tamamı Sekbu'l-Enhur'dadır.
Bizim, velâ bahsinde söylediklerimizi
de hatırla.
Zira bu mesele çok hataya düşülen bir meseledir.
«... Ki, bu asabe-i sebebiyedir». Bu söz, asabesine değil, mûtıka hastır.
Halbuki aşlı böyle değildir.
Aksine asabe-i sebebiye, mûtık ile asabesinin hepsidir. Allâme
İbnu'l-Hanbelî'nin Sirâciye
Şerhi'nde
de böyledir. Binaenaleyh şarihin «asabeler»
faslında gelecek olan sözüde bu şekilde yorumlanır.
Seyyit'in sözünün bunun hilafını zannettirmesine, Yakup cevap vermiştir. Buna göre şarih,
musannıfın : «Sonra
erkek olan asabeleri gelir» sözünden sonra ikil zamiri ile «onlar asabe-i
sebebiyedir»
demesi uygun olurdu.
«Azâd edenin erkek asabesi ilh...» Yâni kendiliğinden asabe olarılar. O halde bu kesinlikle
erkeklerden olur. Mûtikın asabesinin, mevlâ'l-ıtakaya asabe binefsihi olması, ölen için asabe-i
sebebiye
olmasına ters düşmez. İbnu'I-Hanbelî'de
böyle der. Buna göre; âzâd edilen öldüğünde,
vâris olarak
efendisinin oğlu ile kızını bıraksa, miras yalnız efendisinin oğlunundur. Eğer aynı
kişi
efendisinin
kızı ile kızkardeşini bıraksa her ikisinin de mirastan hakkı yoktur.
«Çünkü ilh...»
Bu söz, musannıfın asabeyi
«erkek» kelimesi ile kayıtlamasının illetidir. Zira Seyyid
bu kaydın
gerekli olduğunu söylemiştir. Ancak
bu durumda mûtık sözü yakın olan mûtık ile, uzak
olan mûtıkın
mûtıkını da kapsar. ister kadın alsun ister erkek olsun
aynıdır. Ama mûtıktan murad;
ilk akla gelen yakın mûtık ise o zaman asabeyi «erkek» kelimesi ile kayıtlamaya ihtiyaç kalmaz.
Mûtıkın asabesinden
murad da erkeklerden ve kadınlardan olan asabe-i
sebebiyedir. Erkek köleyi
âzâd eden
mûtık ve cariyeyi âzâd eden mûtık gibi. Asabe-i nesebiyyede böyledir. Şu kadar var ki
ikincisinde asabebi'1-gayr ve asabe maa'l-gayr değil asabe binefsihi olması gerekir. Ve yukarda da
geçtiği gibi
sadece kesinlikle erkeklerden olur.Çünkü bu husustadaha önce gecen bir hadis vardır.
BİR UYARI:
Musannıfın
burada yalnız mûtıkı ve asabesini zikretmesi
ifade ediyor ki; eğer mûtıkın bir asabesi
olsa ona miras düşmez. Bunun izâhı şöyledir:
Bir kadın, bir köle âzâd etse sonra da kocası ile
kocasından olan oğlunu bırakarak ölse, daha sonra da âzâd
ettiği köle ölse kölenin mirası oğula
kalır, çünkü oğul ölen kadının asabesidir. Ama eğer oğul ölen annesinin azâd ettiği köleden önce
ölürse kocasına miras
düşmez. Çünkü koca, kadının asabesinin asabesidir.
Bir kişi, bir köle âzâd etse. sonra azatlı başka bir köleyi âzâd etse ve üçüncü olarak âzâd edilen
ölse de geride ilk âzâd
edenin asabesi kalsa o mirası
alır. Mû'tıkın asabesinin asabesi suretinde
olsa bile yine
aynıdır. Ancak mû'tıkın asabesinin asabesi olduğundan dolayı değil, birinci olarak
âzâd edilen köle, ölen kölenin velâsını çektiği içindir.
Çünkü bu durumda, ilk âzâd edilenin asabesi,
birinci azad edenin yerine kaim olur Zirâ hadis buna delâlet eder.
Biz bunu velâ
bahsinde Zahîre kitabının velâ bâbından
özetle. Takdim etmiştik. Hadis hakkında
söyleneceklerin
tamamı ileride gelecektir.
«...Red
yapılır.» Yâni asabeden zikredilenlerden birisi bulunduğu zaman, ashab-ı ferâizden artan
miras, neseb yoluyla olan, farz sahiplerine reddolunur.
Burada, «neseb yoluyla farz sahipleri», sözü
ile karıkoca gibi sebep yoluyla olan farz sahipleri hükmün dışına
çıkartılmıştır. Zira reddin sebebi
takdir edilen
pay
alındıktan sonra kalan yakınlıktır.
Evlilik yakınlığı ise hükmi olup,
hissenin
alınmasından sonra kalmaz. O halde sebebi
bulunmadığı için karıkocaya
red yapılmaz. Bunu Yakup
ifade
etmiştir. Bu bahis Eşbâh'tan naklen de. gelecektir. Velâ bahsinde, zamanımızda karıkocaya da
red yapıldığı
geçmişti. Bu bahsin tamamı inşaallahu Teâlâ gelecektir.
«Hakları kadar ilh...» Yâni sayı olarak değil nisbet olarak... Çünkü bazen onlara
red olarak verilen,
farz olarak
verilenden daha az olur. Meselâ anne-baba bir iki kızkardeş ile anne-bir bir kız-kardeşe
farz olarak
verilenden daha az red yapılır. Bazen
de bunlar eşit olur; anne-bir iki kızkar-deş ile anne
gibi. Bazan
anne bir kız kardeş ve nene de olduğu gibi, red olarak verilenden fazla olur.
Nispet şekli şöyledir: Terikenin yarısı farz olarak verilen kişiye, terikeden kalanın yarısı
da red
olarak
verilir.
Terikeden üçte bir verilen kimseye red yapılırken de, aynı şekilde üçte bir verilir. Meselâ kişi
öldüğünde
geriye vâris olarak anne. baba bir kızkardeş ile annesini bıraksa o zaman mesele altıdan
halledilir.
Altının yarısı olan üç ana-baba bir kızkardeşe, üçte biri
olan iki de anneye verilir. O zaman
hisselerin toplamı beş olur. Geriye bir kalır. O da payları nispetince, onlara red yapılır.
Anna-baba-bir
kızkardeşe geri kalan birin beşte üçü, anneye de beşte ikisi
verilir. Böylece red
meselesi de, beşe
rücû eder. Bunun izahı yerinde gelecektir.
«Zevi'l-Erhâm
ilh...» Yâni nesep cihetinden farz sahibi ve asabe olmadığında terikenin
taksimine
zevi'l-erhâm
ile başlanır. Bu durumda zevi'l-erhâm
terikenin tamamını alır. Vârislerden,
sadece
karı-kocadan biri kalmışsa onun hissesinden
kalanın tamamıda zevi'l-erhâm'a verilir. Çünkü karı
veya kocaya red yapılmaz.
«...
Mevle'l-Muvâlât ilh...» Ölenin zevn-erhâmdan
da varisi kalmadığı takdirde
mevlâ'l-muvâlât şöyle
olur: Bir kimse diğerine:
«Öldüğüm takdirde benim mevlâmsın ve
benim mirâsımı alırsın, cinayet
işlediğim takdirde de diyetimi verirsin» der. Velânın sahih olması içm bunu diyen kişinin arap
olmaması, arapların âzâd ettiklerinden olmaması
nesebe dayanan bir vârisinin bulunmaması, ve
hazine veya başka
bir mevlâ'l-muvâlatın onun akilesi olmaması
şarttır. Bu durumda
mevlâ'l-muvâlâtı kabul eden kimse onun
mirasını alır. Bunun aksi de olabilir. Ancak, aksinin
olabilmesi için, her iki taraftan da şart koşulması
ve şartların karşılıklı tahakkuku lâzımdır. Mevtâ
olan kimse onun yerine
diyet ödemedikçe, anlaşmadan dönebilir. Bu hüküm Hz. Ömer, Hz. Ali ve
birçok sahabenin görüşüdür. Mevlâ olanın asabesinde, mevlâ'l-itâkanın asabesinin tertibine göre
onun mirasını
alırlar. Bunu musannıf her ne kadar zikretmemişse de... Sâihanî, Manzûme şerhinde
söylemiştir. Biz de şartlarının tamamını ve
izahlarını velâ bahsinde zikrettik.
«Nesebi sâbit olmayıp, başkası üzerine ikrar olunan mukarrun leh,» Yâni mevlâ'l-muvâlât do
bulunmasa o
zaman nesebi başkası üzerine
ikrar olunan mukarrun leh gelir. O zaman da malın
hepsi ona
verilir. Karı-kocadan birisi bulunduğu
takdirde onun hissesinden arta kalan verilir.
«...Başkası üzerine ilh...» Yâni nesebini
kendinden ikrârı, başkasından olan nesebi de tazammun
eden.. de. Meselâ bir kişinin,
kardeşi olduğunu veya oğlunun oğlu olduğunu ikrâr etse o ikrar aynı
zamanda nesebin babanın veya oğlunun üzerine de yüklenmesini tazammun eder. Musannıf bu
sözüyle, nesebin başkası üzerine
yüklenmesini tazammun etmeyen durumdan kaçınmıştır. Meselâ
bir kışı nesebi meçhul olan birisinin kendi oğlu
olduğunu ikrâr etse, o ikrâr, nesebi meçhul olan
kişinin nesebinin sabit olmasını gerektirir. Eğer bu
ikrâr, mukirdeki hürriyet
akıl ve bulûğ gibi
ikrarın sıhhat şartlarını kapsıyor ve mukarrun leh
de onu tasdik ediyorsa oğlu olduğunu
iddia ettiği
kimse de yaş
itibariyle ona oğul olabilecek durumda
ise, nesebi meçhul olan o kişi nesebe
dayalı
olan varisleri
arasına girer. Hastanın sahih olan ve sahih olmayan
ikrârı hususundaki sözlerin
tamamı şartlarının beyanı ile birlikte hastanın ikrarı konusunda geçti. Yine biz bunu Mültekâ'nın
nazmu'l-teraizi üzerine yazdığım.
er-Rahîku'l-Mahtum Şerhi Kalâidi'd-Durru'l-Manzum
ismindeki
eserimde de yazdım.
Câmiu'l-Fusûleyn'in yirmi dokuzuncu
faslının sonundaki çok önemli meseleler
vardır, oraya müracaat
etmek gerekir.
«Nesebi sâbit olmayıp ilh...» Bu ikinci bir kayıttır.
Şârih bunun muhterizini de beyan
etmiştir.
Sirâciye'de
üçüncü bir kayıt daha vardır. O da Mukirrin ikrârı üzere ölmesidir. Zira
ikrârından
döndüğü
takdirde ikrârı hesaba katılmaz ve mukarrun leh de miras alamaz.
Bu sıfatlar
mukarrun lehte toplandığı takdirde. bize göre zikredilen sırada vâris
olur. Çünkü mukir
iki şeye ikrâr
etmiştir; birisi nesep, diğeri ise miras sebebiyle malda hak sahibi olmasıdır. Şu kadar
var ki nesebi
ikrârı bâtıldır. Çünkü bu mukarrun lehin nesebini başkasına
yüklemektedir. Başkası
aleyhindeki
ikrar ise bir iddiâdır, dinlenmez. Mal ile ikrârı ise sahih olarak kalır. Çünkü mukarrun
lehin bilinen
bir vârisi olmadığı takdirde bu ikrâr başkasına
geçmez. Yâni bu ikrar manen vasiyet
olur. Bundan
dolayı da ondan dönmek caizdir. Bu miras
mukarrun lehin ne ferilerine (çocuklarına)
ne de aslına (atalarına) intikâl eder.
«Mukarrun
aleyhin onu tasdiki ile ilh...» Yâni
mukarrin babası: «Evet o, benim oğlum ve senin
kardeşindir» derse veya
vârisler ikrâr ehlinden olupta mukirri tasdik etseler yine aynıdır.
Ruhu'ş-Şurûh'tan... Burada «varislerden»
maksat, mukirrin vârisleridir. Yâni mukirrin çocuklarının
«Evet, o
amcamızdır» demeleridir. T,
«...Veya
mukirrin ikrârı gibi ikrâr etmesiyle ilh...» Yâni mukirrin ikrârını bilmeden, «o. benim
oğlumdur»
demesiyle... Zira eğer bilmiş olursa o zaman onun ikrarı mukirrin ikrârını
tasdik olur.
Zâhir olan
şudur: Kişi nesebini kendi üzerine yüklerse, başka birisi ikrâr etmese bile ondan ve
başkasından da kasden miras alır. Bunu T.
ifade etmiştir.
«Veya başka
bir erkeğin şehadet etmesiyle ilh...» Yâni mukirrin ikrarı ile birlikte başka bir kişi de
şahitlik etse. Şârih, hastanın ikrârı konusunda
«başkası hakkındaki ikrâr,
ancak burhanla sahih
olur. iki kişinin ikrârı da bundandır» demiştir.
Bundan anlaşılan şudur: Bu ikrarda şehâdet lafzı
gerekli değildir ve hastanın ikrarı vârisin ikrârı ile birlikte sahihtir.
Muris ikrâr etmese bile böyledir.
«Mukir ikrârından dönse bile ilh...» Ruhu'ş-Şuruh'ta şöyle denilmiştir: «Bilinmelidir ki; mukarrin
ikrârı ile birlikte başka bir kişi de şahitlik etse, veya
mukarrun aleyh yada varisleri ikrara ehil olup
da onu tasdik
etseler, o zaman mûkirrin ölümüne kadar ikrârı üzere ısrar etmesi şart
değildir.
Dolayısıyla ikrarından dönmesinin bir faydası
yoktur. Çünkü o zaman nesep sâbit
olmuştur.»
Sekbu'l-Enhur'da
: «Mukirrin ikrârından dönmesi sahihtir,
çünkü ikrar manen bir vasiyettir.
Dolayısıyla mukarrun leh onun terekesinden birşey alamaz» denilmektedir.
Sirâciye'nin
Minhâc adlı şerhinde de şöyle
denilmiştir: «Mukirrin ikrardan dönmesi, rücûundan
evvel mukarrun aleyhin onun ikrârını tasdik
etmediği veya onun ikrârı ikrârda bulunmadığı
takdirde
sahihtir. ilh...»
Buna göre,
Minah'ın Sîrâciye'nin bazı
şerhlerinden naklettiği «Bu rücûun sahih olması, mukarrun
leh tasdik etmediği takdirdedir.» sözünün doğrusu, «mukarrun aleyh tasdik
etmediği takdirde»
şeklinde olmalıdır. Nitekim ben bunu elimdeki
nüshada, âlimlerden birisinin el yazısı ile düzeltilmiş
olarak gördüm.
«Mukarrun leh
mukirrin ikrârını rücûundan evvel tasdik etse bile
ilh...» Bu cümle hiç olmasaydı
daha doğru
olurdu: Şârihin bunu yazmasına sebep. Minah'ın geçen
ibaresidir. Halbuki onun
ibaresinde
doğru olan şekli ben de gördün. Çünkü mukarrun lehin ikrarı nesebi olarak ispat etmez.
Çünkü nesebin
sübutu ile o menfaatlenecektir. dolayısıyla o itham altındadır.
Mûkirrin ikrarı ile
sabit olmayan
nesep, itham altında olan mukarrun lehin tasdiki ile nasıl sabit olur?
Binaenaleyh
Ruhu'ş-Şuruh
ve diğer kitaplardaki ifade nesebin mukarrun lehin değil, mukarrun aleyhin tasdiki ile
sabit olmasına delâlet eder. Bu hususta geniş
bilgi «hastanın ikrarı» bâbından öğrenilebilir. Oraya
müracaat et.
«Kendisine
terikenin... vasiyet edilen ilh...»
Yâni adı geçen varislerden hiç birisi olmadığı zaman,
malının
hepsinden musâ lehin hakkı verilmeye başlanır ve vasiyetin tamamı ödenir. Çünkü musa
lehin
terikenin üçtebirinden fazlasını almasına
engel varislerdir. Varislerden hiçkimse
bulunmayınca bize göre. ona vasiyet edilenin
tamamı verilir. Seyyid.
Aşikardır ki; burada maksat musâ lehin üçte
birden fazlasını, varislerin icazetine bağlı olmadan
istihkâk yoluyla almasıdır.
Demekki: «Üçte birden fazlasını alabilmesi için,
varislerin olmaması şart
değildir. zira
«onlar icâzet verirlerse üçtebirden fazlasını yine alabilirler» şeklinde
bir itiraz varid
olmaz.
«...Bir çeşit yakınlık
olmasıdır.» Doğrusu, Seyyid'in
: «onun için bir çeşit yakınlık vardır»
sözüdür.
«Bu
sayılanlardan hiçbirisi bulunmazsa
terike... hazineye konulur» Yâni üçte
birden fazlası vasiyet
edilen musâ leh de olmazsa, terikenin tamamı
hazineye konulur. Terikenin üçte
birinden fazla ama
tamamından azı
vasiyet edilmiş olan musâ leh varsa,
ondan arta kalanda hazineye
konulur. Şârih
burada «takdim
edilir» değil de «konulur» dedi, çünkü beytü'l-mâlden sonra başka birşey yoktur.
«Miras olarak değil ilh...» Bu söz Şafiîlerin
görüşünü nehyetmektedir. Zira Şafiîlerin
dediklerine şu
itiraz vârid
olûr: Kimsesiz ölen kişinin malı eğer hazineye miras olarak intikal
ederse, özel bir varisi
olmadığı
takdirde, malının üçte birini fakirlere vasiyet etmesi sahih olmaz. Çünkü bu varise vasiyet
sayılır. Bu
durumda da diğer varislerin icâzetine
tevakkuf eder. Ayrıca o maldan, mal sahibi
öldükten sonra
doğan çocuğa ve babası ile birlikte çocuğuna da verilir. Eğer miras
olsaydı bu
sahih olmazdı.
Şu kadar var ki Şafii mezhebinin muteahhir fakihleri, hazine muntazam olmadığı
takdirde bunun
reddine fetvâ vermişlerdir.
METİN
Metindeki
ibareye göre mirasın mânileri dörttür.
Bunlar:
1 - Kölelik: Mükâtep gibi nakış bile olsa kölelik irse manîdir. Ebû Hanife ve Mâlik'e göre
şahsın
yarısı köle olsa bile
yine aynıdır. İmameyne göre ise bir kısmı azâd edilen köle
hürdür. Dolayısıyla
miras alır ve hacbeder. İmam Şafiî ise, bir kısmı âzâd edilen kölenin miras alamayacağını
ama
kendisine mirasçı olunacağını söylemiştir. Ahmed
bin Hanbel ise, bir kısmı âzâd edilen kölenin
miras alacağını, malının miras olacağını ve
hür olduğu kadarıyla da hacb edeceğini
söyler.
Ben derim ki: Şafiînin zikrettiği bir meseleye göre halis köle olduğu halde
öldüğü takdirde ondan
miras alınır. Bu meselenin sureti şöyledir:
Müste'men
birisi, Darü'l-islâm'da yaralansa ve yaralı
olduğu halde darül-harbe iltihâk edip, orada
köle olsa ve o yara
nedeniyle köle olarak ölse. diyeti
varislerine verilir.
Bu hususta
bizim imamlarımızdan bir nakli görmedim. O halde araştırılsın.
2 - Kısası
veya keffareti gerektiren kati: Daha
önce geçtiği üzere. kısas ve keffaret babalık hürmeti
ile düşseler bile mirasa manidir.
Şafiîye göre
ise kâtil mutlak olarak miras alamaz.
Eğer kâtil, maktulden evvel ölürse
imamların
icmâı ile maktul ondan miras alır.
3 - İslâm ve
küfür şeklindeki din ayrılığı: İmam Ahmed:
«Kafir, terikenin taksiminden evvel
müslüman
olduğu takdirde varis olur.» demiştir.
Mürtede gelince; bize göre ona mirasçı olunur.
Şafiî ise buna, muhalefet etmiştir.
Ben derim ki: Şafiîler,
kafire mirasçı olunan bir mesele zikretmişlerdir. O meselenin
sureti şudur:
Kâfir, geride
hâmile olan hanımını bırakarak
ölse, ve biz anasının karnındaki cenine düşen mirası
durdursak,
sonra da kadın müslüman olsa ve çocuğunu doğursa, çocuk o mala varis olur.
Ben bu hususta
bizim imamlarımızın ise sarih birşey söylediklerini
görmedim.
4 - Bize göre
kâfirler arasındaki, ülkelerin
farklılığıdır: Şafiî buna da muhalefet etmiştir.
Bu ülkeler ister harbi ve zımmi gibi hakikaten muhtelif olsun, isterse müstemen ve zımmî veya bir
Çin'li ve bir
Hint'li gibi ayrı ayrı ülkelerden olan iki harbî gibi hükmen olsun hüküm
aynıdır. Çünkü
aralarındaki dokunulmazlık kesilmiştir. Ama müslümanlar böyle değillerdir.
Metinde Çinli
yerine Türk vardır. Metinler yazıldığında
henüz Türkler müslüman olmadıkları için.
Türk misal
verilmiştir. Yanlış değerlendirilmemesi
için kelimeyi değiştirdik. (Redaktör)
Ben derim ki: Mirâsa mani
alan hallerden bir diğeri de suda boğulanlar, yananlar, binaların
yıkıntıları altında kalanlar ve savaşta ölenlerde olduğu gibi, ölüm tarihinin bilinmemesidir. Nitekim
bu ileride de
gelecektir.
Yine mirâsa mâni olan diğer bir hal daha vardır ki o da varisin bilinmemesidir. Bu da beş
veya daha
fazla meselede söz konusudur. Bunlar Müctebâ'da tafsilatlı
olarak zikredilmişlerdir. Şu mesele de
vârisin meçhul
olduğu hallerdendir: Kadın. kendi çocuğu ile birlikte, başka bir çocuk emzirse ve
ölse, sonra hangisinin kadının çocuğu olduğu bilinmese
bunların ikisi de miras alamazlar.
Aynı şekilde süt annenin yanında bir müslümanın çocuğu
ile bir hıristiyanın çocuğu karışsalar ve
müslüman olarak
büyüseler ikisi de babalarından miras alamazlar.
Minye'de buna şu da ilâve edilmiştir: «Şu
kadar var ki, bunların ikisi anlaşırlarsa
her ikisi de
babalarından
miras alırlar ve aralarında taksim
ederler.»
İ Z A H
«Mânileri ilh...» Mâni lûgatta «hail» (perde) manasınadır.
Istılahta ise; sebebi mevcut olduktan
sonra, şahıstaki bir manadan dolayı hükmün nefyedilmesine sebep olan şeydir. Buna «mahrum» de
denilir. Şahsın dışındaki bir manadan dolayı hükmün yok
olması bu tarifin dışında kalmıştır. Zira o
mahcûbdur.
Veya, yabancı gibi, sebebin kâim olmaması da bu tariften
çıkar.
Buradaki manîden
murad vâris kılmaktan değil varis olmaktan men eden şeydir. Din ayrılığı gibi
bazı maniler her ikisine de mâni olsada maksat budur. Nitekim bunu Rahiku'l-Mahtûm'da beyan
ettim.
«Metindeki
ibareye
göre ilh...» Çünkü fukahadan bazıları bu dörtmâniye, başkalarını da ilâve
etmişlerdir.
Nitekim şârih de ileride zikredecektir.
«Mükâtep gibi
ilh...» Mükâtebin köleliğinin tam olup mülkiyetinin noksan olduğu
açıklanmıştı.
Burada doğru
olan, «müdebber ve ümmü'l-veled gibi» demesiydi. H. Şöyle de
denilebilir: Mükâtebin
köleliğinin kâmil olması,
müdebber ve ümmü'l-velede nispetledir. Bundan dolayı da mükâtebi
keffâret olarak
âzâd etmek caizdir. Mükâtep, kazancına da
mâliktir. Ümmü'l-veled ile müdebber ise
kazandıklarına mâlik değildirler.
Fakat
mükâtebin köleliği «halis köleye» nispetle noksandır. Çünkü müdebber ve ümmü'l-veled gibi
onda da,
hürriyet sebebi akdolunmuştur.
«Şahsın yarısı
köle olsa bile ilh...» O, bir kısmı âzâd edilmiş, geri kalanını da kölelikten kurtarmak
için çalışan kişidir. Böyle birisi İmamı Azâm'a
göre: tam olarak hürriyetine
kavuşmak için bir
dirhem de
borcu kalsa köle menzilesindedir.
İmameyn ise
onun hür olduğunu söyleyerek «o hürdür
ve borçludur dolayısıyla miras da
alır hacb
de eder» demişlerdir.
Bu ihtilafın
sebebi şudur: İmam'a göre âzâd, bölünme kabul eder. İmameyne göre ise etmez.
«İmam şafiî ise;
bir kısmı azad edilen köle miras almaz
ama ondan miras alınır demiştir.» Bazı
âlimler tarafından ise: «Şafiî'den naklolunan :
Onun ne miras
alacağı ne de kendisinden miras alınacağıdır»
denilmiştir. Şafiî kitaplarına müracaat
edilsin.
«...Ondan miras alınır.»
Yâni yaralamanın, evveline
istinad etme yoluyla... T.
«Ve yara
nedeniyle ilh...» Yâni, köle olmadan
önce ona isabet eden yaralanma
sebebiyle ölse ilh... T.
«Diyeti varislerine verilir ilh...» Yâni yaralanma vaktine bakılırsa diyeti varislerinin olur.
...Zira o yara
nedeniyle,
köle olmadan önce ölseydi onun mirası
varislerinin olurdu. öyle ise köle olduktan sonra
da mirası onlarındır. Çünkü ölüm sebebi köle olmadan evvel meydana
gelmişti. T.
«Bu hususta
bizim İmamlarımızdan bir nakil görmedim». Ama onlar birçok meselede
yaralanma
vaktine itibar
etmişlerdir. Buna göre bu bahsin de,
o meselelerden olması. mümkündür. Böyle bir
kölenin
ölümünün, efendisinin mülkiyetinde
iken vâki olduğunu söylemek de mümkündür. O
takdirde de
diyeti efendisinin olur. T.
Ben derim ki: Benim anladığım şudur: Cânî yani köleyi yaralayan
kimseye, bize göre, birşey
gerekmez. Zira müstemen bahsinde geçtiği üzere;
müstemen dârü'l-harbe döndüğü zaman,
dârü'l-İslâmda bir vedlû veya alacağı kalsa
sonra da esir edilse veya
dâru'l-harb halk mağlup ediIip
müstemen esir alınsa yada öldürülse, alacağı düşer, kendisinden gaspedilen
malı da vediası gibi
olur.
Ortağının yanında kalan veya ülkemizdeki
evinde kalan ise, fey olur. Harbîler mağlup
edilmeden
öldürülse veya ölse, o zaman
darü'l-îslâm'daki alacakları
ve
vediası vârisinin olur.
Çünkü onun
kendisi ganimet olmamıştır.
Onun diyeti cânînin üzerine olmadığı bilinmektedir.
O halde onun dâru'1-harbe dönüşü ve
köle
olması ile, o diyet düşer. O zaman diyet varislerinin de efendisinin de olmaz.
Çünkü cinayet
meydana geldiği zaman henüz efendisinin mülkiyetinde değildi. Zira efendisi onu
köle edindiği
zaman o yaralı idi. Bundan dolayı da
efendisi cânîden birşey talep etme hakkına sahip
değildir.
«Kısası veya
keffareti gerektiren ilh...» Bunlardan
birincisi, amden öldürmektedir. O da maktulü
kesici bir alet veya organları parçalamada onun yerine
geçen birşey ile, kasden vurarak
öldürmektir.
İkincisi ise üç kısımdır:
Bunlar: Şibh-i amd. Sopa gibi, çoğunlukla öldürmeyen
birşey ile, ölümünü
kasdederek vurmaktır, hatâen öldürmektir: Bir ara silah atıp bir insana
isabet edip öldürmesi gibi
olan öldürme
veya uykudaki bir kimsenin bir şahıs üzerine yuvarlanarak onu
öldürmesi yada bir
kişinin üzerine
damdan düşerek öldürmesi gibidir. Amden öldürmenin
yerine geçer. Demekki
sebebiyet vererek öldürmek bu hükmün haricindedir.
Zira sebep olarak öldürmek kısas ve keffareti
icap ettirmez.
Meselâ birisi yola
balkon çıkarsa veya kuyu kazsa yada bir taş koysa ve bu yüzden de
mûrisi ölse, yahut
bir hayvanı sürse veya çekse de, o hayvan
mûrisini çiğnese, mûrisini kısasen
veya recmen yahutda kendisini müdafaa etmek için
öldürse, mûrisini kendi evinde
öldürülmüş
olarak bulsa, kendisi
âdil bir hükümdar murisi de bâğî
olsa ve onu öldürse, eğer «ben onu haklı
olduğum halde
öldürdüm ve şu onda da haklıyım» dese
öldüren mirasçı olur.
Çocuğun ve
delinin, bizzat kendilerinin
öldürmeleri de mirasa mani değildir. Çünkü bunların
öldürülmeleri
ne kısası ne de keffareti
gerektirir. Bu bahsin tamamı Sekbu'l-Enhûr ve diğer
kitaplardadır. Havî'l-Zâhidi'de de remizli olarak şöyle denilmiştir: «Koca, zinadan dolayı karısını
veya kadın mahremlerinden bir akrabasını
öldürse, bize göre ondan miras alır,
Şâfii ise aksi
görüştedir.
Yâni zinanın tahakkuku ile.. Ama
memleketimizde köylerdeki çiftçiler arasında olduğu
gibi yalnız zina ithamı ile öldürürse vâris olamaz.
Bunu bil. Remlî.
Burada :
Keffâretin «gerektiren» sözü ile kayıtlanması, çoğunlukla vaki olduğu sözü keffâretin
müstehap
olduğu, öldürmede de hüküm aynıdır.
Meselâ, bir adam bir kadını dövse ve
kadın ölü bir
cenin düşürse, adam onun gurresini verir, ayrıca keffâret ödemesi de müstehaptır. Bu durumdaki
adam keffâret
müstehap olduğu halde ceninin mirasından mahrum olur.
Daha önce geçtiği üzere ilh...» Yâni cinayetler kitabından...
Şafîîye göre
katil mutlak olarak ilh...» Yani ister haklı olsun ister haksız,
ister mübaşereten
öldürsün,
ister olmasın... Katle Şehâdet ile veya katle şahitlik edeni tezkiye ile de olsa hüküm
aynıdır.
«Eğer kâtil maktûlden evvel ölürse ilh...» Yâni yatağa
düşecek şeklide yaralasa ve katil ondan
evvel
ölse maktul icmâ ile ondan miras alır.
«İslâm ve
küfür şeklindeki ilh...» Musannıfın, «İslâm ve küfür» ile kayıtlamasının sebebi şudur: Bize
göre. dinleri
değişik bile olsa kafirler kendi aralarında birbirlerinden miras alırlar.
Zira küfrün hepsi
bir millettir.
«Mürtede
gelince: Bize göre ona mirasçı olunur». Yâni müslüman iken kazandığına
mirascı olunur.
Mürted iken
kazandığı ise müslümanlar için feydir. İmameyne göre
ise, mürted iken kazandığıda,
mürted kadının
kazandığı gibi, müslüman varisinindir.
«Ama Şafiî buna muhalefet etmiştir. » İmam
Şafiî, mürtedin her iki kazancının da, hazineye
konulacağını söylemiştir.
«... Sonra da kadın müslüman olsa ilh...» Yâni
kocasının ölümünden sonra... Ama eğer
kocasının
ölümünden evvel müslüman olursa, zahir olan ceninin
varis olmayacağıdır. Bu konuda ihtilaf
yoktur. Çünkü
o, annesinin bir parçasıdır ve mûrisi öldüğü zaman müslümandır. Doğum anında da
annesine tebaen müslümandır. Bu mesele bir fetvâ vakıasıdır.
«Ben bu
hususta bizim İmamlarımızın ise sarih
birşey söylediklerini görmedim» Ben derim ki:
Şârihin bunu
«sarih olarak» sözüyle kayıtlamasına
sebep: İmamların sözlerinin açık bir
delâletle
ceninin miras alacağına
delâlet edişidir, İmamların : «Ceninin mirası» sözleri, bu kabildendir.
Çünkü onlar
mirası haml olduğu halde, cenine izafe etmişlerdir. Onların,
ceninin canlı olarak
çıkmasını şart koşmaları ise, mûhsi öldüğü
zaman, onun varlığının tahakkuku
içindir. Bundan
dolayı da bize: «Malik olan bir cansız
vardır, o da nutfedir» denilmektedir.
Zâhiriye'den
naklen Hamevî hâşiyesinde şöyle
denilmiştir: «Cenin anneden ölü olarak çıktığı
zaman: Kendi kendine çıkmışsa varis olamaz. Ama eğer annesinden bir müdahale ile
ayrılırsa o
zaman varisler
cümlesinden olur. Bunun izahı
şöyledir:
Bir kişi bir kadının karnına vursa ve kadın
ölü bir cenin
düşürse bu cenin varis olur. Çünkü şâri canlı
üzerinde işlenen cinayette
tazminatı
vacip kıldığı
gibi kadının kamına vuran kişiye de
gurreyi vâcip kılmıştır.
Buna cinayette
hükmettiğimize göre ölü olarak
düşen cenine miras düşer ve ona düşen mirasda
varislerine
miras olur. Nitekim nefsinin bedeli olan gurrede miras olur.
Ben derim ki: Fakihler hamli, anasından
ayrılmadan önce cenin olduğu halde hem
varis hem de
muris kılmışlardır. Murisinin ölümü anında cenin müslüman
değildi. O halde mirasta hak sahibi
olduğunda mânî
mevcut değildi. Mâni, istihkâktan
sonra ortaya çıktı. Buna göre;
ceninin durumu,
kâfir olan
mûrisî öldükten sonra müslüman olana benzer. Zira hakikatte
ceninin miras alması,
müslümanın
kâfirden miras alması değil, kâfirin kafirden miras
almasıdır. Bize göre. mürted
meselesinde, müslümanın kâfirden miras alması tasavvur
edilir.
«Bize göre kafirler arasındaki ülkelerin
farklılığıdır». iki ülkenin farklılığı hem askeri yönden
hem
de. otorite
farklılığı yönündendir. Şöyleki: Liderlerden birisi Hindistan'da olup, kendisinin
bir ülkesi
ve ülkesini
koruyan askeri olsa diğeri de Türkistan'da olup, bir ülkesi ve ülkesini koruyan askeri
bulunsa, saldırmazlık
kesilse de bunlardan her
biri diğerinin katlini helâl kılsa.
o zaman bu ülkeler
farklıdırlar.
Ülkelerin farklılığı sebebiyle aralarındaki
verâset kesilir. Çünkü verâset
dokunmazlık ve velâyet
üzerine bina
edilir. Ama düşmanlarına karşı kendi aralarında yardımlaşıp, birbirlerine
destek
olurlarsa o zaman ülke bir olup, verâset sabit olur.
Sonra
bilinmelidir ki; ihtilaf: Ya, harbi ile zımmî ve geçen manaya göre iki ayrı ülkede yaşayan iki
harbi gibi
hakikaten ve hükmen, yada bizim
ülkemizdeki müstemen ve zımmî gibi
sadece hükmen
olur. Zira ülke
hakikatte bir olsa bile hükmen muhteliftir. Çünkü müstemen hükmen darü'l-harp
halkındandır,
zira oraya dönme imkânına sahiptir.
Yahutta ülkemizdeki bir müstemen ve
daru'l-harpteki bir harbi gibi sadece hakikaten
muhtelif olur. Zira ülke hakikaten muhtelif olsa bile,
senin müstemen
hükmen dûru'l-harp vatandaşıdır. O halde
her ikisi de hükmen birdirler. Bu
sonuncusunda,
müstemen bizim ülkemizde öldüğü takdirde malı harbi olan varisi'ne verilir. Çünkü
malındaki emân, onun hakkından dolayı bâkidir. Onun hakkından dolayı malı varisine ulaştırılır.
Kitapların
çoğunda böyle denilmektedir. Bu durumda onun
emân hükmünün devamı, malının
hazineye devredilmesine mâni olur. Siraciye'ye, musannıfı tarafından yazılan şerhte buna muhalefet
edilmlştlr. Bu
muhalefete Durru'I-Mültekâ ve
Sekbu'l-Enhûr'da dikkat çekilmiştir.
Ben derim ki: Bununla anlaşılmış oldu ki: Mirasa mâni
olan, ülke ihtilafı, sadece hakikaten muhtelif
olması değil, ister hakikaten muhtelif olsun ister
olmasın, hükmen muhtelif olmalarıdır. Bu da
Zeylaî'nin dediğidir. Zeylaî şöyle
demektedir: «Mirasta müessir olan mâni, ülkelerin hükmen
muhtelif
olmasıdır. Şayet hükmen muhtelif olmayıp hakikaten muhtelif olsa ona itibar edilmez.»
«... Hakikaten İlh...» Yâni bildiğin gibi aynı zamanda hükmen de muhtelif ise...
«Harbi ve
zımmî gibi ilh...» Yâni harbi
darü'l-harpte öldüğü takdirde, onun
bizim ülkemizde zımmî
bir varisi
olsa, veya ülkemizde bir zımmî ölse ve onun dârû'l-harpte bir varisi olsa, bunlardan biri
diğerinden
miras alamaz. Zira zımmî ve harbi aynı dinden olsalar bile ülkeler hem hakikaten hem de
hükmen
muhteliftirler.
«Veya hükmen
ilh...» Yâni sadece hükmen...
«İki harbi gibi ilh...» Sirâciye'de de böyledir.
Orada şunlar do yer almıştır: O daha öncede
söylediğimiz gibi, hakikaten ve hükmen ülkelerin
ihtilafındandır. Ancak her iki harbinin de
hakiketen iki ayrı ülkeden olduklarına hamledilmesi
müstesnâ. Ama ikisi de bizim ülkemizde
müstemendirler. Dolayısıyla
ikisi de hakikaten tek ülkeden. hükmen ise iki ayrı ülkedendirler.
Bu yorumu da sârihin «iki ülkede» değilde, «iki ülkeden»
ifadesi teyid etmektedir.
Şârih için evlâ olan, «iki harbî» yerine «iki müstemen» demesiydi. Zannediyorum
Şârih bu
evleviyyeti
bunun her iki ihtilafa da misal olabileceğine işaret etmek için terketmiştir. Bunu Seyyid
ifade etmiştir
ve bu bahsin tamamı oradadır.
Müslümanlar
böyle değillerdir» Yâni ülke ihtilafı,
müslümanlar hakkında geçerli değildir.
Nitekim bütün
şerhlerde de böyledir. Hatta müslüman bir tacir veya
müslüman bir esir dârü'l-harpte
ölse, onun
darû'l-islâm'daki varisleri ondan miras alırlar. Sekbû'l-Enhûr'da
da böyle denilmektedir.
ibnu'l-Hanbeli'nin Siraciye şerhinde
şöyle denilmiştir: İtabî'nin: «Bir kimse
müslüman olsa fakat,
bizim ülkemize hicret etmese, memleketimizdeki
aslî bir müslümandan miras alamaz. Aslî bir
müslüman da ister müstemen olsun ister olmasın
darû'l-harpte müslüman olup ülkemize
hicret
etmeyenden
miras alamaz.» sözlerine gelince, bu sözlere âlimlerimizden biri
şu sözleri ile
reddetmiştir.
«Bana öyle geliyorki İtâbî'nin bu görüşü, islamın başlangıcı yani hicretin farz olduğu
zamanla ilgilidir. Nitekim Allah Teâlâ hicret eden ile etmeyen arasındaki velâyeti
şu ayetle
nefyetmiştir. «...İnanıp hicret etmeyenlere, hicret edinceye kadar sizin dostluğunuz
yoktur.»
Hicret eden ile
etmeyen arasında velayet bulunmayınca, varislik de bulunmaz.
Çünkü miras
velâyete bağlıdır. Günümüzde ise bunların birbirlerine varis olmaları uygundur.
Çünkü
Resûlullah'ın
«Fetihten sonra hicret yoktur»
hadisi ile hicretin hükmü neshedilmiştir.
«İleri de de geleceği
gibi ilh...» Yâni «yananlar ve boğulanlar» faslında...
«Beş veya daha fazla meselededir.» Şârih «veya
daha fazla» sözünü. Müctebâ'ya uyarak, varisin
mechuliyetinin
beş meselede hasredilmeyeceğine
işaret etmek için eklemiştir. Çünkü
beş mesele
dışında. daha
başkalarının da eklenmesi
mümkündür. Düşün.
Şârih, bu meselelerden
ikisini zikretmiştir. Üçüncüsü
şudur: Bir kişi çocuğunu gece cami
avlusuna
bıraksa ve
sabahleyin pişman olup çocuğunu
almaya gittiğinde orada iki çocuk olduğunu
görse ve
kendi
çocuğunun hangisi olduğunu bilemese; bunlardan hangisinin kendi çocuğu olduğu
anlaşılmadan ölse, bu çocuklardan hiçbirisi
ona mirascı olamaz, malı hazineye konulur ve
çocukların nafakaları hazineden karşılanır. Ayrıca çocuklarda
birbirlerinden miras alamazlar.
Yine bu
meselelerden dördüncüsü de şudur: Hür bir kadın ile bir cariye karanlık bir
odada doğum
yaparak birer tane erkek
çocuk doğursalar ve hür kadının çocuğu
câriyeninkinden ayırdedilmese
onlardan
hiçbiri hür kadından miras alamaz.
Ve çocuklardan herbiri, cariyenin
efendisi için çalışır.
Beşincisi de şudur: Birisinin, hür bir kadından,
başka birinin de cariye olan karısından bir oğlu
olsa, her iki çocuğu da büyüyünceye kadar bir sütannesi emzirse
ve hangisinin hür kadının çocuğu
olduğu
bilinmese çocukların ikisi de hürdür ve herbiri kıymetinin yarısı kadar
cariyenin efendisi için
çalışır. Ondan miras da alamazlar.
«Anlaşsalar
ilh...» Yani o iki çocuk anlaşsalar...
Çünkü miras onları aşmaz. Kim bir hisse alırsa
hakikatte ancak o varistir ve oldığı da kendi payındandır.
Diğerinin aldığı da hak sahibinden hibe
olur. Zâhir
olan şu ki bu, geçen meseleye câridir. T.
Ben derim ki
Aksine bu geçen bütün meselelere caridir. Yukarda geçen «malının hazineye»
konulacağı
hükmü de, «sulh etmedikleri takdirde hazineye konulur» şeklinde
yorumlanır.
EK:
Bu durumda,
mânilerin tamamı altı olmaktadır. Ulemâdan bazıları, nübüvvetin de mirasa mani olan
şeylerden
olduğunu söylemişlerdir. Zira Resulûllah'ın Buhari ve Müslim'deki «Biz
peygamberler
topluluğu,
kimseyi varis etmeyiz. Bizim
terikemiz sadakadır.» hadisi bunu göstermektedir.
Tetîmme'den naklen Eşbah'ta şöyle denilmiştir: «Her insan varis de olur, miras da
bırakır. Ama
Peygamberler
müstesnadır. Onlar ne varis olur ne de
miras bırakırlar.»
Bazılarının,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Hz. Hatice'den
miras aldığı yolundaki sözleri
sahih değildir.
Hz. Hatice malını,
sağlığında iken ona hibe etmiştir.
Ben derim ki: İbn Kemâl'in ve Sekbu'l-Enhûr'un sözleri ise Peygamberlerin de miras alacaklarını
bildirmektedir. Bu bahsin tamamı Rahiku'l-Mahtum'dadır.
Ulemadan bazıları
bu manilere, riddeti (dinden çıkma) de ilâve etmişlerdir. Çünkü mürted, icmâ
ile,
hiç kimseden miras alamaz. Mürtedin kimseden
miras alamayacağı din ihtilafından
dolayı değildir.
Zira,
konusunda bilindiği üzere, mürtedin
dini yoktur. Buna göre mirasın
mânileri sekiz olur.
Ulemadan bazıları ise dokuzuncu mâni olarakda, ilânı ilâve etmişlerdir. Duru'l-Müntekâ'da şöyle
denilmiştir: Aslında
mâniler beştir: Dördü metinde zikredilenler, beşincisi de
riddetdir. Bu ser'î bir
araştırma ile bilinmiştir.
Bu beş mânie ilâve edilenlere gelince, onlara mâni demek mecâzîdir. Zira, onunla mirasçı
olunmaması bir
mâninin varlığından değil, şartın veya
sebebin yok olmasındandır.
Bunun izahı
şudur: Miras olmanın şartı varisin, mûris
öldüğü zaman hayatta olmasıdır. Bu şart
da,
ölüm tarihi
meçhul olanda mevcut değildir. Çünkü
şartın mevcudiyeti bilinmemektedir.
Şekk ile
veraset sâbit
olmaz. Varisin meçhuliyetine gelince o
da aynıdır.
Meçhul olan varis mefkûdda olduğu
gibi, hükmen ölü gibidir.
Lian yoluyla
reddedilen çocuğa gelince o, babasına babasıda ondan varis alamaz,
çünkü nesebi
kesiktir. Demekki onun miras alamaması, aslında sebebin bulunmamasındandır. O da, babasına
nispet edilmesidir.
Nûbûvvette şartın veya sebebin bulunmamasına
gelince, bunda söylenecek hayli söz
var. Bunlar
Rahiku'l-Mahtum adlı şerhimizden
öğrenilebilir. âhir olan şu ki: Nübûvvetin mirasa mâni
olmamasındaki illet, nübûvvetin mûriste kâim olan bir manâ
olmasıdır. Mâni ise, vâriste kâim olan
bir manadan
dolayı olur. Nitekim onu manîînin
tarifinde söylemiştik.
BİR EK:
Şafiîler
devr-i hükmîyi de mânilerden saymışlardır. Devr-i hükmî şudur: Birisini varis kılmanın
varisin yokluğunu gerektirmesidir. Meselâ bir kişi varis olarak
sadece kardeşini bırakarak ölse,
kardeş de ölen kişinin bir oğlu olduğunu ikrar etse,
o çocuğun nesebi sabit olur. Ama
Şafiîlere göre
vâris olamaz.
Çünkü varis olacak olsa, kardeşi hacbeder,
dolayısıyla kardeşin ikrârı
kabul edilmez
ve çocuğun da
nesebi sabit olmaz, o zaman miras alamaz.
Çünkü çocuğa miras ispât etmek, onun
nefyine vesile olur. O zaman da temelden nehyedilmiş olur.
Bunu ulemamız zikretmemişlerdir.
Çünkü mukirrin
ikrârı yalnız kendi hakkında sahihtir. Buna
göre çocuk miras alır, kardeş
ise
alamaz. Ben bu bahsi nakille teyid ederek Rahiku'I-Mahtûm adlı eserimde tahkik ettim.
Bu bahsin
tamamı
hastanın ikrarı bâbında geçmiştir.
M E T İ N
Musannıf,
mirasa mâni olan şeyleri
beyan ettikten sonra, zevce (hanım) ile başlayarak
ashâbı feraizi
(belirli hisse sahiplerini) açıklamaya başladı. Konuya hanımla başlamasına sebep, onun
üremenin
aslı oluşudur.
Zira çocuklar ondan doğar. Musannıf şöyle demiştir: Mirastan bir veya daha fazla
hanım için çocuk ile veya
çocuğun oğlu ile birlikte farz olarak verilecek hisse sekizde birdir.
Ama
ne kadar aşağıda olursa olsun kızın oğlu ile
birlikte ise, hakkı dörtte birdir. ÖIenin çocuğu veya
çocuğun oğlu
olmadığı takdirde hanıma yine dörtte
bir verilir.
Demekki hanımın iki halı vardır: 1 - Kişi çocuksuz
olarak ölürse hanımın hakkı dörtte bir, 2 - Çocuk
bırakarak ölürse sekizde birdir.
Bir veya daha fazla koca için, mirastan
farz olarak verilen dörttebirdir. Kocanın birden fazla olması
şöyle olur: İki veya daha fazla kişiden her biri ölen bir kadının
kendi nikahlı karısı olduğunu iddia
eder ve hepsi
delil getirir. Kadın ise bunlardan hiçbirinin evinde değildir, ve bunlardan hiçbiri
kadınla cinsi ilişki
kurmamıştır. İşte o zaman bu adamlar tek bir koca gibi kadının
mirasını taksim
ederler. Çünkü
aralarında tercih sebebi yoktur.
Koca karısının çocuğu ile veya karısının oğlunun
çocuğu ile beraber olursa rubu alır. Karısının
çocuğu veya karısının
oğlunun çocuğu olmadığı takdirde ise
mirasın yarısını alır. Buna göre
kocanın iki hali vardır. yarı veya dörtte bir.
Baba ve
dedenin üç hali vardır: ,
1 - Farzı
mutlak ki bu altıda birdir: Bu ölen çocuğu Veya oğlunun çocuğu ile birlikte olması
durumundadır.
2 - Ta'sibi
mutlak (mutlak asabe) öleni ve oğlunun çocuğu olmadığı takdirdedir.
3 - Asabelikle
birlikte farz (farz meatta'sib): ölenin kızı veya oğlunun kızı ile
birlik hem farz'ını
(hissesini) alır hem de asabe olur.
Ben derim ki: Eşbah'ta şöyle denilmiştir: «Onüç mesele
dışında baba gibidir. Bunların beşi ferâizde
kalanları da başka
konulardadır.
Musannıfın
oğlu Fusuleyn'den naklen Zevâhir adlı eserinde
bunlara şu meseleyi de eklemiştir:
Baba küçük çocuğunun nikah mihrini kefil olsa ve onu ödese, eğer rucû etmeyi (oğlundan almayı)
şart koşmuşsa, alabilir.
Eğer şart koşmamışsa alamaz.
Eğer babanın yerine başka bir veli veya vasi
olursa mutlak
olarak, ((şart koşsada koşmasada)
rucû eder.
«Baba yerine
başka bir veli» sözü dedeyi de kapsar.
Demekki dede de vasi gibi, rücûu şart
koşmasa bile rücû edebilir. Baba ise böyle değildir.
i Z A H
«Çünkü o,
üremenin aslıdır». Yâni aslın ve ferlerin doğumunun aslıdır. Ekseriyetle, hepsi onun
evladıdırlar.
Çünkü doğum bazen cariye edinme ilede olur. Hanım bu itlbarla
anne olsada onun
zevcelik
özelliği, annelik özelliğinden evveldir.
Bundan dolayı da anne önce zikredilmedi.
Düşün.
«Çocuk ile ilh...» Yâni ister erkek olsun ister dişi
ölen kocanın çocuğu ile birlikte... Ölen kocanın
çocuğu başka bir kadından olsa bile durum aynıdır.
«Ölen bir kadının, kendi nikahlı karıları olduğunu
ilh...» Ama eğer böyle bir durumda o
kadın sağ
olsa adamların delilleri birbirlerini bâtıl
kılarlar. O zaman kadın kendisini tekzip ettiği kişinin
yanında değilse ve adam onunla cinsi ilişki kurmamışsa,
kadın erkeklerden hangisini tasdik
ederse
onun
karısıdır. Eğer her iki erkek de
evliliklerine tarih belirtirlerse, hangisinin tarihi daha eski
ise o
kadında daha müstehıktır. T.
«Delil getirir
ilh...» Bahr'da «iki kişinin
davası» konusunda şöyle denilmiştir: «iki kişi, bir kadının
ölümünden
sonra, onun kendi nikahlısı olduğuna delil getirseler ve tarih göstermeseler
veya tarih
gösterseler ama her ikisinin
tarihi aynı olsa. kadının nikâhının
her ikisine ait olduğuna hükmedilir
ve bunlardan
herbiri kadının mehrinin yarısını verir. Kadın ölünce de bir kocanın mirasını alırlar.
Kadın bir
çocuk doğurduğunda nesebi her ikisinden de sâbit olur. Dolayısıyle o çocuk
her ikisinden
de tam bir
evlat mirası alır. Ama adamların her
ikisi, o çocuktan bir tek baba mirası alırlar.
Hülâsa'da da böyle
denilmektedir.» Münyetü'l-Müfti'de de bu konuda ikrar ile zilliyete itibar
edilemez.» denilmiştir.
Bunun benzeri
Camiu'l-Fusuleyn'de de vardır.
«Kadın ise
bunlardan hiçbirinin evinde değildir ilh...» Bu, Ruhu'ş-şuruh'taki şu ibarenin manasıdır:
O kadın onlardan
hiçbirinin zilliyetinde olmasa..» Bunun
muhalif mefhumu zilliyete itibar
edileceğini gösterir. Bu ise bizim biraz evvel söylediğimizin
aksinedir.
«Koca mtrasın
yorısını alır.» Mirastan hakkı yarı
olanların dördü Ise zlkredilmemiştir. Halbuki diğer
farz (hisse)
larda olduğu gibi onları da burada zikretse idi uygun olurdu.
Bunlar kız, -kızı olmadığı
zaman- oğlunun
kızı, anababa bir kızkardeş, -anababa bir kızkardeş
olmadığı zaman- baba bir
kızkardeştir. Bu saydığımız farz sahipleri, kendilerinin asabe yapacak varis olmadığı takdirde yarı
alırlar.
«Dede ilh...» Yâni eğer ölü ile kendisi arasında bir kadın girmemişse baba olmadığı zaman
dede
baba gibidir.
Bu da ceddi şahihtir. Eğer, ölüye nispetinde araya anne girmişse
o, ceddi fasit olup
torunundan
miras almaz, ancak zevi'l-erhâmdandır. Çünkü annenin, ölüyü dedeye nispette araya
girmesi nesebi keser.
Zira nesep babalara aittir. Zeylai.
«Farzı mutlak». Yâni asabelik, takdir edilmiş olan
hisseye eklenmez.
«Çocuk veya ölenin oğlunun çocuğu ile birlikte ilh...» Musannıf bunu farzı mutlak
ile kayıtladı. O
halde «çocuğu» da «erkek
(oğul) olarak kayıtlamalıydı. Çünkü çocuk kızı da kapsar. Ancak,
musannıf bunu,
ibarenin devamından anlaşıldığı için terketmiştir.
«Kızı ile veya
oğlunun kızı ile birlikte ilh...» Zira
babaya farz (hisse) olarak
altıda bir verilir, kızına
veya oğlunun kızına da yarım verilir. Geri kalan ise
asabe olarak yine babanındır.
«Bunların beşi
farâizde ilh...» Bunlar:
1 - Annesi onunla (baba ile) birlikte vâris olmaz, ama dede ile varis olur.
2 - Birisi ölse
ve geride annesi ve babası ve bir de karısı
kalsa :
O zaman anne hanımının hissesi çıktıktan sonra geri
kalanın üçte birini alır. Şayet burada baba
yerine dede olsaydı.
o zaman anne malın tamamının üçte birini alırdı. Ebû Yusuf'a göre ise
anne bu
durumda da kalanın
üçte birini alır.
3 -
Benu'la'yan (ana baba bir erkek kardeş) ve benu'l-allat (baba bir erkek kardeş)
baba ile icmâen
sakıt olurlar. Dede ile bir olduklarında ise : Ebû
Hanife'ye göre sakıt olurlar
ama İmameyn'e göre
olmazlar.
4 _ Mûtik'ın
(azâd edenin) babası, mûtıkın oğlu ile birlikte Ebû Yusuf'a göre velânın altıda birini alır.
Dede ise bir şey alamaz. Aksine velânın hepsi
oğulundur. Diğer imamlara göre ise dede velâdan
hiçbirşey
alamaz.
Birisi ölse ve geride mûtıkının dedesi ile. mûtukının kardeşi kalsa; Ebû Hanife'ye
göre: Mutikın
velâyeti dedeye aittir. İmameyne göre ise veli
ikisinindir. Eğer bu durumda dedenin
yerinde baba
olsa idi imamların ittifakı ile mirasın hepsi onun
olurdu. Minah'ta şöyle denilmiştir: «Beşinci
meselenin hükmü üçüncü meselenin hükmünden çıkarılmıştır.»
«Geri kalan meseleler de feraizin
dışındadırlar.»
1 - Kişi eğer «falan kişinin
akrabalarına vasiyet ettim» derse baba
bu vasiyete dahil olmaz. Dede ise
Zâhir-i rivayete göre dahil olur.
2 - Çocuğun
fitresi zengin olan babası üzerine vaciptir, dedesine ise vacip değildir.
3 - Eğer baba âzâd edilmiş olsa çocuğun velâsı dedenin
mevâlisine değil kendi mevâlisinedir.
4 - Küçük
çocuk babasının müslümanlığı ile müslüman olur, ama dedesinin
müslüman oluşu ile
müslüman olmaz.
5 - Bir kişi ölse ve geride küçük çocukları kalsa, bıraktığı malda velâyet babanındır. Bu
durumda
baba ölenin
vasisi gibidir. Dede ise bunun hilafınadır.
6 - Nikah
velâyetinde; eğer küçük çocuğun
kardeşi ve dedesi olsa:
Ebû Yûsuf'a
göre çocuğu nikahlama velâyetinde,
ikisi ortaktırlar. İmamı Azâm'ın görüşüne göre ise
çocuğun nikah
velâyeti dedeye aittir. Eğer burada dede yerine baba olsaydı imamların
ittifakı ile
velâyet babasına olurdu.
7 - Babası ölse çocuk yetim olur. Çocuğu yetimlikten kurtarmak için dede babanın
yerine geçemez.
8 - Bir kişi ölse ve geride küçük çocukları kalsa ve
malı olmasa: ölen adamın annesi ve
baba
tarafından
dedesi olsa küçük çocukların nafakaları üçe bölünerek
ikisine ait olur; üçte biri adamın
annesine üçte ikisi de dedesine aittir. Eğer dede
baba gibi olsaydı nafakanın hepsi onun
üzerine
olurdu. H.
Ben derim ki: Beşinci
şıkta üzerinde durulması gereken bir husus var. Çünkü «vasilerin şahadeti»
bahsinden
hemen önce geçtiği üzere çocuğun malında velâyet hakkı önce babasının, sonra
babasının,
vasisinin daha sonra babasının vasisinin, sonra dedenin, sonra dedenin vasisinin,
sonra hakimin, daha sonrada hakimin vasisinindir. Buna göre
baba ve babanın vasisi olmadığı
takdirde dede
yerine kaim oluyor. Demekki çocuğun
malının velâyetinde dede babaya
muhalif
değildir.
Altıncıda da
Minah'tan naklen geçen hüküm cârî olur.
Sekizincide, «ölünün annesi ve dedesi olsa» sözü
Eşbâh'ın bazı nüshalarındaki ifadeye uygundur.
Eşbâh'ın diğer
bazı nüshalarında da çocuklara raci olan, cemi zamiri ile «çocukların
anneleri ve
dedeleri olsa» şeklindedir
ve doğrusu da budur. Çünkü küçük çocuğun
nafakası mirası kadarıyla
en yakın akrabasının
üzerinedir. Nitekim metinlerde böyledir.
Yâni o çocuk öldüğü takdirde, yakın
akrabası ondan ne kadar miras alacaksa, o oranda nafaka verir. Buna göre buradaki «anneden»
maksat, çocukların anneleri olsa çocukların nafakalarının üçte birinin onun görevi olması doğru
olur. Kalanı
da dedenîn vazifesidir. Çünkü çocuklar öldüğü takdirde anneleri mallarının
üçte birini
alır.
Ama eğer «anne» den maksat. ölen babalarının
annesi ise o zaman ona çocukların nafakalarının
altıda biri
vacip olur. Çünkü onların ninesidir.
Ninenin hissesi ise üçtebir değil, altıdabirdir.
Demekki zamiri «onun annesi olsa» şeklinde ölüye
ircâ etmek doğru olmaz. Aksine zamirin
çocuklara ait olduğu ortaya çıkar. Bu izâhât.
benim Fettâhu'l-Âlim'in «feyz»inden anladığımdır.
«Musannıfın
oğlu... eklemiştir.» Ben derim kl: Yukarıdakilere
şunlarda îlâve edilebilir: Çocuğun
nafakası, fakir olan dedesine vacip değildir, dedesinin
müslüman olmasıyla çocuk müslüman
olmaz. Oğlu
hayatta olduğu halde dede bir çocuğun
kendi torunu olduğunu ikrâr etmiş
olsa.
sadece onun ikrârı ile nesep
sâbit olmaz. Seyyîd bunu Sirâciye şerhinde zikretmiştir. Ben de bir
diğerini daha
ilâve ettim ki. o da vasîlerin şehâdetleri» bahsinden hemen önce
geçti. O aynı
zamanda
Hâniye'de de olan şu ifadedir. Haniye
sahibi şöyle demiştir: «Ebû Hânife, vasî ile ölenin
babasını
birbirlerinden ayırmıştır; Vasî ölen kişinin borcunu ödemek iç.in terikeyi satar. Ölenin
babası ise terikeyi ölenin borçlarını ödemek için değil, çocuklara ait olan
borcu ödemek için satar.
Bu Hassaf'tan
nakledilen bir fâizdedir, hatırda tutulsun.
İmam Muhammed
ise, dedeyi baba yerine ikâme
etmiştir. Fetva Hassaf'ın kavli ile
verilir.
Bu meselenin
özeti şudur: Küçük çocuğun dedesi, bu meselede çocuğun dedesi,
bu meselede
çocuğun
babasına ve babasının vasîsine benzemez. Bir de ben gördüm ki, Vehbaniye sahibi bu
meseleyi aynı bahiste zikretmiştir.
«Baba küçük çocuğunun nikâh mehrine kefil olsa ilh...» Yâni bir baba
küçük oğlunun kansının
mehrine kefil olsa ve ödese...
«Eğer rûcû etmeyi
şart koşmuşsa alabilir.» Akit
zamanında çocuğun malı olmasa bile, rücûu şart
koşmuş ve
şahitde tutmuşsa. Camiu'l-Fusuleyn'den
bir de şu mesele alınmıştır: Kişi kendi
malından naklen ödeyerek
çocuğuna bir şey alsa ve alırken parayı
çocuğundan almaya niyet etse,
şahit
tutmamışsa diyaneten rücû ederek
alabilir, kazaen alamaz. Eğer çocuğuna
aldığı şey elbise
veya yiyecek
ise ve rücû edeceğine dair şahit tutarsa, şayet çocuğun malı varsa harcadığını
çocuktan alır. çocuğun malı yoksa alamaz. Çünkü onun giyeceği ve yiyeceği babasının
vazifesidir.
Eğer aldığı şey
bir köle veya çocuğa lazım olmayan birşey ise. şahit tuttuğu
takdirde malı olmasa
bile rücû edebilir,
şahit tutmamışsa rücû edemez.
Ben derim ki: Çocuğu evlendirmek babanın görevi değildir.
Eğer baba çocuğunu evlendirse ve
hanımının
mehrini ödese rücû edeceğine dair şahit tuttuğu takdirde, malı olmasa
bile rücû ederek
ondan alır.
«Eğer şart koşmamışsa rücû edemez.» örf
böyle olduğu için istihsanen rücû edemez.
Camiu'l-Fusuleyn.
«Mutlak olarak rücû eder». Yâni veli veya vasî rücû etmeyi şart koşmasalar bile rücû edebilirler.
Çünkü âdeten
veli veya vasî küçük çocuğun zevcesinin mehrini yüklenmezler.
M E T İ N
Annenin üç hali
vardır:
1 - Altıda bir: çocuğu veya oğlun çocuğu
ile, yada (erkek ve kız)
karışık olsalar bile, hangi yönden
olurlarsa olsunlar erkek veya kız kardeşlerden iki veya daha fazlası ile birlikte olması halidir.
2 - Yukarıda
geçenlerden hiçbiri olmadığı zaman,
3 - Kalanın
üçte biri: Baba ve karıkocadan biri ile birlikte olursa, onların
hissesinden kalanın üçte
birini alır.
Ninenin hissesi mutlak olarak altıdabirdir. Eğer
anneanne ve babaanne gibi birden fazla olurlarsa
hepsi altıda
birde ortaktırlar. Ninelerin altıda birde ortak olmaları
zikredilenler gibi sahih oldukları
takdirdedir.
fasit nine ise ileride de geleceği gibi zevi'l-erhamdandır.
Yine ninelerin ortak olması için
derece itibariyle
aynı seviyede olmaları gerekir, çünkü ileride de geleceği gibi yakın, uzağı mutlak
olarak hacbeder.
Ölenin kızı ile birlikte, oğlunun bir veya daha
fazla olan kızının üçte ikiyi tamamlamak için altıdabir
verilir.
Annebababir kızkardeş
ile birlikte bir veya daha fazla olan bababir kızkardeşe
de üçte ikiyi
tamamlamak için altıda bir verilir.
Anne bir olan
bir kardeşe altıdabir, iki veya daha fazlasına da üçtebir verilir. Bunların erkekleri
ve
kadınları eşittir.
Anne kendisi ile birlikte olduğunda altıdabir alacağı
bir varis olmadığı zaman, üçtebir alır. Nitekim
bu yukarda geçmişti.
Yukarıda
belirttiğimiz gibi anne karıkocadan herhangi birinin hissesi çıktıktan
sonra kalanın üçte
birini alır.
Bu da, birisi ölüp, geride zevcesi ve anababası kaldığı durumda söz konusudur. Bu
durumda ona
dört' te bir verilir.
Eğer bir kadın ölse ve geride kocası ve anababası kalsa anneye altıdabir verilir. Ancak buna «...
anababası ona varis olur, anasına üçte bir vardır.» âyeti kerimesine göre, edeben «üçtebir» denilir.
Hissesi yarım
olanlardan iki veya daha fazlasına üçteiki verilir ki
bunlar beş sınıftır: Kız, oğulun kızı,
anababa bir kızkardeş,
bababir kızkardeş ve koca. Ancak
koca üçteiki almaz, çünkü o birden fazla
olmaz. Allah Teâlâ
en iyisini bilendir.
i Z A H
«Çocuğu veya oğulun çocuğu ile birlikte ilh...» ister erkek olsun ister
kız...
«Hangi yönden
olurlarsa olsunlar ilh...» Yâni, iki
veya daha fazla olan kardeşler, ister anababa bir
ister bababir
isterse anabir olsunlar...
«Karışık olsalar bile
ilh...» Yâni, bir veya daha fazla yönden erkek ve kadın
olsalar...
«Yukarda geçenlerden
hiçbiri olmadığı zaman...» Yâni çocuk oğlunun çocuğu
kardeşler ve
kızkardeşler baba ve kankocadan biri olmadığı
zaman...
«Kalanın üçte
birini de ilh...» ilerlde de geleceği gibi bunun
İçinde iki suret vardır. Tahtâvî
demiştir
ki: Şârih'in, bu iki halı. yani üçte bir ile kalanın
üçtebirini; musannıfın ileride zikretmesine rağmen
burada
zikretmesinin sebebi, annenin bütün hallerinin birbiri arkasına
zikredilmesinin evlâ
olduğuna
işaret etmektir.
«Mutlak olarak.» Yâni misal verildiği gibi ister anne tarafından
ninesi olsun ister baba tarafından...
«Sahih oldukları ilh...» Cedde-i sahila (sahih
nine) kendisi ile ölen kişi arasında
ceddi fasit (fasit
dede) olmayan
ninedir. Bu da üç kısımdır: Annenin annesinin annesi gibi yalnız kadınlarla
bağlanmış olan,
babanın babasının annesi gibi yalnız erkeklerle bağlanmış olan ve babanın
annesinin annesi
gibi yalnız kadınlarla erkeklerle
bağlanmış olandır.
Annenin
babasının annesi gibi olanlar ise bunun aksinedir. Çünkü o cedde1
faside (fasit nine) dir.
«Mutlak olarak ilh...» Yâni ister yakın, ister uzak olan kadın, anne tarafından dar
olsa baba
tarafından da
olsa eşittir. Ve yine
yakın olan kadın, babanını olmadığı
yerde annenin annesinin
annesi ile varis olmuş olsun baba ile hacbedilmiş olsun eşittir.
«ileride de geleceği
gibi ilh...» Yâni hacb
ahlatılırken gelecektir.
«ÖIenin kızı ile birlikte oğlunun bir kızı için
altıda bir vardır ilh...» Kızların
altı hali vardır: Bunlardan
üçü öz kızları
ve oğlunun kızlarında tahakkuk eder; bunlar, bir tanesi için
üçtebir, birden fazlası için
üçte iki almaları ve kızlarla birlikte erkek vâris
olması halinde de asabe olmalarıdır.
Üç halde sadece oğulun kızları içindir; birincisi musannıfın
zikrettiği. ikincisi oğulun kızları iki öz
kız veya daha fazlası ile mirastan mahrum
olurlar. Ancak onlarla birlikte, kendilerinden
yüksek
derecede olmayan bir erkek olursa o zaman o erkek
onları asabe yapar. Üçüncüsü oğulun kızları
öz
oğul ile mirastan mahrum olurlar. Bunun izahı ileride gelecektir.
«Bababir kızkardeşe...
altıda bir verilir ilh...» Anne bir olmayan kızkardeşlerin yedi
hali vardır.
Bunların beş
tanesi annebababir kızkardeşlerde
ve bababir kızkardeşlerde tahakkuk eder.
Bunların
üçü öz kız da
geçen hallerdir. Dördüncüsü: ölenin bababir kızkardeşleri kızları ile veya
oğlunun
kızları ile asabe olurlar. Beşincisi; ölenin ana baba bir kızkardeşleri, oğlu veya oğlunun oğlu yada
babası ile imamların ittifak ile mirastan
düşerler. İmam Azâm'a göre dede ile de düşerler, iki hal de
bababir kızkardeşlere
mahsustur.
Bunlar
musannıfın zikrettiğidir. Bunlar ölenin
iki veya daha fazla olan
anabababir kızkardeşi ile
düşerler.
Ancak kendileri ile birlikte onları asabe
yapacak birisi olursa o zaman düşmezler.
Siraciye'nin
bazı nüshalarında denildiğine göre bababir kızkardeşler anabababir kızkardeş asabe
olduğu
takdirde düşer. Yâni anabababir kızkardeş ölenin kızları ile veya oğlunun kızları ile birlikte
olursa. baba bir
kızkardeşler düşerler.
Seyyid: Zira o, bu durumda asabe olma
konusunda erkek kardeş gibi ölüye daha yakındır.
«Anne bir olan bir kardeşe altıda bir
verilir.» Yâni annebir erkek kardeş ile
anne bir kızkardeşe
altıda bir
verilir. Bunların üç hali vardır:
Musannıf bunlardan ikisini zikretti, üçüncüsü de şudur:
Bunlar varisin
çocukları ile yada babası ve dedesi
ile mirastan düşerler. Nitekim ileride de
gelecektir.
«Kendisi ile birlikte olduğu zaman altıdabir alacağı varis olmadığı zaman
ilh...» Yâni, veya kalanın
üçtebirini alacağı
varis bulunmadığında...
«Karıkocadan herhangi birinin hissesi çıktıktan
sonra ilh...» Yâni karının veya
kocanın hissesi
çıktıktan sonra
kalanın sülüsü...
«Bu durumda
ona dörtte bir verilir». Çünkü hanıma
dörtte bir verilir». Meselenin mahreci dörttendir,
dörtte bir
zevceye verilince, üç kalır. Kalan üçün üçte biri de anneye verilir, bu aynı
zamanda
dördün dörtte
biridir. Geri kalan da babaya
verilir.
«Anneye
attıdabir verilir.» Çünkü mesele altıdan halledilir. Bunun yarısı olan üç, kocaya verilir.
Kalanın üçte
biri anneye, geri kalan da babaya
verilir.
«Edeben ilh...» Zira Allah Teâlâ'nın «anneye üçtebir
verilir» sözün. den murad ebeveynin miras
aldığı
miktarın sülüsüdür. Bu, ister malın tamamı olsun ister bazısı
olsun... Bu izahın delilleri
mufassal kitaplarda zikredilmiştir. Buna göre buradaki
üçtebir, aslın da malın tamamının dörtte biri
veya altıda biri de olsa. Kur'an'ın
lafzı ile teberrük etmek için üçte bir demek edep gereğidir. Ayrıca
üçte bir demek âyete muhalefet şüphesinden de uzaklaştırır.
«Çünkü o
birden fazla olmaz.» Bu söz hiç söylenmese
daha iyi idi. Çünkü daha önce kocanın da
birden fazla
olabileceği geçmişti. Denilebilir ki:
O durum ne hakikaten ne de sûreten kocanın birden
fazla olmasıdır. Onlar ancak bir delil olmadan,
tercih etmeyi bertaraf etmek için
ortak kılınmışlardır.
Bundan dolayı da onların her ikisine de bir koca payı
verilir. Binaenaleyh musannıfın Mecma'a
uyarak «ancak
zevc üçteiki almaz» demesi fazladır. Düşün. Allah Teâlâ en iyisini bilendir.
ASABELER FASLI
M E T İ N
Neseb
cihetiyle olan asabeler üçtür: 1 - bi-nefsihi asabe, 2 - bigayrihi (başkası sebebiyle) asabe. 3 -
maagayrihi
(başkası ile birlikte) asabe.
Asabe binefsihi: (Başka birisi olmadan) kendi kendine
asabe olandır. Bu da, ölüye nispette
aralarına kadın girmeyen erkektir. Buna göre ikadın kendi
başına asabe olamaz. başkası
sebebiyle
veya bir başkası ile birlikte asabe olabilir.
Eğer annenin
çocuğu gibi erkekle ölü arasına bir kadın girerse o
erkek asabe olmaz, farz sahibi
olur. Annenin babası veya kızının oğlu da böyledir. Zira bunlar zevi'l-erhamdandır.
Asabe binefsihi,
farz sahiplerinden yani
o cinsden artan terikeyi alır. Farz sahibi
bulunmayıpta
sadece asabe bulunduğu zaman tek cihetten malın tamamını alır.
Binefsihi asabeler
dört sınıftır: ölünün cüzü (nesli) ölünün aslı, ölünün babasının cüzü ve dedesinin
cüzü.
Asabeler, yukarda
ki sırayla ölüye yakınlık durumlarına göre birbirlerine takdim edilirler.
Buna göre,
asabeler de öncelik sırası şöyledir:
1 - Ölünün
oğlu ve -ne kadar alt sırada olursa olsunlar- oğlunun oğlu gibi, cüzü,
2 - Ölünün
aslı:
a - Baba : baba bir veya
daha fazla kız ile birlikte olursa hem asabe hem de farz
(sehim) sahibi olur.
b - Ne kadar
yukarıda olursa olsun, ceddi sahlh. babanın babası ilh.
Annenin babası
ise ceddi fasiddir ve zevil erhamdandır.
3 - Babanın
cüzü ki bunlar:
a - Anababa bir erkek kardeş.
b - Baba bir
erkek kardeş,
c- Ana baba bir erkek kardeşin oğlu,
d - Baba bir
erkek kardeşin oğlu, bunlar nekadar
aşağıda olursa olsunlar farketmez.
Dede ne kadar yukarıda
olursa olsun, erkek kardeşlerin
dededen sonra gelmesi İmamı Ebû
Hanife'nin
görüşüdür ve fetvâ için muhtar olandır. Sahibeyn ve İmam şafii'ye göre ise
kardeşler
dededen önce
gelir. Bazı âlimler, müftabih olanın bu olduğunu söylerler.
4 - Dedenin
cüz'ü olanlar; bunlar da:
a - Ana baba bir amcası,
b - Baba bir
amcası,
c - Ana baba bir amcasının oğulları,
d - Baba bir
amcasının oğulları,
e - Babasının
amcası,
f - Babasının
amcasının oğlu,
g - Dedesinin
amcası,
b - Dedesinin
amcasının oğlu v.s.
Ne kadar aşağı inerlerse insinler bu sıra
devam eder.
Demek
oluyorki, asabeliğin sebebi dörttür:
Oğulluk, babalık,kardeşlik,amcalık.Bunlar,derecelerinin
yakınlıkları ile tercih edildikten sonra,
farklılık anında annebaba bir ve bababir olmak gibi yakınlık
kuvveti ile tercih olunurlar. Nitekim yukarda geçti.
Buna göre:
Asabelerden anabababir olanlar, kadın da olsalar, bababir olana tercih
edilirler.
Anabababir kızkardeş kız
ile birlikte, ölenin bababir erkek kardeşine
takdim edilir. Zira Peygamber
(s.a.v.); «Anne baba bir kardeşler birbirlerine
varis olurlar, baba bir kardeşler ise
olmazlar»
buyurmuştur.
Bu meselenin
özeti şudur: Vârisler, derece
itibariyle eşit olduklarında, iki
yönden yakın olan takdim
edilir. Derece itibariyle birbirlerinden farklı olduklarında ise en yüksek derecede
olan öne alınır.
İ Z A H
Muğrib'te :
«Asabe; kişinin babasına olan
yakınlığıdır...» denilmiştir.
«Bigayrihi
asabe ve maagayrihi asabe». Bunların arasındaki
fark ileride izah edilecektir.
«Buna göre
kadın başına asabe olamaz ilh...» Şârih, musannıfın «asabe bi-nefsihi, erkektir»
sözüyle
asabe bi'l-gayr
ve asabe mea'l-gayrin tarifin dışına çıktığına işaret etmiştir. Zira bu
ikisi sadece
kadınlardır.
Mûtikaya, yani köle azad eden bir kadına, gelince. o kendiliğinden
asabe olsa bile, neseb yönünden
asabe değildir. Dolayısıyla itiraz olarak öne
sürülemez. Çünkü buradaki asabeden maksat, nesebe
dayanan asabelerdir. Nitekim şârihte
başta buna işaret etmiştir.. İşte bundan dolayı
köle azâd eden
kişi de tariften çıktı.
«Aralarına
kadar girmeyen ilh...» Burada «girmemekten» maksat varis ile ölü arasında kadın
vasıta
olmamasıdır. İster varis ile ölü arasına dede veya oğlun oğlu gibi
bir erkek vasıta girsin, isterse
baba ve öz
oğul gibi hiçbir vasıta girmesin
farketmez.
«...Annenin çocuğu gibi ilh...» Yâni anabir erkek kardeş gibi.. Ana
bababir erkek kardeşe gelince o,
binefsihi
(kendiliğinden) asabedir. Halbuki onun ölüye nispetine anne de
girmiştir. Ama burada
kasdedilen ölene, sadece anne ile intisab
etmeyendir. Bu mesele ile ilgili olarak Seyyid de şöyle
demiştir: «Babaya olan yakınlık asabeliğin istihkakında asıldır. Zira o asabeliğin
ispatı için tek
başına kafidir.
Anneye yakınlık ise böyle değildir. Çünkü anne
asabeliği isbatta illet olmaya tek
başına uygun
değildir. Buna göre anneye yakınlık,
asabelik hakkını elde etmede etken değildir. şu
kadar var ki
biz, anne yakınlığını fazla bir
özellik gibi kabul ettik ve o vasıfla
anababa bir erkek
kardeşi, bababir erkek kardeşe tercih ettik.»
Ben derim ki: Bu, ulemadan bazılarının: «Annenin çocuğu, musannıfın varisin ölüye
nispetinde'
sözü ile
tariften çıkmıştır. Zira musannıf: varisin ölüye yakınlığında' dememiştir, çünkü
kardeşine
yakınlığa kadında dahildir ama babaya nisbetle dahil değildir,
zira nesep babaya aittir. O halde,
babanın
haricinde bir vasıta ile nesep sabit olmaz» sözlerinden daha
evlâdır.
Zira, buna şu,
itiraz olarak varid olur: Burada muteber olan nispet, babaya değil ölüye olan
nispettir. O
halde maksat, şer'i nesep değil
yakınlıktır. Aksi halde asabe ölü, ancak baba veya dede
olduğu
takdirde söz konusu olur. O zaman da, amca kardeş
ve benzerleri asabelikten çıkarlar.
Sonra ben,
Allâme Yakûb'un bu cevabı reddettiğini ve bizim dediğimizin benzeri bir ifade ile onu
doğruluk
dairesinden çıkardığını gördüm.
Hülasa, asabenin tarifi, asabeden muradın ne
olduğunun araştırılmasından sonra bile olsa,
itirazdan hâli
değildir. Çünkü tarif yapılacak
itirazları defetmemektedir. Bunun için İbnu'l-Hâim
manzumesinde şöyle
demektedir: «Asabenin tarifi tenkitten
hali değildir. Onun için asabeyi sayarak
tarif etmek gerekir.»
Ayrıca
musannıfın, asabe tarifini nesebe dayanan asabe ile tahsis
etmesini gerektiren bir neseb
yoktur.
Allâme Kasım Mecma'ın Feraizinin şerhinde
şöyle demiştir: «Asabe, ölüye bizzat
kendisi veya
sadece erkeklerle
ulaştırılan erkek veya mütıktır, (köleyi azâd edendir)»
Allâme Kâsım tarifinde «sadece» sözünü söylemeseydi daha iyi olurdu. Çünkü o zaman
anabababir
erkek kardeş de tarife dahil olurdu.
Fakat burada
da düşünülmesi gereken bir husus vardır. Düşün.
«O erkek farz sahibi olur». Yâni sadece farz
sahibi olur. Yoksa onun sehim sahibi olarak varis
olması asabe olmamasını gerektirmez. Zira
baba ile dede hem mirastan sehim sahabidirler, hem de
asabedirler.
«Yâni o
cinsten ilh...» Yâni, buradaki «elif-lâm» cins içindir. Dolayısıyla çoğulluk manasını iptal
eder. O halde bu, bir tek farz sahibi olupda, onun diğer hak
sahiplerin hakkı verildikten sonra,
terikeden kalana sahip
olmasını da kapsar.
«Bir cihette
ilh...» Minah'ta söylenilmiştir: «Farz sahibi de asabe olmadığı zaman
malın hepsini
alabilir» şeklinde bir itiraz gelmemesi için «bir cihetle» sözü ile kayıtladık. Çünkü farz sahibi malın
bir kısmını Tarz yoluyla kalan
kısmını da red yoluyla
alır.»
«Ölünün cüzü
ilh...» Bunların hepsinde kasdedilen, «erkeklerdir». Nitekim mevzu da odur.
«Dedesinin
cüzü ilh...» dede (ced) sözü ile, babanın babasını ve daha yukarısını kapsayan mana
kastedilmiştir. Çünkü gelecek olan, «ne kadar
yukarda olursa olsun» sözü buna delalet
eder.
Demekki «babanın amcası ile dedenin amcası aşağıda gelecek
dört sınıfın dışındadırlar. Sözü itiraz
olarak iIeri sürülemez.
«Ölüye yakınlık durumlarına göre ilh...» Yâni
önce cihet olarak en yakını sonra derece olarak
en
yakını sonra da akrabalıkta
en kuvvetli olanı gelir. O halde
bunların hepsi bir araya geldiğinde
önce
cihetin
tercihine itibar edilir. Meselâ ölenin
cüzleri olan oğlu ve oğlunun oğlu
ölenin aslı olan
babasına ve
babasının babasına takdim edilir. Ölenin aslı olan babası da
annebir olmayan erkek
kardeşlerine ve, bunların oğulları gibi, babasının cüzüne takdim edilir.
Kişinin
babasının cüzü, dedesinin cüzü olan bababir amcaları ve bunların oğullarına
takdim edilir.
Cihet itibari
ile tercih yapıldıktan sonra eğer,
aynı cihetten olanlar birkaç tane olursa
aralarındaki
yakınlığa göre tercihe gidilir. Meselâ ölenin oğlu,
oğlunun oğluna takdim edilir. Baba, kendi
babasına, kardeş de
kendi oğluna takdim edilir.
Çünkü dereceleri yakındır.
Cihet ve yakınlıkları
bir olsa o zaman da yakınlıktaki
kuvvete itibar edilir. Meselâ
anabababir erkek
kardeş, bababir erkek kardeşe takdim edilir. Aynı şekilde oğulları da böyledir.
Bunların
hepsi, musannıfın sözünden istifade ile söylenmiştir. Bunu Allâme El-Câberi de nazım
olarak şöyle
ifade etmiştir: «Tercih :
Önce cihet ile sonra yakınlık ile bunlardan sonra da akrabalıktaki kuvvet iledir.»
«Cedd-i sahih
ilh...». Ceddi sahih ölüye
nispetinde kendisi ite ölü arasında kadın
girmeyen dededir.
«Bababir erkek kardeş...»
Anabir erkek kardeşe gelince o sadece
farz sahibidir. Nitekim daha önce
geçmişti.
«Bazı âlimler fetvâınn buna göre olduğunu söylemişlerdir». Bunu ileride de
geleceği üzere, Sirâcîye
sahibi Siraciye üzerine yazdığı şerhinde söylemiştir. Şârih bu ifadesiyle mûtemed olan görüşün.
birinci görüş
olduğuna işaret etmiştir. Bu görüş, Ebû Bekr es-Sıddîk'ın (r.a.) mezhebidir.
«Aynı
şekilde...» Yâni dedenin anabababir amcası, sonra da bababir amcası.
«Ne kadar aşağı inerlerse insinler ilh...» Yânı babanın amcasının oğlu ile dedenin
amcasının oğlu...
«Tercih edildikten sonra ilh...» Yâni asabenin dört
sınıfından her bir sınıf -kardeşlerin. onların
oğullarına
tercih edilmeleri gibi- derece yakınlığı ile tercih edildikten sonra anabababir kardeş
ile
baba bir kardeş arasında
olduğu takdirde, yakınlığın kuvvetine
göre tercih edilirler.
«Anabababir kızkardeş gibl ilh...» Bu
misal de şu hususun düşünülmemesi gerekir:
Burada söz
asabe binefsihi hakkındadır. Anabobablr kız kardeş ise
asabe maa'-gayr (başkası
ile birlikte asabe)
dir. Ancak Seyyid
şöyle demiştir: Ancak «ana baba bir kızkardeş her ne kadar asabe binefsihi
değilse de, şârihin onu burada zikretmesi
asabe binefsihi ile hükümde
müşterek olmasından
dolayıdır.»
«Ana baba bir erkek kardeş ilh...» Hadisin tamamı şöyledir: «Kişi ana baba bir erkek kardeşinden
miras alabllir, bababir erkek kardeşinden ise olamaz.» Bu hadisi Tirmîzî ve İbni Mâce
rivâyet
etmişlerdir. Kâsım.
Şârihin de ileride zikredeceği üzere anabababir erkek
kardeşlere benu'l-ayan denilmesinin sebebi
şudur: Bunlar
aynı kaynaktandır. yani bir anne ve
babadandırlar.
Benû'l-allât
da bababir erkek kardeşlerdir.
Bunlara benû'l-allât denilmesinin sebebi de alel etmesi
(sulanması)
dır.
Anabir erkek kardeşlere
de benû'l-ahyâf denilir. İleride de
gelecektir.
Anlaşılan şu ki hadisteki «benû'-ümm» den maksat
anabababir erkek kardeş ve yalnız annebir
erkek kardeşlerdir.
Benû'l-ayân'dan murad da birinci kısım yani anabababir erkek kardeşlerdir. Muğrib sahibinin
Muğrib'teki,
«bir kavmin ayânı onların eşrafıdır»
sözü de buna delâlet eder.
Fukahanın
anabababir kardeşlere benû'1ayân demleri de bundan dolayıdır.
Seyyid demiştir ki: Burada «anneyi» zikretmekten maksat benû'l-ayânın benû'l-allâta tercih
edilmesini açıklamaktır.
Zira
benû'l-ayânın, anneye olan
yakınlıkları ile, benû'l-allâta üstünlükleri vardır. Bundan dolayı da
ayân olmuşlardır.
M E T İ N
Musannıf,
asabe binefsihi (kendinden asabe olan)nın izahını bitirdikten sonra asabe
bigayrihi
(başkası sebebiyle asabe)nin izahına başladı ve şöyle
dedi: Kızlar, oğul ile oğulun kızlar da oğulun
oğlu ile asabe bigayrihi olurlar. Ne kadar aşağı sırada
olurlarsa olsunlar böyledir.
Anabababir kızkardeşler veya bababir kızkardeşler de erkek
kardeşleri ile asabe olurlar. Buna
göre,
asabebigayrihi
dört sınıf olmaktadır. Onlar da nısf
(yan hisse) ve üçte iki hisseye sahip olanlardır ki,
bunlar kendisi
gibi olanı veya daha üsttekini asabe kılan oğulu ve
oğulun oğlu gibi, hükmende olsa
erkek kardeşleri
ile asabe olurlar.
Musannıf daha
sonra, asabe maagayr (başkası ile birlikte
asabe olan)a başlayarak şöyle demiştir:
Ölenin kız kardeşleri,
kızları veya oğlunun kızları ile birlikte
asabe olurlar. Çünkü ferâiz âlimleri:
«ölenin kızkardeşlerini kızları ile birlikte asabe kılınız» demişlerdir. Buradaki
iki gurupdan murad
cinstir.
Zina mahsulü
olan çocuğun ve babanın inkâr edip. annesi ile lanetleştiği çocuğun
asabesi, annenin
mevlâsıdır.
Burada «mevlâ»dan murad, hem azâd edene hem de asabeye şâmildir. Böylece hür
asıllı olan anneyi de içine almaktadır. Nitekim Allâme Kâsım da bunu tafsilatlı olarak zikretmiştir.
Çünkü bu
çocukların her ikisinin de babası yoktur.
Adı geçen çocuklar bir tek meselede
birbirlerinden ayrılırlar ki o da şudur: Zina
mahsulü olan
çocuk ikiz erkek kardeşinden
anne bir erkek kardeş mirası alır. Kendisi için karı kocanın
lanetleştiği çocuk ise
ikiz erkek kardeşinden, anababa-bir erkek kardeş mirası
alır.
Asabelerden son sınıf asabe-i sebebiye yani
mu'tık (köleyi azâd eden) ve geçen tertip üzere
mutıkın
asabe-binefsî'sidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Velâ sebep yakınlığı gibi bir yakınlıktır»
buyurmuştur.
Mütak
(kölelikten azâd edilmiş olan kişi) geride mevtâsının babası ile,
onun oğlunu bırakarak ölse,
malının hepsi
mevlâsının oğlunundur. Ebû Yusuf ise
babanın altıda bir olacağını söylemiştir.
Şayet mütak,
mevlâsının dedesi ile, yine mevlâsının kardeşini vâris olarak bıraksa geçen sıraya
göre malının
hepsi dedesinindir.
İmameyn ise
«Miras gibi. ikisi arasında taksim edilir» demişlerdir.
Burada ise asabe-bigayrihi ve
asabe-maa-gayrihi
yoktur. Zira Peygamber (s.a.v.)
kadınlar hakkında «Onlar için âzâd ettiklerinin
velâsı dışında
velâ yoktur.» buyurmuştur.
Gerçi bu hadis şâzdır ama büyük sahâbelerin sözleri ile teyid edilmektedir. Böyle
olunca da meşhur
hadis seviyesinde olur. Nitekim bunu Seyyid,
tafsilâtlı olarak anlatmış, musannıf da ikrar etmiştir.
İ Z A H
«Kızlar ilh...» Musannıfın, «oğul» ile kayıtlamasının sebebi şudur: Kızlar oğul olmadığı takdirde
daima farz
(belirli hisse) sahibidirler. Oğlun oğlu do farz sahibi olan kadınları asabe yapmaz.
«Ne kadar aşağı sırada
olurlarsa olsunlar ilh...» Yâni oğlun kızları, oğlun oğlu v.s. gibi...
«Erkek-kardeşleri ile
ilh...» Yâni yakınlık itibariyle kızlara denk olan erkek kardeşler. Dürerü'l-Bihâr.
Tûrî şöyle
demiştir: «Keşfu'l-Gavamiz'de denilmiştir
ki baba-bir erkek kardeş, ana
baba-bir kız
kardeşi asabe yapmaz. Bunda icmâ var. Çünkü
ana-baba-bir kızkardeş nesep açısından,
baba-bir
erkek kardeşten daha kuvvetlidir. Aksine kız
kardeş, ana baba-bir kız kardeş hissesi alır. Baba-bir
kızkardeşi de, ana-bababir erkek-kardeş asabe yapmaz, onu hacbeder. Çünkü ana-baba-bir
erkek-kardeş yakınlıkta baba-bir kızkardeşten, icmâ ile daha kuvvetlidir.»
Musannıf
Tuhfetu'l-Kur'ân adlı manzumesinde
şöyle demiştir: «Ölenin bababir kızkardeşi,
anababa-bir erkek
kardeşi ile miras alamaz; bunu aklında tut ki isabet edesin.»
Yine musannıf
anılan eserin şerhinde Cevahir'den naklen şunu zikretmiştir: *Bazı âlimler
kız-kardeşin, malın yarısını alacağını zannetmişlerdir. Ama bu, itimad edilecek birşey değildir.»
«Onlarda nısf ve üçte iki hisseye sahip olanlardır ilh..» Yâni tek oldukları zaman sehim
olarak
mirasın
yarısını birden fazla oldukları zaman da üçte ikisini alanlardır. Bunlar
da, kız, oğulun-kızı,
ana-baba-bir
kız-kardeş veya baba, bir kızkardeştir.
Bazı âlimlerce; «Burada
baba ile birlikte annenin de zikredilmesi gerekirdi. Zira baba,
karı-kocadan
birisi ile birlikte vâris olduğu takdirde anneyi de asabe yapar» denilmiştir.
Bu söze cevap
verilmiştir. «Annenin kalanın üçte birisini alması, asabelik yoluyla değil, farz
yoluyladır.»
Musannıf bu
sözüyle Sirâciye ve Şerhindeki şu hükme işaret
etmiştir; kadınlardan sabit bir hissesi
olmayan
birisi, erkek kardeşi asabe olduğunda onunla asabe olmaz. Ana-baba-bir amca ve hala
veya baba-bir amca ve hala böyledir. Bu durumda malın hepsi, halanın değil amcanın olur.
Amcaoğlu, amca-kızı ile, ve kardeşin kızı, kardeşin oğlu
ile beraber olduklarında da durum aynıdır.
Ben bu konuyu şu sözümle nazım halinde ifade ettim :
«Hala ve amca gibi sahim sahibi olmayanı
kardeş asabe yapmaz.»
«Hükmen de olsa
ilh...» Şârih bunu, oğlun-kızına nisbetle,
kardeşin umumiliğini ifade etmek için
koymuştur. Zira oğlun-kızının asabeliği yalnız erkek kardeşi ile
değildir. Zira o erkek kardeşi ile
de
amcasının oğlu
ile de ve farz olmadığı takdirde kendisinden aşağıda olan
birisi ile de asabe olabilir.
Nitekim bunun
açıklaması ileride gelecektir.
«Ölenin kız-kardeşleri,
kızları ile beraber ilh...» Yâni ana-baba-bir kız kardeş
ile baba bir
kızkardeşler... Ana-bir kız-kardeşe gelince, erkek
olduğu halde, erkek kardeşi bile asabe
yapamaz.
Dolayısıyle onun, başkası ile birlikte asabe olmaması daha
evlâdır.
«Çünkü ferâiz
âlimleri... demişlerdir ilh...» Siraciye
ve diğer kitaplarda bu söze hadis denilmiştir.
Sekbu'l-Enhûr'da ise «Ben bunu hadis olarak tahric edene vâkıf olamadım»
denilmektedir. Ancak
bu sözün aslı
İbnu Mes'ud'un haberi ile sabittir; O da Buhârî ve diğer hadis kitaplarının
şu
meselede rivâyet
ettikleridir: Birisi ölse ve geride kızı, oğlunun kızı ve kızkardeşi kalsa kızı terikenin
yarısını
oğlunun kızı altıda birini kız kardeşi
de geriye kalanı alır.
İbnu'l-Hâim,
Fusûl'ünde bunu feraizcilerin sözü kabul etmiştir. Kâdı Zekeriyyâ ve
Mardîni'nin torunu
ve diğer bazı
şarihleri de ona tabi olmuşlardır.
BİR UYARI:
Bu iki tür
asabe arasındaki fark şudur: Asabe bigayrihi (başkası sebebiyle
asabe olan) deki «gayr»
bi nefsihi
(kendiliğinden) asabe de olur. Bu sebepten dolayı asabelik kadına da geçer. Ama asabe
(başkası ile birlikte asabe olan) maagayrihideki
«gayr» ise kendi kendine asla asabe olmaz. Aksine
o asabenin asabeliği o gayr ile birlikte olur. Seyyid.
Bu söz ile,
birincinin «be» ikincisinin de «maa» ile tahsis edilmelerine işaret
edilmiştir.
Sekbu'l-Enhur'da denilmiştir ki: «be» ilsâk (bağlama) içindir. Ilsâk da, ancak bağlanan ile kendisi ile
bağlanan arasında hükümde ortaklık bulunduğu zaman tahakkuk
eder. O zaman da, her ikisi de
asabelik hükmünde ortak olurlar.
Ama «maa», «beraberlik»
içindir. Beraberlik de, hükümde ortak olmasalar bile, iki şahıs arasında
tahakkuk eder. Allah
Teâlânın «Biz kardeşi Harun'u onunla birlikte vezir kıldık». Yânt onun veziri
yaptık, âyeti
böyledir.. Çünkü burada Harun nübüvette Musâ'ya ortaktır. Kudûrî'nin : «Bayram
namazını imam ile birlikte geçiren kişi» sözü de
böyledir. Yâni imam ile birlikte
yetişemeyip namazı
geçirir, demektir. Yoksa imam ile birlikte her ikisinin
de namazının geçmesi değildir.
Demek ki buna göre o, asabe olur ama o «gayr» asabe
olmaz. Bediu'ddh, Sirâciye şerhinde:
«Maa
bazen şart için «ba» da sebebiyet için kullanılır» demiştir.
«Nitekim
Allâme Kâsım da bunu tafsilatlı olarak
zikretmiştir.» Yâni Kudurî'nin Tashih'inde
Cevahir'den
naklen... O şöyledemiştir: «Eğer lanetleşilen kadın hür asıllı ise miras onların
mevlâlarınındır. Ki bunlar da, erkek kardeşleri
ve her ikisinin annelerinin
diğer asabeleridir. Eğer
anne âzâd edilmiş bir câriye ise o zaman miras onu âzâd edenindir. Azâd edenin oğlu, kardeşi ve
babası da, azâd eden gibidir.
Allâme Kâsım'ın : «Onların mevlâları içindir»
sözü mûtıkı da annelerinin asabesini de kapsar.
Bunun benzeri
Cevhere'de de vardır.
Ben derim kî: Allâme
Kâsım'ın geniş olarak açıkladığı
bu mesele Kenz şârihlerinin ve daha
başkalarının zikrettiklerine muhaliftir.
Zeylaî şöyle demiştir: «Hakkında lian yapılan çocuğunun asabelik yoluyla
miras alması veya miras
bırakması ancak velâ veya doğum ile tasavvur edilebilir. O zaman onu veya
annesini âzâd eden
yada onu
doğuran ondan asabe olarak miras alır.
O da, kendi âzâd edenden veya kendisim
âzâd
edeni âzâd edeninden yahutta oğlundan asabelik
suretiyle miras alır.
Kenz'in bu
ifadesi lanetleşilen kadın ve çocuğunun hür asıllı olması halinde asabe olarak miras
alamıyacağı ve
miras bırakamayacağı konusunda acıktır. Onun bir oğlu
veya oğlunun oğlu
bulunması
müstesnadır.
Mi'râcu'd-Dirâye'de şöyle denilmiştir: «Lanetleşen kadının oğlunun. anne tarafından
olsa bile baba
tarafından
akrabalığı yoktur. Annesinin asabesi ona asabe olmadığı
gibi cumhura göre annesi de
ona asabe olmaz.
İbnu
Mes'ud'dan; annesinin asabesinin, ona asabe olacağına dair bir
rivâyet vardır. Yine İbnu
Mesud'dan
gelen diğer bir rivayette şöyle denilmiştir: «Annesi onun
asabesidir. Zira Vâsile
İbnu'I-Eskâ Peygamber
(s.a.v.) In şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: «Kadın, şu üç mirası alır
kendisini azâd edenin mirasını, bulduğu çocuğun mirasını
ve kendisi hakkında lanetleştiği
çocuğunun
mirasını».
Biz deriz ki : Miras ancak
nass ile sabit olur. Annenin üçte
birden anne-bir erkek kardeşin de altıda
birden fazla
miras almasına dair bir nass yoktur.
Aynı şekilde anne-baba ve
benzerlerinin, annenin
asabesi olarak miras almasına dair de nass yoktur. Çünkü asabelik mirasın en kuvvetlı
sebeplerindendir. Anne
vasıtası ile miras almak ise mirasın
en zayıf sebeplerindendir. Dolayısıyle
mirasın en kuvvetli
sebebi olan asabeliği, anne vasıtası ile hak etmek caiz olmaz. Hadis kadının
miras alacağına delâlet
etmektedir. Miras almak ise, asabeliğe
delâlet etmez. Zira kadının asabe
olarak değil, farz ve redd yoluyla miras alması caizdir.
«Kişlnin asabesi annesinin
kavmidir» hadisine gelince : Bunun manası; mirası asabelik anlamında
istıhkak etmektir ki bu da rahimdir. Yoksa bu,
asabeliğin hakikatının ispatı hakkında değildir.
Özetle.
Kudûrî'nin
şerhi Müctebâ'da şöyle denilmiştir:
«Zina mahsulü olan çocuğun ve hakkında, karı koca
arasında lanetleşme cereyan eden çocuğun asabesi annelerinin
mevlâsıdır.» sözünün manası
-Allah daha iyi bilir- şöyledir: İbnu Mesud'un dediği gibi anne çocuğunun
asabesi değildir. Annenin
asabesi de çocuğun asabesi değildir. Onun
asabesi ancak -varsa- annenin mevlâsıdır.»
Hanefî âlimlerinin kabul ettikleri görüş ise Hz. Ali ve Zeyd
İbnu Sâbit'-in (r.a.) mezhepleridir.
Bunların
görüşlerinin delili de şudur: Anne
zinadan olan çocuğun ve lanetleşen
kadının çocuğunun
dışındakilerde asabe
olmayınca, zevi'l-erham gibi, veled-i zina ve veled-i mülaane
hakkında da
asabe olmaz.
«Çünkü bu iki
çocuktan her ikisinin de babası yoktur». Bu, metnin
illetidir. İhtiyar'da buna şunlarda
ilâve
edilmiştir: «Peygamber (s.a.v),
«Kendisi ile lanetleşilen kadının çocuğunu annesine nisbet
etmiştir.»
Buna göre o
çocuk, baba tarafından akrabası olmayan bir şahıs gibi olur. Bu durumda da annesinin
yakınlarının
ondan. onun da annesinin akrabalarından miras alması gerekir.
Bu açıklamaya
göre bir kişi ölse ve geride bir kızı, annesi ve bir de kendisi hakkında
hanımı ile
anlaştığı bir
çocuk kalsa terikenin yarısı kıza,
altıda biri anneye verilir. Kalanı da red yoluyla yine
onlara
verilir. Sanki onun babası yok gibi
olur.
Bu anılanlarla birlikte koca veya hanım olsa hüküm yine aynıdır. Zira o karı veya koca kendi
hissesine düşen payı alır, geri kalanda anne ile kız orasında farz ve
redd olarak taksim edilir.
Eğer birisi ölse ve geride anne-bir erkek kardeşini
ve bir de ilan yapılanın oğlu kalsa.
annesine
üçtebir,
annebir erkekkardeşine altıda bir
Verilir. Geri kalan da yine bu ikisine redd yoluyla verilir.
Lian yapılanın
oğluna ise birşey yoktur. Çünkü onun
baba-cihetinden erkek kardeşi değildir.
Kendisi ile lian yapılan kadının oğlu ölse babasının sülalesi ona varis olurlar ki
onlar da erkek
kardeşlerdir. Onun dedesinin yakınları yani
amcaları ve amcalarının çocukları ise ondan miras
alamazlar.
Bu izahla,
diğer meselelerde açığa çıkmış olur.
Bunun benzeri Minah'tadır.
Ben derim ki: İhtiyâr'dan
nakledilen bu ifade. daha önce söylediklerimi teyid etmektedir. Zira
orada
anne için
üçtebir, annesinin asabesi olduğu halde ana bir kardeşe de altıdabir verilmiştir. Eğer hür
olan annesinin
asabesi, onunda asabesi olsaydı, annesinin hissesinden
sonra kalanı o alırdı.
«Ayrılırlar
ilh...» İhtiyâr'da da aynen böyle
denllmiştlr. Minah Sekbu'l-Enhur ve
diğer kitaplarda da
buna uyulmuştur.
Ben derim ki: Bu da, şarihin «liân bâbı»nın sonunda
kesin bir dille ifade ettiği hükme aykırıdır. Zira
şarih orada, mulâanenin çocuğunun, annesinin çocuğundan annebir
erkek-kardeş mirası olacağını
söylemişti. Bunun benzeri «Câmi» nin şehâdetleri bölümünden naklen
Bahr'da da mevcuttur.
Miracu'd-Dirâye'de şöyle denilmiş: Kendisi ile lian yapılan kadının çocuğunun, anne-bir kardeşi
olduğu
takdirde, bize Şafiî'ye İmam Ahmed'e ve Cumhur'a göre, bunlar annebir erkek-kardeş
gibidirler.
İmam Mâlik'e göre ise lianlaşılan kadının
çocuğu diğerleri ile ana -baba bir erkek-kardeş gibidirler.
Mi'râcu'd-Dirâye'de bunların delilleri
ve ferileri zikredilmiştir. Oraya
müracaat et.
Mi'râcu'd-Diraye'deki ifade sarahaten
ifade etmektedir ki şârihin burada söyledikleri İmam
Mâlik'in
mezhebidir.
Düşün.
«Asabelerden son sınıf asabe-i
sebebiyedir ilh...» Yâni buradaki son
sınıf izafidir. Zira hakikatte son
sınıf mûtıkın
asabesidir.
Bu ifadeler asabenin ikinci kısmı olan asabe-i sebebiyyeyi
beyan etmektedir.
Mûtıkın,
bigayrihi veya maa-gayrihi değil, binefsihi asabe olduğu açıktır.
Onun, binefsihi asabe
olmasından
dolayı asabe bi gayrihi veya asabe maa-gayrihiden önce zikredileceği zannedilir.
Musannıf bu
ibaresi ile, mûtık'ın asabeliğinin nesep yoluyla olan asabeliğin bütün kısımlarından
sonra olduğuna
işaret etmektedir. Çünkü asabe-i nesebiye, asabe-i sebebiyeden daha kuvvetlidir.
İşte bundan
dolayı musannıf uslûbunu değiştirmektedir.
Aksi halde, geçen kısma uygun düşmesi
için «asabe-i sebebiye mevlâ'l-ıtâkadır» demesi daha açık
olurdu. Bunu Yakup ifade etmiştir.
«Yâni mûtık
ilh..» Daha önce izah ettiğimiz gibi «mevlâ'l-ıtâka» deseydi daha uygun olurdu.
«Sonra mûtıkın
asabe binefsihisidir ilh...» Musannıfın bu sözü bizim de daha
önce beyan ettiğimiz
gibi, mûtıkın
asabesinin miras alamayacağını ifade etmektedir.
Musannıf burada «asabe» demekle,
mûtıkın kızı.
annesi ve kızkardeşi gibi, sehim sahiplerini dışta
bırakmıştır. Bu durumda bunlar miras
alamazlar, çünkü velâ asla farz sahibi olamaz.
Musannıfın «asabe binefsihi» ile kayıtlaması da,
asabe
bigayrihi ve asabe maa gayrihiden kaçınmak içindir. Nitekim
ileride de gelecektir. Yukarıda
beyan ettiğimiz üzere. Velânın sübûtu için gerekli şartlardan
birisi de annenin hür asıllı
olmamasıdır. Eğer azâd edilenin annesi hür
asıllı ise babası mutlak dahi olsa onun çocuğu
üzerinde kimsenin velâsı yoktur.
«Geçen sıraya göre ilh...» Mûtîkın neseb yönünden
olan binefsihi asabesi, asabe-i sebebiyesine
takdim edilir.
Yâni o, mûtıkın mûtıkına ve onun mûtıkına v.s. takdim
edilir.
Buna göre
mûtıkın oğlu öbür varislerden önce
gelir. Sonra ne kadar aşağı inerse
insin oğlunun
oğlu, sonra
mûtıkın babası, sonra, ne kadar yukarı çıkarsa çıksın dedesi ilh., sonra mûtıkın mûtıkı,
sonra geçen sıraya göre onun asabesi, sonra mûtıkın mûtıkının mûtıkı sonra da onun asabesi...
gelir. İbnu
Kemâl.
BİR UYARI:
Bir oğul ve
bir kız. köle olan babalarını satın alsalar
ve satın aldıkları babaları da bir köle olarak
azâd etse ve
babaları öldükten sonra babalarının azâd ettiği kölede ölse ve
başka varisi olmasa
onun malının
hepsi oğulundur. Zira mûtıkın nesep
yönünden olan asabesi kızdan öncedir. Çünkü
kız asabe-i sebebiyedir. Sâihânî.
Aynı şekilde bir kız köle olan babasını satın alsa
ve babası onun satın alışıyla
azâd olsa, sonrada
adam o kızı ile başka
bir kızını bırakarak ölse ve geriye
mal bıraksa. malın üçte ikisi farz olarak iki
kızındır. Geri kalanı da
asabe olarak birinci kıza verilir.
«... Bir
yakınlıktır ilh...» Yâni nesepteki
yakınlık gibi, velâda yakınlaştırıcıdır.
Bu hadisi İbnu Cerir,
Tehzîb'de, Abdullah bin Ebi Evfâ'nın hadisinden sahih bir senetle tahric etmiştir.
İbnu Ebi Hatem
de İbn. Ömer'in hadisinden tashih etmiştir.
Seyyid şöyle demiştir: Bunun manası şudur: Hürriyet insan için hayattır, zira
hürriyetle, insanları
diğer hayvanat ve cemaattan ayırdeden mâlikiyet
sıfatı sabit olur. Kölelik ise telef ve
helâktır. Buna
göre azâd eden,
azâd edilenin ihyasına
sebeptir. Bu babanın, çocuğun vücuduna sebep oluşuna
benzer. Çocuk
nasıl babasına nesep ile, babasının akrabalarına da babasına tebean
mensup ise,
azâd edilen de azâd edene
ve ona tebean de akrabalarına, velâ ile
mensup olur. Böyle olunca da
mlras. nesep ile nasıl
sabit olursa velâ ile de sabit olur.
Bu söylenenler şuna da dikkat çekmektedir: Bu hadis mevlâ'l-ıtâka veya asabesinden
velâsı olan
kişinin nesep de olduğu gibi iki taraf cihetinden varisliği gerektiren bir durum olmadan varis
olacağına delâlet eder. Ayrıca yine işâr etmektedir ki, velâ sahibi olan kişi asabedir. Çünkü
zımnen,
baba olma
haysiyeti ile, babaya
benzemektedir.
Bu hadis
mevlâ'l-ıtâkanın asabelerin sonuncusu olduğuna da delalet etmez. Bu mevzuun tamamı
-İbnu'l-Hanbelî'nin şerhindedir.
Allâme Kâsım'ın zikrettiği «Miras asabenindir,
eğer asabe yoksa o zaman mevlânındır»
hadisini
ilave etmek
daha uygundur. Bu hadisi Said İbnu Mensur Hasan'ın
hadisinden rivayet etmiştir.
«Ebû Yusuf İse
babanın altıda bir alacağını söylemiştir.» Bu, Ebû Yûsuf'un
sonraki görüşüdür.
Birinci görüşü
ise tarafeynin görüşleri gibidir.
Sonraki görüşünün illeti şudur;
velânın tamamı
mülkiyetin
eseridir. O halde velâ hakiki mülke ilhak olunur. Şöyle ki; mûtık geride mal bıraksa ve
varis olarak
da bir oğulu ile babası olsa malın
üçte biri babasının geri kalan da oğlunundur. Mûtık
öldüğü zaman
geride velâ bıraktığında da yine malın
altıda biri velânın, geri kalan da
oğlunundur.
Ebû Yûsuf'un
sonraki görüşe şöyle cevap verilir: Velâ mülkiyet eseri olsa bile mal değildir, ve
bedeli mal ile karşılanması
caiz olan kısas gibi, mal hükmünde de
değildir. Dolayısıyla velâda,
malda olduğu
gibi, varislerin sahimleri farziyetle
câri olmaz. Aksine velâ asabelik
yoluyla miras
olunan bir
sebeptir. Böyle olunca en yakına sonra da ondan sonra en yakın olana itibar edilir. Oğul
ise asabelerin en yakınıdır. Bu meselenin tamamı Seyyid'in şerhindedir.
«Geçen sıraya göre ilh...» Yâni neseb cihetinden olan asabede geçen tertibe
göre...
«Burada
yoktur.» Bu söz şârihin yukordaki «asabe bi
nefsihî» sözünün muhterizidir. Yâni
asabe-i
sebebiye'de
sadece asabe-binefsihi vardır.
Asabe-bigayrihi ve maagayri'hi yoktur.
«Kadınlar için sadece
âzâd ettiklerinin velâsı
vardır» hadisi hakkındaki görüşler:
«Hadis» Hadis'in lafzı Sirâciye'de belirtildiğine göre şöyledir: «Kadınlar için sadece
azâd ettiklerinin
veya onların azâd ettiklerinin yahut azâdlarını ölümüne bağladığı kölelerin yada onların
müdebberlerinin veya kadınların azâd ettiklerinin
yahut onların azâd ettiklerinin velâsını çekenlerin
velâları
vardır.»
Bu hadisin
manası şudur: Kadınlar için velâ hakkı ancak şu durumlarda
vardır: ,
1-- Azâd ettikleri kölenin veya onların azâd ettikleri kölelerden, köle âzâd
edenin,
2 - Kitâbet
yaptıkları kölenin veya o kölenin kitabet yaptıklarının,
3 - Azadını ölümüne bağladıkları kölenin yada onların azâdını ölümlerine bağladıklarının,
4 - Kadınların
azatlılarının veya azadlılarının azadlısının
velâları.
Bunların
herbirinden, diğeride olan benzerleri, hazfedilmiştir. Yani kadınlar için
velâdan ancak,
azâd ettiklerinin velâsı veya azâd ettiklerinin,
azadlısının, mükatebinin ve
müdebberinin velâsı
vardır. Yada
kadınların kitabet yaptıklarının (mükateplerinin) velâsı veya
onların mükâteplerinin,
azatlılarının
ve müdebberlerinin velâları vardır.
Yahutta müdebberlerinin (azadını
ölümlerine
bağladıklarının) velâları veya onların müdebber,
mükâtep ve azatlılarının velâları
vardır.
Kadınların
müdebberlerinin velâsının sureti
şöyledir: Bir kadın kölesinin azadını kendi ölümüne
bağlasa ve
sonrada irtidad edip dârü'l-harbe iltihak etse, kadı da onun darü'l-harbe
iltihak ettiğine
ve müdebber yaptığı kölenin hürriyetine hükmetse; bu kadın da sonradan müslüman olarak
dârü'l-islâma dönse ve müdebberi nesep yönünden bir
asabe bırakmadan ölse, bu kadın
müdebberinin
asabesidir. Bu müdebberin müdebberinin hükmü de aynıdır.
Meselâ hâkim, kâdının
darü'l-harbe
iltihak sebebiyle müdebberinin
hürriyetine hükmetse ve o müdebber de bir köle
olarak
onu müdebber
yapsa ve sonra ölse, bilahere
kadın da tevbe ederek, ister
kendi müdebberinin
ölümünden önce ister sonra,
darü'l-islâma dönse ve sonra ikinci müdebber geride bir nesep
yönünden bir
asabe bırakmadan ölse onun velâsı bu kadınındır.
Biz
Kitabü'l-velâ'da bunun tasviri için, başka
bir şekil takdim etmiştik.
Kadınların
azadlılarının velâ olma şekli de şöyledir: Kadının kölesi onun izni ile, sahibi tarafından
azad edilmiş olan bir cariye ile evlense ve bir
çocukları olsa, o çocuk annesine teb'an
hürdür, onun
velası da
annesinin mevlâsınındır. Kölenin
sahibi olan kadın evlenen kölesini azâd ettiği takdirde
azâd edilen köle çocuğunun velâsını kendi mevlâsı olan kadına çeker. Hatta önce azad
edilen köle,
sonra da onun
çocuğu ölse ve geride babasını azad eden kadın kalsa o çocuğun
velâsı babasını
azad eden kadınındır.
Kadınların
azad ettiklerinin azadlısının velâ olma şekli de şöyledir: Bir kadın kölesini
azad etse;
âzad edilen bu
köle bir köle satın alıp onu başka birinin azâd ettiği
câriye ile evlendirse. bunlardan
dünyaya
gelen çocuk hür olur. O çocuğun velâsı da annesinin mevlâsınındır. Azâd edilen köle,
satın alıp
evlendirdiği kölesini azad etse kölesini
azâd etmekle azâdlısının çocuğunun velâsını önce
kendisine sonra da kendi efendisi olan kadına
çekmiş olur.
Bunlar
fukahanın bu konuda zikrettiklerinin
özetidir. Bu husustaki geniş bilgi ve velâyı çekme
şartları
Kitabu'l-Velâ'dan öğrenilebilir. Oraya müracaat ediniz.
«Gerçi bu hadis şazdır ama ilh...» Şâz hadis, sika bir rivanın, birçok kişinin rivayet ettiği hadise
muhalif olarak
rivayet ettiği hadistir. Bu durumda râvi tek başına bir hadis
rivayet etse bakılır. eğer
rivayet ettiği hadis hıfzda ve zabtta kendisinden daha kuvvetli olan birinin rivayet ettiği hadise
muhalif ise,
onun tek başına rivayet ettiği hadis
şâzdır. reddedilir. Eğer muhalif olmazsa bakılır,
şayet hadisi
rivayet eden kişi hıfz ve itkanına güvenilen kimselerden ise o hadis makbuldür, râvînin
tek olu / şu
hadise zarar vermez. Eğer tek olarak
rivayet ettiği hadiste hıfz ve
itkanına güvenilen
kişilerden değil ise bakılır, şayet hâfız. zâbıt ve tek başına yaptığı
rivâyeti makbul olan kimsenin
derecesinden uzak değilse o zaman rivâyet ettiği hadis hasendir, aksi halde
şâzdır. reddedilir.
Bu söylediklerimiz İbnu's-Salâh'ın şâz
hadisin tarifinde tercih ettiği
tariftir.
«Ama büyük
sahabilerin sözleri ile ilh...» Hz. Ömer, Hz. Ali ve Zeyd
İbnu Sabib'ten (r.a.) rivayet
edildiğine
göre onlar kadınlara, şu aşağıdaki
istisnaların dışında velâ yoluyla miras
vermezlerdi.
Kadınların
azâd ettiklerinin veya onların azadlılarının velâsı ve mükâteplerinin
velâsı.
Bu rivâyeti İbn Ebî Şeybe Abdurrezzak, Dârimî ve
Beyhakî rivâyet etmişlerdir.
Bu rivayeti Rezîn İbnu'l-Abd Müsned'inde şu sözlerle
zikretmiştir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: «Velânın mirası erkeklerin en büyüğümündür. Kadınlar ise
velâ ile miras alamazlar.
ancak azad ettiklerinin veya azâd ettiklerinin âzâd
ettiğinin velâsı müstesna..» Kâsım.
«Böyle olunca meşhur hadis seviyesinde olur.» Meşhur hadis, birlnci
asırda âhad olup sonra
yayılarak ikinci
ve daha sonraki asırlarda mütevatir haline gelen hadistir. Birinci asır sahabe asrıdır.
Onlar da şika oldukları için töhmet altında bulundurulamazlar.
Onların şehadetleri mütevatir hadis
menzilesinde hüccettir. Hatta Cassâs «Meşhur hadis mütevatir hadisin iki kısmından
biridir.»
demiştir.
Yâkub.
M E T İ N
Müellif
ashab-ı ferâiz (sehim sahipleri) ve asabe ile ilgili meseleleri bitirdikten
sonra, «hacbe
başlayarak,
şöyle demiştir: Varislerden altısı hiçbir şekilde mirastan mahrum
edilemezler. Bunlar:
baba, anne,
oğul, kız -yani ebeveyn ile çocuklar- ve karı-kocadır. Vârislerden
bir gurup da bazı
hallerde miras alırlar,
bazı hallerde ise mirastan mahrum olup hacbolunurlar. Bunlar da ister asabe
ister farz sahiplerinden olsun yukarda sayılan altı
kişinin dışındakilerdir.
Mahrum olarak
hacbedilmek iki esas üzerine bina edilir.
1 - Yukardaki
altı kişinin dışında kalanlardan, ölüye yakın
olanı, daha uzak olanı hacbeder. Zira
yukarda geçtiği
üzere en yakın olan en önce gelir sonra da yakınlık sırasına göre mirasta öncelik
kazanırlar. Varislerin
varis olma sebebi aynı olsun olmasın |