NİKÂH
BAHSİ 2
Mektupla Evlenme. 9
Nikâhın Musahhaf Sözlerle Akdi 15
HARAM OLAN KADINLAR FASLI 2
Sahibinin Cariyesini Evlendirmesi 21
VELİ BÂBI 2
Mühim Bahis: Asabenin Küçük Çocuğa
Küf'ü Olmayan Bir Kadını Alması 14
Nikâhta Ayrılmalar 17
KEFÂET BÂBI 2
MEHİR BÂBI 2
TRAMPA NİKÂHI 6
MÜT'ANIN HÜKÜMLERİ 9
MEHRİN KOCADAN İNDİRİLMESİ 12
HALVET HÜKÜMLERl 13
FÂSİT NİKÂH. 27
MEHR-İ MİSİL 31
VELÎNİN MEHRİ ÖDEMESİ 33
MEHRİNİ ALMAK İÇİN KADININ NEFSİNİ
KOCASINA TESLİM ETMEMESİ 35
MEHİRDE İHTİLÂF MESELELERİ 39
BAŞKASINDAN İDDET BEKLEYEN KADINA
NAFAKA. 44
GİZLİ VE ÂŞİKÂR MEHİR. 51
KÖLENİN NİKÂHI BÂBI 2
İZİNLE İCAZE ARASINDA FARK. 5
AZLİN HÜKMÜ. 2
ÇOCUK DÜŞÜRMENİN HÜKMÜ. 2
KÂFİRİN NİKÂHI BABI 2
KASM BÂBI 2
RADÂ BÂBI 2
METİN
Bizim için hiçbir ibadet yoktur ki, Hz.
Adem devrinden bu güne kadar meşru olsun da, Cennet'te de devam etsin. Bundan
yalnız nikâhla îmanı müstesnadır. Nikâh, fukahaya göre kasten milk-i müt'a
ifade eden bir akittir. Yanı erkeğin, şer'an nikâhına mâni bulunmayan bir
kadından istifade etmesini helâl kılan bir akittir.
İZAH
Musannıfın nikâhı dört ibadetten sonra
zikretmesi, bu ibadetlere nisbetle nikâh, mürekkebe nisbetle basit gibi
olduğundandır. Çünkü nikâh bir vecihle ibadet, bir vecihle muameledir. Nikâhla
cihadın her ikisi, Müslümanın ve İslâm'ın vücut bulmasına sebep olmakta
müşterek iseler de musannıf nikâhı evvel zikretmiştir. Çünkü Müslüman
fertlerinin nikâhla çoğalması, harple çoğalmasından kat kat fazladır. Zira, cihadda
gâlip olan hal, ölüm ve zimmet hâsıl olmaktır. Şu da var ki cihadın. Müslümanın
vücut bulmasına sebep oluşunda sıfatın yenilenmesi; zâtın yenilenmesi
mesabesinde olmasına bakarak müsamaha vardır; köle âzâdı, vakıf ve kurban dahi
öyledir. Velev ki bunlar da ibadet olsunlar. Çünkü nikâh dört ibadete pek
yakındır. Hattâ ulema, "Nikâhla meşgul olmak nâfile ibadetlere kendini
vermekten efdaldir." demişlerdir. Yani nikâhla ve nikâhın şâmil olduğu
nefsi haramdan korumak ve çocuk terbiyesiyle meşgul olmak gibi işleri görmekle
meşgul olmak, nâfile ibadetten hayırlıdır demek istiyor.
«Bizim için hiçbir ibadet yoktur ki...»
ifadesi Eşbâh'ta da böyledir Fakat söz götürür. Evvelâ nikâhın dünyada ibadet
olması; Müslümanların çoğalmasına sebep teşkil ettiği içindir. Bir de onda,
söylediğimiz nefsi haramdan korumak ve benzeri şeyler bulunduğu içindir. Bu
Cennet'te yoktur; hattâ rivayete göre Cennetliklerin, Cennet'te çocuğu bile
olmayacaktır. Lâkin başka bir hadiste vârit olmuştur ki; "Mü'min Cennet'te
çocuk istedi mi, ana rahminde kalması, doğması ve büyümesi, dilediği gibide bir
saatte olacaktır." Bu daha iyidir. Çünkü Tırmîzî, "Bu hadis hasen
gariptir." demiştir. İkincisi, Cennet'te zikir ve şükür dünyadakinden daha
çoktur; çünkü orada kulun hali, gece gündüz tesbih ederek bıkmayan meleklerin
hali gibi olacaktır. Yalnız bu ibadet teklifle değil tabiat muktezasınca
olacaktır. Çünkü krallara hizmet lezzet ve şereftir. Bu, Allah'a yakınlıkla
artacaktır. Tamamı Hamevî'nin Eşbâh üzerine yazdığı hâşiydedir.
«Bir akittir.» Yani konuşanlardan birinin
icabı ile diğerinin kabulü mecmuundan ibaret bir akittir. Yahut bir kişinin
icap ve kabul yerini tutan sözüdür. Yani her iki tarafın sözlerini üzerine alan
kimsenin sözüdür. Bahır. Bu hususta ileride söz gelecektir.
«Erkeğin istifadesini helâl kılan bir
akittir.» Yani nikâh bir akit olup, şeriatın tahsisi itibarıyla hükmünü ifade
eder. Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Nikâhın hükümlerinden biri milk-imüt'adır.
Bundan murad, kocanın karısının cimaından vesair uzuvlarndan hassaten istifade
etmesidir. Yahut istifade hakkında zâtına veya nefsine mâlik olmaktır. Bu
hususta ulemamız ittîfak etmişlerdir.» Bahır. Debbûsî birinci mânâyı Şâfiî'ye
nisbet etmiştir. Lâkin musannıfın sözü Kenz sahibi gibi onu tercih ettiği
hususunda açıktır. Şu da var ki zâhire göre, Nehir sahibinin dediği gibi bu
hilâf sözden ibarettir. Çünkü Debbûsî, "Bu milk hakiki değil, cimaın helâl
olması hakkında hükmîdir. Karı-koca hakkıyla bağdaşmayan sair hükümlerde
geçerli değildir." demiştir. Debbûsî'nin ulemamıza nisbet ettiği, "Bu
akitten murad, zâta mâlik olmaktır." sözü hakikaten zâta mâlik olmak
değil, zâttan istifade milkidir. Yani, zevcin hassaten istifade hakkıdır.
Nitekim Bedâyi'de böyle denilmiştir. Bil ki müt'a sözünden murad budur. Bu
suretle anlaşılır ki, milki burada, Bedâyi sahibinin yaptığı gibi ihtisas diye
tefsir etmek, Bahır sahibine uyarak helâl olmak diye tefsir etmekten daha
iyidir. Çünkü ihtisas milk mânâsına daha yakındır. Milk ihtisasın bir nevidir.
Helâl olmak öyle değildir. Çünkü o milk-i müt'anın lâzımıdır. Milki müt'a da,
kadının şer'an kocasına mahsus oluşunun lâzımıdır. Şu da var ki, her şeyin
milki kendine göredir. Kocanın akitle müt'aya mâlik olması şer'î bir milktir ve
hizmet için çırak tutan kimsenin onun menfaatine mâlik olması gibidir.
Bahır sahibînin, "Milkten murad, helâl
olmaktır. Şer'î milk değildir. Çünkü nikâhlı bir kadın şüphe ile cima edilirse
mehrî kendinindir. Eğer hakikaten cimaından istifadeye mâlik olsaydı bedeli
kocasının olurdu." şeklindeki ifadesiyle itiraz edilemez. Çünkü cimaından
hakikaten istifadeye mâlik olması, bedele mâlik olmasını istilzam etmez. Ona
lâzım gelen cima hakkının kendisine mâlik olmaktır. Nitekim cariyesi cima
edilirse hüküm budur. Alınan ukr (cima parası) onundur. Çünkü bizzat cima
menfaatine mâliktir. Koca bunun hilâfınadır.
T E M B İ H : Şarih ile Bedâyi'nin sözleri,
istifade hususunda, hakkın kadına değil erkeğe ait olduğuna işaret etmektedir.
Nitekim bunu Ebussuud Efendi Miskin hâşiyelerinde zikretmiş; «Kenz şarihi
Ebyârî'nin Câmi-i Sağîr şerhinde Peygamber (s.a.v.)'in, "Avretini koru!
Bundan yalnız karın yahut mâlik olduğun cariyen müstesnadır." hadis-i
şerifini izah ederken söyledikleri buna teferru eder ki, koca karısının fercine
ve dübürünün halkasına bakabilir. Kadın bunun hilâfınadır. Kocası bakmaktan men
ederse, o kocasınınkine bakamaz.» demiştir. Bu ifadeyi Tahtâvî nakil ve ikrar
etmiştir. Zâhire bakılırsa murad, karısı kocasını buna mecbur edemez demektir.
Yoksa kocası bundan men ettiği vakit kadına helâl olmaz mânâsına değildir.
Çünkü nikâhın hükümlerinden biri, her iki tarafın birbirlerinden istifade
etmesinin helâl olmasıdır. Evet kadın şer'î bir mânii bulunmaksızın cimadan
imtina ederse kocası onu cimaya zorlayabilir. Ama bir defa cimadan sonra
kadının kocasını mecbur etmeye hakkı yoktur. Velev ki bazen diyaneten vâcip
olsun. Nitekim gelecektir.
"Bir kadın"dan murad, kadınlığı
muhakkak olan kimsedir. Bunu karine, aynı sözle 'hünsa'dan ihtiraz etmesidir.
Bu, akde mahâl olmasını beyandır. Bahır sahibi bunu Fetih'ten naklettikten
sonra; "Nikâha mahâl oluşu kadın olmasıdır. Daha doğrusu mahâl oluşu,
Benât-ı Âdem'den muhakkak surette kadın olmak, haram kılınanlardan
olmamaktır." demiştir. İnâye'de de; "Nikâhın mahalli, nikâhına şer'an
bir mâni bulunmayan kadındır. Böylece erkeğin erkeğe ve hünsaya nikâhı mutlak
surette hariç kaldığı gibi; cinnînin insana nikahı ve mahremler gibi ebediyyen
nîkâhı haram olan kadınlar hariç kalırlar. Anlaşılıyor ki şarihin, "şer'an
nikâhına mâni bulunmayan" sözünden muradı akittir, cima deâildir. Çünkü
maksat akdin mahallini beyan etmektir. Onun için şer'î mâni sözüyle
mahremlerden ihtiraz etmiştir. Demek ki ondan murad, nesep yahut süt ve
dâmatlık gibi bir sebeple mahrem olmaktır. Hayız, nifas, ihram ve kefaret
vermezden önce zıhar gibi şeylerse, akde mahâl olmasına değil, cimaın helal
olmasına mânidir.
METİN
Binaenaleyh erkek, hünsa-i müşkil ve
putperest kadın tariften hariç kalmıştır. Çünkü hünsa-i müşkilin erkek olması
ihtimali vardır. Mahrem kadınlar, cinnî kadını ve su insanı dahi tariften
hariçtirler: Çünkü bunlarda cins değişikliği vardır. Hasan, şahitler huzurunda
cinni kadının nikâhına cevaz vermiştir. Kınye. Kasten kaydıyla zımnen helâllık
ifade eden cima için cariye satın almak gibi şeyler hariç kalmıştır.
Su insanı hakkında İmam Kazfini'nin
Acayibü'l-Mahlûkat ve Garaibü'l-Mevcudat adlı kitabında şöyle denilmektedir:
«insana benzer, ancak kuyruğu vardır. Zamanımızda bundan birini bir kimse
Bağdat'a getirmişti. Onu insanlara gösterdi. Söylendiğine göre Şam denizinde
bazı vakitlerde bu mahlûk sudan insan şeklinde karaya çıkarmış. Beyaz sakalı
varmış. Halk ona Şeyhü'l-Bahr derlermiş. Birkaç gün karada kalır, sonra yine
denize inermiş. İnsanlar onu gördüklerinde hayra yorup birbirlerini ucuzlukla
müjdelerlermiş.
- Bütün hayvanların kuyrukları alt
kısımlarındadır. Bu insanlara ne olmuş ki kuyrukları hep yüzlerindedir.
Bize kalırsa, bu anlatılan mahlûk
hakikatten ziyade hayal mahsulüne benzemektedir.
İZAH
«Erkek ve hünsa-i müşkil hariç
kalmışlardır.» Yani, bunlara nikâh akdi yapılsa, erkeğin onlardan istifade
milkiyetini ifade etmez. Çünkü nikâha mahâl değillerdir. Hünsayı hünsaya veya
hünsayı kadına nikâhlamak da böyledir. Bahır'da Zeylâî'den naklen şöyle
deniliyor: «Hünsayı, babası veya sahibi bir kadına yahut erkeğe nikâh etse;
erkek midir kadın mıdır hali anlaşılıncaya kadar akdin sahih olduğuna
hükmedilemez. Evlendirdiği kimsenin hilâfı olduğu anlaşılınca akit sahih olur.
Aksi takdirde akit bâtıldır. Çünkü mahalline yapılmamıştır. Keza hünsa ile
hünsa evlendirilirse, birinin erkek birinin kadın olduğu anlaşılıncaya
kadarnikâhın sahih olduğuna hükmedilemez.» Şarih, "mutlak surette hünsa-i
müşkil" deseydi, üç surete de şâmil olurdu. Lâkin o bazı hükümlerini ifade
etmekle yetindi. Ama burada icmal (kısadan kesmek) yoktur.
"Putperest" ifadesi bazı
nüshalarda yoktur. Bazılarında hünsadan evvel zikredilmiştir. Hünsadan sonra
zikredilmesi daha iyidir. Çünkü o mâni-i şer'î kaydıyla tariften çıkmaktadır.
Şarihin bu tabiri kullanması, musannıf nikâhı haram olan kadınlar faslında onu
kullandığı içindir. En iyisi, şarihin orada dediği gibi, müşrik kadın tabirini
kullanmaktır.
«Mahrem kadınlar ve keza cinnî kadınla su
insanı» dahi manı-i şer'i kaydıyla tariften çıkmaktadır. Buna karîne,
"Çünkü bunlarda cins değişikliği vardır." sözüdür. Zira Teâlâ
Hazretleri, "Allah size kendinizden eşler yarattı." buyurarak;
"Sizin için helâl olan kadınlardan nikâh edin." âyet-i
Hikâye olunur ki krallardan birine su
insanı getirmişler. Kral onun halini anlamak istemiş ve onu bir kadınla
evlendirmiş. Kadın bir çocuk doğurmuş. Çocuk anne ve babasının sözlerini
anlamış. Ona, 'Baban ne?' diyor diye sormuşlar. Şu cevabı vermiş: kerîmesinden
muradın ne olduğunu açıklamıştır. Murad kadındır. Kadından başkasının helâl
olması delilsiz sabit olamaz. Bir de cinler muhtelif şekillere girerler. Bazen
erkeği kadın kıyafetine girer. Gerçi, "Cinnî kadınıyla evlenmek caiz midir
diye sorana, cehlinden ve hamakatından dolayı tokat vurulur. Çünkü böyle bir
şey tasavvur edilemez." denilmişse de bu gerçekten uzaktır. Çünkü tasavvur
mümkündür. Cinlerin muhtelif şekillere girdikleri, hadislerle, eserlerle ve
birçok hikâyelerle sabittir. Onun için bazı yılanların öldürülmesi yasak
edilmiştir. Nitekim namazın mekruhları bahsinde geçmişti. Şu da var ki,
tasavvur edememek, soranın hamakatine delâlet etmez. Nitekim bunu Eşbâh sahibi
söylemiş ve şöyle demiştir: «Görmüyor musun Ebu'l-Leys Fetevâ'sında şöyle
demiştir: Kâfirler peygamberlerden birini kendilerine siper etseler onlara
silâh atılır mı? Sonra bunu o peygambere sormalı. Ama bizim Peygamberimiz
(s.a.v.)'den sonra bu tasavvur edilemez. Lâkin tasavvur edilmiş olsa diye
takdir ederek cevap vermiştir. Bu da öyledir.» Bunun tamamı bizim
"Selil-Hüsâm el-Hindiy..." adlı risalemizdedir.
T E M B İ H : Eşbâh'ta Sirâciyye'den
naklen, "Ademoğullarıyla cinler ve su insanları arasında nikâhlaşma caiz
değildir. Çünkü cins değişikliği vardır." denilmektedir. Nikâhlaşma
tabirinin mânâsı, erkek cinninin de insanın kadınıyla evlenmesi caiz olmadığını
gösterir. Ta'lîlden anlaşılan da budur.
«Hasan cevaz vermiştir.» Bundan murad, Hasan-ı
Basrî (r.a.)'dir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Şarih böyle kayıtlasa daha
iyi olurdu. İmam-ı Azam'ın talebesinden Hasan b. Ziyâd çıkarılmış olurdu. Çünkü
buradaki mutlak ifadeden, bunun mezhebimizin bir rivayeti olduğuzannına
düşülüyor. Halbuki değildir. T. Lâkin şarih bundan sonra Mültekâ şerhinden
naklen. "Esah kavle göre insanın cinnî kadınla ve cinninin insan kadınla
evlenmesi sahih değildir. Çünkü cins değişiktir. Binaenaleyh sair hayvanlar
gibidirler." demiştir. Esah kavlin mukabili olmak üzere buradaki ifade,
adı geçen Hasan b. Ziyâd'ın kavli olabilir.
«Cima için cariye satın almak gibi...»
Çünkü bundan maksat, cariyenin kendisine mâlık olmaktır. Cima istifadesi zımnen
helâl olur. Onun içindir ki, neseben veya süt kardeşliği yahut ortaklık gibi
bir sebeple haram olan cariyeyi satın alırsa hüküm değişir. H. Cima için diye
ayrıca zikretmesi, bu maksatla satın almadığı vakit cima istifadesinin
evleviyetle zımnen helâl, olacağını anlatmak içindir.
METİN
Usulcülerle lügat ulemasına göre nikâh
sözü; cimada hakikat, akitte mecazdır. Kitap veya sünnette karinelerden
mücerret zikredilirse, on-;dan cima kasdolunur. Nitekim, "Babalarınızın
nikâh ettiği kadınları nikâh etmeyin!" âyet-i kerîmesinde nikâh bu
mânâyadır. Binaenaleyh babanın zina ettiği kadın oğluna haram olur. "Başka
kocaya nikâh oluncaya kadar" âyet-i kerîmesi bunun hilâfınadır. Çünkü
buradaki nikâh kadına isnadedilmiştir. Kadından mütesavver olan akittir. Cima
tasavvur edilemez. Meğer ki mecaz kast edilsin.
İZAH
«Usulcülerle lügat ulemasına göre ilh...»
Hâsılı şudur: Musannıfın yukarıda söylediği nikâhın fukaha örfüne göre
mânâsıdır. Buradaki söylediği, ise şer'an ve lügaten mânâsıdır. Çünkü usûl-i
fıkıh uleması, delillerin şer'î mânâlarından bahsederler. Binaenaleyh
musannıfın iki sözü arasında çelişki yoktur. 'Bahır sahibi diyor ki: "Bu
mânâda lügat ve şeriat birleşmiştir." Bunu Tahtâvî söylemiştir.
«Akitte mecazdır.» Bunun aksini söyleyen de
vardır. (Yani akitte hakikat, cimada mecazdır demiştir.) Bunu usulcüler îmam
Şâfiî (r.a.)'ye nisbet etmişlerdir. Bazıları, nikâh akitle cima arasında lafzan
müşterektir demiş; birtakımları da akde ve cimaa sâdık olan biraraya getirme
mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Bu takdirde manevi müşterek olur. Bunu bizim
ulemamız dahi söylemişlerdir. Bahır. H. Sahih olan, nikâhın cimada hakikat
olmasıdır. Nitekim Tahrir şerhinde böyle denilmiştir.
«Karinelerden mücerret...» Yani harici bir
müreccih olmaksızın hem hakiki hem mecâzî mânâya ihtimalli olarak zikredilirse,
ondan cima kasdedilir. Zira mecaz hakikatın halefidir (ondan sonra gelir).
Haddi zatında hakikat mânâ tercih edilir.
«Binaenaleyh babanın zina ettiği kadın
oğluna haramdır.» Yani bütün furuuna haramdır ve onlara haram olması nassla
sabittir. Babanın sahih nikâhla aldığı kadın ise oğullarına icma ile haramdır.
Bir kimse karısına, "Seni nikâh edersem boşsun" dese, bu söz cimaa
taallûkeder. Keza karısını cimadan önce talâk-ı bâinle boşar da sonra tekrar
alırsa;kadın akitle değil, bu sözle boş olur. Bu sözün ecnebi bir kadına
söylemesî bunun hilâfınadır. O zaman sözü akde taallûk eder. Çünkü ecnebi
kadının cimaı şer'an haram olunca, hakikat mânâ terkedilir, mecaz taayyün eder.
Bahır'da Tahrir ve şerhinde böyle denilmiştir.
«Çünkü burada nikâh kadına
isnadedilmiştir.» cümlesi, makamdan anlaşılan akit olmasının illetidir.
Hullecinin cimaının şart olması ise Useyle hadisinden alınmıştır. T.
«Meğer ki mecaz kasdedilsin.» Burada şöyle
denilebilir: Her iki takdire göre mecazdan kurtulmanın çaresi yoksa, birini
diğerine tercih ettiren sebep nedir? H. Yani âyetteki nikâhtan cima
muradedilirse, mecaz aklî olur. Çünkü bu fiil kadından tasavvur edilemez. Akit
kasdedilirse, mecaz lügavî olur. Çünkü nikâh kelimesi cimada hakikattir. Şu
halde âyeti bu iki mânâdan birine yorumlamak, müreccih bulunmadan tercih yapmak
olur. Hattâ denilebilir ki; âyeti cima mânâsına yorumlamak vakıa daha
münasiptir. Çünkü üç defa boşanan kadın, hulleci onunla cima etmeksizin ilk
kocasına helâl olmaz. Meğer ki müreccih sebep bu mânâda çok kullanılmasıdır
denilsin. T.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa, burada iki
mânâdan herbirini murad etmeye mâni yoktur. Lâkin münakaşa, nikâhın cimada mı
hakikattır, yoksa akitte mi meselesinde olduğu için ve bizce cimada hakikat
olması tercih edildiğinden, ulema. "Nikâh kelimesi bu âyette akit mânâsına
mecâz-ı lügavîdir." demişlerdir. Çünkü bu söz akit mânâsında hakikattır
diyene red cevabı olmak için daha açıktır. "İsnadda mecâz-ı aklîdir."
denilse de olurdu. Nitekim "nehir aktı" sözünde, isnatta mecaz vardır
diyebilirsin. Lâkin meşhur olan hâliyyet ve mahalliyet alâkasıyla mecâz-ı
lügavî denilmesidir. Kaldı ki şarihin sözünde buna bir mâni yoktur. Çünkü,
"Kadından mütesavver olan akittir, cima değildir. Meğer ki mecaz
kasdedile." ifadesini de isnatda mecazdır mânâsına almak mümkündür. Buna
karine, "Kadına isnat edilmiştir." sözüdür. Yani bu bir şeyi
mevzuunun gayriye isnat kabilindendir.
«Kadından mütesavver olan ilh...» cümlesi,
kadına isnat etmenin hakiki olmadığını beyandır.
METİN
Nikâh tevekan (yani şiddetli şehvet)
halinde vâcip olur. Nikâhlanmadığı takdirde yüzdeyüz zina edeceğini bilirse
farz olur. Nihâye. Bu, mehir ve nafakaya mâlik olduğuna göredir. Aksi takdirde
terkinden dolayı günahkâr olmaz. Bedâyi. Esah kavle göre i'tidal halinde
sünnet-i müekkede olur ve terkinden dolayı günaha girer. Namuslu olmayı ve
çocuk doğurmayı niyet ederse sevap kazanır. İ'tidalden murad; cimaa mehir ve
nafakayı vermeye kâdir olmaktır. Nehir sahibi vâcip olduğunu tercih etmiştir.
Çünkü Peygamber (s.a.v.) nikâhlı olmaya devam buyurmuş, ondan yüz çevireni
inkâr etmiştir.
İZAH
"Tevekan" şehvetin şiddetli
olmasıdır. Nitekim Zeylâî'de bildirilmiştir. Yani evlenmemiş olsa zinaya
düşeceğinden korkulacak halde olmalıdır.
Ben derim ki: Keza göründüğüne göre, harama
bakmaktan yahut eli ile meni getirmekten kendini men edemiyorsa, zinaya düşme
korkusu olmasa bile evlenmesi vacip olur.
«Nikâhlanmadığı takdirde yüzde yüz zina
edeceğini bilirse farz olur.»
Çünkü haramdan kaçınmak neye bağlı ise, onu
yapmak farzdır. Bahır. Ama bu söz götürür. Çünkü haramdan kaçınmak bazen nikâhsız
da olur. Cariye alır. O zaman nikâhın vücubu lâzım gelmez. Ancak meseleyi
cariye almaya da kudreti yoksa diye farzedersek, o zaman itiraz kalmaz. Nehir.
Lâkın, "zinadan korunmak ancak nikâhlanmakla mümkün olursa" sözü,
meselenin cariye almaya ve keza zinadan men eden orucu tutmaya kâdir
olamadığına göre farzedildiğini gösterir. Bunlardan birine kâdir olursa, nikâh
farz veya aynen vâcip olmaz. Onu zinaya düşmekten nikâh da, başka şey de men
edebilir.
«Bu, mehir ve nafakaya mâlik olduğuna
göredir.» Bu şart her iki kısma yani hem farza, hem vâcibe râcîdir. Bahır
sahibi bu iki kısmında başka bir şart daha ziyade etmiştir ki,o da karısına
zulmedeceğinden korkusu olmamaktır. O şöyle demiştir: «Evlenmediği takdirde
zinaya düşmek korkusu ile; evlendiği takdirde zulmedeceği korkusuyla
karşılaşırlarsa, ikincisi tercih edilir ve evlenmek farz olmaz. Hattâ mekruh
olur. Bunu Kemâl Fetih'te söylemiştir. Bu, galiba şundan olacaktır: Zulüm
kullara müteallik bir günahtır. Zinadan men etmek ise Allah haklarındandır. Kul
hakkıyla Allah hakkı karşılaşınca, kul hakkı tercih edilir. Çünkü kul muhtaç,
Allah Teâlâ ganîdir.»
Ben derim ki: Mehir ve nafakaya mâlik
değilse. bunun muktezası da kerahettir. Çünkü mehirle nafaka dahi kul
hakkıdırlar. Velev ki zinadan korksun. Lâkin az ileride göreceğiz ki, o
kimseden ödünç alması menduptur. Bahır sahibi şöyle demiştir: «Çünkü Allah onun
namına ödemeyi üzerine almıştır. Binaenaleyh niyeti iffetli ve namuslu kalmak
ise, fakirlikten korkmamalıdır.» Bu sözün muktezası şudur: Zinadan korktuğu
vakit mehir vermeye kudreti olmasa bile ödünç alabilecekse, evlenmesi vâciptir.
Bu, zikredilen şarta aykırıdır. Meğer ki şart, mehirle nafakanın velev ödünç
alma yoluyla olsun her birine mâlik olmasıdır denile. Yahut, "Bu,
kazanmaktan âciz ve ödeyecek bir şeyi olmayan hakkındadır." denile. Şarih
hacc bahsinin başında şöyle demişti: «Haccetmez de bütün malını tüketirse,
ödünç alarak hacca gidebilir. Velev ki ödemeye kudreti olmasın. Allah Teâlâ'nın
onu bundan dolayı muaheze buyurmaması ümit edilir.» Yani imkân bulunca ödemek
niyetiyle olursa ödünç alabilir demek istemiştir. Nitekim Zahîriyye'de bu kayıt
vardır.
Evvelce demiştik ki: «Murad; o anda ödemeye
kudreti olmaması; fakat çalışırsa ödeyeceğine galebe-i zannı bulunmasıdır. Aksi
takdirde yapmaması efdal olur.» Şu haldezikredilen ödünç alma, mendup olur
sözünü dediğimiz gibi ödeme imkânı bulacağına zann-ı galibi olmasına yorumlamak
gerekir. Bu takdirde zinaya düşmekten korkusu olmadığında ödünç almak mendup
olursa, zinaya düşeceği yüzde yüz belli olduğunda ödünç almak vâcip olmalıdır.
Hattâ ödeyeceğine zann-ı galibi olmasa bile yine ödünç alması vâcip olmalıdır.
«Esah kavle göre i'tidal sünnet-i müekkede
olur.» Müstehaptır diyenlerin sözü de buna yorumlanır. Çok defa müsamaha
yapılarak, sünnete müstehap adı verilir. Bazıları farz-ı kifayedir demiş,
birtakımları da vâcib-i kifaye olduğunu söylemişlerdir. Tamamı Fetih'tedir.
Aynen vâcip olduğunu söyleyenler de vardır. Nehir sahibi bu kavli tercih
etmiştir. Nitekim gelecektir. Bahır'da şöyle denilmiştir: «İ'tidal halinde
sünnet olduğunun delili, bizzat Peygamber (s.a.v.)'in hali ve ümmetinden
kendini ibadete vermek isteyeni şiddetle bundan men etmesidir. Nitekim
Sahihayn'da rivayet olunmuştur. Ona, "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse
benden değildir." buyurmuştur. Nitekim Fetih sahibi bunu izah etmiştir.»
Nikâhlanmak, ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgul olmaktan efdaldır. Nitekim
Dürerü'l-Bihâr'da böyle denilmiştir. Yukarıda arzetmiştik ki, nikâh kendini
nâfile ibadetlere vermekten de efdaldır.
«Terkinden dolayı günaha girer.» Çünkü
sahih kavle göre sünnet-i müekkedeyi terk etmek günahı muciptir. Nitekim namaz
bahsinde geçmişti. Bahır. Namazın sünnetleri bâbında arzetmiştik ki, sünnet-i
müekkedenin terkinden dolayı yazılan günah azdır. Terkinden murad, ısrarla
bırakmaktır. Bununla sünnet-i müekkede vâcipten ayrılır. Velev ki Bedâyi
sahibinin imamlık bahsındeki sözünün muktezasınca aralarında yalnız sözde fark
olsun.
«Namuslu olmayı niyet ederse...» Yani kendi
nefsini ve karısının nefsini harama düşmekten korumayı niyet ederse, sevap
kazanır. Mücerret emre uymayı niyet ederse hüküm yine budur. Fakat mücerret
şehvetini gidermeyi ve Iezzet almayı niyet ederse iş değişir.
«Cimaya kâdir olmaktır.» Yani şehvetle
i'tidalden murad, farz ve vâcipte geçen şiddetli arzu mânâsına değildir.
İnnînde olduğu gibi son derece gevşek de olmamalıdır. Onun için şarih bu
kelimeyi Mültekâ üzerine yazdığı şerhte, "Gevşeklikle istek arasında
olmaktır." diye tefsir etmiştir. Mehir ve nafakayı da ziyade etmiştir.
Çünkü bunları vermekten âciz olan kimseden farz sâkıt olur. Sünnet olmasının
sükutu ise evleviyette kalır. Bahır'da şöyle denilmektedir: «Murad, zina,
zulüm, farz ve vâcipleri terk korkusu olmamakla beraber cimaya mehir ve
nafakaya muktedir olduğu haldir. Bu üç şeyden birine kâdir olamaz veya son üç
şeyden birinden korkarsa, mutedil sayılmaz ve onun hakkında nikâh sünnet olmaz.
Nitekim bunu Bedâyi sahibi de söylemiştir.»
«Çünkü Peygamber (s.a.v.) nikâhlı olmaya
devam buyurmuş ilh...»Zira terkinden dolayıinkârda bulunarak nikâhta daim
kalması vücuba delâlet eder. Rahmetî buna cevaben, "Hadiste terk edene
inkâr yoktur. Bilâkis nikâhtan yüz çevirene inkâr vardır. Şüphesiz ki sünnetten
yüz çeviren inkâra mahâl olur." demiştir.
METİN
Zulüm korkusu olursa nikâh tahrimen
mekruhtur. Zulmedeceğini yüzde yüz bilirse nikâh haram olur.
Nikâhı ilân etmek, nikâhtan önce hutbe
okumak ve nikâhı cuma günü aklı başında bir âkıt ve âdil şahitlerle mescitte
yapmak menduptur.
İZAH
«Yüzde yüz bilirse nikâh haram olur.» Çünkü
nikah ancak nefsi iffetlendirmek ve sevap kazanmak gibi yararlarından dolayı
meşru olmuştur. Kadına zulmetmekle ise günaha girer; haram fiilleri
irtikâbeder. Böylece bu zararlıların üstün gelmesiyle yararlı tarafları yok
olup gider. Bahır. Şarih altıncı kısmı bırakmıştır. Onu Bahır sahibi
Müctebâ'dan nakletmiştir. Altıncı kısım nikâhın icaplarını yapamayacağından
korkan kimse için evlenmenin mübah olmasıdır. Bu korku üstün gelmeyecektir.
Üstün gelirse, nikâh tahrimen mekruh olur. Çünkü kadına zulmetmemek nikâhın
icaplarındandır. Zâhire bakılırsa, sünneti yerine getirmek maksadıyla değil de,
mücerret şehvetini gidermek niyetiyle evlenir ve bir şeyden korkmazsa, bundan
bir sevap kazanmaz. Çünkü sevap ancak niyetle kazanılır. Binaenaleyh bu nikâh
mübahtır. Nasıl ki sırf şehvetini gidermek için cima etmek de öyledir. Lâkin
Rasulullah (s.a.v.)'e, "Bizden birimiz şehvetini gideriyor. O halde ona
nasıl sevap veriliyor?" diye sorulduğunda şu mânâda bir cevap vermiştir:
"Ne dersin, şehvetini haramla giderse idi cezalanmayacak mı idi? " Bu
cevap mutlak olarak sevap verileceğini ifade etmektedir. Meğer ki,
"Hadisten murad, nefsin iffetini korumak için şehvetini gidermektir."
denile.
Eşbâh sahibinin açıkladığına göre, nikâh
sünnet-i müekkededir. Binaenaleyh niyete muhtaçtır. Sonra şöyle demiştir:
«Mübah fiillere gelince: Niyetine göre bunların sıfatları değişir. Bunlardan
ibadetlere kuvvet kazanmak veya ibadetlere erişmek kasdedilirse ibadet olur.
Yemek, uyumak, mal kazanmak ve cima etmek bu kabildendir.»
Sonra Fetih sahibinin şunları söylediğini
gördüm: «Evvelce söylemiştik ki; nikâh bir niyetle yapılmazsa mübah olur. Çünkü
bu takdirde ondan maksat mücerret şehveti gidermek olur. Âdeten esası ise bunun
hilâfınadır. Ben de derim ki: Onda fazilet vardır. Şu cihetten ki, o kimse
meşru olmayan bir yoldan şehvetini giderebilirdi. Bazen bundan meşekkatler
lâzım geleceğini bildiği halde nikâha dönmesinde günahı terk kastı vardır.»
«Nikâhı ilân etmek...» Yani akdi duyurmak
menduptur. Çünkü Tirmîzî'nin rivayet ettiği bir hadiste, "Bu nikâhı ilân
edin. Onu mescitlerde kıyın. Onun için defler çalın!" buyrulmuştur. Fetih.
«Nikâhtan önce hutbe...»den murad, akitten
önce hamd-ü senâ ederek teşehhüdde bulunmaktır. Bu kelime ' hıtbe ' şeklinde
okunursa, evlenmek istemek mânâsına gelir. Şarih hutbeyi mutlak zikretmiştir.
Bu gösterir ki, onda muayyen ve mahsus sözler yoktur. Ama nakledildiği şekilde
hutbe okumak daha iyidir. Hutbe namına Tahtâvî Hısn-ı Hasîn sahibinden şu
hadisi nakletmiştir: «Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamd eder; O'ndan yardım
diler, O'na istiğfar eyleriz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin
kötülerinden Allah'a sığınırız. Allah kime hidayet verirse, artık onu
saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa, ona hidayet verecek yoktur. Ben şehadet
ederim ki, bir Allah'tan başka ilâh yoktur. Onun şerikî yoktur ve şehadet
ederim ki; Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten
yaratan Rabbinizden korunun!» Hadisdeki âyet ' rakiben ' durağına kadar
okunacaktır. Hadiste şu âyetler de vardır: «Ey İman edenler! Allah'tan lâzım geldiği
gibi korkun. Sakın Müslümanlardan başka bir kavim olarak ölmeyin.» «Ey iman
edenler! AIIah' tan korkun ve doğru söz söyleyin!» Bu âyet ' azîmen ' durağına
kadar okunacaktır.
Hadiste emir buyrulduğu için nikahı
mescitte kıymak menduptur. Cuma günü kıyılması da öyledir.
T E M B İ H : Bezzâziye'de şöyle
denilmiştir: «iki bayram arasında bina yapmak ve nikâh kıymak caizdir. Yalnız
zifaf mekruhtur. Ama muhtar olan kavle göre o da mekruh değildir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) Hz: Aişe ile şevvâl ayında evlenmiş; o ayda zifaf olmuştur.
Peygamber (s.a.v.)'in, "İki bayram arasında nikâh yoktur." hadisi
eğer sahih ise şöyle te'vîl olunur: Kendisi kışın en kısa günlerinde cuma
gününe rastlayan bir bayram namazından döndüğünde, cumaya gitmek için efdal
olan vakti kaçırmamak maksadıyla böyle söylemiştir.»
«Aklı başında bir âkit ve âdil
şahitlerle...» yapmak menduptur. Binaenaleyh yanında asabelerinden hiçbiri
bulunmayan bir kadının nikâhı kıyılmamalı, fâsık asabenin huzuru ile ve İmam
Şâfiî'nin hilâfından çıkmak için âdil olmayan şahitlerin huzuruyla da nikâh
kıymamalıdır.
METİN
Evlenmek için ödünç para almak, nikâhtan
önce kadını görmek, kadının yaşça, hasep, nesepçe, mal ve şerefçe kendinden
aşağı olması, ahlâk, edep, takva ve güzellikçe kendinden üstün olması da menduptur.
Acaba zifaf (güveyi kapamak) mekruh mudur? Muhtar kavle göre dînî bir mefsedete
şâmil değilse mekruh değildir.
İZAH
«Evlenmek için ödünç para almak» menduptur.
Çünkü bunu ödemeyi Allah Teâla tekeffületmiştir. Tirmîzî, Nesaî ve İbn-i
Mâce'nin rivayet ettikleri bir hadiste, "Üç kişi vardır ki, onlara yardım
etmek Allah'a borçtur. Birincisi borcunu ödemek isteyen mükâtep, ikincisi
namuslu yaşamak isteyen nikâh sahibi, üçüncüsü Allah Teâlâ yolunda cihad
edendir." buyrulmuştur. Bunu hâşiye yazarlarından biri zikretmiştir. Bu
husustaki sözümüz evvelce geçmişti.
«Nikâhtan önce kadını görmek...»
şehvetleneceğinden korksa bile menduptur. Nitekim ulema bunu haram ve helâl
bahsinde açıklamışlardır. Ama bu, nikâhına razı olacaklarını bildiği zamandır.
«Yaşça küçük olması » çabuk kısırlaşarak
doğurmaz olmasın diyedir.
"Hasep" bir kimsenin babalarının
öğülecek hallerini saymasıdır. Bunu Halebî Kâmus'tan nakletmiştir. Yani kadının
babaları ve dedeleri, şeref, cömertlik ve diyanet hususunda damadınkilerden
aşağı olmak müstehaptır. Mevki, yükseklik ve malda da daha aşağı olurlarsa,
kadın kocasına itaat eder, onu küçümsemez. Aksi takdirde kendini ondan yüksek
görür. Fetih'te şöyle deniliyor: «Taberânî'nin Hz. Enes'ten, Onun da Peygamber
(s.a.v.)'den rivayet ettiği bir hadiste, "Her kim bir kadını mevkii için
alırsa, Allah onun ancak zelil olmasını ziyade eder; her kim kadını malı için
alırsa, Allah onun ancak fakirliğini ziyadeleştirir; her kim bir kadını hasebi
için alırsa, Allah onun ancak alçaklığını ziyade eder ve her kim bir kadını
gözünü yummak, namusunu korumak veya akraba hakkına riayet etmekten başka bir
maksatla almazsa, Allah kadını ona, onu kadına mübarek kılar."
buyrulmuştur.»
TETİMME: Bahır sahibi şunu da ziyade
etmiştir: Kadınların, dünürlüğü ve masarifi en sâde olanını seçer. Bâkire almak
daha iyidir. Çünkü hadiste, "Bakireleri almaya bakın. Çünkü onların
ağızları tatlı, rahimleri daha temizdir. Aza onlar daha razıdırlar."
buyrulmuştur. Uzun arık, kısa çirkin, çenesi düşük, ahlâkı bozuk, çok çocuklu
ve yaşlı kadın alınmaz. Çünkü bir hadiste, "Doğuran bir kara kadın, kısır
güzelden daha hayırlıdır." buyrulmuştur. Hür kadın almaya kudreti varken
cariyeyle ve zaniyeyle evlenmemeli, kadın da dindar, ahlâklı, cömert ve zengin
erkeği seçmeli, fâsıkla evlenmemelidir. Bir adam genç kızını ihtiyar birine ve
çirkine vermemeli, onu dengiyle evlendirmelidir. Dengi istediği vakit kızı
ertelememelidir. Denkten murad, takva sahibi olan her Müslümandır. Erkekler
rağbet göstersin diye kızları zînetlerle, kıymetli elbiselerle süslemek
sünnettir. Başkasının dünür yolladığı kız istenmez. Çünkü bu, cefa ve
hıyanettir.
"Zifaf" Kâmus'ta kadını kocasına
hediye etmektir. Burada ondan murad, kadınların bu maksatla toplanmasıdır.
Çünkü toplanmak örfen zifafın lâzımıdır. Bunu Rahmetî söylemiştir.
«Muhtar kavle göre mekruh değildir.»
Fetih'te de böyle denilmiş;buna delil olarak yukarıda geçen Tirmîzî hadîsi ile
Buhârî'nin Aişe (r.a.)' den rivayet ettiği şu hadis gösterilmiştir. «Aişe
demiştir ki: Ensardan bir adama bir kadını zifaf ettik. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.), "Acaba bunlarda oyun yok mu, zira oyun Ensarın hoşuna
gider." buyurdular» Tırmîzî ile Nesaî'nin rivayet ettikleri bir hadiste;
"Helâl ile haramın arasını def ve ses ayırır." buyrulmuştur. Fukaha
diyorlar ki: «Deften murad, zilleri olmayandır.» Bahır'da Zahîre'den naklen
şöyle denilmiştir: «Düğünlerde def çalmak hakkında ihtilâf edilmiştir. Keza
düğünlerde ve davetlerde şarkı söylemek de ihtilâflıdır. Bazıları def çalmak
gibi bunda da kerahet olmadığını söylemişlerdir.»
METİN
Nikah, bir tarafın icabı diğer tarafın
kabulü ile ve maziye tahsis edilmiş iki sözle mün'akit olur. Çünkü mazi tahkike
daha çok delalet eder. Kendimi yahut kızımı yahut müvekkilimi sana tezviç ettim
demek icaba:diğerinin de tezevvüç ettim demesi kabule misaldir. Keza biri
mâzîye diğeri istikbale veya hale mevzu olan iki lâfızla da mün'akit olur.
İstikbal için olan emirdir. Bana kızını tezviç et! Yahut kadına, kendini bana
tezviç et! Veya benim karım ol! Gibi sözlerdir ki, icap değil zımnen tevkildir.
İZAH
«Mün'akit olur.» Vikâye şarihi diyor ki:
«Akit, tasarrufun cüzlerini birbirine bağlamaktır. Yani şer'an icapla kabulü
birbirine bağlamaktır. Lâkin burada mastar olan akitten hâsıl bilmastar murad
edilmiştir ki, o da bağlanmaktır. (Akit bağlamaktır. Bağlanmak mânâsı ise hâsıl
bilmastardır. Yani mastarda meydana gelmiş bir mânâdır.) Lâkin nikâh bu
bağlanma ile meydana gelen icap ve kabuldür. Böyle dememizin sebebi şudur:Çünkü
şeriat icap ve kabulü nikâh akdinin rükünleri (temel taşı) saymaktadır.
Şartlar gibi harici şeyler saymaz. Ben
Tenkîh şerhinin nehy faslında şunu söyledim: Şeriat, hissen mevcut olan icapla
kabulün birbirlerine bağlanmalarına hükmeder ve bundan şer'î bir mânâ meydana
gelir ki, müşterinin milki bu mânânın eseri olur. İşte bu mânâ satıştır. Şu
halde bu mânâdan murad, bu bağlantı ile birlikte icap ve kabulden mürekkep
mecmudur. Yoksa satış mücerret bu şer'î mânâdan ibaret olup da icap ile kabul
onun âleti değildir. Nasıl ki bazıları böyle tevehhüm etmişlerdir. Çünkü icapla
kabulün rükün olmaları buna aykırıdır.» Yani onların âlet olmasına aykırıdır.
Hâsılı nikâh, satış ve benzerleri her ne kadar hissen icap kabul ile meydana
gelirlerse de, lâkin hususi birtakım rükün ve şartlarla yapılan akitler diye
vasıflanmaları üzerine birtakım hükümleri terettüp eder. Bu hükümler bulunmazsa
akitler de bulunmaz ki, bu şer'î bir vücut olup hissî mevcudiyetin üzerine
ziyadedir.
O halde şer'î akit mücerret icap ve
kabulden ibaret olamadığı gibi; yanız bağlantı da değildir. Şer'î akit üçünün,
mecmuudur. Şu izaha göre nikâh mün'akıt olur demek, in'ikadı icap ve kabulle
sabit ve hâsıl olur demektir.
«Bir tarafın icabı...» ifadesiyle, akdi
yapanlardan ilk konuşanın sözü icap olduğuna işaretetmiştir. Bunun koca veya
karı tarafından söylenmesi fark etmez. Sonra konuşanın sözü kabuldür. Bunu
Halebî Minah'tan nakletmiştir. Binaenaleyh kabulün önce yapılması tasavvur
olunamaz. Meselâ erkeğin, «Senin kızını tezevvüç ettim.» sözü icap; ötekinin,
«Onu sana tezviç ettim.» sözü de kabuldür. Buna muhalif olarak, «Burada kabul
icaptan evvel yapılmıştır.» diyen de olmuştur. Meselenin tam tahkiki
Fetih'tedir.
«Çünkü mâzî tahkike daha çok delâlet eder.»
Bahır sahibi diyor ki «Mâzî sîgasının tercih edîlmesi şundandır: lügatı
icadeden inşâ için hususi bir söz ayırmamıştır. İnşâ ancak şeriatın
bildirmesiyle bilinmiştir Bu iş için mâzî sîgasını seçmesi, tahakkuk ve sübuta
delâlet ettiği içindir İstikbal sîgası böyle değildir.» Tahakkuktan muradı, bir
şeyin hakikaten meydana gelmesidir.
İnşâ: Kelimeler ihbar ve inşâ olmak üzere
ikiye ayrılırlar. Söyleyen için vukuuna bakarak yalan söyledi yahut doğru
söyledi diyebildiğimiz kelimelere ihbar derler. Geldi, gitti gibi olmuşu
bildiren fiiller ihbardır. Söylenen için yalan söyledi veya doğru söyledi
diyemediğimiz kelimelere inşa derler. Emirler ve nehyler birer inşâdır.
«Kendimi yahut kızımı ilh... tezviç ettim.»
sözüyle, icabı yapanın ası veya vekil yahut velî olması arasında fark
bulunmadığına işaret etmektedir.
«Tezevvüç ettim.» Yahut kendim için kabul
ettim veya müvekkilim için kabul ettim yahut oğlum için kabul ettim demesi
makbuldür. T.
«Veya benim karım ol.» tabirinin benzeri,
oğlumun karısı ol veya müvekkilimin karısı ol gibi sözlerdir. Kadının erkeğe
hitaben benim kocam ol yahut kızımın kocası ol veya müvekkilemin kocası ol
demesi de böyledir. Bunu Halebî söylemiştir.
«İcap değil zımmen tevkildir.» Lâkin bu,
karşı tarafın cevaben tezviç ettim demesinin kabul sayılmamasını gerektirir ve
öyledir. Yani hâlis kabul değildir. Bu söz icap ve kabul yerine geçen bir
karşılıktır. Ama buna şöyle itiraz edilebilir: Hâli istikbal üzerine atfetmek;
meselâ seni tezevvüç ediyorum demek icap olmamasını; kadının da cevaben kabul
ettim demesi kabul olmamasını gerektirir. Halbuki bunlar kesin olarak icap ve
kabuldür. H.
Bana tevziç et sözü, zımmen emredilen şahsı
nikâha tevkildir. Tevkil sözünü açık söylese de, kendini bana tezviç hususunda
seni tevkil ettim dese, o da tezviç ettim cevabını verse nikâh sahihtir. Bu da
öyledir. Gâyetü'l Beyan.
Şarih zımmen sözüyle bu hususa yapılan
itirazın cevabına işaret etmiştir. İtiraz şudur: «Bu tevkil olsaydı, meclise
münhasır kalmazdı. Halbuki meclise mahsustur.» Cevabın izahı, Rahmetî'nin
dediği gibi şöyledir:Zımmen anlatılan şeyin şartları muteber değildir. Bilâkis
zımmen anlatanın şartları muteberdir. Emir nikâhı istemektir. Binaenaleyh onda
nikâhın şartları aranır. Nikâhın şartlan her iki rüknün bir mecliste
yapılmasıdır. Onun zımnındakidelâletin şartları aranmaz. Nasıl ki, «Köleni
benim namıma bin dirheme âzâd et.» sözü de böyledir.
Burada satış zımmî olduğu için bu satışta
icap ve kabul şart kılınmamıştır. Zira âzâd ederken bunlar şart değildir. Azâd
etmek hususunda milk şarttır. Milk muktezîye tâbidir. Muktezî âzâd olmaktır.
Çünkü şartlar tâbi cümlesindendir. Onun için muktezî olan âzâtlığın şartlarıyla
mukteza olan satış sabit olmuştur. Bu, tâbiliği göstermek içindir. Binaenaleyh
satışın rüknü olan kabul sâkıt olmuştur. Bunda görme ve kusur muhayyerliği
sabit olmaz. Teslimi mümkün olması şart değildir. Nitekim bunu Minah sahibi
köleler nikâhının sonunda zikretmiştir.
METİN
O mecliste tezevvüç ettim yahut kabul ettim
veya başüstüne derse, iki tarafın sözü yerine geçer. Bezzâziyye. Bazıları, «Bu
icaptır.» demişlerdir. Bahır sahibi bunu tercih etmiştir.
İZAH
«Başüstüne» ifadesi, mahzuf bir fiile mütealliktir.
Yani emrini başüstüne koyarak tezviç ettim yahut kabul ettim mânâsınadır.
«Bezzâziyye»nih ibaresi şöyledir: «Erkek,
kendini bana tezviç et der de, kadın başüstüne diye cevap verirse sahih olur.»
Bu fer'i Bahır sahibi Nevâzil'den, başka yerde de Hulâsa'dan nakletmiştir.
«Bazıları, "Bu icaptır"
demişlerdir.» Bu cümle birinci kavlin yani tevkildir sözünün mukabilidir.
Hidâye ile Mecma sahipleri birinci kavle göre hareket etmiş; Fetih sahibi bu
kavli muhakkikîn ulemaya nisbet etmiştir. Kenz'in zâhiri ikinci kavle göredir.
Dürer sahibi kendisine itiraz etmiş; ulemanın kavillerine muhalefet ettiğini
söylemiştir. Bahır ve Nehir sahipleri ona cevap vererek, Hulâsa ile Hâniyye'de
bunun açıklandığını söylemişlerdir. Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Emir lâfzı
nikâhta icaptır. Hul', talâk, kefalet ve hîbede dahi öyledir.» Fetih sahibi
diyor ki: «Bu daha güzeldir. Çünkü icap ancak evvelâ kasdedileni tahakkuk
ettiren sözdür. Bu emre de sâdıktır.»
Zâhire bakılırsa, tevkil olması mutlaka
itibara alınmalıdır. Aksi taktirde nikâhla satış arasında fark aramak kalır.
Zira satışta şu malı bana şu kadara sat dedikten sonra cevapsız olarak sattım
demekle akit tamam olmaz. Lâkin Bahır sahibi Fethü'l-Kadir'in alış-verişler
bahsinden naklen farkı göstermiş; "Nikâha pazarlık girmez. Çünkü o ancak
birtakım mukaddimelerden ve müracaatlardan sonra meydana gelir. Binaenaleyh o
tahkîk içindir. Satış bunun hilâfınadır." demiştir. Bahır sahibi bunun
icap sayılmasına Hulâsa'nın şu sözüyle itiraz etmiştir: «Nikâha vekil olan
kimse, kızını filana hîbe et der de, babası hîbe ettim cevabını verirse, ondan
sonra vekil kabul ettim demedikçe nikâh mün'akit olmaz. Çünkü vekil tekilemâlik
değildir.»
Zahîriyye'de şöyle denilmiştir: «Kızını
benim oğluma hîbe et der de, o da hîbe ettim cevabını verirse, çocuğun babası
kabul ettim demedikçe nikâh sahih olmaz.» Sonra kendisi şöyle cevap vermiştir:
«Meğer ki bu mesele, emir icap değil tevkildir diyenlerin kavline göre tefri
edilmiştir denilsin. O zaman iki kavlin arasındaki İhtilâfın semeresi meydana
çıkar. Lâkin bu nakle bağlıdır. Fetih sahibinin açıkladığına göre, emir
tevkildir diyen kavil, cevap verenle akdin tamam olmasını gerektirir. İcaptır
diyen kavle göre, akdin tamamı her ikisiyle olur.» Yani tevkildir diyenlerin
kavline göre emredenin kabul ettim demesi lâzım gelmez. Bu, zikredilen cevaba
muhaliftir. Hulâsa'nın ta'lîli de buna muhaliftir. Hulâsa'da, "Vekilin
tevkil etmeye hakkı yoktur" denilmiştir.
Evet Zahîriyye'nin ifadesi cevabı te'yid
eder. Lâkin Nehir sahibi, "Zahîriyye'nin ibaresi müşkildir. Çünkü emir
icaptır diyenlerin sözüne göre tefri edilmesi sahih değildir. Nitekim bu
zâhirdir. Tevkildir diyenlerin sözüne göre de tefrii sahih değildir. Çünkü
babanın küçük oğlunun nikâhı için tevkili caizdir. Bu takdirde akdin tamamı
cevap verenin sözüyle olur. Babanın kabulüne bağlı değildir." diyor.
Bununla, Bahır sahibinin, "Bu emrin
tevkil olduğu kavline göre tefri edilmiştir." sözü defedilmiş olur. Lâkin
AIIâme Makdisî şerhînde şöyle demiştir: «Baba yahut vekil, kızını filana hîbe
et yahut oğluma hîbe et veya onu meselâ ver dediğinde akdin mün'akit olması
kabule bağlıdır. Çünkü bu söz istemek hususunda zâhirdir. Hem de müstakbeldir.
Onunla hal ve tahakkuk kasdetmemiştir. Binaenaleyh onunla akit tamam olmaz.
Dünürlük ve benzerinden sonra kızını bana şu kadara tezviç et demesi bunun
hilâfınadır. Çünkü bu tahakkuk ve isbatta zâhirdir ki, icabın mânâsı da budur.»
Şu da var ki, Bahırda, "Emir
tevkildir, sözüne şahitlerin emri işitmelerinin şart olmaması ibtina eder.
Çünkü tevkile şahit tutmak şart değildir. Diğer kavle göre şarttır."
denilmiştir. Ondan sonra Bahır sahibi Mi'râc'dan naklen mutlak surette şart
kılındığını ifade eden sözler söylemiştir. Şöyle ki: «Bana tezviç et sözü
tevkil de olsa, o olmaksızın tezviç ettim sözü amel edemeyeceği için akdin
yarısı mesabesinde tutulmuştur.» Sonra Zahîriyye'den naklen bunun hilâfına
delâlet eden sözler söylemiştir ki, bunları şarih yazışmayla nikâh akdi
meselesine yakın bir yerde zikredecektir. Beyanı da gelecektir.
METİN
İkincisi müfret mütekellim veya cem
mütekellim yahut muhatap muzârî fiildir. Meselâ bana kendini tezviç eder misin
der de, bununla istikbali niyet etmezse, ve keza ben seni tezevvüc edenim yahut
seni istemeye geldim derse, nikâh mün'akit olur. Çünkü nikâhta pazarlık cereyan
etmez. Yahut meclis nikâh için olur da onu bana verdin mi dense, nikâh lâzım
olur. Bu sözü va'd için söylerse, va'd olur. Kadına ey avradım der de, o da
lebbeyk cevabını verirse, mezhebe göre nikah mün'akit olur.
İZAH
"Müfret" muzârîye misâl; ben seni
tezevvüç ederim.
"Cem" muzarîye misâl; biz seni
tezevvüc ederiz demesidir. Nehir sahibi burada inceleme yaparak şunları
söylemiştir: «Ulema seni tezevvuç ederiz yahut seni oğluma tezviç ederim gibi
muzârîlerden bahsetmemişlerdir. Ama müfret muzârîler gibi olmaları gerekir.»
«Bununla istikbali niyet etmezse...» Yani
bununla va'd istemezse demektir. Bu yalnız sonuncuda kayıttır. Nitekim Bahır ve
diğer kitâplarda bildirilmiştir. Fetih'in ibaresi şöyledir: «Şeriat tarafından
in'ikadın sübutuna bakıldığını ve rıza varsa hüküm lâzım geldiğini anladıktan
sonra hükmünü bunu ihtimalsiz ifade eden her söze geçirir ve deriz ki: Müfret
muzârî sîgasıyla seninle tezevvüç ederim der, kadın da kendimi tezviç ettim
cevabını verirse, nikâh mün'akit olur. Muhatap muzârî sîgasıyla kızını bana
tezviç eder misin der, o da ettim cevabını verirse, bundan va'd kasdetmediği
takdirde nikâh mün'akit olur. Çünkü bu sigada bu ihtimal vardır. Birincisi
bunun hilâfınadır. Çünkü kişi kendisinden va'd istemez. Hal böyle olunca, nikâh
da pazarlık cereyan şeylerden olduğuna göre, bu söz derhal akdi tahakkuk
ettirmek içindir ve onunla nikâh mün'akit olur. Ama inşâ mânâsına konulmuş diye
değil, maksadını ifade için kullanmasına bakarak mün'akit olur. Hattâ deriz ki:
Açık sual şeklinde söylese hali anlamak sayılır. Tahâvî şerhinde bildirildiğine
göre, bu kızı bana verdin mi der de, babası verdim cevabında bulunursa, vaziyet
va'di gösteriyorsa va'd olur. Nikâh akdini gösteriyorsa nikâh olur.»
Rahmetî şöyle demiştir: «Böylece anlıyoruz
ki, itibar iki tarafın zâhir olan sözlerinedir, niyetlerine değildir. Görmüyor
musun nikâh şakayla da mün'akit oluyor. Halbuki şaka yapan kimse nikahı niyet
etmemiştir. Muhatap muzârîde istikbali niyetin sahih olması, Arapçada soru
edatı birçok yerlerde mukadder bulunduğu içindir.» Böylece anlaşılıyor ki,
müfret muzârî sîgası ile va'd istemek sahih olmadığı gibi; tahkîk ve rıza
kasdına karine varsa, mustakbelde bununla evlenmeyi va'd etmek de sahih
değildir. Nitekim az yukarıda söylemiştik.
«Keza ben seni tezevvüç edenim.» cümlesini
Fetih sahibi inceleyerek zikretmiştir. Demiştir ki: «Ben seni tezevvüç edenim
sözüyle, müfret muzârî gibi nikâh mün'akit olmak gerekir.» Halebî diyor ki:
«Çünkü tezevvüç edenim kelimesi ism-i faildir. Bu kelime. konuşurken iş
kendisiyle meydana gelen zâtı anlatmak için konulmuştur. Binaenaleyh hale
delâlet eder. Velev ki delâleti iltizam suretiyle olsun.»
«Seni istemeye geldim.» tabiri hakkında
Fetih sahibi şunları söylemiştir: «İsm-i fail sîgasıylameselâ sana kızını
istemek için geldim yahut kızını bana tezviç edesin diye geldim der de, baba
sana tezviç ettim cevabını verirse, nikâh lâzımdır; istemeye gelen kabul
etmezlik yapamaz. Çünkü bunda pazarlık yoktur.» Halebî diyor ki: «Burada icap
ve kabulün ikisi de mâzîdir. Binaenaleyh söylemenin bir mânâsı yoktur dersen,
ben de derim ki: Muteber olan, istemeye sözüdür; geldim sözü değildir. Çünkü
onunla nikâh mün'akit olmaz. Onun nikâhta bir tesiri de yoktur.»
«Çünkü nikâhta pazarlık cereyan etmez.» Bu
sözle şarih satıştan ihtiraz etmiştir. Bir kimse, "ben müşteriyim"
yahut "sana müşteri olarak geldim" dese, bununla satış mün'akit
olmaz. Çünkü satışta pazarlık cereyan eder. T.
«Mezhebe göre nikâh mün'akit olur.» Bu
yanlıştır. Doğrusu, mezhebe göre nikâh mün'akit olmaz. Bahır sahibi
Sayrafiyye'den naklen açıklamıştır ki; mün'akit olur demek zâhir rivayete
muhaliftir. Nehir'de de böyle denilmiştir. Keza Makdisî'nin şerhinde
Tâcü'ş-Şeria'nın Fevaid'inden naklen böyle denilmiştir. Tatarhâniyye sahibi
diyor ki: «Bir kimse erkeklerin yanında bir kadına ey avradım der de, o da
lebbeyk cevabını verirse bu nikâhtır. Ama Kâdı Bediudin bunun zâhir rivayete
muhalif olduğunu söylemiştir.»
METİN
Binaenaleyh mehir almak gibi fiilen kabul
ile, birbirine vermekle ve orada hazır kimseye yazı ile nikâh mün'akit olmaz.
Mektupta yazılı olanı şahitlere bildirmek ve o yazı emir lâfzıyla olmamak
şartıyla gaibe yazı ile nikâh caizdir. Bu takdirde o kimse iki tarafın velisi
olur. Fetih.
İZAH
«Mehir almak gibi.» Burada Bahır sahibi
şunları söylemiştir: «Acaba fiilen kabul, satışta olduğu gibi sözle kabul
yerini tutar mı? Bezzâziye sahibi demiştir ki: "Bidaye sahibi kendini
şahitler huzurunda bin dirheme bir adama tezviç eden kadına kocası bir şey
söylemez de o mecliste mehrini verirse, bu kabul olur diye cevap vermiştir."
Muhit sahibi bunu inkâr etmiş; hayır, diliyle kabul ettim demedikçe kabul
olamaz. Satış bunun gibi değildir. Çünkü o alıp vermekle mün'akit olur. Nikâh
ise ehemmiyetinden dolayı mün'akit olmaz, şahitlerin bulunmasına bağlıdır.
Fuzûl'nin nikâhını fiilen caiz görmek de bunun hilâfınadır. Çünkü orada söz
vardır, demiştir." H.
«Birbirine vermekle» ifadesi, fiilen kabul
sözünün yanında tekrar sayılır. Bunların ikisi de metinde aşağıda gelecek olan
"birbirine vermekle" İfadesinin yanında tekrar sayılırlar. Çünkü
arzettiğimiz mehri almak meselesini aynen Bahır'dan nakletmiştir. Musannıf
onunla birbirine vermekle ifadesini izah etmiştir. H.
«Orada hazır bulunan kimseye yazı ile...»
nikâh mün'akit olmaz. Bir kağıda seni tezevvüç ettim cümlesini yazar, kadın da
kabul ettim cümlesini yazarsa, nikâh mün'akit olmaz. Bahır. Daha açık olmak
için kadın da kabul ettim derse ilh... demeliydi. Çünkü hiç söz söylemeden iki
taraftan gelen yazışma kâfi değildir. Velev ki gaibe olsun.
«Gaibe yazılı ile nikâh caizdir.» Zâhire
bakılırsa. buradaki gaipten murad, o mecliste bulunmayandır. Velev ki o beldede
hazır bulunsun. T.
"Fetih"te şöyle denilmiştir:
«Nikâh sözle mün'akit olduğu gibi, yazı ile de mün'akit olur. Bunun sureti,
evlenmek isteyerek kadına mektup yazmaktır. Mektup varınca kadın şahitleri
getirerek onlara okur ve, "Kendimi ona tezviç ettim" der. Yahut,
"Filân bana mektup yazmış benimle evlenmek istiyor. Şahit olun ben kendimi
ona tezviç ettim" der. Ama şahitler huzurunda ben kendimi filana tezviç
ettim sözünden başka bir şey söylemezse, nikâh mün'akit olmaz. Çünkü iki
tarafın sözlerini işitmek nikâhın sahih olması için şarttır. Mektubu onlara
dinletmekle yahut mektupta kendisinden bahsedileni onlara bildirmekle iki
tarafın sözlerini işitmiş olurlar. İki taraf bulunmazsa bunun hilâfınadır.
Musaffâ sahibi demiştir ki;
Hilâf, mektupta evlenme sözü yazıldığına
göredir. Emir lâfzıyla olursa, meselâ kendini bana tezviç et demişse, kadının
mektuptakini şahitlere bildirmesi şart değildir. Çünkü vekâlet hükmüyle akdin
iki tarafını kadın üstüne alır. Musaffâ sahibi bunu Kâmil'den nakletmiştir.
Emir suretinde hilâf olmadığını nakletmiştir ki, bunda musannıfın ve muhakkık
ulemanın kavillerine göre şüphe yoktur ilh...» Ama Kâdıhân gibi emir sözünü
icap kabul edenlere göre, kadının mektuptakini şahitlere bildirmesi icabeder.
«Şüphe yoktur ilh...» ifadesi hakkında
Rahmetî şunları söylemiştir:Bunda münakaşa vardır. Çünkü evvelce geçmişti ki,
bu söze tevkil diyen;zımnen tevkil olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh tazammun
ettiği şeyin şartlarıyla sabit olur ki, bundan murad icaptır. Nitekim yukarıda
arzettik. Onun şartlarından biri de şahitlerin işitmesidir. Binaenaleyh burada
her iki kavle göre işitmenin şart koşulması gerekir. Meğer ki burada vâcip
olmadığına nass vardır; ona müracaat edilir denile!
TEMBİH: Bir koca, mektubu şahitlere mühürlü
olarak getirerek;bu benim filan kadına mektubumdur, buna şahit otun dese; Ebû
Hânife'nin kavline göre, içinde olanı şahitler bilmedikçe caiz olmaz. Ebû
Yusuf'a göre caizdir. Bu hilâfın faydası şurada zâhir olur: Koca akitten sonra
bu mektubu inkâr eder de, şahitler onun mektubu olduğuna şehadette bulunurlar
fakat içinde ne olduğuna şehadet etmezlerse, İmam-ı Âzam'a göre şahitlik kabul
edilmez. Nikâha da hüküm verilmez. Ebu Yusuf'a göre şahitlik kabul edilir ve
onunla hüküm verilir. Mektuba gelince: O şahit çağırmadan dahi sahihtir. Şahit
çağırmak, kocası inkâr ettiği vakit kadın mektubu isbat edebilsin diyedir.
Nitekim Şeyhülislâm'ın Mebsût'undan naklen Fetih'te böyle denilmiştir.
METİN
Muhtar kavle göre ikrarla dahi nikâh
mün'akit olmaz. Hulâsa. Erkeğin, "O benim karımdır" demesi ikrardır.
Çünkü ikrar, sabit olan bir şeyi meydana çıkarmaktır; inşâ (yani yeniden
yapmak) değildir. Bazıları, "Şahitler huzurunda olursa sahihtir. Nitekim
kılmak lâfzıyla da sahihtir." demişlerdir. İkrar inşâ sayılmıştır. Esah
olan budur. Zahire. Esah kavle göre senin yarını tezevvüç ettim demekle
ihtiyaten nikâh mün'akit olmaz. Hâniyye. Bilâkis onu bütününe yahut bütünün
ifade edildiği lâfza izafe etmek lâzımdır. En münasip tabiriyle sırt ve karın,
bütünü ifade eden sözlerdendir. Zahîre. Ulema boşamada bunun hilâfını tercih
etmişlerdir ki, fark göstermeye muhtaçtır.
İZAH
«İkrarla dahi nikâh mün'akit olmaz.»
Ulemanın açıkladıkları, "Nikâh birbirini tasdik etmekle sabit olur."
sözü buna aykırı değildir. Çünkü burada maksat ikrarın akit sîgalarından
olmamasıdır. Ulemanın, birbirlerini tasdik etmekle sabit olur sözünden murad
ise, tasdikleşmekle hâkim onu isbat eder ve hüküm verir demektir. Bunu Ebussuud
Hânûtî'den nakletmiştir.
«Nitekim kılmak lâfzıyla da sahihtir.» Yani
şahitler "Siz bunu nikah kıldınız." der de taraflarda evet cevabını
verirlerse, nikâh mün'akit olur. Çünkü kılmak sözüyle nikâh yapılır. Hattâ
kadın ben kendimi sana eş kıldım dese kocası, kabul ettiği takdirde nikâh tamam
olur. Fetih. Şarihin ibaresindeki teşbihin muktezası, bunun her iki kavle göre
sahih olmasıdır. Bu açıktır.
"Zahîre" sahibi diyor ki: «Asıl
adlı kitabın sulh bâbında zikredildiğine göre, bir adam kadından önce nikâh
iddia eder de, kadın inkârda bulunur ve bunu ikrar etsin diye kadınla yüz
dirheme anlaşma yaparsa, ikrar ettiği takdirde kadının bu ikrarı caizdir.
Erkeğin parayı vermesi lâzım gelir. Bu ikrar yeni nikâh kıymak mesabesindedir.
Çünkü karşılığı vardır. Binaenaleyh bu, şimdi yapılmış bir temlikten ibaret
olur. Eğer şahitler huzurunda olursa, nikâh sahihtir. Şahitler huzurunda
olmazsa, esah kavle göre sahih değildir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Fetih sahibi de şunları söylemiştir:
«Kâdıhân diyor ki: Verilecek cevap tafsilâtlı olmalıdır. Şöyle ki: Karı-koca,
geçmiş bir akdi ikrar ederler de aralarında akit bulunmazsa. bu nikâh olmaz.
Erkek bu kadının kocası olduğunu, kadın da bu adamın karısı olduğunu ikrar
ederse, nikâh olur ve her ikisinin ikrarı inşâyı (yeni nikahı) tazammun eder.
Geçmiş nikâhı ikrarları bunun hilâfınadır. Çünkü yalandır. Bu, Ebû Hanife'nin
dediği gibi, bir adamın, karısına, sen benim karım değilsin diyerek bununla
boşamayı niyet etmesine benzer ve talâk vâki olur. Sanki bu adam, çünkü seni
boşadım demiş gibidir. Ben bu kadını tezevvüç etmemiştim der de bununla talâkı
niyet ederse olmaz. Çünkü hâlis yalandır.» Yani şahitler siz bunu nikâh
kıldınız demedikleri vakit hak olan bu tafsildir.
"İhtiyaten." Bahır sahibi diyor
ki: «Ulema, parçalanmayan bir şeyin bir cüzünü zikretmek bütününü zikretmek
gibidir demişlerdir. Meselâ kadının yarısını boşamak, bütününün boş olmasını
gerektirir. Mebsût'ta caiz olduğu anlatıldığı yerde şöyle denilmiştir: Meğer ki
kadınlar hususunda ihtiyat lâzımdır. Onun için cüzü zikretmek kâfi gelmez.
Çünkü haramla helâlı icabeden şey bir kişide toplanır ve haram tarafı tercih
olunur denile! Hâniyye'de böyledir.» Hâniyye'de sahih kabul edilen sözü
Zahîriyye sahibi dahi sahihlemiştir. İbaresi şudur: «Nikâhı kadının yarısına
izafe ederse, bu hususta iki rivayet vardır. Sahih olanına göre caiz değildir.»
Sonra ben Zahîriyye'nin başka bir nüshasına müracaat ettim ve gördüm ki öyle
imiş. İmdi kim Zahîriyye'de caiz olduğu sahihlenmiştir derse, herhalde onun
nüshasından nefy edatı düşmüş olacaktır.
«Bütünün ifade edildiği lâfız...» baş ve
boyun gibi sözlerdir. Bahır.
«Boşanmada bunun hilâfını tercih
etmişlerdir.» Bahır sahibi diyor ki:«Ulema esah kavle göre talâkı kadının
sırtına ve karnına izafe ederse boş olmaz demişlerdir. Köle âzâd etmek de
öyledir. Ama nikâhı kadının sırtına ve karnına izafe ederse, Hulvânî'nin
beyanına göre ulemamız, imamlarımızın mezhebine en münasip olan onunla nikâhın
mün'akit olmasıdırdemişlerdir. Ruknü'l-İslâm ile Serahsî nikâhın mün'akit
olmayacağına delâlet eden sözler söylemişlerdir. Zahîre'de de böyle
denilmiştir.»
Ben derim ki: Yine Zahîre'nin talâk
bahsinde şöyle denilmiştir: «Eğer senin sırtın boştur yahut karnın boştur
derse, Serahsî şerhinde, "Esah kavle göre bununla talâk vâki olmaz"
demiş ve Asıl'da zikredilen bir meseleyle istidlâl etmiştir. Asıl'ın meselesi
şudur: Erkek karısına, senin sırtın bana annemin sırtı gibidir yahut karnın
bana annemin karnı gibidir dese, zıhâr yapmış sayılmaz. Hulvânî'nin şerhinde
bildirdiğine göre, imamlarımızın mezhebine en muvafık olan, bununla talâkın
vâki olmasıdır. Hulvânî diyor ki: Bu, ulemamızın nikâh akdi kadının sırtına
veya karnına izafe edilirse, imamlarımızın mezhebine en muvafık olan bununla
nikâhın mün'akit olmasıdır sözleri gibidir.»
«Fark göstermeye muhtaçtır.» Nehir'de böyle
denilmiştir. Lâkin Zahire'de birinci ve ikinci defa naklettiğimizden biliyorsun
ki, nikâhın mün'akit olduğun sahih kabul eden Hulvâni, talâkın vuku bulduğunu
da sahih kabul etmiştir. Nikâhın mün'akit olduğunu kabul etmeyen Serahsî talâkın
vukuunu da sahih kabul etmemiş; bilâkis vuku bulmadığını sahihlemiştir. Bu
izaha göre fark göstermeye hâcet yoktur. Bununla anlaşılıyor ki, Bahır
sahibinin söylediği şarihin de tâbi olduğu söz üçüncü bir kavildir ve geçen iki
kavilden yapma bir karmadır. Vechi zâhir değildir.
METİN
İcabı mehir koymaya eklerse bu, icabın
tamamından olur. Diğeri ondan önce kabul ederse sahih olmaz. Çünkü sözün
sonunda evvelini değiştirecek bir şey varsa, evvel sonuna bağlı olur. İcap ve
kabulün şartlarından biri de, taraflar orada mevcutsa, meclisin bir olmasıdır.
Velev ki muhayyerede olduğu gibi uzun sürsün. İcabın kabule muhalif olmaması da
şarttır. Muhalife misâl; nikâhı kabul ettim, mehri kabul etmem demektir.
İZAH
«Diğeri ondan önce kabul ederse ilh...»
Fetih'te şöyle denilmektedir:«Meselâ bir kadın bir erkeğe kendimi sana yüz
altına tezviç ettim der de, yüz altın sözü ağzından çıkmadan erkek kabul ederse
nikâh mün'akit olmaz. Çünkü sözün sonunda başını değiştirecek bir şey varsa,
evveli sonuna bağlı olur. Burada da öyledir. Çünkü mücerret tezviç ettim sözü
mehr-i misille münakit olur. Onunla birlikte mehr-i müsemmayı söylemek, bunu
değiştirip yerine müsemmayı getirir. Binaenaleyh erkeğin bundan önceki sözü bir
işe yaramaz.
«Meclisin bir olmasıdır.» (Burada meclisten
murad, bulunduğu vaziyettir. Meselâ ayakta durması bir meclis; oturur bulunması
bir meclistir. Oturan ayağa kalkarsa, veya ayaktaki yürürse, meclis değişir.)
Bahır sahibi diyor ki: «Meclis değişirse nikâh münakit olmaz. Taraflardan biri
icabı söyler de, diğeri ayağa kalkar yahut başka bir işle meşgul olursa,
icapbâtıl olur. Çünkü icapla kabulün bağlanmalarının şartı, bir zamanda
olmalarıdır. Kolaylık olsun diye meclis ikisini biraraya toplamış sayılır.
Fevre (hemen ardından yapmaya) gelince: O, nikâhın şartlarından değildir. Her
ikisi yürürken veya hayvan üzerinde giderlerken akit yapsalar caiz olmaz. Ama
yürüyen gemi üzerinde bulunurlarsa caiz olur.» Yani gemi bir yer hükmündedir.
FER'Î MESELE: Münye'de şöyle denilmiştir:
«Bir adam. kızımı sona tezviç ettim der de; isteyen susarak, kaynata (yani
kızın babası) ver mehri der, bu sefer o da peki derse bu kabuldür. Ama kabul
olmadığını söyleyenler de vardır.» Bu söz bize göre derhal cevap vermenin şart
olduğuna dair bir kavil olduğu; fakat bunun tercih edilmediği zannını
vermektedir. Fetih sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Bu kavlin menşei şu
olabilir: O kimse kızı istemekle vasıflandığına göre, susarak derhal cevap
vermeyince, bu onun döndüğünü gösterir. Sonradan yalnız evet demesi bir şey
ifade etmez. Yoksa mutlak surette derhal cevap şart olduğundan değildir.»
«Taraflar orada mevcutsa...» sözüyle şarih
gaibe mektup yazmaktan ihtiraz etmiştir. Çünkü Bahır'da Muhit'ten naklen şöyle
denilmektedir: «Söyleşmekle mektup arasında fark şudur: Söyleşmede başka bir
mecliste kabul ettim derse caiz olmaz. Yazışmada bu caizdir. Çünkü söz ağızdan
çıkar çıkmaz dağılıp gider ve başka mecliste kabule bitişmez. Mektup ise başka
mecliste de mevcuttur. Onu okumak, karşısındakiyle konuşmak gibidir. Böylece
icap kabule bitişir. Akit de sahih olur.» Bu sözün muktezası şudur: Başka
mecliste mektubu okumak icapla kabulün bir-birine bitişmesi için mutlaka
lâzımdır. Şu halde mektupta dahi meclisin bir olması şart demektir. Fark sadece
mektubun mevcut olması ve ikinci defa okunabilmesidir. Şarih, "taraflar
orada mevcutsa" sözünü terk etse daha iyi olurdu. Nitekim Nehir sahibi
öyle yapmıştır. Zâhire bakılırsa, mektup yerine icabı yapmak için gönderilen
biri olur da kadın kabul etmezse, sonra gönderilen kişi başka bir mecliste sözünü
tekrarlar da kadın kabul ederse akit sahih olmaz. Çünkü o kimsenin elçiliği ilk
sözüyle bitmiştir. Yazı bunun hilâfınadır. O bâkîdir. Bunu Rahmetî söylemiştir.
«Nikâhı kabul ettim, mehri kabul etmem
demektir.» Yani erkek, seni bin dirheme tezevvüç ettim dediği vakit; kadın,
nikâhı kabul ettim ama mehri kabul etmiyorum cevabını verirse sahih olmaz.
Velev ki mehir koymak nikâhın sıhhatının şartlarından olmasın. Çünkü dâmat.
nikâhı ancak bu söylediği miktarla yapmak istemektedir. Kadının kabulünü sahih
bulursak, dâmadın mehr-i misil vermesi gerekir. O da buna razı değil,
söylediğini istemektedir. Şu halde ona iltizam etmediği şey lâzım gelecektir.
Mehri hiç söylememesi bunun hilâfınadır. Çünkü sustuğuna göre maksadının mehr-i
misle razı olduğu anlaşılır. Kadın, "kabul ettim" diyerek başka bir
şey söylemezse, nikâh erkeğin söylediği mehirle sahih olur. TamamıFetih'tedir.
METİN
Evet o mecliste kadın kabul ederse,
mehirden düşmek ziyade etmek gibi sahih olur. İcap ve kabulün şartlarından
bazıları da; akdin muzâf veya muallâk yapılmaması - nitekim gelecektir - ve
nikâhlanacak kadının meçhul olmamasıdır. Şakası ciddisi müsavî olan akitlerde
icapla kabulün mânâsını bilmek şart değildir. Çünkü niyete muhtaç değildir.
Bununla fetva verilir.
İZAH
«Mehirden düşmek sahih olur ilh...» Yani
erkek. "seni bin liraya tezevvüç ettim" der; kadın da "beşyüz
liraya kabul ettim" cevabını verirse sahih olur. Ve sanki kadın "bin
lirayı kabul ettim, ondan beşyüzünü düştüm" demiş gibi olur. Bahır.
Erkeğin bunu kabulüne hâcet yoktur. Çünkü bu bir ıskat ve ibrâdır. Ziyade bunun
hilâfınadır. .Meselâ kadın "kendimi sana bin liraya tezviç ettim"
dediğinde; erkek, "ben ikibin liraya kabul ettim" cevabını verirse.
nikâh bin liraya sahih olur. Meğer ki o mecliste kadın ziyadeyi kabul etmiş
olsun. Bu takdirde müftabih kavle göre ikibine sahih olur. Nitekim Bahır'da
beyan edilmiştir. İşte gördüğün gibi mehrin indirilmesi kadın tarafından,
ziyade edilmesi erkek tarafından olur. Zahîre ve Hulâsa'da dahi böyle
denilmiştir.
Nehir sahibi ise şöyle demiştir: «Kadının
kendini bin liraya tezviç etmesi. erkeğin ikibine veya beşyüze kabul etmesi
bunun hilâfınadır ki sahihtir. Müftâbih kavle göre, ziyadenin kabulü kadının o
mecliste kabulüne bağlıdır.» Bu ibarenin zâhirine bakılırsa, kadın bin liraya
icap yapmış, erkek beşyüz liraya kabul etmiştir ki, bu müşkildir. Çünkü indirim
hak sahibi tarafından yapılır. O da kadındır. Verecekli tarafından yapılmaz.
Zâhire bakılırsa, bu mesele kabulün icaba muhalif olduğu yerlerden biridir,
caiz olmaz. Düzeltilmelidir. Bunu Rahmetî söylemiştir.
«Muzâf veya muallâk yapılmamasıdır...»
Muzâfa misâl, "seni yarın tezevvüç ettim" demesi; muallâka yani
mevcut olmayan bir şeye misâl de, "Zeyd gelirse Seni tezevvüç ettim"
demesidir. Şarihin, "nitekim gelecektir" sözünden muradı; bunlardan
söz edilecektir demektir ki, veli bahsinden az önce gelecektir.
«Kadının meçhul olmamasıdır.» Bir kimse
birine, "kızımı sana tezviç ettim" der de iki kızı bulunursa, bu
nikâh sahih olmaz. Meğer ki kızlardan biri evli buluna. Bu takdirde söz evli
olmayana sarfedilir. Nitekim Bezzâziyye'de bildirilmiştir. İki kızdan birinin
damada mahrem olması da bu mânâdadır. Araştırılmalıdır. Rahmetî. Bezzârî'nin
"sahih olmaz' sözünü mutbırakması, kızlardan muayyen birine nikâh
mukaddimeleri ve dünürlük yapılmış olsa bile nikâhın sahih olmayacağını
gösterir. Tâ ki nikâhlanan kız şahitlerce belli olsun. Çünkü bu mutlaka
lâzımdır. Rahmetî.
Ben derim ki: Bunun zâhiri şunu gösterir:
Kızlardan muayyen birine nikâh mukaddimeleri yapıldı ve şahitlerce de belli
olduysa akit sahihtir. Buna fetva verilmiştir. Çünkü maksat bilinmezliği
ortadan kaldırmaktır. Bu da akdi yapanlarla şahitler tarafından o kızın
bilinmesiyle olur. Velev ki adını açıklamasın. Nasıl ki biri evli olsa,
ötekinin ismini açıklamadan nikâh sahihtir. Bunu ileride gelecek şu mesele de
te'yid eder: Kadın gaipte olur da kocası vekili olursa, şahitler kadını
tanıdıkları ve kocasının onu murad ettiğini bildikleri takdirde. yalnız adını
zikretmek kâfidir. Aksi takdirde mutlaka babasının, dedesinin adlarını söylemek
lâzım gelir. Şüphesiz, "kızımı tezviç ettim" deyip iki kızı
bulunması. vekilin, "Fatımayı tezviç ettim" demesinden daha az
müphemdir. Bu meselinin tamamı ileride, "iki hür şahit huzurunda yapılması
ilh..." dediği yerde gelecektir.
T E M B İ H : Şarih akdi yaparken erkekle
kadını birbirinden ayırmanın şart olduğunu söylemedi. Çünkü burada ihtilâf
vardır. Nevâzil'de iki küçük hakkında şöyle denilmiştir: «Birinin babası şu
kızımı senin şu oğluna tezviç ettim dese, o da kabul etse; sonra kız oğlan,
oğlan da kız çıksa bu caiz olur.» Attâbî ise caiz olmadığını söylemiştir.
Bahır. Remlî ekseri ulemanın birinci kavli tercih ettiklerini söylemiştir.
Ben derim ki: Bundan, tezviç ettim ve
tezevvüç ettim sözlerinin her iki taraftan söylenebileceği anlaşılır. Münye'den
naklen Fetih sahibi bunu açıklamıştır. Bahır'da da öyledir.
«Şart değildir ilh...» Yani tezviç et ve
nikâh sözleriyle yapılan akitlerde mânâyı bilmek şart değildir. Kinaye sözlerle
yapılan bunun hilâfınadır. Çünkü ileride göreceğiz ki, kinayede mutlaka niyet
veya karine ve şahitlerin anlamış olması lâzımdır. Lâkin Dürer'de
kaydedildiğine göre, şahitler bu sözle nikâh kıyıldığını bilirlerse, mânâsını
bilmeleri şart değildir. Yani o sözün hakiki mânâsını anlamasalar dahi nikâh
sahihtir.
Fetih sahibi diyor ki: «Kadına Arapça
"zevveçtü nefsi" demesi öğretilse de mânâsını bilmese; dâmat kabul
etse, şahitler bilsin bilmesin nikâh sahih olur. Bu talâk gibidir. Bazıları
hayır, satış gibidir demişlerdir.» Hulâsa'da böyle denilmiştir. Erkeğe tâlim
edilse de mânâsını bilmese hüküm Yine budur. Bunlar bir sürü meselelerdir.
Talâk. köle âzâdı, köleyi müdebber yapmak, nikâh ve hul' bunlardandır. İlk
üçünün hükmü vâki olur. Bunu İmam Muhammed Asıl namındaki kitabının âzâd
bahsinde ve tedbir bâbında zikretmiştir. Cevap mâlûm olunca Kâdıhân diyor ki:
«Nikâhın da öyle olması lâzımdır. Çünkü sözün mânâsını bilmek ancak kasıt için
muteberdir. Şakası ciddisi müsavî olan yerde bilmek şart değildir. Satış ve
benzeri bunun hilâfınadır. Hul'da ise kadına. "sana mehrim ve iddetimin
nafakası ile kendimi hul' ettim" sözü telkin edilir de mânâsını bilmediği
halde bunu söylerse; keza bununla hul' olduğunu dahi bilmezse ulema bu hususta
ihtilâf etmişlerdir. Bazıları caiz olmayacağınısöylemişlerdir ki, sahih olan da
budur. Talâkın vâki olması gerekir. Ama mehir ve nafaka sâkıt olmaz. Keza
kadına kocasını ibra etmesi, borçlunun alacaklıya ibra sözünü telkinde
bulunması da böyledir. İbra vâki olmaz.»
Ben derim ki: Şahitlerin anlaması şart
olmadığında sahih kabul edilen kavil muhteliftir. Nitekim beyanı gelecektir.
«Bununla fetva verilir.» Bezzâziyye sahibi
bunu acık söylemiştir. Bahır'da beyan edildiğine göre Tecnîs'in ifadesinden
anlaşılan da bunu tercih etmiş olmasıdır.
Ben derim ki: Yukarıda geçen Fetih
sahibinin sözü de bunu iktiza eder. Mültekâ'nın metninde Dürer ve Vikâye'de
kesin olarak bu kabul edilmiştir. Şarih Mültekâ şerhinde bu hususta sahih kabul
edilen kavlin muhtelif olduğunu söylemiştir.
METİN
Nikâh akdi ancak tezviç ve nikâh sözleriyle
sahih olur. Çünkü bunlar sarih sözlerdir. Bunlardan geri kalan sözler
kinayedir. Kinaye halen, bir aynı kâmilen temlik için vazedilen sözdür.
Ortaklıkta caiz değildir. Halen kaydıyla mukayyet olmayan vasiyet tariften
hariçtir.
İZAH
«Ancak tezviç ve nikâh sözleriyle sahih
olur.» Bilmiş ol ki, sarih (açık) sözle nikâh hilâfsız mün'akit olur. Kinaye
dört kısımdır. (Kinaye; hem talâka, hem başka bir mânâya ihtimali olan sözdür.)
Bir kısmı ile bize göre hilâfsız nikâh münakit olur. Hilâf, mezhebimizden
olmayanlar arasındadır. İkinci bir kısım hakkında bize göre hilâf vardır. Sahih
olan kavil, onunla nikâhın münakit olmasıdır. Üçüncü kısımda hilâf vardır.
Sahih kavil caiz olmamasıdır. Dördüncü kısım, münakit olmadığı hususunda hilâf
bulunmayan sözdür.
Birinci kısım; nikâh ve tezviç sözleri
müstesna, hîbe, sadaka, temlik ve kılmak gibi sözlerle yapılan akittir. Kızımı
bin liraya sana tahsis kıldım gibi.
İkincisi; nefsimi yahut kızımı sana şu
kadara sattım yahut seni şu kadara satın aldım sözüne karşılık kadının evet
demesi. selem, sarf, karz ve sulh gibi sözlerdir.
Üçüncüsü; icare ve vasiyet gibi sözler.
Dördüncüsü de; mübah kılmak, haram etmek,
emanet ve rehin vermek, temettu, ikâle ve hul' gibi sözlerdir. Bunu Fetih
sahibi söylemiştir.
«Bunlardan geri kalanları kinayedir ilh...»
Bu terkip, metni medlûlünden çıkarmaktadır. Metnin medlûlü bu sözlerle caiz
olduğunu açıklamaktır. Buna itiraz edilmiş; "Nikâhta şahitlik şart
kılındığı halde kinaye sözle akit nasıl sahih olur. Kinayede mutlaka niyet
lâzımdır. Şahitler niyeti bilmezler." denilmiştir. Zeylâî diyor ki: «Mehir
zikredilince niyet şart değildir deriz.» Serahsî mutlak surette niyetin şart
olmadığını söylemiştir. Çünkü iltibas (karışmak) yoktur. Bir de bizim sözümüz
iki tarafın bu sözü açık söylediklerine ve ihtimal kalmadığınagöredir. Muhakkık
İbn-i Humam'ın bu hususta uzun bir incelemesi vardır. Yakında gelecektir.
«Kinaye ilh...» Bahır sahibi bu tarife
itiraz ederek; «Bu lâfızlardan başkasıyla dahi nikâh münakit olur. Meselâ,
"benim karım ol"; kadının. "kendimi sana gelin ettim"
demesi; bâin talâkla boşadığı karısına, "sana şu kadar mehirle
döndüm"; karısının da, "kendimi sana iade ettim" demesi bu
kabildendir. "Sen benim oldun, ben senin oldum; hakkım senin bud'unun
menfaatlerinde sabittir." gibi sözler de böyledir.» demiştir. Bir takım
sözler daha saymış ve bunların hepsinde kabul ile nikâhın münakit olduğunu
söylemiştir. Sonra kendisi cevap vererek şöyle demiştir: «Akitlerde itibar
mânâlaradır. Nikâhta bile öyledir. Nitekim ulema bunu acık söylemişlerdir. Bu
sözler nikâh mânâsını ifade etmektedir.» Hâsılı bu sözler nikâhta dahildirler.
Çünkü murad. ya lâfzı yahut mânâsını ifade eden başka kelimedir.
«Bir aynı kâmilen temlik için ilh...»
ifadesiyle. rehin ve emanet gibi hiç temlik ifade etmeyen şeyler ve icare ödünç
gibi menfaatı temlike yarayanlar hariç kalmıştır. Nitekim gelecektir. Kâmilen
tabirinin mefhumunu şarih, "Ortaklıkla caiz değildir." diyerek
açıklamıştır. Gâyetü'l-Beyan sahibi diyor ki: «Keza şirket lâfzıyla da münakit
olmaz. Çünkü bu söz, tamamını değil bir kısmını temlik ifade eder. Onun içindir
ki, sana cariyemin yarısını tezviç ettim demekle nikâh sahih olmaz.»
«Halen kaydıyla mukayyet olmayan ilh...»
Mutlak veya öldükten sonraya izafe edilen vasiyet tariften hariçtir. Fakat hal
kaydıyla yapılan böyle değildir. Meselâ, sana kızımı halen bin dirheme vasiyet
ettim derse caizdir. Nitekim bunu Fethu'l-Kadir sahibi tahkik etmiş; Nehir
sahibi de ona tâbi olarak, "Bunu birçok kimseler kabul etmiştir."
demiştir. Bahır sahibi onlara muhalefet ederek, "Mutemet olan, şarihlerin
mutlak söyledikleri gibi caiz olmamaktır. Çünkü vasiyet temlikten mecazdır.
Onunla akit caiz olursa, nikâhtan mecaz olur. Halbuki mecazı yoktur. Halbuki
mecazın mecazı yoktur. Nitekim İnâye'nin satışlar bahsinde beyan
edilmiştir." demiştir.
Remlî'nin Makdisî'den rivayet ettiğine
göre, mecazın mecazı yoktur sözü kabul edilemez. Esasü'l-Belâga'yı okuyan bunu
bilir. Yani belâgat ulemasının, "Zeyd'in mişferini gördüm."
cümlesinde söyledikleri gibi, burada iki mertebe mecaz vardır. (Mişver, devenin
dudağı demektir. Sonra ondan mutlak mânâda dudak kasdedilmiş, sonra Zeyd'in
dudağına mişver denilmiştir.) "Allah o beldeye açlık ve korku elbisesini
tattırdı." âyet-i kerîmesinde dahi iki mertebe mecaz vardır. (O yerler
halkının başına gelen belâlar, tatmak karinesiyle acı bir şeye benzetilmiş;
sonra insanlara şâmil olmasına bakarak giyilen elbiseye benzetilmiş, elbise
lâfzıyla teşbihe işaret buyrulmuştur.)
Ben derim ki: Lâkin musannıfın da başkaları
gibi, "Kinaye halen bir aynı kâmilen temlik için vazedilen sözdür."
ifadesi vasiyete şâmil değildir. Çünkü vasiyet ölümden sonra aynıtemlike
mevzuudur. Halen aynı temlik mânâsında kullanılırsa, mecaz olur. Binaenaleyh
onunla nikâh sahih olmaz. Çünkü o halen temlik için vazedilmiş bir söz
değildir. Yoksa mecazdır diye sahih olmaz demek değildir. Meğer ki şöyle cevap
verile:
«Ulemanın vazedilen tabirinden muradları,
kullanılan mânâsınadır. Binaenaleyh hem hakikate hem mecaza şâmildir. Bu da
mecazın vaz'-ı nev'i ile mevzu olması esasına mebnidir.» Nitekim bunu Tahrir
şarihi beşinci faslın başında izah etmiştir.
METİN
Hîbe, temlik, sadaka, atiyye, ödünç, selem,
kiralamak, sulh, sarf gibi sözlerle ve niyet veya karine ve şahitlerin maksut
olan anlamaları şartıyla milk-i rakabe ifade eden her sözle olur.
İZAH
«Hîbe gibi...» Yani hîbe nikâh vechiyle
olursa, onunla akit yapılabilir. Malumun olsun ki, nikâhlanan kadın, ya cariye
yahut hürredir. Erkek hîbeyi cariyeye izafe ederek, "Şu cariyemi sana hîbe
ettim" derse, şahit getirmek, mehri muaccel ve mehr-i müeccel gibi şeyler
zikretmek suretiyle hal nikâha delâlet ettiği takdirde, bu söz nikâha
yorumlanır. Hal nikâha delâlet etmezse, kendisi nikâha niyet ettiği hîbe edilen
şahıs da onu tasdikte bulunduğu takdirde, niyet karinesiyle yine nikâh mânâsına
yorumlanır. Niyet etmezse, milk-i rakabe (satın almak) manasına yorumlanır. Bu
söz hür kadına izafe edilirse, bu niyet olmaksızın nikâh münakit olur. Çünkü
mahallin hakiki mânâyı (hür kadına mâlik olmayı) kabul etmemesi, mecaz mânâsına
yorumlamayı icabeder. Karine budur. Mecaz kasdetmediğine karine bulunursa,
nikâh münakit olmaz. Bir kimse bir kadından zina etmesini ister de kadın,
"nefsimi sana hîbe ettim" der, erkek de, "kabul ettim"
cevabını verirse nikâh olmaz. Bu, kızın babasının, "kızımı sana hizmet
etsin diye hîbe ettim" demesine, onun da kabulüne benzer. Ancak bununla
nikâhı kasdederse caiz olur. Bahır'da böyle denilmiştir. T.
«Ödünç ilh...» Nehir sahibi diyor ki:
«Sarf, ödünç, sulh ve rehin kelimeleri hakkında iki kavil vardır. Sarf
kelimesiyle münakit olmasını tercih gerekir. Bu, külliyet, cüz'iyyet alâkasıyla
amel etmek olur. Çünkü sarf kısmen milk-i aynı ifade eder. Bununla Sayrafiyye
sahibinin, "Ödünç kelimesiyle nikâhın münakit olması sahihtir." sözü
tercih edilir. Velev ki Keşif ve diğer kitaplarda münakit olmadığı tercih edilmiş
olsun. Serahsî sulh ve atiyye sözleriyle nikâhın münakit olduğunu kesin
söylemiştir. Etkânî başkasını hikâye etmemiştir.» Rehin hakkında ileride söz
gelecektir. Lâkin, "Etkânî başkasını hikâye etmemiştir." ifadesi
kalem hatasıdır. Çünkü Etkânî'nin Gâyetü'l-Beyan'da zikrettiği şudur: «Sulh
kelimesiyle nikâh münakit olmaz.» Bahır sahibi de bunu ondan böylece nakletmiş;
Fetih sahibi ise bu sözü Ecnas'a nisbet ile arkasından Serahsî'nin sözünü
nakletmiştir.
Ben derim ki: Tafsilât vermek ve, Şayet
kadın sulha bedel sayılırsa sahih olur diye arabulmak gerekir. Meselâ kızın
babası, borçlusuna, seninle şu kızımda olan alacağın bin dirhem namına sulh
oldum diyerek ara bulur. Eğer kadın kendi namına sulh yapılmış sayılırsa;
meselâ, "seninle şu kızım namına bin dirheme sulh oldum" derse sahih
olmaz. Gâyetü'l-Beyan'ın sözü buna yorumlanır. Şu delille ki: Onu, "Çünkü
sulh, indirim ve hakkı ıskâttır." demiştir. Şüphesiz ki ıskât ancak
kendisi namına sulh yapılan kimseye nisbetledir. Maksat kadının milk-i müt'asıdır.
(Ondan istifade hakkıdır.) Yoksa ıskâtı değildir. Onun için de sahih değildir.
Sulh bedeline gelince: Maksat ona da mâlik
olmaktır. Binaenaleyh onunla milk-i müt'a sahih olur. Şu da var ki, ben atıyye
kelimesinde hilâftan bahseden görmedim. Meselâ bir babanın kızı için. "Bu
sana şu kadara atıyye olsun." demesi ile nikâh münakit olur. Çünkü bu söz
hîbe mesabesindedir. Hayriyye'de bununla fetva verilmiştir. Bedevîlerle
köylüler arasında şayi olduğu vecihle, "Sana kızımı şu kadara atiyye
verdim." demekle akit sahih olur. Nitekim Fetih'ten naklen arzetmiştik.
Çok defalar görülür ki kız istemeye gelen kimse. "Senden kızını kendim
için istemeye geldim." der; kızın babası da, "O senin mutfağının
cariyesidir." cevabını verir. Bununla va'd değil de akdi kasdederse sahih
olması gerekir. Bunu, yukarıda Bahırdan naklen arzettiğimiz, "Onu sana
hizmet etsin diye hibe ettim" sözünden alarak söyleriz. Zahîre'nin şu sözü
de bunu te'yid eder:
«Şu kızımı bin dirheme senin kıldım derse
sahih olur. Çünkü nikâhın mânâsını ifade etmiştir. Akitlerde itibar lâfızlara
değil mânâlaradır.»
«Selem ve kiralamak.» Bu selemde kadın
sermaye sayıldığı yahut ücret hesap edildiği zamandır. Bu takdirde bilittifak
nikâh münakit olur. Ama selem karşılığı sayılırsa, bazılarına göre nikâh
münakit olmaz. Çünkü hayvanda selem caiz değildir. Bazıları caiz olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü ona bitişik olarak teslim alma ameliyesi yapılırsa, fâsit
olarak milk-i rakabeyi ifade eder. Hakikisi fâsit olan her şeyin mecazisi fâsit
olmaz. Fetih sahibi bunu tercih etmiştir. Metinlerde yazılanların muktezası
budur. Kadın kendisi ücret sayılmaz da meselâ, "Kızımı sana şu kadara
kiraladım." derse, sahih kavle göre nikâh münakit olmaz. Çünkü ücret
milk-i aynı ifade etmez. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
«Milk-i rakabe ifade eden her sözle olur.»
Kılmak, satmak, satın almak sözleri gibi ki. bunlarla nikâh münakit olur.
Nitekim yukarıda geçmişti.
«Niyet veya karine şartiyle ilh...» Bu söz,
Fethu'l-Kadir sahibinin evvelce Zeylâî'den naklettiğimiz ifadeyi red için
yaptığı tahkîktir. Zeylâî mehir konuşulurken niyeti şart koşmamıştı. Bu söz
Serahsî'ye reddiyedir. Çünkü O, niyeti mutlak surette şart koşmamıştı. Bu
reddin hâsılı şudur:Muhtar kavle göre şahitlerin iki tarafın muradını
anlamaları mutlaka lâzımdır. Çünkü dinleyen kimsenin, konuşanın o sözden onun
taşımadığı bir mânâyıkasdettiğine hüküm vermesi için mutlaka bir karine
lâzımdır. Karine yoksa mutlaka şahitlere muradını bildirmesi lâzımdır. Onun
için Dirâye'de, «Caiz görenlerce icare sözüyle nikâhın münakit olduğu
anlatılırken, "kızımı kiraladım" der de, bununla nikâhı niyet eder ve
şahitlere bildirirse olur.» denilmiştir. "Kızımı sana sattım" demesi
bunun hilâfınadır. Çünkü mahallin satışı kabul etmemesi sözü mecaz mânâsına
yorumlamayı icabeder. Bu bir karine olup şahitler onunla yetinirler. Hattâ akdi
yapılan kadın cariye olursa, nikâha delâlet edecek şahit getirmek mehr-i
müeccel veya mehr-i muaccel zikretmek gibi ziyade karine bulunması mutlaka
tâzımdır. Aksi takdirde sözü söyleyen niyet eder de kendisine hîbe edilen
tasdikte bulunursa sahihtir. Niyet etmezse milk-i rakabe mânâsına yorumlanır.
Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir. Zâhire bakılırsa, niyetle beraber mutlaka
şahitlere bildirmek lâzımdır. Şemsü'l- Einme bu tahkike dönmüş ve; "Çünkü
sözümüz iki tarafın açık söyledikleri hale mahsustur. Velev ki ihtimal
kalmasın." demiştir. Fetih'deki ibarenin hâsılı budur. Hulâsası da şudur:
Nikâhın kinaye sözlerinde niyetle beraber bir karine veya icabı kabul edenin
tasdiki, şahitlerin muradı anlaması ve kendilerine anlatılması lâzımdır.
METİN
İcare, icaze, iare vasiyet, rehin, vedia ve
benzeri milk ifade etmeyen sözlerle nikâh münakit olmaz. Lâkin şüphe sabit
olur. Onun için had vurulmaz. Kadına mehr-i müsemmanın ve mehr-i mislin en azı
verilir. Keza nikâh akdine yaramayan her lâfızla şüphe sabit olur.
Bellenmelidir. Tezevvüç yerine tecevvüz gibi musahhaf sözlerle de nikâh münakit
olmaz. Çünkü böyle bir söz sahih maksatla değil, bozmak ve değiştirmek
maksadıyla söylenmiştir. Binaenaleyh hakikat olamaz, alâka bulunmadığı için
mecaz da olamaz. Bir yanılmadan ibaret kalır ki, ona aslâ itibar edilmez.
Telvih.
İZAH
"İcare" sözüyle, esah kavle göre
nikâh caiz olmaz. Meselâ sana kendimi şu kadara icare ettim demlemez. Fakat
isticar sözü bunun hilâfınadır. Kadın bedel yapılmak suretiyle onunla nikâh
caiz olur ve senin evini kendi nefsimle isticar ettim yahut nikâh kasdıyla
evini kızımla isticar ettim denilebilir. Nitekim az yukarıda beyan etmiştik.
Musannıf orada isticar tabirini kullanmış; burada ise aralarındaki farka işaret
için icare demiştir. Binaenaleyh tekrar yoktur.
"Vasiyet" kelimesi hâl ile
kayıtlı değilse, nikâh akdinde kullanılamaz. Nitekim geçmişti.
"Rehin" kelimesinde ulemanın
ihtilâfı vardır. Nitekim Binaye'de bildirilmiştir. Valvalciyye'de buradaki gibi
sahih olmadığı tercih edilmiştir. Galiba Kemâl b. Hümam vechi zâhir olmadığı
için son sözü itibara almamış ve rehni hilâfsız nikâh akdine yaramayan
kelimelerden saymıştır. Çünkü rehin aslâ milk ifade etmez.
«Ve benzeri...» mübah kılmak, helâl kılmak,
temettu, ikâle ve hul' gibi kelimelerle de nikâh münakit olmaz. Nitekim
Fetih'ten naklen bildirmiştik. Lâkin Nehir'de bildirildiğine göre, son kelime
kadın hul' bedeli yapılmamak kaydıyla kayıtlanmak gerekir. Eğer kayıtlanırsa;
meselâ ecnebi bir adam, "Karını benim şu kızımla hul' et." derse,
icare meselesine kıyas ederek bazıları caiz olduğunu söylemişlerdir.
«Keza nikâh akdine yaramayan her lâfızla
şüphe sabit olur.» Bu cümle bazı nüshalardan düşmüştür. En iyisi de odur. Onun
için Halebî, "Lâkin şüphe sabit olur." cümlesinden sonra bunun tekrar
olduğunu söylemiş; "Şüphesiz ki nikâh akdine yaramayan her sözle ifadesi,
bu bâbta hiç tesiri olmayan her söze şâmildir. Meselâ kadına; sen benim
dostumsun der de kadın evet cevabını verirse, bu konuşma ile de nikâh münakit
olmaz denilebilir. Halbuki bununla şüphe sabit olmaz. İlk ibare bunun
hilâfınadır. Çünkü o, metinde zikredilenleri beyan için söylenmiştir.
Binaenaleyh milk ifade edip de nikâh akdine yaramayan sözlere mahsus
olur." demiştir.
«Musahhaf sözlerle» akit caiz olmaz.
Musahhaf, değiştirilmiş demektir. Tashif'ten alınmıştır ki; maksut olan mânâsı,
değişecek derecede bir kelimeyi değiştirmek demektir. NitekimMisbah'ta böyle
denilmiştir. Muğrib'de ise, "Tashif; bir kelimeyi. yazan kimsenin istemediği
şekilde okumak yahut ulemanın ıstılahına uymayan şekilde okumaktır."
denilmiştir.
«Sahih maksatla değil ilh...» ifadesiyle
şarih ecnebi dille nikâhın münakit olmasına işaret etmiştir. Çünkü ecnebi dille
söyleyen kimse, onu sahih maksatla söylemiştir. Tezviç yerine teçviz diyen
kimse ise sahih bir maksatla değil, kelimeyi bozmak maksadıyla söylemiştir.
Binaenaleyh ne olur, ne de mecaz. Bu satırlar kısaltılarak Minah'tan
alınmıştır.
«Telvih...» Şarihin muradı bu meseleyi
Telvih'e nisbet etmek değildir. O, sadece ta'lîlin zımmındakini Ona nisbet
etmiştir. Çünkü bu mesele Telvih'te ve diğer eski kitaplarda zikredilmemiştir.
Onu yalnız musannıf metninde zikretmiş ve Minah şerhinde umumiyetle şehirlerde
bu meselenin sorulduğunu bildirmiştir. Kendisi bu hususta bir risale yazmış;
orada, bu sözle nikâhın münakit olamayacağına itimat etmiştir. Çünkü bu söz
halen bir aynı temlik için konulmamıştır. Nikâh ve tezviç sözü değildir. Onunla
nikâh sözleri arasında mecaz sahih olacak bir alâka yoktur. Bundan dolayı ulema,
ihlâl, icare ve vasiyet gibi sözlerle nikâhın münakit olmayacağını
açıklamışlardır. Çünkü bunlarda istiâre sahih değildir. Bunu ecnebi dile kıyas
etmek de doğru değildir. Çünkü sahih bir maksat yoktur. Nitekim yukarıda geçti.
Bundan sonra Minah şerhinde buna şahit
olarak muhakkık Sa'd Tatâzânî'nin Telvih'te hakikat ve mecaz bahsinde
söylediklerini zikretmiştir ki şunlardır: «Lisan kaidesine uygun olarak sahih
şekilde kullanılan bir söz ya hakikat olur, ya mecaz.
Çünkü konulduğu mânâda kullanılırsa
hakikattır; başka mânâda kullanılırsa bakılır: O mânâ ile hakiki mânâ arasında
bir alâka varsa mecazdır; yoksa mürteceldir. Bu da hakikatın kısımlarından
biridir. Çünkü alâka bulunmaksızın bir kelimeyi sahih olarak başka mânâda
kullanmak, yeni lügat koymaktır. Artık o söz konulduğu mânâda kullanılmış olur
ve hakikattır. Kullanmayı sahih kaydıyla kayıtlamamız, yanlış söylemekten
ihtiraz içindir. Meselâ yeni bir kelime icadına kasıt olmaksızın 'gök' diyeceği
yerde 'yer' demek yanılmaktır.»
METİN
Evet bir kavim bu yanlış şekli söylemeye
ittifak eder ve kasten yanlış söylenirse, o, yeni bir kelime uydurmak olur.
Artık onunla nikâh caizdir. Buna Ebussuud fetva vermiştir.
Talâka gelince: Musahhaf sözlerle kazaen
talâk vâki olur. Nitekim Eşbâh'ın başında beyan edilmiştir.
İZAH
«Evet ilh...» Bunu musannıf dahi
söylemiştir. Telvih'in zikri geçen ibaresinden sonra şöyle demiştir: «Evet, bir
kavim bu yanlış kelimeyi söylemeye ittifak etseler; öyle ki bununla kadından
faydalanmanın helâl olmasını anlatmak isteseler, kelime kendi kasıt ve
ihtiyarlarıylaağızlarından çıksa, bununla nikâh münakit olur demenin zâhir bir
vechi vardır. Çünkü bu halde o kelime o kavim tarafından yeni konulmuş bîr
lügat olur. Bu yanlış kelimeyi söyleyen, o kavmin arasında bununla nikâh
akdedileceğine Rumeli beldeleri müftüsü Şeyhülislâm Ebussûud Efendi fetva
vermiştir. Ama yeni bir mânâya tahsisini kasdetmeksizin bazı koyu cahillerin
yaptığı gibi söyleyivermenin hiçbir itibari yoktur. Telvih sahibinin beyanına
göre, bir sözü konulduğu mânâda yahut başkasında kullanmak demek, ona delâlet
etmesini istemektir. Binaenaleyh mücerret söylemek sahih kullanmak değildir.
Yeni kelime icadı da olamaz.»
Musannıfın sözünün hulâsası şudur: Eğer bir
kavim nikâhta yeni bir icat maksadıyla tecviz kelimesini kullanırlarsa, bu
kelime mürtecel hakikatlar gibi bir hakikatı örfiyye olur ve nikâhta kullanılan
ecnebi sözlere benzer. Kasdedilen mânâya delâleti istenildiği için onunla akit
sahihtir. Aksi takdirde bu sözü zikretmek hakikat olamaz. Çünkü mânâya tahsis
edilmemiştir: mecaz da olamaz. Çünkü alâka yoktur. Binaenaleyh o kelime
yanlıştır. Musannıfın üstadı İbn-i Nüceym'e uyarak söylediği gibi yanlış olur.
Lâkin Hayreddin-i Remlî Fetevâ-i Hayriyye adlı kitabında bunun hilâfına fetva
vermiş; musannıfın istişhad ettiği şeylerde kendisiyle münakaşa etmiştir.
Musannıfın Minah üzerine yazdığı hâşiyede dahi onunla münakaşa ederek;
"Alâkasızlık üzerine tertip edilen hakikatla mecaz bahsinin bir dahl-u
tesiri yoktur." sözünü eleştirmiş; "Musannıf bunun tashif olduğunu
ikrar etmişken, alâka bulunmazlık nasıl izah edilebilir? Bilâkis biz bunun harf
yerine harf değiştirmek suretiyle yapılmış bir tashif olduğunu kabul ederiz. Bu
söz, bilen bir kimsenin ağzından çıkarsa, onunla nikâh münakit olmaz. Zeyn b.
Nüceym'in ve çağdaşlarının fetvasına mahâl olan da budur ve delil yerinde
kullanılmıştır." demiştir. H.
Bu meselede ulemadan hassaten nakil yoktur.
Binaenaleyh yeni fetva hadisesi olmuştur. Şâfiîlerin açıkladığına göre, avamdan
birinin 'z' harfini 'cim'e değiştirmesi veya bunun aksini yapması zarar etmez.
Halbuki Şâfiîler nikâhta çok şiddet göstermiş; onu nikâh ve tezviç
lâfızlarından başkasıyla caiz görmemişlerdir. Fetva sormaya göredir. Müftüye,
"Teçviz sözüyle nikâh kıyılır mı?" diye sorulursa, "Hayır!"
cevabını verir. Çünkü tashiften bahsedilmemiştir. Tashif yapılmaması asıldır.
Ama bir cahilin istiareyi bilmediği için onu kasdetmeksizin 'cim'i "z'den
evvel söylemesi (yani tezviç diyeceği yerde teçviz demesi) sorulur da, bununla
kadından istifadenin helâl olduğunu bildiren şer'î sözü kasdettiği söylenirse,
o işin söylenildiği gibi olduğuna gönlü yattığı takdirde Şâfiîlere muvafakat
etmesi gerekir. Bu hata üzerinde Şâfiîlerle sözleri birbirine uyduğunda ise,
evleviyetle onlara muvafakat eder. Nitekim Ebussuud Efendi bunu kesin olarak söylemiştir.
Ulema bazı yerlerde yanlış söylenen söze
itibar edilmeyeceğini açık söylemişler; musahhafsözlerle talâk olur"
demişlerdir. Halbuki nikâh ile talâkın her biri ciddisi de ciddi, şakası da
ciddi olmakta müşterektirler. Böyle iken talâkın vâki olduğuna fetva vermişler;
bunun bir tâ'lik olduğunu şart bulundu mu talâkın da vâki olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü bu söz, "Şunu yaparsan sen şöylesin" demek
gibidir. "Bana talâk lâzım gelir, ben bu işi yapmam." sözüyle boşamak
da bunun gibidir. Halbuki bu söz lügaten ve şer'an açık bir yanlıştır. Çünkü
rüknü yoktur.
Erkek talâka mahâl değildir. Ebussuud
Efendinin sözü, yani, "Bu talâk sarih de değil, kinaye de değildir."
demesi, mücerret o söze bakaraktır. Yaygın olan kullanılışına bakarak değildir.
Zira onun memleketinde böyle bir şey kullanılmamaktadır. Bu büyük hatayı
itibara almazsak, sadedinde bulunduğumuz hatayı da itibara almamamız lâzım
gelir. Halbuki bu hata yaygın bir şekilde kullanılmakta; köylülerin ve
kasabalıların dillerinde destan olmaktadır. Öyle ki bunlardan birine tezviç
kelimesini söylettirecek olsanız zor söyler. Şüphesiz ki onlar, bir istiareye
işaret etmemektedirler ki, alâka yok diye itiraz edelim. Bilâkis bu onların
arasında yapılmış bir tashif olup, dillerinde yaygın hale gelmiştir. Ulemadan
bazıları, mahraçları yakın olmasa bile, bazı harflerin değiştirilmesiyle
namazın bozulmayacağını hoş görmüşlerdir. Çünkü bu husustaki belva umumidir.
Sadedinde bulunduğumuz meselede nice umumi olmasın! Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.
«Musahhaf sözlerle kazaen talâk vâki olur.»
Talâk kelimesinin musahhaf şekilleri; telâk, talek, talağ ve telağdır. Bahır
sahibi diyor ki: «Bunlarla kazaen talâk vâki olur ve aksini söyleyen koca
tasdik edilmez. Meğer ki konuşmazdan önce şahit getirerek, "Karım benden
talâk istiyor, ben de boşamıyorum da şöyle diyorum." demiş olsun. Bu
hususta bilenle bilmeyen arasında fark yoktur. Fetva buna göredir. Sonra
nikâhla talâk arasında acık olarak anlaşılan bir fark yoktur.» Hayreddin-i
Remlî bu hususta evvelce Kadıhân'dan naklettiğimiz şu sözle istidlâl etmiştir:
«Nikâhta mânâsını bilmenin şart olmaması hususunda boşamak ve köle âzâdı gibi
olmak gerekir. Çünkü sözün mânâsını bilmek ancak kasıt için muteberdir. Ciddisi
şakası müsavî olan yerde şart değildir.» Remlî demiştir ki: «Talâkın tashifle
(kelimeyi yanlış söylemekle) vâki olduğunu anlayınca, böyle bir kelimeyle
yapılan nikâhın da geçerli olması gerekir.»
Ben derim ki: Gerçi, "Talâkın vâki
olması fercler hakkında ihtiyat göstermek içindir." diye cevap verilmişse
de, bu cevap ilzamda müşterektir. Şu da var ki; evlilik tahakkuk ettikten sonra
sırf yanlış veya mühmel (yani mânâsız) bir sözü söylemekle nikâhla talâk
arasında fark yapmak ihtiyat değildir. Bilâkis ihtiyat, nikâhı gideren söz
tahakkuk edinceye kadar nikâhın devamıdır. Ulema bu yanlış sözden kastı nazar-ı
itibara almasalar, onunla talâk vâki olduğunu söylemezlerdi. Çünkü hakikaten ve
mecâzdan hariç olan yanlış sözün bir mânâsıyoktur. Binaenaleyh anlaşılıyor ki,
murad olan hakiki mânâyı itibara almışlar. sözün değişik söylenmesine itibar
etmemişlerdir. Hattâ, "Bununla kazaen talâk vâki olur." sözleri
talâkın vâki olduğuna hüküm verileceğini ifade eder. Velev kî, "Ben
bununla talâkı kasdetmedim." demiş olsun. Çünkü bu sözü sarih sözlerden saymışlardır.
Onun için şahit çağırırsa, tasdik edileceği kaydı konmuştur. Şu halde avamdan
biri nikâhı kasdederek tezviç ettim diyeceği yerde tecviz ettim derse,
evleviyetle akit caiz olur. Evvelce Zahîre'den naklettiğimiz şu söz de buna
delâlet eder: «Bir adam şu kızımı bin dirheme senin için tahsis kıldım derse
sahih olur. Çünkü nikâhın mânâsını ifade etmiştir. Akitlerde itibar
mânâlaradır, sözlere değildir.»
Bu ta'lîl gösteriyor ki; nikâh mânâsını
ifade eden her söze nikâh hükmü verilir. Ancak nikâh veya tezviç sözleriyle yahut
halen bir aynı temlike delâlet eden bir söze olmalıdır. Şüphesiz ki teçviz
ettim yahut tezviç ettim gibi bir sözden, nikâhı akdedenler ve şahitler bir şey
anlamazlar. Şu kadar var ki, örf-ü ödete göre bu bir evlendirmeden ibarettir.
Bundan yalnız evlendirme mânâsı kasdolunur. Ulemanın açıkladıklarına göre,
akit, yemin ve vakıf yapan herkesin sözü kendi örf ve âdetine göre yorumlanır.
Yukarıda geçtiği vecihle, yanlış sözlerle bilen bir kimseden bile talâk vâki
olur ve bu sözler âdet dahi olmazsa, avam takımının âdet olan yanlış sözleriyle
evleviyetle nikâh sahih olur. Allahu a'lem.
METİN
Teati ile (yani sözsüz olarak birbirini
alıp vermekle) nikâh münakit olmaz. Bu, ferclere ihtiram içindir. Akdi
yapanların birbirinin sözlerini işitmesi şarttır. Tâ ki rızaları tahakkuk
etsin. İki şahidin bulunması da şarttır.
İZAH
«Bu, ferclere ihtiram içindir.» Yani, bu,
ferc meselesinin ehemmiyetinden ve onların şiddetle haram kılınmasındandır.
Onun için bunlar üzerinde yapılacak akit ancak sarih veya kinaye sözle sahih
olur.
«Birbirinin sözlerini» velev hükmen olsun
işitmesi şarttır. Başka yerde olan bir kadına mektup yazmak, hükmen işitmek
yerine geçer. Çünkü o mektubu okumak kendisiyle konuşmak gibidir. Nitekim
yukarıda geçti. Fetih'te beyan edildiğine göre, dilsizin mâlûm işareti varsa
onunla nikâh münakit olur.
«Tâ ki rızaları tahakkuk etsin.» Yani
onlardan rızaya delâlet eden bir şey meydana gelsin. Zira nikâhta rızanın
hakikatı şart değildir. O, zorlamakla ve şakayla da münakit olur. Rahmetî.
Ebussuud Efendi'nin beyanına göre, kadın tarafından rıza şart, erkek tarafından
şart değildir. Ebussuud Efendi buna Kuhistânî'nin mehir bâbında açıkladığı,
"Zorlama kadın tarafından gelirse akit fâsittir." sözüyle istidlâl
etmiştir.
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Çünkü Nikâye'de
bildirildiğine göre, fâsit nikâhta cimaetmediyse bir şey vâcip olmaz. Cima
ettiyse kadına mehr-i misil vermesi vâcip olur. "Fâsit nikâhta" sözü
üzerine Kuhistânî şu açıklamayı yapmıştır: «Yani bâtıl nikâhta demek istiyor.
Ebediyyen veya muvakkaten haram olan kadınları nikâh etmek bu kabildendir.»
«Zorlama kadın tarafından gelmekle ilh...»
cümlesinin mânâsı; kadın kendisiyle evlenmek için erkeği zorlarsa, erkeğe bir
şey vâcip olmaz demektir. Çünkü zorlama kadın tarafından gelmiştir. Binaenaleyh
bâtıl hükmündedir, hakikaten bâtıl değildir. Bu sözün mânâsı; birisi kadını
evlenmeye zorlarsa demek değildir. Bu meselenin benzeri, ulemanın ikrah
bahsinde söyledikleri şu sözdür: Bir kimse gerdeğe girmezden önce karısını
boşamaya zorlanırsa, mehrinin yarısını vermesi lâzım gelir. Sonra eğer zorlayan
kimse ecnebi ise, verdiği yarım mehri ondan alır. Boşamaya zorlayan karısı ise
bir şey alamaz. Bunu dahi Kuhistânî orada bildirmiştir.
«Zorlayan erkekse nikâh sahihtir, kadınsa
nikâh fâsittir.» sözüne gelince: Ben bunu söyleyeni görmedim. Velev ki
Kuhistânî'nin yukarıda geçen sözü bunu îham etmiş olsun. Bilâkis ulemanın
ibareleri, zorlanan kimsenin talâkı ve âzâdı gibi nikâhının da sahih olacağı
hususunda mutlaktır. Zorlanan ifadesi erkeğe de, kadına da şâmildir. Birine
mahsus olduğunu iddia edene, açık naklî delille isbat düşer. Evet zinaya
zorlamak hususunda iki rivayetten birinde erkekle kadın arasında fark
görmüşlerdir. Sonra Hâkim-i Şehîd'in Kâfî'sinin ikrah bahsinde açıkça cevaz
ifade eden sözler gördüm. Şöyle diyor: «Kadın bin dirhem mehirle evlenmek üzere
zorlansa, mehr-i misli onbin dirhem olsa ve velileri kendisini zorla
evlendirdilerse nikâh caizdir. Kocası kadının küf'ü (dengi) ise, hâkim ona
istersen bu kadına mehr-i mislini tamamla der. Aksi takdirde aralarını ayırır.
Kadın için hiçbir şey verilmez ilh...»
«İki şahidin bulunması da şarttır.» Bunlar
akdin yapıldığına şahitlik edeceklerdir. Nikâha tevkil için şahitlik ise, sahih
olmasının şartı değildir. Nitekim Bahır'dan naklen arzetmiştik. Bunun faydası ancak
tevkil inkâr edildiği zaman ona isbattır. Bahır sahibi diyor ki: «Şahit
çağırmanın nikâha mahsus olduğunu kayıtlamamız isbicâbî'nin şu sözünden
dolayıdır: Sair akitlere gelince: Onlar şahitsiz de geçerlidir. Lâkin şahit
getirmek yine de müstehaptır. Çünkü âyet vardır.» Vâkıât'da beyan edildiğine
göre, borçlanmalarda şahit tutmak vâciptir.
Yazıya gelince: Muhit'in köle âzâdı
bahsinde şöyle denilmektedir: «Azâd etmek için bir yazı yazmak ve bir tarafın
inkârından korunmak için borçlanmada olduğu gibi buna şahit getirmek
müstehaptır. Diğer ticaretler bunun hilâfınadır. Zira güçlük vardır. Ticaretler
vukuu çok olan şeylerdir.» Nikâhın da köle âzâdı gibi olması gerekir. Çünkü
onda da güçlük yoktur.
TEMBİH : Şarih yukarılarda, "Evlenecek
kadının meçhul olmaması şarttır." demiş; bununla Bahır sahibinin buradaki
şu sözüne işaret etmiştir: «Nikâhlanan kadının şahitlercebaşkalarından
ayrılması tâzımdır. Tâ ki bilinmezlik ortadan kalksın. Eğer peçeli olarak orada
bulunuyorsa, kendisine işaret kâfidir. Ama ihtiyat olan yüzünü açmaktır.
Şahsını görmezler de evden sesini işitirlerse, orada yalnız başına bulunduğu
takdirde caizdir. Yanında başka bir kadın daha varsa caiz olmaz. Çünkü
bilinmezlik ortadan kalkmamıştır. Evlendirmek için vekâlet vermesi de bu izaha
göredir.» Yani şahitler kadını görürler veya kadın evde yalnız başına
bulunursa, tevkili inkâr ettiği vakit şahitlerin kadın aleyhine şehadette
bulunmaları caizdir. Aksi takdirde caiz olmaz. Çünkü müvekkilin başka kadın
olması ihtimali vardır. Ama bunun mânâsı, bunsuz tevkil sahih olmaz, yapılan
akit fuduli akdi olur ve sonradan kavlen veya fiilen caiz görmekle sahih olur
demek değildir, Sebebini yukarıdan anladın.
Bahır sahibi bundan sonra şunları
söylemiştir: «Kadın gaipde olur da şahitler sözünü işitmezlerse; meselâ nikâh
akdini kadının vekili yaparsa bakılır: Şahitler kadını bilirlerse, onu
kasdettiğini anladıkları ismini zikretmek kâfidir. Kadını bilmezlerse, mutlaka
kendi ismiyle babasının ve dedesinin isimlerini zikretmek gerekir. Hassaf
nikâhın mutlak surette caiz olduğunu söylemiştir. Hattâ o kimseyi vekil eder
de, o da şahitlerin huzurunda ben kendimi müvekkilem filan kadınla evlendirdim
yahut işini benim elime havale kılan kadınla evlendirdim derse ona göre caiz
olur. Kadıhân diyor ki: «Hassaf ilimde büyüktü. Ona uymak caizdir. Hâkim-i
Şehid Müntekâ'da, nitekim Hassaf böyle demiştir diye geçmiştir.»
Ben derim ki: Tatarhâniyye'de Muzmerât'dan
naklen, "Sahih olan birinci kavildir. Fetva da ona göredir. Keza Bahır'da
vekil ve fuduli faslında mezhebin muhtar olan kavli budur. Hassaf'ın söylediği
buna muhaliftir. Velev ki Hassaf büyük adam olsun" denilmiştir. Ulemanın
kadın hakkında söyledikleri erkek hakkında da geçerlidir. Hâniyye'de şöyle
denilmektedir: İmam İbni'l-Fadıl diyor ki: Koca orada mevcut olup kendisine
işaret edilirse caizdir. Gaipte ise, ismini ve babasıyla dedesinin isimlerini
zikretmedikçe caiz olmaz. İhtiyat olan, mahalleye dahi nisbet etmektir.
Kendisine, "Ya gaipte olan şahıs şahitlerce mâlûm ise ne buyurursun?"
demişler. Şu cevabı vermiş: "Mâlûm da olsa, akdin mutlaka ona izafe
edilmesi lâzımdır. Gaip kadın hakkında başkasından naklen zikrettiğimize göre,
yanlız kadının ismini söyler de sükût ederse, şahitlerce kadın mâlûm olup bu
kadını kasdettiğini bilirlerse nikâh caizdir."
Hâsılı gaipte olan kadının mutlaka adını,
babasının ve dedesinin adlarını zikretmek lâzımdır. İbni'l-Fadıl'ın kavline
göre, velev ki kadın şahitlerce mâlûm olsun. Başkalarının kavline göre,
şahitlerce mâlûm ise, yalnız ismini zikretmek kâfidir. Aksi takdirde caiz olmaz.
Hidâye sahibi Tecnîs'te kesinlikle buna kail olmuş ve, "Çünkü isim
söylemekten maksat tariftir. Bu da olmuştur." demiştir. Fetih ve Bahır
sahipleri de onu tasdik etmişlerdir. Hassaf'ın kavline göre ise, mutlak surette
kâfidir. Şüphesiz ki şahitler çok olursa, hepsinin bilmesi şart değildir.
Kadının ismi zikredilir de içlerinden ikisi onu bilirse kâfidir. Zâhire
bakılırsa bilmekten murad, nikâhı kıyılan filan kızı filane olduğunu
bilmeleridir. Yoksa şahsını tanımaları değildir. İsim söylemek de şart değildir.
Murad, ya isim yahut isim yerini tutacak ve kadını tayin edecek bir şeydir.
Çünkü Bahır'da şöyle denilmiştir: «Bir kimse birine kızını nikâh eder de adını
söylemezse, o kimsenin iki kızı bulunduğu takdirde akit sahih değildir. Çünkü
hangisi için yapıldığı belli değildir. Bir kızı olması bunun hilâfınadır. Bunda
ad vermese de akit caizdir. Ancak kızını başka adla söyler ve ona işaret
etmezse, bu akit sahih olmaz. Nitekim Tecnis'te beyan edilmiştir.» Yine
Tecnis'te Zahîre'den naklen bildirildiğine göre, evlendiren kimsenin bir kızı
olur; karşı tarafın da bir oğlu bulunursa, "kızımı senin oğluna tezviç
ettim" demekle nikâh caiz olur. Karşı tarafın iki oğlu varsa, birinin
adını söylediği takdirde sahih olur... Yine Tecnis'te Hulâsa'dan naklen şöyle
denilmektedir: «Kızı, kardeşi evlendirir de; kızkardeşimi tezviç ettim diyerek
ismini söylemezse, yalnız bir kızkardeşi olduğu takdirde caizdir.»
METİN
Şahitlerin ikisi de hür yahut bir hür
erkekle iki hür kadın olmalı, ikisi de mükellef olup esah kavle göre tarafların
sözlerini beraberce işitmeleri ve anlamaları yani mezhebe göre bunun nikâh
olduğunu anlamaları şarttır. Bahır.
İZAH
«İki hür şahit...» Bahır sahibi diyor ki:
«şahitlerde hürriyet, akıl, bülûğ ve İslâm şart kılınmıştır. Binaenaleyh
kölelerin, delilerin, çocukların ve kâfirlerin huzuruyla Müslüman nikâhı
kıyılamaz. Çünkü bu söylenenlerin veli olma hakları yoktur. Kölenin, hâlis köle
veya müdebber yahut mükâtep olması arasında fark yoktur. Köleler şahitliği
yüklendikten sonra âzâd edilir yahut çocuklar yine şahitliği yüklendikten sonra
bülûğa ererlerse, akit zamanından onlarla birlikte nikâh münâkit olacak
kimseler bulunduğu takdirde bunların şahitlikleri caizdir. Çünkü tahammüle yani
şahitliği üzerlerine almaya ehildirler. Akit başkalarıyla olmuştur. Aksi
takdirde (yani akit zamanında başkaları yoksa) caiz olmaz. Nitekim Hulâsa ve
diğer kitaplarda beyan edilmiştir.»
«Yahut bir hür erkekle iki hür kadın
olmalıdır.» Kenz'de böyle denilmiştir. Burasını musannıf unutmuş; şarih nikâhta
şahitlik yalnız erkeklere mahsustur zannedilmesinin diye zikretmiştir. Nitekim
buna Hayreddin-i Remli de tembihte bulunmuştur.
«Tarafların sözlerini beraberce işitmeleri
şarttır.» Binaenaleyh uyuyan iki kimsenin ve sağır kişilerin huzurunda nikâh
münakit olmaz. Umumiyetle fukahanın kavilleri budur. Zeylâî sağırların değil de
uyuyan iki kişinin huzurunda münakit olacağını sahih bulmuşsa da bu zayıftır.
Fetih ve Bahır sahipleri bunu reddetmişlerdir. Nehir sahibi uyuyanları
"işitenuyuklayanlar" diye yorumlamış ise de kendisine itiraz edilmiş;
"Bu takdirde mesele ihtilâflı değil ittifâkî olur." denilmiştir.
Sonra Mehir sahibi şöyle demiştir: «Karı ile kocadan her biri dilsiz olursa,
iki sağırın huzurunda nikâhlarının ihtilâfsız münakit olması gerekir. Çünkü
dilsizin nikâhı, ulemanın dedikleri gibi mâlûm olan işaretiyle münakit olur.»
Fetih sahibi diyor ki: «İşitmenin şartlarından biri de, mektupla evlenme
bâbında arzettiğimizdir ki, şahitlerin hutbeye şâmil olan mektubu mutlaka
işitmeleri lâzımdır. Mektubu ya kadın onlara okumalı yahut o anlatırken
işitmelidirler. Meselâ, filan bana mektup yazmış, benimle evlenmek istiyor
demeli, sonra şahitleri dâvet ederek kendisini ona tezviç ettiğine şahit
olmalarını istemelidir.» Lâkin mektup emir lâfzı ile ise, yani kendini bana
tezviç et diye yazılmışsa, şahitlerin mektubdakini dinlemesi şart değildir.
Çünkü emir sîgası tevkildir. Tevkil için de şahit göstermek şart değildir. Ama
emir icaptır diyenlerin kavline göre şarttır. Nitekim Bahır'da böyle
denilmiştir. Biz evvelce bunu beyan etmiştik.
"Beraberce" sözüyle, ayrı ayrı
işitmeleri hariç kalır. Meselâ biri akdi işitir de oradan gider sonra öteki
gelerek tekrarlanırsa; yahut şahitlerden biri işitip sonra tekrarlandığında
öteki işitirse, yahut şahitlerden biri icabı, diğeri kabulü işitir de sonra söz
tekrarlanır ve bu sefer her ikisi demin işitmediklerini işitirlerse caiz olmaz.
Çünkü bu suretlerde iki akit bulunmuş; bunların herbirine iki şahit
bulunmamıştır. Nitekim Nikâye şerhinde belirtilmiştir.
«Esah kavle göre» İfadesi, her ikisi
beraberce işitmelidir sözüne râcî'dir. işitmelidir sözünün mukabili, orada
bulunup işitmemeleridir ve bunun kâfi görülmesidir. Beraberce sözünün mukabili,
Ebû Yusuf'dan rivayet edilen bir kavildir. Bu kavle göre meclis bir olursa
istihsanen caizdir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
«Anlamaları şarttır.» Bahır sahibi diyor
ki: «Tebyîn'de kesin olarak beyan edildiğine göre, taraflar nikâhı kendi
sözlerini anlamayan iki Hintli huzurunda kıysalar caiz olmaz. Cevhere sahibi
bunun sahih olduğunu bildirmiştir. Zahîriyye'de ise zâhire göre o işin nikâh
olduğunu anlamak şarttır denilmiştir. Hâniyye sahibi de bunu tercih etmiştir.
Böylece mezhep bu kavil olmuştur. Lâkin Hulâsa'da bildirildiğine göre, akdi
yapanlar Arapçayı iyi bilir de onunla akdederler fakat şahitler bilmezlerse, bu
hususta ulema ihtilâf etmişlerdir. Esah kavle göre nikâh münakit olur.» Demek
oluyor ki anlamanın şart olup olmaması, huzurunda sahih kabul edilen iki kavil
vardır. Nehir sahibi Hulâsa'nın sözünü işitmeden, anlamadan nikâh meclisinde
bulunmanın şart olduğunu bildiren kavle yorumlamıştır. Yani bu esahhın
hilâfıdır. Nitekim geçti. Rahmetî ise anlamak şarttır sözünü bunun nikâh akdi
olduğunu anlamaya şart değildir sözünü muradın nikâh akdi olduğunu anladıktan
sonra lâfızların mânâlarını anlamak şart olmadığına yorumlamıştır.
METİN
Müslüman kadının nikâhında iki Müslüman
erkeğin bulunması şarttır. Velev ki ikisi de fâsıkveya ikisine de kazif haddı
vurulmuş yahut her ikisi kör veya karı-kocanın oğulları yahut birinin iki oğlu
olsun. Velev ki yakını iddia ettiği zaman karı-kocadan birinin iki oğlu ile
nikâh sabit olmasın.
İZAH
«Müslüman kadının» diye kayıtlaması, zımmi
kadının nikâhından ihtiraz içindir. Zira bir Müslümanın zımmî bır kadını iki
zımmînin şehadetiyle nikâh etmesi sahihtir. Nitekim gelecektir. Lâkin bu söz,
bundan önce zikrettiği şartların kâfirlerin nikâhlarında da muteber olduğu
zanını verir. Halbuki kâfirler nikâhlarının şahitsiz sahih olduğuna îtikat
ederlerse, şahitsiz nikâhları sahihtir. Nitekim bâbında gelecektir. Bundan
dolayıdır ki Hidâye sahibi, "Müslümanların nikâhı ancak iki hür Müslüman
şahidin huzuru ile ilh... münakit olur." demiştir. Bu söze şöyle cevap
verilebilir: «Sözümüz Müslümanların nikâhı hususundadır. Buna delil, musannıfın
kâfir nikâhı için ayrıca bir bâb akdetmesidir.» Bir Müslümanın zımmî bir
kadınla evlenmesinde şahitlerin Müslüman olmaları şart koşulmadığı için.
"Müslüman bir kadının nikâhında" diyerek bundan ihtiraz etmiştir.
«Velev ki ikisi de fâsık olsun. » Bilmiş ol
ki. nikâhın iki hükmü vardır. Bunlardan biri in'ikadının hükmü diğeri isbatının
hükmüdür. Birinciyi musannıf zikretmiştir. ikincisi ancak birbirlerini inkâr
ettikleri vakit olur. İsbatta sair hükümlerde şahitliği kabul edilenlerin
şahitliği tutulur. Nitekim Tahâvî şerhinde beyan edilmiştir. Onun için iki
fâsıkın, iki körün, iki kazif dayağı yemiş kimsenin velev ki tevbe etmemiş
olsunlar - ve akdi yapanların iki oğlu ile nikâh münakit olur. Velev ki hâkim
huzurunda edaları kabul edilmesin.
«Veya ikisine de kazif haddı vurulmuş» da
tevbe etmiş bulunsunlar. Nehir sahibi diyor ki: «Bu kayıt mutlaka lâzımdır.
Aksi takdirde tekrar lâzım gelir.» Buna şöyle itiraz olunmuştur: Musannıfın
mutlak ifadesinden maksat, fâsıklıgını ilan eden hakkında Şâfiî'nin hilafı
olduğuna işarette bulunmaktır. Şafiî'nin tevbeden önce had vurulan hakkında da
hilâfı vardır. Hali kapalı olanla had vurulan tevbekâra gelince: Onların
ikisinde hilâf yoktur. Nitekim Mecma ve Hakâyık şerhinde de beyan edilmiştir.
Şu da var ki; had vurulan kimse mutlak surette fâsıktan daha hâstır. Umumi
olandan sonra. hususi olanı zikretmek en fasîh kelâmda vâki olmuştur. Halbuki
ulemanın açıkladıklarına göre, hâss ile âmm karşılaştırılırsa, hâstan geri
kalanı murad edilir. Lâkin Mugnî'de bildirildiğine göre, hâssın âmm üzerine
atfı yalnız vav ve hattâ edatlarıyla olur. Ama fukaha müsamaha göstererek ev
(yahut) kelimesiyle de atfederler. Bazıları bunun sümme (sonra) ve ev (yahut)
edatlarıyla dahi caiz olduğunu söylemişlerdir.
«Yahut her ikisi kör olsun.» Hidâye, Kenz,
Vikâye, Muhtâr, Islâh, Cevhere, Nikâye Şerhi, Fetih ve Hulâsa'da böyle
denilmiştir. Hâniyye'de bu na muhalif olarak şöyle denilmiştir: «Bizegöre körün
şahitliği kabul edilmez. Çünkü o dâvâcı ile dâvâlıyı birbirinden ayıramaz.
Onlara işaret de edemez. Binaenaleyh onun sözü şahitlik olamaz. Onun huzuru ile
nikâh kıyılamaz.» Muhtar olan kavil ekseriyetin tercih ettikleridir. Nûh.
«Velev ki karı-kocadan birinin iki oğlu ile
nikâh sabit olmasın.» cümlesiyle musannıf yukarıda gösterdiği farka işaret
etmiştir. Yukarıda münakit olmanın hükmü ile isbat etmenin hükmü arasında fark
olduğunu söylemişti. Yani karı-kocadan birinin oğulları şahit olursa bununla
nikâh kıyılır. Velev ki nikâhı inkâr ettikleri vakit bunların şahitlikleriyle
sübut bulmasın demişti. Ama yukarıda da beyan ettiğimiz gibi, bu hüküm
karı-kocadan birinin oğullarına mahsus değildir.
«Yakını iddia ettiği zaman ilh...» Yani
şahitler yalnız erkeğin veya yalnız kadının oğulları ise, karı-kocadan biri
nikâh iddia edip diğeri inkârda bulunursa, iddia edenin iki oğlunun şehadet
ettiğinde bu şahitlik kabul edilmez. Ama aleyhine şehadet ederlerse kabul
olunur. Fakat şahitlerden herbiri bir tarafın oğlu ise, dâvâcının ne lehine. ne
de aleyhine şehadetleri kabul edilmez. Çünkü bu şahidlik kendi anne veya
babaları lehine şahit olmaktan hâli değildir.
METİN
Nasıl ki bir Müslümanın iki zımmî huzurunda
bir zımmî kadınla nikâhı sahih olur. Velev ki bu şahitler kadının dinine
muhalif bulunsunlar. Velev ki inkâr ettiği takdirde bu şahitlerle nikâh sabit
olmasın. Bize göre kaide şudur. Kimin kendi velayetiyle nikâhı kabule hakkı
olursa, onun huzuruyla nikâh münakit olur. Bir baba küçük kızını evlendirmesini
birine emreder de, o adam bir erkeğin yahut iki kadının yanında nikâhı
akdederse, baba orada bulunduğu takdirde akit sahih olur. Çünkü hükmen nikâhı
baba akdetmiş sayılır. Aksi takdirde sahih olmaz. Bir kimse akıl bâliğ olan
kızını bir şahit huzurunda nikâhlarsa, kız orada bulunmak şartıyla nikâh caiz
olur. Çünkü nikâhı kız akdetmiş sayılır. Aksi takdirde caiz olmaz.
İZAH
«Nasıl ki bir Müslümanın iki zımmî
huzurunda bir zımmi kadınla nikâhı sahih olur.» Çünkü şahitliğin nikâhta şart
kılınması insan cüzüne tâzim için, milki müt'ayı isbat içindir. Kocası aleyhine
kadına mehir isbatı için değildir. Çünkü mal vâcip olmak için şahitlik şart
değildir. Satış ve diğer muameleler böyledir. Böyle bir akde zımmî şahit
olabilir. Çünkü buna hakkı vardır. Ama bu Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed'le
Züfer sahih olmayacağını söylemişlerdir. Meselenin tamamı Fetih ve diğer
kitaplardadır.
Zımmîyeden muradı; Kitâbî kadındır. Nitekim
Kuhistânî'de beyan edilmiştir. Halebî diyor ki: «Kitâbîyyeden başkası hariçtir.
Nitekim haram olan kadınlar faslında gelecektir. Dar-ı Harpte yaşayan Kitâbîye
dahildir. Velev ki Dar-ı Harpte nikâhı mekruh olsun. Nitekim şarih bunu Mülteka
şerhinin haram olan kadınlar faslında beyan etmiştir.»
«Velev ki kadının dinine muhalif
bulunsunlar.» Meselâ kadın Yâhudi olup, şahitleri Hıristiyan olsun. Musannıfın
zımmîleri mutlak söylemesi, Kitâbî olmayan Mecûsîler gibilere de şâmildir.
Zâhire bakılırsa, bu kayıtla o harbîlerden ihtiraz etmiştir. Çünkü Zeylâî,
"Zımmî kendi gibisine şahitlik edebilir." demiştir. Bu gösterir ki,
harbînin zımmîye şahitliği kabul edilmez. Müste'men (pasaportlu zımmî) harbî
sayılır. Bunu Ebussuud söylemiştir.
«İnkâr ettiği takdirde ilh...» Yani
Müslüman zımmî kadınla evlendiğini inkâr ederse, zımmî şahitlerle nikâh sabit
olmaz. Ama kadın inkâr ederse, Şeyhayn'a göre mutlak surette makbuldür. İmam
Muhammed'e göre ise, şahitler, "Akit zamanında yanımızda iki Müslüman vardı."
derlerse kabul edilir, aksi takdirde kabul edilmez, şahitler Müslüman olup da
şehadeti eda ederlerse, bu hilâf yine bâkîdir. Nehir.
«Bize göre kaide şudur ilh...» Burada
Nehir'in ibaresi şöyledir: İsbicâbî diyor ki: Kaide şudur: Kendi nefsine veli
olması suretiyle nikâhta veli olabilen herkes nikâhta şahit dahi olabilir.
Kendi nefsine dememiz. mükâtebi çıkarmak içindir. Çünkü mükâtep cariyesini
evlendirmeye mâlik ise de; bu kendisi veli olduğu için değil, bu hakkı
sahibinden aldığı içindir. Bu söz, hacredilen şahsın şahitliğiyle nikâhın
münakit olmamasını gerektirir. Fakat ben bunu bir yerde görmedim.
«Birine emreder de ilh...» cümlesinden
murad, erkek ve kadına şâmildir. Ancak kadın olursa, beraberinde iki erkek
yahut bir erkekle bir kadın bulunmak şarttır. Nitekim Bahır sahibi böyle
demiştir.
«Hükmen nikâhı baba akdetmiş sayılır.»
Çünkü nikâhta vekil elçi ve muabbirdir. Müvekkilin sözlerini nakleder. Müvekkil
orada bulununca, doğrudan doğruya akdi kendisi yapmış sayılır. Zira ibare
kendisine intikal eder. İbareyi söyleyen mubaşir de bundan başkası değildir.
Orada bulunmaması bunun hilâfınadır. Çünkü doğrudan doğruya konuşan, orada
mevcut mânâsınadır. Binaenaleyh mevcuda doğrudan doğruya konuşan hükmünü vermek
cebri olduğu anlaşılır ve böylece Nihâye sahibinin itirazı def edilmiş olur.
Nihâye sahibi, "Bu, lüzumsuz bir tekellüftür. Zira baba şahit olabilir. O
halde onu mubaşir (doğrudan doğruya akdi yapan) saymaya hâcet yoktur. Bundan
yalnız bülûğa eren kız meselesi müstesnadır." demiştir. Bu satırlar kısaltma
suretiyle Fetih'ten alınmıştır. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
«Aksi takdirde sahih olmaz.» Yani baba
orada değilse, akit sahih olmaz. Çünkü kendisi orada yokken ibarenin ona
intikal etmesiyle akdi o yapmış sayılamaz.
«Akıl bâliğ olan kızını ilh» ifadesindeki
kızını kelimesi kayıt değildir. Zira başka bir kız başka bir adamı tevkil etse
hüküm yine budur. Nitekim Hindiyye'de beyan edilmiştir. Bâliğ kaydına gelince:
Kız küçük olmuş olsa, veli şahit sayılamayacağı içindir. Çünkü akdin kendisine
nakli mümkün değildir. Bahır. Akıllı kaydı deliden ihtiraz içindir. Çünkü deli,
küçük kız gibidir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.
«Nikâhı kız akdetmiş sayılır.» Çünkü
vekilin ibaresi ona intikal etmiştir. Kendisi de o meclistedir. Binaenaleyh
bizzarure mubaşir sayılır. Bir de kızı kendi nefsine şahit saymak mümkün
değildir.
«Aksi takdirde caiz olmaz.» Yani kız o
mecliste bulunmazsa akit geçerli değil; onun kabulüne mevkûf (bağlı) kalır.
Nitekim Hamevî'de bildirilmiştir. Zira o kimsenin hâli fuzûlîden daha aşağı
değildir. Fuzûlînin akdi ise bâtıl değildir. Bunu Tahtâvî Ebussuud'dan
nakletmiştir.
METİN
Kaide şudur: Akit emrini veren kimse orada
bulunursa, akdi doğrudan doğruya o yapmış sayılır. Sonra memur olan kimsenin
şahitliği ancak akdettiğini söylememek şartıyla kabul edilir. Tâ ki kendi
fiiline şahitlik yapmış olmasın. Köle sahibi bülûğa ermiş kölesini, kölenin
huzurunda bir başkasının şahitliği ile evlendirse, zâhir rivayete göre caiz
olmaz. Ama köleye izin verir de o da sahibinin huzurunda bir adamın şahitliği
ile akdi yaparsa sahih olur. Fark gizli değildir. Bir adam başkasına, "Sen
kızını bana tezviç ettin." dese; öteki de ona cevap olarak, "Tezviç
ettim." yahut "evet" dese; icabı yapan ondan sonra, "kabul
ettim" demedikçe, bu konuşma nikâh olamaz. Çünkü "Sen bana tezviç
ettin." sözü istihbardır (haber istemekdir), akit değildir. "Bana
tezviç et" demesi bunun hilâfınadır. Çünkü o tevkildir.
İZAH
«O yapmış sayılır,» Çünkü kendisi o
mecliste bulununca söylediğimiz gibi ibare ona intikal eder.
«Ancak akdettiğini söylememek şartıyla
kabul edilir.» Yani birbirlerini inkâr ederler de meydana çıkarmak isterlerse.
şârihin dediği gibidir. Fakat akdin olup olmaması cihetinden bu şahitlik mutlak
surette makbuldür ki, sözümüz zaten buradadır. Şarih burada şuna da işaret etmiştir
ki; bir kimse akdi üzerine alır da dâmat ölür, mirasçıları inkâr ederlerse,
şahit çağırabilir. Nitekim Saffâr'dan hikâye edilmiştir. Demiştir ki: «Yalnız
akdi zikredip başka bir şey söylememesi ve bu kadın onun nikâhlısıdır demesi
gerekir.» Keza ulema iki kardeş meselesinde de böyle demişlerdir. Yani iki
kardeş kızkardeşlerini evlendirirler de sonra nikâha şahit göstermek
isterlerse, şahitlerin, "Bu kadın onun nikâhlısıdır." demeleri
gerekir. Bunu Bahır sahibi Zahîre'den nakletmiştir.
«Tâ ki kendi fiiline şahitlik yapmış
olmasın.» Buna tartıcı ve taksimci gibilerin şahitliği ile itiraz olunur. Çünkü
bunlar kendi yaptıklarını beyan etmekle beraber, şahitlikleri makbuldür.
Şurunbulâliyye.
Ben derim ki: Şüphesiz akit ancak yapanın
fliliyle lâzım olmuştur. O kimsenin kendi fiilineşahitliği, akdin icaplarını
kendisinin lâzım kıldığına şahitlik demektir ki hükümsüzdür. Tartıcı ile
taksimcinin şahitlikleri bunun hilafınadır. Çünkü onların fiileri mülzim
değildir. Tartıcının mülzim olmadığı meydandadır.
Taksimciye gelince: Bezzâziye'nin
şehadetler bahsinde şöyle denildiği içindir: .«Kabulün vechi şudur: Taksimle
milk sabit olmaz. Bilâkis ya birbirlerinin rızasıyla yahut kura çekmekle sabit
olur. Sonra kuraya razı olurlar.»
«Kölesini evlendirse İlh...» Maksat yahut
cariyesini evlendirse demektir. Nitekim Fetih'te öyle denilmiştir.
«Zâhir rivayete göre caiz olmaz. »
İfadesini Nehir sahibi söylemiştir. Onu Ebussuud Efendi dahi Dirâye'den
nakletmiş; fakat kölesini yerine cariyesini denilmişse de, köle ile cariye arasında
fark yoktur. Bahır sahibinin beyanına göre Fetih'te de bu kavil tercih edilmiş;
"Sahibinin bizzat akit yapması, evlenme hususunda köle ile cariyeden
mutlak surette hacri kaldırmak değildir. Öyle olsa, vekili meselesinde de sahih
olurdu. Sahibinin huzurunda başka birinin şahitliği ile evlendirse akit sahih
olmaz." denilmiştir.
«Sahih olur.» Sahih olmaz diyenler de
vardır. Zira, "söz, köle sahibine intikal etmiştir. Köle onun
vekilidir." demişlerdir. Fetih sahibi diyor ki: «Esah olan cevazdır. Şuna
binaen ki, köle ile cariye vekil değillerdir. Çünkü izin vermek onlardan hacri
kaldırmaktır. O kalktıktan sonra niyabet yoluyla değil, kendi ehliyetleriyle
tasarrufta bulunurlar.»
«Fark gizli değildir.» ve Fetih'ten
naklettiğimiz şu ibaredir. «Sahibinin akdi bizzat yapması, evlenme hususunda
köleden hacri kaldırmak değildir. Binaenaleyh akit ona intikal etmez. Onu
Sahibi yapmıştır. Köle şahit de olamaz. Şahitlik için ona izin vermiş olması
bunun hilâfınadır. Çünkü köle sahibinin hakkı için nîkâhtan men edilmiştir.
Ehliyeti olmadığı için men edilmiş değildir. Binaenaleyh izinle asil olur; naip
sayılmaz ve akit sahibine intikal etmez. O şahit olabilir ve orada bulunmasıyla
akit sahih olur.»
«İcabı yapan ondan sonra kabul ettim
demedikçe...» Yani karşı tarafın tezevvüç ettim yahut evet demesinden sonra,
kabul ettim demedikçe nikâh sahih olmaz. Çünkü karşı tarafın tezevvüç ettim
veya evet sözü icaptır. İlk konuşanın kabul ettim demesine muhtaçtır.
Musannıfın ona mucip demesi, şekle bakaraktır.
«İstihbardır.» (ondan haber vermesini
istemektir.) Bu mesele Hâniyye'den nakledilmiştir. Yukarıda geçmişti ki; açıkça
sorarak kızını bana verdin mi dese; o da, Onu sana verdim cevabını verse,
meclis nikâh meclisi olduğu taktirde nikâh münakittir. Bunun evleviyetle münakit
olması gerekir. Bu meselede ya iki rivayet vardır yahut buradaki nikâh meclisi
olmadığına yorumlanır. Hâkim'in Kâfî'sinde şöyle denilmiştir: Bir adam bir
kadına, seni şu kadar yahut şu kadar mehirle tezevvüç ediyorum der de; kadın,
dediğini yaptım cevabınıverirse, bu söz seninle evlendim demesi mesabesindedir.
Burada kocanın kabul ettim demesine hâcet yoktur. Keza erkek, "seni
kendime bin dirhem mehirle istemekteyim" der de, kadın, "kendimi sana
tezviç ettim" cevabını verirse, hüküm yine budur. Şahitler bulunduğu
takdirde bunların hepsi caizdir. Çünkü bu kıyas değil; insanların konuşmasıdır.
Rahmeti.
«Çünkü o tevkildir.» Yani ikincinin sözü
iki tarafın sözü yerine geçer. Bu icaptır diyenler de olmuştur. Bundaki
sakatlığın vechi yukarıda geçmişti. T.
METİN
Kadının nikâhtaki vekili, babasının ismini
yanlış söyler de, kadın da orada bulunmazsa, nikâh sahih değildir. Çünkü
meçhuldür. Kızının isminde yanılması da böyledir. Meğer ki kız orada bulunsun.
yahut ona işaret etsin. Bu takdirde sahih olur. Bir kimsenin iki kızı olur da
büyüğünü evlendirmek ister fakat yanılarak onu küçüğünün adıyla çağırırsa, akit
küçük kız için sahih olur. Râniyye.
İZAH
«Bu takdirde sahih olur.» Çünkü orada
bulunmayan kadının adını, babasının ve dedesinin adlarını söylemek şarttır. Yukarıda
geçmişti ki; şahitler kadını tanırlarsa, sadece ismini söylemek kâfidir. İbni
Fadi buna muhaliftir. Hassâf'a göre ise, adını söylemek mutlak surette kâfidir.
Zâhire bakılırsa, meselemizde hepsine göre sahih değildir. Çünkü yalnız isminin
söylenmesi onu başkasının murad edilmesinden değiştiremez. Onun ismini başka
bir babaya nisbet ederek söylemek bunun hilâfınadır. Çünkü, Ahmet kızı Fâtıma
başka, Mehmet kızı Fâtıma başkadır. İsminde yanılması da böyledir,
«Meğer ki kız orada bulunsun.» cümlesi, her
iki meseleye aittir. Yani kıza işaret eder de, babasının veya kendinin isminde
yanılırsa zarar etmez. Çünkü hissî işaretle tarif, isim söylemekten daha
kuvvetlidir. İsimde ârızî ortaklık vardır. Binaenaleyh işaret bulununca isim
söylemesi hükümsüz kalır. Nitekim namaza niyetlenirken, şu Zeyd'e uydum der de,
o kimse Amr çıkarsa namaz sahih olur.
«Bir kimsenin iki kızı olur da ilh...»
Meselâ büyüğünün adı Âişe, küçüğünün adı Fâtıma olur da, sana kızım Fâtıma'yı
tezviç ettim derse, bazılarına göre Aişeyi değil Fâtıma'yı tezviç etmiş olur.
Velev ki maksadı Aişe'yi tezviç etmek olsun. Ama bu, büyük kızımı demediğine
göredir. "Sana büyük kızım Fâtıma'yı tezviç ettim" derse,
Valvalciyye'de, "Nikâh kızların hiçbirine münakit olmamak gerekir. Çünkü o
kimsenin bu isimde büyük kızı yoktur." denilmiştir. Hâniyye'den naklen
Fetih'te dahi böyle zikredilmiştir. Sözü muradından saptırdıktan sonra, burada
niyetin ve şahitlerin bilmesinin bir faydası yoktur. Bunun benzeri
Zahîriyye'den naklen Bahır'daki şu ifadedir: «Küçük kızın babası küçük oğlanın
babasına. "kızımı tezviç ettim" deyip fazla bir şey söylemese, küçük
çocuğun babası "kabul ettim" dese, nikâhbabaya kıyılmış olur. Sahih
olan budur. Burada ihtiyat göstermek ve oğlum için kabul ettim demek icabeder.»
Fetih'te bu mesele Farsça zikredildikten sonra şöyle denilmiştir: «Babaya nikâh
caizdir. Velev ki aralarında nikâhın mukaddimeleri oğlu için geçmiş olsun.
Muhtar olan budur. Çünkü baba akdi kendine izafe etmiştir. Küçük kızın babası,
"Kızımı senin oğluna tezviç ettim" der de, oğlanın babası,
"kabul ettim" deyip oğluma demezse, nikâh oğlu için caizdir. Çünkü
kızı evlendiren şahıs nikâhı yüzde yüz o kimsenin oğluna izafe etmiştir. Kabul
eden şahsın kabul ettim demesi ona cevap teşkil eder. Cevap evvel olmakla kayıtlıdır.
Binaenaleyh, "oğlum için kabul ettim" demiş gibi olur.»
Ben derim ki: Çok başa gelenin hükmü bundan
evleviyetle anlaşılır. Meselâ. "Kızını benim oğluma tezviç et" der; o
da, "Kızımı sana tezviç ettim." dedikten sonra, birinci şahıs
"kabul ettim" derse, akit babaya yanılmış olur. İnsanlar bu meseleden
gafildirler. Bu mesele bana soruldu da, ben böyle cevap verdim. Bir de şöyle
söyledim: Babanın o kızı boşayıp ikinci defa oğluna nîkâhlaması mümkün
değildir. Çünkü oğluna ebediyyen haramdır. Bunun benzerleri çok olur. Meselâ.
"Sen kızını oğlum için tezviç ettin." der, o da "sana tezviç
ettim" cevabını verir. Eğer birincisi kabul ettim derse, nikâh kendisi
için münakit olur. Aksi takdirde hiç münakit olmaz. Nitekim Hayriyye sahibi
bununla fetva vermiştir.
Şimdi şu kalır: Bir kimse, "Kızını
oğluma tezviç et" der de, karşısındaki, "onu sana hîbe ettim",
yahut, "onu sana tezviç ettim" cevabını verirse, nikâh oğlu için
sahih olur. Zahîriyye'den naklen yukarıda geçen bunun hilâfınadır. Çünkü orada
dünürlükten başka bir şey yoktur. Burada ise, "kızını oğluma tezviç
et" sözü tevkildir. Hattâ sözden sonra kabule hâcet yoktur. Binaenaleyh
diğerinin. "onu sana hîbe ettim" demesinin mânâsı , "kızımı
senin için tezviç ettim" demektir. Örf-ü adette onu sana tezviç ettim
demekle onu sana hîbe ettim demek arasında bir fark yoktur. Fetevâ-i Hayriyye
sahibi bunu böyle izah etmiştir. Zâhire bakılırsa, "sana tezviç
ettim" dediğinde akit, kimse için sahih olmaz. Meğer ki diğeri kabul ettim
desin. Artık onun için sahih olur.
Bir de ulemanın şu sözü kalır: "Sana
oğlun için kızımı tezviç ettim" der de karşı taraf kabul ettim cevabını
verirse, bana öyle gelir ki, nikâh baba için münakit olur. Çünkü tezviçi ona
isnat etmiştir. Kız babasının, "oğluna" demesinin mânâsı oğlun için
demektir. Bir mânâ ifade etmez. Keza diğerinin, "oğluma kabul ettim"
sözü de bir mânâ ifade etmez. Evet, "sana oğlun için kızımı verdim"
der de. kabul ettim cevabını verirse, zâhire göre bu nikâh için münakit olur.
Çünkü, "Sana oğlun için kızımı verdim" ifadesinin örf-ü âdette
mânâsı, oğluna " oğluna eş olmak üzere kızımı sana verdim" demektir.
Bu mânâ örfen, "oğlun için kızımı sana tezviç ettim" sözünden murad
edilenin kendisi ise de, bildiğin gibi söz buna yardım etmemektir. Yalnız
başına niyet fayda vermez. Allahu â'lem. Gerçi Hayriyye'de, «Bir kimseoğlu için
kardeşinin kızını ister de, kızın babası, "Kızım fülaneyi oğlun için sana
tezviç ettim" der, öteki de tezevvüç ettim cevabını verirse, nikâh münakit
olmaz. Çünkü kızın babası sana tezviç etim demiştir. Babası için de münakit
olmaz. Çünkü kızın amcasıdır. Hattâ ecnebi biri olsa nikâh ona münakit olurdu.
Hattâ Zahîriyye'den naklettiğimiz yukarki meseledekinden daha evlâ münakit
olurdu. Çünkü icap ve kabul ona izafe edilmiştir. Zahîriyye'deki bunun
hilâfınadır. Tezviç ve tezevvüç mastarlarının vechi zâhir değildir. Çünkü icap
ve kabulde sîganın bir olması şöyle dursun. maddenin bir olması lâzım değildir.
Biri seni tezviç ettim dese, diğeri de kabul ettim yahut razı oldum cevabını
verse nikâh caiz olur.
METİN
Bir kimse nikâh maksadıyla kız îstemeye
kalabalık kimseler gönderir de, kızı babası veya velisi onların huzurunda
tezviç ederse sahih olur. İçlerinden yalnız konuşan dünür sayılır. Kalanlar
nikâha şahittirler. Bununla fetva verilir. Fetih.
FER'Î MESELELER: 1) Bir kimse birine,
"Emri senin elinde olmak şartıyla kızını bana tezviç et" dese, kızın
emri o kimsenin elinde olmaz. Çünkü bu söz nikâhtan önce tefvîzdir.
2) Bir kimse filan kızı şu kadar mehirle
kendisine tezviç etmek için birini tevkil eder de, vekil mehri fazla verirse,
akdi geçerli olmaz. O kimse bunu bilmeyerek gerdeğe girerse muhayyerdir.
Dilerse akdi kabul eder, dilerse bozar. O kadına mehr-i müsemmâ ile mehr-i
mislin en azı verilir. Çünkü mevkuf akit fâsit gibidir.
3) Allah ve Rasulü şâhit olsun diyerek akit
yapmak caiz değildir. Hattâ bunun küfür olduğunu söyleyenler vardır. Allahu
â'lem.
İZAH
«Sahih olur.» Fetih'te Fetevâ'dan naklen
şöyle denilmiştir: «Sahih olmadığını söyleyenler vardır. Velev ki koca namına
bir insan kabul etmiş olsun. Çünkü bu şahitsiz bir nikâhtır. Oradakilerin
hepsi, yani konuşanı da konuşmayanı da kızı isteyen dünürlerdir. Zira örf
böyledir. Biri konuşur, kalanlar susar. Kızı isteyen şahit olamaz. Sahih
olduğunu söyleyenler de vardır. Doğrusu da budur. Fetva buna göredir. Çünkü o
cemaatın hepsini dünür saymak için bir zaruret yoktur. Yalnız konuşan dünür
sayılır, kalanlar şahittirler.» Bundan sonra Bahır'da Hulâsa'dan naklen,
"Muhtar kavil caiz olmamasıdır." denilmiştir. Şüphesiz ki fetva sözü,
sahihlik bildiren sözler içinde en kuvvetlisidir. Bazıları Hulâsa'dan sözünü
toptan kabul ettikleri surete yorumlayarak ara bulmuşlardır.
Ben derim ki: Hulâsa'nın, "O cemaattan
biri kabul eder." sözü buna aykırıdır. Yukarıda Fetih'ten naklettiğimiz,
"Velev ki koca namına bir insan kabul etsin." sözü de böyledir.
«Emri o kimsenin elinde olmaz ilh...»
Şarih, emrin elinde olması bâbının
sonunda, "Bir kızla emri kendi elinde
olmak şartıyla evlense sahih olur." demiştir. LâkinBahır.da, bunun, söze
kadın başlayarak, "Emrim elimde olmak şartıyla kendimi sana tezviç ettim,
ne zaman dilersem kendimi boşarım." yahut "Ne zaman istersem
boşum" dediği; erkeğin de, "kabul etim" diye cevap verdiği hâle
mahsus olduğu bildirilmiştir. O zaman tâlâk vâki olur. Ve kadının emri elindedir.
Ama söze kendisi başlarsa, kadın boş olmaz, emri de elinde olmaz.
«En azı verilir.» Yani akdin feshini tercih
ederse, mehr-i müsemma mehr-i misilden daha az olduğu takdirde, kendisine o
verilir. Çünkü buna razı olmuştur. Binaenaleyh mehr-i misle kadar olan
fazlalığını kendi düşürmüş sayılır. Mehr-i misil daha az ise, kadına o verilir.
Çünkü fazlası ancak mehr-i müsemma ile akdin zımnında lâzım gelecekti. Akit
fasit olunca, onun zımnındaki fâsit olur. Burada akit fâsit değil mevkuf
olduğundan şarih, "Çünkü mevkuf akit fâsit gibidir." demiştir. Bunu
Rahmetî söylemiştir. Bu izahtan anlaşılır ki, mehr-i müsemmadan murad, vekilin
kadına söylediği mehirdir. Müvekkilin vekile söylediği değildir. Çünkü onun bir
vechi yoktur.
«Küfür olduğunu söyleyenler vardır.» Çünkü
o adam, Peygamber (s.a.v.)'in gaibi bildiğine inanmıştır. Tatarhâniyye sahibi
diyor ki: «Huccet'te Mültekât'tan naklen bildirildiğine göre, o kimse kâfir
olmaz. Çünkü eşya Peygamber (s.a.v.)'in ruhuna arzolunur. Bir de Peygamberler
bazı gaipleri bilirler. Teâlâ Hazretleri, "Allah gaibi bilendir, onun
gaybına kimse muttali olamaz. Meğer ki O'nun razı olduğu bir peygamber
olsun." buyurmuştur.
Ben derim ki: Hattâ ulemanın akait
kitaplarında bildirdiklerine göre, evliyanın bazı gaipleri bilmeleri,
kerametleri cümlesindendir. Onlar, bu âyetle bilinmediğine istidlâl eden
Mütezile taifesine şöyle red cevabı vermişlerdir: Âyetten murad, vasıtasız
muttali kılmaktır. Peygamberden murad da, melektir. Yani Allah Teâlâ vasıtasız
olarak gaibe melekten başkasını muttali kılmaz. Peygamberle evliyaya gelince:
Onları gaibe melek veya başka bir şey vasıtasıyla muttali kılar. Biz bu
hususta. "Seli' Hüsame'l Hindiy..." adlı risalemizde bu meseleden
uzun uzadıya bahsettik. Oraya müracaat et! Çünkü o risalede nefis faydalar
vardır. Allahu â'lem.
HARAM
OLAN KADINLAR FASLI
METİN
Haram kılınmanın sebepleri birkaç nevidir:
Akrabalık, musaheret (dâmatlık) süt, cem, milk, şirk ve cariyeyi hür kadın
üzerine almak ki, bunlar yedidir. Musannıf onları bu tertip üzere zikretmiştir.
Bundan geri kalanlar;
üç defa boşamak ve nikâh yahut iddet
sebebiyle başkasının hakkı taallûk etmektir. Bunları musannıf ricat bâbında
zikretmiştir.
İZAH
Musannıf burada nikâhın şartlarına da
başlamaktadır. Çünkü nikâhın şartlarından biri, kadın nikâha mahâl olmak için
helâl kılınmış bulunmaktadır. Şubeleri çok olduğu için, nikâhı haram kadınları
ayrıca bir fasılda toplamıştır. Bahır.
«Akrabalık»tan murad, füru ve usulüdür.
Füru; bir kimsenin kızları ve evlâdının kızlarıdır. Velev ki aşağı doğru insinler.
Usulden murad; anneleri. annelerinin anneleri, babalarıdır; velev ki yukarıya
doğru çıksınlar; ve anne-babanın fer'leridir. Velev ki aşağı doğru insinler.
Binaenaleyh kardeş ve kızkardeş kızları, onların çocuklarının kızları aşağı
doğru inse de haramdır. Bir bâtında dedelerinin ve nînelerinin fürûu da
haramdır. Onun için halalarla teyzeler de haramdır. Ama hala ve teyze kızları
île amca ve dayı kızları helâldir. Fetih.
«Dâmatlık...» Gerdeğe girdiği karısının
fürûu velev ki aşağı insin ve sahih akitle aldığı karısının anneleri ile
nineleridir. Velev ki yukarı doğru çıkılsın. Ve karısına zifaf edilmiş olmasın.
Babalarının ve dedelerinin cimada bulunduğu kadınlar yukarıya doğru hep
haramdırlar. Bunlardan zina edilenlerle sahih nikâhla alınanlar arasında fark
yoktur. Oğullarının ve oğullarının cimada bulundukları kadınları aşağı doğru
inilse bile nikâh edilemez. Burada dahi zina ile sahih akit arasında fark
yoktur. Fetih. Bir kimsenin öptüğü ve şehvetle dokunduğu kadınlar usulüne
fürûna haram olduğu gibi; usul ve fürûnu öpen yahut dokunan kimseye dahi
haramdırlar.
"Süt" sebebiyle nesep cihetinden
haram olanların hepsi haramdır. Yalnız bazı müstesnaları vardır ki, bâbında
geleceklerdir. Bu sayılan üç nevi kadınlar ebedî olarak haramdırlar.
"Cem" haram olan kadınları bir
nikâh altında toplamaktır. Meselâ, iki kızkardeşi ve benzerlerini bir nikâh
altında toplamak veya dörtten ziyade ecnebi kadını bir nikâh altında toplamak
böyledir.
"Milk", sahibinin cariyesini,
hanımefendinin kölesini nikâhlamak gibi şeylerdir. Fetih, Milk yerine bazıları
zıddiyet kelimesini kullanmışlardır. Yani mâlik olmak memlûk olmaya zıddır.
Nitekim beyanı gelecektir. Bu kelime cüz'üne veya bütününe mâlik olmaya
şâmildir.
"Şirk" kelimesinin yerine
Fetih'de semavî bir dine mensup olmayan Mecûsî ve müşrik kadın gibi
denilmiştir. Bu kelime, dinden dönenle Allah tanımayan kadınlar da şâmildir.
«Cariyeyi hür kadın üzerine almak»
ifadesini Zeylâî cem suretiyle haram olanlara katmış ve şöyle demiştir: Hür
kadınla cariyenin bir nikâh altında toplanmasının haram olması için, hür kadını
önceden almış bulunmalıdır. En münasip olanı budur. Bahır. Yani zabıt için ve
ifsadı azaltmak maksadıyla en münasibi budur demektir. Fetih sahibi de böyle
yapmıştır. Lâkin evlâ olan, "Hürre geriye bırakılmamalı." demektir.
Tâ ki ikisini bir akitle almasına da şâmil olsun. Zeylâî'de, "Hür kadının
nikâhı sahih. cariyenin nikâhı bâtıldır." denilmiştir.
«Bundan geri kalanlar ilh...» Şarih Mültekâ
üzerine yazdığı şerhte iki nevi daha ziyade ederek şöyle demiştir: «Şimdi haram
olan kadınlardan hünsa-i müşkil kalmıştır. Çünkü erkek olması ihtimali vardır.
Bir de cinnî kadın ve su insanı kalır. Çünkü cinsleri başkadır.»
Ben derim ki: Galiba şarih nikâh bahsinin
başında söylediği için bu arada onları zikre hâcet görmemiştir. Beşinci bir
nevi daha ziyade ederler ki, musannıf onu kendi bâbında söyleyecektir. O da
lianın haram olmasıdır. Ben bu yedi nevi ziyade edilen beş nevi ile birlikte
nazma çekerek şöyle dedim:
Nikâhın haram kılındığı neviler yedidir.
Karabet, milk, süt, cem, keza şirk,
dâmatlık nisbeti,
Ve evvelâ cariye sonra hür kadını almak.
Beş nevi ziyade edilmiştir.
Kadını üç defa boşamak ve ilan yapmak,
başkasının hakkına taallûk ki,
bu nikâhtan olsun.
Yahut hiddetten fark etmez, bir de
açıklamaksızın hünsalık.
Hepsinin sonu cins değişikliğidir.
Cin ve suda yaşayan insan nevi gibi.
METİN
Evlenen kimseye, erkek olsun kadın olsun
aslını ve fer'ini yukarı çıksa da, aşağı inse de nikâh etmek haram olduğu gibi;
kardeşinin ve kız kardeşinin kızını - velev ki zinadan olsun - kızının kızını,
halasını ve teyzesini almak da haramdır. Bu yedi nevi, "Size anneleriniz
haram kılındı." âyet-i kerîmesinde zikredilmiştir.
İZAH
«Erkek olsun kadın olsun» ifadesinden
murad, erkeğe aslını, fer'ini almak haram olduğu gibi; kadına da aslı ile,
fer'i ile evlenmenin haram olduğunu anlatmaktır. Erkeğe kardeşinin kızıyla
evlenmek haram olduğu gibi; kadına da kardeşinin oğluyla evlenmek haramdır.
Haram meselesi böylece devam eder ve erkek tarafında nazar-ı itibara alınanın
benzeri kadın tarafında da itibara alınır. Minah'ın ibaresinin mânâsı do budur.
Ora da şöyle denilmiştir: «Bu zikredilenlere evlenmek erkeğe haram olduğu gibi
kadına da bunların benzerleriyle evlenmek haramdır.» Binaenaleyh, "Mânânın
şöyle olması lâzımdır: Kadının, kardeşi oğlu ileevlenmesi haramdır. Çünkü erkek
tarafında kardeş kızının benzeri, kadın tarafında kardeş oğludur."
denilemez. Şöyle bir itiraz da vârit olamaz: «Bir adamın annesi gibi aslı ile
evlenmesi haram olunca, kadının da fer'i ile evlenmesi haram olmak lâzım
gelir.» Çünkü bir şeyin lâzımını söylemek hata sayılmamıştır.
«Velev ki zinadan olsun.» Bu şöyle tasavvur
edilir: Birisi bâkire bir kızla zina eder ve onu bir kız doğuruncaya kadar
elinde tutar. (İşte bu doğan kız onun zinadan kızı olur.) Bu tasavvuru Bahır
sahibi Fetih'ten nakletmiştir. Hânûtî diyor ki: «Doğan kızın onun zinadan kızı
olması ancak bu şekilde tasavvur edilebilir. Çünkü doğan çocuğun ondan olması
ancak bu suretle bilinir.» Yani zina ettiği kızı elinde tutmasa, ihtimal kız
başkasıyla zina eder ve çocuk ondan kalır. Çünkü bu ihtimalle karşı gelecek bir
nikâh yoktur. Halebî diyor ki: «Velev ki zinadan olsun sözü, bu sözden önce
zikredilenlere bakarak mânâyı onların hepsine umumileştirmektir. Yani aslının
veya kız kardeşinin zinadan olup olmamaları arsında fark yoktur. Keza zinadan
bir erkek kardeşi olur da onun nikâhtan doğma bir kızı bulunursa, yahut
nikâhtan doğma bir kardeşi bulunur da onun zinadan doğma bir kızı olursa, hüküm
yine budur. Buna kıyasen nikâhtan doğma kız kardeşinin zinadan bir kızı olur
yahut zinadan doğma kız kardeşinin nikâhtan doğma kızı veya zinadan doğma kız
kardeşinin zinadan doğma kızı olursa hüküm yine budur. Keza bir kimsenin babası
nikâhtan doğmuş olup, babasının kız kardeşi zinadan doğmuşsa yahut, babası zinadan,
onun kız kardeşi nikâhtan doğmuşsa veya babası da zinadan, babasının kız
kardeşi de zinadan ise hüküm budur. Ve keza bir kimsenin annesi nikâhtan,
annesinin kız kardeşi zinadan ise; yahut annesi zinadan, onun kız kardeşi
nikâhtan ise; yahut hem annesi hem annesinin kız kardeşi zinadan ise hüküm yine
budur. Hâl böyle olunca, şarihin bu ta'mimi ve teyzesinin sözünden sonra
yapması gerekirdi.»
Ben derim ki: Lâkin şarihin söylediği daha
ihtiyatlıdır. Çünkü o Bahır'da Fetih'ten nakledilen sözü görerek onu söylemekle
yetinmiştir. Bahır'da şöyle denilmiştir: «Kızın hükmünde, zinadan olan kızı da
dahildir. Ve açıkça nassla kendisine haram olur. Çünkü zinadan doğan kızı lügat
itibariyle onun kızıdır. Kullara hitap ise, Arap dili itibariyledir. Ama salât
sözü gibi nakil sabit olursa, şer'an menkul sayılır. Keza zinadan kız kardeşi,
kardeşinin kızı, kız kardeşinin kızı veya oğlu da böyledir.» Ta'mimi hepsinden
sonraya bıraksaydı nakle tâbi olmak hususunda isabetsiz sayılırdı. Şu da var
ki, Bahır sahibinin burada söyledikleri Radâ bahsinde kendisinin söylediklerine
aykırıdır. Orada şöyle demiştir; «Zinadan doğan kız zina eden adamın amcasına
ve dayısına haram değildir. Çünkü onun zina edenden nesebi sabit değildir ki,
akrabalık hükmü ortaya çıksın. Zina eden şahsın babalarına ve çocuklarına haram
kılınması ise, cüz'iyyet itibariyledir. Zinadan doğan kızla, zina edenin amcası
ve dayısıarasında cüz'iyyet yoktur.» Radâ bahsinde Fetih'te de Tecnis'ten
naklen bunun gibi ifade edilmiştir. Tecnis'in ibaresini biraz sonra
zikredeceğiz.
TEMBİH: Bahır'da beyan edildiğine göre ilân
yapanın kızı da bu rada dahildir. Ona da buradaki kızın hükmü verilir. Çünkü
ilân yapan erkek kendini yalanlayabilir. Ve kızın kendinden olduğunu iddia
eder. Bu takdirde kızın nesebi ondan sabit olur. Nitekim Fetih'te beyan
edilmiştir. Fetih sahibi diyor ki: «Zekâtın verileceği yerler bâbında
Mi'râc'dan naklen söylemiştik ki; bir kimsenin, benden değildir diye nefyettiği
ümmüveledinin çocuğuna zekât vermesi caiz değildir.» Bu sözün muktezası, ihtiyata
istinat eden yerde kızın nesebi ondan sabit olmaktır. Binaenaleyh o adamın oğlu
o kızla evlenemez. Çünkü ihtiyatten kız kardeşidir. Ve nakle bağlıdır. Liân
yapılan kadının kızı hakkında şöyle demek mümkündür: «Bu kızın o kimseye haram
olması, üvey kızı olmasındandır.
Kızın annesiyle zifaf olmuştur.» Yoksa
Fetih sahibinin zorlanarak gösterdiği sebepten dolayı değildir. Lâkin ilânın
sabit olması, o adamın kızın annesiyle zifaf olmasına bağlı değildir. O zaman
kızın da üvey kızı olması lâzım gelmez. Nehir.
«Bu yedi nevi ilh...» Âyette
zikredilmiştir. Lâkin ninelerin ve bir kimsenin kızının kızlarını tezviç
hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, "Bunlar sözün mânâya vaz'ı
ve hakikatı itibariyle dahildir. Çünkü ana kelimesi lügatta asıl; kız da fer mânâsına
gelir. Bu takdirde isim müşekkik kabilinden olur." demişlerdir. Bazıları
umum mecazla, birtakımları da delâleti nassla dahil olduklarını söylemişlerdir.
Bunların hepsi sahihtir. Meselenin tamamı Bahır'dadır. Bahır sahibi zinadan
doğan kızın mezkûr âyetle haram kılındığını söylemiştir.
METİN
Dedesinin ve ninesinin halası ve ana-baba
bir teyzeleri ve diğerleri bunda dahildir. Annesinin halasının halasına ve
babasının teyzesinin teyzesine gelince: Bunlar helâldir. Ve amcasının kızı,
halasının kızı, dayısının ve teyzesinin kızları gibidir. Çünkü Teâlâ
Hazretleri, "Bu sayılanlardan geri kalanlar ise helâl kılınmıştır."
buyurmuştur.
Musahere ile cimada bulunduğu karısının
kızı ve karısının annesi ve mücerret sahih akitle mutlak surette nineleri haram
olur. Velev ki zevce ile cima edilmemiş olsun. Çünkü tekerrür etmiş bir
kaidedir. Anneleri cima etmek kızları haram kılar. Kızları nikâh etmek ise
anneleri haram kılar. Burada üvey kızlar ile üvey oğullar da dahildir.
Keşşâf'ta, "Dokunmak ve benzeri Ebû Hanîfe'ye göre cima gibidir."
denilmiş; musannıf da onu kabul etmiştir.
İZAH
«Bunda dahildir.» Yani metindeki,
"halasını almak haramdır" ifadesinde dahildir. Nitekim âyetteki,
"Halalarınız da haram kılındı." ifadesinde de dahildir.
«Ana-baba bir teyzeleri» ifadesi dahi
böyledir. Nitekim Zeylâî'de beyan edilmiştir. H.
«Ana-baba bir teyzeleri ve diğerleri
ilh...» dahildir. Yani bu ta'mim yalnız hala ile teyzeye mahsus değildir.
Asılla fer'den maada yukarıda zikredilenlerin hepsi böyledir. zikredilenlerin
hepsi böyledir. Nitekim sözün mutlak olmasından da anlaşılır. Lâkin burada onu
açık söylemenin faydası, ondan sonra zikredilenlere muhalif olduğuna tembih
içindir.
«Annesinin halasının halasına ilh...»
meselesinde Nehir sahibi şunları söylemiştir: «Halanın halasına ve teyzenin
teyzesine gelince: Yakın olan hala annesinin ise haram değildir. Aksi takdirde
haram olur. Yakın olan teyze babasının ise haram değildir. Aksi takdirde
haramdır. Çünkü halanın babası bu takdirde babasının anasının kocası olur. Onun
halası, babasının anası olan ninenin kocasının kız kardeşidir. Ananın kocasının
kız kardeşi haram değildir. Ninenin kocasının kız kardeşi ise evleviyetle haram
değildir. Yakın teyzenin anası, annenin babası olan dedenin karısıdır. Onun kız
kardeşi ise ananın babasının karısının kız kardeşidir. Dedenin karısının kız
kardeşi haram değildir.» Annenin tabirinden murad, halanın babasının anne bir
kız kardeşi olmasıdır. Bu, babasının baba bir yahut ana-baba bir kız kardeşi
olmasından ihtiraz içindir. Çünkü böyle bir halanın halası helâl olamaz. Zira
babanın babası olan, dedenin kız kardeşidir.
«Yakın teyze babadansa...» ifadesinden
murad, annesinin baba bir kız kardeşi olmasıdır. Bu da anne bir kız kardeşi
veya anne-baba bir kız kardeşi olmasından ihtiraz içindir. Çünkü bu teyzenin
teyzesi annesinin annesi olan ninesinin kız kardeşidir. Ve helâl değildir.
Galiba şarih Nehir sahibinin, "Anne bir ve bâba bir" sözünden
bunlardaki zamirin nikâh yapmak isteyene râcî olduğunu anlamıştır. Nitekim
böyle anladığı seziliyor. Ve söylediklerini buna göre söylemiştir. Halbuki öyle
değildir. Binaenaleyh şarihin, "Ana bir halanın halasına ve baba bir
halasına ve baba bir teyzesinin teyzesine gelince...» demesi gerekirdi. Ama
onun sözünü şöyle düzeltmek mümkündür: «Yakın hala diye kayıtlaması, ana bir
dedenin kız kardeşi olduğu içindir. Yakın teyze diye kayıtlaması da baba bir
nine sisinin kız kardeşi olduğu içindir. Nitekim hâşiye yazarı bunu
açıklamıştır. Fakat mutlak olarak bırakılırsa doğru değildir.»
«Cimada bulunduğu karısının kızı...» Yani
gerek kendi himayesinde olup nafakasını versin, gerekse böyle olmasın haramdır.
Âyette himayenin zikredilmesi, âdeti beyandır. Yahut üvey babaları kınamak
içindir. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir. Cima bulunduğu kaydıyla, cimada
bulunmadığı kadından ihtiraz etmiştir. Çünkü öylesinin mücerret akitle kızı
haram olmaz. Halebî'nin Hindiyye'den naklettiğine göre. bir adamın karısıyla
baş başa halvette kalması, kızının haram olması hususunda cima Verini tutmaz.
Ben derim ki: Lâkin Tecnis'te Nâtıfî'nin
Ecnâs'ından naklen şöyle denilmiştir: «Ebû Yusuf'un Nevâdir'inde bildirildiğine
göre; bir kimse karısı ile ramazan orucu esnasında veya ihramhalinde baş başa
halvette kalırsa, o kimseye o kadının kızıyla evlenmek helâl olmaz. İmam
Muhammed helâl olduğunu söylemiştir. Çünkü kocası cima etmiş sayılmamıştır.
Hattâ kadına yarım mehir verilir.» Bu ifadenin zâhirine bakılırsa, ihtilâf,
fâsit olan halvet hakkındadır. Sahih halvete gelince: Onun, kızı haram
kılacağından hilâf yoktur. Bu husustaki sözün tamamı mehir bâbında halvet
hükümlerinden bahsedilirken gelecektir. Kadını kendisinden şehvet duyulur bir
halde cima etmesi şarttır. Şehvet duyulmayacak derecede küçük bir yaşta onunla
cima eder de boşarsa; ve kadın aylarca iddet bekledikten sonra başkasına kocaya
varır da bir kız doğurursa, o kızın annesiyle cima eden erkekle evlenmesi
helâldir. Nitekim metinde gelecektir.
«Ve karısının annesi» haramdır. Bu kayıtla
cariyesinin anası hariç kalır. O ancak cima veya cimaın mukaddimeleriyle haram
olur. Zira kadınlar tabiri kocalara izafe edilince, bundan hür kadınlar murad
olur. Nitekim zıhâr ve îlâ meselelerinde böyledir. Bahır. Hür kadınlar
tâbirinden murad, nikâhla alınanlardır. Velev ki başkasının cariyesi olsun.
Nitekim bunu Rahmetî ile Ebussuud söylemişlerdir.
«Mutlak surette nineler»den murad; anne ve
baba tarafından olanlardır. Velev ki yukarıya doğru çıksınlar. Bahır.
«Sahih» sözü fâsit nikâhtan ihtirazdır.
Çünkü fâsit nikâh sırf akitle hürmeti musahere icabetmez. Onunla birlikte cima
yahut cima yerini tutacak şehvetle dokunmak ve şehvetle bakmak gibi bir şey
bulunmalıdır. Zira izafet ancak sahih akitle sabit olur. Bahır. Yani Teâlâ
Hazretlerinin, "Kadınlarınızın anneleri" hitabındaki zamir, yahut
'zevcesinin annesi" izafetindeki zamire izafet ancak sahih akitle sabit
olur. Bazı nüshalarda şu ziyade de bulunmaktadır: «Fâsit nikâhla haram olmaz.
Meğer ki şehvetle dokunmak ve benzeri bir fiille beraber olsun.»
"Burada..." Yani karısının kızı
tabirinden üvey kızlarla üvey oğullar da dahildir. Bunların haram olması icma
ile, bir de âyetteki "üvey kızlarınız" ifadesiyle sabit olmuştur.
Bahır.
«Keşşaf'tan ilh...» nakil hususunda şarih
Bahır sahibine uymuştur. Âşirkârdır ki, dokunmak ve benzerinin hiçbir yere
mahsus olmaksızın cima gibi hürmet-i musahere icabettiği bütün metinlerde
bildirilmiştir Lâkin âyet-i kerimede anneleriyle cima edilen üvey kızların
haram olduğu, anneleriyle cima edilmemişse haram olmadığı açıklanınca, burada
da cimanın mutlaka lâzım olduğu zannedilir. Keza ulemanın dokunmak ve benzeri
şeylerin hürmet-i musahere icabettiğini açıklamaları, üvey kızlardan
başkalarına mahsus sanılır. Onun için Ebû Hanîfe'den dokunmanın cima yerine
geçtiği burada acık olarak nakledilmiştir ki, bu vehim ortadan kalksın ve bu
hükmün ulemanın hüküm çıkardığı meselelerden olmadığı anlaşılsın. Galiba şarih
burada Keşşâf'tan başka Ebû Hanîfe'deri bu rivayeti açıklayangörmemiş olacak
ki, bunu ondan nakletmiştir. Çünkü Keşşâf sahibi Zemahşerî (Mutezili olmakla
beraber) mezhep ulemasındandır. Kendisi nakil hususunda haccettir. Burası gizli
olduğu için şarih, "Musannıf da onu kabul etmiştir." diyerek sözünü
te'kid etmiştir.
METİN
Bir kimseye aslının ve fer'inin zevceleri
de mutlak surette haramdır. Velev ki uzak olsun. Zevcesine zifaf olup olmaması
da bu hususta müsavidir. Babasının karısının kızı veya oğlu ise helâldir.
Yukarıda neseben olsun, musahereten olsun haram olduğu zikredilenlerin hepsi
süt cihetinden de haramdır. Ancak radâ bâbında istisna edilenler başkadır.
İZAH
«Aslının ve fer'inin» zevceleri şu
âyetlerden dolayı haramdır: «Babalarınızın nihâk ettiği kadınları almayan.»
«Kendi sulbünüzden doğan oğullarınızın halîleri de size haramdır.» Halîle;
zevce demektir. Nikâhsız cima edilen kadının haram olması, başka delilledir.
Oğulların sulbü diye zikredilmesi, evlâtlığın karısını iskat içindir. Süt
oğlunun kansını helâl kılmak için değildir. O, neseben oğlunun karısı gibi
haramdır. Bahır ve diğer kitaplar.
«Velev ki uzak olsun ilh...» cümlesi,
mutlak olan sözün beyanıdır. Yani velev ki asıl veya fer uzak olsun. Dede yukarıya
doğru çıksın; oğlunun oğlu da aşağı doğru insin. Asıl ve fer'in karıları
mücerret akitle haram olur. Zifaf olup olmaması müsavidir.
«Babasının karısının kızı veya oğlu ise
helâldir.» Babasının karısının oğlunun kızı da öyledir. Bahır. Hayreddin-i Remlî
diyor ki: «Ananın kocasının kızı haram değildir. Kocasının annesi, babanın
karısının annesi, o zevcenin kızı, oğlunun karısının annesi ve kızı, üvey
oğlunun karısı ve üvey babanın karısı da haram değildir.»
«Neseben olsun, musahareten olsun ilh...»
kelimeleri temyizdir. Yani süt cihetinden de usûlü, fürûu, anne-babasının fürû
ve fürûnun fürû sulbî dedelerinin ve ninelerinin fürû, zevcenin fürû ve usûlü,
zevcenin usûlü. usûl ve fürûnun zevceleri haramdır.
«Ancak radâ bâbında istisna edilenler
başkadır.» Bunlar dokuz suret olup, tafsilâtıyla yüzsekize varır. Nitekim
ileride tahkik edeceğiz. H.
TEMBİH: "Yukarıda zikredilenlerin
hepsi süt cihetinden de haramdır." ifadesinin; yine yukarıda geçen,
"velev ki zinadan olsun." sözüyle birlikte muktezası, zina ettiği
kadının süt cihetinden aslı ve fer'inin haram olmasıdır. Kuhistânî'de ise
Tahâvî şerhinden naklen haram olmadığı bildirilmiştir. Kuhistânî bundan sonra
şunları söylemiştir: «Lâkin Nazım ve diğer kitaplarda beyan edildiğine göre,
zina eden erkek ile kadının her biri, diğerinin süt cihetinden aslına fer'ine
haramdır.» Aslına fer'ine diye kayıtlaması, kardeş ve amca gibi sair
yakınlarına bilittifak haram olmamayı gerektirir. Tecnis'te şöyle deniliyor:
«Bir kimse bir kadınla zina eder de kadın çocuk doğurursa, bu sütle bir kız
çocuğu emzirdiği takdirde, kendisiyle zinaeden adamın o kız çocuğuyla evlenmesi
caiz olmadığı gibi; onun usûl ve fürûu ile evlenmesi de caiz değildir. Ama zina
eden adamın amcası o kızla evlenebilir. Nasıl ki o kız o kimsenin zinadan doğan
kızı olsa evlenirdi. Dayı da amca gibidir. Çünkü kızın nesebi zina eden
şahıstan sabit olmamıştır ki, kızda akrabalık hükmü zâhir olsun. Zina eden
şahsın, babasına, çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına haram olması
cüz'iyyet itibariyledir. O kızla amca arasında ise cüz'iyyet yoktur. Zinadan
doğan kız hakkında bu sabit olunca, zina sebebiyle gelen sütle emziren hakkında
da böyledir.»
Ben derim ki: Bu, şarihin sözünde yukarıda
geçen ta'mamiyle aykırıdır. Orada, "Velev ki zinadan olsun."
denilmiş; biz de buna tembihte bulun-muştuk.
METİN
FER'Î MESELELER: 1) Bir şaşırtmaca olmak
üzere şöyle derler: «Bir adam kansını iki talâkla boşar ve kadının ondan sütü
gelirse, kadın iddetini bitirdikten sonra küçük bir çocukla nikâhlanarak onu
emzirir ve bu sebeple ona haram olursa, sonra başka bir kocaya nikâhlanarak
onunla zifafa girer, arkacığından kocası onu boşarsa, ilk kocasına bir talâkla
mı döner yoksa üç talâkla mı?» Buna şöyle cevap verilir: «İlk kocasına
ebediyyen dönemez. Çünkü kendisi onun süt oğlunun karısı olmuştur.»
2) Bir kimse babasının cariyesini satın
alır da, babasının onunla cima ettiğini bilirse, cariyeye yaklaşması haram
olur.
3) Bir kızla bâkire diye evlenir de dul
çıkar ve kız, "Beni senin baban bozdu" derse, kocası tasdik ettiği
takdirde mehirsiz talâk-ı bâinle boş düşer, Aksi takdirde mehirsiz boş düşmez.
Şumunni.
İZAH
"Şaşırtmaca"dan murad; düşünmeden
cevap vereni şaşırtan meseledir.
«Kadının ondan sütü gelirse...» Yani ondan
doğurduğu için sütü gelirse demektir.
«Ona haram olursa...» Yani çocuğun
sütannesi olduğu için ana haram olursa demektir.
«Onunla zifafa girerse...» diye
kayıtlaması, ilk kocasına helâl olması tevehhüm edilebilsin diyedir. Küçük
çocuğun cima etmesi mümkün değildir.
«Bir talâkla mı döner yoksa üç talâkla mı?»
Bir talâkla mı demesi, "İkinci koca üçten aşağı olan talâkları
yıkamaz." diyen kavle göredir. Yoksa üç talâkla mı sözü, "yıkar"
diyen kavle göredir. Nitekim bâbında gelecektir.
«Süt oğlunun karısı olmuştur.» Çünkü
emzirmekle oğulluğun sübutu kocalık ile beraberdir. Binaenaleyh kadını, hem
adamın hem kendinin süt oğlunun karısı diye vasıflamak sahih olur. Keza
oğulluğun sübutu evlilik üzerine arızîdir. Ve ondan sonradır dersek hüküm yine
budur. Çünkü bir zamanda iki vasfın bir yerde bulunması lâzım gelmez. Onun
içindir ki, birkimseye karısını boşadıktan sonra doğan üvey kızı ve o emmezden
evvel boşanan babasının karısı olan süt annesi haram olur.
«Babasının onunla cima ettiğini bilirse...»
yaklaşması haram olur. Cima etmediğini bilir veya bunda şüphe ederse,
yaklaşması helâl olur. H.
Bilmekten murad; zann-ı galibe de şâmildir.
Çünkü bu hususta kesin bilgi edinmek nadirdir. Babanın milkinde iken o cariye
ile cima ettiğini haber vermesi bu kabildendir. Bahır'da Muhit'ten naklen şöyle
denilmiştir: «Bir adamın bir cariyesi bulunur da onunla cima ettiğini söylerse,
o cariye oğluna helâl olmaz. Ama cariye milkinde bulunmaz da onunla cima
ettiğini söylerse, oğlunun onu yalanlayarak cariye ile cima etmesi helâl olur.
Çünkü zâhir ona şahittir.» Yani zâhir oğluna şahittir. Zâhire göre murad, cima
haberini kendi milkinde değilken vermesidir. Cariye milkinde bulunur da sonra
onu satar ve milkinde îken cima ettiğini haber verirse, oğluna helâl olmaz.
«Dul çıksa...» Yani onunla cima etmek
istediğinde dul çıkarsa demektir. Nitekim Bahır ve Minah'ta da böyle
denilmiştir. Dul çıktığı, ya kızın söylemesiyle yahut cimadan başka bir şeyle
anlaşılacaktır. Cima eder de dul çıkarsa, mehr-i mislini vermek vâcip olur.
Çünkü şüpheyle cima etmiştir. İslâm diyarında cima; ya kısırlık veya mehirden
hâli değildir. Rahmetî.
METİN
Yine sıhriyyetle zina ettiği kadının aslı
haram olur. Musannıf zina ile, haram cimaı kasdetmiştir. Şehvetle dokunduğu
kadının aslı da haram olur. Velev ki hararetin geçmesine mâni olmayan bir örtü
üzerinden başındaki saçına dokunmuş olsun. Kendisine şehvetle dokunan kadının,
cinsiyet organına şehvetle bakanın ve yuvarlak dâhilî fercine bakılan kadının -
velev ki camdan veya kadının içinde bulunduğu sudan bakmış olsun - asıl ve
fer'leri mutlak surette haram olur. İtibar, dokunurken ve bakarken şehvetli
bulunmasıdır. Ondan sonraki şehvete itibar yoktur. Dokunmak ve bakmakta
şehvetin sınırı, âletinin hareket etmesi yahut hareketin ziyadeleşmesidir.
Bununla fetva verilir.
İZAH
«Zina ettiği kadının aslı haram olur. »Bahır
sahibi diyor ki: «Hürmet-i musahere sözüyle, dört haramı kasdetmiştir. Bunlar;
kadının zina eden şahsın nesep ve süt cihetinden usûl ve fürûuna haram olması,
nesep ve süt cihetinden usûl ve fürûunun zina eden şahsa haram olmasıdır.
Nitekim bu, helâl cimada da böyledir. Zina eden şahsın usûl ve fürûuna zina
ettiği kadının usûl ve fürûu helâldir.» Bu sözün bir mislini az yukarıda
Kuhistânî'den nakletmiştir.
«Usûl ve füru helâldir ilh...» Yani helâl
cima ile bunlar helâl olduğu gibi; haram cima ile de birbirlerine helâldirler.
Bahır sahibinin dört haramı diye kayıtlaması, geri kalanları hariç bırakır. Bu
hususta az yukarıda söz ettik.
«Zina ile haram cimaı kasdetmiştir» Çünkü
zina bir mükellefin şehvet duyulan bir ferce cima etmesidir. Velev ki geçmişte
milkten ve milk şüphesinden hâli olarak yapmış olsun. Keza nikâhlı karısını
yahut satın aldığı cariyesini fâsit bir şekilde cima etmekle veya müşterek
cariyeyi yahut mükâtebi veya zıhâr yaptığı kadını yahut Mecûsi cariyeyi veya
hayızlı nifaslı karısını cima etmekle yahut kendisi ihramlı veya oruçlu iken
cimada bulunması ile dahi hürmet-i musahere sabit olur. Zina ile kayıtlamamız;
burada Şâfiî muhalif olduğu içindir. Bir de, dübüre cima etmekle hürmet-i
musahere sabit olmayacağını anlatmak içindir. Nitekim gelecektir. Burada Evzâî
ile İmam Ahmed muhaliftirler. Fetih sahibi diyor ki: «Bir rivayette imam Mâlik
ile İmam Ahmed de bizimle beraberdirler. Bu kavil Hazret-i Ömer'le İbn-i
Mesûd'dan, esah kavle göre İbn-i Abbâs'dan Ümran b. Husayn'dan, Câbir. Übeyy ve
Aişe'den ve Tâbiinin Hasan-ı Basrî, Sa'bî, Nehâî, Evzâî, Tâvûs, Mücahid, Atâ,
İbn'l-Müseyyeb, Süleyman b. Yesar, Hammâd, Sevrî ve İbn-i Râhavey gibi
cumhurundan rivayet edilmiştir.» Tamamı, delilinin izahı ile birlikte
Fetih'tedir.
«Şehvetle dokunduğu kadının aslı da haram
olur.» Çünkü dokunmak ve bakmak, cimaya sebep olan mukaddimelerdir. Binaenaleyh
ihtiyat yerinde cima yerine geçer. Hidâye. Fetih sahibi buna hadislerle Sahabe
ve Tâbiinden eserlerle istidlâl etmiştir. Şehvet yalnız bir taraftan olsa bile,
hükmün isbatı için kâfidir. Nitekim gelecektir.
«Başındaki saçına» kaydı ile, etrafa sarkan
uzun saç hariç kalmıştır. Hâniyye'nin zâhir olan ibaresine bakılırsa, saça
dokunmak haram kılmaz. Muhit sahibi kesin olarak bunun hilâfına kail olmuş;
Bahır sahibi ise Muhit'in sözünü tercih etmiştir. Hulâsa sahibi ise tafsilâta
giderek haram kılan saçı başın üzerindekine tahsis etmiş; sarkan saçın haram
kılmadığını söylemiştir. Cevhere sahibi kesinlikle bunu kabul etmiştir. Nehir
sahibi ise bunu iki kavlin yorumu kabul etmiştir Bu zâhirdir. Onun için şarih
kesinlikle buna kail olmuştur.
«Hararetin geçmesine mâni olmayan ilh...»
Yani hararetin geçmesine mâni olursa, hürmet sabit olmaz. Ekseri kitaplarda
böyle denilmîştir. Keza âletine bir bez sararak cima ederse, hüküm yine budur.
Gerçi Zahire'de, "İmam Zahîruddin, ağızı, çeneyi, yanak ve başı öpmek,
peçe üzerinden bile olsa hürmeti icabeder diye fetva verirdi." denilmişse
de; bu ifade, peçe ince olup harareti geçirdiğine yorumlanmıştır. Bahır.
«Kendisine şehvetle dokunan kadının...»
Usûlü fürûu da haramdır. Fetih sahibi diyor ki: «Kadının dokunmasıyla hürmet
sabit olmak için, erkeğin onu tasdik etmesi ve doğru söylediğine gönlü yatması
şarttır. Bu izaha göre, erkeğin kadına dokunmasında şöyle demek gerekir: O kadın
babasına ve oğluna haram olmaz. Meğer ki onu tasdik etsinler yahut doğru
söylediğine gönülleri yatsın. Sonra Ebû Yusuf'tan nakledilen bir rivayetin bunu
ifade ettiğini gördüm.» «Yuvarlak dâhili fercine bakılan kadının...» cümlesinde
fercle kayıtlamıştır. Çünkü Zâhîre ve diğer kitapların zâhirine bakılırsa,
kadının fercden başka uzuvlarına şehvetle bakması muteber olmadığına ulema
ittifak etmişlerdir. Şu halde Kenz sahibi, kayıtlı olmak gereken yerde sözü
mutlak bırakmıştır.
Bahır. Yuvarlak dâhilî ferc ifadesini
Hidâye sahibi tercih etmiş; Muhit ve Zahîre sahipleri de sahihlemişlerdir.
Hâniyye'de fetva buna göredir denilmiş: Fetih'te ise, "Zâhir rivayet
budur. Çünkü bu ferce ait bir hükümdür. İç kısmı her cihetle fercdir. Dış kısmı
ise bir vecihle fercdir. Dış kısmından korunmak imkânsızdır. Binaenaleyh o
itibardan düşürülmüştür. Bu ancak kadın bir şeye dayandığı zaman tahakkuk
eder." denilmiştir. Bahır. Ayakta olur veya dayanmaksızın oturursa hürmet
sabit olmaz. İsmail. Bazıları kıl biten yerlere bakmakla, bazıları da çatlağına
bakmakla sabit olacağını söylemişlerdir. Hulâsa sahibi bunu sahih bulmuştur.
Bahır.
«Kadının içinde bulunduğu sudan bakmış
olsun.» sözü, suyun üzerinde bulunup fercinî suda görmesinden ihtiraz içindir.
Nitekim gelecektir.
«Mutlak surette haram olur...» sözü, usûl
ve fürûa râcîdir. Yani velev ki yukarıya doğru çıksınlar, aşağı doğru insinler
demektir. T.
«İtibar, dokunurken ve bakarken şehvetli
bulunmayadır.» Fetih sahibi diyor ki: «Şehvetle sözü haldir. Binaenaleyh
dokunurken şehvetli bulun-manın şart olduğunu ifade eder. Şehvetsiz dokunur da,
sonra bu dokunmadan şehvete gelirse, kendisine haram olmaz.» Bakmakta da şehvet
şarttır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Gözünü yumduktan sonra şehvete gelse
haram olmaz.
Ben derim ki: Şehvetin o kadınca duyulması
şarttır. Başkasına duyursa olmaz. Çünkü Feyz'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse
şehvetsiz olarak kızının fercine bakar da, bunun gibi bir cariyesi olmasını
diler ve kızına şehvetlenirse, hürmet sabit olur. Dilediği cariyeye şehvetlenirse
hürmet sabit olmaz.»
«Yahut hareketin ziyadeleşmesidir.» Yani
hareketi zaten mevcutsa artmasıdır.
«Bununla fetva verilir.» Bazıları.
"Şehvetin sınırı, şehveti yoksa kalbiyle arzu etmesidir. Şehveti varsa
ziyadeleşmesidir. Âletin hareket etmesi şart değildir." demişlerdir. Muhit
ve Tûhfe sahipleri bu kavli sahih bulmuşlardır. Gâyetü'l-Beyân'da îse,
"İtimat bunadır. Fakat mezhep birincisidir." denilmiştir. Bahır.
Fetih sahibi diyor ki: «Buna şu mesele teferru eder: Aleti kalkar da karısını
çağırır ve hata ederek onu kızının uylukları arasına sokarsa, kalkınması
fazlalaşmadıkça annesi haram olmaz.»
METİN
Kadında ve ihtiyar erkek gibilerde,
kalbinin hareketi veya hareketinin ziyadeleşmesi itibara alınır. Cevhere'de
şöyle denilmektedir: «Ferce bakmak için âletinin hareket etmesi şartdeğildir.
Bununla fetva verilir.» Bu meni gelmediğine göredir. Dokunmak veya bakmakla
meni gelirse haram olmaz. Bununla fetva verilir. İbn-i Kemâl ve başkaları.
Hulâsa'da, "Bir kimse karısının kız kardeşi ile cima ederse, karısı
kendisine haram olmaz." denilmektedir. Aynadan yahut sudan görülürse,
dâhilî fercine bakılan kadın haram olmaz. Çünkü görülen, o şeyin kendisi değil,
in'ikâs suretiyle misalidir.
İZAH
«Kadında ve ihtiyar erkek gibilerde ilh...»
Fetih sahibi diyor ki: «Sonra bu sınır genç hakkındadır. İhtiyar ile
kalkınamayana gelince: Bunların sınırı, kalplerinin harekete geçmesi veya
harekette ise ziyadeleşmesidir. Sadece nefsin meyletmesi değildir. Çünkü bu
geçkin ihtiyar gibi hiç şehveti olmayanda da bulunur.» Fetih sahibi bundan
sonra şunları söylemiştir: «Ulema kadının haram kılan şehvetini
sınırlandırmamışlardır. Bunun en azı, fikri bozacak şekilde kalbin
hareketedir.» Tahtâvî, "Ben şehvet hususunda hünsa-i müskilin hükmünü
görmedim. Kendisine en zararlı ile muamele yapılmasının gereği ona kadın hükmü
vermektir." demiştir.
«Cevhere'de...» Keza Nehir'de Cevhere'deki
gibi denilmektedir. Bundan dolayıdır ki. ferce dokunmanın da böyle hattâ evlâ
olması gerekir. Çünkü dokunmanın tesiri, bakmanın tesirinden daha çoktur. Buna
delil, şehvetle olursa fercden başka bir yere dokunduğu zaman hürmet-i musahare
icabetmesidir. Bakmak bunun hilâfınadır. H.
Ben derim ki: Cevhere'nin sözü, şehvetin
sınırı hakkında başka bir kavil üzerine tefri edilmiş olabilir. O zaman bakmak,
ferce veya başka bir yere dokunmaktan ihtiraz olmaz.
«Haram olmaz.» Çünkü meninin gelmesiyle
anlaşılır ki, bu kalkınma cimaya vardırmamıştır. Hidâye. İnâye sahibi şöyle
demiştir: «Ulemanın, meni gelmekle hürmet icabetmez; sözlerînin mânâsı şudur:
Evvelâ şehvetle dokunurken hürmetin hükmü, meni gelmekle iş anlaşılıncaya kadar
mevkûf idi. Meni gelirse hüküm sabit olmaz; gelmezse sabit olur. Ama dokunmakla
sabit olmuş değildir. Sonra meni gelmekle hürmet sâkıt olur. Çünkü hürmet-i
musahare bir defa sabit oldu mu, bir daha ebediyyen sâkıt olmaz.»
«Hulâsa'da ilh...» sözü, usûl ve fürû ile
kayıtlamanın ihtiraz yeridir. Karısı haram olmaz demek, hürmet-i musahare sabit
olmaz demektir. Mânâ şudur: O kadın ebedî olarak haram olmaz. Yoksa şüpheyle
cima edilmişse, iddeti bitinceye kadar ona yaklaşmak haramdır. Bahır sahibi
diyor ki: «Bir kimse karısının kız kardeşine şüphe ile cima ederse, şüphe
sahibinin iddeti bitmedikçe karısı kendisine haram olur.» Dirâye'de dahi
Kâmil'den naklen şöyle denilmektedir: «İki kız kardeşten birine zina ederse, o
kadın hayzını görmedikçe ötekine yaklaşamaz.» Fetih sahibi bunu müşkil
saymıştır. Vechi şudur: Zina eden kimsenin menisine itibar yoktur. Onun için
bir adamın karısı zina etse, o adama haram olmaz. Zinanınakabinde cima caizdir.
«Fercine bakılan kadın haram olmaz ilh...»
Musannıf bu ifadede Dürer sahibine uymuştur. Şurunbulâlî buna itiraz etmiş;
"Bu ifade muzaf takdir etmeden sahih değildir. Yani fercine bakılan
kadının aslı ve fer'i haram değildir. Çünkü fercine bakılan kadının kendisi
haram değildir." demiştir. Kendisine şöyle cevap verilmiştir: «Bu ibareden
murad: bakanın usûl ve fürûuna o kadın haram değildir. demektir.» Burada şöyle
bir itiraz vârit olabilir: Sözümüz, kadının usûlüne fürûuna nisbetle hürmet
sabit (Olup olmaması hususundadır. Evlâ olan, haram olur sözünü kaldırmak ve
metni haline göre bırakmaktır. O zaman mânâ düzelir. Fercine bakılmayan
ifadesi, bakılan ifadesi üzerine atfedilmiş olur. Mânâ şudur: Bu kadının aslı
ve fer'i haram değildir. Bundan, kadının o adama ve onun usûlüne fürûuna haram
olmayacağı evleviyetle anlaşılır.
«Çünkü görülen, o şeyin misalidir ilah...»
ifadesiyle, şarih Feth'in ibaresine işaret etmektedir. Orada, camdan ve aynadan
görmekle, suda ve sudan görmek arasında fark yapılmış: şöyle denilmiştir:
«Galiba illet - Allahu a'lem - aynada görülenin, o şeyin kendisi değil misali
olmasıdır. Ulema yeminin bozulmasını bununla illetlendirmişlerdir. Şöyle ki;
bir kimse fîlanın yüzüne bakmayacağına yemin eder de, aynada veya suda bakarsa
yemini bozulmaz. Bu izaha göre cam arkasından bakmakla haram olması, göz cama
nüfuz ettiği içindir. O kimse görülen şeyin kendisini görür. Aynadan ve sudan
görmek bunun hilâfınadır. Bu, aynadan veya sudan görmenin, ziyanın in'ikâsı
vasıtasıyla olmasını nefyeder. Yoksa onu aynı ile görürdü. Bilâkis suretinin
aynayla suya basılmasıyla görür. Su içinde görülen bunun hilâfınadır. Çünkü
temiz ise, suya göz işler ve su içindekinin kendini görür. Velev ki bulunduğu
hâl üzere göremesin. Onun içindir ki, bir kimse suda gördüğü bir balığı satın
alırsa, sudan vasıtasız Çıkarıldığı takdirde muhayyerdir.»
Şarihin, misalidir demesinin faydası
bununla anlaşılır. Lâkin musannıfın Dürer sahibine uyarak in'ikasla demesine
uygun düşmez. Ama şöyle cevap verilebilir: Musannıfın in'ikastan muradı; gözden
çıkan şua, aynâ ve su gibi parlak satıhtan görülen şeye in'ikas eder.
diyenlerin sözüne istinat etmek değildir ki, bu takdirde görülen şey onun
misali değil, hakikatı olmak lâzım gelsin. Musannıfın, muradı, görülen şeyin
kendisinin in'ikas etmesidir. Misalden murad da odur. Binaenaleyh musannıfın
sözü diğer kavle istinat eder. Buna intibah yoluyla görmek derler ki, şundan
ibarettir: Yalabık bir şeyin karşısında duran kimsenin sureti ve misali o şeyin
içine basılır, kendisi basılmaz. Kadıhân'ın, "Çünkü o kimse kadının
fercini görmemiştir. O ancak fercin aksini görmüştür." sözü de buna
delâlet eder.
METİN
Bu, kadın diri olduğuna ve şehveti
celbettiğine göredir. Velev ki geçmişte olsun. Başkalarınagelince: Yani ölü
kadınla şehveti celbetmeyen küçük kızda bununla aslâ hürmet sabit olmaz. Nasıl
ki dübüre cima etmek mutlak surette hürmet isbat etmez. Ve nasıl ki kadının iki
yolunu bir ederse hüküm budur. Çünkü o adamdan gebe kalmadıkça, fercine cima
ettiği yüzde yüz kestirilemez. Bu hususta zina ile nikâh arasında fark yoktur.
Şehveti celbetmeyen küçük bir kızla evlenir de, cima ettikten sonra onu boşar
ve iddeti geçerse, başka bir kocaya vardığı takdirde, ilk kocasının onun
kızıyla evlenmesi caiz olur. Çünkü şehvet yoktur. Kezd şehvet erkekte de
şarttır. Bülûğa yaklaşmayan bir çocuk, babasının karısıyla cima etse kadın
haram olmaz. Fetih. Bu söylenenler hususunda; dokunmak ve şehvetle bakmak,
kasıtla unutmak, hata ve zorlama arasında fark. yoktur.
İZAH
"Bu..." Yani musaharet
meselelerinde zikredilen şeylerin hepsi, kadın diri olduğuna ve şehveti
celbettiğine göredir. Şehveti celbedenin tarifi ileride gelecektir. Bundan
murad, dokuz yaşında ve daha büyük olan kızdır.
«Velev ki geçmişte olsun.» Geçkin kocakarı
gibi ki, o da haram olmakta dahildir. Bir de kocakarının çocuk doğurması
caizdir. Nitekim İbrahim ve Zekeriyya (a.s.)'ın zevceleri doğurmuşlardır.
"Bununla..." Yani ona cima
etmekle dokunmak veya fercine bakmakla aslâ hürmet sabit olmaz. Yani ister
şehvetle dokunsun, ister şehvetsiz ve ister meni gelsin, ister gelmesin fark
etmez.
«Mutlak surette...» Yani ister çocuk, ister
kadın olsun hürmet isbat etmez. Nitekim Gâyetü'l-Beyân'da bildirilmiştir. Fetva
da buna göredir. Vâkıat'da bu bildirilmiştir. Bunu Halebî Bahır'dan
nakletmiştir. Valvalciyye'de şöyle denilmektedir: «Bir adam bir adamla cinsî
münasebette bulunsa, o adamın kızını alabilir. Çünkü bu fiil kadınlarda olsa
hürmet-i musahare icabetmez. Erkeklerde etmemesi ise evleviyette kalır.»
«Fercine cima ettiği yüzde yüz
kestirilemez.» Bu cümle, yalnız musaharet icabetmeyeceğinin illetidir. Dübürden
cima etmenin musaharet icabetmemesinin illeti ise, cimanın ferce yapılmadığı
yüzde yüz bilindiği içindir. Cimanın yeri fercdir. Şarihin bunu terk etmesi,
evleviyetle anlaşıldığı içindir. Bahır sahibi diyor ki: «Bu iki meseleye şöyle
itiraz olunur: Bu iki yere cîmada bulunmak hürmet-i musahareye sebep olmasa da,
şehvetle dokunmak buna sebeptir. Bunlarda dokunmak daha kuvvetle mevcuttur.
Cevap şudur: İllet, çocuk doğmasına sebep olan cimadır. Dokunmakla hürmetin
sabit olması, ancak bu cimaya sebep olduğu içindir. Bu iki surette ise bu
tahakkuk etmemiştir.» Bundan anlaşılır ki, bu iki meselede meninin gelmesiyle
gelmemesi arasında fark yoktur. H.
«O adamdan gebe kalmadıkça...» Fetih'te ve
çocuğun ondan olduğu bilinmedikçe kaydıziyade olunmuştur. Yani kızı doğuruncaya
kadar elinde tutar. Nitekim evvelce arzetmiştik. Ama bu, nikâhta değil
zinadadır. Nitekim gizli değildir.
«İlk kocasının onun kızıyla evlenmesi caiz
olur.» Anası ise mücerret akit ile ona haram olur. T.
«Bülûğa yaklaşmayan bir çocuk ilh...»
ifadesi Fetih'te şöyledir: «Hattâ dört yaşında bir çocuk babasının karısıyla
cima etse hürmet sabit olmaz.» Bahır sahibi diyor ki: «Bunun zûhirine
bakılırsa, şehveti celbeden kızın yaşındaki sınır, yani dokuz yaş itibar
edilecektir.» Nehir sahibi şöyle demiştir: «Ben derim ki: Şehvet olmamakla
ta'lil, şehveti olmayan çocuğun cimasıyla hürmet sabit olmayacağını ifade eder.
Şüphesiz dokuz yaşında bir çocuk bundan hâlidir. Çocuğun mutlaka mürâhik (Yani
bülûğa yaklaşmış) olması lâzımdır. Sonra bunu Hâniyye'de gördüm. Şöyle diyor:
Akranı cima eden çocuk bâliğ gibidir. Ulema demişlerdir ki: Mürâhik cima eder,
şehvetlenir ve kadınlar kendisinden utanır. Mürâhik sayılması hususunda bu
zâhirdir. Dokuz yaşında olması hususunda zâhir değildir. Buna delil, Fetih'deki
şu ifadedir: Mürâhik çocuğun dokunması bâliğ gibidir. Bezzâziye'de, mürâhik
bâliğ gibidir. Hattâ karısıyla cima etse yahut şehvetle dokunsa, hürmet-i
musahare sabit olur, denilmiştir.»
Bu suretle anlaşılır ki; şarihin
Fethu'l-Kadir'e nisbet ettiği söz açıktan onun sözü değilse de, lâkin muradı
odur. Bundan şu hâsıl olur ki: Her ikisinin mürûhik yaşına ermiş olmaları
tâzımdır. Bu yaşın kadın için en azı dokuz, erkek için onikidir. Çünkü bülûğun
mümkün olduğu en az müddeti budur. Nitekim ulema bunu çocuğun bülûğu bâbında
açıklamışlardır. Bu da, yukarıda geçen şu söze uymaktadır: «(İllet, çocuk
doğmasına sebep olan cima yahut bu cimaya sebep olan dokunmadır. Şüphesiz ki
mürâhik olmayan çocuktan çocuk beklenemez.»
«Bu söylenenler...» Yani tahrim hususunda
kasıtla unutmak arasında fark yoktur. Feth'in ibaresi şöyledir: «Dokunmakla
hürmetin sabit olmasında. kasten yahut unutarak veya zorlanarak yahut yanılarak
yapmak arasında bir fark yoktur.» Bunu Halebî söylemiştir. Rahmetî,
"Dokunmak ve bakmakta bu bilinince, cimada evleviyetle bilinir."
demektir.
METİN
Kocası karısını, yahut kansı kocasını
cima'ı için uyandırır da; kocasının eli, şehvet çağına gelmiş bulunan kızına
yahut zevcesinin eli kocasının oğluna temas ederse, anne ebediyyen haram olur.
Fetih. Bir kimse karısının anasını öperse, sahih kavle göre neresinden olursa
olsun - Cevhere - şehvetsiz olduğu anlaşılmadıkça karısı kendisine haram olur.
Velev ki ağzından öpsün. Nitekim Zahîre sahibi böyle anlamıştır. Dokunmakta
ise, şehvet olduğu bilinmedikçe haram olmaz. Çünkü öpmekte asıl şehvettir.
Dokunmak bunun hilafınadır.
İZAH
«Yahut zevcesinin eli kocasının oğluna
temas ederse...» cümlesinden murad, mürâhik yani bülûğa yaklaşan oğludur.
Nitekim yukarıda geçen izahattan anlaşılmıştır. Feth'in, "Başkasından olan
oğlunun." diye kayıtlaması için Nehir sahibi şunları söylemiştir: «Bunu
kayıtlaması, o kadından olan oğluna dokunursa, evleviyetle haram olacağı
bilinsin diyedir. İki yerde de şehvetle yahut şehvetin ziyadeleşmesiyle diye
kayıtlamak mutlaka lâzımdır.»
«Bir kimse karısının anasını öperse ilh...»
Burada Zahîre sahibi şöyle demiştir: «Karısının anasını öptüğü veya ona
dokunduğu yahut fercine baktığı zaman, bunun şehvetle olmadığını söylerse,
Sadru'ş-şehid'in beyanına göre öpmede şehvetsiz olduğu anlaşılmadıkça haramdır
diye fetva verilir. Dokunmakla bakmakta haram fetvası verilmez. Meğer ki
şehvetle olduğu anlaşılsın. Çünkü öpmede asıl şehvettir. Dokunmak ve bakmak
bunun hilafınadır. Uyûn'un satışlar bahsinde bunun hilâfı bildirilmiş;
"Muhayyerlik şartıyla bir cariye satın alır da onu öper veya fercine
bakarsa, sonra da bunu şehvetle yapmadığını söyleyerek cariyeyi iade etmek
isterse, tasdik olunur. Bu işe girişen cariye ise, o adam tasdik edilmez.
Ulemadan bazıları öpmede tafsilât vermiş ve eğer ağzından öperse haramdır diye
fetva verilir. Şehvetsiz olduğunu iddiası tasdik edilmez; başından veya
çenesinden yahut yanağından öperse, haram fetvası verilmez. Meğer ki şehvetle
öptüğü anlaşılsın. İmam Zahîruddin, öpme meselesinde mutlak olarak haramdır
diye fetva verir ve o adamın şehvetle öpmedim iddiasının tasdik edilmeyeceğini
söylermiş" denilmiştir. Uyûn'un mutlak sözü gösteriyor ki, ağzından veya
başka yerinden öptüğünde adamın sözü tasdik olunur. Bakkâlî'de zikredildiğine
göre; şehvetle dokunduğunu inkâr ederse tasdik olunur. Meğer ki kadının yanına
âleti kalkmış olarak varıp da onu kucaklamış olsun. Mücerred'de dahi,
"Âletin kalkması şehvetine delildir." denilmiştir.
«Sahih kavle göre Cevhere...» Haddâdînin
Cevhere'deki sözü buna muhaliftir. Çünkü şöyle demiştir: «Emer veya öper de,
şehvetlenmedim derse tasdik olunur. Meğer ki dokunmak ferce, öpmek de ağıza
olsun.» Şarihin ileride Haddâdî'den nakledeceği ibareye uygun olan budur.
Bahır'ın ondan naklettiğine uyan da budur. Bahır sahibi, "Fethu'l-Kadir
sahibi bunu tercih etmiştir. Yanağa ağız hükmü verilmiştir." demiştir.
Feyz'de dahi şöyle denilmektedir: «Âleti kalkmadan öper de bunun şehvetsiz
olduğunu söylerse tasdik edilir. Bazıları ağızdan öperse tasdik edilmez demişlerdir.
Bununla fetva verilir.»
Görüyorsun ki bu, tafsilâtı tercih
hususunda acıktır. şarihin söylediği mutlak ifadeyi kendisinden başka
sahihleyen görmedim. Evet Kuhistânî şöyle demiştir: «Öpmekte, şehvetsiz olduğu
anlaşılmadıkça haramdır diye fetva verilir. Ağzını veya çenesini yahut yanağını
veya başını öpmesi müsavidir. Bazıları, ağzını öperse şehvetsiz olduğunu
iddiaetse bile haramdır diye fetva verileceğini; başka yerinden öperse haram
fetvası verilmeyeceğini söylemişlerdir. Meğer ki şehvet sabit ola.» Görülüyor
ki ıtlak tercihi öpmedir. Lâkin tafsilât tercih olunduğunu açıkça gördün.
«Karısı kendisine haram olur ilh...» Yani
bu mesele sorulduğu vakit haramdır diye fetva verilir. Şehvetsiz olduğunu iddia
ederse tasdik olunmaz. Meğer ki şehvetsiz olduğu hâl karinesiyle anlaşıla. İşte
bu, Kuhistânî'den ve Şehid'den yukarıda nakledilenlere uygundur. Cevhere'den
naklettiğimize ise muhaliftir. Fetif sahibi Cevhere'nin sözünü tercih etmiştir.
Buna göre evlâ olan. "Şehvet bilinmedikçe haram olmaz." demektir.
Yani kadını, âleti kalkık olarak yahut ağzından öpmüştür. Ve böylece Feyz'den
naklettiğimize, ileride de gelecek sözlere uygun olur. O zaman öpmekle dokunmak
arasında fark kalmaz.
«Velev ki ağzından öpsün.» Bu söz, nefyde
değil, menfîde mübalâğadır. Mânâ şudur: Şehvetli olmadığı anlaşılmazsa, karısı
haram olur. Bu, şehvetin anlaşılmasına da, şüpheli kalmasına da sâdıktır. Fakat
şehvetsiz olduğu anlaşılırsa kadın haram olmaz. Velev ki ağzından öpmüş olsun.
H.
«Nitekim Zahire sahibi böyle anlamıştır.»
Yani bunu Uyûn'un ibaresinden anlamış ve şöyle demiştir: «Uyûn'un satışlar
bahsinde mutlak olan sözünden anlaşılan budur ilh...» Sen biliyorsun ki,
musannıfın sözü, "öpmekte asıl olan şehvettir. Şehvet yoktu iddiası tasdik
edilmez." esasına göredir. Bu ise Uyûn'da beyan edilenin hilâfınadır.
METİN
Sarmaşmak öpmek gibidir. Şehvetle sıkmak ve
ısırmak da öyledir. Velev ki ecnebi bir kadını olsun. İkisinden birinin
şehvetlenmesi kâfidir. Mürâhik, deli ve sarhoş baliğ gibidir. Bezzâziye.
Kınye'de şöyle denilmektedir: «Sarhoş bir kimse kızını öpse, anne haram olur.
Ama hürmet-i musahare ile nikah ortadan kalkmaz. Hattâ o kadının başka bir
kocaya varması ancak birbirlerinden ayrıldıkları ve iddet bittikten sonra helâl
olur. O kadınla cima etmek zina olmaz.» Hâniyye'de bildirildiğine göre. bir
kimsenin şehvetle kızının fercine bakması, karısının haram olmasını icabeder.
Keza kız korkarak çıplak bir halde babasının yatağına girer de, babasının âleti
ona kalkarsa, kızın annesi o babaya haram olur. Dokuz yaşından aşağı bir kız
müştehat (şehveti celbeden) değildir. Bununla fetva verilir.
İZAH
«Şehvetle sıkmak ve ısırmak da öyledir.»
Şehvetle tabirini söylememesi gerekirdi. Nitekim musannıf sarmaşma meselesinde
böyle yapmıştır. Çünkü maksat, bu yapılanları yukarıda geçen tafsilât
dairesinde öpmeye benzetmektir. Binaenaleyh kayıtlamanın mânâsı yoktur. H.
«Velev ki ecnebi bir kadın olsun.» Yani bu
hususta kendi karısıyla ecnebi bir kadın arasında fark yoktur. Ecnebi kadının
sureti zâhirdir. Kendi karısına gelince: Misâli şudur: Bir kadınlaevlenir de
onu sıkar veya ısırır yahut öper veya kucaklar da sonra cima etmeden boşarsa, o
kadının kızı bu adama haram olur. Bilmelisin ki bu ta'mim bizim meselemize has
değildir. Çünkü bundan öncekilerin hepsi öyledir. H. Hassaten kızı zikretmesi,
anne mücerret akitle haram olduğu içindir.
«İkisinden birinin şehvetlenmesi kâfidir.»
Bu ancak dokunmada zâhirdir. Bakmaya gelince: Bakan kimsenin şehveti
muteberdir. Diğerinde şehvet bulunmuş bulunmamış fark etmez. T. Hayreddin-i
Remlî ulemanın bunu yalnız dokunma bahsinde zikretmelerinden alarak incelemiş
ve şöyle demiştir. «Fark, her ikisinin cima lezzetinde ortak oldukları gibi,
dokunma lezzetinde de ortak olmalarıdır. Bakmak bunun hilafınadır.»
«Bâliğ gibidir.» Yani cima, dokunmak ve
bakmakla hürmet-i musaharenin sabit olması hususunda bâliğ hükmündedir. Şarih
bunların mukabilerini tamamlayarak, bâliğ, akıl, ayık dese daha iyi olurdu. T.
Fetih'te şöyle denilmektedir; «Bülûğa yaklaşan bir mürâhik kadına dokunarak
bunu şehvetle yaptığını ikrar etse, aleyhine hürmet sabit olur.»
"Bezzâziye..." Ben Bezzûziye'de
yalnız mürâhiki gördüm. Deli ile sarhoşu görmedim. Ama bunları Zahıdî'nin
Hâfî'sinde gördüm.
«Anne haram olur.» Bazı nüshalarda böyle
denilmiştir. Umumiyetle nüshalarda ise anne zikredilmemiştir. Binaenaleyh bu,
Halebî'nin dediği gibi hazıf ve îsal kabilindendir. Kınye'nin ibaresi şöyledir:
«Deli, karısının anasını şehvetle öpse; yahut sarhoş kızını öpse haram olur.»
Yani karısı kendisine haram olur.
«Hürmet-i musahare ile nikâh ortadan kalkmaz
ilh...» Zahîre sahibi diyor ki: «İmam Muhammed'in Asıl adlı kitabındaki nikâh
bahsinde beyanına göre; hürmet-i musahare ile ve süt emmekle nikâh ortadan
kalkmaz; yalnız fâsit olur. Hatta kocası ayrılmadan o kadını cima ederse,
şaşırmış olsun olmasın kendisine had vâcip olmaz.»
«Ancak birbirlerinden ayrıldıktan ve iddet
bittikten sonra helâl olur.» Velev ki üzerinden yıllar geçmiş olsun. Nitekim
Bezzâziyye'de böyle denilmiştir. Hâfî'nin ibaresi ise; "Ancak hâkim
ayırdıktan yahut birbirlerinden ayrıldıktan sonra helâl olur."
şeklindedir. Biliyorsun ki nikâh kalkmaz, fakat fasit olur. Ulemanın fâsit
nikâhta açıkladıklarına göre, karı-kocanın birbirlerini terk etmesi zifaftan
sonra ise, ancak seni bıraktım veya yolunu serbest bıraktım gibi sözlerle
tahakkuk eder. Zifaftan önce ise; bazılarına göre hem sözler, hem de dönmemek
kasdıyla terk etmekle, bazılarına göre ise her iki surette ancak sözle olur.
Hattâ kadını terk eder de iddetinin üzerinden seneler geçerse, başka kocaya
varamaz.
«O kadınla cima etmek zina olmaz.» Yani
ayrılmazdan veya birbirlerini terk etmezden önce yaptığı cima zina olmaz. Hâvî
sahibi şöyle demiştir: «Bu müddette yapılan cima zina değildir. Çünkü
ihtilâflıdır. Haram olduktan sonra cima ettiği için erkeğin mehr-i misil
vermesiicabeder. Ama kendisine had vurulmaz.Nesep de sabit olur.»
«Babasının yatağına girerse...» sözü ile
şarih dokunmaktan kinaye yapmıştır. Yoksa dokunmadan sırf yatağa girmek bir şey
değildir. T.
«Müştehat değildir; bununla fetva verilir.»
Bahır'da Hâniyye'den naklen böyle denilmiştir. Bahır sahibi sonra şunları
söylemiştir: «Bu, kızın semiz ve zayıf olması arasında fark olmadığını
gösterir. Onun için Mi'râc sahibi, "Beş yaşında bir kız bilittifak
müştehat değildir. Dokuz yaşında veya daha fazla olan ise bilittifak müştehattır.
Beşle dokuz arasında ise, rivayetler ve ulema ihtilâf etmişlerdir. Esah kavle
göre böyle bir kız çocuğu hürmeti isbat etmez." demiştir.»
METİN
Kadın kocasının şehvetle öptüğünü; yahut
kocasının oğlu kendisini şehvetle öptüğünü iddia eder de, erkek inkârda
bulunursa, erkek tasdik edilir, kadın edilmez. Meğerki âleti kalkmış olarak
kadına varmış ve ona sarmaşmış olsun. Bu, erkeğin yalan söylediğine karinedir.
Yahut memesini tutmuş veya kadınla beraber hayvana binmiş yahut fercinden
tutmuş veya ağzından öpmüş olsun. Bunu Haddûdî söylemiştir. Fetih'te,
"Yanaklar için ağız hükmü verildiği görülüyor." denilmiştir.
Hulâsa'da beyan edildiğine göre, bir adama, sen karının anasına ne yaptın diye
sorulur da, onunla cima ettim derse, hürmet sabit olur. Yalan söylediği şakadan
bile olsa tasdik edilmez. Şehvetle dokunduğunu ve öptüğünü ikrâr ettiğine
şahitlik kabul edilir. Keza muhtar kavle göre şehvetle dokunduğuna, öptüğüne,
zekerine ve fecrine baktığına şahitlik dahi kabul edilir. Tecnîs. Çünkü şehvet,
âletin kalkmasıyla veya bazı eserlerle kısmen vâkıf olunan şeylerdendir.
İZAH
«Kadın kocasının şehvetle öptüğünü iddia
ederse...» Yani kendi usûl ve fürûundan birini şehvetle öptüğünü iddia ederse
demektir.
«Erkek tasdik edilir.» Çünkü hürmetin sabit
olduğunu inkâr etmektedirler. Söz inkâr edenindir. Ama bunu Zahîre sahibi,
öpmek değil dokunmak meselesinde söylemiştir. Şarihin yaptığı, musannıfın
evvelâ söylediğine muhaliftir. O, öpmek meselesinde şehvetsiz olmadığı
anlaşılmadıkça haramdır diye fetva verilir demişti. Biz Zahîre'den naklen bu
husustaki hilafı bildirmiştik. Burada şarihin anlattığı, Uyûn'un satışlar
bahsindeki sözüne göredir.
«Veya kadınla beraber hayvana binmiş
olsun.» Ama kadın erkeğin sırtına binerek suyu geçerse, erkeğin şehvetsizlik
iddiası tasdik olunur. Bezzâziyye.
"Fetih'te" şöyle denilmiştir:
«Hâsılı erkek baktığını ikrar, şehveti inkâr ederse, hilâfsız tasdik olunur.
Tenine sarılırsa, benim bildiğime göre hilâfsız tasdik edilmez. Öpmek
ihtilâflıdır. Bazıları, "Tasdik edilmez. Çünkü öpmek ekseriya şehvetle
olur. Binaenaleyh sözü kabuledilmez." demişlerdir. Birtakımları kabul
edileceğini, ancak hilâfı zâhır olursa, meselâ âleti kalkmışsa o zaman kabul
edilmeyeceğini söylemişlerdir. Bazıları da tafsilâta giderek; başından, yüzünden
veya yanağından öperse tasdik edileceğini; ağzından öperse tasdik
edilmeyeceğini söylemişlerdir ki, en ziyade tercih edileni budur. Şu kadar var
ki; yanak için ağız hükmü verildiği görülüyor.»
Fetih sahibi dokunmayı zikretmemiştir. Biz
Zahîre'den naklen arzetmiştik ki; burada asıl olan, bakmakta olduğu gibi
şehvetsizliktir. Binaenaleyh şehveti inkâr ettiği vakit tasdik olunur. Meğer ki
âleti kalkmış olarak kadına varmış olsun. Çünkü âletin kalkması şehvete
delildir. Ferce dokunmak da böyledir. Nitekim Haddâdî'den naklen yukarıda
geçti. Çünkü bu ekseriyetle şehvete delildir. Fetih sahibinin inceleme neticesi
yanağından öpmeye ağız hükmünü vermesi, yukarıda geçen Zahîre sahibinin İmam
Zahîruddin'den naklettiği sözden başkadır. Çünkü o ayırmamıştı.
«Yalan söylediği tasdik edilmez ilh...»
Yani hâkim huzurunda tasdik edilmez. Kendisiyle Allah Teâlâ arasında tasdik
edilir. Ve şâyet ikrarında yalancı ise, hürmet sabit olmaz. Keza evlenmezden
önce karısının annesiyle cima ettiğine ikrarda bulunursa, karısı hakkında tasdik
olunmaz ve zifaftan sonra ise mehr-i müsemmanın tamamını; önce ise yarısını
vermesi icabeder. Bahır.
«Tecnis...» Bu sözü Bahır sahibi dahi
Tecnis'e nisbet etmiştir. Onu Tecnis'te ben de gördüm. İbaresi şudur: «Muhtar
kavle göre kabul edilir. İmam Muhammed Câmi'de buna işaret etmiş; Fahru'l-islâm
dahi bunu tercih etmiştir. Çünkü şehvet azâsı, hareket edenlerde uzvun
hareketiyle;hareket etmeyenlerde başka eserlerle bilinir.» Şarihin yaptığı
ta'lil dahi Tecnis'in ifadesindendir. Bu suretle anlaşılır ki, Nehir sahibinin
Tecnis'e atfen, "Muhtar kavle göre kabul edilmez." sözü kalem
hatasıdır.
METİN
Nikâhı haram olan kadınları, nikâhla yani
sahih akitle ve iddetle -Velev ki talâk-ı bâin iddeti olsun- biraraya toplamak
haramdır. İki kadından hangisi erkek farzedilse, diğerine helâl olmayacaksa,
öyle iki kadını milk-i yeminle biraraya getirerek cima etmek de ebediyyen
haramdır. Çünkü Müslim'in rivayet ettiği bir hadîste, "Bir kadın halasının
üzerine nikâh edilmez." buyrulmuştur. Bu hadis meşhurdur. Kitabı tahsise
elverişlidir.
İZAH
«Nikâhı haram olan kadınlar»dan murad,
neseben ve süt cihetinden haram olanlara şâmildir. Bir adamın süt emen iki
karısı olsa, bunları ecnebi bir kadın emzirdiği takdirde nikâhlan fâsit olur.
Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
«Sahih akitle» ifadesinde daha münasip
olan, sahih tabirini atmaktı. Nitekim Bahır ve Nehirsahipleri öyle
yapmışlardır. Onun için Halebî, "ikisini bir akitle alırsa, bu kaydın
hiçbir semeresi yoktur. Çünkü akit kesin olarak sahih değildir. Keza kadınları
birbirinin ardından alır da, birincinin nikâhı sahih olursa, bu halde ikincinin
nikâhı kesin olarak bâtıldır. Evet birinciyi fâsit nikâhla alırsa, bu kaydın
bir semeresi olabilir. Çünkü o zaman ikinci kadına nikâh akdedebilir. Ve
kendisine kadınları nikâhla biraraya getirdi denilebilir. Birincinin nikâhı
fâsit olsa da, ona yine nikâh denilir. Nitekim ulemanın ifadelerinde bu
yaygındır." demiştir.
«Velev ki talâk-ı bâin iddeti olsun. »
ifadesi, ric'î talâk iddetine ve ümmü veled âzâdına şâmildir. İmameyn buna muhaliftirler.
Keza fâsit nikâhtan sonra ayrılmaya da şâmildir. Musannıf şuna da işaret
etmiştir ki; bir kimse dört karısını boşarsa, onların iddeti bitmedikçe
evlenmesi caiz olmaz. Hepsinin iddeti birden sona ererse, dört kadın alabilir.
Birinin iddeti sona ererse bir kadın alır. Bahır.
FER'Î MESELE: Bir adamın karısı ölürse,
ölümünden bir gün sonra onun kızkardeşiyle evlenebilir. Nitekim Hulâsa'da
Asıl'dan naklen böyle denilmiştir. Sadru'l-İsiâm'ın Mebsût'unda, Serahsî'nin
Muhît'inde, Bahır'da, Tatarhâniyye'de ve diğer güvenilir kitaplarda da böyle
denilmiştir. Gerçi Netif sahibine nisbetle iddet vâciptir dediği bildirilmişse
de, bu söze itimat edilemez. Tamamı bizim kitabımız Tenkîhu'l-Fetvâ'dadır.
«Milk-i yeminle biraraya getirerek cima
etmek...» sözüyle, cimasız milk-i yeminle biraraya getirmekten ihtiraz
etmiştir. Çünkü bu caizdir. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. T.
«Hangisi erkek farzedilse...» diğerine
helâl olmayacaksa, milk-i yeminle cem ederek cimada bulunmak haramdır. Bir
kadınla halasını veya teyzesini beraber almak, neseben yahut süt cihetinden
anasıyla kızını beraber almak, iki hala veya iki teyzeyi birlikte almak bu
kabildendir. Meselâ iki adam birbirlerinin anneleriyle evlenir de her birinin
birer kızı doğarsa, kızlardan her biri diğerinin halası olur. Yahut iki adamdan
her biri diğerinin kızıyla evlenir ve ikisinin de kızları olursa, bu kızlardan
her biri diğerinin teyzesi olur. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir.
«Ebediyyen haramdır.» kaydını şarih Bahır'a
ve diğer kitaplara uyarak koymuştur. Bu kayıt şunu çıkarmak içindir: Bir kimse
bir cariye ile evlenir de sonra onun sahibi olan kadını alırsa caiz olur. Çünkü
cariye erkek farzedilirse, sahibi olan kadına nikâh akdetmesi sahih olmaz.
Sahibi olan kadın erkek farzedilirse, onun da cariyesini nikâhlaması helâl
olmaz. Ancak ihtiyat yerinde helâl olabilir. Nitekim gelecektir. Lâkin iki
taraflı bu hürmet muvakkattır. Milk-i yemin ortadan kalkıncaya kadar devam
eder. O kalktı mı, hangisi erkek farzedilse, diğerini nikâhla alması sahih
olur. Onun için ikisini bir arada bulundurmak caizdir ve bu sureti kaideden
çıkarmak için ebediyyen kaydına ihtiyaç vardır. Ancak bu, "Hangisi erkek
farzedilirse, diğerine helâl olmaz." sözünden, akit helâl olmaz mânâsı
kasdedildiğinegöredir. Bu sözden cimanın helâl olmaması kasdedilirse, onu
çıkarmak için ebedî kaydına hâcet yoktur. Çünkü onsuz da hariçtir. Zira
cariyenin sahibi olan kadın erkek farzedilirse, cariyesiyle cima etmek
kendisine helâl olur. Bunu Halebî söylemiştir.
«Bir kadın halasının üzerine nikâh edilmez.»
Hadisin tamamı şudur: «Teyzesinin üzerine de, kardeşinin kızı üzerine de,
kızkardeşinin kızı üzerine de nikâh edilmez.»
«Bu hadis meşhurdur.» Çünkü Müslim'in ve
İbn-i Hibbân'ın Sahih'lerinde sabit olmuştur. Onu Ebû Dâvûd, Tırmîzî ve Nesâî
de rivayet etmiş;
Sahabe ve Tâbiîn'den ilk devir uleması
kabul ile telakkî etmişlerdir. Hadisi kalabalık bir cemaat rivayet etmiştir ki,
Ebû Hureyre, Câbir, İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, İbn-i Mes'ud ve Ebû Said-i Hudrî
bunlardandır.
Binaenaleyh Teâlâ Hazretlerinin, "Bundan
ötesi size helâl kılındı." âyet-i kerîmesinin umumunu tahsis edebilir.
Halbuki adı geçen umum müşrik ve mecûsî kadını ve bir kimsenin süt kızlarıyla
tahsis edilmiştir. Bu hadis haber-i vâhitlerden olsa, onunla tahsis caiz olur;
meşhur olmasına bağlı kalmazdı. Zâhire bakılırsa, meşhur olduğunu iddia mutlaka
lazımdır. Çünkü hadisin yeri tahsis değil neshtir Zira. "müşrik kadınları
nikâh etmeyin." âyet-i kerîmesi, "Bundan ötesi size helâl
kılındı." âyetinin umumunu neshetmektir. Hadis önce olsa, âyetle neshi
lâzım gelir. Bu takdirde müşrik kadınların helâl olması lâzım gelir ki, bu
doğru değildir. Yahut neshin tekrarı gerekir, bu da kaidenin hilâfınadır.
Mülâzemet şöyle izah olunur: Önce müşrik kadınlar haram edilmiştir. Sonra bu âm
olan, "Bundan ötesi size helâl kılınmıştır." âyetiyle meshedilmiştir.
Sonra bir nasih daha takdir etmek gerekir. Çünkü şimdi sabit olan hürmettir.
Fetîh. Bu izahla İnâye'nin itirazı defedilmiş olur. Orada, "Tahsisin
şartı, bize göre beraberliktir. Bu ise mâlûm değildir." denilmiştir.
T E M B İ H : Şarihin zikrettiği delil
umumî kaideyi isbata yetmez. Kaide, mahrem kadınları bir araya toplamanın haram
olmasıdır. Zira onların haram olması, akrabalık hakkını bozmaya vardırdığı
içindir. Ortak kadınlar arasında âdeten kavga çok olur. Bunun muteber olduğuna
delil, hadisin Taberânî rivayetidir. Bu rivayette Peygamber (s.a.v.),
"Çünkü siz bunu yaparsanız, akrabalık hakkını kesmiş olursunuz."
buyurmuştur. Tamamı Fetih'tedir.
T E T î M M E : Bundan dolayı Şâfiîlerden
Remlî, Cennet'te iki kız kardeşi bir araya getirme meselesine cevap vermiş;
«Buna mâni yoktur. Çünkü hüküm, varlığında yokluğunda illetle beraber devam
eder. Küsüşme ve akrabalık bağını koparma illeti Cennet'te yoktur. Yalnız ana
ve kız illeti vardır.» demiştir. Yani ana ile kızda cüz'iyyet illeti olduğu
için onlar müstesnadır. Bu Cennet'te vardır. İki kız kardeş gibiler bunun
hilâfınadır.
METİN
Binaenaleyh bir kadınla kocasının kızını
yahut oğlunun karısını veya bir cariyeyi, sonra onunsahibi hanımı bir nikâh
altında toplamak caizdir. Çünkü o kadın veya oğlunun karısı yahut cariyenin
hanımefendisi erkek farz edilse, nikâhı diğerine haram olmaz. Aksi bunun
hilâfınadır. Sahih bir nikâhla cimada bulunduğu bir cariyenin kız kardeşini
alsa, nikâh sahih olur. Lâkin herhangi bir sebeple ikisinden birinin helâl olan
cimasını kendine haram kılmadıkça, biriyle cimada bulunamaz.
İZAH
«Bir cariyeyi, sonra onun hanımını bir
nikâh altında toplayabilir.» Evlâ olan bu sureti zikretmemekti. Biliyorsun ki,
bunu ebediyyet kaydıyla kaideden çıkarmak, "Helâl değildir."
sözünden, nikâh akdi helâl değildir mânâsı kasdedildiğine göredir. Bu, iki
tarafta da sabittir. Nitekim anlatmıştık. Binaenaleyh aşağıda gelen,
"Haram olmaz." sözüne aykırıdır. "Helâl değildir." sözünden
ciması helâl değildir mânâsı kasdedilirse, haram olmaz sözü sahih olur. Lâkin
bunun ebediyyet kaydına ihtiyacı yoktur. İhtimal şarih her iki takdirde ikisini
bir araya getirmenin caiz olduğuna işaret etmiştir.
Halebî diyor ki: «Şarih 'sonra' demekle,
ikisini bir akitle alsa, hiçbirinin nikâhının caiz olmayacağına işaret
etmiştir. ikisini iki akitle alır da, hanımın nikâhı önce olursa, cariyenin
nikâhı sahih olmaz. Nitekim bunu faslın başında arzetmiştik.»
«Haram olmaz.» Yani o üç surette birinin
diğerine nikâhı haram olmaz. Çünkü birinci surette erkek farz ettiğimiz
kocasının kızıyla evlenmiş olur ki. ecnebi bir adamın kızı demektir. İkincide
ecnebi bir kadınla evlenmiş, üçüncüde cariyesi ile cima etmiş olur.
«Aksi bunun hilâfınadır.» Yani kocasının
kızı veya kocasının annesi yahut cariye erkek farz edilirse, diğeri ona karam
olur. Çünkü birinci surette kocasının oğlu olur. Oğluna, babasının cima ettiği
kadın helâl olamaz. ikincide kocasının babası olur. Ve ona oğlunun karısıyla
evlenmek helâl olamaz. Üçüncüde köle olur. Kölenin hanımefendisiyle evlenmesi
helâl değildir.
«Nikâhla alsa...» diye kayıtlaması
şundandır: Zira cimada bulunduğu cariyesinin kız kardeşini satın alırsa,
birinci ile cima etmesi caizdir. Ama birinciyi kendisine haram kılmadıkça ve
nikâh sahih olmadıkça, cariyelerden hiçbiriyle cimada bulunması helâl değildir.
Çünkü nikâh fâsit olursa, nikâhlı ile cima etmedikçe, cima edilen cariye haram
olmaz. Zira nikâhlı ile cima ederse, hakikaten bir araya getirme mevcuttur.
Musannıf evlenen kız kardeşi mutlak söylemiştir. Binaenaleyh hür kadına da,
cariyeye de şâmildir. Cariyeyi de mutlak söylemiştir. Binaenaleyh o da ümmü
velede şâmildir. Cariyeyi cima edilmiş olmakla kayıtlamıştır. Çünkü cima
etmemişse, nikâhlı ile cima etmesi caizdir. Nitekim gelecektir. Çünkü cariye hükmen
cima edilmiş sayılmaz ve o kimse ikisinin arasını ne hakikaten ne hükmen cima
ile bir araya getirmiş değildir. Şarih şuna işarette bulunmuştur ki: Nikâhlı
ilecima etmeden kız kardeşini satın aldığı ile cimada bulunamaz. Çünkü nikâhlı
hükmen cima edilmiş sayılır. Bahır sahibi bunu böyle ifade etmiş ve cariyenin
kız kardeşi sözü ile aralarında cüz'îyyet olmayanı kasdetmiştir. Bunu
annesinden veya kızından ihtiraz için yapmıştır. Çünkü bunlardan biriyle cimada
bulunmak, diğerini ebediyyen haram kılar.
«Kendine haram kılmadıkça...» ifadesinden
delâlet yoluyla anlaşılır ki, birinin ölümü ve dinden dönmesi gibi kendi fiili
olmayan bir sebeple haram hükmü değişir. Çünkü maksat hâsıl olmuştur.
«Herhangi bîr sebeple ilh...» Meselâ
nikâhlı karısını boşamak. hul' yapmak ve dinden dönmek gibi sebeplerle iddeti
bittiğinde haram kılar. Kuhistâni. Cariyeyi ya tamamen, ya kısmen satar; âzâd
etmesi, hîbe ederek teslimi, kitabete kesmesi ve sahih nikâhla evlendirmesi de
öyledir. Fâsit nikâhla evlendirmesi bunun hilâfınadır. Meğer ki kocası
kendisiyle cimada bulunmuş olsun. Çünkü kocasından iddet beklemesi vâcip olduğu
için sahibine haramdır. O zaman sahibine nikâhlısı helâl olur. İhram, hayız,
nifas, oruç, rehin, icare ve tedbir gibi şeylerin tesiri yoktur. Çünkü cariyenin
ferci bu sebeplerden biriyle haram olmaz. Bahır. Nehir sahibi diyor ki:
«Cariyeyi fâsit satışla satarsa; yahut fâsit olarak hîbe eder de teslim
alınırsa, ne hüküm verileceğini ulemanın sözlerinde görmedim. Zâhire bakılırsa,
nikâhlı kadının ciması helâl olur.» Yani fâsit olarak satılan birşey, teslim
olmakla alanın milki olur. Müftabih kavle göre fâsit olarak yapılan hîbe de
öyledir. İmâdiye sahibinin sahihlediği kavil bunun hilâfınadır. Nitekim bâbında
gelecektir. inşâllah.
T E M B İ H : Bahır sahibi şöyle
demektedir: «Cima edilen cariye, elden çıkardıktan sonra tekrar milkine dönerse
-ister fesh ile ister yeni satış ile olsun- cariyeyi kendine evvelki gibi haram
kılmadıkça, ikîsinden biriyle ciması helâl olmaz.
METİN
Çünkü akit için cima hükmü vardır. Hattâ
doğulu bir adam batılı bir kadını nikâh etse, çocuklarının nesebi o adamdan
sâbit olur. Çünkü hükmen cima mevcuttur. Cariyeyle cimada bulunmamışsa, nikâhlı
karısıyla cima edebilir. Cimanın sebep ve mukaddimeleri cima gibidir. İbn-i
Kemâl. İki kız kardeşi veya o mânâda iki kadını beraberce yahut ayrı iki akitle
alır da, ilk defa hangisine nikâh kıyıldığını unutursa, hâkim o kîmseye
kadınların arasını ayırır; ve bu bir talâk olur. İki kadına mehrin yarısı
verilir. Yani unutma meselesinde böyle yapar. Çünkü beraberce nikâh
edilmelerinin hükmü butlandır. Mehir vâcip olmamaktır. Ancak cima bulunursa
mehir vâcip olur. Nitekim bilumum kitaplarda böyledir. Dikkatli ol!
İZAH
«Çünkü akit için cima hükmü vardır.» Buna
şöyle itiraz olunmuştur: Böyle olsaydı, bu nikâhın sahih olmaması icabederdi.
Nitekim Mâlikîlerden bazıları sahih değildir demişlerdir. Aksi takdirde iki
kadının arasını hükmen cima ile birleştirmiş olması lâzım gelir. Çünkü sâbık
cima dahi hükmen mevcuttur. Şu delil ile ki; o cariyeyi satmak istese, istibra
yapması müstehap olur. Bu lâzım bâtıldır. Binaenaleyh melzumunun da bâtıl
olması lâzım gelir. Melzumu akdin sahih olmasıdır. Fetih sahibi buna cevap
vermiş; "Bu lâzım-ı müfarıktır. Çünkü gidermesi elindedir. Binaenaleyh
sahih olmasına zarar etmez." demiştir.
«Nikâhlı karısıyla cima edebilir.» Çünkü
nikâhlı karısıyla cima etmesi cariyeyi haram kılar. Ve bu hürmet nikâhlı
karısından ayrılıncaya kadar devam eder. İhtiyar'da böyle denilmiştir.
«Cimanın mukaddimeleri cima gibidir.» Hattâ
cariyesini öpse veya şehvetle dokunsa yahut bunları cariyesi ona yapsa da sonra
o cariyenin kız kardeşiyle evlense, birini haram kılmadıkça diğeri ona helâl
olmaz. Rahmeti.
«Veya o mânâda...» iki kadından murad;
kadınlardan hangisi erkek farz edilirse, diğerine helâl olmamaktır. H. Bu
ziyadeye hâcet yoktur. Çünkü musannıfın bundan sonra gelen, "Haram
kadınlardan bir araya getirdiklerinin hepsi hakkında hüküm budur." ifadesi
buna hâcet bırakmamaktadır. T.
«İlk defa hangisine nikâh kıyıldığını
unutursa...» oraları ayrılır. Bilirse, o nikâh sahih; İkincisi bâtıldır. İlk
kadınla cima edebilir. Meğer ki ikincisiyle de cîma etmiş bulunsun! Bu takdirde
ikincinin iddeti bitinceye kadar birinci kadın kendisine haram olur. Nitekim
kansının kız kardeşine şüphe ile cimada bulunsa, şüpheli kadının iddeti
bitmedikçe kendi kansı haram olur. Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir.
Dürerü'l-Bihâr şerhinde şöyle denilmektedir: «Unutmakta kayıtlamıştır. Çünkü
koca iki kadından birini cima etmekle fiilen yahut önceki budur diye kavlen
tayin etse, birbirlerini tasdik ettikleri için kadının nikâhına hüküm verilir.
Ve diğer kadınla o kimsenin aralan ayrılır. Bîrisiyle cimada bulunur da sonra
ötekinin önce nikâhlandığını bildîrirse, beyan muteber olur. Çünkü delâlet açık
söze karşı duramaz.» Şurunbulâliyye'de de Mecma şerhinden naklen böyle
denilmiştir.
«Hâkim o kimseyle kadınların arasını
ayırır.» Yani ayırmak hâkime tarzdır. Erkek o kadınlardan ayrılmazsa, hâkimin
-bildiği takdirde- ma'siyeti def için aralarını ayırması vâcip olur. Bahır.
Lâkin Feteva'l Hindiyye'de Tahâvî şerhinden naklen şöyle denilmektedir: «İki
kadını iki akitle alır da, hangisinin önce olduğu bilinmezse, kocaya beyan
emredilir. Beyan ederse, onun dediği gibidir. Beyan etmezse, bu hususta
araştırma yapılmaz ve kadınlarla o kimsenin arası ayrılır.» H.
Ben derim ki: Bunların arasında zıddiyet
yoktur. Çünkü kocanın beyanı, öncekinin kim olduğunu bilmeye bağlıdır. Sebebi
Dürer şerhinden naklettiğimizdir. Bir de araştırma yapılmaz dediği içindir.
Nehîr'de, "Kocadan ayırmanın mânâsı, onların boşamasıdır. Ama ben bunu bir
yerde görmedim." denilmektedir.
«Bu bir talâk olur.» Yani hâkimin ayırması
bir talâktır. Fetih sahibinin sözüne bakılırsa, bu onun incelemesidir. Çünkü
şöyle demiştir: «Zâhire bakılırsa, bu bir talâktır. Hattâ bundan sonra o kadını
alırsa, her iki kadının talâklarından birer sayı eksilir. Bahır ve Nehir
sahipleri bunu ikrar etmişlerdir. Bunu şu da te'yid eder ki: Zeylâî, adı geçen
ayırmaya talâk demiştir. Etkânî dahi Gâyetü'l-Beyân'da aynı şeyi söylemiş;
"Hâkimin ayırması kocanın boşaması gibidir." demiştir.» Sonra Fetih
sahibi şunları söylemiştir: «Eğer cimadan önce ayırma vâki olursa, o adam
hangisiyle isterse o anda evlenebilir. Ayırma cimadan sonra olmuşsa, iddetleri
bitinceye kadar hiçbiriyle evlenemez. Birinin iddeti biter de diğerininki
bitmezse, iddeti bitmeyenle evlenebilir, ötekiyle evlenemez. Çünkü evlenirse,
ikisini bir nikâhta toplamış olur. İkisinden biriyle cimadan sonra vâki olursa,
o kadınla derhal evlenebilir, ötekiyle evlenemez. Çünkü kadının iddetî kızkardeşiyle
evlenmesine mânidir»
«Yani unutma meselesinde böyle yapar» Bu
söz, "talâk olur" sözünün kaydıdır. Musannıfın, "ikisine mehrin
yarısı verilir." sözünün de kaydıdır. Zira bâtıl nikâhta aralarını ayırmak
talâk değildir.
«Çünkü beraberce nikâh edilmelerinin hükmü
butlandır.» ifadesi iki meselenin arasındaki farkı beyandır. Şöyle ki: Unutma
meselesinde öncekinin nikâhı sahihtir. Sonradan alınanın nikâhı sahih değildir.
Bilinmediği için aralarını ayırmak taayyün eder. Nikâhı sahih olan için cimadan
önce ayırmakla mehrin yarısını vermek icabeder. Bu bilinmediği için yarım mehri
ikisine vermek gerekir. ikisini bir akitle alması meselesine gelince: Yüzde yüz
bâtıl olan her ikisinin nikâhlarıdır. Araları cimadan önce ayrılırsa. her
ikisine mehir ve iddet yoktur. ikisiyle de cima etmişse, herbirine mehr-î
müsemma ile mehr-i mislin hangisi azsa o verilir. Nitekim fâsit nikâhın hükmü
budur. Kadınların ikisine de iddet lâzımdır. Bahır sahibi diyor ki: «Muhit'te
her iki nikâhın bâtıl olması, birisinin başkasının nikâhı veya iddetiyle meşgul
olmaması kaydıyla mukayyettir. Meşgul ise, meşgul olmayanın nikâhı sahihtir.
Çünkü ikisinî bir nikâh altında toplamak tahakkuk etmemiştir. Nasıl ki bir
kadın bir akitle iki kocaya varsa, kocalardan biri dört kadınla evli bulunsa,
bu kadın öteki kocanın karısı olur. Çünkü kadın birisine helâl olmayınca, iki
erkeği bir hikâhta toplamak tahakkuk etmemiştir.»
METİN
Bu, ikisinin mehirleri miktar ve cins
itibariyle müsavi oldukları vakittir. Akitte söz edilen mehir budur. Ve ayrılma
cimadan önce olmuştur. Kadınlardan herbiri kendisinin önce nikâhlandığını iddia
etmiştir. İkisinin de beyyineleri yoktur. Şayet mehirleri muhtelif olur ve
bilirlerse, herbirine mehrinin dörtte biri verilir. Bilmezlerse, herbiri iki
müsemmanın az olanının yarısını alır. Mehr-i müsemme yoksa, yarım mehrin yerine
ikisine bir müt'a yermek vâcip olur.
İZAH
"Bu" Yani unutma meselesinde iki
kadına yarım mehrin verilmesi, mehirleri miktar ve cins itibariyle müsavi
oldukları zamandır. Meselâ ikisinin mehri de biner dirhem olur. H.
«Kadınlardan herbiri kendisinin önce
nikâhlandığını iddia etmiştir.» Fakat hangimizin nikâhının önce olduğunu
bilmiyoruz derlerse, kendilerine bir şey verilmez. Çünkü hükmedilecek şey
meçhuldür. Bu, doğru hüküm vermeye mânidir. Nasıl ki bir adam iki kimseye,
"Birinize bin dirhem borcum var" dese, hiçbirine bir şey verilmez.
Meğer ki yarım mehri almak için anlaşmış olsunlar. Bu takdirde kendilerine o
verilir. Bu kayıt, yani herbirinin dâvâ etmesi, Ebû Cafer Hindüvânî tarafından
ziyade edilmiştir. Hidâye'nin zâhirine bakılırsa zayıftır. Lâkin güzeldir.
Bahır. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
«İkisinin de beyyineleri yoktur.» İkisinin
de öncelik isbatı için beyyinesi bulunması dahi bunun gibidir. Nitekim Fetih'te
ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Yani beyyineleri, birbirini tekzib ettiği
için düşer. Halebî diyor ki: «Birisi öncelik isbatı için beyyine getirirse,
onun nikâhı sahihtir; ikincisinin nikâhı bâtıldır.»
«Mehirleri muhtelif olursa...» sözü, yalnız
miktarca muhtelif olmaya sâdıktır. Meselâ birinin mehri bin dirhem gümüş
ağırlığında, diğerininki ikibin dirhem gümüş ağırlığında olur. Bu söz yalnız
cinsçe muhtelif olmalarına da sâdıktır. Meselâ birinin mehri bin dirhem gümüş
ağırlığında, diğerininki bin dirhem altın ağırlığında olur. Hem miktar, hem
cinse muhtelif olmalarına da sâdıktır. Meselâ birinin mehri bin dirhem gümüş
ağırlığında, diğerininki ikibin dirhem altın ağırlığında olur.
«Ve bilirlerse ilh...» Bilmelisin ki, bu
tafsilât Dürer'den alınmıştır. Hâşiyecileri Dürer sahibine itiraz etmiş; ondan
başka bu tafsili yapan olmadığını söylemişlerdir. Ekseri kitaplarda mevcut olan
şudur: «Mehr-i müsemma ikisine verilir. Eğer müsemmaları muhtelif ise,
herbirine mehrinin dörtte biri verilir.» Bazı kitaplarda da, "ikisine iki
mehr-i müsemmanın yarısının az olanı verilir. Birinin mehr-i yüz dirhem,
diğerininki seksen dirhem ise; birinci kavle yöre birinci kadına yirmibeş
dirhem, ikinciye yirmi dirhem verilir. ikinci kavle göre, iki mehr-i müsemmadan
az olanının yarısı ki kırk dirhemdir ayrılır, sonra aralarında yarıya bölünür
ve her birine yirmişer dirhem verilir, denilmiştir.
Dürer'in Nuh Efendi hâşiyesinde böyledir.
Dürer'in Şeyh İsmail şerhinde ise, ihtiyatın ikincisi olduğu kaydedilmektedir.
Kâfi ve Kifâye'de mevcut olan da budur. Bunun iIIetini bildirirken, bunda
yakînen bilgi olduğu kaydedilmiştir. Zâhire bakılırsa, Dürer sahibi iki kavlin
arasını bulmak istemiş, birincisi; herbir kadına aynen mâlûm bir mehir tesmiye
edildiği zamandır. Meselâ, Fâtıma'ya beşyüz, Zâhide'ye bin dirhem demiştir.
İkincisi; bu şekilde mâlûm olmadığı zamandır. Meselâ, birisine beşyüz, diğerine
bin dirhem mehir koyduğunu bilir, ancak muayyen olarak kime ne dediğini
unutmuştur. Lâkin Kâfi ve Kifâye'nin söz gelişleri işin bu kadara münhasır
olduğunu göstermemektedir. Onun için denilmiştir ki; bu mesele rivayetin
muhtelif olduğuna yorumlanırsa, daha iyi olur. Bu anlaşıldıktan sonra görürsün
ki, şarihin Dürer sahibine uyarak, "Bilmezlerse; herbiri iki müsemmadan az
olanının yansını alır." demesi doğru değildir. Nitekim Şurunbulâliyye
sahibi ile başkaları buna tembihte bulunmuşlardır. Çünkü bu söz, iki kadının
tam mehir almasını iktiza eder. Halbuki kocalarına vâcip olan bir mehirdir.
Doğrusu, şerhin bazı nüshalarında belirtilendir ki, şudur: «Aksi takdirde iki mehr-i
müsemmadan hangisi azsa onun yarısı ikisine verilir.» Bu, Dürer'de yapılan ara
bulmaya göredir. Halbuki onun söz götürdüğünü gördün.
«Mehr-i müsemma yoksa...» Yani iki mehirden
biri söylenmemişse,, vâcip olan müt'adır. Birisi için mehir konmuş da öteki
için konmamışsa, mehir konulan dörtte birini alır. Mehir konulmayan ise
müt'anın yarısını alır. H. Bu sözün bir benzeri de Şeyh İsmail'in şerhindedir.
METİN
Eğer ayrılık cimadan sonra olursa, her
kadın için tam bir mehir verilir. Çünkü cima ile mehir tekarrur etmiştir.
İZAH
Fetih'te şöyle denilmiştir: «Ayırma cimadan
sonra olursa, herbirine mehrini tam olarak vermek icabeder. Fâsit nikâhta ise,
tam mehir ve kâmil ukr iIe hüküm verilir. (Ukr; şüphe ile cimanın karşılığında
verilen mehirdir.) Bunu, her ikisinin mehr-i müsemmaları miktar ve cins
itibariyle bir olduğu zamana yorumlamak icabeder. Değişik olurlarsa, ukr icabı
imkânsız olur. Çünkü kadınlardan biri ukr almak için diğerinden evlâ değildir.
Zira ukr vermek, fâsit olan bu nikâhta yapılan cimanın hükmüne teferru eder.
Halbuki fâsit nikâhta yapılan cimanın hükmü, mehir konmuşsa, ukr değil, mehr-i
müsemma ile mehr-i mislin hangisi azsa odur.» Bu ifadenin bir misli de
Bahır'dadır. Yalnız, "Halbuki fâsit nikâhta ilh..." cümlesî yoktur.
Anlaşılan Fetih sahibi evvelâ herbirine tam mehir vermek vâcîptir demiş; sonra
başkalarının sözüne uyarak ukr lâzım geldiğini ilâve etmiştir. Sonra fâsit
nikâhta cimadan sonra vâcîp olanın, mehr-i müsemma ile mehr-i misilden hangisi
azsa o olacağını tahkik etmiştir. Ve anlaşılmıştır ki, ukrdan murad budur.
Muğrib'de beyan edildiğine göre ukr, şüphe ile cima edilen kadının mehridir.
Şüphesiz ki fâsit nikâhta cima şüphe ile cimadır. Kenz ve diğer kitaplarda
açıklandığına göre fâsit nikâhta vâcip olan, mehr-i müsemma ile mehr-i mislin
az olanıdır. Binaenaleyh Bahır 'sahibinin ukr demekle yetinmesinin sahih olduğu
anlaşılır.
Hâsılı sen biliyorsun ki, unutma
meselesinde iki nikâhtan biri sahih, diğeri fâsittir. Cimadan sonra sahih
nikâhta mehr-i müsemma, fâsit nikâhta ise ukr, yani mehr-i müsemma ile mehr-i
mislin az olanı vâcîp olur. Hangîsinin nikâhı sahih, hangîsinin fâsit olduğu
bilinmeyince. ikimehir mezkûr vasıfla aralarında taksim edilir. Ve herbirine
tam bir mehîr verilir. Sonra bil ki, suretler dörttür. Çünkü ya her iki kadının
mehr-i müsemmalan birdir, yahut değişiktir. Her iki mehr-i misilleri de birdir,
yahut değişiktir. 'Her iki mehr-î müsemma ve mehr-i mîsil bir olursa, şüphesîz
herbirine mehrini tam olarak vermek icabeder. Mehr-i müsemmalar bir olur da,
mehr-i misiller değişik bulunursa; meselâ Hind için yüz dirhem mehir konmuş,
halbukî mehr-i misli doksan dirhem îse, kızkardeşi Da'd için dahi yüz dirhem
mehr-i müsemma konmuş, mehr-i misli îse seksen dirhem ise, nikâhı sahih olan
kadına müsemmayı vermek vâcip olur kî, o da yüz dirhemdir. Nikâhı fâsit olana
ukr verilecektir. Burada ukr, doksanla seksen arasında değişir. Kadınların
birisinî tayin etmek imkânsızdır. Çünkü ukr vermek için biri diğerinden evlâ
değildir. Onun için hâşye yazan Fetih sahibinin, "Hamli icabeder."
sözünü, "Yani herbirine tam mehrin vâcip olmasını, mehr-i misilleri de bir
olduğu için, mehr-i müsemmalarının bir olduğu zamana yorumlamak îcabeder."
diye kayıtlamıştır. Fetih sahibinîn. "Ama mehr-i mûsemmalar başka başka
olursa, ukr icabı imkansızdır." sözüne gelince: Onu böyle muttak bırakması
söz götürür. Çünkü mehr-i müsemmaları da başka başka olduğunda bu zâhırdır.
Meselâ, Hînd için yüz dirhem mehr-i müsemma konulmuştur. Mehr-i mîsli ise
seksen dirhemdir. Da'd için doksan dirhem müsemma konmuştur. Mehr-î misli ise
meselâ altmış dirhemdir. Burada ukr vâciptir demek imkânsızdır. Mehr-i müsemma
vâciptir demek de îmkânsızdır. Çünkü iki kadından biri sahih veya fâsit nikâh
sahibi olmakta diğerinden evlâ değildir. Ki, her ikisine muayyen olarak iki
müsammadan birisi ve muayyen olarak iki ukrdan birisi vâcip olsun. Çünkü
herbiri başkadır. Ama mehr-i müsemmalar başka başka, mehr-i misiller bir
olursa; meselâ Hind için yüz dirhem, Da'd için de doksan dirhem mehir konmuş ve
her ikisinin mehr-i misilleri seksener dirhem ise, ukr tayini imkânsız
değildir. Çünkü herhalde ukr seksen dirhemdir. ister Hind'in, ister Da'd'ın
nikâhı fâsit olsun fark etmez. Bilâkis mehr-i müsemmayı tayin imkânsızdır.
Sonra Fetih sahibinin sözünden, bu üç
suretin hükümleri anlaşılmamıştır. Tahtâvî diyor ki: «Zâhire göre ukr tayini
imkansız olunca, herbiri için mehr-i müsemma ile mehr-i misilden az olanı
vermek icabeder.»
Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü bu,
kadınların hakkını kesmek ve kesin olarak bilinen bir şeyin bir kısmını terk etmektir.
Çünkü kadınların birinin nikâhının sahih olduğu şüphesizdir. Ona tam olarak
mehri müsemma verilecektir. Bahusus müsemmalar bir olursa, o mehr-i müsemmayı
tam olarak alacaktır. Şu da var ki, bundan ukr tayini imkânsız olmadığı şeklin
hükmü bilinmez. Bilâkis zâhir olan, üstadımız hazretlerinin anlattığıdır ki, o
da şudur: Kadınlardan hangisinin nikâhının sahih hangisinin fâsit olduğu
bilinmediğine ve birine mehr-i müsemma diğerine ukr verileceğine göre, her
ikisi yüzde yüz mâlûm olanı alarak dörtsurette onu aralarında taksim ederler.
Mehr-i müsemmalarla mehr-i misiller bir oldukları vakit herbirine müsemmanın
biriyle mehr-i mislin biri verilir. Yalnız müsemmalar bir olduğu vakit
herbirine bir müsemma ve mehr-i mislin azı verilir. Yalnız müsemmalar değişik
olduğu vakit herbirine müsemmanın azı ve mehr-i mislin biri verilir. Hem mehr-i
müsemmalar, hem mehr-i misiller değişik olursa, herbirine iki müsemmanın azı ve
iki mehr-i mislin azı verilir. Allahu a'lem.
METİN
Biriyle cima ederse hükmünün ne olacağı
bundan anlaşılır. Mahrem kadınlardan ikisini bir nikâh altına toplamanın hükmü
de böyledir. Sahibinin cariyesini, kölenin hanımefendisini nikâh etmesi
haramdır. Çünkü mal olmak mâlik olmaya aykırıdır. Evet, sahibi bunu ihtiyaten
yapsa iyi olur.
İZAH
«Bundan anlaşılır.» Yani cima ettiği kadına
mehr-i müsemmanın yarısını ve mehr-i misille mehr-i müsemmadan hangisi azsa
onun yarısını vermesi vâcip olur. Çünkü eğer bu kadın Önce nikâhlanmışsa, bütün
müsemmayı ona vermek vâcip olur. Sonra nikâhlanmışsa, mehr-i misille mehr-i
müsemmanın hangisi azsa onun yarısını vermek icabeder. Ve bunlardan herbirinin
yarısını alır. Cima edilmeyen kadın için mehr-i müsemmanın dörtte biri verilir.
Çünkü eğer onun nikâhı önce kıyılmışsa, kendisine mehr-i müsemmanın yarısını vermek
icabetmez. Böylece yarım mehir ikiye verilir. H.
Ben derim ki: Şarihin bu söyledikleri
Şurunbulâliyye'den alınmıştır. Bunu, kadınlardan biri ile cima ettiğine ve
hangisinin nikâhının önce olduğunu bilmediğini ikrar ettiği hal ile kayıtlamak
icabeder. Ama kadınlaların biriyle cima ettiğini beyan ederse, onun nikâhına
hükmolunur. Nitekim bunu evvelce Dürerü'l Bihâr ve diğer kitaplardan
nakletmiştik. Bu takdirde kadına bütün mehr-i müsemmasını vermek icabeder. Ve o
adamdan diğer kadın ayrılır. Kadına bir şey de verilmez. Çünkü onun sonra
nikahlandığı anlaşılmıştır. Binaenaleyh nikâhı bâtıldır. Yukarıda geçmişti ki,
batıl nikahta mehir ancak cima ile vâcip olur.
«Mahrem kadınlardan ikisini ilh...» Burada
Zeylâî'nin ifadesi daha güzeldir. O şöyle demiştir: «İki kızkardeş arasında
zikrettiğimiz hükümlerin hepsi, bir nikâhta toplanmaları caiz olmayan haram
kadınlarda da geçerlidir. »
«Sahibinin cariyesini nikâh etmesi
haramdır.» Yani velev ki onun bir cüzüne mâlik olsun. Keza kadın kölesinden bir
hisseden başka bir şeye mâlik değilse, hüküm yine budur. Fetih. Cevhere'de şu
ziyade vardır: Keza karı-kocadan biri diğerinin bütününe veya bir kısmına mâlik
olursa, nikâh fâsit olur. Fakat izinli köle ve müdebber karılarını satın
alırlarsa nikâh fâsit olmaz. Çünkü onlar kadına akitle mâlik değildirler.
Mükâtep de öyledir. O da karısına akitlemâlik değildir. Sadece kadında onun
için milk hakkı sabit olur. Ebû Hanîfe, karısını muhayyer olmak şartıyla satın
alan hakkında da böyle söylemiştir. Kadının nikâhı fâsit olmaz. Onun kaidesine
göre. müşterinin muhayyerliği satılan malı milkine sokmaz.
«Çünkü mal olmak mâlik olmaya aykırıdır.»
cümlesi her iki meselenin illettidir. Fetih sahibi diyor ki: «Zira nikâh ancak
nikâhlanan iki şahıs arasında milkte ortak semereler vermek üzere meşru
kılınmıştır. Bu semerelerden bazıları; nafaka, mesken, kasm (zevceler arasında
adalet) ve izinsiz azl yapamamak gibi milkiyeti kadına mahsus olan şeylerdir.
Bazılarının milkiyeti de erkeğe mahsustur. Kocaya teslimiyetin vâcip olması,
evinde oturmak, başkalarından kaçmak bunlardandır. Bazılarının milkiyeti de
aralarında ortaktır. Birbirlerinden istifade, cima, mübaşeret, çocuğun nesebi
gibi şeyler bu kabiledendir. Mal olmak mâlik olmaya aykırıdır. Bunlar nikâh
akdinin lâzımı olan şeye aykırıdır. Lâzıma aykırı olan şey, melzûme de
aykırıdır. Bununla, "Kadının cariyelik cihetinden memlûk olması, nikâh
cihetinden de mâlik olması caizdir." sözü itibardan sâkıt olur. Çünkü farz
ve tahminimize göre nikâhın lâzımı bu söylediklerimizden herbirine tam bir şekilde
mâlik olmaktır. Kölelik buna mânidir.
«Evet...» cümlesiyle şarih,
"haramdır" sözünden muradın mutlak surette memnu demek olduğuna; bu
kelimeden zihne gelen, üzerine günah terettüp edecek şekilde memnu mânâsı
kasdedilmediğine işaret etmektedir. Aksi takdirde efendinin cariyesiyle
evlenmesindeki mevhum işten münezzeh kalmak için haramı işlemek imkânsızdır.
Yahut haramdır kelimesinden, semere veren şer'î akit yoktur mânâsı kasdedilir.
Nitekim Fetih'ten yukarıda naklettiğimiz ibare buna işaret etmektedir.
Cevhere'deki şu ifadenin mânâsı budur: «Keza Muzmerât'tan naklen Bahır'da
bildirildiğine göre bundan murad, mehrin köle sahibinin zimmetinde sabit
olması, âzâd edildikten sonra nikâhın bâki kalması ve kadının üzerine talâkın
vâki olması gibi nikâh hükümleridir. Ama onunla, muhtemel olan haram cimadan
nezih kalarak evlenirse bu güzeldir. Çünkü o kadının hür yahut başkasının
âzâdlısı veya âzâdına yemin edilmiş de yemin eden dönmüş olması ihtimali
vardır. Bu çok başa gelir. Bahusus cariye birçok eller değiştirmişse...»
Ben derim ki: Bahusus zamanımızda ganimet
olarak alınan cariyeler... Çünkü ganimetin taksim edilmediği yüzde yüz
mâlûmdur. Şu halde bu cariyelerde beşte bir sahiplerinin ve diğer
ganimetçilerin hakları kalır. Şarihin cihad bahsinde Müftü Ebussud'dan
naklettiği, "Zamanımızda Sultan tarafından umumi ihsan vâki olmuştur.
Binaenaleyh beşte biri verdikten sonra bu cariyelerin cimalarının helâl
olduğunda şüphe kalmaz." sözü bir şey ifade etmez. Şunun için ki, evvelâ
umumi ihsan doğru değildir. Bu bâbta ister sultan beşte biri almayı şart
koşsun, ister koşmasın fark yoktur. Çünkü bunda mukadder hisseleri iptalvardır.
Nitekim bunu İmam Serahsî Siyer-i Kebir şerhinde belirtmiştir. ikincisi; onun
zamanındaki sultanın ihsanda bulunması, bizim zamanımızda geçerli değildir.
Üçüncüsü; o beşte biri vermekle şüpheyi nefyetmiştir. Mâlûmdur ki, zamanımızda
askerden kimin eline bir şey geçerse onu alır. Beşte birini de vermez.
Binaenaleyh cariyenin ganimetten alındığı bilinirse, akdin vâcip olması
gerekir. Bundan dolayıdır ki Şâfiîlerden biri, "Bugün Rum'dan, Hint'den ve
Türkistan'dan celbedilen cariyelerle cimada bulunmak haramdır." demiştir.
Eşbâh sahibi bunu naklettikten sonra, «Ferclerde asıl olan tahrimdir.» kaidesi
hakkında, "Bu takvadır: lâzım bir hüküm değildir. Çünkü hâli bilinmeyen
cariye hakkında; küçükse elinde bulunan şahsa, büyükse cariyenin ikramına
müracaat olunur. Hâli mâlûm ise işkâl yoktur." demişse de, bu söz ancak
ganimetten alındığı bilinen cariyeden başkaları hakkındadır. Ganimetten alındığı
bilinen cariye hakkında ise hüküm söylediğimiz gibidir. Lâkin şöyle
denilebilir: İhtimâl bu cariyeyi kumandan satmıştır. Yahut askerden biri satmış
da, kumandan satışını geçerli saymıştır. Böyle olmazsa Siyer-i Kebir şerhinde
bildirilmiştir ki, gazinin taksimden evvel hissesini satması bâtıldır, âzâd
etmesi gibidir. Lâkin cariyeye nikâh akdi yapmak şüpheyi kaldırmaz. Çünkü
cariye ganimet olunca. ganimetçilerle beşte bir sahipleri arasında ortak olur.
Ve kendisini tezviç etmesi sahih değildir. Şüpheyi kaldıran onu beytü'l-malın
vekilinden satın almak yahut bir fakire tasadduk edilerek ondan satın almaktır.
İnşaallah bu meselenin tamamı cihad bahsinde gelecektir.
METİN
Ama bunda görülüyor ki, cariyeyi beşinci
kadın saymamak ve benzeri ihtiyatsızlıklar vardır. Vesenî bir kadım nikâh etmek
bil icma haramdır. Kitabîye olup, gönderilen bir peygambere inanan, Allah
tarafından indirilen bir kitabı ikrar eden kadını nikâh etmek ise sahihtir.
Velev ki tenzilen mekruh olsun. Velev ki Mesih'in ilâh olduğuna inansınlar. Mezhebe
göre onların kestikleri de helâldir. Bahır.
İZAH
«Ama bunda görülüyor ki ilh...» cümlesi
Şurunbulâliyye'den alınmıştır.
«Ve benzeri»nden murad, cariyeye kasım
lâzım gelmemesi, cariyenin boşanmaması, iddiasız çocuğunun nesebinin sabit
olmaması gibi şeylerdir.
Lâkin âşikârdır ki, ona nikâh kıyılırken
ihtiyat olan, ancak bunu milkin sahih olmaması ihtimali kuvvetli olduğu zaman
yapmaktır. Tâ ki cima şüphe götürmeksizin helâl olsun. Bundan dolayı ona nikâh
kıymaktan cariyeyi kendisine beşinci kadın ve benzeri saymaması lâzım gelmez.
Bilâkis diyoruz ki, bunda da ihtiyat göstermesi gerekir.
"Vesenî" kelimesi 'vesen'e
tapmaya nisbet edilmiştir. Vesen; cüssesi olan, yani insan suretinde ağaçtan,
taştan veya gümüşten, cevherden oyulan heykeldir. Cem'i 'evsân' gelir. Sanem
ise, cüssesiz surettir. Lügat ulemasından birçokları, aralarında böyle fark
yapmışlardır. Bazıları aralarında fark olmadığını söylemiş; birtakımları da
suretten başkasına ve sen denileceğini bildirmişlerdir. Binâye'de böyle
denilmiştir. Nehir. Fetih'te beyan edildiğine göre;güneşe yıldızlara ve
beğendikleri suretlere tapanlara Muattile (Allah'ın sıfatlarını inkâr eden
fıkra), Zındıklar, Bâtıniler, İbahacılar da efsâne tapanlarda dahildir. Veciz
şerhinde, "îtikat edenlerin kâfir sayıldığı her mezhep, evsâne tapanlarda
dahildir." denilmiştir.
Ben derim ki: Bu Dürzîlere, Nusayrîlere ve
Teyamine'ye de şâmildir. Onlardan da kız alıp vermek ve kestiklerini yemek caiz
değildir. Çünkü semavî bir kitapları yoktur. Şarih nikâhlarının haram olması
ifadesiyle, milki yeminle (yani cariye olarak) cimalarının da haram olduğunu
anlatmak istemiştir. Nitekim gelecektir. Maksat, müslümana haram olmalarıdır.
Çünkü Hâniyye'de, "Mecûsi ve vesenî olan kadın her kâfire helâldir. Bundan
yalnız mürted müstesnâdır." denilmiştir.
"Kitâbî" kelimesini musannıf
mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh harbiyeye, zımmîyeye, hürre ve cariyeye
şâmildir. Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir.
«Bir kitabı ikrar eden kadını nikâh etmek
sahihtir.» Nehir'de Zeylâî'den naklen şöyle denilmiştir: «Bilmiş ol ki, her kim
semâvî bir dine îtikat eder de, Hz. İbrahim'in ve Şît'in sahifeleri, Dâvûd'un
Zebur'u gibi Allah'tan indirilmiş bir kitabı olursa, o Ehl-i Kitap'tandır.
Böylelerin nikâhla alınmaları ve kestiklerinin yenilmesi caizdir.»
«Velev ki tenzihen mekruh olsun.» Yani
kadın zımmîye olsun, harbîyye olsun, nikâhla alınması tenzihen mekruhtur. Zira
Bahır sahibi harbî olan kitâbîyenin keraheti tenzihiye olduğunu zâhir
bulmuştur. Zımmîyyenin de öyle olacağı evleviyette kalır. H.
Ben derim ki: Bunu Bahır sahibi şöyle
ta'lil etmiştir: «Kerahet-i tahrimiye için mutlaka bir yasaklama veya o mânâda
bir şey bulunmalıdır. Çünkü o vâcip kuvvetindedir.» Yine Bahır'da beyan
edildiğine göre; ulemanın harbîyye hakkında mutlak olarak kerâhet sözünü kullanmaları,
ondaki kerahetin kerahet-i tahrimiye olduğunu ifade eder. Delilini müctehid
bilir. Şu da var ki. ta'lil de bunu ifade eder. Fetih'te şöyle denilmiştir:
«Kitâbî kadınlarla evlenmek caizdir. Ama evlâ olan, bunu yapmamak ve
kestiklerini yememektir. Zaruret bundan müstesnadır. Harbî olan kitâbî kadınla
evlenmek bilicma mekruhtur. Çünkü fitnenin kapısını açar. Ona aşık olur; bu da
onunla birlikte dûr-ı harpte oturmayı gerektirir Çocuğu ehl-i küfrün ahlâkıyla
ahlâklanmaya ve köleliğe mâruz bırakılmış olur. Bu şöyle olur: Kadın gebe iken
esir edilir, çocuk köle olarak doğar. Velev ki müslüman olsun,» Evlâ olan
yapmamaktır sözü, harbîyyeden başkaları hakkında kerahet-i tahrimiye ifade
eder.
«Mezhebe göre» Yani müstesfa'ya muhalif
olarak demek istiyor. Çünkü Müstesfa'da helâlolmak, "bunu îtikat
ederlerse" diye kayıtlanmıştır. Şeyhü'l-İslâm'ın Mebsût'undaki şu ibare de
ona uymaktadır: «Ehl-i Kitap, Mesih'in ve Üzeyir'in ilâh olduğunu îtikat
ederlerse, onların kestiklerini yememek, kadınlarını nikâh etmemek vâcip olur.
Fetvanın buna göre olduğu söylenir. Lâkin delile bakarak kestiklerin! yemek ve
kadınlarını almak caizdir.» Bahır sahibi diyor ki: Bunun hâsılı şudur: Mezhep
bunu mutlak bırakmaktır. Çünkü Şemsü'l-Eimme'nin Mebsût'ta zikrettiğine göre,
hıristiyanın kestiği mutlak surette helâldir. İsterse, Allah üçün üçünsüdür
desin, ister demesin fark etmez. Çünkü burada kitap ve delil mutlaktır.
Fethu'l-Kadir sahibi bunu tercih ederek, Peygambere Allah diyenlerin,
yahudilerle hıristiyanlardan iki taife olduğunu. bunların tamamen munkarız olup
bittiğini, bununla beraber şirk lâfzı mutlak söylenildiği vakit şeriat dilinde
Ehl-i Kitab'a yorumlanmadığını söylemiş; "Velev ki bir veya birkaç taife
hakkında sahih olsun. Çünkü bundan Allah'la birlikte başka-sına yani bir peygambere
ve kitaba tâbi olduğunu iddia etmeyen birine ibadet etmek murad edildiği
mâlûmdur." denmiştir.
METİN
Nehir'de, "Mutezile taifesiyle nikâh
alışverişinde bulunmak caizdir. Çünkü biz Ehl-i Kıble'den hiçbirini tekfir
etmeyiz. Velev ki münakaşalarda hasmı ilzam için söylenmiş olsun."
denilmiştir. Kitabı olmayan yıldızperest bir kadını nikâh etmek ve milk-i
yeminle ona cimada bulunmak sahih değildir. Mecûsiyye ile vesenîye de öyledir.
Bu cümle şerhin nüshalarından düşmüş, metnin nüshalarında mevcuttur. Ve
yıldızperest cümlesi üzerine matuftur.
İZAH
«Nehir'de ilh...» ifadesi,
Fethu'l-Kadir'den alınmıştır. Orada şöyle denilmektedir: «Mutezile'ye gelince:
Vechin muktezası, onlarla nikâhlanmanın helâl olmasıdır. Çünkü hak, Ehl-i
Kıble'nin tekfir edilmemesidir. Velev ki mubahaselerde ilzam için söylensin.
Zarurat-ı diniyyeden olduğu kesin bilinen şeylere muhalefet edenler bunun
hilâfınadır. Meselâ bu âlemin kadîm olduğunu söyleyenlerle, Allah cüz'iyyatı
bilmez diyenler, muhakkık ulemanın açıkladıklarına göre tekfir edilirler.»
Ben derim ki: "Allah bizzat icabeder,
Allah'ın ihtiyarı yoktur." diyenler de böyledir.
«Velev ki mubaheselerde ilzam için
söylensin.» sözünün mânâsı, "Onlarla münakaşa ederken, mezheplerini
reddetmek için Mutezile kâfirdir diye açık söylense bile, bundan murad, onların
bu şöyledir demesinden küfür lazım gelir." demektir. Bundan onların kâfir
olmaları lâzım gelmez. Çünkü mezhebe lâzım gelen şey mezhep değildir. Bir de
onlar bu söylediklerini kendi îtikatlarınca ancak şer'î bir delil şüphesiyle
söylemişlerdir. Velev ki hata etmiş olsunlar. Şu da var ki, onların halleri
Ehl-i Kitap'tan aşağı değildir. Bilâkis Kütüb-i Semâviyye'nin en şereflisini
ikrar ederler. Onlarla nikâh alış-verişinde bulunmanın helâlolmadığını
söyleyen, herhalde îtikatları dolayısıyla onların mürted sayıldığına hükmetmiş
olacaktır. Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu, onların îtikadının aslıdır. Küfür
olduğu teslim edilse bile, dinden dönmek sayılamaz.
Bahır sahibi şöyle diyor: «Bir kimse tekfir
edildiği bir mezhebe îtikat eder de, bu önceden sahih itikatda bulunmadan
oluyorsa, o kimse müşriktir. Sahih îtikat üzerine geliyorsa mürted sayılması
gerekir» Bununla anlaşılır ki, Râfızî bir kimse Hz. Ali'nin Allah olduğuna
yahut Cebrâil'in vahyi getirirken yanıldığına îtikat ederse, veya Ebû Bekr-i
Sıddîk'ın Sahabî olduğunu inkâr eder yahut Hz. Aişe'ye iftira atarsa kâfirdir.
Çünkü dinden olduğu bizzarure bilinen kesin delillere muhalefette bulunmuştur
Hz. Ali'yi diğerlerinden üstün gören veya Ashab'a söven bunun hilâfınadır. O kâfir
değil bid'atçıdır. Nitekim ben bunu, "Tenbîhü'l-Vülat Ve'l-hükkâm...» adlı
kitabımda izah etmişimdir.
T E M B İ H : Ben mü'minim inşaallah diyen
kimseyle nikâh alışverişinde bulunmak caiz değildir. Çünkü o kâfirdir
denilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bu söz, onun îmanında şüphe ederek
söyleyen hakkındadır diye yorumlanmıştır. Şâfiîler böyle bir şey söylemezler.
Binaenaleyh onlara aramızda hiç şüphe etmeksizin nikâh alış-verişi caizdir.»
Fetih sahibi bunu tahkîk etmiş ve, «Şâfiîler bununla can teslim ederken îmanı
kasdederler. Nitekim bunu açıkça söylemişlerdir. Bu, istikbalde kendisinin
yapacağı bir şeyi haber vermektir. Binaenaleyh ona Teâlâ Hazretlerinin,
"Sakın bir şey için ben bunu yarın yaparım deme. İnşaallah dersen o
başka." âyet-i kerîmesi taallûk eder. Şu kadar var ki, bize göre bu,
evlânîn hilâfıdır. Çünkü böyle yerlerde meleke olsun diye nefsi kesin söylemeye
alıştırmak, tereddüt edatını oraya sokmaktan daha hayırlıdır. Yani ben ölürken
mü'min olur muyum olmaz mıyım diye tereddüt etmekten hayırlıdır.» demiştir.
«Kitabı olmayan yıldızperest bir kadın...»
ifadesi, metinlerde zikredilen sâbienin iki tefsirinden biridir. Hidâye sahibi
diyor ki: «Sabiîler bir peygamberin dinine inanır ve bir kitabı tasdik
ederlerse, kadınlarını almak caizdir. Ehl-i kitap'tandırlar. Şayet yıldızlara
taparlar da kitapları yoksa, onlarla nikâh alış-verişinde bulunmak caiz
değildir. Zira müşriktirler. Bu hususta nakledilen hilaf, mezheplerinde
şaşırıldığına yorumlanır. Herkes elinde olana göre cevap vermiştir. Kestikleri
hayvanların hâli de buna göredir.» Yani onların kitabı olduğunu; lâkin
kendileri müslümanın Kâbe'yi tâzimi gibi yıldızları tâzimde bulunduklarını
söyleyen ve buna binaen kestikleri helâldir diyen İmam-ı Azam'la; onlar
yıldızlara taparlar, binaenaleyh kestikleri helâl değildir diyen İmameyn
arasında hilâf vardır. Fetih sahibi diyor ki: «Bunların tefsiri hususunda
ittifak edilse, haklarında verilecek hükümde de ittifak edilirdi.» Bahır sahibi
şunları söylemiştir: «Hidâye'nin zâhirine bakılırsa, onlarla nikâh
alış-verişinde bulunulması iki kayıtla menedilmiştir. Birisi yıldızlara
tapmaları, diğeri kitapsız olmalarıdır. Şayet yıldızlarataparlar da kitapları
varsa, onlarla nikâh alış-verişi caizdir. Bazı ulemanın kavli budur. Derler ki;
yıldızlara ibadet etmek onları Ehl-i Kitap olmaktan çıkarmaz. Doğrusu şudur:
Bunlar hakikaten yıldızlara taparlarsa Ehl-i Kitap değillerdir. Müslümanın
Kâbeyi tâzimi gibi yıldızlara tâzimde bulunurlarsa Ehl-i Kitap'tırlar.
Müctebâ'da böyle denilmiştir.» Bu izaha göre musannıfın, "kitabı
olmayan" demesinin mânâsı yoktur. Lâkin yukarıda geçen, "Nasrânî bir
kadın Mesih'in ilâh olduğuna îtikat etse bile helâldir." sözü bazı
ulemanın kavlini te'yid eder. Nitekim bunu Nehir sahibi söylemiştir.
"Mecûsiyye", mecûse nisbet
edilmiştir. Mecûsi, ateşe tapan kimselerdir. Bunların nikâhlarının -velev
milk-i yeminle olsun- caiz görülmemesi dört mezhebin imamlarına göre ittifâkî
bir meseledir. Davud-u zâhiri buna muhaliftir. Ona göre bunların kitabı vardı.
Sonra kaldırıldı. Meselenin tamamı Fetih'tedir.
«Bu cümle şerhin nüshalarından düşmüştür.»
demekle şarih vesenîleri tekrar ettiği için özür dilemekte ve atıf îhamını def
etmektedir.
METİN
Hacc veya umre için ihramlı bir kadın velev
ihramlı bir erkeğe olsun nikâh edilebilir. Bu cümle, yukarıda geçen,
"kitâbiyye olup...» cümlesi üzerine matuftur. Dikkatli ol. Cariyenin
nikâhı dahi velev kitabîyye yahut hürreye kudretle beraber olsun caizdir. Bize
göre kaide şudur: Milk-i yeminle helâl olan her cima, nikâhla da helâl olur.
Milk-i yeminle helâl olmayan cima, nikahla da helâl olmaz. Velev ki ihramlı
kadının nikâhı tahrimen, cariyenin nikâhı tenzihen mekruh olsun. Cariye üzerine
hürre almak da caizdir.
İZAH
«Yahut hürreye kudretle beraber...» Yani
hür kadının mehir ve nafakasını vermeye kudreti olsa da cariyeyle evlenebilir.
«Kaide şudur.» Burada şöyle münakaşa
edilebilir: «Hûr kadınla evlendikten sonra edinilen cariye ile milk dolayısıyla
cima caizdir. Ama hür kadın üzerine nikâhla cariye almak caiz değildir.» T.
«Velev ki ihramlı kadının nikâhı tahrimen,
cariyenin nikâhı tenzihen mekruh olsun.» Cariyenin nikâhının tenzihen mekruh
olmasını Bahır sahibi Bedâyi'nin sözünden alarak zâhir saymıştır. Kuhistânî'de
de öyledir. Ve bunu Mebsût sahibinin, "Ama evlâ olan yapmamaktır."
sözüyle te'yid etmiştir. Kerahet-i tahrimiyye meselesini Mehir sahibi Fetih
sahibinin sözünden anlamıştır. Ama bu anlayış yersizdir. Çünkü Fetih sahibi
meselenin bize olan delilini zikretmiştir ki, o da Kütüb-i Sitte'nin İbn-i
Abbas'tan tahriç ettikleri; "Rasulullah (s.a.v.) Meymune ile ihramlı iken
evlendi, ihramdan çıktıktan sonra zifaf oldu." hadisidir. Üç mezhep
imamlarının delilini de zikretmiştir. O da Buhârî'den maada hadis imamlarının
rivayetettikleri. "İhramlı ne nikâh eder. ne de nikâh ettirir."
hadisidir. "Ne de nikâh edilir." şeklinde okuyan hata etmiş olur.
Bahır, Müslim'in rivayetinde, "Dünürlük de yapmaz." ziyadesi vardır.
Bundan sonra Fetih sahibi cevap vererek
birçok vecihlerden birinciyi tercih etmiş, sonra muarazayı teslim etse bile
ikinciyi ya ihramlı iken cimaya yahut delillerin arasını bulmak için kerahete
yorumlanmıştır. Sebebi şudur: Çünkü ihramlı bir kimse nikâh akitlerine
girişmekten meşguldür. Bu, onun kalbini ibadeti güzel yapmaktan meşgul eder.
Zira bunda dünürlük, dilekler, davet ve toplantılar vardır. Nefsi cîma için
uyandırır. İşte, "Dünürlük yapılmaz." buyurması buna yorumlanır.
Peygamber (s.a.v.)'in mekruh olan bir şeyi yapmış olması lâzım gelmez. O bundan
münezzehtîr. Onun hakkında hükmün başka olması da ihtimalden uzak değildir.
Zira onun hakkında illet başka. bizim hakkımızda başkadır. Meselâ visal orucunu
bize yasak etmîş kendisi tutmuştur.
Hasılı nikahtan murad cima ise, nikâh
yapmamalı, zira nehy haram olduğunu bildirmek içindir. Bu kesin ve şüphesizdir.
Nikâhtan murad akit ise, o zaman nehy kerahet içindir. Zikrettiği vecih
kerahet-i tahrimiyye icabetmez. Aksi takdirde ihramlı bir kimsenin cariye
ticareti de haram olur. Zira onda da kalbi meşgul etmek ve nefsi cimaya
uyandırmak vardır.
«İşte dünürlük yapılmaz buyurması buna
yorumlanır.» demesi de bunu te'yid eder. Şu da var ki, Dürerü'l Bihâr şerhinde
nehyin tenzih için olduğunu açıklamıştır. Kenz'in, "Kitâbî, saibî ve
ihramlı kadınlarla evlenmek helâldir." sözü de bu hususta açıktır. Çünkü
tahrimen mekruh olan bir şey helâl değildir.
METİN
Bunun aksi sahih olmaz. Velev ki ümmü veled
olsun. Velev ki hür kadının talâk-ı bâinden beklediği iddet içinde olsun.
Cariyeye hürrenin üzerine müracaat ederse sahih olur. Çünkü milk bâkidir. Bir
kimse bir akitle dört cariye ve beş hürre nikâh etse, cariyelerin nikâh» sahih
olur. Çünkü beş kadının nikâhı bâtıldır. Hür bir adam için hür ve cariyelerden
yalnız dört kadınla evlenmek caizdir. Fazlasını alamaz. Ama cariye olarak
dilediği kadar alabilir. Bir adamın dört karısı ve bin cariyesi olsa, başka bir
cariye satın almak dileğinde biri onu kınasa, o kimsenin küfründen korkulur.
Adam cariyeyi satın almak istediğinde karısı kendîmi öldürürüm dese yine
vazgeçmez. Çünkü yaptığı iş meşrudur. Lâkin karısını gücendirmemek için
vazgeçerse sevaba girer. Çünkü hadiste, «Her kim benim ümmetîme acırsa, Allah
da ona acır." buyrulmuştur. Bezzâziyye. Köle için bu sayının yarısı
vardır. Velev ki müdebber olsun.
İZAH
«Bunun aksi sahih olmaz.» Yani ikisini bir
akitle almak dahi caiz değildir. Belki cemide hür kadının nikâhı caiz olur,
cariyeninki caiz olmaz. Nitekim bunu Zeylâî ve başkaları açıklamışlardır.
Eşbâh'ta, "Helâlle haram bir yere gelirse" kaidesinde, ikisinin de
bâtıl olduğubildîrilmişse de, bu kalem hatasıdır. Bir de cariyeyi hür kadın
üzerine getirmenin haram olması, hür kadının nikâhı sahih olduğu zamandır. Hür
kadına fâsit nikâhla zifaf olursa, onun üzerine cariye nikahlaması menedilemez.
ŞurunbulâIiyye.
FER'Î BİR MESELE :Bir kimse sahibinin izni
olmaksızın bir cariyeyle evlenir de zifaf olmadan bir de hür kadınla evlenirse,
cariyenin sahibi ondan sonra razı olduğu takdirde o nikâh caiz değildir. Çünkü
helâllik ancak razı olduğu vakit sübut burur. Ve yeni nikâh hükmünde olur.
Binaenaleyh o adam hür kadın üzerîne cariye almış sayılır. Sahibi izin vermeden
o cariyenin hür olan kızını olsa caiz olur. Çünkü nikâh-ı mevkuf helâl olmak
hususunda yok hükmündedir. Binaenaleyh başkasının nikâhına mâni olamaz. Bunu
Muhît'ten Bahır sahibi kısaltarak nakletmiştir.
«Velev ki hür kadının» sözü mübalâğa
cümlesindendir. Yani velev ki dir. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.
«Velev ki hür kadının» sözü mübalâğa
cümlesindendir. Yani velev ki hür kadının iddeti içinde olsun.
«Talâk-ı bâinden» sözü ile imameyn'in
hilâfına işaret etmiştir. Onlar bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Fakat ric'î
talâkta caiz olmayacağına bütün imamlarımız ittifak etmişlerdir.
«Çünkü milk bâkidir.» Yani cariyenin
nikâhına mâlik olması bâkidir. Çünkü talâk-ı ric'î ile cariye nikâhtan çıkmış
değildir. Burada hür kadın cariye üzerine gelmiştir.
«Çünkü beş kadının nikâhı bâtıldır.» Bundan
şu anlaşılır ki, hür kadınlar dört olsa nikâhları sahih olur; cariyelerîn
nikâhı bâtıl olurdu. Nasıl ki hür kadınla cariyeyi bir akitle alırsa hüküm
budur. Rahmetî'nin Hâkim'in Kâfî'sinden naklettiği söz bunu izah etmektedir ki,
şöyledir: Bu meselenin esası şudur: Hür kadınların nikâhına bakılır: Eğer
yalnız olsalar nikâhları caiz olacaksa bu nikâh caiz; cariyelerinki bâtıldır.
Yalnız başına caiz değilse, onların nikâhı bâtıl; cariyelerin nikahı caizdir. O
da, yalnız başkalarına olsalar nikâhları caizse kaydıyla mukayyeddir.
Ben derim ki: Bundan şu çıkarılır: Hür
kadınlarla cariyelerin mecmuu dörtten ziyade değilse, nikâh sadece hür kadınlar
hakkında caizdir. Az yukarıda, "Bunun aksi sahih olmaz." dediği yerde
söylediklerimiz bunun tâ kendisidir.
«O kimsenin küfründen korkulur.» Çünkü
Teâlâ Hazretleri, "Ancak kocalarına yahut satın aldıkları kölelerine
görünebilirler. Çünkü bunlar kınanmazlar." buyurmuştur. Bezzâziyye. Bunun
muktezası şudur: Karısının üzerine evlenmesini kınarsa, o da bunun gibidir.
Bahır sahibi aralarında fark görerek; «Hür kadınları bir nikâh altına almakta
meşakkat vardır. Çünkü aralarında adalete riayet vâciptir. Cariyeleri bir nikâh
altına toplamak bunun hilâfınadır. Çünkü ondan zihne gelen, o adama ârız olacak
zulüm demişse de, nassınkarşısında bu sözün bir tesiri yoktur. Nehir. Yani nass
iki taraftan kınamayı nefyetmiştir. Şöyle denilebilir: Cariye üzerine cariye
almaktan zihne gelen, fiilin aslını kınamaktır. Başka kadın almayı kınamak
bunun hilâfınadır. Çünkü ondan zihne gelen, o adama ârız olacak zulüm ve cefa
korkusundan dolayı kınamadır. Fiilin aslından dolayı kınamak değildir.
Binaenaleyh bu, Teâlâ Hazretlerinin, "Eğer adalet gösteremeyeceğinizden
korkarsanız bir kadınla yetinin." âyet-i kerîmesiyle amel etmek olur.
Bahır sahibinin yaptığı farkın vechi budur. O bunu yalnız cariye almak
dolayısıyla yapılan kınama hakkında ulemanın kavillerinden almıştır. Halbuki
tahkîk şudur: Eğer kınamadan asıl fiili kasdediyorsa, yani sen çok çirkin bir
iş yaptın derse, o adam her iki yerde kâfirdir. Ama kınaması; sen, terki senin
için daha iyi olanı yaptın; çünkü bu işte nafaka husunda yorulacaksın; çoluk
çocuk fazlalaşacak, aldığın cariyeyle veya yeni evlendiğin kadınla eşin zarar
görecek mânâsına söylerse her iki yerde kâfir olmaz, her iki mânâdan bir şey
mülâhaza etmeyerek söylerse yine her iki yerde küfretmiş olmaz. Lâkin ulema
birincide küfründen korkulur demişlerdir. Çünkü ondan zihne gelen, asıl fiilden
dolayı kınamasıdır. îkincide küfründen korkulmaz. Çünkü dediğimiz gibi zihne
bunun hilâfı gelir. Buna zâhir olan budur. Allahu a'lem.
«Allah da ona acır.» Yani ona sevap verir,
ihsanda bulunur demektir. T.
«Velev ki müdebber olsun.» Mükâteb ile ümmü
veledin sahibinden başkasından olan oğlu da onun gibidir . Nitekim Ğaye'de
bildirilmiştir . T .
METİN
Ona bundan maadası yasaktır. Onun cariye
edinmesi asla helâl değildir. Çünkü kendisi talâktan başka bir şeye mâlik
değildir. Zinadan gebe kalan kadını nikâh etmek sahihtir. Zinadan başka bir
suretle gebe kalanı nikâh etmek sahih değildir. Çünkü onun nesebi sabittir.
Velev ki bir harbîden veya bu işi ikrar eden efendisinden sabit olsun. Ama
doğuruncaya kadar o kadınla cima ve cima mukaddimelerinde bulunmak haramdır. Bu
cümle, birinci meseleye iattir. Tâ ki suyu başkasının ekinini sulamasın. Çünkü
sac bundan biter.
FER'Î MESELELER: O kadını zina eden şahıs
alsa, olması bilittifak helâl olur. Çocuk kendisinindir. Nafakası kendine lâzım
gelir.
İZAH
«Ona bundan maadası yasaktır.» Yani köleye
- velev ki mükâteb olsun - ikiden fazla kadınla evlenmek yasaktır. Nitekim
Bahır'da beyan edilmiştir.
«Aslâ helal değildir.» Yani sahibi izin
verse bile cariye edinemez.
«Çünkü kendisi...» Bu bâbta yalnız talâka
mâliktir. Bu, kendi aleyhine ikrarda bulunmak gibi talâktan başka şeylere mâlik
olmasına aykırı değildir.
«Zinadan gebe kalan kadını nikâh etmek...»
Tarafeyn'e göre sahihtir. İmam Ebû Yusuf'a göre sahih değildir. Fetva
Tarafeyn'in kavline göredir. Nitekim Muhît'ten naklen Kuhistanî'de
bildirilmiştir. Timurtâşî bu kadına nafaka verilmeyeceğini söylemiştir.
Bazıları nafaka verilir demişlerdir. Birinci kavil daha râci'dir. Çünkü cimaya
mani kadından gelmektedir. Hayız bunun hilâfınadır. Çünkü o Allah, tarafından
gelir. Bunu Fetih'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Zinadan başka bir suretle gebe kalanı
nikah etmek sahih değildir. »
Bu söz, sahih veya fâsit nikâhtan gebe
kalana, şüpheyle veya milk-i yeminle cima edilene, gebeliği müslümandan veya
zımmîden yahut harbîden sabit olana şâmildir.
«Çünkü onun nesebi sabittir.» Kadın iddet
içindedir, iddet bekleyen kadının nikâhı ise sahih değildir. T.
«Velev ki bir harbîden olsun.» İslâm
memleketine hicret eden ve esir alınan kadınlar gibi kî, çocuklarının nesepleri
harbîden sabittir. Ebû Hanîfe'den bir rivayete göre böyle bir kadının nikâhı
sahihtir. Zeylâî sahih olmadığını doğrulamıştır ki, mutemet olan da budur.
Fetih'te bunun zâhir mezhep olduğu bildirilmiştir. Bahır.
«Bu işi ikrar eden efendisinden sabit
olsun.» Bu söz ile şarih, Hidâye'deki; "Bir kimse kendisinden hâmile kalan
ümmü veledini evlendirse, nikâh batıl olur." ifadesinin çocuğu ikrar
ettiği sürette yorumlandığına işaret etmiştir. Çünkü, "kendisinden hâmile
kalan" demektir. Nehir sahibi diyor ki: «Tevşih'te, "Bu izaha göre
efendisi cariyesinin gebe kaldığını anladıktan sonra çocuğun kendinden olduğunu
itiraf etmeden evlendirse, nikâhın caiz olması gerekir. Ve çocuğu nefyetmiş
olur." deniliyor. Ben derim ki: Buradan anladın ki, o kimse ümmü veledi
olmayan hâmile bir cariyesini evlendirse caiz olur. Çünkü bendendir diye dâvâya
bağlı olmayan yerde nefy sayılınca, buna bağlı olan yerde evleviyetle nefy
sayılır.»
«Cima mukaddimelerinde bulunmak haramdır.»
Bahır sahibi diyor ki:«Tarafeyn'in kavline göre cima mukaddimelerinin hükmü
cima gibidir. Nitekim Nihaye'de belirtilmiştir.» Halebî, «Bahır'ın nafakalar
bahsinde mukaddimelerin caiz olduğu bildirilmiştir. Düzeltilmelidir.» diyor.
Ben derim ki: Nafakalar bahsinde bildirilen
şudur: «Küçük çocuğun karısına çocuğun babası nafaka verir de, sonra kadın
doğurarak çocuğun zinadan olduğunu itiraf ederse, aldığı nafakadan bir şey iade
etmez. Çünkü zinadan gebe kalmak cimaya mani ise de mukaddimelerine mâni
değildir.» Ama şöyle fark yapılabilir: Buradaki suret, zinadan gebe kalıp da
sonra evlendiğine göredir. Nafakalar bahsinde ise, karısı zinadan hâmile
kaldığına göredir.
"Nafakalar bahsindeki söz İmam-ı
Âzam'ın kavlidir. Buna delil, Bahır sahibinin burada İmameyn'in kavline göre
demesidir." diye cevap vermek de mümkün değildir. Çünkü buradaki zamir Ebû
Hanife ile İmam Muhammed'e râcîdir. Onlar nikâhın sahih olduğuna kaildirler.
Ebû Yusuf ise aslından sahih olduğuna kail değildir.
«Bu cümle birinci meseleye aittir.» Aittir
cümlesindeki zamir musannıfın, "Ama doğuruncaya kadar o kadınla cima
haramdır." sözüne aittir.
«Çünkü saç bundan biter.» Bundan murad,
biten saçın büyümesidir. Saçın bitmesi değildir. Onun için Tebyin ve Kâfî'de,
"Çünkü bununla işitmesinin ve görmesinin keskinliği artar. Nitekim hadiste
bildirilmiştir." denilmiştir. Bu onun hikmetidir. Yoksa murad, cimadan men
etmektir. Çünkü Fetih'te şu ibare vardır: «Rasulullah (s.a.v.) Allah'a ve
âhiret gününe îmanı olan bir kimseye, "Suyunun başkasının ekinini sulaması
helâl değildir." buyurmuştur. Bundan, gebe kadınla cimayı kasdetmiştir. Bu
hadisi Ebû Dâvud ile Tirmîzî rivayet etmiş; Tirmîzî, "Hasen bir
hadistir." demiştir.» Şurunbulâliyye.
"Bilittifak"tan murad, üç
imamımızın ittifakıdır. şu halde yukarıda geçen hilâf zina etmeyen hakkındadır.
Nitekim Fetih ve diğer kitaplarda bildirilmiştir.
«Çocuk kendinindir.» Yani kadın çocuğu
nikâhtan attı ay sonra doğurursa, çocuk o kimsenindir. Muhtaratü'n-Nevâzil.
Nikâhtan sonra altı aydan daha azda doğurursa, nesebi sabit olamaz. O adama
mirasçı da olamaz. Ancak o adam o çocuk bendendir diyerek zinadan olduğunu
söylemezse, o zaman mirasçı olur. Zâhire bakılırsa bu, hüküm cihetinden
böyledir. Diyanet cihetinden ise çocuğu iddia etmesi caiz değildir. Çünkü
şeriat çocuğun nesebîni ondan kesmiştir. Artık onu kendisine nisbet etmesi
helâl olamaz. Onun içindir ki, çocuğun zinadan olduğunu açıklasa, kazaen dahi
nesebî sabit olmaz. Sadece açıklamazsa sabit olur. Çünkü geçmiş bir akitle
yahut şüpheyle gebe kalması ihtîmali vardır. Bu da müslümanın halini salâha
yormak içindir. Keza nikâhtan itibaren altı ayda doğurduğunda mutlak olarak nesebin
sabit olması, akitten sonra gebe kalması ihtimalindendir. Akitten önceki hâli
şişkînliktir, hâmilelik değildir. Nesebin isbatından mümkün mertebe ihtiyat
gösterilir.
METİN
Bir kimse cariyesini veya hamile olan ümmü veledini
hamileliğini bildikten sonra, çocuk bendendir diye ikrar etmeden evlendirse
caiz olur, Bu delâleten çocuğu nefydir. Bunu Tevşih'ten Nehir sahibi
nakletmiştir, Milk-i yeminle cima edilen cariyenin nikâhı sahihtir. Kocası onu
istibra yapmaz. Sahih kavle göre, onu efendisinin istibrâ yapması vâcip olur.
Zahire. Zina suretiyle cima edilen kadının nikâhı da, zina ederken görene
caizdir. O kimse bu kadınla istibrâsız cinsî münasebette bulunabilir. Teâlâ
Hazretlerinin, "Zina eden kadını, zina eden erkekten başkası nikâhla
alamaz." âyet-i kerîmesi, "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer,
dörder nikâh edin." âyetiyle neshedilmiştir. Müçtebâ'nın hazr bahsinin
sonunda şöyle denilmektedir: «Âsi kadını boşamak kocasına vâcip değildir.
Kadına da âsi kocasından ayrılmak vâcip olmaz. Ancak Allah'ın emirlerini yerine
getirmekten korkarlarsa. ayrılmalarında bir beis yoktur.» Binaenaleyh
Vehbaniyye'deki kavit zayıftır. Nitekim musannıf onu izah etmiştir.
İZAH
«Kocası onu istibrâ yapmaz.» İstibrâ: Gebe
olup olmadığını anlamak için bir hayz müddeti kadınla cimada bulunmamaktır.
Yani Şeyhayn'a göre kocasının istibra yapması, ne müstehaptır ne de vâcip, İmam
Muhammed, "İstibrâ yapmadan onunla cimada bulunmasını iyi görmem. Çünkü
sahibinin tohumu ile rahminin meşgul olması muhtemeldir. Binaenaleyh
satınalmada olduğu gibi rahminin temiz olduğunu anlamak vâcibtir."
demiştir. Hidâye. Ebu'l-Leys. "îmam Muhammed'in kavli ihtiyata daha
yakındır. Biz onunla amel ederiz." diyor. Binâye. Nihâye sahibi
arabuluculuk yaparak; "İmam Muhammed sadece müstehap olduğunu
nefyetmiştir. Şeyhayn ise müstehap olmaksızın cevazı isbat etmişlerdir.
Binaenaleyh sözlerinde çatışma yoktur." demîştir. Bahır sahibi ona itiraz
etmiş; "Bu, Hidayede'dekine muhaliftir." demiştir. Lâkîn Nehîr sahibi
beğenmiş ve, "Nefs-i istibrada hiçbir kavle göre tereddüt gerekmez.
Bununla İmam Muhammed'in kavlini tercihe hacet kalmaz."demiştir.
Ben derim ki: Sahih kavil istibrânın cariye
sahibine vâcip olmasıyla, kocasına istibrâ mûstehap değildir demek yerinde
olur. Çünkü maksat hâsıl olmuştur. Evet, sahibinin istibrâ yapmadığını bilirse,
kocasının yapmasının müstehap olduğunda tereddüt etmemelidir. Hattâ vâciptir
denilse yeridir. Fetih sahibinin, "İmam Muhammed'in iyi görmem demesini
vâciptir" diye yorumlaması da buna yakındır. Zira cariyenin, sahibinin
tohumuyla meşgul olması ihtimalli vardır, diye ta'lil etmiştir. Bu söz vâcip
olduğuna delâlet eder. Fetih sahibi demiştir ki: «Çünkü eski ulema çok defa,
bundan hoşlanmam sözünü, haram veya kerahet-i tahrimiyye mânâsında kullanmışlardır.
Bunun mukabilinde severim sözünü kullanırlar.»
Ben derim ki: Hidâye'nin sözü bundan daha
acıktır. O, "Çünkü efendisînin tohumuyla meşgul olması ihtimali vardır.
Binaenaleyh satın almada olduğu gibi gebe olmadığını anlamak vâciptir."
demiştir. Bu sözün bir misli de Muhtaratü'n-Nevâzil'dedir.
«Efendisinin istibrâ yapması vâcip olur.»
Serahsî buna meyletmiştir. Bu, cimada bulunduğu cariyesini evlendirmek istediği
zamandır. Cariyeyi satmak isterse, istibrâ müstehaptır. Fark şudur: Satışta istibrâ
müşteriye vâcîptir. Böylelikle maksat hâsıl olur. Satana istibrâyı vâcip
kılmanın mânâsı yoktur. Müntekâ'da Ebû Hanife'den nakledildiğine göre kendisi,
"Cima ettiği cariyesini istibrâ yapmadan satmasını kerih görürüm."
demîştir. Zahîre.
«İstibrâsız cinsî münasebette bulunabilir.»
Bu Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed' "İstibrâ yapmadıkça onunla cima
etmesini iyi görmem." demiştir. Hidâya. Zâhire bakılırsa, yukarıda gecen
tercih burada da geçerlidir. Onun içindir ki Nehir sahibi burada mendup
olduğunu kesin söylemiştir. Meğer ki zinadan hâsıl olan tohuma itibar yoktur
diye fark yapılsın!
Şimdi şu kalır: Cariyede hamilelik zuhur
ederse, kocasından sayılır. Çünkü nikâh onundur. Binaenaleyh o başkasının
ekinini suluyor denilemez. Ama bu, akitten itibaren altı aydan daha azda
doğurmadığına göredir. AItı aydan azda doğurursa, akit sahih değildir. Nitekim
ulema bunu açıklamışlardır. Yani zinadan başka bir sebeple gebe kalması
ihtimali vardır. Şüpheyle cima edilmiş olabilir. Şu halde zinadan gebe kalan
kadınla evlenmek sahihtir diye itiraz vârit olamaz.
«Nashedilmiştir ilh...» Bahır sahibi diyor
ki: «Buna delil şu hadistir:Bir adam Peygamber (s.a.v.)'e gelerek; "Yâ
Rasulullah! Benim karım dokunanın elini def etmiyor." demiş. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.); "Onu boşa!" buyurmuş, Adam, "Ben onu
seviyorum, o güzeldir." demiş. "Öyle ise ondan istifade et!"
buyurmuşlar.»
«Ancak Allah'ın emirlerini yerine
getirmekten korkarlarsa, ayrılmalarında bir beis yoktur.» Çünkü o zaman onları
ayırmak mendup olur. Buna karine, beis yoktur sözüdür. Lâkin talâk bahsinin
başında geleceği vecihle, kadın eziyet verir veya namaz kılmazsa, ondan
ayrılmak müstehap olur. İyilikle onu elde tutmak imkânı kalmazsa, ayrılmak
vâciptir. Zâhire bakılırsa, buradaki beis yoktur tabiri, vücup için
kullanılmıştır. Ve bu bâbda Teâlâ Hazretlerinin, "Eğer karı-kocanın
Allah'ın emirlerini yerine getiremeyeceklerinden korkarsanız, kadının kocasına
fidye vermesinde ikisine de günah yoktur.» âyet-i kerîmesine uyulmuştur. Çünkü
beis yoktur demek, günah yoktur mânâsındadır.
«Vehbaniyye'deki kavil zayıftır.» Bu cümle,
"o kimse bu kadınla istibrâsız cinsî münasebette bulunabilir" sözüne
tefri edilmiştir. Musannıf Minâhta şunları söylemiştir: «Eğer (Bu Vehbânî'nin
Nazmı şerhinde geçen "Karısı zina ederse hayz görünceye kadar ona
yaklaşamaz. Çünkü zinadan gebe kalması ihtimali vardır. Onun suyu başkasının
ekininisulamamalıdır.") sözünün karşısında bu müşkildir. (Hem Vehbânî hayz
görüp temizleninceye kadar o kadınla cimanın haram olduğunu açık söylemiştir.
Bu söz onu İmam Muhammed'in kavline yorumlamaya mânidir. Çünkü o sadece
müstehap olduğunu söylemiştir.) dersen, ben de derim ki: Nazım şerhinde
söylenen Netif'te de zikredilmiştir. Ama o zayıftır. Bahır sahibi diyor ki: Bir
kimse başkasının karısı olduğunu bilerek bir kadınla evlenir ve onunla zifafa
girerse, kadına iddet vâcip olmaz. Hattâ ciması da kocasına haram değildir.
Bununla fetva verilir. Çünkü zinadır. Zina edilen kadın kocasına haram
değildir. Evet, ona şüpheyle cinsî yakınlıkta bulunursa, iddet belkemesi vâcip
olur. Ciması da kocasına haramdır. Netif'in sözünü buna yormak mümkündür.»
METİN
Mahrem kadına katılan kadının nikâhı
sahihtir. Mehr-i müsemmanın hepsi onun olur. Haram olan kadınla cima ederse,
ona mehr-i misil verilir. Nikâh-ı müt'a ve nikâh-ı muvakkat bâtıldır. Velev ki
müddeti bilinmesin veya esah kavle göre uzun olsun.
İZAH
«Mahrem kadına katılan kadının nikâhı
sahihtir.» Meselâ, bir akitle, biri nikâha mahâl olan, diğeri olmayan mahrem
veya kocalı yahut müşrik bir kadını alırsa, mahâl olan kadının nikâhı sahihtir.
Çünkü nikâhı bozan hâl kadınların birindedir. Binaenaleyh kendi miktarınca
takdir olunur. Biri hür, biri köle iki kişiyi bir pazarlıkta satmak bunun
hilâfınadır. Her ikisinin satışı bâtıl olur. Çünkü satış fâsit şartlarla bâtıl
olur. Nikâh böyle değildir. Nehir.
«Mehr-i müsemmanın hepsi onun olur.» Yani
İmam-ı Âzam'a göre nikâhın akdine mahrem kadını katmak, duvarı katmak gibi
mânâsız olduğundan, mehrin hepsi nikâhı helâl olan kadına verilir. Taksim
edilmek akde dahil olmadan eşitliğin hükümlerindendir. Ama mahrem kadına cima
etmekle had vâcip olmaz. Çünkü haddin sükutu akdin suretinin hükümlerindendir.
İn'ikadının hükümlerinden değildir. Binaenaleyh tevehhüm olunduğu gibi, akidde
dahil olmadığı için taksim edilemez sözü, sureten akit mevcut olduğu için had
sâkıt olur sözüne aykırı değildir. İmameyn'e göre mehr-i müsemma her ikisinin
mehr-i misline taksim olunur. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
«Ona mehr-i misil verilir.» Yani mehr-i
misil kaça çıkarsa çıksın hepsi ona verilir. Nitekim Mebsût'ta beyan
edilmiştir. Esah olan da budur. Ziyâdat'da zikredilen, "Mehr-i misil
müsemmayı geçmez." sözü İmameyn'indir. Nitekim Tebyin'de belirtilmiştir.
Mebsût'ta beyan edildiğine göre, kaça çıkarsa çıksın, vâcip olması akitte dahil
olmadığı içindir. Nitekim Bahır'dan naklen arzetmiştik. Binaenaleyh mehr-i
müsemmaya aslâ itibar yoktur. Eğer, "Bunlarla bir nikâhta iki kız kardeşi
atarak ikisine de zifaf olması arasında ne fark vardır ki, kız kardeşlerin her
birine mehr-i misille mehr-i müsemmanın az olanımı veriyorsunuz?" dersen,
ben de derim ki: Fark şudur: Kız kardeşlerden her biri kendisine akit yapılmak
için mahâldir. İmkânsız, olan yalnız ikisini bir araya getirmektir. Bundan
dolayıdır ki her ikisi, akitte dahildir diyoruz. Buradaki onun hilâfımadır.
Çünkü haram olan kadın aslâ nikâha mahâl değildir. Muvaffakiyet Allah'tandır.
H.
«Nikâh-ı müt'a ve nikâh-ı muvakkat
bâtıldır.» Fetih sahibi diyor ki: «Şeyhü'l-İslâm bunların aralarındaki fark
hususunda şunu söylemiştir: Nikâh-ı muvakkatta, vakitle birlikte nikâh ve
tezviç sözlerini; müt'ada ise temettu veya istimta sözlerini söyleyecektir.
Yani müt'a maddesine şâmil olan kelimeler kullanacaktır. Anlaşılıyor ki,
müt'ada şahitleri ve müddet tayinini şart koşmak yoktur. Nikâh-ı muvakkatta ise
bunlar vardır. Şüphesiz ki evvelâ mübah kılınıp sonra haram edilen müt'anın
kendisinde allettâyin / m t a/ harflerinin toplandığı kelime olduğuna onların
bir delili yoktur. Çünkü hadislerden kesinlikle anlaşılmıştır ki, müt'a
hakkında Asha'ba izin verilmiştir. Bunun mânâsı, bu işe başlayana, kadını
temettu sözüyle ve benzeriyle istemek lâzım gelir demek değildir. Çünkü
mâlûmdur ki, bir söz söylenince, onun mânâsı kasd edilir. Temettu edin denirse,
bu sözün mânâsını icat edin demek olur. Onun meşhur mânâsı ise bir kadına akit
yapmaktır. Ondan nikâh akdinin maksatları olan çocuk için evinde oturmak,
çocuğu terbiye etmek gibi şeyler murad edilmez. Bilâkis muayyen bir müddete
kadar devam eden akittir ki, onun bitmesiyle akit de biter. Yahut muayyen
olmayan bir müddete yapılan akittir. Bunun mânâsı, kadınla beraber bulundukça
akit bâki olmak ve kadından ayrılıncaya kadar böyle devam etmektir. Binaenaleyh
gerek müt'a maddesiyle yapılan gerekse nikâh-ı muvakkat bunda dahildir. Ve
tezviç sözüyle de yapılsa, şahitler de çağrılsa, nikâh-ı müt'anın fertlerinden
olur.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bahır ve Nehir sahipleri de ona
tâbi olmuşlardır. Bun-dan sonra Fetih sahibi müt'ayı haram kılan delilleri
sıralamıştır. Müt'a, Veda haccı'nda haram kılınmıştır. Bu tahrimin ebedî
olduğunda müctehidlerle şehirler uleması arasında hilâf yoktur. Yalnız Şia
fırkasından bir taife müstesnadır. Müt'anın cevazını, Hidâye sahibinin yaptığı
gibi İmam Mâlik'e nisbet etmek yanlıştır. Hidâye sahibi sonra İmam Züfer'in,
"Nikâh muvakkat sahihtir, şu mânâya ki, ebedî diye mün'akit olur,
muvakkatliği hükümsüzdür." sözünü tercih etmiştir. Zira nikâh-ı muvakkat,
olsa olsa nikâh-ı müt'adır. Müt'a ise mensuhtur. Lâkin mensuh, bir zamanlar
meşru olan muvakkat nikâhın mânâsıdır ki, o da müddetin sona ermesiyle akdin
sona ermesidir. Muvakkat olması şartının kaldırılması neshin eseridir. Bunun en
yakın benzeri, nikâh-ı şigâr (trampa nikâhı) dır. Ondan murad, iki kadından her
birinin cima istifadesi diğerine mehir yapılmaktır. Bunun da yasaklandığı
sahihtir. Biz de her iki kadına mehr-i misil tayinine yarayacağına kail olduk.
Böylelikle bize nehy lâzım gelmez. Müt'a lâfzıyta yapılıp da müebbet olan sahih
nikâhı kasd etmek bunun hilâfınadır. Çünkü o, şahitler de gelsemün'akit olmaz.
Zira milk-i müt'a mânâsını ifade etmez. Helâl kılmak sözü gibi ki, başkasına
bir yiyeceği helâl kılan kîmse, o yiyeceği temlik etmez. Binaenaleyh bu söz,
yukarıda geçtiği gîbi nikâh mânâsından mecaz olamaz. Kısaltılarak alınmıştır.
«Velev ki müddeti bilinmesin.» Meselâ
kadını kendisi bırakıp gidinceye kadar almak böyledir. Nitekim geçti. H.
«Veya esah kavle göre uzun olsun.» Meselâ
,iki yüz seneye kadar nikâh etmek bu kabildendir. Mezhebin zâhiri budur. Sahih
olan da budur. Nitekim Mi'râc'da beyan edilmiştir. Zira müt'a cihetini tayin
eden, vakîtte sınırlandırmaktır. Bahır.
METİN
Bir ay sonra boşamak şartıyla yapılan
nikâh; yahut kadınla muayyen bir müddet yaşamaya niyet etmek, muvakkat nikâh
değildir. Gündüzcülerle evlenmekte beis yoktur. Aynî. Kendisi nikâh inşasına
mahâl, mânilerden hâli bir kadın hâkim huzurunda, "Bu adam beni sahih
nikâhla aldı" diye iddia eder de hâkim kadının getirdiği beyyine ile
nikâhına hüküm verirse, hakikatta evlenmemiş de olsa, o adamın bu kadınla
cimada bulunması helâl olur. Nikâhlı olduğunu erkek iddia ederse, yine kadın o
erkeğe helâl olur. İmameyn buna muhaliftir. Şurunbulâliyye'de Mevahib'den
naklen, "İmameyn buna muhaliftir. Şurunbulâliyye'de Mevahib'den naklen
"İmameyn'in kavliyle fetva verilir." denilmiştir.
İZAH
«Muvakkat nikâh değildir ilh...» Çünkü
kesin olarak bir şeyi şart koşmak, nikâhın müebbed olarak vukuuna delâlet eder
ve şart bâtıl olur. Bahır.
«Yahut niyet etmek... muvakkat nikâh
değildir.» Çünkü vakit tayini niyetle değil ancak sözle olur. Bahır.
«Gündüzcülerle evlenmekte beis yoktur.»
Bundan murad, kadının yanında gündüz bulunup gece bulunmamak şartıyla
evlenmektir. Fetih. Bahır sahibi diyor ki: «Bu şartın kadına lâzım gelmemesi
gerekir. Kadın kocasının yanında gecelemesini isteyebilir. Sebebi kasım
bâbından anlaşılır.» Yani kadının ortağı bulunur da, gündüzün bunun yanında,
geceleyin de ortağının yanında kalmayı şart koşarsa, geceleyin yanında
kalmasını isteyebilir. Fakat ortağı yoksa, zâhire göre bunu isteyemez. Bahusus
erkeğin sanatı bekçilik gibi geceleyin icra edilirse, istemeye hakkı yoktur.
Hattâ kasım bahsinde şâhitlerden naklen göreceğiz ki, bekçi gibiler karılarının
arasında kasım gündüzün yaparlar. Nehir sahibi bunu beğenmiştir.
«Mânilerden hâli bir kadın.» cümlesi, nikâh
inşaasına mahâl cümlesinin tefsiridir. Mânilerden murad, kadının müşterek
cariye olması, erkeğe mahrem bulunması, başkasının karısı veya iddetlisi
olmasıdır. H.
«Hâkim huzurunda...» Acaba hakem tayin
edilen kimse de hâkim gibi midir? Araştırmalıdır. T.
Ben derim ki: Zâhire göre evet onun
gibidir. Çünkü ulema hâkimle hakem arasında ancak hakemin, kısas, had ve âkile
üzerine diyetle hüküm edememesi hususunda fark görmüşlerdir.
«Sahih nikâhla» kaydı, fâsit nikâhtan
ihtiraz içindir. Çünkü fâsit hakikaten yapılsa bile, cimanın helâl olmasını
ifade etmez. T.
«Hâkim hüküm verirse...» Bu hüküm hakikatta
geçerli olmak için, İmam-ı Âzam'a göre hüküm verdim derken şahitlerin bulunması
şarttır. Umumiyetle ulema bununla amel etmişlerdir. Bazıları şart olmadığını
söylemişlerdir. Çünkü akit hakikatte hüküm sahih olmak için mukteza yoluyla
sabit olmuştur. Başkası sahih olsun diye mukteza yoluyla sabit olan şey bütün
şartlarıyla sabit olmaz. Meselâ, "Köleni benim namıma bin dirheme âzâd
et" sözünde sabit olan satış bu kabildendir. Fetih'te bunun en güzel yol olduğu
bildirilmiştir. Metinlerin mutlak olan sözleri de buna delâlet eder. Bahır.
Ben derim ki: Lâkin Bahır'da hâkimin hâkime
mektubu bahsinde bildirildiğine göre, mutemet olan birinci kavildir.
«Cimada bulunması helâl olur.» Keza kadının
da kendini cima için teslimi helâldir. Evet. bâtıl bir dâvâya girişmek
günahtır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Helâlliğin sübut bulması İmam-ı
Âzam'ın bu nikâh hakkında-ki hükmünün hakikatta geçerli olmasına istinat eder.
Bu hüküm zâhiren de bilittifak geçerlidir. Binaenaleyh nafaka, kasım vesaire
vâcip olur.
«İmameyn buna muhaliftir.» Bu söz her iki
meseleye râcidir. Ve İmameyn'e göre, yalancı şahitlikle hüküm velev ki akit ve
fesihlerde olsun hakikatta geçerli olmayacağı esasına bağlıdır. Çünkü hâkim
huccette yanılmıştır. Şahitler yalancıdırlar. İmam-ı Âzam'ın delili şudur:
Şahitler hâkime göre doğru söylemişlerdir. Hüccet de budur. Çünkü doğruluğun
hakikatine vakıf olmak imkânsızdır. Bu hükmü hakikatte geçerli kılmak, nikâhı
öne almak suretiyle mümkündür. Binaenaleyh çekişmeyi kesmek için geçerlidir.
Mâğrib ulamasından biri, "Çekişmeyi boşamakla kesmek de mümkündür."
diyerek bu hususa dokunmuşsa da, kendisine Ekmel cevap vermiş; "Eğer sen
meşru olmayan talâkı kasd ettinse, bu muteber değildir. Meşru talâkı kasd
ettinse, matlub sabit olmuştur. Çünkü meşru talâk ancak sahih nikâhta tahakkuk
eder." demiştir.
«İmameyn'in kavliyle fetva verilir.» Kemâl,
"İmam-ı Âzam'ın kavli daha yerindedir." demiş ve buna delâlet-i icma
ile istidlâl etmiştir. şöyle ki: Bir kimse bir cariye satın alır da sonra
satışın feshedildiğini yalandan iddia ederek beyyine getirirse, bununla hüküm
verildiği takdirde, satıcıya o cariyeyle cimada bulunmak ve onu hizmetinde
kullanmak - müşterinin dâvâsının yalan olduğunu bildiği halde - helâldir.
Halbuki âzâd etmek suretiyle kurtulması mümkündür. Velev ki bunda malını itlâf
bulunsun. Çünkü o kimse iki belâya mübtelâ olmuştur ki, onlarınehven olanını
seçmesi gerekir. Bu ona dinen müsaade edilmiştir.
Allâme Kasım'ın bu mesele üzerine bir
risalesi vardır. Orada İmam-ı Âzam'ın kavline delil getirirken uzun söz
etmiştir. Buna müracaat edebilirsin.
Ben derim ki: Hem bu risalede, hem Fetih
sahibinin tahkiki vecihle delil yönünden İmam-ı Âzam'ın kavli daha yerinde
görüldüğüne göre, ondan ayrılmak olmaz. Çünkü tekarrur etmiş bir kaidedir ki,
İmam-ı Âzam'ın kavlinden ancak zaruret dolayısıyla yahut delilinin zayıflığı
sebebiyle ayrılınır. Nitekim biz bunu Resmü'l Müfti manzumesiyle şerhinde izah
etmişizdir.
METİN
Yalancı şahitlik ile kadının talâkına
hükmedilir, kadın da bunu bilirse hüküm geçerlidir. İddeti geçtikten sonra o
kadının başka biriyle evlenmesi helâl olur. Yalancı şahitle dahi evlenmesi
helâldir. fakat birinci kocasına haram olur. İmam Ebû Yusuf'a göre her ikisine
helâ! olmaz. İmam Muhammed'e göre ikinci ile zifaf olmadıkça birinciye
helâldir. Bu üç mesele, yalancı şahitliği ile hüküm vermenin fer'lerindendir.
Nitekim kaza bahsinde gelecektir.
Nikâhı şarta bağlamak doğru değildir.
Meselâ, babam razı olursa seni aldım demekle nikâh münakit olmaz. Çünkü olması
muhtemel bir şeye bağlamıştır. Nitekim İmâdiye ve diğer kitaplarda böyle
denilmiştir. Dürer'in bu bâbtaki ibaresi söz götürür. Nikâhın geleceği izafeti
de sahih değildir. Seninle yarın evlendim yahut seninle yarından sonra evlendim
gibi sözlerle nikâh sahih olmaz. Lâkin fâsit şartla nikâh bâtıl olmaz. Sadece
şart bâtıl olur. Yani fâsit bir şartla nikâh kıysa, nikâh bâtıl olmaz. Yalnız
şart bâtıl olur. Nikâhı şarta bağlamak bunun hilâfınadır. Ancak onu geçmişte
muhakkak olmuş bir şarta bağlarsa bu tahkîktir. Ve nikâh şimdi münakit olur.
Meselâ bir adam birinin kızını oğluna ister de, kızın babası ben onu senden
önce fülana verdim der, o da bunu yalanlarsa, ona fülana vermemişsen senin
oğluna verdim dediği takdirde oğlanın babası kabul eder. Sonra yalanı meydana çıkarsa
nikâh münakit olur. Çünkü kızın babası onu mevcut bir şarta bağlamıştır. Keza
bağlanan şart mecliste bulunursa, yine akit sahihtir. Çivi zâde bunu böyle
zikretmiş, musannıf ise inceleme yaparak umumileştirmiştir. Lâkin Nehir'in sarf
bahsinde babanın rızasına ta'lik meselesinde. "Hak olan mutlak
bırakmaktır." denilmiştir. Binaenaleyh müfti düşünmelidir.
İZAH
«Yalancı şahitle dahi evlenmesi helâldir.»
Başkasıyla evlenmesi evleviyetle helâldir. Çünkü o kimse hakikat hâli bilmez.
«Her ikisine helâl olmaz.» Her ikisinden
murad, hüküm giyen kocayla ikinci kocadır. İkinci kocayla helâl olmaması
zâhirdir. Şuna binaen ki. yalancı şahitliği ile verilen hüküm İmameyn'e göre
bâtınen (hakikatta) geçersizdir. Birinciye helâl olmaması şundandır: Ayrılmak
bâtınen olmasa da, Ebû Hanîfe'nin kavli şüphe doğurmuştur. Bir de bunu
yaparsahalk nazarında zina etmiş sayılır. Ve kendisine had vururlar. Allâme
Kasım'ın risalesinde böyle denilmiştir.
«İkinci ile zifaf olmadıkça birinciye
helâldir.» İkinciye zifaf olmuşsa birinciye haramdır. Çünkü şüpheyle cima
edilen nikâhlı kadın gibi buna da iddet vâciptir. Bahır.
«Nikâhı şarta bağlamak doğru değildir.» Bu
ibareden murad, şarta bağlanan nikâh sahih olmaz demektir. Yoksa ibarenin îham
ettiği gibi ta'lik hükümsüz kalır. Akit sahihtir mânâsına değildir. Nitekim
aşağıdaki mesele de böyledir. Dürer sahibinin aşağıda gelen tevehhümü bundan
neşet etmiştir.
«Dürer'in bu bâbtaki ibaresi söz götürür.»
Orada şöyle denilmiştir: «Nikâhı şarta bağlamak sahih değildir. Meselâ bir
kimsenin kızına, "Şu haneye girersen seni filana verdim" demesi, o
filanın da aldım cevabını vermesi ta'lik sayılamaz. Çünkü nikâh sahih olsa da
ta'lik sahih değildir.» Bu. söz götürür. Çünkü muallâk nikâhın sahih olmadığı,
Fetih, Hulâsa, Asıl'dan naklen Bezzâziyye, Hâniyye, Tatarhâniyye, Fetevâ-i
Ebulleys, Câmiu'l-Fusûleyn ve Kınye'de açıklanmıştır. Galiba Dürer sahibi,
şarta muallâk nikâh ile fâsit bir şart koşulan nikâhı birbirine karıştırmış
olacaktır. Halbuki bunların aralarında açık fark vardır. şurunbulâliyye.
«Lâkin fâsit şartla nikâh bâtıl olmaz
ilh...» Fâsit şarta bağlanan nikâh ile, fâsit şartlı nikâh arasında Dürer
sahibinin yaptığı gibi fark olmadığını tevehhüm edenler bulunduğundan, musannıf
lâkin diyerek istidrak yapmıştır. Velev ki ikincisi müstakil bir mesele olsun.
Onun için musannıftan sonra şarih, "Nikâhı şarta bağlamak bunun
hilâfınadır." demiştir. Bunda, Dürer sahibinin vehminin nereden geldiğine
tembih vardır.
«Yani fâsit bir şartla nikâh kıysa...»
cümlesine, yani diye başlaması, musannıfın sözü buna birinci meselenin tamamı
zannını verdiği içindir. Halbuki bu müstakil bir meseledir. Fâsit şart meselâ
"Seni mehir olmamak şartıyla aldım." demekle olur. Bu takdirde nikâh
sahih, şart fâsit olur ve mehr-i misil vermesi icabeder.
«Geçmîşte muhakkak olmuş» ve şimdiye kadar
devam etmiş bir şarta bağlarsa demek istiyor. Bununla kayıtlaması yarının
gelmesi gibi muhakkak olacak bir şarta bağlamaktan ihtiraz içindir.
«Keza ilh» cümlesi, "Ancak onu
geçmişte muhakkak olmuş" cümlesi üzerine matuftur. Bunun misali, Minâh'ta
Fusûl-i İmâdiyye'den naklen zikredilen şu sözdür: «Bir adam, "Filan bugün
razı olursa seni bin dirheme tezevvüç ettim" der de, filan orada bulunup
razı oldum cevabını verirse, nikâh istihsanen caizdir. Orada bulunmazsa caiz olmaz.»
«Musannıf ise inceleme yaparak
umumileştirmiştir.» Musannıf İmâdiyye'nin sözünü naklettikten sonra şöyle
demiştir: «Bu tafsilât, nikâhı babanın rızasına bağlama meselesinde de geçerli
olmak gerektir. Çünkü görünürde oralarında fark yoktur.» Yani, "Babam
razıolursa" sözü ile, "filan razı olursa" sözü arasında tafsilât
hususunda fark yoktur.
Ben derim ki: Hattâ orada bulunan ecnebi
filanın razı olmasına bağlamak caiz olunca, babanın razı olmasına bağlamak
evleviyetle caiz olur. Çünkü babanın kısmen velâyet hakkı vardır. Dâmat kıza
denk değilse, babanın itiraz hakkı vardır. Babanın şefkati tamdır. O kızına
münasip olanı seçer. O halde nasıl olur da ecnebi hakkında caiz, baba hakkında
caiz değil denilebilir? Şu da var ki, bu tafsilâtı yine baba meselesi hakkında Zahîriyye
sahibi de yazmıştır. O şöyle demiştir: «Baba o mecliste bulunur da kabul ederse
caizdir.» Binaenaleyh musannıfın bahsi nakle uygundur.
«Lâkin Nehir'in ilh...» cümlesi, musannıfın
incelemesine ve Nehir sahibinin Zahîriyye'den naklettiği sözden sonraki
ibaresine istidraktır. Nehir sahibi. "Bu müşkildir. Hak olan
Hâniyye'dekidir." demiştir. Hâniyye'deki ifade şudur: «Bir kimsenin, eğer
babam caiz görürse veya razı olursa seni aldım sözüne karşılık, kadının kabul
ettim demesiyle akit sahih olmaz. Çünkü bu bir ta'liktir. Nikâhın ise ta'like
ihtimali yoktur.»
Ben derim ki: Zâhir olan, Hâniyye'nin
sözünü baba mecliste olmadığına hamletmektir. Yahut kıyas budur demelidir.
Çünkü Hâniyye'de bu meseleden sonra filanın rızasına ta'lik meselesi
zikredilmiş ve şöyle denilmiştir: «Eğer o filan mecliste hazır bulunup razı
olursa, istihsanen caizdir. Aksi takdirde caiz değildir. Velev ki razı olsun.»
Bu söylediklerimizle iki sözünün arasını bulmak kâbil olur. Bu da baba ile
başkası arasında fark sabit olmadığına göredir. Zahîriyye'nin ibaresinden fark
sabit olmadığını ve baba hakkında cevazın evleviyetle sabit olduğunu anladın.
Bunun hilâfını doğrulayan bir kimse görmedik ki, ona tâbi olunsun.
VELİ BÂBI
METİN
Velî lügatta düşmanın hilâfıdır. Örfen
velî, Allah Teâlâ'yı bilen kimsedir. Şer'an ise, âkil bâliğ ve mirasçı olan
kimsedir. Mezhebe göre, perdesi patlamadıkça velev ki fâsik olsun. Çocuk ve
vasî gibiler mezhebe göre bu tariften mutlak surette hariçtirler. Velâyet,
başkası üzerinde ister istemez sözünü geçirmektir ki, dört şeyle sabit olur:
1 - Akrabalık,
2 - Milk,
3 - Velâ,
4 - İmamlık.
İZAH
Musannıf nikâhı, sözlerini ve nikâhın
mahallini bildirdikten sonra onu akdedeni beyana başlıyor. Bunu geriye
bırakması, bütün suretlerde nikâhın sıhhatinin şartlarında olmadığı içindir.
Velî faîl vezninde ve faîl mânâsındadır. T.
«Örfen" Yani usul-i din ulemasının
örfüne göre demektir. Bahır sahibi diyor ki: «Usul-i dinde velî, Allah Teâlâ'yı
isimleriyle, sıfatlarıyla bilen kimsedir ki, bu, taatlara ve günahlardan
kaçınmaya devam, şehvetlere ve lezzetlere düşkün olmamak nisbetinde mümkün
olur. Nitekim Akâit şerhinde beyan olunmuştur.» H.
«Mirasçı» tabiri Fetih ve diğer kitaplarda
vardır. Remlî diyor ki: «Bunu zikretmek gerekmez. Çünkü hâkim velîdir. Fakat
mirasçı değildir.»
Ben derim ki: Kölenin efendisi de öyledir.
şu halde tarif, akrabalık cihetinden velîye hastır.
«Mezhebe göre» demesi, Bezzâziyye'de şu
ifade kullanıldığı içindir: «Baba ile dede fâsık olurlarsa, hâkim kızı dengine
verebilir.» Fetih sahibi bu ifade için, "Mezhepte böyle bir şey mâlûm
değildir." demiştir.
«Perdesi patlamadıkça» diye tercüme
ettiğimiz 'mütehettik' kelimesi, Kâmûs'ta perdesinin yırtılmasına aldırış
etmeyen adam şeklinde tefsir edilmiştir. Fetih sahibi kendisinden az yukarıda
naklettiğimiz sözden sonra şunları söylemiştir: «Evet, perdesi patlak olursa.
kızı mehr-i mislinden az mehirle ve denginden başkasına vermesi geçersizdir. Bu
ileride gelecektir.» Hâsılı şudur: Fısk bize göre ehliyeti selbetmese de, baba
perdesi patlak fâsık olursa, kızını evlendirmesi ancak maslahat şartıyla
geçerli olur. Musannıfın aşağıda gelecek olan, "Ama geçerli olur. Velev ki
çok aldanmayla veya dengi olmayana evlendirmek suretiyle olsun. Elverir ki
velî, baba veya dede olup, kötü hareketleri görülmemiş olsun. Kötü hareketleri
olduğu bilinirse, caiz değildir." ifadesi de bunun gibidir. Bundan
anlaşılır ki, fâsıktan murad, perdesi patlak olandır. Bu söz. kötü hareketli
manâsınadır. Ve velâyetini mutlak surette ıskat etmez. Çünkü kızı dengine
mehr-i misille verirse sahih olur. Nitekimizahı gelecektir. Bu, yukarıda
Bezzâziyye'den nakledilene muhaliftir. Onu bu mânâya yorumlamakla arabulmak da
mümkün değildir. Çünkü Bezzâziye sahibinin, "Hâkim kızı dengine
verebilir." demesi, babanın velâyetinin aslından sükutunu gerektirir.
«Çocuk gibiler» deliler ve bunaklardır.
Ancak çocuk, bâliğ sözüyle; deli ile bunak da âkil tabiriyle tariften
çıkmışlardır. T.
«Vasî gibiler» Yani mirasçı olmayan
kimselerden köle ve müslüman kızı olan kâfir yahut kâfir kızı olan müslüman
gibi kimselerdir. Nitekim gelecektir. Evet, vasî akrabadan yahut hâkim olursa,
velâyeti îtibariyle kızı evlendirmeye hakkı vardır. Nitekim velîleri beyan
ederken gelecektir.
«Mezhebe göre mutlak surette hariçtlrier.»
Yani baba ona bu hususu vasiyet etsin etmesin birdir. Bir rivayete göre caiz
olur. Keza vasiyet eden bunun için hayatında birini tayin etsin etmesin
müsavidir. Fethu'l-Kadir'in ifadesi buna muhaliftir. Nitekim gelecektir.
«Velâyet, başkası üzerinde ister istemez
sözünü geçirmektir.» Bu söz, velâyetin fıkhî tarifidir. Nitekim Bahır'da da
böyle denilmiştir. Yoksa lügat itibariyle mânâsı sevgi ve yardımdır. Nitekim
Muğrib'de beyan edilmiştir. Ancak musannıfın söylediği velâyetin iki nevinden
birinin tarifidir ki, o da icbar velâyetidir. Buna karine, şarihin,
"Burada o iki nevidîr." demesidir. Bu gösterir ki, metinde zikredilen
bu bâba mahsus değildir. Vasinin velâyetî, vakfın kayyımı ve fitre sadakasının
vücûbu velâyeti de bundandır. Şuna binaen ki, başkasına sözünü geçirmekten
murad, nefiste veya malda yahut her ikisindedir. Bu bâbtakînden murad, birinci
ile üçüncüye şâmildir. İkincîye şâmil değildir.
«Akrabalık...» Asabeler ile zevil-erham
denilen hısımlar bunda dahildir.
«Milk»ten murad; sahibinin kölesine veya
cariyesine mâlik olmasıdır. «Velâ»dan murad, mevlel-atâka ve mevlel-muvâlâttır
ki, ileride gelecektir.
«İmamlık» sözünde. evlendirmeye mezun olan
hâkim de dahildir. Çünkü hükümdarın naibidir. Musannıf, "ister
istemez" ifadesiyle, vekilin velâyetinden ihtiraz etmiştir.
METİN
Burada velâyet iki nevidir. Birincisi;
mendup olan velâyettir ki, mükellef olan kadına velî olmaktır. Velev ki bâkire
olsun. ikincisi icbar velâyetidir ki, küçük kız üzerine olur. Velev ki dul veya
bunak yahut cariye olsun. Nitekim musannıf bunu şu sözüyle ifade etmiştîr: Yani
velî, küçük çocuğun, delinin ve cariyenin nikâhı sahih olmak için şarttır.
Mükellef kadının nikâhında şart değildir. Binaenaleyh mükellef hür kadının
nikahı, velînin rızası olmasa da geçerlidir.
İZAH
«Mendup olan velâyettir.» Yani kadının
kötülüğe yorumlanmasın diye işini velîsine havaleetmesi müstehap olur. Bahır.
Bir de bâkire hakkında imam Sâfiî'nin hilâfından çıkmak içindir. Bu, hakikatta
vekâlet velâyetidir.
"Mükellef" kadından murad, âkil
baliğ olandır.
«Velev ki bâkire olsun.» Burada evlâ olan,
velev ki dul olsun demektir. Tâ ki bâkirenin işini velîsine havale etmesinin
mendup olduğunu evleviyetle ifade etsin. Biliyorsun ki, mendup olmasının
illeti, kadına kötülük nisbet edilmemesidir. Ancak şarihin muradı Şâfiî'nin
hilâfına işaret etmekse o başkadır. Buna karine, bundan sonraki sözü, yanî,
"Velâyet menduptur, vacip değildir. Bize göre velev ki bâkire olsun. Şâfiî
buna muhaliftir." sözüdür.
«Velev ki dul» sözüyle Şâfiî'nin
muhalefetine işaret etmiştir. Çünkü O'na göre icbar velâyeti bâkire olmaya
bağlıdır. Bâkire olursa, velîsi onu izinsiz kocaya verebilir. Velev ki bulûğa
ermiş olsun. Dul olursa, izni olmaksızın kocaya veremez. Velev ki küçük olsun.
Demek oluyor ki, O'na göre küçük dul bülûğa ermedikçe kocaya verilmez. Çünkü
babanın velâyeti sâkıttır.
«Mükellef kadının nikâhında şart değildir.»
Burada evlâ olan, hür kadını ziyade etmekdi. Tâ ki cariyeye mukabil düşsün. T.
Mükellef sözü, metnin mefhum-u muhalifidir. Şarihin bunu zikretmesi,
musannıfın' binaenaleyh diye başladığı cümlenin buna teferru ettiğini anlatmak
içindir.
«Geçerlidir ilh...» sözüyle musannıf
nikâhın sahih olduğunu, talâk ve miras gibi hükümlerin bunun üzerine terettüp
edeceğini anlatmak istemiştir. Yoksa nikâhın lâzım olacağını kasdetmemiştir.
Çünkü bu onlardan daha hâstır. Zira bozulması mümkün olmayan bir şeydir. Bunun
ise dengiyle evlendirilmeyen kız hakkında ortadan kaldırılması mümkündür.
Binaenaleyh Şurunbulâliyye'nin, «Yani lâzım olarak münakittir." diye
mutlak bıraktığı ifadesi söz götürür. Musannıf hür kadın sözüyle cariyeden
ihtiraz etmiştir. Velev ki mükâtebe veya ümmü veled olsun. Mükellefe sözüyle
de, küçük ve deliden ihtiraz etmiştir. Bunların nikâhı ancak velîyle sahih
olur. Nitekim evvelce beyan etmişti.
"Hangi kadın kendini velîsinin izni
olmaksızın evlendirirse, onun nikâhı bâtıldır, onun nikâhı bâtıldır, onun
nikâhı bâtıldır." hadisine gelince: Gerçi Tirmîzî bu hadisin hasen
olduğunu söylemiştir. Bir de, "Velisiz nîkâh yoktur." hadisi vardır.
Onu Ebû Dâvud ve başkaları rivayet etmişlerdir. Bunlar Peygamber (s.a.v.)'in,
"Kocasız kadın, kendisini evlendirmeye velisinden daha haklıdır."
hadisine muarızdır. Bu son hadisi Muslim, Ebû Dâvud, Tirmîzî, Nesâî, ve
Muvatta'da İmam Mâlik rivayet etmişlerdir. Kocasız kadın dul da olabilir,
bâkire de. Böyle bir kadının velîsi ancak onun rızasıyle nikâh akdine
girişebilir. Hadis-i şerif, kadını akıt yapmak için velîsinden daha haklı
göstermiştir. Bu hadis, senedinin kuvvetiyle ve sahih olduğuna ittifak
edilmekle tercih olunur. İlk iki hadis böyle değildir. Zira onlar zayıf yahut
hasendirler. Yahut tahsis suretiyle araları bulunur. Veya nikâh yoktur sözünden
murad, nikâhın kemâli yoktur diye te'vil edilir. Yahut velîden murad, nikâh
onun iznîne bağlı olan kimsedir. Yani nikâh ancak kâfirin müslüman kadınla
evlenmesini önlemeye, bunak kadına, köle ve cariyeye velâyeti olan kimsenin
izniyle kıyılır. Bâtıldan murad, velînin, kızı dengi olmayana vermesini sahih
görmeyenlerin kavline göre kelimenin hakikatıdır. Yahut sahih görenlerin
kavline göre hükmüdür. Mutlak olan nasslarda bunların hepsi geçerlidir.
Murazayı def etmek için bunu irtikâb vâcip olur. Bu husustaki sözün tamamı
Fetih'te izah edilmiştir.
METİN
Kaide şudur: Kendi malında tasarruf eden
herkes nefsinde de tasarruf eder. Malında tasarruf edemeyen nefsinde de
tasarruf edemez. Velî asabe olursa - Velev ki esah kavle göre amca oğlu gibi
gayrı mahrem olsun. Hâniyye. Küf (denk) olmayan dâmat hakkında itiraz hakkı
vardır. Zevi'l - erham anne ve hakim bundan hariçtir. Binaenaleyh evlendiği adamdan
çocuk doğuruncaya kadar susmadıkça hakim nikâhı fesheder ve nikâhın
yenilenmesiyle itiraz da yenilenir. Tâ ki çocuk zayi olmasın. Zâhir olan
gebeliği buna katmak gerekir.
İZAH
«Kaide şudur...» Bahır'ın ibaresi şöyledir:
«Burada kaide şudur ki, kendi malında kendi velâyeti hasebiyle tasarrufu caiz
olan herkesin iln...» Bu ifade izinli çocuğu hariç bırakır. Çünkü çocuğun
malında tasarrufu caiz ise de, kendi nefsine velî olması hasebiyle değildir.
Lâkin aksine alırsak, tasarruftan men edilen kadın ile itiraz edilir. Çünkü o,
İmameyn'in kavline göre malında tasarrufa mâlik olmasa da nikâha maliktir.
İmameyn hür kimsenin tasarrufdan men edileceğine kaildirler. Fakat kaide İmam-ı
Azam'ın kavline göredir.
«Velî asabe olursa..» Yani asabe bi nefsih
(kendiliğinden asabe) ise demek istiyor. Binaenaleyh oğulla beraber kız gibi
asabe bil-gayr ve kız kardeşle kız gibi asabe meal-gayr itirazı vârit değildir.
Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir. H.
«Küf olmayan...» Yani kız kendini dengi
olmayan bir delikanlıya tezviç ettiği zaman ve ,keza kendini mehr-i misilden
daha az bir miktarla tezviç ettiğinde velînin itiraz hakkı vardır. Ya mehr-i
misli tamamlattırır, yahut hâkime onları biri birinden ayırttırır. Nitekim
musannıf bunu kefâet bâbında söyleyecektir.
«Evlendiği adamdan çocuk doğuruncaya kadar
susmadıkça...» cümlesinde, susmadıkça sözünü ziyade etmesi, doğurmazdan önce
susmasının rıza sayılmayacağına işaret içindir. Bir de bu meselenin sükut söz
yerine geçen meselelerden olmadığını anlatmak istemiştir. Nitekim bunlara
ileride işaret edecektir. Bundan anlaşılır ki, gebeliğini duyarak susmaz da
dâvâ ederse, evleviyetle hüküm budur. Lâkin hiç haberi olmaz da doğurursa, ne
hüküm verileceği cevap ister. Acaba itiraz hakkı var mıdır? Metnin zâhirine
bakılırsa yoktur. Şerhinzâhirine bakılırsa vardır.
«Hâkim nikâhı fesheder.» Ve bu ayrılık
ancak hâkimin hükmüyle sabit olur. Çünkü ictihad götüren bir yerdir. İki
hasımdan her biri bir delile dayanır. Binaenaleyh nikâh ancak hâkimin fiiliyle
bozulur. Bundan önce nikâh sahihtir. Karı-kocadan biri hükümden önce ölürse,
diğeri ona mirasçı olur. Bu ayrılma feshtir. Talâkın sayısını eksiltmez. Eğer
zifaftan önce ayrıldılarsa mehirden hiçbir şey vâcip olmaz. Zifaftan sonra ise,
kadına mehr-i müsemma verilir. Halvet-i sahihadan (baş başa kalmalarından)
sonra dahi hüküm budur. Kadına iddet lâzım gelir. Ve kendisine hiddet nafakası
verilir. Çünkü bu nafaka vâcip idi. Fetih. Velî razı oluncaya kadar o kadın
cima için kocasına imkân vermeyebilir. Nitekim Fakîh Ebu'l-Leys bunu tercih etmiştir.
Zira olur da velî aralarını ayırır ve şüpheyle cima meydana gelir. Ama aşağıda
gelen müftabih kavle göre bu iş horamdır. Çünkü akit yoktur. Bunu Bahır sahibi
ifade etmiştir.
«İtiraz da yenilenir.» Yani nikâhın
yenilenmesîyle velînin itirazı da yenilenir. Meselâ kızı, izniyle velîsi dengi
olmayan birisine verir de, o da boşarsa, sonra kız kendini ikinci defa o adama
nikâhladığında bu velînin onları birbirinden ayırmaya hakkı olur. Ve ilk akde
razı olmak ikinciye de rıza sayılmaz. Fetih. Nikâh yenilenir diye kaydetmesi
şundandır. Kocası talâk-ı rîc'î ile boşar da sonra iddet içinde ona dönerse,
velî için itiraz hakkı yoktur. Nitekim bunu Zahîre sahibi zikretmiştir.
«Tâ ki çocuk zayi olmasın.» Yani anne ve
babası birbirinden ayrılmakla çocuk zayi sayılır. Zira bir arada bulunmaları
şüphesiz ki çocuğun terbiyesini daha çok muhafaza eder.
«Zâhir olan gebeliği ilh...» cümlesi, Bahır
sahibinin bir incelemesidir. H.
METİN
Denk olmayan dâmat hakkında akdin aslâ caiz
olmadığına fetva verilir. Fetva için muhtar olan kavil budur. Çünkü zaman
bozulmuştur. Binaenaleyh üç defa boşanan bir kadın, velîsi bunu bilip dururken
onun izni olmaksızın dengi olmayan birine varırsa helâl olmaz. Bu
bellenmelidir. Birinci kavle binaen - ki zâhir rivayettir - akitten önce veya sonra
derecede müsavi iseler, velîlerden bazısının razı olması hepsinin rızası
gibidir. Çünkü hepsi için kâmilen sabit olmuştur ve aman velâyetiyle kısas
velâyeti gibidir. Bunu vakıf bahsinde tahkik edeceğiz.
İZAH
«Denk olmayan dâmat hakkımda ilh...» diye kayıtlaması,
yukarıda söylediği, "Binaenaleyh hür ve mükellef bir kadının nikâhı
ilh...» cümlesine döndüğü sanılmasın diyedir. Bir de mehr-i misilsiz
evlenmesinden ihtiraz içindir. Biliyorsun ki velînin yine itiraz hakkı vardır.
Zâhire bakılırsa, akdin sahih olduğunda hilâf yoktur ve bu fetva verilen kavil,
şarihin işareti ettiği gibi denk olmayan dâmada mahsustur. Bu kavli her iki
meselede geçerli sayan görmedim. Aralarındaki fark, mehr-i tamamlamak suretiyle
istidrak imkânıdır. Onun için ulema, "Mehr-i misli tamamlayıncaya yahut
hâkim aralarını ayırıncaya kadar velînin itiraz hakkı vardır. Mehr-i tamamladı
mı itiraz sebebi ortadan kalkar. Denk olmamak bunun hilâfınadır."
demişlerdir. Bana zâhir olan budur.
«Aslâ caiz olmadığına fetva verilir.» İmam
Hasan'ın Ebû Hanife'den» rivayeti budur. Bu, kızın velîsi olup da akitten önce
rıza göstermediğine göredir. Akitten sonra rıza göstermesini ifade etmez.
Bahır. Fakat kızın' velîsi yoksa, bu akit bil ittifak mutlak surette sahih ve
geçerlidir. Nitekim gelecektir. Çünkü bu rivayete göre sahih olmamasının vechi,
velîlerden zararı def etmektir. Kıza gelince: O, hakkının ıskat edilmesine razı
olmuştur. Fetih. Bahır sahibinin, "Ona razı olmamıştır." Demesi, hiç
bilmediği surete şâmildir. Binaenaleyh razı olmadığını açık söylemek lâzım
gelmez. Belki sükut etmesi, söylediğimiz gibi rıza değildir. Binaenaleyh bu
takdirde akdin sahih olması için onun açık rızası lâzımdır. Bu izaha göre,
bundan önce susar da sonra razı olursa faydası yoktur.
«Fetva için muhtar olan kavil budur.»
Şemsü'l-Eimme diyor ki: «Bu ihtiyata daha yakındır.» Allâme Kâsım'ın tashihinde
de böyledir. Çünkü her velî dâvâcılığı ve murafaayı beceremez. Her hâkim de
âdil değildir. Velî becerikli olur hâkim de adalet gösterirse, mahkeme
kapılarına gîdip gelmekten ar eder ve dâvâya çıkmayı ağır bir iş sayarak terk
edilebilir. Böylece zarar tekarrur eder. Onu menetmek def sayılır. Fetih.
«Binaenaleyh üç defa boşanan bir kadın,
dengi olmayana varırsa...»cümlesi, bilip de razı olmamaya, bilmemeye ve
bilmeden razı olmaya sâdıktır. Bu üç surette kadın helâl değildir. Ancak
dördüncü surette helâl olur ki, o da velînin bilerek dâmadın denk olmamasına
rıza göstermesidir. H.
«Ben derim ki: Daha münasibi. "Onu
aynen bildiği halde" demesidir. Çünkü Bahır'da şu ifade vardır: «Velî.
"bu kızın, dengi olmayan biriyle evlenmesine razı oldum." der de,
dâmadı aynen bilmezse, kâfi midir değil midir meselesi fetva hadisesi olmuştur.
Ve kâfi gelmemesi gerekir. Çünkü meçhule razı olmak doğru değildir. Nitekim
Hâniyye'de kadından velîsi izin ister de damadın ismini söylemezse meselesinde
bu zikredilmiş; "Çünkü meçhule rıza tahakkuk etmez" denilmiştir. Ama
ben bunun nakIini görmedim.» Bu sözü Nehir sahibi kabul etmiştir. Lâkin umumu
üzere değildir. Çünkü şarihin ifadesinde gelecektir ki, kız emri velîsine
havale ederse sahih olur. Nasıl ki "beni dilediğine tezviç et" ve
benzeri sözler böyledir. Hayreddin-i Remlî diyor ki: «Bunun muktezası şudur:
Velî o kıza, ben senin yaptığına razıyım yahut kendini dilediğine tezviç et
gibi bir söz söylerse kâfi gelir. Bu zâhirdir. Çünkü emri kıza havale etmiştir.
Bir de bu ıskat bâbındandır.»
«Bu bellenmelidir.» Manzume-i Nesefiyye
şerhi Hakâyık'ta, "Bu, bellenilmesi vâcip olanşeylerdendir. Çünkü vuku
çoktur." denilmiştir. Kemal diyor ki: «Çünkü muhallil (Hulleci)
ekseriyetle denk olmaz. Ama muhallin akdini bizzat velî yaparsa, kadın
birinciye helâl olur.» Bahır'da şöyle denilmiştir: «Bütün bunlar kızın velîsi
olduğuna göredir. Velîsi yoksa akit bil ittifak mutlak surette sahihtir.»
«Zâhir rivayettir.» Ulemadan birçokları
bununla fetva vermişlerdir. Şu halde fetva muhtelif demektir. Bahır. Lâkin
biliyorsun ki, ikincisi ihtiyata daha yakındır.
«Akitten önce veya sonra» ifadesine şöyle
itiraz olunabilir: Akitten önce gerek birinciye, gerek ikinciye razı olması
sahihtir. Fakat yalnız bîrinci kavle iftira edene göre - ki akitten sonra razı
olmaktır - sahihtîr. İkinciye göre - ki müftabihtir - sahih değildir. Nitekim
Bahır'dan naklen arzettik. Metnin sözü, ikinciye göre bazılarının razı olması,
hepsinin rızası gibi olmaz vehmini vermektedir. Bunun bir vechi yoktur. İhtimal
şarih bu îhâmı def etmek istemiştir.
«Çünkü hepsi içîn kâmilen sabit olmuştur.»
Çünkü bu bir haktır, parçalanmaz. Zira parçalanmayan bir sebeple sabit
olmuştur. Bahır.
«Aman velâyetiyle kısas velâyeti gibidir.»
Bir müslüman bir harbîye aman (koruyacağına söz) verirse, başka bir müslümanın
o harbîye veya onun malına saldırmaya hakkı olmaz. Velîlerden biri kısası
affederse, diğer velî onu isteyemez. H.
«Bunu vakıf bahsinde tahkik edeceğiz.» Şarih
vakıf bahsinde buradakinden fazla olarak bazı vakıf müstahıklarını ilâve etmîş;
bunların bütün hak sahipleri namına dâvâcı olabileceğîni söylemiştir.
Mirasçılardan bazıları da öyledir. Keza alacaklılardan birine karşı fakirlik
isbatında ve müslümanların yolundan umumi zararın giderilmesîni isteme
velâyetinde hüküm hep böyledir.
METİN
Aksi takdirde onlardan en yakın olan için
fesih hakkı vardır. Eğer kızı velisi yoksa akit sahihtir. Ve mutlaka surette
bilittifak geçerlidir. Onun, yani itiraz hakkı olan velînin mehri ve benzeri
rızaya delâlet eden bir şeyi alması - şayet dâmadın denk olmadığı dâvâya
vermezden önce hâkim nazarında sabit ise - rızadır. Aksi takdirde rıza
sayılmaz. Nitekim doğurmadıkça velînin susması da rıza değildir. Dâmadın kıza
denk olduğunu tasdik etmesi ise, kalanların hakkım ıskat etmez. Mebsût. Bülûğa
ermiş bir bâkire nikâha zorlanmaz. Çünkü bülûğ ile velâyet sona ermiştir.
İZAH
«Aksi takdirde...» Yani derecede müsavi
değillerse, uzak velî razı olduğu zaman yakının itiraz hakkı vardır. Bunu Bahır
sahibi Fetih ve diğer kitaplardan nakletmiştir.
«Eğer kızın velisi yoksa akit sahihtir.»
Yani asabiden velîsi yoksa demek istemiştir. Asabi dese daha iyi olurdu.
Musannıfın beyan ettiği bu hükmü Fetih sahibi de beyan etmiş; inceleme yaparak,
"sahih olması gerekir" demiştir. Bunu, velîlerden zararı def etmek
için diye yapılan ta'lilden almıştır. Bir de kız hakkının ıskatına razı
olmuştur. Bahır sahibi bunu kesinlikle ifade etmiş, musannıf da O'na uymuştur.
Zâhire bakılırsa, kızın küçük asabi velîsi varsa, yok hükmündedir. Çünkü küçük
çocuğun velî olma hakkı yoktur. Keza asabisi köle veya kâfir olursa yine yok
hükmündedir. Buna şarih dahi, "nikâhta velî asabidir ilh..." dediği
yerde işaret edecektir. Biz de orada açıklayacağız. Bu izaha göre çocuk bülûğa
erse, köle âzâd edilse veya kâfir müslüman olsa, itiraz hakkı yenilenmez. Fakat
kızın gaipte asabisi varsa, o hâzır gibidir. Çünkü velâyeti kesilmez. Şu delil
ile ki, küçük kızı bulunduğu yerde evlendirmiş olsa sahih olur. Velev ki kızın
orada hâzır başka bir velîsi bulunsun. Mamafih mesele ihtilaflıdır. Nitekim
gelecektir.
Yine zâhire bakılırsa bu, âkil bâliğ olan
kızdadır. Küçük kızda sahih değildir. Çünkü o hakkının ıskatına razı
olmamıştır. Görmüyor musun asabisi olur da onu dengi olmayan birine verirse
akit sahih olmaz. Asabisi olmadığı zaman da böyledir. Bütün bunlar, bana
ulemanın sözlerinden anlayarak zâhir oldu. Açıkça naklini görmedim.
«Mutlak surette...» Yani dengine varsın
varmasın geçerlidir. H.
"Bilittifak" Yani bunda zâhir
mezhebe kail olanlarla İmam Hasan'ın fetva verilen rivayetine kail olanlar
ittifak etmişlerdir.
«İtiraz hakkı olan velinin» sözü,
"kızın velîsi yoksa" ifadesinden murad, zevil - erhema da şâmilmiş
zannını vermektedir. Halbuki öyle değildir. Münasip olan, bu açıklamayı orada
yapmaktı. Tâ ki murad her iki yerde bilinsin ve bu îhâm ortadan kalksın.
«Ve benzeri...» Yani nafakayı alması yahut
mehir ve nafakadan biri hususunda dâvâcı olması, bir de teçhiz gibi şeylerdir.
Fetih.
«Şayet dâmadın denk olmadığı sabit ise
ilh...» Zahîre sahibi de bunu böyle zikretmiş; Bahır, Nehir ve Şurunbulâliyye
sahipleriyle Makdisî şarihi ikrar ve kabul etmişlerdir. Zâhirine bakılırsa, bu
yalnız delâleten rızada şarttır. Mücerret denk olmadığını bilmek burada kâfi
değildir. Açık açık razı olduğunu söylemek bunun hilâfınadır. Onda yalnız
bilmek kâfidir. Lâkin bu, metinlerin mutlak olan ifadelerine muhaliftir. Fetih
sahibi onu zikretmediği gibi; zâhir rivayet kitaplarını toplayan Hâkim dahi
Kâfî'de zikretmemiştir. Keza bunun vechi de zâhir değildir. Meğer ki fark
delâletin derece itibariyle sarahattan aşağı olduğu söylensin. Bu meselenin
sureti şudur: Bu kadın dengi olmayan biriyle evlenir. velîsi bunu dâvâ eder ve
hâkim huzurunda o adamın buna denk olmadığını isbat eder. Hâkim onları birbirinden
ayırmadan velî mehri teslim alır yahut hâkim onları ayırır, sonra kadın
velîsinin izni olmaksızın o adamla tekrar evlenir ve veli mehri teslim alır.
«Tasdik etmesi ise ilh... »Bahır sahibi
diyor ki: «Rıza kaydını koyması şundandır: Çünküvelîlerden birinin dâmadın denk
olduğunu tasdik etmesi, diğer etmeyenlerin hakkını düşürmez. Mebsût'ta beyan
edildiğine göre; velîlerden biri dâmadın kıza denk olduğunu iddia eder de,
diğeri denk olmadığını isbatlarsa, aralarının ayrılmasını isteyebilir. Çünkü tasdik
eden vücup sebebini inkâr etmektedir. Bir şeyin sebebini inkâr ise, onu ıskat
etmek değildir.» Fevaid-i Tâciyye'de şöyle denilmektedir: «Kızın velîsi damat
kıza denk değildir diye iki şâhid getirir yahut dâmat denk olduğunu isbat etmek
için şahit getirirse, şehadet lâfzı şart değildir. Çünkü bu bir ihbardır.»
«Bülûğa ermiş bir bâkire nikâha zorlanmaz.»
Büluğa ermiş erkek ve mükâteb ile mükâtebe dahi zorlanmazlar. Velev ki küçük
olsunlar. Bunu Halebî Kuhistânî'den nakletmiştir. Bâkire sözünü musannıf mutlak
bırakmıştır. Binaenaleyh daha önce evlenip de kızlığı bozulmadan boşanan ve
bâkireler gibi evlenen kadına da şâmildir. Asıl'da bu beyan edilmiştir. Bahır.
METİN
Kızdan bizzat velî izin isterse - ki sünnet
olan budur - yahut vekili veya elçisi izin isterse veya velisi nikâhlar da kıza
onun elçisi yahut âdil bir fuzuli haber verirse, kendi arzusuyla onu
reddetmekten sustuğu veya alay etmeksizin güldüğü yahut gülümsediği veya
sessizce ağladığı taktirde bu izindir. Sesli ağlarsa bu, izin veya red sayılmaz.
Hattâ ondan sonra razı olursa nikâh münakit olur. Bu, Mi'râc ve diğer
kitaplarda bildirilmiştir. Vikâye ile Mültekâ'nın ifadeleri ise söz götürür.
İZAH
«Ki sünnet olan budur...» Nikâhtan önce
kıza, "filan seni istiyor" yahut, "senin lâfını ediyor" der
de susarsa izin sayılır, izin istemeden verirse, sünnet hususunda hata etmiş
olur ve kızın rızasına bağlı kalır. Bunu Bahır sahibi Muhit'ten nakletmiştir.
Rahmetî ise Şâfiîlerin sözünü beğenmiştir. Onlara göre izin istemekte sünnet,
kıza güvenilir birkaç kadın gönderip onun niyetini anlamalarıdır. Bu hususta
anne herkesten evlâdır. Çünkü o başka kadınların öğrenemeyeceklerini öğrenir.
«Vekili veya elçisi izin isterse...»
vekiline velî, "seni filan kızdan şu hususta izin almaya vekil ettim"
der. Elçisine ise, "filan kıza git de, de ki: filan kardeşin şu hususta
senden izin istiyor" der.
«Kıza onun elçisi ilh...» ifadesi
gösteriyor ki, musannıfın, "yahut kızı nikâhlarsa" sözü, o yokken
nikâhlandığına yorumlanmıştır. Bu hatıra gelenin aksi ise de, aşağıdaki, "keza
kızı yüzüne karşı nikâh eder de susarsa" ifadesiyle tekrar olmaktan
kurtarmak için bunu tercih etmek gerekir. Bahır'da şöyle denilmiştir: Velîsi
kızı dengi olmayan birine verir de kıza haber verildiği vakit susarsa, ne hüküm
verileceğine ihtilâf edilmiştir. İmameyn bunun rıza sayılmayacağını
söylemişler; bazıları Ebû Hanife'nin kavline göre nikâhı akdeden baba veyadede
ise rıza sayılacağını, başkaları ise sayılmayacağını bildirmişlerdir. Nitekim
Hâniyye'de dengine verilmeyen küçük kız meselesinden alarak böyle denilmiştir.
«Âdil bir fuzûli haber verirse...» Fuzûlide
ya adalet yahut adet şarttır. Binaenaleyh Ebû Hânife'ye göre ya âdil bir
kimsenin yahut hali kapalı iki kimsenin haber vermesi kûfidir. Adil olmayan bir
kişinin haber vermesi kâfi değildir. Bu meselenin benzerleri vardır ki, kaza
bahsinde gelecektir. (Fuzûli; işine girmeyen şeye karışan kimsedir.)
"Sustuğu" ifadesinden murad,
bülûğa ermîş bâkiredir. Büluğa ermiş oğlan bunun hilâfınadır. Çünkü onun
susması rıza sayılmaz. Razı olduğunu sözle bildirecektir. Hâkim'in Kârşısında
böyle denilmiştir.
«Kendi arzusuyla...» haber verirken aksırık
veya öksürük tutar da, o geçtikten sonra razı değilim derse; yahut o adam
ağzını tutar da bıraktıktan sonra bunu söylerse, reddi sahihtir. Çünkü susması
mecbur kaldığı içindir. Bahır.
«Onu reddetmekten...» diye kayıtlaması,
mutlak susmak murad olmadığı içindir. Çünkü haber ulaştığı vakit ecnebi biriyle
konuşursa, burada susmak sayılır ve rıza yerine geçer. "Elhamdülillah
kendimi seçtim" yahut, "o tabaktır, ben onu istemem" derse, bir
söz sayılır ve red cevabıdır. Bahır.
«Alay etmeksizin gülmesi izindir.» Alay
ederek gülmek derhal anlaşılır. Zira gülmek rızaya delâlet ettiği için izin
sayılmıştır. Rızaya delâlet etmezse İzin değildir. Bahır.
«Sessizce ağladığı takdirde izindir.» Fetva
için tercih edilen budur. Çünkü bu, ailesinden ayrılacağı için üzüldüğündendir.
Bahır. Yani bu ancak razı olduğu vakit olur. Mi'râc.
«Vikâye ile Mültekâ'da», "Tebessüm ve
sessizce ağlamak izindir. Sesle ağlamak red sayılır." denilmiştir. Bu, söz
götürür. Çünkü Mi'râc'ın ifadesine muhaliftir. Orada şöyle denilmiştir: Bunun
söz götürdüğü şüphesizdir. Zira Vikâye ve Mültekâ'daki ifadenin misli Hikâye ve
lslâh'ta da vardır. Ama metinler şerhlere tercih edilir. Kâdıhân'ın Câmi-i Sağîr
şerhinde bildirildiğine göre; kız ağlarsa, Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre red
sayılır. Diğer bir rivayete göre rızadır. Ulema diyorlar ki: "Ağlamak
sesle ve çığlıkla olursa rıza sayılmaz. Sessiz olursa rızadır." Bundan
anlaşılır ki, hilâfın aslı ağlamak red midir değil midir meselesidir.
«Ulema diyorlar ki ilh...» sözü, iki
rivayetin arasını bulmaktır. Rıza sayılmaz demek red olur demektir. Nitekim
Vikâye sahibi ve diğer ulema böyle anlamışlardır. Zahîre sahibi dahi bunu
açıklamış; her iki rivayeti naklettikten sonra şunları söylemiştir: «Bazıları,
"ağlamak yaygara ve sesle olursa reddir, değilse rızadır"
demişlerdir. En güzeli budur. Fetva da buna göredir.» Nasıl buna göre olmasın!
Sesle ağlamak, vaveyla koparmak, redde ve razı olmadığına karinedir. Onun
içindir ki, Fetih sahibi iki rivayeti naklettikten sonra, "Ağlamak ve
gülmek hususunda itimat ve itibar hâl karinelerinedir. Bunlar çatışır veya
müşkil olursa, ihtiyatagidilir." demiştir. Şimdi anlamışsındır ki,
Mi'râc'ın sözü zayıftır, itimat edilmez.
«Bu izindir.» Yani kız bunun izin olduğunu
bilmese bile izin sayılır. Nitekim Fetih'te böyle denilmiştir.
METİN
Yani velî bir kişi ise, birincide
tevkildir. Akdi yapanlar müteaddit olursa, kızın susması izin değildir.
İkincide nikâh bâkî kalmak şartıyla izindir. Velînin ölmesiyle bâtıl olursa
izin değildir. Velî öldükten sonra kız. "Beni babam iznimle
evlendirdi." der de mirasçılar inkâr ederlerse söz kızındır. Mirasçı olur
ve hiddeti bekler. "Benim iznim olmaksızın vermiş, ama duydum ve razı
oldum." derse, söz mirasçılarındır. Kızın. "Başkası ondan daha
lâyıktır." demesi akitten önceyse red'dir, sonra ise red değildir. Velî
kızı kendine alırsa, akitten sonra susması red sayılır. Akitten önce susması
red değildir. Veli muayyen bir şahıs hakkında kızdan izin ister de reddederse,
sonra ona nikâhlandığında susmuş olsa, esah kavle göre akit sahih olur. Fakat
duyar da reddeder, sonra, "razı oldum" derse caiz olmaz. Çünkü
reddetmekle bâtıl olmuştur. Bundan dolayıdır ki ulema, zifafa girerken nikâh
tazelemeyi iyi görmüşlerdir. Çünkü ekseriyetle, ansızın işitmekle nefret
göstermek âdettir. Velî kızdan izin istediğinde susar, o da söylediği şahsa
nikâhlamak için birini tevkil ederse, dâmat ve mehir belli olmak şartıyla
caizdir. Nitekim Kınye'de böyle denilmiştir. Bahır sahibi bunu müşkil görerek;
"Vekîlin izinsiz vekil tayinine hakkı yoktur." demiştir. Bu sözün
muktezası caiz değil demektir yahut bu müstesnadır.
İZAH
«Birincide tevkildir.» Yani akitten önce
izin istemesi tevkildir. Hattâ akitten sonra kız, "razı değilim" der
de velî bunu bilmeyerek o kızı nikâhlarsa sahih olur. Nitekim Zahîriyye'de
belirtmiştir. Çünkü vekil azledildiğini bilmedikçe ma'zûl sayılmaz. Bahır.
«Akdi yapanlar müteaddit olursa ilh...»
Burada Bahır'ın ibaresi şöyledir: «Kızı, derecede müsavi iki velîden her biri
bir adama nikâhlarsa. kız ikisine birden razı olduğu takdirde her iki akit
bâtıl olur. Çünkü evleviyet yoktur. Susarsa kavlen veya fiilen birine razı
oluncaya kadar her iki akit mevkuf kalır. Zâhir olan cevap budur. Nasıl ki
Bedâyi'de de bildirilmiştir.» Şüphesiz ki bu razı olma hususundadır. Halbuki
şimdi bizim sözümüz tevkildedir. Yani akitten önce izin hakkındadır. Lâkin
zâhire göre iki velî izin aldıktan sonra o kızı beraberce nikâhlarlarsa, hükmen
her iki yerde değişmez. İzin istedikleri zaman kız susar da onu aralıklı olarak
iki adama nikâhlarlarsa, öncekinin akdinin sahih olması gerekir. Çünkü muarızı
yoktur.
«İkincide nikâh bâki kalmak şartıyla
izindir» Yani akitden sonra izin isterse, nikâh bâki kalmak şartıyla izindir.
Esah olan budur. Bir rivayete göre akitten sonra susmak izinsayılmaz. Nitekim
Fethu'l-Kadir'de beyan edilmiştir. Kızı dengi olmayan birine verir de, haber
aldığı vakit susarsa, hükmün ihtilâflı olduğunu da evvelce arz etmiştir.
«Velînin ölmesiyle bâtıl olursa izin
değildir.» Çünkü razı olmanın şartı, akdin bâki olmasıdır. Bahır.
«Söz kızındır.» Zira kaide şudur; Mükellef
bir müslüman, ancak sahih ve geçerli olan akdi yapar.
«Söz mirasçılarındır.» Çünkü kız akdin tam
olmayarak yapıldığını ikrar etmiş; sonradan geçerliliğini iddia etmiştir. Bu
sözü kabul edilemez. Zira töhmet vardır. Bahır. O zaman mirasçı da olamaz.
Acaba iddet bekler mi? Nefselemirde doğruyu söylerse, şüphesiz diyaneten iddet
beklemesi icabeder. Aksi takdirde iddet gerekmez. Evet, evlenmek isterse
kendisini kendi sözüyle muaheze etmek için mâni olunur. Fakat evlenirse,
Zahîre' de şöyle denilmiştir: «Kadın evlenir de sonra iddet iddiasında
bulunursa, kocası ben seni iddetin bittikten sonra aldım dediği takdirde söz
kocasınındır. Çünkü doğruyu iddia etmektedir.» İhtimâl burada öyle denilir.
Çünkü kadının sâbık ikrarı her vecihle sabit olmamıştır. Bana zâhir olan budur.
«Akitten önce ise reddir, sonra ise red
değildir.» Ulema bunların arasında fark görmüş: "Çünkü bunun izin olmaya
da, olmamaya da ihtimali vardır. Nikâhtan önce ise nikâh sayılmaz. Binaenaleyh
şüpheyle caiz olmaz. Nikâhtan sonra nikâhtır. Binaenaleyh şüpheyle bâtıl
olmaz." demişlerdir. Zahîriyye'de de böyledir. Fakat bu müşkildir. Çünkü
susmak ancak sahih olduktan sonra nikâh olur. Sahih olması ise izinden
sonradır. Zâhire bakılırsa, susmak her iki meselede izin değildir. Bahır.
İşkâlin aslını meydana çıkaran Fetih sahibidir. Makdisî ona cevap vermiş;
"Akit yapılıp da sonra onu hem kabule, hem redde yarayacak bir söz vârit
olursa, kabul ihtimaline bakarak tercih olunur. Akitten sonra izin olmaya ve
olmamaya ihtimalli bir söz vârit olursa, red olması tercih edilir. Çünkü akit
yapılmamıştır. İzin tahakkuk etmediği için yapılmasına mâni olunur."
demiştir.
«Velî kızı kendisine alırsa...» Yani velî
amca oğlu gibi biri olur da, amcasının ermiş bâkire kızını onun izni olmadan
kendine alırsa, kız duyduğunda sükût etse bile, bu razı olmak sayılmaz. Çünkü
amca oğlu kendisi hakkında asil. kadın tarafından fuzûlidir. Binaenaleyh Ebû
Hanife ile İmam Muhammed'in kavline göre akit tamam değildir; razı olmanın buna
bir tesiri yoktur. Fakat kendisine olmak hususunda kızdan izin ister de
susarsa. Bil ittifak caiz olur. Bunu Hâniyye'den naklen Bahır sahibi
söylemiştir. Hâsılı fuzûli - velev bir taraftan olsun - akdin iki tarafını
üzerine alırsa, Tarafeyn'e göre akdi izin almaya bağlı değildir. Bilâkis
bâtıldır. Başkasıyla birlikte akde başlaması bunun hilâfınadır. Başkası, asil
olsun, velî veya vekil olsun yahut başka bir fuzûli olsun fark etmez; ve akit bil
ittifak izine bağlı olur. Nitekimkefâet bâbının sonunda gelecektir.
«Susmuş olsa akit sahih olur.» Ama duyduğu
vakit, "Ben filancayı istemediğimi söylemiştim." diyerek başka bir
şey söylemezse, nikâh caiz değildir. Çünkü kendisinin ilk defa razı olmadığında
devam ettiğini haber vermiştir. Zahîre.
«Duyar da reddeder, sonra razı oldum derse
caiz olmaz.» Çünkü evliliğin geçerliliği izin vermeye bağlıydı. O da
reddetmekle bâtıl oldu. Birincide red, izin istemek hakkındaydı. Sonradan ârız
olan evlenme hakkında değildi. Lâkin Fetih sahibi diyor ki: «En münasibi sahih
olmamaktır. Çünkü bu açık red, sükûtun delâleten rıza olmasını
zayıflatmaktadır. » Bahır sahibi bunu kabul etmiştir. Ama şöyle denilebilir:
Kadın bundan sonra dâmadın güzel ahlâklı olduğunu öğrenmiş olabilir. İlk defa
reddetmesi utandığından da olabilir. Çünkü ekseriyetle görülen hâl, ansızın
işitince nefret göstermek olduğunu biliyorsun. Eğer bu kadın ilk rıza
göstermediği halinde devam etseydi, evvelce söylediği gibi reddettiğini açık
söylerdi.
«Dâmat ve mehir belli olmak şartıyla
caizdir.» Bunun ihtilâflı olması gerekir. Nitekim metnin bundan sonra gelen
meselesi ihtilâflıdır. H.
«Bahır sahibi bunu müşkil görmüştür ilh...»
Nikâh bahsinin başında arzettiğimiz, "bana tezviç et" sözünün tevkil
mi yoksa icap mı sayılacağı meselesi bunu te'yid eder. Hulâsa'dan naklen
demiştik ki: «Vekil kızını filana hîbe et der, o da hîbe ettim cevabını
verirse, bundan sonra vekil kabul ettim demedikçe nikâh münakit olmaz. Çünkü
vekil temlike salahiyetdar değildir.» Bu da nikâhta vekilin tevkile hakkı
olmadığını ve bunun ulema tarafından bu kaideden istisna edilen meselelerden
sayılmadığını gösterir.
Orada Rahmetî şunları söylemişti:
«Hamevî'nin Eşbâh üzerine yazdığı hâşiyede imam Muhammed'in Asıl adındaki
kitabından naklen şöyle denilmiştir: Vekilin huzurunda vekilin vekilinin nikâh
kıyması bizzat vekilin kıyması gibi değildir. Satışta iş bunun hilâfınadır.
İsâm Muhtasar'ında, "Nikâh satış gibi kabul edilmiş, vekilin huzurunda
vekilinin nikâh kıyması bizzat kendi kıyması gibidir' denilmiştir.» Şu halde
Kınye'deki ifade İsâm rivayetine terfi edilmiş olabilir. Lâkin Asıl, yani
Mebsût zâhir rivayet kitaplarındandır. Binaenaleyh zâhire göre caiz değildir.
METİN
Sükut vesairenin izin sayılması, kadının
dâmadı bilmesi şartıyladır. Yani ona rağbet göstermek veya göstermemek için kim
olduğunu bilecektir. Velev ki komşularım veya amca oğulları gibi umumi bir
sözün zımnında olsun. Bunlar sayılabilirlerse, nikâh sahihtir; sayılamazlarsa
emri ona havale etmedikçe caiz olmaz. Mehri bilmesi şart değildir. Ama şart
olduğunu söyleyenler de vardır. Müteehhirin ulemanın kavilleri budur. Bunu
Zahîre'dennaklen Bahır sahibi söylemiş; musannıf da kabul etmiştir. Dürer
sahibinin Kâfî'den naklen sahihlediği sözü Kemâl reddetmiştir. Keza kızı velîsi
onun huzurunda nikâh eder de susarsa, esah kavle göre dâmadı bildiği takdirde
sahih olur. Nitekim yukarıda geçti. Eşbâh'ta zikredilen otuz yedi meselede
susmak konuşmak gibidir. Kızdan, ecnebi veya uzak velî gibi yakın velîden
başkası izin isterse, susmasına itibar yoktur.
İZAH
«Umumi bir sözün zımnında olsun.» Keza
filan veya filan diye birkaç isim sayar da kız susarsa, onu bu saydıklarından
dilediğine verebilir. Bahır.
«Sayılabilirlerse nikâh sahihtir» Feth'in
ibaresi, "Bunlar sayılı olurlar, kız tarafından bilinirlerse"
şeklindedir. Bu sözün muktezası, kız onları bilmezse, sayılı da olsalar nikâhın
sahih olmamasıdır.
«Sayılamazlarsa...» Meselâ seni bir adama
veriyorum yahut seni Temîm oğullarından birine veriyorum derse, emri ona havale
etmedikçe caiz olmaz. Ama velî, "Seni birçok kimseler istiyor"
dedikten sonra, "Ben senin yaptığına razıyım." yahut, "Beni
dilediğine ver." gibi bir söz söylerse bu sahih izindir. Nitekim
Zahîriyye'de belirtilmiştir. Bu sözle velîsi o kızı evvelâ nikâhını reddettiği
kimseye veremez. Çünkü bu umumdan murad, o kimseden başkalarıdır. "Bana
bir kadın bul." diye tevkil etmek gibi ki, vekil o adamın karısını
boşadığını ve ondan şikayet ettiğini bilip dururken boşadığı kadını ona nikâh
edemez. Nitekim Zahîriyye'de bildirilmiştir. Bahır.
«Mehri bilmesi şart değildir. Ama şart
olduğunu söyleyenler de vardır.» Şarih bununla, şarttır diyenlerin sözünün
zayıf olduğuna işaret etmiştir. Velev ki Fetih'te bu daha münasiptir denilmiş
olsun. Çünkü Hidâye sahibi birinci kavli sahihlemiştir. Bahır sahibi de bunun,
mezhebin kavli olduğunu bildirmiştir. Çünkü Zahîre'de, "İmam Muhammed'in
kitaplarının işaretleri buna delâlet etmektedir." denilmiştir.
Ben derim ki: Mehir konması şarttır diyen
kavle göre. bunun mehr-i misil olması şarttır. Binaenaleyh bu mehir olmaksızın
susması rıza sayılamaz. Nitekim Zeylâî'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir.
Şimdi şu kalır:Şart değildir diyen kavle göre acaba o kızı mehr-i misli ile
nikâhlaması şart mıdır ve ondan eksik bırakırsa kızın rızasını almaksızın akit
sahih olmaz mı? Bu, fetva hadisesi olmuştur. Bezzâziye'nin on birinci faslında
gördüm ki: "Mehri zikretmez ve vekil insanların aldanmadıkları şeyde
mehr-i misilden ziyadeyle yahut insanların aldanmadıkları şeyde mehr-i misilden
daha az!a evlendirirse, İmam-ı Âzam'a göre sahihtir, İmameyn'e göre sahih
değildir. Lâkin velîlerin kendilerinden âr'ı def için kadın tarafından itiraza
hakları vardır." denilmiştir. Yani kadın buna razı olduğu takdirde
demektir. Bu sözün muktezası şudur: Vekil, hadisemizde olduğu gibi velînin
kendisiyse kız da bunarazı olursa sahihtir. Aksi takdirde sahih olmaz.
«Dürer sahibinin Kâfî'den naklen...» Yani
Kâfi'nin sahihlediğini naklederek söylediği tafsilât ki şudur: «Velî baba veya
dede olur da, dâmadı zikrederse kâfidir. Çünkü baba mehr-i misilden aza razı
olursa. bu ancak ondan daha yararlı bir şeyden dolayı olur. Babayla dededen
başkası ise, mutlaka dâmadın ve mehrin adını söylemesi gerekir.»
«Bunu Kemâl reddetmiştir.» Kemâl'in sözü
şudur: «Onun zikrettiği tafsilât bir şey değildir. Çünkü bu, zorlama hükmüyle
küçük kızı kocaya vermesi hakkındadır. Bizim sözümüz ise babanın müşaveresi
gereken büyük kız hakkındadır. Bu hususta baba ecnebi gibidir»
«Dâmadı bildiği takdirde sahih olur.»
Mehire gelince: Bu hususta Bahır sahibinin tembih ettiği gibi, yukarıda geçen
sözler vardır.
«Otuz yedi meeslede, susmak konuşmak
gibidir.» Yani, "Susana söz nisbet edilmez." kaidesînde otuz yedi
mesele vardır. Hâşiyeci onun ibaresini tamamıyla zikretmiş; Tahtâvî de
Hamevî'den naklen birtakım meseleler katmıştır ki, bunları şarih vakıf bahsiyle
satışlar bahsinin arasında zikrettiği faydalarda bildirecektir. Orada inşaallah
bunların hepsi hakkında söz edeceğiz.
"Ecnebî"den murad, velîliğe hakkı
olmayan kimsedir. Şu halde kâfir olan babaya, köleye veya mükâtebe de şâmildir.
Lâkin velînin elcisi onun yerini tutar. Binaenaleyh o izin isterken kızın
susması rıza sayılır. Nitekim Fetih'te bildirilmiştir. Vekil de öyledir.
Nitekim Bahır'da Kınye'den naklen belirtilmiştîr.
«Uzak velî...» babayla beraber kardeş olup,
baba çok uzaklarda bulunmamaktır. Nitekim Hâniyye'de böyle denilmiştir.
«Susmasına itibar yoktur.» Kerhî'den bir
rivayete göre kızın susması kâfidir. Fetih.
METİN
Bilâkis bülûğa ermiş dul gibi mutlaka
konuşması lâzımdır. Bunların arasında fark yalnız susmaktır. Zira her ikisinin
rızaları delâletle olur. Nitekim bunu musannıf şu sözüyle beyan etmiştir: «Veya
söz mânâsını ifade eden ve rıza gösteren fiil olması lâzımdır. Mehrini ve
nafakasını istemesi ve cimasına imkân vermesi, yani kendi rızasıyla ona cima
etmesi - Zahîriyye -, tebriki kabul etmesi, sevinçten gülmesi gibi şeyler bu
kabildendir.» Hizmetinde bulunmak veya hediyesini kabul etmek bunun
hilâfınadır.
İZAH
«Bülûğa ermiş dul gibi konuşması lâzımdır.»
Küçük dul hakkında ise, küçük bâkirede olduğu gibi izin isteme yoktur. Fetih.
«Yalnız susmaktadır.» Bülûğa eren bâkirenin
susması. yakın velî hakkında izindir. Fakat susmak bülûğa eren dul hakkında
mutlak surette izin değildir. Buradaki istisna münkatıdır. Çünkü musannıfın,
"dul gibidir" sözü, kendisinden uzak velînin izin istediği bâkireye
benzetmedir. Bununla, bülûğa eren dul arasında susmak hususunda fark yoktur.
«Zira her ikisinin rızaları delâletle
olur.» ifadesiyle şarih Zeylâî'nin Kenz ve diğer kitaplara yaptığı itiraza işaret
etmiştir. Onlarda şöyle denilmiştir: «Her ikisinin rızası söze münhasır
değildir. Çünkü izin istemenin şart olmasında, rızada ve her ikisinin
rızalarının bazen şarih, bazen delâlet yoluyla olmasında aralarında fark
yoktur. Şu kadar var kî, bâkirenin susması delâlet yoluyla rızadır. Çünkü
utanır. Dul böyle değildir. Çünkü bu işler başından geçmekle onun utanması
azalmıştır.» Musannıf bunu hülâsa etmiş; yalnız, "Veya söz mânâsını ifade
eden ilh...» cümlesîni katmıştır. Lâkin Fetih sahibi cevap vererek şöyle
demiştir: «Hak şudur ki, cimasına imkân vermesinden maada zikredilenlerin hepsi
söz kabilindendir. Binaenaleyh delâlet yoluyla sabit olur. Çünkü o sözden
üstündür.» Yani rıza sözle sabit olunca, cimaya imkân vermekle sabit olması
evleviyette kalır. Çünkü rızaya bu daha çok delâlet eder demek îstemîştir.
Bahır sahibi kendisine itiraz etmiş; "Tebrik kabulü söz değil
sükuttur." demiştir. Nehir sahibi de, "Onun için de ulema onu sükut
meseleleri arasında saymışlardır." cümlesini ziyade etmîştir.
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Çünkü Fetih
sahibinin sözû şunu iktiza eder: Tebrik kabulünden murad, dille söylenen
sözdür. Mücerret susmak değildir. Zira onun maksadı, hepsini söz altında
toplamaktır. Onun için cimaya imkân vermekten başkasını istisna etmiştir. Söz kabilindendir
sözü buna aykırı değildir. Çünkü onun maksadı. "Bu açıkça razı olduğunu
söylemek kabilindendir." demektir. Kadının razı oldum demesi ve benzeri
sözler bu kabildendir. Şu delil ile ki; bundan önce, "Rıza, ya, evet razı
oldum, Allah bize bereket versin ve iyi ettin gibi sözlerle olur, yahut mehri
veya nafakayı istemek gibi delâlet yoluyla olur..." demiştir. Yine orada
beyan edildiğine göre, sükut meselelerinin arasında ulemanın şu kavli de
vardır: «Baba susar da tebrik müddeti içerisinde çocuğu benden değildir diye
nefyetmezse, çocuğun nesebi kendisine lâzım gelir.» Bu sözün mânâsı, çocuk
benden değildir demeyip susarsa demektir. Tebrike cevap vermekten susarsa demek
değildir. Bahır sahibinin itirazına, "Feth'in söz kabilindendir demesi, hakikaten
söz değildir mânâsınadır. Belki o söz yerine geçer." diye verilen cevap,
tebrik zamanında susmayı reddetmez. Yine Bahır'da denilmiştir ki: Muradı bu
olmuş olsaydı, cimaya imkân vermeyi istisnaya muhtaç olmazdı. Burada Zeylâî'nin
yaptığı itirazı defy yoktur. Çünkü Zeylâî, "Delâlet. ilzâm hususunda söz
yerine geçer" demektedir. Evet, Zeylâî'nin sözünün zâhir olduğu
anlaşılıyor. Çünkü zâhire göre mehir istemek ve benzeri şeylerin sözle olması
lâzım gelmez. Onun için şarih. "rızaya delâlet eden fiil" sözüyle ifade
etmiştir. Bunun muktezası, mehir ve benzerini almak rızadır. Nitekim yukarıda
geçtiğî vecihle bazıları onu velî hakkında rıza saymışlardır. Hâniyye sahibi
onu şu sözüyle açıklamıştır: Velî dul kadını evlendirir de kalbiyle razı olup
diliyle rızasını söylemezse, reddetmeye hakkı vardır. Çünkü burada muteber olan
dildir, yahut rıza bildiren fiildir. Cimaya imkân vermek, mehrî istemek ve
mehri kabul etmek bu kabildendir. Hediye kabulü böyle değildir.
«Kendi rızasıyla ona cima etmesi...»
cümlesi, tekrar edilmiştir. Zâhîre bakılırsa bu yanlıştır. Doğrusu.
"Kadınla baş başa kalması"dır. Çünkü Zahîriyye'den naklen Bahır'da
bildirilen şudur: «Kadının rızasıyla onunla baş başa kalırsa, acaba bu rıza
mıdır? Bu meselenin rivayeti yoktur. Bana kalırsa bu, rıza göstermektir.»
Bezzâziye'de, "Zâhir olan bu cevaz vermektir." denilmiştir.
«Sevinçten gülmesi,» alay ederek gülmekten
ihtirazdır. Bahır sahibi diyor ki: «Gülmeye gelince: Fethu'l-Kadir sahibi
evvelâ onun susmak gibî kâfi olmadığını söylemiş, burada kâfi geldiğini teslim
etmiş ve onu söz kabilinden saymıştır. Çünkü harflerden ibarettir.»
Ben derim ki; Zeylâî ve başkalarının
açıkladıklarına uygun olan buradakidir.
«Gibi şeyler»den murad, mehri kabul
etmektir. Nitekim Hâniyye'den naklen yukarıda geçti. Zâhire bakılırsa, nafakayı
kabul etmek de öyledir.
«Hizmetinde bulunmak bunun hilâfınadır.»
Yani önceden hizmetinde bulunuyordu ise, ona devam etmesi rıza sayılmaz.
Bahır'da Muhit ve Zahîriyye'den naklen, "Kadın onun yemeğinden yer veya
eskiden yapmakta olduğu hizmetinde bulunursa, delâleten rıza sayılmaz."
denilmektedir.
METİN
Bir kızın bekâreti, atlamakla veya hayzının
çok akmasıyla yahut yara veya beklemek yani yaşlanmak sebebiyle bozulursa, o
hakikaten bâkire sayılır. Nasıl ki kocasının âleti kesik veya kalkınamaz olduğu
için; yahut cimadan önce halvetten sonra boşadığı veya öldüğü için ayrılmaları
da böyledir. Zinadan dolayı bekâreti bozulmuşsa, yalnız bu surette hükmen
bâkiredir. Fakat tekerrür etmemiş ve bundan dolayı had vurulmamış olmak
şarttır. Aksi takdirde şüpheyle yahut fâsit nikâhla cima edilen gibi duldur.
İZAH
«Yaşlanmak"tan murad; bülûğa erdikten
sonra evlenmeden uzun süre babasının evinde kalması ve bâkirelerden sayılmaz
olmasıdır.
«O hakikaten bâkire sayılır.» Zahiriyye'de
bildirildiğine göre bâkire, nikâhlı veya nikâhsız cima edilmeyen kadındır.
Ulemanın bu bâbta söylediklerinin hülasası şudur: Bu meselelerde bozulduğundan
bahsedilen şey, o mahâldeki zardır. Onun için bir cariye bâkire diye satın
alınır da zarı yırtılmış çıkarsa, alan kimse onu reddedebilir. Çünkü bekâret
şartından kasd edilen örfî mânâ, zarın sıfatıdır. Bunu Bahır sahibi
söylemiştir.
«Nasıl ki kocasının âleti kesik ilh...»
cümlesi, kızın hakikaten ve hükmen bâkire sayılacağına tanzîrdir, temsil
değildir. Binaenaleyh, "Bu kızın zarı yırtılmamıştır. Onu nasıl olup da
zarı yırtılana benzetiyor." diye bir itiraz vârit olamaz. H.
«Halvetten sonra» sözünden anlaşılıyor ki,
boşamak veya ölüm halvetten önce olsa, evleviyetle hem hakikaten, hem hükmen
bâkire sayılır. Cimadan önce diye kayıtlaması, cimadan sonra ölürse hakikaten
ve hükmen dul sayılacağı içindir. H.
«Hükmen bâkiredir.» ifadesiyle, hakikaten
bâkire olmadığını kasd etmiştir. Nitekim mukabeleden bu anlaşılır.
«Tekerrür etmemiş ve bundan dolayı had
vurulmamış olmak şarttır.» Ulemanın. "Zinası şöhret bulmamışsa, susmasıyla
iktifa olunur. Çünkü halk onu bâkire bilirler. Konuşursa ayıplarlar.
Binaenaleyh işleri bozulmasın diye susmasıyla yetinilir." demelerinin
mânâsı budur. Gerçekten Teâlâ Hazretleri zinanın gizlenmesini dilemiştir. Onun
için şer'an bâkire sayılır. Zinası şöhret bulan bunun hilâfınadır.
«Aksi takdirde» sözü üç surete sâdıktır: 1)
Zinası tekerrür edip de had vurulmamışsa. 2) Had vurulmuş da zinası tekerrür
etmemişse. 3) Zinası tekerrür etmiş ve had vurulmuşsa dul sayılır. H.
«Şüpheyle cima edilen» hakikaten ve hükmen
duldur. H.
«Fâsit nikâhla cima edilen duldur.» Fakat
cima edilmemişse, o kadın hakikaten ve hükmen bâkiredir. Nasıl ki sahih nikâhta
da öyledir. T.
METİN
Kocası bâliğ olan bâkireye, "Sen nikâhı
duydun da sustun." der, kadın da, "ben nikâhı reddettim" derse,
bu hususta birinin beyyinesi bulunmadığı ve esah kavle göre o kadına kendi
rızasıyla cima da etmediği takdirde söz, yeminiyle birlikte kadınındır. Fetva
buna göredir. Erkeğin, kadın susmuştur diye getirdiği beyyinesi kabul edilir.
Çünkü dudaklarını yummakla vücudîdir.
İZAH
«Kadın, ben nikâhı reddettim derse...» Yani
ondan razı olduğunu gösterecek bir şey zuhur etmediyse demektir. Nitekim
Şurunbulâliyye'de belirtilmiştir. T.
«Birinin beyyinesi bulunmadığı takdirde...»
diye kayıtlaması şundandır: Zira hangisi beyyine getirirse beyyinesi kabul
edilir. Bahır. îkisi de beyyine getirirse meselesi aşağıda gelecektir.
«O kadına kendi rızasıyla cima da
etmediği...» ifadesinden murad, ya hiç cima etmemiş yahut zorla cimada bulunmuş
olmasıdır. Musannıf bu kayıtla. kadının rızasıyla cimadan ihtiraz etmiştir.
Zira esah kavle göre bu takdirde reddettim iddiası tasdik edilmez. Çünkü cimaya
imkân vermek ikrar gibidir. Bundan dolayıdır ki, Valvalciyye sahibi, bu kadın
zifaftan sonranikâhı reddettiğine beyyine getirse, kabul edilmeyeceğini
sahihlemiştir. Lâkin Gazzî'nin Eşbâh üzerine yazdığı haşiyede, "Kadının
zifaftan sonra razı olmazdan önce nikâhı reddettiğine dair beyyinesi kabul
edilip edilmeyeceği hususunda sahihleme ihtilâfı vâki olmuştur. Bezzâziye'de,
kitaplarda zikredilen kabul edileceğidir denilmiş; Vâkıât'da kabul edilmeyeceği
sahihlenmiştir. Çünkü kadın dâvâda çelişkiye düşmüştür. Sahih olan kabul
edilmesidir. Çünkü dâvâ bâtıl olsa da, beyine bâtıl değildir. Zira kadının
haram olduğunu isbat içindir. Bunun için getirilen beyine dâvâsız makbuldür.
Üstadımız Allâme Alî Makdisî bu bâbta bir risale yazmış; o risalede kabul
edildiğinin sahih olduğuna itimat etmiştir.» denilmiştir.
«Söz, yeminiyle birlikte kadınındır.» Çünkü
erkek akdin geçerliliğini ve kendisinin kadından istifadeye mâlik olduğunu
iddia; kadın ise bunu def etmektedir. Binaenaleyh kadın inkâr ediyor demektir.
Velîsinin kadın aleyhinde rıza ile oldu demesi kabul edilmez. Çünkü kadının aleyhine
milk sübut bulduğunu ikrar ediyor demektir. Halbukî kadın bülûğa erdikten sonra
velîsinin onun aleyhine nikâh ikrarı sahih değildir. Fetih'te böyle
denilmiştir. Velîsi başka bir şahitle birlikte razı idi diye şehadette
bulunursa, kabul edilmemek gerekir. Çünkü kendinden sâdır olan bir işi
tamamlamaya çalışmış olur ve müttehemdir. Ama ben bunun naklini görmedim.
Bahır.
Ben derim ki: Hâkim-i Şehid'in Kâfî'sinde
şöyle denilmektedir: «Bir adam kızını evlendirir de, kız razı olduğunu inkâr
ederse. aleyhinde babasının ve kardeşinin şahitliği caîz olmaz.» Sonra bil ki,
Bahır'da mehir babında fâsit nikâhtan bahsedilirken şöyle denilmiştir. «Kadın
nikâhın fesadını. kocası ise sahih olduğunu iddia ederse, söz kocasınındır.
Aksi halde araları ayrılır, kadına iddet beklemek düşer. Zifaf olmamışsa,
kendisine yarını mehir, olmuşsa bütün mehir verilir. Hâniyye'de böyle
denilmiştir. Ama Hâkim-i Şehid'in Kâfî'de zikrettiğini bundan müstesna saymak
gerekir. Onun zikrettiği şudur: Karı-kocadan biri nikâhın erkek küçükken
yapıldığını iddia ederse, söz erkeğindir. Bülûğa ermeden kadınla zifaf
olmamışsa, aralarında nikâh yoktur. Kadına mehir de verilmez.» Bahır'ın sözü
burada biter.
Ben derim ki: Bu son meseleyi Bezzâziyye
sahibi Muhit'ten naklen, «Çünkü akdin mevcudiyetinde ihtilâf etmişlerdir."
sözüyle ta'IiI etmiş; Zahîre sahibi ise onu, "Çünkü küçüklük halinde velî
razı olmadan önce yapılan nikâh mânen nikâh değildir ilh...» şeklinde
illetlendirmiştir. Ondan önce şunu zikretmiştir: «Eğer ihtilâf, sahih veya fâsit
olduğunda ise, zâhirin şahitliği ile söz, sahih olduğunu iddia edenindir. Asıl
akdin bulunup bulunmamasında ise söz, bulunduğunu inkâr edenindir.»
Ben derim ki: Bu izaha göre istisna yoktur.
Çünkü Hâniyye'nîn sözü birinciden. Kâfî'nin sözü ikincidendir. Hâniyye sahibinin,
"Aksi halde araları ayrılır ilh...» sözünün vechi, herhalde ikrarıyla
muahaze olunması ve kendine sirayet etmesidir. Onun için de kadına mehir
verilir. Sonra bizim üzerinde durduğumuz mesele, zâhire bakılırsa asıl akdin
mevcud olup olmadığı hususundaki ihtilâf kabilindendir. Çünkü red icabı
kabulsüz bırakmıştır. Aşağıdaki mesele de öyledir. Bana zâhir olan budur.
«Fetva buna göredir.» Bu, İmameyn'in
kavlidir. İmam-ı Âzam'a göre kadına yemin verdirilmez. Nitekim ileride altı şey
dâvâsında gelecektir. Bahır.
«Çünkü vücudîdir ilh...» sözü bir sualin
cevabıdır. Sual şudur: Erkeğin, kadın susmuştur diye getirdiği beyyinesi nefy
üzerine beyyinedir. Bu ise makbul değildir. Şarih buna şöyle cevap veriyor:
«Sükut vücudîdir. Çünkü dudaklarını yummaktan ibarettir. Bundan da konuşmamak
lâzım gelir. Nitekim Mi'râc'da beyan edilmiştir.» Bahır sahibi buna şunu da
ilâve etmiştir: «Yahut bu şahidin ilminin ihata ettiği bir nefydir. Binaenaleyh
kabul edilir. Nitekim kadın, kocasının mecliste irtidat sayılacak bir şey
söylediğini iddia eder de, kocası orada konuşmadığına beyyine getirirse kabul
edilir. Keza şahitler, "biz kadının yanındaydık, ama konuştuğunu
işitmedik" derlerse, kadının sustuğu sabit olur. Nitekim Cevami'de beyan
edilmiştir.» Âşikârdır ki, birinci cevap teslim etmemeye, ikincisi teslim
etmeye mebnîdir. Sa'diyye sahibi birincisi hakkında. Akât şerhindeki.
"Susmak, konuşmayı terk etmektir." sözüyle bahsetmiş; bu hususta
Nehir sahibi kendisini tasdikde bulunmuştur.
Ben derim ki: Şöyle de cevap verilebilir:
Bu. sözü lâzımıyla tefsirdir. İkinci hakkında dahi incelemede bulunmuş;
"Bu, Hidâye'nin yeminler bahsindeki sözüne muhaliftîr. Orada hacc ve namaz
hakkındaki yemin bâbında, nefye şahitlik mutlak surette makbul değildir.
Şahidin bilgisi olsun olmasın müsavidir denilmiştîr." demiştir. Orada
Bahır sahibî dahi bunları söylemiştir. Hasılı maksut bir nefye şahitlik kabul
edilmez. İster sureten, ister mânen nefyolsun ve ister şahit bilsin, ister
bilmesin müsavidir.
Ben derim ki: Bu, şartlardan başkasındadır.
"Bu haneye bugün girmezsem şöyle olsun...» der de, şahitler girdiğine
şahitlik ederlerse kabul olunur.
METİN
İkisi birden beyyine getirirlerse, kadının
beyyinesi tercih edilir. Meğerki kocası kadının rızasına yahut cevaz verdiğine
beyyine getirsin. Meselâ kızı, babası bülûğa ermedi zannederek kocaya verir de
kız, "ben bülûğa erdim" derse, bu nikâh sahih değildir, kız
mürâhikadır. Baba yahut koca, bilâkis kız küçüktü derlerse, yaşının dokuz
olduğu sübut bulmak şartıyla söz kızındır. Keza mürâhik bir çocuk bülûğa
erdiğini iddia ederse hüküm yine budur. İkisi birden beyyine getirirlerse, esah
kavle göre bülûğ beyyinesi tercih edilir. Küçük kızın, "ben bülûğa erdiğim
de reddettim" deyip, kocasının onu yalanlaması bunun hilâfınadır. Söz
kocasınındır. Çünkü milkinin elinden gittiğini inkâr etmektedir. Bu,
bülûğzamanından sonra ihtilâf ettiklerine göredir. Bülûğ halinde ihtilâf
ederlerse, söz kadınındır. Vehbâniyye şerhi. Bellenmelidir.
İZAH
«Kadının beyyinesi tercih edilir.» Bu
beyyine, ziyadeyi isbat içindir. Ziyadeden maksat, reddir. Çünkü o sükut
üzerine ziyadedir. Bahır.
«Meğer ki kocası kadının rızasına yahut
cevaz verdiğine beyyine getirsin.» Yani o zaman kocasının beyyinesi tercih
olunur. Çünkü isbat hususunda ikisi de müsavidir. Kocanın beyyinesinin ziyadeliği
lüzumu isbat etmekledir. Şerthe böyle denilmiştir. Bu sözü Nihaye sahibi
Timurtâşi've nisbet etmiştir. Birçok fıkıh kitaplarında da böyledir. Lâkin
Hulâsa'da Hassaf'ın Edebü'l-Kâdî adlı kitabından naklen kadının beyyinesinin
tercih edileceği bildirilmiştir. Bu surette ulemanın ihtilâfı vardır. Vechi
ihtimal şudur: sükut icazeyi tahakkuk ettiren şeylerden olunca, icazeye
şahitlik yapmaktan açıkça söylemezlerse, onun sükut üzerine ziyade bir şey
olması lâzım gelmez. Fetih'te böyle denilmiş; Bahır sahibi de ona uymuştur. îki
kavlin arasını bulmak da bundan çıkarılmış; birincî kavli, şahitler kadının
cevaz verdim yahut razı oldum dediğini açıkladıkları hale: ikincisi de kadının
cevaz verdiğine veya razı olduğuna şahitlik ettikleri hale yorumlanmıştır. Zira
susmakta cevaz vermesi ihtimali vardır.
«Meselâ babası kızı kocaya verirse ilh...
Yani bâliğ olup olmadığındaki ihtilâf, susup susmadığındaki ihtilâf gibidir.
Nitekim Nehir'de belirtilmiştir. Meselâdan muradı, mücbir velî olduğunu
anlatmaktır.
«Söz kızındır.» Çünkü kız mürâhika (bülûğa
yaklaşmış) ise, haber verilen şey sübuta ihtimallidir. Binaenaleyh kızın haberi
kabul edilir. Zira kendisinin başkasının milki olduğunu inkâr etmektedir. Bunu
Bahır'dan naklen Halebî söylemiştir.
«Keza mürâhik bir çocuk bülûğa erdiğini
iddia ederse...» Meselâ babası malını satar da oğlu. "Ben bülûğa erdim, bu
satış sahih değildir." Derse, müşteri ve baba. "bu çocuk
küçüktür" dediklerinde, söz oğlunundur. Çünkü o milkinin elden gittiğini
inkâr etmektedir. Bunun hilâfına söyleyenler de olmuştur. Ama birincisi
esahtır. Bunu Zahîre'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
İkisi birden beyyine getirirlerse ilh...»
Bu meseleyi Bezzâziye sahibi birinci meseleden sonra zikretmiştir. Galiba şarih
onu her iki meselede hüküm bir olduğunu anlatmak için sonraya bırakmıştır. Bazı
hâşiye yazarları bülûğ için beyyine tasavvurunu müşkil saymışlardır.
Ben derim ki: O, gebe kalmak, gebe
bırakmak, bülûğ yaşına ermek, kan veya meni görmek gibi şeylerle mümkündür.
Nitekim zinaya şehadet meselesinde de böyledir.
«Esah kavle göre...» sözü. mürâhikle
mürâhika meselesine râcîdir. Onlar hakkında sahihkabul edilen kavli Bahır
sahibi Zâhîre'den nakletmiştir.
«Küçük kızın... » Yani baba ile deden başka
velînin evlendirdiği küçük kızın, "ben bülûğa erdiğinde reddettim"
demesi bunun hilâfınadır. Ama baba ile dedenin evlendirdiklerine muhayyerlik
yoktur. T. Yani kız bülûğa erdikten sonra, "ben nikâhı reddettim ve bülûğa
erdiğim an kendimi tercih ettim" derse, sözü kabul edilmez. Çünkü üzerinde
milk sabittir. O, bu sözle üzerinde sabit olan milki iptal etmek istemektedir.
Nitekim Zahîre'de belirtilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o bu sözü bülûğa
erdikten sonra söylemiştir. Şarihin ona küçük demesi, herhalde akit zamanındaki
halini itibara aldığı içindir. Yani o zaman küçük olduğu muhakkak idi. Mürâhika
bunun hilâfınadır. Çünkü o zaman bülûğa ermiş olması muhtemeldir.
«Bülûğ halinde ihtilâf ederlerse...» ve
kadın hâkim yahut şahitler huzurunda, "şimdi bülûğa erdim ve nikâhı
feshettim" derse sahih olur. Nitekim beyanı gelecektir.
METİN
İleride beyan edilecek velînin küçük oğlan
ve kızı cebren nikâhlamaya hakkı vardır. Velev ki dul olsun, velev ki bunak ve
bir ay delirmiş büyük olsun nikâh geçerlidir. Velev ki çok aldanmayla yapılmış
olsun. Bu, kızın mehrini eksiltmek, oğlanınkini arttırmakla olur. Yahut bizzat
aldanarak akit yapan velî baba veya dede ise. keza mevlâ ve deli kadının oğlu
olup kötü niyetleri, fisku fücurları bilinmiyorsa, dengi olmayan biriyle
evlendirmesi sahihtir.
İZAH
İleride beyan edilecek velî» musannıfın,
«Nikâhta velî bizzat asabe olandır..." ifadesinde gelecektir. Bununla o,
itiraz hakkına mâlik olan velîden ihtiraz etmiştir. Çünkü itiraz hakkı yalnız
asabe olan velîye mahsustur. Nitekim yukarıda geçmişti. Akraba olmayan vasîden
de ihtiraz etmiştir. Nitekim geçti ve tekrar gelecektir.
«Küçük oğlan ve kızı nikâhlamaya» diye
kayıtlaması, onların aleyhine nikâhı ikrar etmesi sahih olmadığı içindir. Bu,
ancak şahitlerle yahut bülûğa erdikten sonra o küçüklerin tasdikiyle sahih
olur. Nitekim musannıf bâbın sonunda bundan bahsedecektir. Böyle diyeceğine,
"velî mükellef olmayanları ve köleleri nikâh edebilir" deseydi, bunak
ve emsaline de şâmil olurdu.
T E T İ M M E : Baba ile dededen başkası,
örfen alınması âdet olan mehri almadan küçük kızı teslim edemez. Ama baba
teslim ederse, men etmeye de hakkı vardır. Bunu Tahtâvî beyan etmiştir, tamamı
Bahır'dadır.
Ben derim ki: Ama cimaya dayanacak
gelişmenin önce zifaf için teslime hakkı yoktur. Yaşın itibarı yoktur. Nitekim
bunu şarih mehir bâbının sonunda söyleyecektir.
«Velev ki dul olsun.» sözünü musannıf,
Şâfiî muhalif olduğu için söylemiştir. Çünkü onagöre nikâha icbar edebilmenin
illeti bekârettir. Bize göre ise, aklı olmamak veya aklı eksik bulunmak
suretiyle âcizliktir. İzahı usul-ü fıkıh kitaplarındadır.
«Velev ki bunak ve bir ay delirmiş büyük
olsun.» Bundan murad, bunamış bir şahıs gibi demektir ve erkeğe kadına
şâmildir. Nehir sahibi diyor ki: «Şayet delilik devamlı ise - ki fetvaya göre
bir aydır - velî bunakla deliyi nikâhlayabilir.» Münyetü'l-Müftî'de,
"Çocuk deli veya bunak olarak bülûğa ererse, babanın velâyeti eskisi gibi
kalır. Bülûğa erdikten sonra delirir veya bunarsa, esah kavle göre velâyet
hakkı sabit olur." denilmektedir. Hâniyye'de de şöyle ifade edilmiştir:
«Bir kimse bülûğa ermiş oğlunu evlendirir de oğlu delirirse, ulema babasının,
"Nikâhı oğluma geçerli kıldım." demesi gerektiğini söylemişlerdir.
Çünkü delirdikten sonra onun nikâh hakkı vardır.»
«Nikâh geçerlidir.» Yani kimsenin cevaz
vermesine bağlı değildir. Baba, dede ve mevlâ nikâh ederlerse, muhayyerlik de
sabit olmaz. Oğul da öyledir. Nitekim gelecektir.
«Velev ki çok aldanmayla yapılmış olsun.»
Çok aldanmaktan murad, herkesin aldanmayacağı miktardır. Yani umumiyetle halk o
kadar aldanmayı taşımazlar. Bunu az aldanmaktan ihtiraz için söylemiştir. Onu
herkes yapar Cevhere sahibi diyor ki: "insanların aldanabildikleri miktar,
yarım mehirden aşağısıdır. Üstadımız Muvaffakuddin böyle söylemiştir. Onda
birden aşağıdır diyenler de vardır.» Birinci kavle göre çok aldanmak, yarı
yarıya veya fazla olandır. İkinciye göre, onda bir ve fazlasıdır.
"Bizzat" sözüyle, evlendirmeye
vekil olandan ihtiraz etmiştir. Bunun beyanı yakında gelecektir. H.
«Keza mevlâ...» Yani köle olan küçük oğlan
veya küçük kızı sahipleri evlendirir de sonra âzâd eder, sonra bülûğa
ererlerse, nikâhları geçerlidir. Velev ki kızı dengine vermemiş yahut mehr-i
misilsiz nikâhlamış olsun. Her ikisi için bülûğa erdiklerinde muhayyerlik
yoktur. Çünkü sahiplerinin velâyeti mükemmeldir. O, baba ile dededen dahi yakındır.
Bir de âzâd muhayyerliği buna hâcet bırakmaz. T. Doğru tasvir budur. Bu
meseleyi evlendirmezden önce âzâd etmişse diye tasvir etmek doğru değildir.
Çünkü bu surette her ikisine bulûğ muhayyerliği sabit olur. Nitekim ileride
anlatacağız. Sözümüz muhayyerlik olmaksızın akdin geçerliliğindedir. Nitekim
baba ile dedenin akitleri böyledir.
«Deli kadının oğlu» deli erkek de deli
kadın gibidir. Bahır sahibi diyor ki: «Deli erkekle deli kadını oğlu evlendirir
de sonra ayrılırlarsa, kendilerine muhayyerlik yoktur.»
«Kötü niyetleri bilinmiyorsa...»
cümlesindeki zamir, baba ile dedeye râcîdir. Oğlun da onlar gibi olması
gerekir. Köle sahibi bunun hilâfınadır. Çünkü o kendi milkinde tasarruf eder.
Binaenaleyh sair mallarında olduğu gibi tasarrufu mutlak surette geçerli olmak
gerekir. Rahmetî.
«Fisku fücurları bilinmiyorsa.» Mecma
şerhinde şöyle denilmiştir:«Hattâ babamın akılsızlığından veya tamahından
dolayı kötü davranışı bilinirse, yaptığı akit bil ittifak caiz olmaz.»
«Dengi olmayan biriyle evlendirmesi sahihtir.»
Meselâ oğluna bir cariye alması. kızını bir köleye vermesi caiz olur. Fakat bu
İmam-ı Âzam'a göredir. İmameyn'e göre kızını dengi olmayan birine vermesi caiz
değildir. Onlara göre mehirde fiyat indirimi bindirimi de caiz değildir. Ancak
herkesin aldanabileceği miktarda olabilir. Bunu Halebî Minâh'tan nakletmiştir.
Birinci misali zikretmemeliydi. Çünkü kadın tarafında erkek için denk olmak
muteber değildir. Bunu şurunbulâliyye sahibi söylemiştir. Tahtâvî'de de benzeri
vardır.
Ben derim ki: Bundan dolayı şarih fazla
aldanma meselesini umumileştirdiği halde, "yahut kadını evlendirirse"
diyerek sözü müennes zamirine izafe etmiştir ki, uyanıklığı methe şâyandır.
Lâkin burası söz götürür. Yakında izah edeceğiz.
METİN
Kötü niyetleri ve fisku fücurları bilinirse,
nikâh bil ittifak sahih olmaz. Sarhoş olur da kızı fâsık veya kötü yahut fakir
ve kıymetsiz sanat sahibi biriyle evlendirirse, hüküm yine budur. Çünkü kötü
tutumu meydana çıkmıştır. Onun zannedilen şefkati buna muaraza edemez. Bahır.
İZAH
«Kötü niyetleri bilinirse nikâh sahih
olmaz.» Fethu'l-Kadir sahibi bunu Nevâzil'in şu ifadesi karşısında müşkil
saymıştır: «Baba küçük kızını sarhoşluk veren içkiler içtiğini inkâr eden
birine verir de o kimse ayyaş çıkar ve kız büyüdükten sonra ben nikâha razı değilim
derse, babası dâmadın içkici olduğunu bilmemek ve ailesi ekseriyetle iyi
kimseler olmak şartıyla bu nikâh bâtıldır. Çünkü o adam kızını dâmat küf'dür
(denktir) zannıyla vermiştir.» Fethu'I-Kadir sahibi, "Çünkü baba onun
sarhoş olduğunu bilse nikâhın geçerli olması gerekir. Halbuki hayır ve şer her
ahlâkı kabul edecek küçük bir kızını içkici fâsık birine bile bile verirse,
onun kötü niyeti açıktır." demekte; sonra cevap vererek, "Bu
husustaki kötü niyetinin tahakkukundan, kötü niyetli olmakla tanınması lâzım
gelmez. Binaenaleyh kötü niyet tahakkuk ettiği zaman nikâhın bâtıl olması lâzım
gelmez. Halbuki halk nazarında kötü niyetle tanınması tahakkuk etmemiştir.»
demektir.
Hâsılı mâni, babanın akitten önce kötü
niyetle meşhur olmasıdır. Bununla meşhur değil de kızını bir fâsıkla
evlendirirse akit sahihtir. Velev ki bununla kötü niyetli olduğu tahakkuk edip
halk nazarında şöhret bulsun. İkinci bir kızını bir fâsıkla evlendirirse,
ikinci akit sahih olmaz. Çünkü akitten önce kötü tutumu ile meşhur idi. Birinci
akit bunun hilâfınadır. Zira ondan önce mâni yoktur. Mâni sırf kötü niyetli
bulunması olup, şöhret bulması şart olmasaydı, meseleyi, yani ulemanın,
"Nikâh; çok aldanmakla veya dengi olmayana vermekle geçerli olur"
sözünü velî, baba veya dede olduğu surete havale etmek lâzım gelirdi. Sonra bil
ki, yukarıda Nevâzil'den naklen, "Nikâh bâtıldır." demesi, bâtıl
olacaktır mânâsınadır. Nitekim Zahire'de böyle denilmiştir. Çünkü mesele kız
büyüdükten sonra razı olmadığına göre farz edilmiştir. Nitekim Hâniyye ve
Zâhire sahipleriyle diğer ulema bunu açık söylemişlerdir. Kınye'nin şu ifadesi
de ona ham olunur: «Bir kimse küçük kızını aslen hür zannetiği bir adama verir
de âzâdlı çıkarsa, bu nikâh bil ittifak bâtıldır.» Hınye'nin ibaresinden
anlaşılıyor ki, kıza denk olmama hususunda fâsıklıkla başkasının arasında fark
yoktur. Hattâ kızını fakir birine yahut kıymetsiz bir sanat sahibine verir de
kızına denk olmazsa, sahih değildir. Demek ki Kemâl b. Hümam'ın ulemanın
sözlerini fâsıka münhasır bırakması, yakışmayan hallerdendir. Nitekim bunu
Bahır sahibi söylemiştir. Bu söylediğimiz bülûğa erdikten sonra kızın muhayyer
olması, küçük kız hakkındadır. Velîler büyük kızı onun izniyle evlendirirler de
dâmadın denk olmadığını bilmezler, sonra denk olmadığı meydana çıkarsa,
hiçbirine muhayyerlik yoktur. Nitekim şarih bunu gelecek bâbın başında
söyleyecektir. Bu hususta sözün tamamı orada gelecektir.
«Kızı fâsık biriyle ilh...» Keza mehir de
çok aldanmak suretiyle evlendirirse bil ittifak caiz olmaz. Ayık biriyle
evlendirirse caiz olur. Çünkü sarhoşun halinden zâhir olan, onun
düşünmemesidir. Onun tam düşüncesi yoktur. Binaenaleyh eksiklik hâlis zarar
olarak kalır. Ayık bir kimsenin halinden zâhir olan, onun düşünmesidir. Bahır.
Sonra şöyle demiştir: «Dengi olmayana kız veren sarhoş da öyledir. Nitekim
Hâniyye'de beyan edilmiştir. Bununla anlaşılır ki, babadan murad, sarhoş
olmayan ve kötü tutumuyla bilinmeyen kimsedir.»
Ben derim ki: Ta'lilin muktezası şudur:
Sarhoş yahut kötü tutumuyla mâruf olan kimse kızını bir dengine mehr-i misille
verirse sahih olur. Çünkü ortada sırf zarar yoktur.
«Zâhire göre ayık kimsenin hali
düşünüldüğünü gösterir.» sözünün mânâsı; o kimse baba olması dolayısıyla
şefkati çok olduğundan, kızını dengi olmayana ve çok aldanarak az bir mehirle
vermez. Bunu ancak bu zarardan daha büyük bir maslahat için yapar. Meselâ,
kızıyla güzel geçineceğini ona eziyet etmeyeceğini vesaireyi bilir. Sarhoşta ve
kötü tutumlu kimsede bu yoktur. Çünkü onun fikir sahibi olmadığı, bu hususta
kötü tutumlu olduğu meydandadır.
METİN
Evlendiren kimse onlardan, yani babayla
onun babasından başkasıysa, velev ki anne veya hâkim yahut babanın vekili
olsun. Denginden başkasına vermekle veya çok aldanmakla nikâh astâ sahih olmaz.
Lâkin Nehir'de inceleme neticesi. "Vekiline miktarı tayin ederse sahih
olur." denilmiştir. Sadru'ş-Şeria'da, "Sahih olur. Ama kızla oğlan
onu bozabilirler." denilmişse de vehimden ibarettir.
İZAH
«Yani baba ile onun babasından başkasıysa»
ifadesine, oğul ve mevlâyı da ziyade etmesi daha iyi olurdu. Sebebi yukarıda
geçti.
«Velev ki anne veya hâkim olsun.» Esah
kavil budur. Çünkü bunların velâyetleri, kardeşle amcanın velâyetinden geridir.
Hacbedenin muhayyerliği yoktur. Tamamı orada gelecektir.
«Denginden başkasına vermekle nikah sahih
olmaz.» Kenz'in şu sözü de bunun gibidir: «Çocuğunu dengi olmayanla veya çok
aldanarak evlendirse sahih olur. Ama bu, babayla dededen başkasına caiz
değildir.» Bu sözün muktezası şudur: Bir kardeş küçük kardeşine ondan daha
aşağı bir kadın olsa sahih olmaz. Burada Şurunbulâliyye'den naklettiğimiz,
"Denklik koca için muteber değildir." İtirazı ortaya çıkar. Nitekim
bâbında da gelecektir. Şarihin de buna işaret ettiğini söylemiştik. Ben çok
araştırdım. Lâkin bu hususta açık bir şey bulamadım. Evet , Bedâyi'de
Kenz'dekinin benzerini gördüm. Orada şöyle denilmiş: «Baba ile dedenin küçük
oğlan ve kızı nikâh etmelerine gelince: Ebû Hanife'ye göre burada kefâet
(denklik) şart değildir. Çünkü akit görüşü mükemmel birinden sâdır olmuştur.
Onun şefakâti tamdır. Kardeş ile amcanın denk olmayan birine nikahlamaları
bunun hilafınadır, bilittifak caiz değildir. Çünkü halis zarardır.»
«Kardeş ile amcanın denk olmayan birine
iIh...» cümlesinde zamirlerin küçük oğlanla küçük kıza ait olduğu açıktır. Şu
halde damat için denkliğin muteber olmamasının mânâsı; bir adam kendine
rütbesinden daha aşağı bir kadın alırsa, asabelerine itiraz hakkı yok demektir.
Zevce bunun hilâfınadır. Baba ile dedenin evlendirdikleri küçük oğlanla küçük
kız da bunun hilâfınadır. Bana zâhir olan budur. Kefâet bâbının başında bunu
teyid eder sözler söyleyeceğiz. Allahu a'lem.
"Aslâ"dan murad; geçerli
olmayarak bülûğdan sonra razı olmaya da bağlı kalmayarak demektir.
Fethu'l-Kadir sahibi diyor ki: «Mâruf olan fer'î mesele buna göre kurulmuştur.
Şöyle ki: Amca, dedenin hürre küçük kızını dedenin âzâdlısına nikâhlasa da, kız
büyükse ve nikâha razı olsa nikâh sahih olmaz. Çünkü bu mevkuf bir akit
değildir. Zira ona cevap veren yoktur. Amca ve benzeri kimselerin denk olmayan
birine kız vermeleri sahih değildir.» Bahır sahibi de şöyle demiştir: «Onun
içindir ki, Hâniyye ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre, baba ile dededen
başkası küçük kızı evlendirdiği vakit, ihtiyat olan ona iki defa akit
yapmalarıdır. Bir defa mehr-i müsemma ile bir defa da müsemmasız akit
yapmalıdır. Çünkü mehr-i müsemmada fazla noksanlık bulunur da birinci nikâh
sahih olmazsa. ikincisi sahih olur.» Görülüyor ki denk olmayana kız vermek
hususunda hile (çare) yoktur.
«Vekiline miktarı tayin ederse sahih olur.»
Yani çok aldanma sayılan miktarı tayin ederse demek istiyor. Nehir. Keza ona
denk olmayan bir erkeği tayin ederse hüküm yine budur. Nitekim bunu Allâme
Makdisî araştırmıştır.
T E M B İ H : Mecma şerhinde zikredildiğine
göre, babanın küçük oğlanla küçük kızı dengi olmayan biriyle yahut fazla
aldanarak evlendirmesi, İmam-ı Azam'a göre caiz, İmameyn'e göre caiz değildir.
Sonra aynı eserde şöyle denilmiştir: «Muhit'te beyan edildiğine göre, nikâha
vekil olan kimse mehr-i misilden azaltır veya çoğaltırsa, hüküm yine bu
ihtilâfa göredir.» Bu söz şarihin Bahır'a uyarak Kınye'den naklettiğine
muhaliftir. Ama şöyle cevap verilebilir: Mecma şerhinin ibaresindeki vekilden
murad, babanın vekili değil, bülûğa ermiş zevc veya zevcenin vekilidir. Buna
karine. Bedâyi'nin ibaresidir. Bedâyi sahibi sâbık hilâfı zikretmiş, sonra
şunları söylemiştir: «Tevkil de bu hilâfa göredir. Meselâ bir adam kendisine
bir kadın nikâhlamak için birini vekil tayin eder de, o da kadının mehr-i
misline herkesin aldanmayacağı bir miktarı ziyade ederse; yahut bir kadın
kendisini birine nikâhlamak için bir adama vekalet verir de, o da mehr-i
misilsiz yahut dengi olmayan birine nikahlarsa, İmam-ı Azam'a göre caiz,
İmameyn'e göre caiz değildir.» Biz bunu Bezzaziye'den de rivayet etmiştik. Şu
halde zıddiyet yoktur.
«Ama onu bozabilirler» Yani bülûğa
erdiklerinde bozabilirler demek istemiştir. Sadru'ş-Şeria'nın metin ibaresi
şöyledir: «Baba ile dedenin küçük oğlanı ve kızı çok aldanarak ve dengi olmayan
birine nikâhlamaları sahihtir. Onlardan başkası bunu yapamaz.» Şerhinde de
şöyle denilmiştir: «Yani baba, yahut o bulunmaz da dede bunu yaparsa, küçük
oğlanla küçük kızın bülûğa erdikten sonra nikâhı bozmaya hakları yoktur. Bunu
baba ile dededen başkaları yapmış olsa, bülûğa erdikten sonra bozabilirler.»
Aşikârdır ki vehim, şerhin ibaresindedir. Buna İbn-i Kemâl ile muhakkık
Taftazânî Telvîh'in avariz bahsinde tembih etmişlerdir. Taftazânî bunun aslâ
rivayeti bulunmadığını söylemiştir. Kuhistânî buna cevap vermiş;"Çok
aldanmakla beraber nikâhın sahih olduğunu Cevahir sahibi bazı ulemadan
nakletmiştir. Dengi olmayana nikâhlamayı da Cami sahibi bazılarından
nakletmiştir. Bu, rivayet bulunduğunu gösterir." demiştir.
Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü
ulemadan birinin kavlidir diye o sözün mezhep imamlarından rivayet edilmiş
olması lâzım gelmez. Bilhassa zayıf ve mezhebin güvenilir meşhur kitaplarında
bildirilene muhalif ise hiç lâzım gelmez.
METİN
Şayet dengine ve mehr-i misille verilirse
sahih olur. Lâkin küçük oğlanla küçük kız ve o hükümde olanlar bülûğa erdikten
yahut bülûğdan sonra, nikâhı öğrendiklerinde kendileri için nikâhı bozma
muhayyerliği vardır. Velev ki zifaftan sonra olsun. Çünkü annede şefkat
eksiktir. Âzâd olma muhayyerliği buna hâcet bırakmaz. Kız bülûğa erer de oğlan
küçük bulunursa, fesh için hâkimin hükmü bulunmak şartıyla babasının veya
vasîsinin huzurunda aralan ayrılır. Bu ayrılmada birbirlerine mirasçı olurlar
ve mehrin bütünü lâzım gelir.
İZAH
«Nikahı bozma muhayyerliği vardır.»
cümlesiyle musannıf "sahihtir" sözünden akla gelen geçerlilik vehmini
gidermiştir. T. Sözü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh küçüklerin her ikisinin
zımmî ve her ikisinin müslüman olmaları hallerine ve keza küçük kız kendini
nikâhladığında velîsinin razı olmasına şâmildir. Çünkü cevaz velînin caiz
görmesiyle sabit olur ve bizzat kendi yaptığı nikah kalır. Bunu Muhit'ten Bahır
sahibi nakletmiştir.
«O hükümde olanlar» deli olan küçük kızla
küçük oğlandır. Bunları baba ile dededen ve oğuldan başkaları nikâhlarlarsa,
küçük oğlanla küçük kız hükmünde olurlar. Oğuldan murad, kardeş veya amcadır.
Fetih sahibi asabeleri beyan ettikten sonra şöyle demiştir: «Bunların hepsi
için kızın ve oğlanın üzerinde icbar velâyetleri vardır. Bu velâyet,
küçüklüklerinde de, delirirlerse büyüdükleri vakit de sabittir. Meselâ bir
oğlan aklı başında iken bülûğa erer de sonra delirir ve babası onu
evlendirirse, delilik daimî olduğu takdirde caizdir. Ayıldığı vakit artık
muhayyerlik hakkı yoktur. Ama kardeşi evlendirir de ayılırsa, muhayyerlik hakkı
vardır.»
«Bülûğdan sonra nikâhı öğrendiklerinde...»
Yani nikâhlı olduklarını bilmeyerek bülûğa erdikten sonra nikâhlı olduklarını
öğrendikleri vakit, nikâhı feshetmeye hakları vardır.
«Çünkü annede şefkat eksiktir.» Bu cümle,
İmam Ebû Yusuf'un, "Onlara muhayyerlik yoktur." sözüne cevaptır. O
bunu, baba veya dedenin evlendirmelerini itibara olarak söylemiştir.
«Âzad olma muhayyerliği buna hâcet
bırakmaz.» Bilmelisin ki âzâd olma muhayyerliği, büyük olsun küçük olsun sadece
kadın için sabittir. Erkek için bu muhayyerlik yoktur. Cariyeyi sahibi
evlendirir de sonra âzâd ederse, onun için muhayyerlik hakkı vardır. Çünkü
evvelce kocasının onun üzerindeki milkiyet hakkı iki talâkla biterdi. Şimdi üç
talâkla biter oldu. Lâkin kadın küçükse, bülûğa ermedikçe muhayyer olamaz. Bülûğa
erdiğinde onu hakim muhayyer bırakır ve bu muhayyerlik bülûğ muhayyerliği değil
âzâd muhayyerliğidir. Büluğ muhayyerliği dahi sabit olur ise de, birincisi daha
umumidir. Bülûğ muhayyerliği onun şümulüne girer. Bazıları bu kadına bülûğ
muhayyerliği olmadığını söylemişlerdir. Esah olanda budur. İmam Muhammed
Cami'inde böyle demiştir. Çünkü sahibinin velâyeti kâmil velâyettir. Zira milk
sebebiyledir. Binaenaleyh baba ve dedede olduğu gibi bülûğ muhayyerliği sabit
olmaz. Bir kimse küçük kölesine hür bir kadın nikâhlar da sonra köleyi âzâd
eder, o da bülûğa ererse, kendisi için ne bülûğ muhayyerliği vardır, ne de âzâd
muhayyerliği. Çünkü sahibinin nikâhlaması milk itibarı ile idi. Ona fayda ve
yardım yoluyla değildi. Âzad ettikten sonra küçük olduğu halde evlendirmesi
bunun hilâfınadır. Çünkü bu yardım yoluyladır. Bu satırlar Zahîre'nin onyedinci
faslından hulâsa edilmiştir. Bunun bir benzeri de İmam Üsturişnî'nin
Camiu's-Saffar adlı kitabındadır.
Bahır'da isbicâbî'den naklen, "Bir
kimse evvelâ küçük cariyesini âzâd eder de sonra evlendirir ve cariye bülûğa
ererse, ona bülûğ muhayyerliği vardır." denilmektedir. Yani yukarıda
geçtiği vecihle, o kimsenin cariye üzerindeki velâyeti himaye yoluyladır. Bir
de bu âzâd velâyetidir. Adı geçen velayet, bütün asabelerden sonra gelir.
Binaenaleyh bu kadına kardeş ve amca velâyetinde olduğu gibi, bülûğ
muhayyerliği sabit olur. Hattâ onlardan evlâdır. Azâd etmezden önce evlendirip
sonra bülûğa ermesi bunun hilâfınadır. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle, ona
bülûğ muhayyerliği yoktur. Zira milk velâyeti baba ve dedenin velâyetinden daha
kuvvetlidir.
Hâsılı âzâd muhayyerliği, büyük olsun küçük
olsun erkeğe sabit olmaz. Kadına, cariye iken evlendirdiği takdirde mutlak
surette sabittir. Küçük oğlanla küçük kızı âzâd ettikten sonra evlendirirse,
kendilerine bülûğ muhayyerliği sabit olur. Azâd etmezden önce evlendirirse
sabit olmaz. Sahih kavle göre bu ne müstakil olarak, ne de küçük kızın azâdlık
muhayyerliğine tâbi olarak sabit olmaz. Binaenaleyh şarihin, "Azâd olma
muhayyerliği buna hâcet bırakmaz." sözü zayıf kavle mebnidir.
«Babasının veya vasîsinin huzurunda aralan
ayrılır.» Bunlardan biri bulunmazsa, hâkim dâvâya çıkacak bir vasî tayin eder
ve onu celbederek kendisinden küçük kız için ayrılık dâvâsını iptal edecek bir
huccet ister. Aksi takdirde dâvâcı kızdan yemin ister. Yemin ederse, hâkim
dâvâcının huzurunda aralarını ayırır. Küçük çocuğun bülûğa ermesini beklemez.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa, babanın
vasîsi dededen ileridir. Nitekim ulema bunu bâbında açıklamışlardır. Sonra ben
onu burada Camiu's Saffar'da gördüm. Şöyle diyor: «Küçük çocuğun karısı, o
çocuğu tenasül âleti kesilmiş bulursa, kadının dâvâsıyla hâkim aralarını
ayırır. Karısı o çocuğu âleti kalkmaz bulursa, bülûğa ermesi beklenir.» Bundan
sonra şunları söylemiştir: «Çocuğun babası veya vasîsi yoksa, dedesi veya onun
vasîsi bu dâvada hasım olur ilh...»
«Hâkimin hükmü bulunmak şartıyla» demesi,
aslı zayıf olduğu içindir. Bu sözde, koca gaip ise, o gelmeden araları
ayrılmayâcağına işaret vardır. Çünkü ayrılırsa gaip aleyhine hükümvermek lâzım
gelecektir. Nehir.
Ben derim ki: Üsturişnî Cami'inde bunu
açıklamıştır.
«Fesh için...» Yani bu şart sadece fesh
içindir. Muhayyerliğin sübut bulması için değildir. Hâsılı küçük oğlanla küçük
kızın nikâhlarını yapan baba ile dededen başkasıysa, bülûğa erdikten sonra
yahut nikahlı olduklarını öğrendikten sonra küçüklere bülûğ muhayyerliği
vardır. Zira feshi tercih etmek, feshi ancak mahkeme karan şartıyla isbat eder.
Onun için musannıf onun üzerine, "Bu ayrılmada birbirine mirasçı
olurlar." meselesini tefri etmiştir. Yani bu nikâhta feshi sabit olmadan
birbirlerine mirasçı olurlar demek istemiştir.
«Mehrin bütünü lâzım gelir.» Çünkü zifafla
-velev halvet-i sahiha gibi hükmen olsun- mehrin bütünü lâzım geldiği gibi;
zifaftan önce karı-kocadan birinin ölmesiyle de lâzım gelir. Bu olmazsa sâkıt
olur. Velev ki muhayyerlik erkekten gelsin. Çünkü muhayyerlikten dolayı
ayrılmak. akdi feshetmek demektir. Akit feshedildi mi, hiç yokmuş gibi olur.
Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir.
METİN
Sonra ayrılık kadın tarafından gelirse
fesholur; talâkın sayısını eksiltmez. Bu kadına talâk lahîk olmaz. Yalnız
irtidat halinde lahîk olur. Ayrılık erkek tarafından gelirse talâktır. Yalnız
milk veya dinden dönmek yahut âzâd muhayyerliği ile talâk olmaz. Bize zifaftan
önce erkek tarafından gelen bir ayrılma yoktur. Erkeğin mehir vermesi de
icabetmez. Meğer ki âzâd muhayyerliği ile kendisini seçmiş olsun.
İZAH
«Ayrılık kadın tarafından gelirse...» Yani
kocası tarafından gelen bir sebeple ayrılmazlarsa demektir. Nehir'de böyle
denilmiştir. Şarih bununla muhayyer bırakmaktan ve emrin elindedir demekten
ihtiraz etmiştir. Çünkü bunların ikisinde ayrılık kadın tarafından gelse de,
sebebi kocasından geldiğinden talâk olur. H.
«Talakın sayısını eksiltmez.» Ondan sonra
akdi yenilerse üç talâka mâlik olur. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
«Bu kadına talâk lahik olmaz.» Yani nikâh
feshedildikten sonra iddet bekleyen o kadına talâk yapılamaz. Velev ki açık
talâk olsun. H. Ona iddet lâzım gelmesi de, ancak fesh zifaftan sonra
yapıldığına göredir. Şarihin söylediklerini Bahır sahibi Nihaye'den
nakletmiştir. Bu, Fetih'te bahsedilenin hilâfınadır. Fesihten sonra diye
kayıtlaması. Fetih'te, "Talâk suretiyle vaki olan her ayrılığa iddet
içinde talâk laîk olur. Ancak liân müstesnadır. Çünkü o ebedî hürmet icabe
eder." denildiği içindir. Bunların yeter derecede beyanı, inşallah talâkın
tefvîzi bâbından önce gelecektir.
«Yalnız irtidat halinde laik olur.» Yani
irtidat eden bir kadına iddeti içinde açık talâk laîk olur. Velev ki ayrılması
fesholsun. Çünkü dinden dönmekle meydana gelen horam hükmü ebedî değildir.
Müslüman olmakla ortadan kalkar. Binaenaleyh kocasının o kadına iddeti içinde
yaptığı talâkı müstetbi olarak (yani arkasından başkasını getirerek) vâki olur.
Bunun faydası üç talâktan sonra o kadının kendisine başka kocanın cimasına
kadar haram olmasıdır. Fetih'te böyle denilmiştir. Nehir sahibi buna itiraz
ederek şöyle demiştir: «Bu söz, iddet içinde talâk vuku bulmamanın yalnız
ayrılmaları öpmek ve emzirmek gibi müebbed hürmet icabeden bir sebeple olduğu
zamana münhasır kalmayı gerektirir. Bunda ise ulemanın zâhir olan sözlerine
açık acık muhalefet vardır. Kitap karıştıran bunu bilir.» Yani ulema âzâd ve
bülûğ muhayyerliği iddeti içinde denklik olmadığı için, ayrılarak iddet
beklerken mehir noksanlığından dolayı esirlik, muhacirlik sebebiyle beklenen
iddetlerde talâk laîk olamayacağını açıklamışlardır demek istiyor.
Fetih sahibi nâmına şöyle cevap
verilebilir: Onun ebedî demekten muradı, fesih cihetinden olandır. Bahır sahibi
talâk bahsinin başında beyan etmiştir ki; fesih iddeti içinde talâk yapılamaz.
Ancak karı-kocadan birinin dinden dönmesi veya birinin İslâmdan yüz çevirmesi
sebebiyle, hâkimin ayırması ile iddet lâzım gelir. Lâkin şarih talâkın tefvîzi
bâbından önce Minâh sahibine uyarak şunları söylemiştir: «Talâk katılmakla
beklenilen irtidat iddetine talâk laîk olmaz.» Binaenaleyh Bahır sahibinin
buradaki sözü. katılamaz sözüyle kayıtlanır. Nitekim âşikârdır. Ben bunu şöyle
nazma çektim:
«Talâk ayrılığına talâk katılır.
Yahut imtina veya dinden dönme ayrılığına
başka talâk katmazsızın laîk olur.»
Halebî diyor ki: «Yine orada görülecektir
ki, İslâmiyet sebebiyle ayrılmadan beklenen iddete talâk laik olmaz. Düşün ve
araştır!»
Ben derim ki: Halebi'nin son olarak
söylediği söz hakkında Hayreddin-i Remlî, "Bu, ehl-i harbin talâkı
hakkındadır." demiştir. Yani karı-kocadan biri müslüman olarak hicret
ettiği zamandır. Çünkü o kadına iddet yoktur. Meselenin tamamı inşaallah orada
ve kâfirin nikâhı bâbında gelecektir.
«Ayrılık erkek tarafından gelirse
talâktır.» ifadesi söz götürür. Çünkü ayrılma, öpme, esir alma, müslüman olma,
bülûğ muhayyerliği, dinden dönme ve birinin diğerîne mâlik olması gibi şeylerin
talâk sayılmasını gerektirir. Velev ki bunlar erkek tarafından gelmiş olsun.
Halbuki öyle değildir. Nitekim ileride göreceksin. Birbirine mâlik olmayı,
dinden dönmeyi ve âzâdlık muhayyerliğini istisna etmesi de bir fayda sağlamaz.
Çünkü diğer dördü yine kalır. Binaenaleyh doğrusu şöyle demektir: «Eğer ayrılık
erkek tarafından gelir de kadın tarafından sayılmasına imkân olmazsa, bu
talâktır.» Nitekim üstadımız merhum böyle demiştir. Bahır sahibi de şu sözüyle
buna işaret etmiştir: «Fesih tabirini kullanması, bu ayrılığın, talâk değil,
fesih olduğunu anlatmak içindir. Binaenaleyh talâkın sayısı eksilme Çünkü fesih
kadın tarafından da caizdir. Kadının boşamaya hakkı yoktur.
Fetevâ'l-Hindiyye'de bunun benzeri vardır. İbaresi şöyledir: Sonra bülûğ
muhayyerliği ile ayrılmak talâk değildir. Çünkü o, sebebinde erkekle kadının ortak
oldukları bir ayrılmadır. O zaman birincisi hakkında şöyle denilir: "Eğer
ayrılık kadın tarafından gelir de erkek tarafından bir sebeple olmazsa, veya
erkek tarafından gelir de kadından gelmesi de mümkün olursa fesihtir. Bu söze
sarıl! Çünkü o dağınık sözlerden daha faydalıdır!" H.
Ben derim ki: Lâkin buna kocanın
müslümanlıktan yüz çevirmesi ile itiraz olunur. Çünkü bu talâktır. Halbuki
kadından gelmesi de mümkündür. İlân da öyledir. Çünkü her ikisinden gelir. Ama
talâktır. Birinciye şöyle cevap verilebilir: «Bu, Ebû Yusuf'un kavline göredir.
Ona göre İslâmiyet'ten yüz çevirmek fesihtir. Velev ki kocadan gelsin.»
İkinciye de şöyle cevap verilir: «İlânın başlangıcı erkekten geldiğinden, ilânı
yalnız o yapmış gibi olur.»
«Yahut âzâd muhayyerliği ile» sözü, köle
için âzâd muhayyerliği olmasını gerektirir. Halbuki bu şarihin hatasıdır. Biz
yukarıda Bahır'la Fethu'l - Kadir'den naklen arzetmişdik ki, âzâdlık
muhayyerliği yalnız kadına mahsustur. Bunu şarih de kölelerin nikâhı bâbında
açıklayacak, "Oğlan için sabit değildir." diyecektir. H.
«Azâd muhayyerliği ile kendisini seçmiş
olsun.» ifadesi yanlıştır. Doğrusu, "bülûğ muhayyerliği ile kendisini
seçmiş olsun" dur. Buna Bahır sahibinin şu sözü de delildir: «Bizim için
zifaftan önce koca tarafından gelen ve kocaya mehir icabettirmeyen bir ayrılık
varsa, ancak budur.» Zira bu söz bülûğ muhayyerliğine râcîdir. Bahır sahibinin
sözü âzâd muhayyerliği değil, bülûğ muhayyerliği hakkındadır. Nitekim müracaat
edersen anlarsın. Sonra Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Bu sınırlama doğru
değildir. Çünkü Zahîre'de nafakalar bahsinden önce beyan edildiğine göre;hür
bir kimse bir mükâtebeyle sahibinden izin alarak evlense ve mehir olarak
muayyen bir cariye verse de, mükâtebe cariyeyi teslim almadan onu kocasına yüz
dirheme nikâhlasa her ikî nikâh caizdir. Koca evvelâ mükâtebeyi, cariyeyi
boşarsa, mükâtebe boş düşer, cariye boş düşmez. Çünkü mükâtebenin boşanması ile
cariye yarıya bölünür ve yarısı o talâkla kocasına döner ve cariyenin nikâhı
kendisine talâk gelmeden bozulur. Artık boşanmasının bir tesiri kalmaz.
Cariyenin bütün mehri bâtıl olur. Kocasının ödemesi lâzım gelmez. Halbuki bu
ayrılık cariyeye zifaf olmazdan önce koca tarafından gelmiştir. Çünkü ayrılık
koca tarafından gelirse, ancak talâk olduğu vakit bütün mehri ıskat etmez.
Fakat zifaftan önce koca tarafından gelir de her vecihle fesih sayılırsa, bütün
mehrin sükutunu icabeder ve bülûğa eren çocuk gibi olur. Şu da var ki, bir
kimse nikâhlısını onunla zifaf olmadan satın alırsa, bütün mehir sâkıt olur.
Halbuki ayrılık koca tarafından gelmiştir. Çünkü nikâhın bozulması milke bağlı
bir hükümdür. Milke bağlı olan herhüküm, müşterinin kabulüne havale edilir.
Satıcının icabına havale edilmez. Mehrin hepsinin sâkıt olması, her vecihle
fesholduğundandır. Zahîre sahibine şu itiraz vârit olur: Koca zifaftan önce
dinden dönerse, bu her cihetçe fesih sayılan bir ayrılıktır. Halbuki bütün
mehri ıskat etmez. Mehrin yarısını vermesi icabeder. Şu halde hak olan, bu
mesele için bir kaide koymamak. her ferdi için delilin ifade ettiği hükmü
vermektir.» Bahır sahibinin sözü burada sona erer.
Nehir sahibi de şöyle demiştir: «Ben derim
ki: Cariyenin tamamına veya bir kısmına mâlik olduğu vakit ayrılığın erkekten
geldiğini dâvâ etmek söz götürür. Bedâyî'de bildirildiğine göre, karısına veya
karısının bir kısmına mâlik olmakla meydana gelen ayrılık talâksız ayrılmadır.
Çünkü bu ayrılık koca tarafından bir sebeple olmamıştır. Binaenaleyh talâk
sayılması mümkün değildir, fesih sayılır. Bunun izahı yerinde gelecektir.»
Nehir sahibinin sözü do burada sona erer.
METİN
Bunların her biri için hüküm şarttır.
Bundan yalnız sekiz mesele müstesnadır. Nehir sahibi bunları nazma çekerek
şöyle demiştir:
«Nikâh ayrılıkları sana toptan faydalı
olarak geldi.
Bunlar fesih ve talâktır. Bu inci onları
hikâye etmektedir.
Memleket değişikliği ile beraber mehir
noksanlığı.
Keza akdin fâsitliği ve denk bulunmaması
kadına ölümünü haber verir.
Öpmek, esir olmak ve dar-ı harp dekinin
müslüman oluşu.
Yahut ortağını emzirmek de ayrılıklardan
sayılmıştır.
Azâdlık muhayyerliği, bülûğ muhayyerliği,
dinden dönmek.
Keza bir kısmına mâlik olmak bu fesihtir,
hepsini toplar.»
İZAH
«Bundan yalnız sekiz mesele müstesnadır.»
Çünkü bunlar açık bir sebebe dayanır. Başkaları böyle değildir. Zira gizli sebebe
dayanır. Meselâ kefâet (denklik) hisle bilinmeyen bir şeydir. Sebepleri
çeşitlidir. Keza mehri misil noksanlığı ve bülûğ muhayyerliği, şefkat
eksikliğine dayanır. Bu da bâtıl bir şeydir. Müslümanlıktan yüz çevirmek bazen
vardır, bazen yoktur. Bahır'da böyle denilmiştir. H.
«Nikâh ayrılıkları ilh...» Beytin bu kısmı
Bahr-i Kamil'den, geri kalanı Bahr-i Basîttendir. Bu caiz değildir. Onun için
ben değiştirerek şöyle dedim: «Nikâh için ulemanın sözlerinde ayrılıklar
vardır.» H.
«Bu inci» den murad, manzumedir. Nefis
olduğu için Nehir sahibi onâ inciye benzetmiştir.
«Memleket değişikliği» hakikaten ve hükmen
olur. Nitekim harbî olan karı-kocadan biri pasaportsuz müslüman veya zımmî
olarak İslâm memleketine çıksa; yahut bizim memleketimizde müslüman veya zımmi
olsa, hakikaten ve hükmen memleketler değişmiştir. Pasaportlu olarak çıkarsa
böyle değildir. Çünkü memleketler yalnız hakikaten değişiktir. Bir müslümanın
veya zımmînin dar-ı harpte bir harbîyye ile evlenmesi de bunun hilâfınadır.
Çünkü memleketler sadece hükmen değişiktir. Bunu ziyade ederek Halebî
bildirmiştir.
«Mehir noksanlığı...» Yani bir kadın mehr-i
mislinden daha azıyla nikâhlanır do velîsi kocasından ayırırsa bu fesih olur.
Ama zifaftan önce ise kadına mehir verilmez. Sonra ise mehr-i müsemması
verilir. Nitekim gelecektir. T.
«Keza akdin fâsitliği...» Meselâ hürriyetin
üzerine cariyeyi nikâhlar. T. Yahut şahitsiz nikâh kıyarsa akit fâsit olur.
«Ve denk bulunmaması...» Yani kadın dengi
olmayan birine varırsa, velîlerinin o nikâhı feshetmeye hakları vardır. Bu,
zâhir rivayete göredir. imam Hasan'ın rivayetine göre ise akitfâsittir. T.
Yukarıda görmüştük ki müftabih kavil budur.
«Kadına ölümünü haber verir.» Bu söz
tekmiledir. Nehir sahibi bununla, dengiyle evlenmeyen kadın ölmüş gibi sayılacağına
işaret etmiştir. T.
"Öpmek" Yani erkeğin kadının,
kadın olan fürûna ve usûlüne hürmet-i musahare icabeden şeyi yapması yahut
kadının bunu erkeğin erkek olan asıl ve fer'lerine yapmasıdır. T.
«Esir olmak» ifadesi söz götürür. Çünkü
kâfirin nikâhı bâbında, "Kadın, memleketlerin birbirine zıd düşmesiyle
kocasından ayrılır, esir edilmekle ayrılmaz." denilmektedir. Şayet murad.
memleketlerin bir birine zıd olmasıyla birlikte esir almaksa, memleket
değişikliği buna hâcet bırakmaz. H.
«Ve dar-ı harplinin müslüman oluşu...» Yani
dar-ı harpte (küffar memleketinde) karı-koca iki mecûsîden biri müslüman olur
da diğeri müslümanlığı kabul etmeden üç hayız veya üç ay geçerse, kadın
kocasından ayrılır. Bu ayrılığın şartı olan hayız veya ayların geçişini sebep yerine
koymakla olur; Sebep müslüman olmayışıdır. Çünkü velâyet olmadığı için
müslümanlığı ona arzetmek imkânsızdır. Binaenaleyh bu müddetin geçmesi hâkimin
ayırması yerine tutulur. Bu ayrılık Tarafeyn'e göre talâk, Ebû Yusuf'a göre
fesihtir Bahır sahibi kafirin nikâhı bâbında, «Kadın müslüman olduğu takdirde
buna talâk demek gerekir. Çünkü müslümanlıktan yüz çeviren hükmen kocasıdır.
Kocası müslüman olursa fesih sayılır." demiştir.
«Yahut ortağını emzirmek» Yani büyük kadın
bebek olan ortağını iki sene zarfında emzirirse nikâh feshedilir. Nitekim radâ
bâbında gelecektir. Çünkü o adam anne ile kızını bir nikâh altına toplamış
sayılır. T. Ortak sözü kayıt değildir. Zira Bedâyi sahibinin verdiği misâl de
bu kabildendir. O, "Küçük kızı kocasının annesi emzirir yahut bir adamın
iki küçük zevcesini ecnebi bir kadın emzirirse, nîkâh bozulur." demi^tir.
«Âzâdlık muhayyerliği...» Biliyorsunuz ki
ancak kadın tarafından olur. Ondan sonra zikredilenler bunun hilâfınadır. H.
«Dinden dönmek» den murad, yalnız birinin
dönmesidir İkisi birden dönerlerse, beraberce tekrar müslüman olduklarında
nikâhları bâkidir, tazelemeye gerek yoktur.
«Bir kısmına mâlik olmak» ifadesinden
anlaşılıyor ki, tamamına mâlik olmak evleviyetle aynı hükümdedir. H.
«Bu fesihtir, hepsini toplar.» Ve hepsinde
fesih tahakkuk eder. İsm-i işaret, yukarıda sayılan on iki şeye aittir. Esirin
sâkıt olduğunu gördün Onun yerine Bedâyi'deki şu sözü zikretmeliydi: «Bir
müslüman, Ehl-i Kitap'tan yahudi veya hıristiyan bir kadınla evlenir de, kadın
mecûsiliğe dönerse, aralarında ayrılık sabit olur. Çünkü mecûsî kadın
müslümanın nikâhına elverişli değildir. Sonra bu, zifaftan önce olursa, kadına
mehir ve nafaka verilmez. Çünkü bu talâksız bir ayrılmadır, fesih sayılır.
Zifaftan sonra ise, kadına mehir verilir, nafaka verilmez. Çünkü ayrılık onun
tarafından gelmiştir.»
METİN
"Talâka gelince: Aletin kelimesi.
kalkınamamak ve keza erkeğin îlâ yapması ve ilândır. Bunu hâkimin hükmü takip
eder ki hepsinin şartıdır Yalnız milk, âzâd etmek, dâr-ı harpte müslüman olmak
müstesnadır. Öpmek, esir olmak, îlâ ile birlikte a canım! Memleket değişikliği
akdin fesadıyla birlikte bunun peşindedir."
İZAH
«Talâka gelince...» Talâk suretiyle
ayrılık, aleti kesik olmakla, kalkınmamakla, îlâ ve ilânla bir birlerinden
ayrılmaktır. Bir beşinci daha vardır ki, o da kocanın müslümanlığı kabulden
çekinmesidir. Bunu Fethu'l-Kadir sahibi söylemiştir. Bir zımmînin karısı
müslüman olur da kendisi müslümanlıktan çekinirse, bu talâktır. Aksi bunun
hilâfınadır. Zira kadın müslüman olmaktan çekinirse nikâh bâkîdir. İmameyn'in
kavline göre harbî olan karı-kocadan birinin, müslümanlığı kabul etmesi talâkla
ayrılıktır. Lâkin musannıf fesih olduğuna göre hareket ettiğinden, biz bundan
bahsetmedik.
TETİMME: Fetih'ten naklen arzetmiştik ki,
talâk suretiyle olan her ayrılık iddetinde başka talâk yapılabilir. Bundan
yalnız ilân müstesnadır. Çünkü o ebedî haramdır.
«Yalnız milk ilh...» Burada milkten murad,
karı-kocadan birinin diğerine yahut onun bir kısmına mâlik olmasıdır. Azâd
olmaktan murad, cariyenin muhayyerliğidir. Cariyeyi sahibi kocaya verir de
sonra âzâd ederse, bu talâk olmaz. Köle bunun hilâfınadır. Müslüman olmaktan
murad da, iki harbîden birinin müslümanlığı kabul etmesidir.
Öpmekten murad, hürmet-i musahareyi
icabeden filidir. Çünkü halleri üzere kaldıktan veya hâkim onları ayırdıktan
sonra aralarında nikâh bâkîdir. Nitekim mahrem kadınlar bahsinde geçmişti.
Binaenaleyh ayırmak taayyün etmez. Biliyorsun ki esiri zikretmeye mahâl yoktur.
Hâsılı şarihin söylediği hükme muhtaç olmayan şeyler sekizdir. Buna, dinden
dönmekle ayrılık da katılır. İleride göreceğiz ki, karı ile kocadan birinin
dinden dönmesi, o anda irtidat sayılır.
METİN
Bâkire nikâhın aslını bilir de kendi
ihtiyarıyla olursa, muhayyerliği susmakla bâtıl olur. Kız halvetten önce mehrin
miktarını veya dâmadın kim olduğunu sorarsa; yahut şahitlere selâm verirse
muhayyerliği bâtıl olmaz. Bunu inceleme suretiyle Nehir sahibi söylemiştir.
Muhayyerliği meclisin sonuna kadar uzamaz. Çünkü şuf'a gibidir.
İZAH
"Bâkire"den murad, bâkire haliyle
bülûğa eren kızdır. «Kendi ihtiyarıyla olursa muhayyerliğibatıl olur.» Fakat
haber kendisine ulaştığında öksürük veya aksırık tutar da, o geçtikten sonra
razı değilim derse, ara vermeden söylediği takdirde red caizdir. Keza erkek
onun ağzını tutar da, bıraktığında razı değilim derse, red yine caizdir. Bunu
Tahtâvî Hindiyye'den nakletmiştir.
«Nikâhın aslını bilirse muhayyerliği bâtıl
olur.» Muhayyerlik hakkı olduğunu bilmesi şart değildir yahut bilmesi meclisin
sonuna kadar devam etmez. Nitekim Mültekâ şerhinde beyan edilmiştir.
Câmiu'l-Fusuleyn'de şöyle denilmektedir: «Kıza nikâh haberi ulaşır da,
elhamdülillah kendimi seçtim derse, muhayyerliğinde bâkîdir. Ama bülûğa erer
ermez hemen kendimi seçtim ve nikâhı bozdum demesi gerekir. Ondan sonra cimaya
temkin bulununcaya kadar gecikmekle hakkı bâtıl olmaz.»
«Halvetten önce mehrin miktarını ilh...»
meselesine burada yer yoktur. Bilâkis burası istidrak yeridir. Çünkü nikahın
aslını bilirse muhayyerliğin bâtıl olması bu meselelerde onun evleviyetle bâtıl
olmasını gerektirir. Bâtıl olmamasını gerektirmez. Çünkü bu meseleler nikâhın
aslını bildikten sonra olur. Daha önce olduğunu farzetsek, bunlara nikâhın
bâtıl olmaması hususunda niza bulunmazdı. Halbuki niza vardır. Nitekim yakında
göreceksin.
«Bunu inceleme suretiyle Nehir sahibi
söylemiştir.» Yani Zeylâî, Muhıt ve Zahîre'de nakledilenlerin hilâfına olarak
inceleme yapmıştır. Asıl incelemeyi yapan muhakkık İbn-i Hümam'dır. Şöyle
demiştir: «Gerçi kız dâmadın adını veya mehri sorarsa; yahut şahitlere selâm verirse,
muhayyerliği bâtıl olur denilmişse de, bu delilsiz bir sözdür. Olsa olsa bu hâl
nikâhın iptida hali gibidir. Bâkire bir kız dâmadın adını sorsa, aleyhine
geçerli olmaz. Mehri sorması da öyledir. Gelene selâm vermesi dahi rızaya
delâlet etmez. Nasıl etsin ki, kız onu nikâhı feshe şahit çağırmak için
göndermiştir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bahır sahibi selâm
meselesinde onunla münazaa ederek şöyle demiştir: «Bâkirenin muhayyerliği
mücerret susmakla bâtıl olur. Şüphesiz ki selam vermekle meşgul olmak susmanın
üzerindedir.»
Nehir sahibi de şunları söylemiştir: «Ben
derim ki: Kabul edemeyiz. Ulemanın şuf'a bahsinde naklettiklerine göre, şefîin
müşteriye selâm vermesi, şuf'ayı iptal etmez. Çünkü Peygamber (S.A.V.).
"Selâm, kelâmdan öncedir." buyurmuştur. Şüphesiz ki satışı bildikten
sonra hemen girişmeyi istemek, susmakla bâtıl olur. Bülûğ muhayyerliği gibidir.
Selâm ondan daha üstün olsa o da bâtıl olurdu. Ulema demişlerdir ki: Şefi, bunu
kim aldı ve kaca aldı diye sorsa, şuf'ası bâtıl olmaz. Nitekim Bezzâziyye'de
beyan edilmiştir. Bu da Fethu'l-Kadir'in sözünü teyid eder. Evet, mehir
hakkında söyledikleri ancak kızla başbaşa kalmadığı zaman tamamdır. Fakat
halvet-i sahiha ile onunla başbaşa kalırsa, bunun miktarını öğrenmeye kalkmak
faydasız bir işle meşgul olmaktır. Çünkü mehir onunla vâcip olur. Binaenaleyh
sâkıt olmadığını mutlak söylemek gerekmeyen sözlerdendir.» Nehir sahibinin sözü
burada biter. Bu son sözünden dolayı şarih, "halvetten önce"
demiştir.
Hâsılı bu üç mesele hakkında nakil, muhayyerliğin
bâtıl olmasıdır. Fetih sahibi bâtıl olmamasını araştırmış; Bahır sahibi yalnız
selâm meselesinde onunla münazaa etmiştir. Nehir sahibi ise her üç meselede
Fethu'l-Kadir sahibine taraftar olmuştur. Makdisî ile Şurunbulâlî de öyledir.
Galiba hükmün aslı, bazı mezhep âlimleri tarafından çıkarılmış olacaktır. Fetih
sahibi bu hüküm çıkarmanın sahih olup olmadığı hususunda bunlarla münazaa
etmiştir. Çünkü Fetih sahibi Bahır'ın kaza bahsinde belirtildiği gibi ehl-i
tercihten olsa da, ictihad mertebesine ermiştir. Nitekim bunu Makdisî ' kölenin
nikâhı bâbında zikretmiştir. Lâkiri mezhebe muhalif olduğu yerlerde kendisine
tâbi olunmaz. Şayet bu hüküm üç imamımızın birinden nakledilseydi, bu zevata
onun mezhepten nakledilen rivayete muhalif olarak yaptığı incelemeye uymak caiz
olmazdı. Buhun bazı ulemanın sözü olduğunu; mezhebin bir rivayeti olmadığını
Kemâl b. Hümam'ın, "Gerçî denilmişse de ilh...» sözü de teyid eder.
«Muhayyerliği meclisin sonuna kadar
uzamaz.» Meclisten murad, bulûğa erdiği yahut nikâhlı olduğunu öğrendiği andır.
Nitekim Fetih'le beyan edilmiştir. Yani nikâhlı olduğunu bilerek bülûğa erer
yahut bülûğa erdikten sonra öğrenirse, o anda mutlaka feshetmesi gerekir.
Susarsa -az bile olsa- muhayyerliği batıl olur. Velev ki meclis değişmeden olsun.
«Çünkü şuf'a gibidir.» Yani şuf'anın sübutu
için nasıl bir yerin satıldığını duyar duymaz zâhir rivayete göre şefiin
istemesi şartsa, burada da öyledir. Hattâ bir lâhza susar veya mânâsız bir söz
ederse hakkı bâtıl olur. Şuf'a bâbında şarih hak istemenin meclisin sonuna
kadar devam edeceğini sahihlemiş ise de bu zayıftır. Nitekim gelecektir
inşaallah.
METİN
Bülûğ muhayyerliği şuf'a ile birlikte
bulunursa, kadın; "Her iki hakkı isterim." der, sonra bülûğ
muhayyerliğinden boşlar. Çünkü o dînîdir ve, "Şimdi bülûğa erdim."
diyerek şahit çağırır. Bunu hakkı ihya zaruretinden dolayı yapar. Velev ki
bilmesin. Çünkü ilim için vakit bulabilir. Âzâd edilen cariyenin muhayyerliği
bunun hilâfınadır. Onun muhayyerliği meclisin sonuna kadar uzar. Çünkü kendisi
sahibinin işiyle meşguldür.
İZAH
«Sonra bülûğ muhayyerliğinden başlar.» Bu
bir kavildir. Diğer bir kavle göre şuf'adan başlar. Bezzâziye'nin şuf'a
bahsinde şöyle denilmektedir: «O kimseye hem bulûğ muhuyyerliği, hem de şuf'a
muhayyerliği vardır. Ben şuf'ayı istedim ve kendi nefsimi ihtiyar ettim derse,
sonraki batıl olur, önceki ise sübut bulur. Çünkü ikisini de istedim veya
ikisine de cevaz verdim yahut hem kendimi hem şuf'ayı ikisini birden ihtiyar
ettim diyebilirdi. KadıEbû Câfer'in beyanına göre, bülûğ muhayyerliği öne
alınır. Çünkü şuf'a muhayyerliğinde bir nevi genişlik vardır. Çünkü yukarıda
geçtiği vecihle; kim satın aldı ve kaça satın aldı diye sorsa bâtıl olmaz.
Bazılarına göre o kimse; benim için sabit olan iki hakkı yani şuf'ayı ve nikâh
reddini istedim der. Hayreddin-i Remlî tayinin vechi hususunda duraklayarak bir
şey diyememiş; bu husustaki hilâfı uzak görmüştür. Çünkü zâhire göre, evvelki
ulemadan bazısı temsil yoluyla, "İkisini de istedim. Hem kendimi hem
şuf'ayı." demiş; bazısı da, "şuf'ayı ve kendimi" demekle
yetinmiştir. Onun için müteehhirin ulemadan bazıları bunun mutlaka
söylenilmesinin vâcip olduğunu zannetmiştir. Halbuki öyle değildir. Çünkü iki
hakkı birden istemek yok mu, sükûta mâni işte budur. Bu, geçen icma ile sabit
olunca, beyan hususunda birini diğerinden öne almak zarar etmez. Hattâ tefsire
hâcet yok denilse, bunun güzel bir vechi olur.» Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.
Ben derim ki: Dula gelince: O hilâfsız
şuf'adan başlar. Çünkü onun muhayyerliği devam eder. Nitekim gelecektir.
«Şahit çağırır ilh...» Bezzâziye sahibi
diyor ki: «Kız hayızla bülûğa ererse, kanı gördüğü anda ihtiyarını kullanır.
Geceleyin ise o anda ihtiyarını kullanır, sabahleyin şahit çağırır ve;
"Kanı şimdi gördüm." der. Zira geceye isnat etse fâsit olur. Bu,
hâlis yalan söylemek değil, belki hakkı ihya için caiz görülen maruzat
kabilindendir. Çünkü uzayan fiilin devamı için iptida hükmü vardır. Zaruret
bunu gerektirmektedir. Başkasını gerektirmez.»
Bu sözün hâsılı şudur: Kadın, "şimdi
bülûğa erdim" sözüyle, "şimdi ben bâliğayım" demek ister. Tâ ki
söylediği açık yalan olmasın. Çünkü ta'rîz suretiyle hakkı ihya mümkün olan
yerde -ki ta'rîzden murad; konuşan kimsenin sözünden anlaşılanın hilâfını
kasdetmesidir- açık yalan söylemekten evlâdır. Camiu'l-Fusuleyn'de şöyle
denilmektedir: «Şayet ne zaman bülûğa erdin diye sorarlarsa, bülûğa erdiğim
gibi onu bozdum der. Bundan fazla bir şey söylemez. Çünkü bundan önce bülûğa
erdim der de büluğa erdiğinde bunu bozarsa tasdik edilmez. Kendi nefsini
ihtiyar etmesi için şahit çağırmak şart değildir. Lâkin kendisinden yemin sâkıt
olması için beyyineyle isbat ederken şahit çağırmak şarttır. Kızdan kendi
nefsini ihtiyar ettiğine yemin almak, şefi'den şuf'a için yemin almak gibidir.
Hâkime. "Ben bülûğa erdiğim an kendimi ihtiyar ettim." derse,
yeminiyle tasdik edilir. Fakat, "Ben dün bülûğa erdim ve ayrılmayı
istedim." derse kabul edilmez. Beyyineye muhtaç olur. Şefi de öyledir.
"Öğrendim gibi hakkımı istedim." derse söz onundur. Ama "dün
öğrendim ve istedim" derse beyyinesiz kabul edilmez.»
Ben derim ki: Bunların mecmuundan şu hâsıl
olur: Kız; "Şimdi bülûğa erdim ve nikâhı fesheyledim." derse,
beyyinesiz, yeminsiz tasdik olunur. "Bülûğa erdiğim zaman feshettim."
derse, beyyine veya yeminiyle tasdik olunur. "Dün bülûğa erdim ve nikâhı
feshettim." derse, mutlaka beyyine lâzım gelir. Çünkü o anda yeni fesih
yapmaya mâlik değildir. ikinci suret bunun hilâfınadır. Orada vak'ayı geçmişe
isnat etmemiş, sadece yenilemeye mâlik olduğu şeyi hikâye etmiştir. Böylece iki
suret arasındaki fark meydana çıkmıştır. Velev ki Fusuleyn sahibine gizli
kalmış olsun. Nitekim Nûr'ul-Ayn'da ifade edilmiştir.
«Velev ki bunu bilmesin.» Yani kendisine
bülûğ muhayyerliği olduğunu yahut hakkının uzadığını bilmesin. Kuhistânî,
"Bu Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed'e göre ise kızın muhayyerliği,
muhayyerlik hakkı olduğunu öğreninceye kadar devam eder. Nitekim Netif'te
bildirilmiştir." demiştir.
«Çünkü ilim için vakit bulabilir.» Yani kız
şeriat hükümlerini öğrenmek için kendine vakit ayırabilir. Memleket de ilim
memleketidir, Dâr-ı İslâm'dır. Binaenaleyh cehaletten dolayı mazur sayılmaz.
Bahır. Velev ki bülûğa ermezden önce bununla mükellef olmasın.
«Meclisin sonuna kadar uzar.» Meclisten
kalkmakla bâtıl olur. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Keza hâkimin hükmüne
de muhtaç değildir. Yukarıda geçtiği vecihle bâkirenin muhayyerliği bunun
hilâfınadır.
Hâsılı Nehir'de beyan edildiği gibi, âzâd
muhayyerliği beş meselede bülûğ muhayyerliğine muhaliftir. Bu beş mesele:
1) Yalnız kadına sabit olması,
2) Mecliste susmakla bâtıl olmaması,
3) Hâkimin hükmünün şart olmaması,
4) Bilmemenin özür sayılması,
5) Yüz çevirmeye delâlet eden bir şeyle
bâtıl olmasıdır. Bu sonuncusu, dul ile çocuğun muhayyerliği hilâfınadır.
Nitekim gelecektir. Âzâd edilen cariyeden murad, küçük olsun büyük olsun sahibi
tarafından âzâd edilmeden evlendirilen cariyedir. Bu cariyeye âzâdlık
muhayyerliği sabittir. Küçük ise bülûğ muhayyerliği sabit değildir. Meğer ki
onu âzâd ettikten sonra evlendirmiş olsun. Bu takdirde ona muhayyerlik sabit olur.
Küçük köleye dahi bülûğ muhayyerliği sabittir. Azâd muhayyerliği bunun
hilafınadır. Çünkü yukarıda beyan ettiğimiz gibi; gerek küçükken gerek
büyüdüğünde onu
âzâd etmeden evlendirirse, kendisine âzâd
muhayyerliği sabit olmaz.
METİN
Küçük oğlan ile dul kız bülûğa erdikleri
vakit; açık rıza veya öpmek, dokunmak ve mehir vermek gibi rızaya delâlet
edecek bir şey bulunmaksızın susmakla muhayyerlikleri bâtıl olmaz. Meclisten
kalkmaları ile dahi bâtıl olmaz. Çünkü onun vakti ömürdür. Binaenaleyh rıza bulununcaya
kadar devam eder. Kız zorla cimaya imkân verdiğini iddia ederse tasdik olunur.
Bunun mânâsı şudur: Şayet valinin muhafazasındaysa, söz zorlamayı
iddiaedenindir. Bellenmelidir. Nikâhta velî -malda değil- binefsihi asabe
olandır.
İZAH
«Dul kız» tabiri, aslından dul olanla,
evvelce bâkire olup sonradan zifaf olan ve bülûğa erene şâmildir. Nitekim Bahır
ve diğer kitaptarda beyan edilmiştir.
«Mehir vermek gibi» sözünü Fetih sahibi
zifaftan önceki hale yorumlamıştır. Fakat erkek bülûğa ermeden cimada bulunursa,
bülûğa erdikten sonra mehir vermesi rıza sayılmamak gerekir. Çünkü nikâhlı
kalsa da, nikâhı feshetse de bunu mutlaka verecektir. Bahır. Aynı sözün
benzeri, cimadan veya halvetten sonra kadının mehri kabulü hakkında da
söylenebilir. Bunu Tahtâvî ifade etmiştir. Kadın tarafından delâleten rıza
sayılan şeylerden biri, kocasına cima imkânı vermek ve vâcip olan nafakayı
istemektir. Kocasının yemeğinden yemek ve onun hizmetinde bulunmak bunun
hilâfınadır. Bunu Nehir sahibi Hulâsa'dan nakletmiştir. Biz bülûğa ermiş bir
kızdan nikâh izni isterken hizmeti. "önceden hizmetinde bulunuyordu
ise" diye kayıtlamıştık. Zâhire göre aynı kayıt burada da câridir.
«Çünkü onun vakti ömürdür ilh...» Bûtün
ulemanın sözleri bu şekildedir. Nitekim Gâyetü'l-Beyân'da bildirilmiştir.
Binaenaleyh Tahâvî'den nakledilen, "Açık iptal ile yahut iptale delâlet
eden bir meşguliyetle bâtıl olur. Meselâ kızın bir şeyle meşgul olması iptale
delâlet eder." sözü müşkildir. Çünkü meclisle mukayyet olmasını
gerektirir. Fetih. Buna cevap şudur: Tahâvî'nin kızın bir şeyle meşgul olması
sözünden muradı, temkin ve benzeri gibi rızaya delâlet eden emeldir. Çünkü
kendisi meclisten kalkmakla bâtıl olmayacağını açıklamıştır. Bahır.
«Tasdik olunur.» Çünkü zâhir kızı tasdik
etmektedir. Fetih. «Bunun mânâsı şudur...» Minâh sahibi diyor ki: «Bu fer'
gösteriyor ki, Bezzâzî'nin naklettiği ve üstadımız Bahır sahibinin fetva
verdiği, "Söz, zorlamayı iddia edenindir." İfadesi, velînin
muhafazasında olduğu zamandır.» H.
«Malda değil.» Çünkü malda velî: sade baba
ile onun vasîsi, dede ile onun vasîsi, hâkim ve naibidir. H. Sonra âşikârdır
ki, "malda değil" sözü, sadece mânâsınadır. Yani burada velîden
murad, nikâhtaki velîdir. ister baba ile dede ve hâkim gibi malda dahi velâyeti
olsun; ister kardeş gibi malda velâyeti olmasın fark etmez. Sade malda velî
değildir. Bununla Şurunbulâliyye'deki sözler defedilir. Şurunbulâliyye'de,
"Burada baba ile dedeye nisbetle çelişme vardır. Çünkü onlar için malda
dahi velâyet vardır." denilmişti.
«Binefsihî asabe olandır.» Bununla, asabe
bilgayr olan hariç kalır. Meselâ kız oğlanla asabe olur. Ama kendisinin deli
annesine velî olması caiz değildir. Asabe maalgayr da böyledir. Kızkardeşlerle
kızlar gibi ki, bir kızkardeşin deli olan kızkardeşine velâyeti yoktur. Nitekim
Minah ile Bahır'da beyan edilmiştir. Maksat, bunların öne alınma
derecesindençıkarılmalarıdır. Yoksa onların kısmen velâyetleri vardır. Buna
musannıfın, "Asabe değilse ilh..." sözü delâlet etmektedir.
Hâsılı bu zikredilenlerin velâyeti,
asabelikle değil rahim dolayısıyladır. Velev ki asabe oldukları halde olsun.
Meselâ küçük oğlanla kız böyledir. Bu kız deli olan annesini kardeşi ile
birlikte asabe olduğu için değil zîrahim olduğu için evlendirir.
METİN
Binefsihi asabe, ölen kimseyle hattâ âzâd
edilen cariye ile araya kadın girmemek şartıyla nesebi birbirine eklenen
kimsedir. Araya kadın girmeksizin sözü, öncekinin beyanıdır. Miras ve hacb
tertibine göre hürriyet, mükellef olmak ve evlenmek isteyen müslüman bir kadın
ve müslüman bir çocuk hakkında müslümanlık şartıyla sıralanır. Çünkü velâyet
yoktur ve deli bir kadının oğlu, kadının babasına tercih edilir. Çünkü onu
hacb-i noksanla hacb (yani mirastan men) eder.
İZAH
«Binefsihî asabe» Nehir'de şöyle tarif
edilmiştir: «Binefsihî asabe, yalnız olduğu vakit ölenin bütün malını; hisse
sahipleriyle olursa, malın kalanını alan kimsedir.» Bu tarif, "Binefsihî
asabe, araya kadın girmeksizin nesebi ölüye bitişen erkektir." diye
yapılan tariften daha güzeldir. Çünkü âzâd edilen cariyenin de kendisini âzâd
eden küçük çocuk üzerinde nikâh velâyeti vardır. Çünkü çocuğun ondan daha
yakını yoktur. Şarih, erkek yerine kimse tabirini kullanmış; bu suretle âzâd
edilen cariye de tarife dahil olmuştur. O bununla Nehir sahibinin itirazını def
etmek istemiştir. Lâkin Rahmetî'nin dediği gibi, kendisine âzâd edilen
cariyenin asabeleriyle itiraz olunur. Çünkü cariye öldükten sonra asabelerinin
velâyet hakları vardır. Halbuki onlar kadın vasıtasıyla ölene eklenmektedirler.
Binaenaleyh evlâ olan Nehir sahibinin tarifidir. Nehir sahibine şu itiraz da
vârit değildir: «Burada asabe bütün malı almadığı gibi, o maldan bir şey de
almamaktadır.» Çünkü sebebini yukarıda arzetmiştik. Bunun benzeri, ulemanın
zevil-erhamın nafakasında "Mirasçıya nafaka alacağı miras miktarı vâcip
olur." sözleridir. Halbuki, sözümüz diriye verilecek nafaka hakkındadır.
Yahut şöyle denilir: «Murad, evlendirilmesi istenen şahıs ölü farzedilse asabe
adı verilecek kimsedir.» Ne olursa olsun, mânâ anlaşılınca te'vîl tekellüfüne
girişmek lâzım değildir. Hatıra gelmeyen bir şeyle itiraz vârit değildir. Hattâ
böyle bir itiraz yapan ayıplanır. Nitekim ulemanın akarsuyu tarif ederken,
"O, saman çöpünü götüren sudur." demelerine, "Bu tarif saman
çöpünü taşıyan eşeğe de sâdıktır." diye itirazda bulunan kimse ayıplanmıştır.
«Öncekinin beyanıdır.» Yani binefsihi
asabenin beyanıdır. Çünkü binefsihî asabe, ancak araya kadın girmemek şartıyla
olur. Yani nesep cihetinden olursa böyledir. Ama nesep cihetinden olursa, bazen
âzâd edilen cariyenin asabesi gibi olur. Aşikârdır ki bu beyan, metnin sözüne
nisbetledir. Şarihin sözündeki ise tarifin bir cüzüdür. Çünkü ölene annenin
babası gibi kadın vasıtasıyla nesebi ekleneni çıkarmayı ifade etmektedir.
«Deli bir kadının oğlu, kadının babasına
tercih edilir.» Bu, Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed buna muhaliftir. O, babayı
tercih etmiştir. Hindiyye'de Tahâvî'den naklen, "Efdal olan, babanın oğula
nikahı emretmesidir. Tâ ki hilâfsız caiz olsun." denilmiştir. Oğlunun oğlu
oğul gibidir. Sonra baba tercih edilir. Sonra onun babası, sonra ana-bababir
kardeş, sonra bababir kardeş gelir. Kerhî'nin beyanına göre, dedeyi kardeşe
tercih etmek İmam-ı Âzam'ın kavlidir. İmameyn'e göre ikisi ortaklaşa velî
olurlar. Esah olan, bunun hepsinin kavli olmasıdır. Sonra ana-bababir kardeşin
oğlu, sonra anabir kardeşin oğlu, sonra ana-bababir amca, sonra bababir amca,
sonra onun oğlu yine bu şekilde, sonra babanın amcası yine bu şekilde, sonra
onun oğlu yine bu şekilde, sonra dedenin amcası yine bu şekilde, sonra onun
oğlu yine bu şekilde gelir. Bunların hepsi için küçük kızla oğlanı icbar etme
hakkı vardır. Büyük oğlanla büyük kız delirdikleri vakit, onları da icbar
edebilirler. Sonra âzâdlı köle gelir. Velev ki kadın olsun. Sonra onun oğlu
gelir. Velev ki aşağı doğru insin. Sonra onun nesepten asabesi tertipleri
sırasıyla gelir. Bunu Bahır sahibi Fetih ve diğer kitaplardan nakletmiştir.
T E M B İ H : Azad edilen kölede velâ
hakkının kendinde olması şarttır. Tâ ki annesi aslen hürre, babası azâd edilmiş
köle olan cariye tariften çıksın. Çünkü böyle cariyeye babanın âzâdlısının
velâyet hakkı yoktur; ona mirasçı da olamaz ve nikâhına da velî olamaz. Nitekim
Dürer sahibi velâ bahsinde buna tembihte bulunmuştur. Böyle bir cariyenin
annesiyle babanın âzâdlısından başka kimsesi bulunmazsa, velâyet hakkı
annenindir. Ama ben buna burada tembihte bulunana rastlamadım. Bunu Ebussuud
Efendi şeyhinden naklen söylemiştir.
«Çünkü onu hacb-i noksanla hacb eder.»
Burada şöyle denilebilir:Baba muayyen hisse olarak altıda birden fazla alamaz.
Altıda biri de oğluyla, oğlunun oğluyla, kızıyla birlikte alır. Kızla beraber
ölene muayyen hisseyle mirasçı olur. Kalanı asabe olmak suretiyle alır. Çocuk
yoksa, sadece asabe olmakla alır. Asabe olmakla miras aldığı ma! belli değildir
ki, ondan birşeyler eksiltilsin. Binaenaleyh evlâ olan, o oğulla beraber asabe
olmaz diye ta'lil etmektir.
«Hürriyet şartıyla ilh...» Ben derim ki:
Bir de baba veya dedenin kötü tutumlu olduğu, küçük oğlanı veya kızı denginden
başkasına yahut fazla aldanışla evlendirdiğinde Tâsık fâcir olduğu meydana
çıkmamak şartıyla ve yukarıda beyan edildiği vecihle sarhoş dahi olmaması
şartıyla sıralanır. Musannıf hürriyet kaydıyla köleden ihtiraz etmiştir.
Kölenin - velev mükâteb olsun - o kimsenin çocuğuna velâyeti yoktur. Yalnız
cariyesine velâyeti vardır, kölesine yoktur. Çünkü mehir ve nafakada eksikliği
vardır. Nitekim bâbındagelecektir.
Mükellef olmak kaydıyla küçük oğlanla
deliden ihtiraz etmiştir. Böylesi, geçici olsun devamlı olsun deliliği halinde
evlendirilemez. Delilikten ayıldığı vakit her iki kısmıyla evlendirilebilir. Lâkin
daimî delirmişse velâyeti alınır, ayılması beklenmez. Daimî olmayan deli için
velâyet sabittir. Onun ayılması beklenir. Uyuyan gibidir. Yerinde iş yapmış
olmak için denk bir dâmat gelir de bunun ayılması beklendiği takdirde fırsat
kaçarsa, - velev ki deliliği daimî olmasın - velâyeti altındaki kız
evlendirilir. Aksi takdirde müteehhirinin tercihine göre beklenir. Nitekim
ileride beyan edeceğiz. Fetih. Daimî delilik bir aydır. Fetva buna göredir.
Bahır.
T E M B İ H : Zeylâî bu zikredilenlerin
başkalarına velî olamamalarını, kendilerine velî olamamakla illetlendirmiştir.
Binaenaleyh kendilerine veli olmayınca başkalarına evleviyetle veli olamazlar.
Çünkü başkasına velî olmak, kendine velî olmanın fer'idir. Ebussuud Efendi'nin
şeyhinden naklen bildirdiğine göre bu söz sorulan bir hadisenin nassan
cevabıdır. Hadise şudur: Hakim, bir şeyhin nüfuzu altındaki hayratın gelirini
toplamak ve oradakilere ekmek dağıtmak ve işlerine bakmak için bir çocuk tayin
etmiş; üstad bu zikredilenden alarak tayinin bâtıl olduğunu söylemiştir.
«Evlenmek isteyen müslüman bir kadın
hakkında» sözüyle şarih, müslüman kadından muradın bülûğa eren olduğuna işaret
etmiştir. Çünkü evlenmeyi ona isnadetmiştir. Bunu, "müslüman olan
çocuğu" sözüyle tekrar etmiş olmamak için yapmıştır. Çünkü çocuk kelimesi
erkek ve kıza şâmildir. O zaman sözünde kâfirin müslüman olan küçük kızının
malında tasarruf hakkı olmasını gerektirecek bir şey yoktur. Bu söylediğimize
göre, müslüman bir kadın kendini nikâh ederse ve onun bir kâfir kardeşi veya
amcası bulunursa itiraza hakkı yoktur. Çünkü kâfirin velâyeti yoktur. Bâbın
başında geçmişti ki, velîsi olmayan kadının nikâhı sahih ve mutlak surette
geçerlidir. Yani isterse dengi olmayana varmış olsun, isterse mehr-i misilsiz
evlenmiş olsun. Kâfir babanın müslüman olan çocuğuna velâyeti sâkıt olunca
müslüman kızkardeşine yahut kardeşikızına itiraz hakkı evleviyetle sâkıt olur.
Yine bundan şu çıkarılır ki, o kadının köle veya küçük asabesi bulunursa,
asabesi yok hükmündedir. Çünkü köle ile küçüğün velâyetleri yoktur. Nitekim
biliyorsun. Biz bunu bâbın başında arzetmiştik.
METİN
Kezâ gerek nikâhta gerek malda, bir
müslümanın kâfir bir kadın üzerinde velâyeti yoktur. Bu ancak, umumi bir
sebeple olabilir. Meselâ müslüman, kâfir bir cariyenin sahibi olur; yahut müslüman.
sultan veya onun naibi veya şahittir. Fakat kâfirin kendi gibi bir kâfir
üzerine bilittifak velâyeti vardır. Asabe yoksa velâyet onaya düşer. Sonra
babanın anasına geçer. Kınye'de bunun aksi beyan edilmiştir.
İZAH
«Çünkü velayet yoktur.» sözü, mefhum-u
muhalifin ta'lilidir. Yani kâfir, müslüman bir kadınla kendi müslüman çocuğuna
velî olamaz. Çünkü Teâlâ Hazretleri, "Allah, müminler aleyhine kâfirlere
aslâ yol verecek değildir." buyurmuştur.
«Bir müslümanın kâfir bir kadın üzerinde
velâyeti yoktur.» Çünkü Teâlâ Hazretleri. "Küfredenler birbirlerinin
velîleridir." buyurmuştur.
«Bu ancak, umumi bir sebeple olur ilh...»
Ulema diyorlar ki: «Burada ancak, müslüman, kâfir bir cariyenin sahibi veya
sultan olursa caizdir demek icabederdi.» Surûcî, "Ben bu istisnayı bizim
ulemamızın kitaplarında görmedim. O ancak şâfî ve Mâlik'e nisbet olunur."
demiştir. Mi'râc'da şöyle denilmiştir: «Murad, olması gerekir. Ben bir yerde
Mebsût'a nisbet edilmiş olarak gördüm ki, umumî sebeple velâyet kâfir üzerine
müslüman için sabit olur. Saltanat ve şehadet velâyeti gibi diyor. İşte bu
istisnanın mânâsını zikretmiş demektir.» Bahır, Fetih ve Makdisî. Bunu Zeylâî
dahi, "gerekir" sözüyle zikretmiş: Dürer sahibi, Aynî ve başkaları da
ona tâbi olmuşlardır. Bu zevatın hepsi. "gerekir" sîgasını
kullandıklarına göre, musannıfa da gereken onlara uymaktı. Tâ ki söylediği
mezhebin kitaplarında açıkça nakledilmiştir zannını vermesin.
«Veya onun naibi...» hâkim gibi ki,
tayininde kaydedilmişse, velîsi olmayan yetim bir kâfir kızı evlendirebilir.
Nehir.
«Asabe yoksa...» Yani nesep cihetinden
asabe olmadığı gibi, sebep cihetinden de âzâdlı, velev kadın veya asabeleri
gibi kimseler de yoksa demektir. Böyleleri anneye tercih edilirler.
«Velâyet anaya düşer» Yani İmam-ı Azam'a
göre böyledir. Esah kavle göre Ebû Yusuf da onunla beraberdir. İmam Muhemmed,
"Asabelerden başkasına velâyet hakkı yoktur. Velâyet hakimin olur."
demiştir. Birinci kavil istihsandır. Onunla amel olunur. Ancak birkaç mesele
müstesnadır ki, bu mesele onlardan değildir. Fetva^ikinci kavle göredir
diyenler olmuşsa da, bu söz gariptir. Çünkü fetva için yazılan Bahır ve Nahir
gibi metinlere muhaliftir.
«Kınye'de bunun aksi beyan edilmiştir.»
Orada şöyle denilmiştir: «Tercih hususunda babanın annesi anneden evlâdır.»
Nehir sahibi diyor ki:«Haherzâde ile Ömer-i Nesefî'den, kızkardeşin anneye
tercih edîleceği hikaye edilmiştir. Çünkü kızkardeş babanın kavmindendir.
Kınye'nîn ifadesi bu kavle göre izah edilmek gerekir.» Yani babanın kavmini
tercih eden baba bir nineyi ve kızkardeşi anne üzerine tercih eder. Lakin
metinler anneyi asabelerin akabinde zikretmişler ve onun kızkardeşi tercih
edileceğîni bildirmişlerdir. Cevhere sahibi ninenin kızkardeşe tercih
edileceğini açıklamış ve "BirinciIeri anne, sonra nine, sonra anne-bababir
kızkardeştir." demiştir. Şurunbulâlî bunu bîr risalesinde AIIâme Kâsım'ın
Nikâye şerhînden nakletmiş ve, "Ama ninenin annebir veya bababir
olduğunukaydetmemiştir." demiştir. Şu kadar var ki, sözün gelişi annebir
nine olmasını gerektirir. Acaba babanın annesi buna tercih edilir mi, yoksa
sonra mı gelir yahut ona muaraza mı eder? Kınye'nin sözü, tercih edileceğini
gösterir. Allâme Kâsım'ın sözünün gelişi ikinciye delâlet eder. Tercih sebebi
bulunmadığı için bunlar bir derecededir denilebilir. Şöyle de denilebilir:
Babanın akrabalığına asabe hükmü yerilir. Binaenaleyh babanın annesi tercih
edilir. Düşünülmelidir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki: Hayreddin-i Remlî kesinlikle
bu son kavli almış ve şöyle demiştir: «Kınye sahibi anne ile kayıtlamıştır.
Çünkü bababir nine, annebir nineden tek sözle evlâdır ve şöyle olur: Anneden
sonra babanın annesi, sonra annenin annesi, sonra cedd-i fâsit gelir. Düşün!»
Remlî'nin kesin olarak benimsediği kavil ile Hâmidiyye'de fetva verilmiş,
sonra, "Bu, babaannedir. Anneanne ise cedd-i fâsit (annenin babası)
gibidir. Nitekim yakında gelecektir." denilmiştir.
METİN
Sonra kızına, sonra oğlunun kızına, sonra
kızının kızına, sonra oğlunun oğlunun kızına, sonra kızının kızının kızına
geçer ve bu tertiple devam eder. Sonra annenin babasına, sonra anne-bababir
kızkardeşe, sonra bababir kızkardeşe, sonra anne çocuklarına geçer. Bunların
erkek ve kadını müsavidir. Sonra onların çocuklarına, sonra zevil-erham
halalara, sonra dayılara, sonra teyzelere, sonra amca kızlarına sıra gelir.
Onların çocukları da bu tertip üzere sıralanır, Şumunnî. Sonra mevlel-muvâlât
gelir. Sonra sultana, sonra fermanında velî olabileceği yazılı hâkime, sonra
onun naiplerine sıra gelir. Fakat bunun için fermanında yine velî olabileceği
yazılmak şarttır. Yazılı değilse naibinin buna hakkı yoktur.
İZAH
«Sonra kızına.» Bu sıralama, "ve bu
tertiple devam eder" cümlesine kadar Ahkâmu's-Sıgâr adlı kitapta annenin
arkasından zikredilmiştir. Fethu'l-Kadir ile Bahır'da da öyledir. Kenz'in,
"Asabe yoksa velâyet anneye, sonra kızkardeşe geçer ilh...» demesi buna
muhaliftir. Lâkin onun namına Bahır sahibi özür dilemiş; "Kenz'de bu
anneden sonra zikredilmemiştir. Çünkü bu, erkek ve kadın deliye
mahsustur." demiştir.
«Ve bu tertiple» fürûun sonuna kadar devam
eder. Velev ki aşağı insinler. T.
«Sonra annenin babasına geçer.» Bahır
sahibi diyor ki: «Musannıfın sözünden anlaşılan şudur ki: Annenin babası
kızkardeşten sonra gelir. Çünkü o zevil-erhamdandır. Musannıf Müstesfâ'da beyan
etmiştir ki: Annenin babası Ebû Hanife'ye göre kızkardeşten evlâdır. Ebu
Yusuf'a göre velayet mirasta olduğu gibi ikisinin hakkıdır. Fetu'l-Kadir'de
şöyle denilmiştir: Dede ile kızkardeş meselesinde dedenin tercih edileceği
sahih kabul edildiğine göre, cedd-i fâsit (annenin babası) kızkardeşe tercih
edilir. Bununla sabit olur ki mezhep, anneden sonra, kızkardeşten önce cedd-i
fâsidin (annenin babasının) tercih edilmesidir.» Bahır sahibinin sözü burada
biter. Yani erkek ve kadın deliden başka yerlerde anneden sonra bunlar gelir.
Yoksa bildiğin gibi kız cedd-i fâsitten önce gelir.
Ben derim ki: Kıyasın vechi şudur: Ulemanın
zikrettiklerine göre esah olan kavil, babanın babası bütün imamlarımıza göre
kardeşten önce gelmektir. Velev ki İmameyn'e göre mirasta kardeşle ortak olsun.
Çünkü velâyet şefkat üzerine ibtina eder. Dedenin şefkati ise kardeşin
şefkatinden üstündür. O zaman kızkardeşle beraber annenin babası da buna kıyas
olunur. Zira onun şefkati de kızkardeşinkinden daha kuvvetlidir. Bunun
muktezası, anneannenin de böyle olmasıdır. Bunu şu da teyid eder ki:Annenin
babasını kızkardeşten sonraya bırakan, onunla birlikte anneanneyi zikretmiştir.
Dürerü'l-Bihâr şarihi bu yolu takip etmiş; "Ebû Hanife'ye göre evvelâ
anne, sonra babaanne, sonra ana-bababir kızkardeş, sonra bababir kızkardeş, sonra
annebir kardeş veya kızkardeş gelir. Bunlardan sonra zevil-erhama geçilir.
Meselâ annenin babasına, annenin annesine sıra gelir. Sonra anne-bababir yahut
bababir kızkardeşin çocuklarına, sonra annebir kardeşin çocuklarına, sonra
halaya, sonra dayıya, sonra teyzeye, sonra amca kızına sıra gelir. Böylece
yakın akrabadan yakın akrabaya geçilir." demiştir.
«Bunların erkek ve kadını müsavidir.» Çünkü
çocuk kelimesi her iki sınıfa şâmildir. Bunun muktezası, her ikisinin bir
rütbede bulunmalarıdır. Dayıların teyzelerden önce zikredilmesinin muktezası,
erkeğin burada tercih edilmesidir. Nitekim gelecektir.
«Sonra onların çocuklarına...» Yani
ana-bababir kızkardeşin çocuklarına sıra gelir. Bunun üzerine atfedilenler de
bu tertip üzere sıralanır. Nitekim Dürerü'l-Bihâr şerhinden naklettiğimiz
satırlardan anladın.
«Onların çocukları da bu tertip üzere
sıralanır.» Yani evvelâ hala çocukları, sonra dayı çocukları, sonra teyze
çocukları, sonra amca kızı çocukları gelir. T.
«Sonra mevlel-muvâlât gelir.» Mevlel-muvâlât
o kimsedir ki, küçük kızın babası onun elinde müslüman olmuştur. Onunla
yakınlık kurmuştur. Çünkü mirasçı olur, evlendirme velâyeti de vardır. Fetih.
Yani babanın nesebi meçhul olur da bir kimseyle yakınlık kurarak, "Ben bir
cinayet işlersem diyetini sen vereceksin, ölürsem mirasımı sen alacaksın."
derse, o kimse mevlel-muvâlât olur. Bazen muvâlât iki taraftan olur. Nitekim
bâbında gelecektir. Mevlâ kelimesi kadına da şâmildir. Nasıl ki Mültekâ
şerhinde beyan olunmuştur.
«Sonra fermanında ilh...» Kuhistânî
Nazım'dan naklen hâkimin anneden önce geldiğini söylemiştir.
Ben derim ki : Bu, metinlerin ve diğer
kitapların ifadelerine muhaliftir. Ferman; sultanın, "Ben filanı falan
yere hâkim tayin ettim" diye yazdığı emirnamedir.
«Yazılı değilse naibin buna hakkı yoktur.»
Zira Müctebâ'da şöyle denilmiştir: «Sonra fermanında küçük oğlanlarla kızları
evlendireceği şart koşulmuşsa, hâkim ve naipleri bunu yaparlar. Aksi takdirde
yapamazlar.» Bahır sahibi diyor ki: «Bu, şartın yalnız hâkim hakkında olduğuna,
naipleri hakkında olmadığına binaendir. Ama her ikisi hakkında şart edilmiş
olabilir. Baş hâkimin fermanında yazılı ise, naibinin de buna salahiyeti olduğu
belirtildiği takdirde, naibi evlendirmeye salahiyettardır. Aksi takdirde
evlendiremez. Ben bu hususta sarih bir nakil görmedim.»
Hâsılı hâkim evlendirmeye mezun ise, acaba
bu onun naibi için de kâfi midir, yoksa hâkim naibine izin verdiğini mutlaka
yazacak mıdır? Müctebâ'nın ibaresi ihtimaldir. Ondan akla gelen birincisidir.
Nehir'de, "Müctebâ'nın ibaresi Bahır sahibinin tevehhüm ettiği gibi asilin
naibe havalesinin şart olmadığını ifade etmez." denilmişse de, Remlî bunu
reddetmiş; "Naipleri hakkında mutlak olmakla beraber, nasıl ifade
etmezmiş! Mutlak, ıtlakı üzere bırakılır." demiştir. Bunun vechi şudur:
Hâkim naiplerine kendi salahiyeti dahilindeki işleri havale etmiştir. Bunlardan
biri de evlendirme meselesidir. Binaenaleyh evlendirmeyi onlara havale etmiş
gibi olur. Tekarrur etmiştir ki, naipler sultan namına iş görürler. Çünkü
hâkime sultan namına iş görmesi için izin verilmiştir. O da naiplerine havale
etmiştir.
Ben derim ki: Lâkin Enfeu'I-Vesâil'de şöyle
denilmiştir: «Zâhire bakılırsa, hâkimin yazı ile küçükleri evlendirmesini
emretmediği naip bunu yapamaz. Çünkü naibine halk arasında hüküm vermeyi havale
etmişse, bu davalara mahsustur. Evlendirmeye geçmez. Keza seni hüküm vermek
hususunda naip tayin ettim derse, yine evlendirmeye hakkı yoktur. Ama sultanın
bana havale ettiği bütün işlerde seni naip tayin ettim derse, ta'mim ettiği
için evlendirme hakkına mâlik olur.» Sonra Enfeu'l-Vesâil sahibi, naibin
evlendirmeye hakkı olsa da, bu hususta başkasına izin vermeye hakkı olmadığını
zahir bulmuştur. Çünkü naip hâkimin vekili yerindedir. Vekilin ise vekil
tayinine hakkı yoktur. Meğer ki buna izin verilmiş olsun.
METİN
Vasî için vasî olmasına bakarak, yetimi
mutlak surette evlendirme salahiyeti yoktur. Mezhebe göre velev ki baba ona
bunu vasiyet etmiş olsun. Evet vasî akraba veya hâkim olursa, velâyetiyle
evlendirmeye salahiyettardir. Nitekim bu âşikârdır.
F E R' Î M E S E L E L E R: 1) Hâkim küçük
kızı kendine nikâh edemediği gibi, lehinde şehadeti kabul edilmeyen birine de
nikâh edemez. Nitekim Muinnu'l-Hukkâm'da beyan edilmiştir. Musannıf da bunu
kabul eylemiştir. Bundan anlaşılır ki, onun fiili hükümdür. Velev ki dâvâdan
hâli olsun.
2) Küçük bir kız kendini nikâh eder de,
akit yerinde bir velî veya hâkim bulunmazsa, nikâhmevkuf olur ve bülûğa
erdikten sonra cevaz vermesiyle yürürlüğe girer. Çünkü buna bir cevaz veren
vardır. O da sultandır.
İZAH
«Vasî îçin...» Yani küçük oğlanla küçük
kızın vasîsi için demektir. Bahır. Yetim kelimesi bunlara şâmildir.
«Vasi olmasına bakarak» sözüyle, aşağıda
gelen, "Evet, akraba veya hâkim olursa buna salahiyeti vardır."
ifadesinden ihtiraz etmiştir.
«Mezhebe göre» demesi, Hâkim'in Kâfî'sinde
mutlak zikredildiği içindir. Orada, "Vasî velî değildir."
denilmiştir. Zahîre'de buna şu ibare de ilâve edilmiştir: «İster baba kendisine
nikâhı vasiyet etsin, ister etmesin.» Evet, Hâniyye ile diğer kitaplarda şöyle
denilmektedir: «Hişâm'ın Nevâdir'inde Ebû Hanife'den rivayetine göre, baba bunu
vasiyet ettiyse yapabilir.» Zeylâî buna göre hareket etmiştir. Bahır sahibi,
"Bu zayıf bir rivayettir." demiş; Fetih sahibi de vasiyet eden şahıs
hayatında ona bir adam tayin ettiyse bunun müstesna olduğunu söylemiştir. Bahır
sahibi buna itiraz etmiş: "O kızı tayin edilen şahıs vasiyet edenin
hayatında evlendirirse kendisi vekildir, vasî değildir. Ölümünden sonra
evlendirirse vekâlet bâtıl olmuş; akrabası yoksa velâyet hâkime intikal etmiştir."
demiştir.
«Lehinde şehadeti kabul edilmeyen» usulüne
fürûuna da, ne kadar yukarı çıksalar, aşağı inseler de nikâh edemez.
«Onun fiili hükümdür.» Yani kendisi için
hüküm vermeye hakkı yoktur. Zira kendisi hakkında o halktan biridir. Sultan da
öyledir. Bunu Halebî Hindiyye'den nakletmiştir.
T E M B İ H : İbn-i Nüceym fetva vermiştir
ki, hâkim yetim kızla evlenirse, hilâf ortadan kalkar. Başka biri bu hükmü
bozamaz. Yani biliyorsun ki onun bu yaptığı hükümdür. Sonra onun verdiği
fetvayı Enfeu'l-Ve-sâîl'de gördüm.
«Velev ki dâvâdan hâli olsun.» Ulemanın,
"İçtihad götüren yerlerde hükmün geçerli olmasının şartı, hâdise olması
için de hâkim huzurunda sahih dâvâ cereyan etmesi, dâvâcı ve dâvâlı
bulunmasıdır." demiş olmaları, kavlen verilen hükme yorumlanmıştır. Fiili
hükümde ise bu şart değildir. Ulemanın sözlerinin bu suretle arası bulunmuş
olur. Nehir.
Ben derim ki: Zımnî hüküm de böyledir. Onun
için de dâvâ ve husumet şart değildir. Nitekim şahitler bir hak huzurunda bir
dâvalı aleyhine şahitlik yaparlar da, ismini, babasının ve dedesinin isimlerini
zikrederlerse, bu hak hususunda verilen hüküm zımnen o kimsenin nesebi hakkında
da hüküm olur. Velev ki nesep hadisesi hakkında olmasın. Keza şahitler filanın
karısı filane, kocası filanı şu hususta inkâr eden bir hasım aleyhine vekil
etti ve onun tevkiliyle hüküm verildi diye şahitlik yaparlarsa, bu onların
karı-koca olmalarına hüküm sayılır. Bunun bir benzeri de vekâlet dâvâsının
zımnında ramazanın sübut bulmasıdır. Tamamı Eşbâh'ın kaza bahsindedir.
«Küçük bir kız kendini nikâh ederse ilh...»
Yani kendini mehr-i misli ile bir dengine nikâh ederse demektir. Aksi takdirde
nikâh mevkuf olmaz. Çünkü bununla hâkim onun akdini yapmaya mâlik değildir. O
akde cevaz vermeye de mâlik değildir. Binaenaleyh cevaz veren olmaksızın
yapılmış bir akittir. Evet, kızın babası veya dedesi olur da kendini bu şekilde
nikâhlarsa, nikâh mevkuf olur. Çünkü akit esnasında ona cevaz veren vardır.
Zira baba ve dede bununla akde maliktirler. Küçük oğlan da küçük kız gibidir.
Çünkü Hâniyye'de "Küçük bir oğlan bülûğa ermiş bir kızla evlenir de sonra
kaybolursa, kız da başkasıyla evlenirse, çocuk küçüklüğünde başladığı akdi
bülûğa erdikten sonra geçerli kıldığı takdirde bakılır: Verdiği cevaz ikinci
akitten sonra ise, ikinci akit caizdir. Çünkü kız, o cevaz vermeden nikâhı
feshe mâliktir. ikinci akitten evvel ise, birinci akit mehr-i misille veya
fazla aldanmakla yapılmış olup, küçük oğlanın babası veya dedesi varsa, çocuğun
bülûğa erdikten sonraki cevaz vermesi geçerli olur. Aksi halde ikincisi
caizdir." denilmiştir.
«Nikâh mevkul olur ilh...» Bu söz bazı
müteehhirine aittir. Ahkâmu's-Sıgâr'da şöyle deniliyor: «Kız, hakim bulunmayan
bir yerde ise, o yer o beldenin hakiminin velâyetinde bulunduğu takdirde, nikâh
münakit olur fakat o hâkimin cevap vermesine bağlıdır. Aksi takdirde münakit
olmaz. Müteehhirinden bazılarına göre, nikâh münakit olur. Kızın bülûğa
erdikten sonra cevap vermesine bağlı kalır.»
Bahır sahibi onu müşkil görerek şöyle
demiştir: «Ulema, yapılırken cevaz vereni olmayan her akit bâtıldır, tevakkuf
etmez demişlerdir.» Sonra; "Buradaki tevakkuf, cevap verenin sultan olması
itibariyledir. Nitekim âşikârdır." demiştir. Bu söz, o yerin, sultanın
velâyeti altında olması kâfidir. Velev ki bir hâkimin velâyeti altında olmasın
diyenlerin kavline göredir. Buna göre akdin bâtıl olması, dâr-ı harpte veya
denizde yahut çöl gibi bir yerde tasavvur edilebilir. Köy ve kasabalar bunun
hilâfınadır. Fethu'l-Kadir'in nikâha vekâlet faslındaki sözü de buna delâlet
eder. Orada şöyle denilmiştir: «Cevap vereni olmayan yani cevaz vermeye
muktedir biri bulunmayan yerde bâtıldır. Nitekim bir kimsenin nikah altında hür
bir kadın bulunur da, fuzûli ona bir cariye yahut kansının kızkardeşini veya
beşinci bir kadını nikâhlarsa; yahut onu iddet bekleyen veya deli yahut küçük
bir yetim kız ile dâr-ı harpte evlendirirse; yahut sultan veya hâkim bulunmayan
bir yerde nikâhlarsa, akit halinde nikâhı geçerli kılmaya muktedir bir kimse
bulunmadığı için bâtıl olur.» Bunun tamamı bundan sonraki bâbın sonunda
gelecektir. Biz bu meselenin izahı hususunda Tenkîhu'l-Fetevâ'nın mezun
bahsinde uzun uzadıya söz ettik.
METİN
Kızı, bir derecede bulunan iki velî
evlendirirse, önce evlendiren tercih olunur. Bilinmezseyahut beraber
yapmışlarsa ikisi de bâtıl olur. Yakın velî, kasr mesafesi uzakta bulunduğu
vakit, uzak velînin evlendirmeye hakkı vardır. Yakın velî orada iken uzak velî
evlendirirse, yakının icazesine mevkuf olur. Velâyet ona değişirse, ancak
değiştikten sonra icazesiyle caiz olur. Kuhistânî ve Zahîriyye. Mültekâ sahibi,
kızı isteyenin cevabını beklemeyecek kadar uzakta bulunmasını ihtiyar etmiş,
Bakânî de buna itimat etmiştir. İbn-i Kemâl fetvanın buna göre olduğunu
nakletmiştir. Hilâfın semeresi şehirde gizlenen hakkında zâhir olur. Acaba bu
gaybet-i munkatıa olur mu?
İZAH
«Bir derecede bulunan iki velî» ye misâl;
ana-bababir iki kardeştir. Velîlerden biri daha yakın olursa, o varken uzak
velîye velâyet hakkı yoktur. Ancak haber alınamayacak şekilde uzaklara giderse,
uzak velînin nikâhı yakın velînin akdinden evvel olmak şartıyla caizdir. Bahır.
Yani iki kavilden birine göre caiz olur. Bu hususta az ileride söz gelecektir.
«Bilinmezse ilh...» Kadına nikâh haberi
ulaşır da, iki velîden birinin önce nikahlandığını iddia ederse, kabul edilmek
gerekir. Çünkü Fetih'te şöyle denilmektedir: «Bülûğa ermiş bâkire bir kızı
kendi emriyle babası evlendirir, kız da kendini başka birine nikâhlarsa. kız
hangisinin önce olduğunu söylerse, söz kendinindir. Dâmat da odur. Çünkü kız o
kimsenin kendi nefsine nikâh milkiyle mâlik olduğunu ikrar etmiştir. İkrarı
kendi aleyhine tam bir huccettir. Önce kimin akdettiğini bilmiyorum derse,
ondan başka bilen de yoksa, araları ayrılır. Kendi emriyle kızı iki velî
evlendirirlerse hüküm yine budur.»
«Uzak velînin evlendirmeye hakkı vardır
ilh...» Uzak velîden murad; akrabalıkta kaybolandan sonra gelendir. Nitekim
Hâkim'in Kâfî'sinde böyle denilmiştir. Bu izaha göre, kaybolan velî babasıysa,
kızın bir de dedesi ve amcası varsa, velâyet hakkı amcanın değil dedenindir.
İhtiyar sahibi, "Velayet sultana intikal etmez. Çünkü sultan velîsi
olmayanın velîsidir. Bu kızın ise velîleri vardır. Zira sözümüz
buradadır." demektedir. Bu sözün bir misli de Fetih ve diğer
kitaplardadır. Bundan anlaşılır ki, buradaki uzak velîden murad, hâkim
değildir. Gerçi Şurunbulâliyye sahibi, "Ondan murad hakimdir, başkası
değildir. Çünkü bu zulmü defetmek kabîlindendir." demişse de, bunu o
aşağıda gelen mesele hakkında, yani yakın velî mâni olduğu zaman söylemiştir.
Nitekim beyanı gelecektir. Zulmü defetmek kabilinden diye ta'lilde bulunması da
bunu gösterir. Çünkü kaybolmakta bir zulüm yoktur. Mâni olmak bunun
hilâfınadır. Binaenaleyh Şurunbulâliyye sahibine, "Metinlerin mutlak
ifadesine muhalefet etmiştir." diye itirazda bulunmak, iki meseleyi
birbirine karıştırmaktan neşet etmiştir.
«Yakın velî orada iken» ve kendisi velâyete
ehil iken demektir. Küçük veya deli olmak suretiyle velâyete ehil değilse, uzak
velînin nikâhlaması caizdir. Zahîre.
«Yakının icazesine mevkuf olur.» Yukarıda
geçmişti ki, bülûğa eren bir kız kendini dengiolmayan birine nikah ederse,
velîsi açıkça veya mehri almak gibi delâlet yoluyla razı olmadıkça itiraza
hakkı vardır. UIema, velînin susmasını cevaz vermek saymamışlardır. Zâhire
bakılırsa buradaki susması da öyledir. Binaenaleyh susması uzak velînin nikâhını
caiz gördüğü için değildir. O mecliste hazır bulunsa bile, açıkça veya
delâleten razı olmadıkça caiz görmüş sayılmaz.
«Velâyet ona değişirse...» Yani yakın velî
ölür veya haber kesilecek derecede kaybolursa, velâyet hakkı uzak velîye
intikal eder. T.
Kaybolmanın hududu hakkında ihtilâf
edilmiştir. Musannıf Kenz'e uyarak bunun sefer mesafesi olduğunu tercih
etmiştir. Hidâye sahibi bu kavli bazı müteehhirine; Zeylâî ise ekserisine
nisbet etmişlerdir. Zeylâî, "Fetva buna göredir." demiştir. Zahîre
sahibi diyor ki: «Esah olan şudur ki: Velî bir yerde bulunur da gelmesi veya
reyinin anlaşılması beklendiği takdirde gelen ve kıza denk olan dâmat
beklemeyip gidecekse, bu gaybet-i munkatıadır (haber alınamayan gayptır).
Kudûrî'de buna işaret olunmuştur.» Bahır'da Müctebâ ve Mebsût'tan naklen,
"Esah olan budur." denilmiştir. Nihaye'de dahi, "Ekser-i ulema
bunu tercih etmiş; İbn-i Fadi sahih olduğunu söylemiş; Hidâye'de fıkha en yakın
kavil bu olduğu bildirilmiş, Fetih'te ise fıkha en yaraşır bu olduğu ve ekser-i
müteehhirin ile ekser-i ulema arasında çatışma olmadığı bildirilmişdir"
denilmiştir. Çünkü ulemadan murad, eskilerdir. Mültekâ şerhinde Hakâyık'tan
naklen, "Kavillerin en sahihi budur. Fetva buna göredir."
denilmiştir. İhtiyar ve Nikâye sahipleri bunu tercih etmiştir. Nehir sahibinin
sözü de onu seçtiğine işaret etmektedir. Bahır'da, "En güzeli, ekser-i
ulemanın kavliyle fetva vermektir." denilmektedir.
«Acaba bu gaybet-i munkatıa olur mu?» Yani
birinciye göre olmaz, ikinciye göre olur demektir. Çünkü sefer mesafesini
itibara almamıştır.
Ben derim ki: Lâkin burada şöyle bir itiraz
vârit olur: İkinci gelen ve küf'ü olan dâmadın kaçırılacağını itibara almıştır.
Binaenaleyh burada küf'e bakması gerekir. Ortalarda olmayan yakın velînin
geleceği ümit edilen müddette beklemeye razı ise, uzak velînin nikâhı caiz
olmaz. Aksi takdirde caizdir. Herhalde Mültekâ sahibi bunu ekseriyetle
beklenilmediğine bina etmiş olacaktır.
METİN
Kızı yakın velî bulunduğu yerde
evlendirirse, zâhir olan kavle göre nikâh caizdir. Zahîriyye. Neseben velîlerin
uzak olanına yakın velînin evlendirmekten imtina etmesiyle evlendirme hakkı
bilittifak sabit olur. Vehbâniyye şerhi. Lâkin Kuhistânî'de Gıyâsî'den naklen,
"Yakın velî evlendirmezse, küf'ü kaçırılacağından korkulduğu takdirde hâkim
evlendirir." denilmektedir.
İZAH
«Zâhir olan kavle göre nikâh caizdir.» Yani
kaybolan velîyle beraber yakın velînin hakkı bâkîdir kavline binaen caizdir.
Bedayi'de bu hususta ulemanın ihtilâf ettikleri bildirilmiş; esah kavle göre
velâyet hakkının yakın velîden uzak olana intikal ettiği zikredilmiştir. Mi'râc
ve Muhit sahipleri bu hususta rivayet olmadığını söylemişler; "Caiz
olmaması gerekir. Çünkü onun velâyeti kesilmiştir." demişlerdir. Mebsût'ta
dahi "Caiz değildir. Teslim edilse bile kadın onun reyinden istifade
etmiştir diye teslim edilir. Lâkin bu bilittifak kadın için hasıl olmuş bir
menfaattir. Binaenaleyh onun üzerine hüküm kurulamaz." denilmiştir. Keza
Hidâye'de evvelâ men edilmiş. sonra, "teslim edilse bile" denilerek
teslim edilmiştir. Fetih sahibi "Bu tenezzüldür." demiştir. Zeylâî,
rivayet ve akıl cihetinden memnu olmasını teyid etmiştir. Bedâi sahibi de öyle
yapmıştır. Bundan anlaşılır ki, "zahir olan kavle göre" sözünden
murad, zâhir rivayet değildir. Zira biliyorsun ki bu hususta rivayet yoktur. Bu
ancak iki kavilden birini daha zahir bulmaktan ibarettir. Gördün ki bunun
hilâfı sahihlenmiş; ekseri kitaplarda men edilmiştir.
Ben derim ki: Bundan evleviyetle şu mâna
çıkarılır: İki velî aynı derecede bulunurlar da, meselâ iki kardeş olup biri
gaipte bulunur; onun yerine öteki evlendirirse sahih olmaz. Çünkü uzak velînin
huzuru ile gaip olan yakın velînin evlendirmesi sahih olmazsa, derecede müsavi
olan velînin bulunmasıyla gaip velînin akdi evleviyetle sahih olmaz.
«Lâkin Kuhistâni'de ilh...» sözü,
Vehbâniyye şerhine istidraktır. Çünkü Vehbâniyye açık bir nakle istinat
etmemiştir. Kuhistânî'deki ise nakledilmiş bir delildir. Bunu Allâme
Şurunbulâlî dahi, "Keşfu'l-Mu'dil" adını verdiği bir risalesinde
teyid etmiş; Enfeu'l-Vesâil'de Müntekâ'dan naklen "Küçük kızın babası olup
onu nikâhlamaktan kaçınırsa, velâyet dedeye intikal etmez. Bilâkis onu hâkim
evlendirir." demiştir. Bu sözün mislini İbn-i Şıhne Gâye'den nakletmiştir.
Keza Makdısî Gâye'den, Nehir sahibi Muhit'ten, Feyz sahibi de Müntekâ'dan
nakletmişlerdir. Zeylâî dahi "Yakın velî bulunmadığında uzak velînin
evlendirmesi meselesi" diyerek buna işarette bulunmuştur. İmam Şâfiî
"Bilâkis velînin mâni olmasına bakarak onu hâkim evlendirir."
demiştir. Bedâyi sahibi dahi "Velâyetin sultana nakli -yani yakın velî
bulunmadığı zaman- bâtıldır. Çünkü sultan velîsi olmayanın velîsidir. Burada
ise kızın bir veya iki velîsi vardır. Binaenaleyh sultana velayet ancak velî
mâni olduğu zaman sabit olur. Böyle bir şey de yoktur." demiştir. Keza
Teshil'de, kaybolmakla mâni olmanın arasında fark olduğu bildirilmiş;
"Mâni olan velî evlenmeye razı olmamakla zâlimdir. Binaenaleyh zulmü def
için sultan onun yerini tutar. Gaip bunun hilâfınadır. Bilhassa hac için
gitmişse zulümle alâkası yoktur." denilmiştir. Mekkî'nin Mecma şerhinde
bunun benzeri vardır. Allâme İbn-i Şilbî bununla fetva vermiştir.
Bu nakiller gösteriyor ki, bize göre yakın
velî mâni olursa, velâyet bilittifak yalnız hakim içinsabit olur. Hulâsa ile
Bezzâziye'de "Yakın veli mâni olursa, velâyet bilittifak uzak velîye
intikal eder." denilmişse de, uzak veliden murad hâkimdir. Çünkü o,
velilerin sonudur. Binaenaleyh söz yemindedir. Bahır sahibi onu velîlerin en
uzak olanına yorumlamış; iki satır sonra kendi kendini nakzederek "Ulema
demişlerdir ki: kızı dengi olan biri ister de velî mâni olursa, mâni olanın
yerine niyabeten velâyet hâkime sabit olur. O evlendirebilir. Velev ki
fermanında yazılı olmasın." demiştir. Bu satırlar risaleden hulasa
edilmiştir. Sonra yine Hulâsa'da Vehbâniyye şerhinden, o da Müntekâ'dan naklen
bildirildiğine göre, yakın veli mâni olup kızı hâkim evlendirirse, bülûğa
ermekle kendisine muhayyerlik sabit olur. Mücerret adlı kitaptan sabit olmadığı
nakledilmiştir. Birinci kavil hâkimin evlendirmesi velâyet yoluyla olduğuna
göre, ikinci kavil mâni olan velînin yerine niyabet yoluyla olduğuna göredir.
Şurunbulâlî ulemanın sözleri arasında çelişmeyi def için bunu tercih etmiştir.
Ben derim ki: Yukarıda Teshil'den
naklettiğimiz İfade dahi bunu teyid eder. Ulemanın "Evlendirebilir. Velev
ki fermanında bu olmasın." demeleri de öyledir. Mücerred'deki İfadeyi,
mâni. baba veya dede olduğu surete yorumlamak icabeder. Çünkü onlardan başkası
evlendirirse, kız için muhayyerlik sabit olur. Hâkim niyabeten evlendirirse
hüküm yine böyledir.
«Yakın velînin evlendirmekten imtina
etmesiyle...» Yani kızı mehr-i misliyle dengine vermekten çekinmesiyle
evlendirme hakkı uzak velîye sabit olur. Fakat kızın dengi olmayan birine
vermekten çekinir yahut mahir onun mehr-i mislinden az olduğu için vermezse, mani
olmuş sayılmaz. T. Yakın velî başka bir dengine vermek için kızı istemeye gelen
dengine vermezse, Bahır sahibi mâni sayılacağını zâhır bulmuş; "Ama ben
bunu görmedim." demiştir. Makdisî ile Şurunbulâiî ona tâbi olmuşlardır.
Remli kendisine itiraz ederek "Mâni olmakla velâyet niyabeten kızdan
zararı def etmek için hâkime İntikal eder. Başka bir dengine vermek istemekle
mâni olma diye bir şey bulunmamıştır." demiştir.
Ben derim ki: Bu da söz götürür. Çünkü her
ne zaman kıza denk bir isteyici gelirse, kaçırılacağından korkularak başkası
beklenmez. Onun için yukarıda geçtiği gibi, yakın velî bulunmazsa velayet uzak
veliye intikal eder. Evet, öteki denk talip dahi hazır bulunur da yakın velî
kızı birinci tâlibine vermekten imtina ederse, mani olmuş sayılmaz. Zira zâhire
göre küçük kıza olan şefkatinden dolayı ona daha faydası olanı seçmiştir. Çünkü
kıza denk olan talipler ahlâk ve sıfat itibariyle birbirlerinden farklıdırlar.
Binaenaleyh bu tafsilâtla amel etmek taayyün eder. Allahu alem.
METİN
Yakın velî gurbetten dönmekle sabık tezvici
bâtıl olmaz. Çünkü bu tezviç tam velayetle hâsıl olmuştur. Nikâhta deli kadın
ile deli erkeğin velîsi -velev ki delilikleri ârızî olsun- aşağı doğruinse de
oğludur, babası değildir. Nitekim yukarıda geçmişti. Fakat malda tasarruf
hususunda velâyet hakkı bilittifak babanındır. Evlâ olan, babanın oğluna
emretmesidir. Tâ ki bilittifak sahih olsun. Küçük bir oğlanın veya kızın velîsi
yahut bir adamın veya kadının vekili veya bir kölenin efendisi nikahı ikrar
etseler geçerli olmaz. Çünkü başkası aleyhine ikrardır.
İZAH
«Sâbık tezvici bâtıl olmaz.» Yani önceliği
muhakkak olan nikah bâtıl olmaz. Bu söz, yakın olan gaip akrabanın orada mevcut
uzak valîden önce nikâhlamasından ihtiraz içindir. Çünkü sonraki akit hükümsüz
kalır. Bir de tarih bilinemediği suretten ihtirazdır. Çünkü bu surette her iki
akit bâtıl olur. Bu, gaibin velâyeti devam ettiğine binaendir. Velayeti
kesildiğine bina edilirse, o zaman itibar mutlak surette yeni akdedir.
«Nikâhta deli kadın ile deli erkeğin
velisi» delilikleri umumi ise oğludur. Umumi delilikten murad bir aydır.
Nitekim geçmişti. Bunaklığın da aynı hükümde olduğunu görmüştük.
«Velev ki delilikleri ârızi olsun.» Yani
velev ki bülûğa erdikten sonra delirmiş olsunlar demektir. İmam Züfer buna
muhaliftir.
«Babası değildir.» Dedesi de böyledir.
Maksat şudur: Deli kadının oğluyla beraber babası veya dedesi bulunursa,
velâyet Şeyhayn'a göre oğlunun hakkıdır. Babanın veya dedenin hakkı değildir.
Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Diğer asabeler dahi onu yukarıda geçen
tertip üzere evlendirirler. Nitekim bu tertibi Fetih'ten nakletmiştik.
«Malda tasarruf hususunda velâyet hakkı
bilittifak babanındır.» Nikah bunun hilâfınadır. Nikâhta imam Muhammed'e göre
velayet babanındır.
«Nikâhı ikrar etseler geçerli olmaz.»
Hâkim-i Şehid zâhir rivayet kitaplarını içine olan Kafî'de şöyle demiştir:
«Valîlerden baba veya başkası, küçük oğlan veya küçük kız aleyhine, dün nikah
oldu diye ikrar ederse, bu sözü şahitsiz veya küçüğün bülûğa erdikten sonra
ikrarı olmaksızın Ebû Hanife'nin kavline göre kabul edilmez. Köle sahibinin
kölesi aleyhindeki ikrarı dahi makbul değildir. Ama böyle bir şeyi cariyesi
aleyhine ikrarı caiz ve makbuldür. İmam Ebû Yusuf'la İmam Muhammed'e göre;
bunların bütün bu hususatta ikrarları caizdir. Vekilin müvekkili aleyhine
ikrarı da bu ihtilâfa göredir.» Fethu'l-Kadir'de Musaffâ'dan nakledildiğine
göre hilâf, velînin bu çocuklar küçükken ikrarı hususundadır. Mebsût ve diğer
kitaplarda buna işaret olunmuştur. Mebsût'ta "Sahih olan budur." denilmiştir.
Bazıları hilâfın çocuklar bülûğa erdikten sonra inkâr etmeleri, velîninse
ikrarda bulunması hakkında olduğunu söylemişlerdir. Çocuklar küçükken ikrar
ederse bilittifak sahihtir denilmiştir. Fetih sahibi bunu zâhir görmüştür.
Biliyorsun ki birincisi zâhir rivayettir; sahih olan odur.
METİN
Cariyenin efendisi bunun hilâfınadır. Onun
akdi bilittifak geçerlidir. Çünkü cariyeden cimaistifadesi onun mülküdür. Ancak
şahitler nikâha şehadet ederse -hâkim küçük namına bir hasım tayin eder. O
inkâr ederse, beyyine onun aleyhine getirilir- yahut küçük oğlan veya kız
bülûğa erer de îkrar eden velîyi tasdikte bulunursa; yahut Ebû Hanife'ye göre
müvekkil veya köle tasdik ederse, o zaman geçerli olur. İmameyn'e göre bu
hususta ikrar edenin sözü tasdik olunur. Bu mesele ulemanın "Bir şeyi
yapmaya mâlik olan, onu ikrara da mâliktir." sözünden çıkarılmıştır. Onun
benzerleri de vardır.
F E R' Î B İ R M E S E L E : Acaba delinin
ve bunağın velîsi onu birden fazla kadınla evlendirebilir mi? Bunu görmedim.
İmam Şâfiî bunun caiz olmadığını söylemiş; çocuk hakkında ise ihtiyaçtan dolayı
cevap vermiştir.
İZAH
«Cariyenin efendisi bunun hilâfınadır.»
Yani bir adam cariyenin nikâhını iddia eder de efendisi ikrarda bulunursa,
beyyinesiz ve tasdiksiz nikâhına hüküm verilir. Dürer. Yani cariye âzâd olursa
tasdikine hâcet yoktur. Şarihin ta'liline göre âzâd ettikten sonra efendisinin
onun aleyhine ikrarı sahih değildir.
«Hâkim küçük namına bir hasım tayin eder.»
Çünkü baba ikrar etmektedir. Küçüğün inkârı ise sahih değildir. Dâvâda hasım
olacak biri mutlaka lâzımdır. Onun için hâkim bir hasım tayin eder. Beyyine
onun aleyhine getirilir, o da inkâr eder. Böylece küçük çocuğun nikâhı sabit
olur. Bunu Fetih sahibi söylemiştir.
«İmameyn'e göre ilh...» İkrar eden şahıs bu
meselenin geçen bütün fer'lerinde cariye sahibinin cariyesi aleyhine ikrarı
gibi tasdik olunur. Nitekim fâfî'nin ibaresinde bunu açıkça gördün. Bir misli
de Bedayi'dedir.
«Bu mesele...» Yani küçük oğlanın veya
kızın velîsinin, vekilin ve kölenin efendisinin ikrarlarının kabul edilmemesi
İmam-ı Azam'ın kavline göre "Bir şeyi yapmaya mâlik olan, onu ikrara da
mâliktir. Meselâ îla yapan îlâ müddeti içinde döndüğünü ikrar ederse, iddet
bekleyen bir kadının kocası iddet içinde sana müracaat ettim derse tasdik
olunur." kaidesinden istisna edilmiştir. İmameyn'e göre burada kabul
edilmesinin vechi bu kaidedir. Nitekim cariyesini evlendirdiğini ikrar ederse,
yine bu kaideye göre tasdik olunur. İmam-ı Azam'ın kavlinin vechi "Nikâh
ancak şahitlerle caiz olur." hadisidir. Bir de bu, mâlik olmadığı bir
şeyde başkası aleyhine ikrardır. Meselenin tamamı Bedâyi'dedir. Fethu'l-Kadir
sahibi küçükler meselesinde bunu zâhir bulduğuna göre, bu mesele İmam-ı Azam'ın
kavline göre kaidenin mefhumunda dahildir. Çünkü o velî, çocukların bülûğa
erdikleri an nikâh înşasına mâlik değildir. Binaeneleyh ikrara da mâIik olamaz.
İmameyn'in kavline göre ise kaideden çıkmıştır.
«Onun benzerleri de vardır.» Vasînin yetim
aleyhine borç aldığın» ikrari gibi "ki, sahihdeğildir. Velev ki borç alma
inşasına malik olsun. Bunu Bahır sahibi Mebsût'tan nakletmiştir ve bir kimsenin
muayyen bir kölesîni âzâd etmek için birini vekil yapması gibi ki vekil
"Ben onu dün âzad ettim." der de müvekkil kendisini dünden önce vekil
etmiş bulunursa, beyyinesiz tasdik olunmaz. Tamamı Hamevî'nin Eşbâh hâşiyesinde
ikrar bahsindedir.
«Acaba 'delinin velisi ilh...» Buradaki
inceleme Nehir sahibine aittir. Zâhire bakılırsa, küçük çocuk dahi bu
hükümdedir. T.
«İmam Şafii bunun caiz olmadığını
söylemiş.» Çünkü zaruret bir kadınla giderilmiştir. Nehir.
«Çocuk hakkında cevap vermiştir.» Yani
çocuğun birden fazla kadınla evlendirilmesine ihtiyaçtan dolayı cevap
vermiştir.
METİN
Kefâet; 'kâfee" fiilinden alınma bir
mastardır. Denk olmak mânâsınadır. Burada murad, hususi bir denkliktir. Yahut
kadının daha aşağı olmasıdır. Kefaet (denklik) nikâhın geçerli veya sahih
olması için nikâhın başında erkek tarafından muteberdir. Çünkü şerefli bir
kadın, alçak bir adama kadınlık etmekten çekinir. Onun için kadın tarafından
kefâet itibara alınmaz. Zira kadını alan kocasıdır. Kadının aşağılığı onu
rencide etmez. Bu, sahih kavle göre bütün imamlarımızca böyledir. Nitekim
Habbâziye'de beyan edilmiştir. Lâkin Zahîriyye ve diğer kitaplarda "Bu,
İmam-ı Azam'a göredir; İmameyn'e göre kadın tarafında da itibara alınır."
denilmiştir.
İZAH
Kadın kendi nikâhını bizzat akdettiği
vakit, kefâet veliye lüzumun şartı olduğundan ve kefaet yoksa velî akdi
bozabileceğinden, kefâet velinin bunmasının fer'i olmuştur. Bu da velâyet
hakkının sübutuyladır. Bu sebeple musannıf önce velîleri ve velâyetin kima
sabit olacağını beyan etmiş; sonra arkasından kefâet faslını getirmiştir.
Fetih.
«Yahut kadının daha aşağı olmasıdır.» Bu
cümleye Hayreddin-i Remlî itiraz etmiş; kısaca şunları söylemiştir: «Kadının
aşağı olması kefâet değildir. Şu kadar var ki kadın tarafından kefâet muteber
değildir.»
«Kefâet nikâhın geçerli veya sahih olması
için nikâhın başında erkek tarafından mutaberdir.» Geçerli olması zâhir
rivayete göredir. Sahih olması İmam Hasan'ın rivayetine göredir. Geçen bâbın
başında bu iki kavilden, hangisiyle fetva verileceği hususunda ihtilâf
edildiğini ve İmam Hasan rivayetinin daha ihtiyatlı olduğunu arzetmiştik. Erkek
tarafından muteber olması, ileride zikredeceğimiz vasıflarda kadına denk olup
olmadığının araştırılmasıdır. O vasıflarda kadından daha aşağı olmamalıdır.
Kadın tarafından kefaet itibara alınmaz. Bu vasıflar hususunda kadın erkeğe
denk midir değil midir bakılmaz. Erkekten aşağı olsa da caizdir.
Muteberdir sözünün mânâsı; ulemanın
beyanına göre velîlere lâzım gelmesi hakkındadır. Hattâ kefâet bulunmazsa,
velînin akdi fesih hakkı vardır. Fetih. Bu, zâhir rivayete binaendir. Zâhir
rivayete göre akit sahihtir, velî için itiraz hakkı vardır. Fakat İmam Hasan'ın
fetva için tercih edilen rivayetine göre akit sahih olmadığından, sahih olup
olmamakta mânâ muteberdir. Keza zevce küçük bir kız olup akdi yapan da baba ve
dededen başkası olursa, akdin sahih olmayacağı yukarıda geçmişti.
«Onun için kadın tarafından kefâet itibara
alınmaz.» Bu cümle, mefhumun ta'lilidir. Mefhum şudur: Şerefli bir adam cariye
ve kitâbiyye gîbi alçak soylu bir kadını almaktan çekinmez. Çünkü bu onun
hakkında ayıp sayılmaz. Bilâkis kadın hakkında ayıp sayılır. Çünkü nikâhkadın
için köleliktir. Koca ise mâliktir.
T E M B İ H : Yukarıda geçmişti ki, baba
ile dededen başkası küçük bir oğlanı veya kızı küf'ü olmayanla evlendirirse,
nikâh sahih olmaz. Bu sözün muktezası, kefaetin koca için de muteber
sayılmasıdır. Yine arzetmiştik ki bu, küçük koca hakkındadır. Zira bu koca
aleyhîne zarardır. Buradaki ise büyük kocaya yorumlanır. Az yukarıda Fetih'ten
naklen arzettiğimiz "Kefâetin muteber olmasının mânâsı, velîlere lazım
gelmesîni itibara almaktır ilh..." ifadesi dahi buna îşaret etmektedir.
Zira bu îbarenin hâsılı şudur: Kadın kendini küf'ü ile evlendirirse, bu nikâh
velîlere de geçerlidir. Küf'ü olmayanla evlendirirse geçersizdir; yahut sahih
değildir. Erkek tarafı bunun hilâfınadır. Zira erkek kendi dengi olsun olmasın
bir kadını kendi alırsa, nikâh sahih ve geçerlidir. Kuhîstânî diyor ki: «Kefâet
lügatta müsavi olmak demektir. Şeriatta ise; erkeğin kadına aşağıdaki hususatta
müsavi olmasıdır. Bu gösterir ki, şerefli bir odamın şerefsiz kadını nikâh
etmesi geçerlidir. Velî için itiraz hakkı yoktur. Aksi bunun hilâfınadır.» Bu
ifadeden anlaşılıyor ki, erkek tarafında nikâhın geçerli olması, erkek büyük
olup evlendiği zamandır. Küçük olup velîsi evlendirdîği zaman değildir. Nitekîm
kendini evlendîren kadın hakkında dahi sözümüz, büyük olduğuna göredir.
Binaenaleyh iki küçük evlendirilirken baba ve dede bulunmazsa, evvelce îzah
ettiğimiz gibi iki tarafta kefâet sabit olur. Allahu a'lem.
METİN
Kefâet velînin hakkıdır, kadının hakkı
değildir. Kadın kendini bir odama nikâh eder de onun halini bilmezse, köle
çıktığı vakit kadına muhayyerlik yoktur. Muhayyerlik velîleredir. Velîler
kadını kendi rızalarıyla kocaya verirler de küf'ü olmadığını bilmezlerse,
sonradan öğrendikleri vakit hiçbirine muhayyerlik yoktur. Meğer kî kefaeti şart
koşmuş olsunlar. Yahut akit yapılırken kefâet bulunduğunu velîlere haber vermiş
de bu şartla kızı evlendirmişler, sonra küf'ü olmadığı meydana çıkmış olsun. Bu
takdirde velîler için muhayyerlik vardır. Valvalciyye. Bu mesele bellenmelidir.
İZAH
«Kefâet vlinin hakkıdır, kadının hakkı
değildir.» Bahır'da böyle denilmiştir. Bahır sahibî buna şarihin
Valvalciyye'den naklettiği meseleyi şahit getirmiştir. Fakat söz götürür.
Bilakis o dahi kadının hakkıdır. Delili şu ki: Veli küçük kızı küf'ü olmayan
birine verirse ve baba veya dede değilse,nikah sahih olmaz.Bir de şunun için ki;
Zahîre'de altıncı fasıldan az önce "Ebû Hanife'ye göre kadının mehr-i
mislini tamamlamak hususunda hak kefaet hakkı gibi kadının ve velîlerinindir.
İmameyn'e göre sadece kadınındır."denilmiştir. Kefaet hakkı gibi dediğine
bakılırsa, bu hak her birinin olduğuna ittifak etmişlerdir. Bahır'da dahi
Zahiriyye'den naklen şöyle denilmiştir. «Kocası karsına kendi nesebinden başka
bir nesep gösterse, ondan aşağıolduğu anlaşılırsa, erkek de küf'ü değilse,
fesih hakkı hepsine sabittir. Erkek küf'ü işe, fesih hakkı yalnız kadınadır.
Velîlerine bu hak yoktur. Vaziyet haber verdiğinden daha üstün çıkarsa,
hiçbirinin feshe hakkı yoktur. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre, kadının
feshe hakkı vardır. Çünkü olabilir, onunla beraber yaşamaktan âciz kalabilir.»
Şarihin iddet bâbından az önce söylediği de
bu kabildendir. Orada şöyle demiştir: «Kadın, kocası hürdür veya sünnîdir yahut
mehir ve nafakaya kâdirdir diye evlenir de aksi çıkarsa; yahut filanın oğlu
filan diye evlenir de bulma veya veled-i zina olduğu anlaşılırsa, kadına
muhayyerlik vardır.» Bu hususta sözün tamamı orada gelecektir. Bedayi sahibi
Zahîriyye'den naklettiğimîz îfadeye şunu ilave etmiştir: «Bunu kadın yapar da
adam onunla evlenir sonra göründüğünün aksi zuhur ederse, kocası için
muhayyerlik yoktur. Kadın ister hürre, ister cariye görünsün fark etmez. Çünkü
kadınlar tarafında kefâet muteber değildir.» şöyle cevap verilebilir: Sözümüz,
evvelce geçtiği gibi, kadın kendini velîsinin izni olmaksızın nikâh ettiğine
göredîr. O zaman kefâet hakkında kadının bir hakkı kalmaz. Çünkü kefâetin
düşürülmesine razı olmuştur. Hak yalnız velî için kalmıştır. O feshedebilir.
«Kadın kendini bir adama nikâh eder de
ilh...» cümlesi, "kadının hakkı değildir" sözü üzerine tefri
edilmiştir. Burada şöyle denilebilir: Taksir kadın tarafından gelmiştir. Çünkü
adamın halini araştırmamıştır. Nitekim velîleri onu kendi rızasıyla
evlendirirler de kefâet bulunmadığını bilmezlerse, sonra öğrendiklerinde, kusur
hem kadında hem velilerinde aranır. Rahmetî. Valvalciyye'nin sözünde bu mânâyı ifade
eden cümleler vardır. Nitekim az ileride gelecektir. Verdiğimiz bu cevaba göre
tefri sahihtir. Çünkü hakkında sâkıt olması, razı olduğu vakittir. Velev ki bir
vecihle olsun. Burada da öyledir. Onun için kefâeti şart koşarsa hakkı bâkîdir.
«Hiçbirine muhayyerlik yoktur.» Bu büyük
kadın hakkındadır. Nitekim mesele onun hakkında farzedilmiştir. Şu delil ile
ki: "Bir adama nikâh olursa" ve "kendi rızasıyla"
demektedir. Binaenaleyh bundan önceki bâbta Nevâzil'den naklettiklerimize muhalif
değildir. Orada şöyle demiştik: «Bir kimse küçük olan kızını içki içtiğini
inkâr eden biriyle evlendirir de, o kimse daimi sarhoş çıkarsa, kız büyüdükten
sonra ben bu nikâha fazı değilim dedîkte, şayet babası dâmadın içiyor olduğunu
bilmez, dâmadın aile tarafı da iyi kimseler ise, bu nikâh bâtıldır. Çünkü
kızını ancak küf'üdür zannıyla ona vermişti.» Makdisî'nin zannı bunun
hilâfınadır. O, aralarında muhalefet isbat etmiştir. Nitekim Hayreddin-i Remlî
buna tembihte bulunmuştur.
Ben derim ki: Farkın vechi şu olsa
gerektir: Baba, şefkati fazla olduğu için küçük kızını küf'ü olmayan birine
verebilir. O, bu kefâeti ondan daha büyük bir maslahat karşılığında feda
etmiştir. Ama bu ancak küf'ü olmadığını bildiğine göre sahihtir. Bunu bilmezse,
adı geçenmaslahat için evlendirdiği zâhir olmaz. Nitekim baba sapık veya sarhoş
olursa hâl böyledir. Lâkin zâhire göre akit aslâ sahih olma? demeliydi. Nitekim
sapık ve sarhoş baba hakkında söylenen budur. Halbuki açıklanan şudur: Kadın
bülûğa erdikten sonra bu nikâhı iptal edebilir. İptal ise sahih olmanın
fer'idir.
«Bu takdirde veliler için muhayyerlik
vardır.» Çünkü kefâeti şart koşmayınca, kefâetin bulunmamasına razı olmamak
velîden ve kadından bir vecihte sabit olmuş, bir vecihte olmamış demektir.
Çünkü demiştik ki; kocanın hali, küf'ü olmakla olmamak arasında ihtimallidir.
Nass, fesih hakkını ancak kefâet bulunmamaya razı olmamak halinde onun her
vecihle yokluğu sebebiyle isbat etmiştir. Binaenaleyh bir vecihle kefâet
bulunmamaya rıza varsa, bu hak sabit "değildir. Bunu Bahır sahibi Valvalciyve'den
nakletmiştir.
METİN
Kefâet, İmam Mâlik'e muhalif olarak nikâhın
lâzım olması için neseben muteberdir. İmdi Kureyş kabilesi birbirlerinin
küf'üdürler. Sair Araplar da birbirlerinin küf'üdürler. Mültekâ sahibi
Hidaye'ye uyarak Benî Bâhile kabilesini hasislikleri dolayısıyla istisna
etmiştir. Hak olan, mutlak bırakmaktır. Bunu Bahır ve Nehir sahipleri gibi
musannıf da söylemiştir. Kenz ve Dürer sahibi gibi musannıfların mutlak
bırakması bunu teyid eder,
«İmam Mâlik'e muhalif olarak...» Kefâetin muteber
olup olmaması hususunda İmam Malik, Sevri ve bizim ulemamızdan Kerhi bize
muhaliftir. Fethu'l-Kadir'de böyle denilmiştir. Şarih Kerhî'yi zikretse daha
iyi olurdu. Allâme Nûh Efendi'nin Dürer hâşiyesinde bildirdiğine göre, İmam
Ebu'l-Hasen Kerhî ile Ebû Bekir Cessâs -ki Irak ulemasının büyüklerindendirler-
ve onlara uyan bazı Irak uleması, nikâhta kefâeti nazar-ı İtibara
olmamışlardır. Ebû Hanife'den gelen bu rivayet onlarca sabit olmasa onu tercih
etmezlerdi. Ulemamızın cumhuru ise, nikâhta kefâetin muteber olduğuna
kaildirler. Kâdi'l-Kudât Sirâcuddin Hindi'nin kefâet hakkında müstakil bir
te'lifi vardır. O kitapta her iki kavli tafsilâtiyle beyan etmiş: herbirinin
senet ve delilini göstermiştir.
"Neseben" Yani nesep cihetinden
aranır. Allâme Hamevî kefâetin nerede aranacağını manzum olarak şöyle beyan
etmiştir: «Nikâhta kefâet altı şeyde aranır. Bu altı şeyi zapteden güzel bir
beyit vardır: Nesep, İslam, kezalik sanat, hürriyet, diyanet ve sadece mal.»
Ben derim ki: Fetevâ-i Hâmidiyye'de
Vâkiat'tan naklen bildirildiğine göre, baba ile dededen başka bir velî, küçük
kızı cinsî iktidarı olmadığı bilinen birine verse caiz olmaz. Çünkü cimaya
kudreti olmak, kefâetin şartıdır. Nehir ve nafakaya kudreti olmak gibidir.
Hattâ ondan evlâdır. Büyük kıza gelince: Bahır'dan naklen bildireceğiz ki; onu
vekil, aleti kesik bir zengîne verse caiz olur. Velev ki sonra kadının
ayrılmaya hakkı olsun.
«İmdi Kureyş ilh...» İki Kureyşli,
nesepleri Nadr b. Kinâne denîlen babada veya ondanaşağıda bîrleşen kimselerdir.
Ondan yukarı bir babaya intisabeden kimse Araptır. Fakat Kureyşli değildir.
Nadr, Peygamber (S.A.V.)'in onikinci dedesidîr. Zira nesebi şöyledir: Muhammed
b. Abdillah b. Abdülmuttalip b. Haşîm b. Abdimenâf b. Kusavr b. Kitâb b. Mürra
b. Ka'b b. Lüey b.Galip b. Fihr b. Mâlik b. Nadr b. Kînane b. Huzeyme b.
Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizâr b. Muad b. Adnân. Buhârî bu kadarıyla
yetinmiştir. Dört halifenin hepsi Kureyştendir. Tamamı Bahır'dadır.
«Kureyş kabilesi birbirlerinin küfüdürler.»
Bu sözle musannıf, aralarında Hâşimî, Nevfeli, Teymî vesaire gibi farklar
gözetilmediğine işaret etmiştir. Onun için Hz. AH, kendi Hâşimî olduğu halde,
kızı Ümmü Gülsüm'ü Hz. Ömer'e vermiştir. Ömer (r.a.) Adevî'dir. Kuhistânî.
Hâşimî bir kadın Hâşimî olmayan bir Kureyşli ile evlenirse akdi bozulmaz.
Kureyşli olmayan bir Arapla evlenirse, reddetmeye hakları vardır. Nasıl ki bir
Arap kadınının Acemle evlenmesi de böyledir. Bahır.
«Sair Araplar da bîrbirlerinin
küf'üdürler.» Araplar iki sınılar: Birine Arab-ı Âribe denilir, Bunlar Kâhtan
oğullarıdır, Diğerine Arab-ı Mütearribe denilir. Bunlar Hz. İsmail'in
oğullandır. Acemler İsmail'in kardeşi Ferrûh'un oğullarıdır. Bunlar mevâlî ve
âzâdlılardır. Acemilerden murad. Arap olmayanlardır. Velev ki kendilerine
kölelik isabet etmiş olmasın. Bunlara mevâlî denilmesi; ya Araplar
memleketlerinî fethettiği zaman onları köle olarak almak ellerinde olduğu halde
hür bıraktığı içindir. Binaenaleyh sanki onlârı âzâd etmiş gibi sayılırlar.
Yahut kâfirlerle harb ederken Araplara yardımcı oldukları için kendilerine bu
isim verilmiştir. Yardımcıya mevlâ denir. Nehir.
«Benî Bâhile...» Fetih sahibî diyor kî:
«Aslında Bâhile, Henedanlı bir kadının ismidir. Muan b. A'sar'ın nikâhı altında
idi, Çocukları kendisine nisbet edilmiştir. Benî Bahile, hasislikleriyle
meşhurdur. Söylenildiğine göre, yemek kalıntılarını ikinci defa yerler, ölü
hayvanların kemiklerini toplayarak pişirirler, yağlarını alırlarmış. Onun için
şair bunlar hakkında şöyle demiştir: "Eğer kişi Bâhiledense, aslın
Hâşim'den olması fayda vermez." Köpeğe, ey bâhilî denilse, bu nesebin
alçaklığından köpek ulur. »
«Hak olan mutlak bırakmaktır.» Çünkü delil
aralarında fark yapmamıştır. Halbuki Peygamber (s.a.v.) Arap kabilelerini ve
onların ahlâkın! herkesten iyi bilirdi. Böyle iken mutlak beyan etmiştir.
Bâhile kabilesinden olan herkes hasis değildir. Onların içinde cömertler de
vardır. İçlerinden bir oba veya kabilenin, fakir olup böyle yapması, hepsi
hakkında geçerli değildir. Fetih.
«Bunu teyid eder.» Ben derim ki: İmam
Muhammed'in mutlak olan sözü de bunu takviye eder. Hâkim'in Kâfî'sinde şöyle
denilmiştir: «Kureyş; kabilesi birbirlerinin küf'üdürler. Araplar da
bîrbirlerinin küf'üdürler. Ama Kureyş'e küf'ü değildirler. Mevâlîden her
kiminİslâm'da iki veya üç babası varsa, onlar birbirlerine küf'üdürler. Fakat
Araplara küf'ü değildirler.» Hâsılı Kureyş arasında değişiklik itibara
alınmadığı; hattâ en iyilerî Benî Hâşim'e küf'ü oldukları gibi, başkalarına da
küf'üdürler. Diğer Arap kabileleri hakkında da istisnasız böyledir. Bundan şu
anlaşılır ki; bir kimsenin annesi meselâ şerefli babası Acem olursa, Acem o
kadına küfüdür. Velev ki kadının bir nevi şerefi olsun. Çünkü nesep babalara
aittir. Onun içindir ki böyle bir kadına zekât vermek caizdir. Annenin şerefi
cihetinden aralarında meydana gelen fark itibara alınmaz. Ben bunu açıklayan
görmedim. Allahu a'lem.
METİN
Bu Araplardadır. Acemlere gelince: Onlarda
hürriyet ve İslâm cihetinden kefâet aranır. Yalnız kendisi müslüman olan; yahut
âzâd edilen kimse babası müslüman veya hür; yahut babası âzâdlı annesi aslen
hür olana küf'ü değildir. Babası müslüman yahut hür olan kimse, iki babası
müslüman olan kadına küf'ü değildir. İslâm ile hürriyette iki baba çok babalar
gibidir. Çünkü nesep dede ile tamam olur. Fetih'te "Bizzat müslüman olân
bir kimsenin bizzat âzâd edilene küf'ü olması uzak görülemez. Fakat şerefsizin
âzâdlısı, şerefli bir kimsenin âzâd ettiği kadına küfü' değildir."
denilmiştir.
İZAH
«Bu Araplardadır.» Yani nesebi itibara
almak ancak Araplardadır. Onlarda İslâmiyet itibara alınmaz. Nitekim Muhit,
Nihâye ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Diyanet de muteber değildir.
Nitekim Nazım'da beyan edilmiştir. Sanat da muteber değildir. Nitekim
Muzmerât'da beyan edilmiştir. Çünkü Araplar bu sanatları kendilerine geçim
vasıtası yapmazlar. Geri kalanına, yani hürriyetle mala gelince: Ulemanın
ibarelerinden anlaşıldığına göre, bunlar muteberdir. Kuhistâni. Lâkin bu söz
götürür. Onu yerlerinde göreceksin.
«Acemlere gelince» onlardan murad, Arap
kabilelerinden birine müntesip olmayanlardır. Bunlara mevâlî ve âzâdlılar
denir. Nitekim yukarıda geçti. Zamanımızda umumiyetle köy ve kasabaların halkı
Arapça konuşsun konuşmasın bunlardandır. Ancak mâruf nesebi olanlar
müstesnadır. Meselâ dört halifeden birine veya Ensar gibilerine müntesip
olanlar böyledir.
«Onlarda hürriyet ve İslâm cihetinden
kefâet aranır.» Bundan şu anlaşılır ki İslâm Araplar hakkında muteber değildir.
Nitekim Ebû hanife ile İmameyn bunda müttefiktirler. Çünkü Araplar İslâmîyette
övünmezler. Onlar ancak neseple övünürler. Şu halde bir babası kâfir olan Arap,
İslâm'da birçok babaları olan Arap kızına küfü'dür.
Hürriyete gelince: O Araplara lâzımdır.
Çünkü onları köle yapmak caiz değildir. Evet, İslâm Araplarda zevcin kendine
bakarak babasının ve dedesine bakarak değil muteberdir. Şu izaha göre nesep
yalnız Araplarda muteberdir. Babanın ve dedenin müslüman olması yalnız
Acemlerde; hürriyet ise hem Acemlerde hem Araplarda muteberdir. Kocanın
müslümanoluşu da böyledir. Bahır'daki ifadenin hulâsası budur.
«Annesi aslen hür olana küfü değildir.»
Çünkü âzâd edilen kocada kölelik eseri vardır ki, o da vefâdır. Kadının annesi
esasen hür ise, o kadında aslen hürdür. Bunu Bahır sahibi Tecnîs'ten
nakletmiştir. Fakat annesi cariye ise, o kadın cariyelik hususunda annesine
bağlıdır. Binaenaleyh âzâdlı bir erkek ona küfü olur. Annesi âzâdlı olan kadın
bunun hilâfınadır. Çünkü o kadının hürriyette bir babası vardır. Zira Bahır'da
"Hürriyet İslâm'ın nâziridir." denilmiştir. Bunu Tahâvî söylemiştir.
«İki babası...» Yani hem İslâm'da, hem
hürriyette demektir. T.
«İslâm ile hürriyette iki baba çok babalar
gibidir.» Yani bir kimsenin İslâm'da yahut hürriyette bir babası ve dedesi
varsa, o kimse İslâm'da babaları olana küfüdür. Fethu'l-Kadir sahibi diyor ki:
«İmam Ebû Yusuf bir kişiyi ikiye katmıştır. Nasıl ki tarifte mezhebi budur.
Yani şehadetlerle dâvâlarla onun mezhebi budur. Derler ki: Ebû Yusuf bunu ancak
baba müslüman olduktan sonra dedenin küfü ayıp sayılmayan yerde söylemiştir.
Tarafeyn ,ise ayıp sayılan yerde söylemişlerdir. Buna delil, hepsinin "Araplar
hakkında ayıp değildir. Çünkü onlar bu hususta ayıplanmazlar."
demeleridir. Bu güzeldir, hilâf bununla ortadan kalkar.» Nehir sahibi de ona
tâbi olmuştur.
«Bizzat âzâd edilene küfü olması uzak
görülemez ilh...» Zâhirine bakılırsa, Fetih sahibi bunu kendi anlayışıyla
söylemiştir. Ben bunu Zahîre'de de gördüm. İbaresi şudur: «İbn-i Semâa,
müslüman olan bir adamın âzâd edilen bir kadına küfü olduğunu söylemiştir.»
Bunun vechi şudur: O adam hür olarak müslümanlığı kabul eder, kadın da müslüman
olarak âzâd edilirse, erkekte küfrün eseri, kadında da cariyeliğin eseri kalır.
Bunların ikisi de noksanlık veren şeylerdir. Ama erkekte aslen hür olmanın
şerefi, kadında aslen İslâm olmanın şerefi vardır. Bunlar da kemâl veren
şeylerdir. Böylece her ikisi müsavi olurlar. Şimdi şu kalır: İş aksine olursa,
yani kadın müslüman olur erkek âzâd edilirse, zâhire göre İslâm'ı ârızî olmamak
şartıyla hüküm yine böyledir. Aksi takdirde o adamda hem küfrün eseri, hem
köleliğin eseri beraberce bulunurlar ve kendisi yalnız küfrün eseri bulunan
kadına küfü olamaz.
«Şerefsizin âzâdlısı ilh...» cümlesini
Bahır sahibi Müctebâ'ya nisbet etmiştir. Bedâyi'de de bunun bir misli vardır.
Bedâyi sahibi şöyle demiştir: «Hattâ Arabın mevlâsı, Benî Hâşim'in mevlâlına
küfü olamaz. Hattâ beni Hâşim'in mevlâtı kendini Arabın mevlâsına nikâh etse,
âzâd eden için itiraz hakkı vardır. Çünkü vefâ hakkı nesep mesabesindedir.
Peygamber (s.a.v.) "Vefâ, nesep hısımlığı gibi bir hısımlıktır."
buyurmuştur.» Bu ifadenin bir misli de Zahîre'dedir. Şarihin vefâ bahsinde
zikrettiğine göre, âzâd edilenin vefâsında kefâet muteberdir. Binaenaleyh bir
tacirin âzâd ettiği, ataların âzâd ettiğine küfüdür. Tabağın âzâd ettiğine küfü
değildir. Bunun üzerine yine Bedâyi sahibinin arzettiğimizden önce
söylediklerimüşkil kalır. Şöyle demiştir: «Arabın mevlâları Kureyş'in
mevlâlarına küfüdürler. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in "Mevlâlar birbirlerine
küfüdürler." hadis-i şerifi umum ifade eder.»
T E M B i H : Mevlel-muvâlât mevlel-atakâya
küfü değildir. Zahîre sahibi diyor ki: «Muallâ'nın Ebû Yusuf'tan rivayetine
göre, bir İnsanın elinde müslüman olan kimse mevlel-atakâlara küfü olamaz.»
Tahâvî şerhinde de şöyle denilmiştir: «Bir kavmin en şereflisinin âzâd ettiği
kadın, mevâliye küfü olur. Çünkü o kadının vefâ şerefi vardır. Mevâlinin ise
İslâm'da babalan bulunma şerefi vardır»
METİN
Müslüman olan mürted dinden dönmeyene
küfü'dür. İki zımmî arasında kefâret ise, ancak bir fitneden dolayı muteberdir.
Araplara Acemler arasında diyanet, yani takva cihetinden kefâret muteberdir, Binaenaleyh
bir fâsık bir salihaya yahut iyi adamın kızı olan fâsıkaya, ilân ederek olsun
etmeyerek olsun zâhire göre küfü olamaz. Nehir.
İZAH
«Müslüman olan mürted ilh...» cümlesini
Bahır sahibi Kınye'den nakletmiş; fakat bir şey söylememiştir. Galiba bu,
dinden dönme müddeti uzun sürmeyen mürted hakkında olacaktır. Onun için de
dâr-ı harbe iltihak ederse diye kayıtlamamıştır. Çünkü İslâm memleketinde
dininden döner müslüman olmazsa öldürülür. Fakat dininden döner de üzerinden
uzun zaman geçer ve bununla şöhret bulur da evvelâ dâr-ı harbe iltihak eder
sonra müslüman olursa, hiç irtidat etmemiş bir kadına küfü olamaması gerekir.
Zira kadına bu sebeple ârız olacak ayıplama, aslen kâfir olup da sonradan
müslümanlığı kabul eden kimse sebebiyle gelecek ayıplamadan daha büyüktür.
«Ancak bir fitneden dolayı...» Yani bir
fitneyi def etmek için muteberdir. Fetih sahibi Asıl'dan naklen şöyle demiştir:
«Ancak nesebi meşhur olursa, meselâ krallarından birinîn kızını bir dokumacı
veya seyis aldatırsa, araları ayrılır. Bu, kefâet yok diye değil, fitneyi
yatıştırmak içindir. Hâkim, müslümanlar arasında olduğu gibi, onların arasında
da fitneyi yatıştırmakla memurdur.»
«Araplarla Acemler arasında kefâet
muteberdir ilh...» Bahır sahibi diyor ki: «Ulemanın zahir olan sözleri
gösteriyor ki, tâkva Araplarla Acemler hakkında muteberdir. Binaenaleyh fâsık
bir Arap, Arap olsun Acem olsun salih bir kadına küfü olamaz.» Nehir sahibi
"İzahü'l-İslâh'ta, mezhebin bu olduğu açıklanmıştır." demektedir.
Yine Bahır'da belirtildiğine göre, ulemanın zâhir olan sözleri, her ikisinde
kefâetin mal cihetinden muteber olduğunu göstermektedir.
Ben derim ki: Sanat da öyledir. Nitekim
Bedâyi'den nakledeceğimiz ifadeden anlaşılacaktır.
"Diyanet" cihetinden kefâet
Şeyhayn'a göre muteberdir. İmam Muhammed muteber olmadığını söylemiştir. Meğer
ki dövülerek kendisiyle alay edilsin yahut pazar yerlerinesarhoş çıkarak
kendisiyle çocuklar oynasın. O zaman diyanet muteber olur. Çünkü onunla alay
eder. Hidâye. Fetih'te Muhit'ten nakledildiğine göre, fetva İmam Muhammed'in
kavline göredir. Lâkin Tatarhâniyye'de Muhit'ten naklen "Fetvanın buna
göre olduğu söylenir." denilmiştir. Muhit-i Burhâni'den naklen Makdisî'de
de öyledir. Bunun bir misli de Zahîre'dedir. Bahır sahibi diyor ki: «Bu,
Mebsût'un sahihlediğine uygundur. Hidâye'nin sahihlediği buna aykırıdır. Fakat
metinlerdeki kaville fetva vermek evlâdır.»
«Binaenaleyh bir fâsık ilh...» Mâlûmun
olsun ki Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Kadın saliha olur da babası sâlih
olmazsa; yahut babası salih olur da kızı böyle olmazsa, fâsık bir kimse bu kıza
küfü olur mu olmaz mı tereddüd ettim. Şarihlerin zâhir olan sözlerine göre,
itibar kızın babasıyla dedesinin salâhınadır. Çünkü şarihler; fâsık bir kimse
salih kimselerin kızına küfü olamaz demişlerdir. Mecma sahibi kızın salâhını
itibara alarak; fâsık bir kimce salihaya küfü olamaz demiş; Hâniyye'de dahi
fâsık, salih kimselerin kızı olan salih bir kadına küfü olamaz denilerek
hepsinin salâhı nazar-ı itibara alınmıştır. Zâhire bakılırsa, kadının veya
babalarının salih olması, fâsıkın ona küfü sayılamaması için kâfidir. Ama ben
bunu açık olarak görmedim Nehir sahibi onunla münakaşa ederek "Hâniyye'nin
sözü dahi, fâsık, muhterem ve insanlarca sultanın avanesi gibi tazim görürse,
salih kimselerin kızma küfü olur merkezindedir. Bazı Belh ulemasının beyanına
göre, ilân etsin etmesin küfü olmaz. İbn-İ Fadi bunu ihtiyar etmiştir."
demiştir ki, bu söz sadece babaların salâhı îtibar edileceğini gösterir. Zâhir
olan budur. O zaman kadının fıskına itibar yoktur. Yani kadın iyi adam kızı
fakat fâsık olursa, fâsık birisi ona küfü olamaz. Çünkü itibar babanın
salâhınadır. Kızın fıskına bakılmaz. Bunu şu da teyid eder ki, kefâeti kadın
ıskat ederse, o velîlerin hakkı olur. Çünkü salih bir kimse, fâsık dâmadıyla
ayıplanır. Lâkin Bahır sahibinin Hâniyye'den naklettiği söz, kadının salâhının,
da itibara alınacağını gerektirir. Nitekim yukarıda geçti. O zaman Hâniyye'nin
ikinci sözünü buna yorumlamak mümkün olur. Şuna binaen ki, salih kimsenin kızı
ekseriyetle salih olur. Yakûbiyye hâşiyelerinde şöyle denilmektedir: «Fâsık bir
kimse salih kimsenin kızına küfü olamaz ifadesi söz götürür. Şöyle ki: Salih
bir kimsenin kızı fâsık olabilir. O zaman ulemanın açıkladıkları gibi küfü
olur. Evlâ olan Mecma'nın ifadesidir ki şudur: Fâsık, saliha bir kadına küfü
değildir. Meğerki ekseriyetle salih kimsenin kızı da salih olur. Musannıfın
sözü de ekseriyetle vâki olana binaendir denilsin.» Kuhistânî'nin sözü de
böyledir. O şöyle demiştir: «Yanı kadın da salihadır. Bunu zikretmemesi,
ekseriye babasının salâhıyla kızı da saliha olduğu içindir.» Makdisî de böyle
demiştir.
Ben derim ki: Ulemanın, kadının salâhını
ailesinin salâhına bina ederek bununla yetinmeleri, kadının hali ekseriyetle
gizli kaldığı içindîr. Bilhassa bekârlarla küçüklerin hali bilinmez. Zahîre'de
bildirildiğine göre Şeyhülislâm "Fâsık bir kimsenin Ebû Hanife'ye göre
âdilkimseye küfü olamayacağını söylemiştir. Ebû Yusuf'la İmam Muhammed'den bir
rivayete göre içki içen kimse bunu gizler de kimseye belirtmezse, iyi
ailelerden salih bir kadına küfü olabilir. Aşikâre içerse olamaz. Fetvanın
bunun üzerine olduğu söylenir.
Ben derim ki: Hâsılı ulemanın sözlerinden
anlaşılan, hepsinin salâh halini itibara almalarıdır. Kadının yahut babalarının
salâhını söylemekle yetinenler, ekseriyetle görülen hale bakmışlardır ki,
evlâtla babanın salâhı birbirine bağlıdır. Buna göre fâsık, iyi adam kızı bir
salih kadına küfü olamaz. O ancak fâsık kızı fâsık bir kadına küfü olur. İyi
adam kızı fâsık bir kadına da küfü olamaz. Nitekim Yakûbiyye'de nakledilmiştir.
Kızın babası için itiraz hakkı yoktur. Çünkü kızı sebebiyle ayıplanması, dâmadı
sebebiyle ayıplanmasından daha çoktur. Fâsık kızı saliha bir kadın, kendini bir
fâsık adama nikâhlarsa, onun babası için de itiraz hakkı yoktur. Çünkü o da
öteki gibidir. Kadın fâsıkla yaşamaya razı olmuştur. Fakat kız küçük olur da
babası onu bir fâsık ile evlendirirse, fıskını bildiği halde olursa akit
sahihtir. Büyüdüğünde kıza muhayyerlik yoktur. Çünkü babanın bundan önceki
bâbta geçtiği vecihle sâpık olmamak şartıyla bunu yapmaya hakkı vardır. Ama
baba iyi bir adam olup dâmadın da iyi olduğunu zannederse, akit sahih değildir.
Bezzâziye sahibi diyor ki: «Bir adam kızını verir de onun iyi olduğunu, içki
içmediğini zanneder, fakat dâmat sarhoş çıkarsa, kız büyüdüğünde; ben nikâha
razı değilim, dediği taktirde bakılır: Babası içki içmez, içkicilerle tanınmaz
ve ailesinin ekserisi iyi insanlarsa, bu nikâha bilittifak bâtıldır. » Bu izahı
ganimet bil. Çünkü tektir.
«İyi adamın kızı» sözü, gerek salihanın,
gerekse fâsık kadının sıfatıdır. Binaenaleyh muteber olan sadece babaların
salâhıdır. Kadın iyi kimselerin kızı olduktan sonra kendisinin fıskına
bakılmaz. Nehir'den naklettiğimiz de budur. Evet bu, Yâkubiyye'den
naklettiğimize muhaliftir.
«İlân ederek olsun etmeyerek olsun.» Fıskın;
ilân edenin hail zâhirdir. ilân etmezse; şahit çağırarak bu adam fâsıklık
sayılan filan işi yapmıştır. Ama bunu âşikâre yapmaz, diye isbatla bilinir ve
velîlerin isteği ile araları ayrılır. T.
«Zâhire göre» sözü, Nehir sahibi tarafından
zâhir görülerek söylenmiş bir sözdür. Zannolunduğu gibi zâhir rivayet değildir.
Zira Hâniyye'de Serahsî'den naklen açıklandığına göre, zâhir rivayette Ebû
Hanife'den bu hususta bir şey nakledilmemiştir. Sahih olan ona göre fâsıklığın
kefâete mâni olmamasıdır. Evvelce arzetmiştik ki, Hidâye'nin sahih dediği kavil
buna muarızdır.
METİN
Kefâet mal ve sanat cihetinden de
muteberdir. Meselâ dâmat sanat sahibi değilse, mehr-i muacceli ve karısının bir
aylık nafakasını vermeye muktedir olmalı, aksi takdirde kadın cimaya elverişli
ise her gün onun günlük yiyeceğini kazanabilmelidir. Sanat yönünden: meselâ bir
dokumacı, terziye; terzi manifaturacı ve tâcire; bunların ikisi de, âlim ve
kadıya küfü olamazlar.
İZAH
«Kefâet, mal cihetinden» Arab olanlarla
olmayanlar için muteberdir. Nitekim Bahır'dan naklen yukarıda geçmişti. Çünkü
mal ile öğünmek, âdeten başka şeylerle öğünmekten daha çoktur. Bilhassa
zamanımızda böyledir. Bedâyi.
«Mehr-i muaccel» den murad, peşin verilmesi
âdet olan mehirdir. Velev ki bütünü olsun. Fetih. Bütününü vermeye kudreti
olmak şart değildir. Zâhir rivayete göre zenginlikte kadına müsavi olmak da
şart değildir. Sahih olan kavil budur. Zeylâî. Dâmat çocuk olursa, babasının
veya annesinin yahut dedesinin zenginliği ile o da zengin sayılır. Nitekim
gelecektir. Bu söz, mehir miktarı borcu olana da şâmildir. Böylesi de küfü
sayılır. Çünkü iki borçtan hangisini dilerse ödeyebilir. Nitekim Valvalciyye'de
belirtilmiştir. Yine bu söz, fakir bir ailenin fakir kızına da şâmildir.
Nitekim Vâkıat sahibi bunu açıklamış; mehir ve nafaka kocaya aittir;
binaenaleyh bu vasıf onun hakkında muteberdir diye ta'lilde bulunmuştur. Keza
bu söz sultan ve âlim gibi mevki sahibine de şâmildir. Zeylâi diyor
ki:«Bazıları nafakadan hiçbir şeye mâlık olmasa yine küfü olacağını söylemişlerdir.
Çünkü bozuk düzen bununla yoluna girer. Onun içindir ki ulema "Arap
olmayan bir fâkih, cahil bir Araba küfüdür." demişlerdir.
«Bir aylık nafaka» yı Tecnîs sahibi
sahihlemiştir. Müctebâ sahibi ise, kazanmak suretiyle nafakaya muktedir olmayı
kâfi ve sahih bulmuştur. Şu halde sahih kabul edilen kavil muhtelif demektir.
Bahır sahibi ikinci kavli zâhir bulmuş; Nehir sahibi ise şarihin söylediği
şekilde iki kavlin arasını bulmuş, Hâniyye'de buna işaret edildiğini
söylemiştir.
«Kadın cimaya» elverişli değilse, yani buna
tâkat getiremeyecek kadar küçük ise, erkek ona küfüdür. Velev ki nafakaya
kudreti olmasın. Çünkü böyle bir kadına nafaka yoktur. Fetih. Bu ifadenin bir
misli de Zahîre'dedir.
«Sanat» cihetinden kefâet, Kerhî'nin
beyanına göre İmam Ebû Yusuf indinde muteberdir. Ebû Hanife bu hususta işi
Arapların âdetine bina etmiştir ki, Araplara mevâlî olanlar bu işleri yaparlar,
ama bunlardan sanat kasdetmezler ve bunlar sebebiyle ayıplanmazlar. Ebû Yusuf
beldeler halkının âdeti ile cevap vermiştir. Onlar bu işleri sanat ittihaz
ederler ve bunların aşağı olanıyla ayıplanırlar. Binaenaleyh hakikatta İmam-ı
Âzam'la Ebû Yusuf arasında hilâf yoktur. Bedâyi. Bu izaha göre Araplardan
şehirlerde yaşayan ve sanat ittihaz edenler hakkında bu işlerde kefâet muteberdir.
O zaman bunlar Araplarla Acemler orasında muteber sayılır.
«Meselâ bir dokumacı ilh...» Mültekâ ile
şerhinde şöyle denilmiştir: «Bir dokumacı, kan alıcı, süpürgeci, tabak, berber,
baytar, demirci veya bakırcı, sair sanat ehline meselâ atlara, manifaturacıya
veya kumaş satana küfü değildir. Bu sözde sanatın iki cins olduğuna ve bir
sanat ehlinin diğerine küfü olmayacağına işaret vardır. Lâkin her sanat ehlinin
fertleri birbirlerine küfüdürler. Bununla fetva verilir. Zâhidî.»
Yani sanatlar birbirinden uzaklaşınca,
birinin ehli diğerininkine küfü olamaz. Yalnız birinin efradı birbirine
küfüdürler. Bu söz şunu da ifade eder ki; iki tarafın sanatta birleşmesi
târafın değildir. Birbirine yakın olması kâfidir. Binaenaleyh dokumacı kan
alıcıya, tabak süpürgeciye, bakırcı demirciye, attar manifaturacıya küfüdür.
Hulvânî "Fetva buna göredir." demiştir. Fetih'te "Mucip, örf
sahiplerinin azımsamasıdır. Hüküm buna göre devreder." denilmiştir. Şu
halde İskenderiye'de dokumacı attara küfü olmak gerekir. Çünkü dokumacılığın
orada itibarı iyidir, küçümsenmez. Meğerki onunla birlikte başka bir sanatın
düşüklüğü olsun. Bu ifade gösterir ki, sanatlar birbirine yakın olduğu veya
birleştiği vakit, kalan cihetlerden kefâetin itibara alınması icabeder. Meselâ
Acem attar Arap attara veya manifaturacıya küfü olamaz. şimdi tabak ve berber
Arap olursa. Acem attara veya manifaturacıya küfü sayılırını sayılmazmı
meselesi kalır. Öyle görünüyor ki; nesep veya ilim şerefi. sanat noksanlığını
tamamlar. Hattâ şair sanatlan geçer bile. Binaenaleyh cahil bir Acem attar Arap
berbere veya âlime küfü olamaz. Fetih'in sözü de bunu teyid eder. Orada
bildirildiğine göre, İmam Ebû Yusuf'tan bir rivayette, kendisi müslüman olan
veya âzâd edilen kimse karşı tarafın nesebine karşı fazilet sahibi olursa, ona
küfü'dür.
«Bunların ikisi de âlim ve kadıya küfü
olamazlar.» Nehir sahibi şöyle diyor: «Binâye'de Gâye'den naklen bildirildiğine
göre süpürgeci, kan alıcı, tabak, bekçi, seyis, çoban ve kayyim yani tellâk,
dikicinin kızına küfü değillerdir. Terzi de manifaturacıyla tacirin kızına küfü
değildir. Manifaturacıyla tacir dahi âlim ve kadının kızına küfü olamazlar.
Dokumacı çiftlikçinin kızına küfü değildir. Velev ki kız fakir olsun.
Bazılarının küfü olduğunu söylemişlerdir.»
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa, terzi gibi
biri usta olur da iş kabul eder ve yanında çalışan çırakları bulunursa,
zamanımızda manifaturacının ve tacirin kızına küfü olur. Nitekim
Fethu'l-Kadir'in yukarıda geçen sözünden de anlaşılmaktadır. Çünkü örf-ü âdette
bu noksan sayılmaz. Gerçi Mülteka şerhinde Kâfî'den naklen "Kunduracı
manifaturacıya ve attâra küfü değildir." denilmişse de, zâhire göre bundan
murad, mest veya ayakkabılarını eliyle yapandır. Usta olur da çırakları
bulunursa; yahut onları dikilmiş alıp dükkânında satarsa, bizim zamanımızda
manifaturacı ile attârdan daha aşağı sayılmaz. Tahtâvî diyor ki: «Ulema âlimle
kadı hakkında mutlak söz etmiş, âlimi amel eden diye kayıtlamadıkları gibi;
kadıyı da rüşvet almayan diye kayıtlamamışlardır. Zahire göre kayıtlamak
lâzımdır. Zira o takdirde kadı zâlim sayılır. İlmi ile amel etmeyen âlim de
onun gibidir. Bunu kaydetmelidir.»
Ben derim ki: İhtimal bunu mutlak
bırakmaları diyanet hususunda kefâeti söylemelerinden anlaşıldığı içindir.
Zâhire göre o zaman, fasik âlim ile fâsık kadı iyi insanların salih kızına küfü
olamazlar. Çünkü salâh şerefi fıskla birlikte yürüyen ilim ve kaza şerefinden
üstündür.
METİN
Zâlimlerin yolundan gidenler ise hepesinden
aşağıdır. Vazifelere gelince: Bunlar sanatlardan sayılır. Binaenaleyh vazife
sahibi -şayet vazifesi kapıcılık gibi aşağı bir sanat değilse- tacire küfü'dür.
Müderris veya nâzır şehirdeki emîrin kızına küfü'dür. Bahır. Kefâetin itibara
alınacağı yer akdin başıdır. Ondan sonra yok olması zarar etmez. Akdi yaparken
küfü olur da sonra yoldan çıkarsa, akıt feshedilmez. Ama tabak olur da sonra
işi ticarete çevirirse. ayıplanması devam ettiği takdirde küfü olamaz; devam
etmezse olur. Bunu inceleme neticesi Nehir sahibi söylemiştir. Bir Acem, Arap
kızına küfü olamaz. Velev ki âlim veya sultan olsun. Esah kavil budur. Bunu
Yenâbî'den naklen Fetih sahibi söylemiştir. Bahır sahibi ise zâhir rivayet
olduğunu iddia etmiş; musannıf da onu tasdiklemiştir.
İZAH
«Hepsinden aşağıdır» Yani isterse faziletli
ve çok zengin olsun. Çünkü kendisi kan dökenlerden ve başkalarının mallarını
yiyenlerdendir. Nitekim Muhit'te beyan edilmiştir. Evet, bunlar kendi
aralarında birbirlerine küfü'dürler. Mültekâ şerhi. Nehir'de Binâye'den naklen
şöyle denilmiştir: «Mısır'da bir cins vardır ki, bütün cinslerden aşağıdır.
Bunlar lağımcılar taifesidir.»
Ben derim ki: "Yolundan gidenler"
diye kayıtlaması gösterir ki, emir ve sultan gibi metbu böyle değildir. Çünkü o
örfen tacirden daha şereflidir. Nitekim şarihin Bahır'dan naklen aşağıda
söyleyeceği de bunu ifade etmektedir. Anladın ki vâcip, örf sahiplerinin noksan
görmeleridir. Hüküm onunla beraber devreder. Bu izaha göre bir kimse emîr veya
emîre tabi bulunur da; varlıklı, insanlar arasında sevilip sayılan biri olursa,
şüphesiz örf-ü âdette kadın tabak, dokumacı ve emsalinde olduğu gibi onunla
ayıplanmaz. Her gün hatâlara inerek müslüman - kâfir bütün evlerin pisliğini
taşıyan lağımcıyı geç. Velev ki bununla insanların veya mescitlerin
pisliklerden temizlenmesini kasdetmiş olsun. Velev ki emîr veya ona tâbi
olanlar âlemin mallarını yesinler. Çünkü burada istinat noktası dünyadaki
alçaklık ve yüksekliktir. Onun içindir ki imam Muhammed "Diyanet hususunda
kefâet mutebar değildir. Çünkü diyanet âhiret hükümlerindendir. Dünya hükümleri
onun üzerine kurulamaz." dediği vakit, ulema ona şöyle cevap vermişlerdir:
«Her yerde muteber olan, âhiret hükümlerinden olsun olmasın delilin iktiza
ettiği şeydir. Bilâkis diyaneti itibara almak dünyevî bir şeye mebnîdir ki, o
da dâmadın fıskı ile iyi insanların kızının ayıplanmasıdır.»
Ben derim ki: ihtimal Muhit'ten yukarıda
naklettiğimiz "Zâlime tâbi olan kimse hepsindenaşağıdır." sözü
onların zamanına aittir. O zaman din ve takva ile öğünmek galip idi. Bizim
zamanımızda öyle değildir. Şimdi dünya ile öğünmek modadır. Allahu a'lem.
«Vazifelere gelince...» Bundan murad.
Evkaf'taki memuriyetlerdir. «Bunlar sanatlardan sayılır.» Çünkü bunlar Mısır'da
sair sanatlar gibi birer kazanç yolu olmuşlardır. Bahır.
«Aşağı bir sanat değilse...» Yani örfen
kapıcılık, şoförlük, odacılık, el ulaklığı gibi bayağı sayılmıyorsa demektir.
Bahır. "Müderris" Yani şer'î bir ilim okutan.
"Nâzır" Vakıf işlerine bakan
memurdur. Bu söz Bahır sahibinin yaptığı bir incelemedir. Lâkin şimdi nâzır
şerefli bir insan sayılmamaktadır, bilâkis herkes gibidir. Bazen âzadlı bir
zenci olabilir. Çok defa vakfın maIını yer; kötü yerlere sarfeder. Şu halde bu
zikredilenlere nasıl küfü olabilir. Meğerki faziletli bir nâzır ve mescit
nâzırı gibi kayıtlarla kayıtlanmış ola. Vâkıfın şartıyla bir vakfa tayin edilen
nâzır bunun hilâfınadır. Çünkü o bununla yükseklik kazanmaz. T.
«Şehirdeki emirin kızına küfü'dür.»
Şüphesiz ki emîrin kızı diye tahsisi mubalâğa içindir. Yani tacirin kızına
evleviyetle küfû olur ve emîrin tacirden daha şerefli olduğunu ifade eder.
Nitekim örfen de böyledir. Bu, bizim yukarıda geçen bahsimizi teyid eder.
Nitekim buna tembihte bulunmuştuk.
«Kefâetin itibara alınacağı yer akdin
başıdır.» Ben derim ki: Buna Zahîre'nin şu ifadesiyle itiraz olunur: «Bir kan
alıcı, nesebi bilinmeyen bir kadınla evlenir de, sonra Kureyş'ten biri onu
iddia ederek kendi kızı olduğunu isbat ederse, aralarını ayırabilir. Ama kadın
bir adamın cariyesî olduğunu ikrar ederse nikâhı iptal ettiremez.» Buna şöyle
cevap verilebilir: Nesebin sübutu gebe kalma vaktine istinat ettiği için, nikâh
kıyılırken kefâet yoktur. Vardı da sonra yok oldu demek değildir kî, akit
zamanındaki itibara aykırı olsun. îkrar meselesine gelince: Kadının kendine
münhasırdır. Kocası onunla ilzam edilemez. Zira tekarrur etmiş bir kaidedir ki,
ikrar huccet-i kâsıradır. Yalnız ikrarı yapan hakkında geçerlidir.
«Sonra yoldan çıkarsa» yerine, sonra
kefâeti kalmazsa dese daha iyi olurdu. Çünkü yoldan çıkmak diyanetin
mukabilîdir. Diyanet ise kefaette nazar-ı itibara alınan şeylerdendir. T.
«Ama tabak olur da ilh...» Bu cümleyi Bahır
sahibi "Küfü olması gerekir." diyerek yukarki cümleye tefri etmiş;
sonra istidrakta bulunmuştur. Çünkü ulema "Sanatı terk etmek mümkün ise
de, ayıplaması kalır." demislerdir. O, ulemanın bu sözüne muhaliftir.
Nehir sahibi yatıştırma yaparak şunu söylemiştir: «Ayıplaması devam ederse küfü
olmaz. Ama zaman geçmekle unutulursa küfü olur dese iyi olurdu.»
METİN
Lâkin Nehir'de şöyle denilmiştir: «Eğer
şereflilik, mevki ve itibar sahibi diye tefsir edilirse. o zaman Hz. Ali
cinsinden bir kadına küfü olamaz. Nitekim Yenâbi'de beyan edilmiştir. Alimdiye
tefsir edilirse küfü'dür. Çünkü ilmin şerefi, nesep ve mal şerefinden daha
üstündür. Nitekim Bezzâzî kesinlikle buna hükmetmiş; Kemâl ve başkaları da bunu
kabul etmişlerdir. Bunun vechi zâhirdir. Onun için Aişe, Fâtıma (r.a.)'dan daha
faziletlidir denilmiştir. Bunu Kuhistânî söylemiştir.»
İZAH
«Lâkin Nehir'de ilh...» şöyle denilmiştir:
«Onun sözü gösteriyor ki, Arap olmayan bir kimse Araba küfü değildir. Velev ki
şerîf olsun. Lâkin Kâdıhân'ın Câmi'inde bildirildiğine göre ulema; şerîf bir
kimse soyluya küfü'dür demişlerdir. Şu halde bir Acem cahil Araba ve şerîfe
(Hz. Ali sülâlesine) küfü olur. Çünkü ilmin şerefi nesep şerefinden yüksektir.»
Fethu'l-Kadir sahibi bunu kabul etmiş; Bazzâzî kesinlikle buna kâil olarak şunu
da ilâve etmiştir: «Fakir bir âlim cahil zengine küfü'dür. Bunun vechi
zâhirdir. Çünkü ilmin şerefi nesep şerefinin üstündedir. Mal şerefinin üstünde
olacağı ise evleviyette kalır. Evet, şereflilikten bazen mevki ve itibar
kasdedilir. Nitekim Muhit sahibi Sadru'l-İslâm'dan naklen onu böyle tefsir
etmiştir. Böylesi Arap kızına küfü değildir. Nitekim Yenâbi'de bildirilmiştir.»
Nehir sahibinin sözü kısaltılmış olarak burada sona erer.
Ben derim ki: Mademki Yenâbi'de bir şerîfin
Arap kızına küfü olamaması, şerîfi mevki ve itibar sahibi diye tefsir etmeye
bağlıdır. O halde musannıfın ölüm hakkında küfü değildir diye sahihlemesi ve
şarihin de bunu Yenâbi suhibine nisbet etmesi doğru değildir. Hayreddin-i
Remlî'nin Mecmau'l-Fetevâ'dan naklen bildirdiğine göre bir âlim şerefli bir
kıza küfü'dür. Çünkü hasep şerefi, nesep şerefinden daha kuvvetlidir. Bundan
dolayıdır ki Aişe (r.a.) Hz. Fatıma'dan efdaldir denilmiştir. Çünkü Hz.
Aîşe'nîn ilmî şerefi vardır. Muhit'te böyle denilmiştir. Remlî şunu da
söylemiştir: Buna Muhit sahibi ile Bezzâziye, Feyz, Câmiu'l-Fetevâ ve Dürer
sahipleri kesinlikle kali olmuşlardır. Sonra musannıfın buradaki ibaresini
naklederek;"Anlaşılıyor ki burada ihtilâf edilmiştir. Lâkin zâhir rivayete
göre küfü olmadığı sahihlenmiştir. Mezhep budur, Bahusus Yenâbi sahibi onun
esah olduğunu da söylemiştir." demiştir.
Ben derim ki: Yenâbi sahibinin
sahihlediğinin musannıfın benimsediğinden başka olduğunu gördün. Söylediği
zâhir rivayete gelince: O bu hususta Bahır sahibine tâbi olmuştur. Şarihin
"Bahır sahibi ise bunun zâhir rivayet olduğunu iddia etmiş ilh..."
ifadesi gösteriyor ki. zâhir rivayet olduğu mücerret bir dâvâdır. Delili
yoktur. Delil nâmına yalnız fukahanın metinlerde ve başka yerlerde
"Araplar birbirlerine küfüdürler." sözü gösterilebilir. Yani
başkaları onlara küfü olamaz. Şüphesiz ki bu söz zâhiren mutlak ise de, ulema
onu, "âlim olmayan" diye kayıtlamışlardır. Bunun nice benzerleri
vardır. Çünkü mezhep ulemasının yaptıkları küllî kaidelerden yahut fer'î
meselelerden veya naklî delillerden alarak mutlak ibarelere birtakımkayıt ve
şartlar koymaktır. Burada da öyledir. Fetevâ'i Hayriyye'nin sonunda
zikredilmiştir ki, Kureyşli bir cahil, bir mecliste âlimin önüne geçerse haram
işlemiş olur. Çünkü bütün ulemanın yazdıklarına göre, âlim bir insan
Kureyşliden üstündür. Teâlâ Hazretleri "Hiç bilenlerle bilmiyenler bir
olur mu?" âyet-i kerîmesinde, Kureyşli iIe başkasının arasında fark
yapmamıştır ilh... Fetevâ-i Hayriyye sahibi sözü uzatmıştır. Ona müracaat
edebilirsin. Âyet-i kerîmenin delâleti ve ulemanın acık beyanları ile ilmin
şerefi nesep şerefinden daha kuvvetlî olunca, ulemanın burada mutlak
bıraktıklarını kayıtlamak gerekir. Binaenaleyh ulemanın söyledikleri zâhir
rivayete muhalif değildir. Bir kimsenin "Ebû Hanife, Hasan-ı Basrî ve bunlardan
başka Arap olmayan biri cahil bir Kureyşlinîn yahut topuklarına sîldiren bir
Arabın kızına küfü değildir." demesi nasıl doğru olabilir! Öyleyse
bildiğin gibi Muhit sahibi ve başkaları ulemanın söylediklerine kesin olarak
kail oldularsa, muhakkık İbn-i Hümam ile Nehir sahipleri bunu kabul ettiler;
şarih de onlara uyduysa bu çok görülmez. AIIahu a'Iem,
«Onun için...» Yani ilmin şerefi nesep
şerefinden daha kuvvetli olduğu içindir ki, Ayşe (r.a.) efdaldir denilmiştir.
Çünkü onun ilmi çoktur. Bu sözün zâhirine bakılırsa "Nesep cihetinden
Fâtma efdaldir." denilemez. Çünkü sözün gelişi, iImin şerefinîn nesep
şerefinden daha kuvvetli olduğunu beyan hususundadır. Lâkin şöyle denilebilir:
«Bu, Fâtıma (r.a.)'yı bundan çıkarmakla olur. Çünkü onun hakkında vasıtasız
cüz'iyyet tahakkuk etmiştir.» Onun için İmam Mâlik "Fâtıma, Peygamber
(s.a.v.)'in bir cüzüdür. Onun bir cüzü olan kimseden daha faziletli kimse
olamaz." demiştir. Ama bundan onun alelıtlak faziletli olması lâzım
gelmez. Aksi takdirde Peygamber (s.a.v.)'in diğer kızlarını Hz. Ayşe'den hattâ
dört halifeden üstün tutmak lâzım gelir ki bu, icmâya muhaliftir. Nitekim bunu
İbn-i Hâcer Fetevâ'sında beyan etmîştir. O halde ekseri ulemadan nakledilen
"Ayşe, Fatma'dan efdaldir." Sözü; ilim gibi Cennet'te Peygamber
(s.a.v.) ile beraber olması gibi bazı hususta yorumlanır.
METİN
Bir Hanefî Şâfînin kızına küfüdür. Bize ne
zaman onun mezhebini sorarlarsa, kendi mezhebimizle cevap veririz. Nitekim bunu
musannıf Cevâhiru'l-Fetevâ'ya nisbet ederek anlatmıştır. Köylü kasabalıya
küfüdür. Beldeye itibar yoktur. Nitekim güzelliğe de itibar yoktur. Hâniyye.
Akla ve satışın feshine sebep olan kusurlara da itibar yoktur. Şâfî buna
muhaliftir. Lâkin Nehir'de Merginânî'den naklen "Deli bir erkek akıllı
kadına küfü değildir." denilmiştir. Keza bir çocuk babasının veya
annesinin yahut dedesinin zenginliği ile mehire nisbetle küfü olur. Bunu Nehir
sahibi Muhit'ten nakletmiştir. Maksat mehr-i muacceldir. Nitekim geçti.
Nafakaya nisbetle küfü değildir. Çünkü âdete göre babalar oğulları nâmına mehri
üzerlerine alır, nafakayı almazlar. Zahîre.
İZAH
«Bir Hanefî şâfi'nin kızına küfü'dür
ilh...» Burada küfü sözünden murad, akdin sahih olmasıdır. Yani bir Hanefî
Şâfî'nin kızıyla evlenirse, biz akdin sahih olduğuna hükmederiz. Velev ki kızın
babasının mezhebine göre kız bâkire olursa, bu akit ancak velîsinin
girişmesiyle sahih olsun. Çünkü biz kendi mezhebimizde sahih olduğuna
inandığımız şeyle hüküm veririz. Bezzâziye sahibi diyor ki: «Şeyhülislâma
Şâfiîlerden bülûğa ermiş bir kız kendini bir Hanefî'ye yahut Şâfî'ye babasının
izni olmaksızın nikâhlarsa, sahih olur mu diye sorulmuş. O da evet, her ne
kadar ikisi de sahih olmadığına îtikat etseler de sahihtir. Çünkü biz
mezhebimize göre cevap veririz. Hasmın mezhebine göre cevap vermeyiz. Zira onun
sevaba ihtimalli hata olduğuna inanırız. Bize bu hususta Şâfî'nin mezhebi
nasıldır diye sorarlarsa, onun mezhebine göre cevap vermeyiz demiştir.»
«Zira onun sevaba ihtimalli hata olduğuna
inanırız ilh...» sözü, "Mukallide, efdal olanı taklit gerekir. Tâ ki
mezhebinin daha üstün olduğuna inansın." sözüne istisna eder. Fakat usül
ulemasınca mutemet kavil bunun hilâfıdır. Nitekim kitabın başında arzetmiştik.
Sonra anlattıklarımızdan pekâlâ anlaşılır ki, bu fer'i meseleyi kefâet bâbında
zikretmek münasip değildir.
«Beldeye itibar yoktur» Yukarıda geçen
kefâet nevileri bulunduktan sonra beldeye itibar yoktur. Bahır sahibi diyor ki:
«Köylerde dolaşan tacir, şehirdeki tacirin kızına küfüdür. Çünkü birbirlerine
yakındırlar.»
«Nitekim güzelliğe de itibar yoktur.» Lâkin
dürüstlük, velîlerin yakışıklılık ve güzellikte mücânezete dikkat etmeleridir.
Bunu Tatarhâniyye'den naklen Hindiyye sahibi söylemiştir.
«Akla itibar yoktur.» Kâdıhân Câmi'
şerhinde şöyle demiştir: «Akla gelince: Mütekaddimin ulemamızdan onun hakkında
bir rivayet yoktur. Müteehhirin ise ihtilâf etmişlerdir.» Yani kefâette akıl
mutebermidir değilmidir diye ihtilâf etmişlerdir.
«Kusurlara da itibar yoktur.» Yani kefâetle
satışın bozulmasını gerektiren cüzzam, delilik ve bars gibi kusurlardan selâmet
aranmaz.
«Şâfî buna muhaliftir.» Kadının kocasıyla
oturmaya tâkatı yoksa, ilk üçünde İmam Muhammed de muhaliftir. Şu kadar var ki,
ayrılmak veya fesih zevceye aittir, velîye alt değildir. Nitekim Fetih'te
bildirilmiştir.
«Deli bir erkek akıllı kadına küfü
değildir.» Nehir sahibi diyor ki: «Çünkü nikâhtan beklenen maksatlar elden
gider. Binaenaleyh bu fakirlikten ve sanat bayağılığından daha kötüdür.» Bu
söze itimat gerekir. Zira insanlar deliyi evlendirmek sebebiyle bayağı sanat
sahibi olmaktan daha çok tayib ederler.
«Annesinin yahut dedesinin» sözünü Nehir
sahibi Muhit'e nisbet etmiştir. Fetih'te nine de ziyade edilmiştir. Lâkin yine
orada beyan edildiğine göre, bir çocuğu babasının zenginliği ileküfü saymak
zikredildiği vecihle mehri üzerine almak âdetine mebnîdir. Anne ile dedede bunu
teslim ederiz. Fakat ninede onu üzerine alma âdeti yoktur. Velev ki bazı
zamanlarda bulunsun.
«Nitekim geçti.» Musannıfın "Mal
cihetinden mehir muteberdir." dediği yerde geçmişti.
«Çünkü âdete göre ilh...» ifadesinin
muktezası zamanımızda olduğu gibi küçük oğlu nâmına nafakayı üzerine almak dahi
âdet olsa küfü sayılmasıdır. Hattâ zamanımızda baba hanesinde yaşayan büyük
oğlu nâmına bile nafakayı üzerine almaktadır. Zâhire bakılırsa bununla oğul
küfü olur. Çünkü maksat nafakanın koca tarafından milk, kazanç veya başka bir
yolla hâsıl olmasıdır. Bunu şu da teyid eder ki, Hidâye ve diğer kitapların
sözlerinden hatıra gelen bu bâbta sözün, büyük veya küçük olsun mutlak koca
hakkında olmasıdır. Çünkü Hidâye sahibi şöyle demiştir: «Ebû Yusuf'tan bir
rivayete göre kendisi nafakaya kudreti nazar-ı itibare almış, mehri almamıştır.
Çünkü mehirde müsamaha cereyan eder. Kişi babasının zenginliği ile ona kâdir
sayılır.» Evet, Bedâyi'de şu ziyade vardır: «Zâhir rivayete göre nafaka ile
mehir arasında fark yoktur.» Lâkin musannıfın benimsediği kavli Bahır sahibi
Müctebâ'dan nakletmiş, Müctebâ sahibinin onu sahih kabul ettiğini söylemiştir.
Onu küçük çocuğa tahsis etmesi, büyük çocuğun öyle olmamasını gerektirir. Bunun
vechi şudur: Küçük çocuk zekât bâbında babasının zenginliği ile zengin sayılır.
Büyük çocuk öyle değildir. Lâkin sebep babanın üzerine alması âdetî olduğuna
göre, ikisi arasındaki fark zâhir olmadığı gibi; örf olan yerde büyükle küçük
hakkında mehirle nafaka arasındaki fark da zâhir değildir. Allahu a'lem.
METİN
Kadın kendini mehrinden daha az bir malla
nikâhlarsa, asabe olan velî için mehri mislini tamamlayıncaya yahut ârı def
için hâkim aralarını ayırıncaya kadar itiraz hakkı vardır. Kocası velî
ayırmadan ve zifaf olmadan karısını boşarsa, karısına müsemmanın yarısı
verilir. Zifaftan önce onları birbirinden velî ayırırsa kadına mehir yoktur.
Zifaftan sonra ayırırsa, kadına mehr-i müsemma verilir. Keza araları ayrılmadan
biri ölürse, ölümle nikâh sona erdiği için velînin tamamlatmayı istemeye hakkı
yoktur. Cevâhiru'l-Fetevâ. Bir kimse birine, kendisine bir kadın nikâhlamasını
emreder de, o da bir cariye nikâhlarsa caiz olur. İmameyn sahih olmadığını
söylemişlerdir. İstihsan da budur. Bunu Hidâye'ye tebean Mültekâ sahibi söylemiştir.
Tahâvî şerhinde fetva için İmameyn'in kavlinin daha güzel olduğu
bildirilmiştir. Ebu'l-Leys bunu tercih etmiş; musannıf da bunu ikrar
eylemiştir.
İZAH
«Mehrinden daha az bir malla ilh...» Yani
herkesin aldanmayacağı şekilde nikâhlarsa demektir. Bundan muradın ne olduğunu
önceki bâbta anlatmıştık.
«Asabe olan veli için itiraz hakkı vardır.»
Kadın akılsızsa, başka akrabalarına ve hâkime itiraz hakkı yoktur. Nitekîm
Zahîre'de beyan edilmiştir. Nehir. Zahîre'nin ifadesi şudur: «Hacredilen kadın
mehr-i mislinden daha az bir malla evlenirse, hâkimin ona itiraza hakkı yoktur.
Çünkü harç maldadır, nefiste değildir.» Bahır.
Ben derim ki: Lâkin Zahîriyye'nin harç
bahsinde şöyle denilmektedir: «Kocası o kadınla zifaf olmamışsa, bazılarına
göre ona "Karının mehr-i mislini tamamla" denilir. Razı olursa ne
âlâ; olmazsa araları ayrılır. Zifaf olmuşsa, mehri tamamlaması gerekir, araları
ayrılmaz. Çünkü ayrılık mehr-i misil noksanlığından ileri gelecekti. Mehr-i
mislini ödeyînce bu ortadan kalkar.» İtiraz hakkı vardır sözünden, akdin sahih
olduğu anlaşılır. Evvelce görmüştük ki, kadın dengi olmayan biriyle evlenirse,
fetva için tercih edilen kavil imam Hasan'ın riayetidir. Yanî akit sahih olmaz.
Böyle bir rivayeti burada zikreden görmedim. Bunun muktezası, akdin sahih
olduğunda hilâf bulunmamaktır. Vechi herhalde şu olsa gerektir: Burada mehr-i
misli tamamlamak suretiyle istidrak mümkündür. Kefâet bulunmamak bunun
hilâfınadır. Allahu a'lem.
«Yahut hâkim araları ayırıncaya kadar
ilh...» Hindiyye'de Sirâc'dan naklen şöyle denilmiştir: «Bu ayrılık ancak hâkim
huzurunda olur. Hâkim aralarının ayrılmasına hükmetmemiştir. Binaenaleyh talâk,
zıhâr, îlâ ve mirasın hükmü bâkîdir.»
«Ârı def için» sözüyle şarih İmameyn'in
"Velî için itiraz hakkı yoktur." sözüne cevap vermeye işaret
etmiştir. Çünkü on dirhemden yukarısı kadının hakkıdır. Kendi hakkını ıskat
edene itiraz olunmaz. Ebû Hanife'nin delili şudur: Veliler mehirlerin
pahalılığı ile övünürler. Azlığı ile de ayıplanırlar. Böylece kefâete benzer.
Bahır. Metinler İmam-ı Azam'ın kavline göre yazılmıştır.
«Müsemmanın yansı verilir.» Yani velîler
mehri tamamlamasını isteyemezler. Çünkü bu nikâh devam ettiği zaman olur.
Halbuki nikâh kalmamıştır.
«Kadına mehir yoktur.» Çünkü ayrılık hak
sahibi tarafından gelmiştir. Bu ayrılık fesihtir. Bunu Tahtâvî Mültekâ
şerhinden nakletmiştir.
«Mehr-i müsemma verilir.» Bu, akılsız
kadından başkaları hakkındadır. Akılsız kadın hakkında ise zifaftan sonra
ayırma yoktur ve bildiğin gibi mehr-i misil lâzım gelir.
«Ölümle nikâh sona erdiği için» velînin
fesih istemeye hakkı yoktur. Mehr-i mislini tamamlamak da lâzım gelmez. Çünkü
kocanın buna katlanması ancak fesih korkusundandır.Halbuki ölümle nikâh sona
ermiştir.T.
«Bir kimse birine ilh...» cümlesi ile
musannıf bazı vekil ve fuzûli meselelerin boşlamaktadır. Bunları velî bâbında
zikretmesi, vekâlet velâyetin bir nevi olduğundandır. Çünkü onun tasarrufu
müvekkili nâmına geçerlidir. Fuzûli'nin yaptığı akit de razı olmakla geçerlidir
veonu vekil hükmüne koyar. Kenz ve diğer kitaplarda bu hususta ayrı bir fasıl
yapılmıştır. Mâlûmun olsun ki nikâha vekil olmak için şahitlik şart değildir.
Şahitlik vekilin yaptığı akit için şarttır. Vekâlet için şahit bulundurmak,
müvekkilin onu inkârından korkulduğu zaman gerekir. Fetih.
«Bir kadın nikâhlamasını...» Yani belirsiz
bir kadın almasını demektir. Bununla neden ihtiraz ettiği ileride gelecektir.
Musannıf cariyeyi mutlak söylemiştir. Binaenaleyh mükâtebe ile ümmüvelede de
şâmildir. Yalnız cariyenin vekilin malı olmaması şarttır. Çünkü töhmet vardır. Cariye
sözü; kör, elleri kesik, felçli ve deli olan cariyeye de şâmildir. İmameyn buna
muhaliftir. Cima edilemeyecek kadar küçük olursa, bil ittifak caiz değildir.
Bazıları bunun da ihtilâflı olduğunu söylemişlerdir. Fetih. Bahır'da şu da
ziyade edilmiştir: «Yahut kitâbiyye veya talâkına yemin edilmiş olsun veya
kocası îlâ yapmış yahut müvekkilin iddeti içinde bulunsun; yahut mehirde fazla
aldatma olsun.»
«Caiz olur.» Bazı nüshalarda geçerli olur
denilmiştir. En münasibi de odur. Çünkü sözümüz cevazda değil; geçerli olup
olmadığındadır. H.
«İmameyn sahih olmadığımı söylemişlerdir.»
Yani âmir reddettiği zaman caiz olmadığını söylemişlerdir. Burada evlâ olan,
geçerli olmadığını söylemişlerdir demekti. Tâ ki akdin mevkuf olduğunu ifade
etsin. İmam-ı Âzam kavlinin vechi şudur: Bu, sözü mutlak bırakmaya ve töhmet
bırakmamaya dönmektir. İmameyn'in kavlinin vechi de şudur: Mutlak olan söz örfe
göre anlaşılır. Örf-ü âdet ise, küfü ile evlenmektir. Bunun cevabı şudur: Örf,
evlenme meselesine küfü olanlarla olmayanlar arasında müşterektir. Tamamı
Fetih'tedir.
«İstihsan da budur.» Hidâfye'de şöyle
denilmiştir: «Vekâlet bâbında zikredilmiştir ki, burada kefâete itibar etmek,
İmameyn'e göre istihsandır. Çünkü herkes mutlak evlenmekten âciz değildir.
Binaenaleyh küfü ile evlenmek hususunda başkasından yardım istenilmiştir.»
Fetih sahibi diyor ki: «Bu sözde, İmameyn'in kavlini tercih ettiğine işaret
vardır. Çünkü istihsan başkasına tercih edilir. Yalnız mâlûm birkaç meselede
edilmez. Hak şudur ki, İmam-ı Âzam'ın kavli kıyas değildir. Çünkü o, söylenen
sözün kendini ele almıştır. Şu halde iki istihsandan hangisinin evlâ olduğuna
düşünmek kalır.» Söylenen sözden murad, müvekkilin sözüdür.
METİN
İmamlarımız şuna ittifak etmişlerdir ki, o
kimse buna kendi küçük kızını veya velîsi bulunduğu bir kadını nikâhlasa caiz
olmaz. Nitekim muayyen bir kadını yahut hürre veya cariye nikâhlamasını emretse
de, emrine uyması; yahut kadın kendisini evlendirmeyi emrederek kiminle
olacağını tayin etmese, bu da onu küfü olmayan birine verse bil ittifak caiz
olmaz. Bir kadın nikâhlamak için memur olan kimse ona bir akitle iki kadın
nikâhlasa geçerli olmaz. Çünkü emre uymamıştır. Ama âmir, kadınların her
ikisine veya birine razıolabilir. Kadınları iki akitle nikâhlarsa birinci akit
geçerli, ikincisi mevkuf olur. Âmir ona bir akitle iki kadın nikâhlamasını
emreder de, o bir kadın nikâhlar yahut iki akit!e iki kadın nikâhlarsa caiz
olur. Ancak âmir "Bana bir akitle iki kadından başkasını alma!";
yahut "İki akitle iki kadından başkasını alma." derse, buna muhalefet
etmesi caiz değildir.
İZAH
«Kendi küçük kızını» demesi şundandır:
Çünkü büyük kızını onun rızasıyla nikâhlarsa, İmam-ı Âzam'a göre caiz olmaz;
İmameyn'e göre olur. Ama kendi büyük kız kardeşini onun rızasıyla nikâhlarsa
bil ittifak caiz olur. Bahır. Bu ifadenin bir misli de Zahîre'dedir.
«Nitekim muayyen bir kadını» sözü.
musannıfın, "bir kadın nikâhlamasını" sözünden ihtirazdır. Meselâ bin
dirhem olacak diye mehri tayin eder de vekil daha fazlasıyla nikâhlarsa, hüküm
yine böyledir. Bunu bilmeyerek o kadınla zifaf olursa muhayyerdir. Kadından
ayrılırsa, mehr-i misille mehr-i müsemmanın az olanını verir. Vekili kadın
tayin ederse, mehrinin bin dirhem olacağını söyler de onu nikâhlarsa, kocası
-velev ki zifaftan sonra olsun- "ben seni bir altın mehirle aldım"
der, vekil de tasdik ederse. kocası onun bir altına vekâlet vermediğini ikrar
ettiği takdirde kadın muhayyerdir. Reddederse, kaça çıkarsa çıksın mehr-i misli
verilir. Ona iddet nafakası yoktur. Çünkü reddetmekle anlaşılır ki zifaf mevkuf
bir nikâh esnasında olmuştur. Bu da mehr-i misli icabeder, iddet nafakasını
icabetmez. Kocası onu yalanlarsa, yemini ile beraber söz kadınındır. Bunu
reddederse, cevabın geri kalanı hali üzeredir. Bunda ihtiyat icabeder. Çünkü
çok defa kadının ondan çocukları olabilir de, sonra kadın vekilin kendisini ne
kadar mehirle nikâhladığını inkâr eder. Söz kadının olur. O da nikâhı reddeder.
Bu satırlar kısaltılarak Fetih'ten alınmıştır. Bezzâziye sahibi diyor ki: «Bu,
mehri söylediğine göredir. Mehirden bahsetmez de vekil onu mehr-i mislinden
fazlasıyla ve kimsenin aldanmayacağı bir miktarla yahut mehr-i mislinden daha
azla kimsenin aldanmayacağı bir şekilde nikâhlarsa, İmam-ı Âzam'a göre akit
sahih olur. İmameyn buna muhaliftir. Lâkin velîler için kadın tarafından itiraz
hakkı vardır. Bu, kendilerinden ârı def etmek içindir.» Velî bâbında
söylediklerimize bak!
«Bil ittifak caiz olmaz.» Çünkü kefâet
kadın hakkında muteberdir. Dâmat küfü olur da; kör, kötürüm, çocuk veya bunak
çıkarsa, bu caizdir. Enenmiş veya aleti kalkmaz çıkarsa, hüküm yine böyledir.
Velev ki bundan sonra kadın için ayrılma hakkı olsun. Bahır. Bundan sonra Bahır
sahibi şöyle diyor: «Vekil kadını kendi babasına veya oğluna nikâhlasa. İmam-ı
Âzam'a göre caiz olmaz. Her nerede vekilin fili geçersiz sayılırsa, akit de
müvekkilin icazesine mevkuf olur. Bütün bu söylediklerimiz hususunda elçinin
hükmü de vekilin hükmü gibidir. Evlenen bir kadının boşanıp iddetini
bitirdikten sonra nikâhına vekil tayin etmek sahihtir. Meselâ birini, evlenen
kadını kendisine nikâhlamasına vekil etmiştir. Kadın boşanır veiddetini bitirir
de onu bu müvekkile nikâhlarsa sahih olur.
«Bir kadın nikâhlamak için» diyerek kadını
belirsiz bırakması şundandır: Muayyen bir kadın söyler de başka bir kadınla onu
da nikâhlarsa, muhalif hareket etmiş sayılmaz. Tayin ettiği kadın hakkında
nikâh geçerlidir. Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Bir kimseyi, ya filan kadını
yahut filanı nikâhlamak için vekil tayin ederse, hangisini nikâhlasa caiz olur.
Bu kadarcık bilinmezlikle tevkil bâtıl olmaz.» Nehir.
«Çünkü emre uymamıştır. » Bu talih
yetersizdir. Hidâye'nin ibaresi şöyledir: «Çünkü birinin nikâhını geçerli
saymaya imkân yoktur. Buna sebep muhalefettir. Muayyen olmayarak birinin
nikâhını geçerli saymaya da imkân yoktur. Çünkü belli değildir. Tâyine de imkân
yoktur. Çünkü evleviyet yoktur. Binaenaleyh aralarını ayırmak düşer.»
«Ama âmir kadınların her ikisine veya
birine razı olabilir.» Bununla Zeylâî, Hidâye'nin, "Binaenaleyh ayırmak
düşer." sözüne itiraz etmiştir. Bahır sahibi buna cevap vererek;
"Onun maksadı. cevaz bulunmadığı vakittir. Her ikisinin yahut birinin
nikâhına cevaz verirse geçerli olur" demiştir.
«İkincisi mevkuf olur.» Çünkü vekil onun
hakkında fuzûlidir. T.
«Ancak âmir ilh...» Gâyetü'l-Beyân'da şöyle
denilmiştir: «Vekile bir akitle iki kadın nikâhlamasını emreder de vekil bir
kadın nikâhlarsa caiz olur. Fakat bana bir akitle ancak iki kadın
nikâhlayacaksın derse caiz olmaz.» Yani bir kadın nikâhlaması caiz olmaz. Ona
iki akitle iki kadın nikâhlarsa, zâhire göre caiz olmaz. Çünkü bir akitle sözü,
inhisarda dahildir. Şarihin sözünden anlaşılan da budur. Muhit'te şöyle
denilmiştir:«Vekile bir akitle iki kadın emreder de, vekil iki akitle iki kadın
nikâhlarsa caiz olur. Ama, "Bana iki kadını ancak iki akitle
nikâhla." der de, onları bir akitle nikâhlarsa caiz olmaz. Fark şudur:
Birincide vekâleti toplu halde isbat etmiş; ayrı ayrı olurlarsa kabul
etmeyeceğini resmen söylemeyip susmuştur. Toptan diye söylemek, ondan başkasını
nevi değildir. ikincide ayrı ayrı olursa vekâleti nefyetmiştir. Bu nevi bir
mânâ ifade eder. Çünkü toplu olmakta, maksadının hemen hâsıl olması vardır.
Binaenaleyh ayrı ayrı nikâhlamaya vekil olmamıştır.» Zahire bakılırsa, bu
şekilde nefyeder de vekil ona bir kadın nikâhlarsa sahih olur, ayrı akitle
ikinciyi nikâhlamasına tevakkuf etmez. Keza şarihin dediği şekilde nevi derse,
yani bana iki akitte ancak iki kadın nikâhla derse, hüküm yine budur. Ama bu
onun sözünden anlaşılanın hilâfınadır,
METİN
Sair akitlerde, nikâh olsun satış veya
başkası olsun icap mecliste olmayan birinin kabulüne tevakkuf etmez. Bilâkis
icap bâtıl olur. Ona bil ittifak cevaz laîk olmaz. Nikâhın iki tarafını bir
kişi üzerine alabilir. Yani bir kişi, kabul yerine geçecek bir icapla beş
surette nikâh yapabilir:
1) iki taraftan velî,
2) İki taraftan vekil,
3) Bir taraftan asil, bir taraftan vekil.
4) Bir taraftan asil, bir taraftan velî,
5) Bir taraftan velî, diğer taraftan vekil
olur. Buna misal. "Kızımı müvekkilime verdim" demektir. Ancak bu bir
kişi, hiçbir taraftan fuzûli olmamalıdır. Râcih kavle göre velev ki her iki
sözü söylesin. Çünkü onun kabulü şer'an muteber değildir. Tekarrur etmiş bir
kaidedir ki icap, gaip bir kimsenin kabulüne tevakkuf etmez.
İZAH
«Mecliste olmayan birinin kabulüne tevakkuf
etmez.» Yani mecliste bulunan kimse bir taraftan veya her iki taraftan fuzûli
olarak icap yaparsa, gaibin kabulüne tevakkuf etmez, bâtıl olur.
«Sair akitlerde...» Musannıf Minah'ta şöyle
demiştir: «Bu tabir Kenz'deki gaipte olup nikâh edenin kabulüne, sözünden daha
iyidir. Çünkü onun sözü bunun nikâha mahsus olduğu zannını verebilir. Halbuki
öyle değildir. »
«Bilâkis icap bâtıl olur.» Tevakkuf
etmeyince, yalnız icapla yetinerek sözün tam olduğu zannedileceğinden şarih bu
zannı gidermek için bilâkis icap bâtıl olur demiştir. Bâtıl olduğu yer, gaip
namına fuzûlî kabul etmediği vakittir. Onun namına kabul ederse, onun kabulüne
tevakkuf eder. T.
«Ona bilittifak cevaz laîk olmaz.» Yani
diğerine icap varır da kabul ederse, akit sahih değildir. Çünkü bâtıla cevaz
yoktur. T.
«Kabul yerine geçecek bir icapla...» Meselâ
filan kızı kendime aldım demekle nikâh olur. Çünkü bu, iki tarafın sözlerini
tazammun eder ve ondan sonra bir kabule hâcet yoktur. Bazıları, kendisinin asil
olduğunu gösteren bir söz söylemesi. meselâ filan kızı zevceliğe aldım demesi şarttır
demişlerdir. Naip olarak nikâh kıyması bunun hilâfınadır. Onda filan kızı
kendime tezviç ettim der.
«İki taraftan veli» olur ve oğluma
kardeşimin kızını nikâh ettim der.
«İki taraftan vekil» müvekkilime müvekkilem
filan hızı nikâhladım der. Tahtâvî diyor ki: «Onun ve kadının vekil olduğuna ve
akde iki şahit kâfidir. Çünkü bir şahit birçok şahitlikleri üzerine alabilir.»
Evvelce arzetmiştik ki, vekâlete şahitlik ancak inkâr edildiği zaman lâzımdır.
«Bir taraftan asil, bir taraftan vekil
olur.» Meselâ bir kadın kendisini ona nikâhlamak için onu vekil eder.
«Bir taraftan asil, bir taraftan veli
olur.» Meselâ küçük bir amca kızı olur da ondan başka volîsi yoktur. Bu
takdirde onu kendine nikâh ederken, müvekkilemi yahut amcam kızınıkendime aldım
der.
«Kızımı müvekkilime verdim. » cümlesi
beşinci surete misâldir. Adıyla, nesebiyle tarif mutlaka lâzımdır. Musannıfın
bunu söylememesi, evvelce geçtiği içindir.
«Hiçbir taraftan fuzûli olmamalıdır.» İki
taraftan yahut birisi tarafından fuzûli olup diğer taraftan asil veya vekil
yahut velî olursa, bu dört surette nikâh mevkuf olmayıp İmam-ı Azam'la İmam
Muhammed'e göre bâtıl olur. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir. Ona göre gaibin
kabulüne mütevakkıf olur. Nasılki gaip namına başka bir fuzûli kabul etse bil ittifak
nikâh mevkuf olur. Geçen beş suret bil ittifak geçerlidir. Onuncu bir suret
kalır ki aklidir. O da iki taraftan asil olmaktır. Ama bu imkânsız olduğu için
musannıf onu zikretmemiştir.
«Velev ki her iki sözü söylesin.» Yani
filanı tezviç ettim ve onun namına kabul ettim diyerek hem icabı hem kabulü
yapmış olsun. Bu cümle, mefhum üzerine yapılan bir mubalâğadır. Mefhum şudur:
İmam-ı Azam'la imam Muhammed'e göre bir kişi fuzûli olursa, velev bir taraftan
fuzûli olsun ve ister icapla kabulden birini söylesin, ister ikisini de
söylesin nikâhın iki tarafını üzerine olamaz. Hidâye hâşiyelerinin ve Kâfî
şerhinin ifadeleri buna muhaliftir. Onların ifadelerinde, "Tarafeyn'e göre
nikâhın bâtıl olması, ancak fuzûli icapla kabulden birini söylediği zamandır.
ikisini de söylerse nikâh bâtıl olmaz. Bilâkis bil ittifak gaibin kabulüne
mütevakkıf olur." denilmiştir. Fakat Fetih sahibi bunu reddetmiş;
"Hak bunun hilâfınadır. Mezhep sahiplerinin ifadelerinde bu kayıt yoktur
Onlardan nakledilen sadece İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'e göre bir kişinin
nikâhın iki tarafını üzerine alamamasıdır ki, bu söz mutlaktır." demiştir.
«Çünkü onun kabulü...» Yani iki tarafı
üzerine olan fuzûlinin kabulü muteber değildir.
«Tekarrur etmiş bir kaldedir ki ilh...»
Bunun hâsılı şudur: icap fuzûli tarafından yapılıp o mecliste velev ki başka
bir fuzûli tarafından olsun kabul eden bulunmayınca bâtıl olur. Gaibin kabulüne
tevakkuf etmez. Artık akdi yapanın ondan sonra kabul etmesi de fayda vermez.
Bununla o kimse iki taraftan fuzûli olmaktan çıkmaz. Fetih sahibi diyor ki:
«Bir kişinin iki sözünün tam bir akit sayılması, iki taraftan yahut tarafların
birinden memur olmasının eseridir. O kimse öteki tarafı üzerine alabilir.»
METİN
Köle ve cariyenin efendisinden izinsiz
kıyılan nikâhı icazesine mevkuftur ve fuzûlinin nikâhı gibidir. Satışlar
bahsinde gelecektir ki, akit zamanında cevaz veren bulunursa, fuzûlinin bütün
akitleri mevkuf olur. Bulunmazsa bâtıldır.
İZAH
«Kölenin nikâhı» velev ki müdebber veya
mükâteb olsun, «Cariyenin nikâhı» velev ki ümmüveled olsun.
«İcazeye mevkuftur.» Yani efendisinin
iznine yahut akitten sonraya kalan izinden sonra kölenin icazesine bağlıdır.
Zira Bahır'da Tecnis'ten naklen, "Köle efendisinden izinsiz evlenir de
sonra izin verirse, geçerli değildir. Çünkü izin vermek icaze değildir.
Binaenaleyh akdi yapan kölenin cevaz vermesi mutlaka tâzımdır. Velev ki akdi
kendi yapsın." denilmiştir.
«Ve fuzûlinin nikâhı gibidir.» Yani
fuzûlinin asil, veli veya vekil yahut fuzûli olsun bir başkasıyla beraber
yaptığı nikâh mevkuftur. Ama iki taraftan yahut tarafların birinden fuzûli
olarak akdin her iki tarafını üzerine alırsa, bu nikâh mevkuf değildir.
Yukarıda geçtiği vecihle imam Ebû Yusuf bunu muhaliftir. Bahır sahibi diyor ki:
«Fuzûli, velâyet veya vekâleti olmaksızın başkası namına tasarrufta bulunan
yahut ehil olmadığı halde; kendi namına tasarruf eden kimsedir. Bunu, yani
kendi namına sözünü ziyade etmemiz, izinsiz nikâh eden kölenin nikâhı dahil
olsun diyedir. Buna fuzûli dersek dahildir.Aksi takdirde. hükümde fuzûliye mülhaktır.»
Küçük çocuk köle gibidir. Bahır sahibinin akdedendir demeyip, tasarruf eden
demesi, yemin dahil olsun diyedir. Nasıl ki bir kimse başkasının karısının
talâkını; meselâ hâneye girmeye tâlik etse, kocanın icazesine tevakkuf eder.
Cevaz verirse tâlik caizdir. Cevaz verdikten sonra girdiği takdirde kadın boş
düşer. Daha önce girerse; kocası, bu talâkı aleyhime geçerli kıldım demedikçe
boş düşmez. Bu yemini aleyhime geçerli kıldım derse, kendisine yemin lâzım
gelir. İcazeden sonra söylemedikçe talâk vâki olmaz. Nitekim Fetih'te Câmi ve
Müntekâ'dan nâklen böyle denilmiştir.
«Cevaz veren bulunursa ilh...» Cevaz vereni
Nihâye sahibi, fuzûli olsun, vekil veya asil olsun, icabı kabul eden biri varsa
diye tefsir etmiştir. Nihâye sahibi fuzûlinin satışı faslında şunları
söylemiştir: «Bir çocuk malını satar veya satın alırsa; yahut evlenir veya
cariyesini evlendirirse veya kölesini mükâteb yaparsa, bu gibi şeylerde
tasarrufu velînin icazesine mevkuf olur. Çocuk bulûğa erer de cevaz verirse
geçerli olur. Karısını boşar veya hul' olursa; yahut kölesini mal karşılığında
veya karşılıksız olarak âzâd ederse; yahut hîbe veya sadaka verir veya kölesini
evlendirirse; yahut malını çok aşağı fiyatla satarsa veya fazla aldanarak satın
alırsa, hâsılı velisi yapmış olsa geçersiz sayılacak buna benzer şeyler yaparsa
bâtıl olur. Çünkü akit zamanında cevaz veren yoktur. Ancak icaze sözü iptidaen
akit yapmaya elverirse, inşa yoluyla sahih olur. Meselâ bülûğa erdikten sonra
bu talâkı veya âtâkı îkâ ettim derse olur.»
Fetih sahibi diyor ki: «Bu, burada cevaz
verenin mutlak surette bul eden veya velî olan değil de, akdi yürürlüğe koymaya
kudreti olan o tefsirini gerektirir. Çünkü bu suretlerde akît mevkuf değildir.
Velev ki başka bir fuzûli yahut velî kabul etsin. Çünkü velînin onu geçerli
kılmaya kudreti yoktur. Bu izaha göre cevaz vereni bulunmayan yani cevaz
vermeye muktedir kimsesi bulunmayan akit bâtıl o!ur. Nasıl ki bir kimsenin
nikâhı altında hür bir kadınbulunur da, fuzûli birisi ona bir cariye yahut
karısının kız kardeşini veya beşinci bir kadın yahut iddet bekleyen bir kadın
veya deli bir kadın dâr-ı harpte kalmış yetim küçük bir kıza nikâhlarsa; yahut
sultan veya hâkim bulunmazsa, akit zamanında yürürlüğe sokabilecek bir kimse
bulunmadığı için bâtıl olur. Hattâ sâbık karısının ölümüyle ve iddet bekleyenin
iddeti geçmekle mâni ortadan kalkar da cevaz verirse geçerli olmaz. Ama akit
zamanında yürürlüğe sokabilecek bir kimse bulunursa mevkuf olması icabeder.
Çünkü yürürlüğe sokacak kimse mevcuttur.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
«Mevkuf olması icabeder.» sözünün mânâsı;
kadın âkıl bâliğ olduktan sonra cevaz verirse geçerli olur demektir. Çünkü akit
zamanında cevaz veren bulunması lâzım gelir sözünden. bunun mutlaka neseben
velîlerden olması icabetmez. Nitekim Önceki bâbta geçmişti.
METİN
Amca oğlunun amcasının küçük kızını kendine
almaya hakkı vardır. Kız büyük olursa ondan mutlaka izin istemek gerekir. Hattâ
izin almadan onunla evlenir de susarsa; yahut açıkça razı olduğunu söylerse.
İmam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e göre caiz olmaz. İmam Ebû Yusuf caiz olduğunu
söylemiştir. Âzâd edilen mevlâ ile hâkim ve sultan da böyledir. Cevhere. Yani
yukarıda geçtiği gibi küçük kızın hilâfınadır. Nitekim geçti. Düzeltilmelidir.
Bu takdirde amca oğlu bir taraftan asıl, diğer taraftan velî olur. Nitekim
vekil için de bu hak vardır. Yani kadının kendine alabilirsin diye vekil tayin
ettiği kimse onu kendine nikâhlayabilir ve bir taraftan asıl, diğer taraftan
vekil olur.
İZAH
«Amca oğlunun ilh...» Bu mesele, bir
taraftan fuzûli olmayan bir kimse nikâhın iki tarafını üzerine alabilir,
meselesinin ferlerindendir. Burada onu kendi tarafından asaleten, kadın
tarafından velâyeten üzerine alır. Bunak ve deli kadınlar da küçük kız
gibidirler. Şüphesiz ki murad, kendisinden daha yakın veli bulunmadığı zaman
demektir.
«Ondan mutlaka izin istemek gerekir.» Yani
onunla kendisi evlenmek isterse, akitten önce mutlaka iznini almak gerekir.
«İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'e göre caiz
olmaz. » Çünkü kız tarafından fuzili olarak nikâhın icap ve kabulünü üzerine
almıştır.
Binaenaleyh Tarafeyn'e göre bu nikâh mevkuf
değil bâtıldır. Mevkuf olmayınca, sonradan susmak veya açık cevaz vermekle
yürürlüğe girmez. Ama bu, söylediğimiz gibi kızla kendisi evlendiğine göredir.
Kızı izin almadan başkasına nikâhlar da kız bâkire olup susarsa; yahut dul olup
razı olduğunu acık söylerse bu, cevaz vermek sayılır. Çünkü mevkuf olarak akit
mevcuttur. Çünkü iki taraftan birine velî olmamış, asil veya velî yahut vekil
veya fuzûli olan bir başkasıyla akdi birlikte yapmıştır. O zaman mesele, ve
fuzûlinin nikâhı gibidir sözününfertlerinden olur.
«Cevhere...» Amca oğlunun diye başlayıp
buraya kadar devam eden söz Cevhere'nin ibaresidir. H.
«Yani küçük kızın hilâfınadır.» Bunun izahı
şöyledir: Cevhere'nin, "Azâd edilen «mevlâ ilh..." sözü, evvelâ amca
oğlunun zikredilmesinin kayıt olmadığına işarettir. Ondân murad, evlenip
evlendirmeye velâyeti olan kimsedir. Zâhirine bakılırsa, bu ta'mim küçük ve
büyük kızlarda da câridir. Yani velî küçük kızla evlenebilir. Büyük kızla de
evlenebilirse de bu izin almak suretiyle olur. Büyük kız hakkkında bu doğrudur.
Küçük kıza gelince: Onun hakkında doğru değildir. Çünkü hâkimle sultanın
kendilerinden başka velîsi olmayan küçük kızı evlendirmeye hakları yoktur. Zira
onların fiili hükümdür. Binaenaleyh Cevhere'nin, "Âzâd edilen mevlâ da
böyledir ilh..." sözü, "kız büyük olursa" sözüne râcî olmak
gerekir. Tâ ki yalnız onun hakkında velîyi tamim etmiş olsun. Şarihin,
"Yukarıda geçtiği gibi küçük kız bunun hilâfınadır." sözünün mânâsı
budur. Yani bundan önceki bâbın fer'î meselelerinde. "Hâkim küçük kızı
kendine nikâhlayamaz ilh..." dediği yerde geçmişti.
Lâkin Cevhere'nin sözünü buna yorumladıktan
sonra bir işkâl daha kalır. O da şudur: Hâkim ve sultan, küçük kızı kendilerine
alamazlar. Çünkü onların fiili yukarıda geçtiği vecihle hükümdür. Ama bu, âzâd
edilen mevlâ hakkında zâhir değildir. Onu bunlarla beraber zikretmesi büyük
kıza nisbetle zâhir olsa bile, büyük kız diye yaptığı kayıttan anlaşılan küçük
kıza nisbetle zâhir değildir. Onun için şarih düzeltilmelidir demiştir. Öyle
anlaşılıyor ki, âzâd edilen mevlânın âzâd ettiği küçük kızı kendine nikâh
etmesine mâni yoktur. Çünkü ondan daha yakın velî yoktur. Bu takdirde mücbir
mevlâ odur ve amca oğlu gibi kendi tarafından asıl, kız tarafından velî olur. Böylece
ulemanın, "Bir taraftan fuzûli olmayan bir kimse nikâhın iki tarafını
üzerine alabilir." sözünde dahildir. Bu söz Cevhere'nin düzeltilmemiş olan
ifadesine aykırı değildir. Zira hâkimde mâni bulunmasa ki bu mâni onun fiilinin
hüküm sayılmasıdır. O da bu kaidede dahil bulunurdu. Mevlâ hakkında bir mâni
yoktur. Binaenaleyh o kaidede dahildir. Şu da var ki, mevlâ hâkim gibi olsa, o
kızı oğluna ve lehine cehaleti kabul edilmeyen emsaline nikâhlamaya hakkı
olmamak lâzım gelir.
Fetih sahibinin Tecnis'ten naklettiği şu
ibare ona muhaliftir: «Hâkim velîsi bulunduğu küçük kızı oğluna nikâhlarsa,
vekil gibi caiz olmaz. Sair velîler bunun hilâfınadır. Çünkü hâkimin tasarrufu
bir hükümdür. Onun oğlu için hükmetmesi caiz değildir. Velînin tasarrufu bunun
hilâfınadır.» Sair velîler bunun hilâfınadır sözü, âzâd edilen mevtâya
şâmildir. Bu onun hâkim gibi olmadığını açık göstermektedir.
T E M B İ H : Yukarıda geçmişti ki, âzâd
edilen kimse asabilerin sonudur. Onun evlendirme hakkı vardır. Velev ki kadın
olsun. Sonra sıra oğullarına gelir. Velev ki aşağı doğru insinler. Sonra
tertiplerine göre neseben asabilerine sıra gelir. Nitekim Fetih'te beyan
edilmiştir. Görüyorsun ki küçük kızla onun bizzat evlenmeye hakkı vardır. O
halde oğulları ile asabileri de öyledir. Keza bir kadın kendini âzâd eden küçük
çocukla evlenirse hüküm budur. Allahu a'lem.
Vekîl için de bu hak vardır.» Yani kadını
şahitlere tanıtmak yahut kadını kendi adıyla, babasının ve dedesinin adlarıyla
söylemek şartıyla kendine nikâh edebilir. Kadın peçeli olarak orada bulunursa,
ona işaret etmek de kâfidir. Hassâf'a göre bunların hiçbiri şart değildir.
"Kendimi müvekkilem ile evlendirdim." demesi yeter. Nitekim Fetih ve
Bahır sahiplerî izah etmişlerdir. Biz evvelce musannıfın, "iki şahit bulunmak
şartıyla" dediği yerde bu hususta söz etmiştik.
METİN
Kadının kendini bir adamla evlendirmek için
onu vekil etmesi, onun da kadım kendine olması bunun hilâfınadır. Çünkü kadın
onu evlenmek için değil evlendirmek için tayin etmiştir. Kadının onu kendi
işlerinde tasarruf için vekil etmesi; yahut ona, beni dilediğin kimseyle
evlendir demesi de bunun hilâfınadır. Onunla kendisînin evlenmesi sahih
değildir. Nitekim Hâniyye'de beyan edilmiştir. Kaîde şudur: Vekil hitap ile
marifedir. Nekireye dahil olamaz. Cevaz vermeye hakkı olan bir kimse, fuzûlinin
nikâhına onun ölümünden sonra cevaz verse sahih olur. Çünkü şart, akdin
sahibiyle, akdi yapanlardan birinin yalnız kendisî için bulunmasıdır. Satışına
cevaz vermesi bunun hilâfınadır. Çünkü dört şeyin bulunması şarttır. Nitekim
satışlar bahsinde gelecektir.
FER'î MESELELER: Fuzûli cevaz verilmeden
nikâhı bozmaya salâhiyettar değildir. Satış bunun hilâfınadır. Vekilin akdi
yürürlüğe girmek için mehr-i müsemmaya razı olması şarttır. Elçinin hükmü de
vekil gibidir.
İZAH
«Bir adamla...» Yani belli olmayan bir
adamla evlendirmeye vekil etmesi doğru değildir. Belli bir odamla evlendirmek
için vekil etmesi evleviyetle caiz olamaz Hindiyye'de Muhit'ten naklen şöyle
denilmektedir: «Bir adam kendini evlendirmek için bir kadın vekil etse, o da
ona kendini nikâhlasa caiz olmaz.»
«Onun da kadını kendine alması» keza
babasına veya oğluna alması Ebû Hanife'ye göre caiz değildir. Nitekim Bahır'dan
naklen arz etmiştik. Çünkü vekil töhmet sebebiyle lehine şehadeti kabul
edilmeyen bir kimseyle akit yapamaz.
«Çünkü kadın iIh...» cümlesi, o kadını
babasına veya oğluna nikâhlasa caiz olur zannını vermektedir. Halbuki caiz
olmadığını biliyorsun.
«Kadının onu kendi işlerinde tasarruf için
vekil etmesi» de bunun hilâfınadır. Yani o kadınıalması doğru değildir. Çünkü
kadın ona, beni kocaya ver diye emretse onu kendine atamazdı. Burada
evleviyetle olamaz. Bunu Tecnis'ten naklen Hindiyye kaydetmiştir.
Ben derim kî: Talil gereğince kadını
başkasıyla evlendirmesi caizdir. Bunu karine ile kayıtlamak gerekir ve kadının
onunla evlenmeye niyeti olduğuna bir karine varsa caiz olur demelidir. Meselâ
kadının kendine ister de, o da sen benim bütün işlerimde vekilimsin derse,
onunla evlenmesi caiz olur.
«Onunla kendisi evlenmesi sahih değildir.»
Yani geçerli değildir. Yaptığı akit kadının kabulüne bağlıdır. Çünkü kendisi
kadın tarafından fuzûli olmuştur.
«Kaide şudur...» Kadının, "beni bir
adama vermeye seni vekil ettim" sözünde, muhatap olan vekil belirli
olmuştur. Halbuki kadın. "bir adama" diyerek belirsiz birini
söylemişti. Belirli adam başka, belirsiz başkadır.
«Beni dilediğine ver.» sözü de böyledir.
"Beni dilediğin herhangi bir odama ver." demektir.
«Akdi yapanlardan birinin» sözünden murad;
kendisi için akit yapandır. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Yani asil olsun,
velî veya vekil olsun fark etmez. Çünkü o kendisi için akit yapar. Şu mânâya ki
fuzûli değildir. Fuzûli olduğunu kabul edersek, yani akdi yapanlarda her biri
fuzûli olursa, zâhire göre şart sadece kendilerine akit yapılanların
bulunmasıdır.
«Çünkü dört şeyin bulunması şarttır.»
Bunlar; akdi yapan iki kişi, satılan mal ve Sahibidîr. Eşya ise fiyat
arttırılır. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir,
«Nikâhı bozmaya salâhiyettar değildir.»
Yani kavlen olsun, fiilen olsun nikâhı bozamaz. Hâniyye sahibi diyor ki: Fesih
hakkında akdi yapanlar dört kısımdır:
Birincisi; kavlen ve fiilen feshi yapamayan
âkit ki, bu fuzûlidir. Hattâ bir adamı izni olmaksızın bir kadınla evlendirir
de sonra o adam razı olmadan nikâhı feshettim derse, nikâh feshedilmez. Keza o
adamı kadının kız-kardeşiyle evlendirirse, ikinci akit mevkuf olur. Birinci
nikâhın feshi sayılmaz.
İkincisi; nikâhı sözle fesheden âkittir ki.
o da muayyen bir kadını fuzûli istediği vakit, o kadının nikâhına vekil olan
kimsedir. Bu vekil sözle nikâhı feshedebilir. O adama bu kadının kız kardeşini
nikâhlasa birinci nikâh feshedilmiş olmaz.
Üçüncüsü; yalnız fiilen nikâhı fesheden
âkittir ki, o da fuzûlidir. Fuzûli bir adamın izni yokken ona bir kadın
nikâhlar da sonra o adam kendisine gayrı muayyen bir kadın nikâhlamak için bunu
vekil eder, o da birinci kadının kız kardeşini nikâhlarsa, birincinin nikâhı
münfesih olur. Ama sözle feshederse sahih olmaz.
Dördüncüsü; hem sözle hem fiille fesheden
âkittir ki, o da muayyen bir kadını nikâhlamak için vekil edilen kimsedir. Bu
vekil o adama fuzûlinin istediği bir kadını nikâhlarsa. bu nikâhı vekil
feshedebildiği gibi; o kadının kız kardeşini nikâhlarsa akit fiilen bozulur.
«Satış bunun hilâfınadır.» Fark şudur:
Satmakla o adam bir garanti elde etmiştir. Zarar çekmemek îçin o malı
dönebilir. Nikâh böyle değildir. Çünkü onun bütün hakları akit sahibine
râcîdir. İmâdiye.
«Elçinin hükmü de vekil gibidir.» Fetih
sahibi diyor ki: « Elçi hakkında Asıl Mebsût'un meselelerinden bahisle şöyle
denilmiştir: Bir kimse kadına bir elçi gönderir de, bu elçi hür olsun, köle
olsun, küçük olsun, büyük olsun, filan senden kendini ona tezviç ettiğine şahit
çağırdığı ve şahitler her ikisinin yani kadınla elçinin sözlerini işittikleri
takdirde, koca bu elçiliği ikrar ettiği veya beyyineyle sabit olduğu zaman bu
caizdir. Bunlardan biri olmazsa, aralarında nikâh yoktur. Çünkü elçilik sabit
olamayınca, öteki odam fuzûli olur. Koca onun yaptığına razı değildir.»
Şüphesiz ki bu aynen vekilde de böyledir. Bundan sonra Fetih sahibi birtakım
fer'î meseleler zikretmiştir ki, hepsi vekil hakkında câridir. Biz nikâh
bahsinin başında mektupla evlenmenin hükümlerinden bahsetmiştik, Allahu a'lem.
MEHİR BÂBI
METİN
Mehirin isimlerinden bazıları; sadâk,
sadaka, nihle, atiyye ve ukrdur. Cevhere'nin istilâd bâbında, "Hür
kadınlarda ukr mehr-i misildir. Cariyelerde ise bâkirenin kıymetinin onda biri,
dul kadının kıymetinin onda birinin yarısıdır." denilmektedir. Mehrin en
az miktarı on dirhemdir. Çünkü Beyhâkî'nin ve başkalarının rivayet ettiği bir
hadiste, "On dirhemden az mehir yoktur." buyrulmuştur. Az rivayeti
mehr-i muaccele yorumlanır.
İZAH
Musannıf nikâhın rüknünü ve şartını beyan
ettikten sonra hükmünü beyana başlıyor. Hükmü mehirdir. Çünkü mehr-i misil
akitle vâcip olur. Binaenaleyh hükümdür. İnâye'de böyle denilmiştir. Sadiyye
sahibi buna itiraz etmiş; "Mehr-i müsemma da nikâhın
hükümlerindendir." demiştir. Mehir sahibi kendisine şu cevabı vermiştir:
«Ayrıca mehr-i misli söylemesi şundandır: Çünkü bir şeyin hükmü o şeyle sabit
olan eseridir. Akitle vâcip olan ancak mehr-i misildir. Onun içindir ki ulema
nikâh bâbında aslî mûcip mehr-i misildir derler. Mehr-İ müsemmaya gelince: O
ancak iki taraf ona razı oldukları için mehr-l misil yerine geçmiştir.»
Sonra inâye sahibi mehri şöyle tarif
etmiştir: «Mehir; nikâh kıyarken bud' (cima istifadesi) karşılığında kocaya
vâcip olan malın adıdır. Bu, ya adını söylemekle yahut akitle olur.» Bu tarife;
şüphe ile cimada ne lâzım geldiğine şümulü yoktur diye itiraz olunmuştur. Bundan
dolayı bazıları mehri: "Kadının nikâh akdiyle yahut cima ile hakettiği
malın ismidir." diye tarif etmişlerdir. Nehir sahibi buna cevap vermiş;
"Tarif edilen şey, akitle hâsıl olan nikâhın hükmüdür." demiştir.
«Mehirin isimlerinden bazıları» sözü, mehrin
birçok isîmleri olduğunu ifade eder ki: ecr, alaîk, hibâ' da bunlardandır.
Nehir sahibi diyor ki: «Bu isimleri ulemadan biri şu beytte toplamıştır:
«Sadâk, mehir, nihle ve ferîda,
Hibâ', ecr sonra ukr, alaîk.» Lâkin atiyye
ile sadakayı zikretmemiştir.
«Hür kadınlarda ukr mehr-i misildir.» İzahı
ve tafsilâtı ileride gelecektir.
«Cariyelerde ise ilh...» Bâkire cariyede
kıymetinin onda biri, dul cariyede kıymetinin onda birinin yarısıdır. Zâhire
bakılırsa, onda birin yahut yansının on dirhemden aşağı olmaması şarttır. On
dirhemden az olursa, onu tamamlamak vâcip olur. Çünkü on dirhemden aşağı mehir
yoktur, Bu hususta mehr-i misille mehr-i müsemma birdir. H.
Ben derim ki: Feyz sahibi şarihin bazı
muhakkıklardan naklettiklerini söyledikten sonra şöyle demiştir: «Cariyeler
hakkında gerek güzellik gerek sahip cihetînden o cariyenin misline bakılır. O
kaça nikâhlandıysa bu da o kadara itibar edilir denilmiştir. Mühtar olan
kavilbudur» Anlaşılıyor ki, aşağıda mehr-i misilden bahsederken,
"Cariyenin mehri ona gösterilen rağbete göredir." sözünden murad bu
olacaktır, Fethu'l-Kadir'in kölelerin nikâhı bâbında şöyle denilmiştir: «Ukr,
güzellikte kadının misli olan bîrinin mehridir. Yani onun gibi bir kadının
sadece güzelliği hususunda gösterilen rağbettir. Bazıları, caiz olsa, bu kadın
gibi birine zina için verilen ücrettir demişlerse de mânâ doğru değildir.
Bilâkis âdet, zina için verilen paranın mehir için verilenden az olmasıdır.
Çünkü mehir için verilen, nikâhın devamı içindir. Zina için verilen böyle değildir.»
«Beyhâki'nin» rivayet ettiği hadisin senedi
zayıftır. Onu İbn-i Ebû Hâtim de rivayet etmiştir. Hâfız İbn-i Hacer, "Bu
isnatla bu hadis hasendir." demiştir. Nitekim Fethu'l-Kadir'de kefâet
bâbında zikredilmiştir.
«Az rivayeti ilh...» Yani rivayet edilen
hadislerden zâhire göre ûn dirhemden aşağı mehir caiz olacağını gösterenlerin
hepsi zayıftır. Yalnız, "Ara! Velev ki demirden bir yüzük olsun."
hadisi müstesnadır. O zayıf değildir. Onu mehr-i muaccele yorumlamak icabeder.
Çünkü Araplarca âdet, zifaftan evvel mehrin bir kısmını peşin vermek idi.
(Mehr-i muaccel. peşin mehir demektir.) Hattâ ulemadan bazıları Peygamber
(s.a.v.)'in, Fâtma (r.a.)'ya bir şey vermeden Hz. Ali'nin zifafına razı
olmamasıyla istidlâl ederek, kadına peşin bir mehir ödemeden zifaf
yapılamayacağını söylemişlerdir. Hz. Ali, "Ya Rasulallah! Verecek bir
şeyim yok!" demiş; bunun üzerine Rasulallah (s.a.v.), "Ona zırhını
ver." buyurmuşlar. O da zırhını vermiştir. Bu hadisi Ebû Dâvud ve Nesaî
rivayet etmişlerdir. Malûmdur ki bu mehir, dört yüz dirhem gümüş idi. Lâkin
muhtar kavle göre zifaftan önce vermek caizdir. Çünkü Hz. Aişe (r.a.)'den
rivayet edilen bir hadiste, Âişe (r.a.). "Bana Rasulullah (s.a.v.) kocası
bir şey vermeden kadını onun yanına salmamı emretti." demiştir. Bunu Ebû
Dâvud rivayet etmiştir. Binaenaleyh Rasulullah (s.a.v.)'ın zikri geçen razı
olmayışı mendup mânâsına yorumlanır. Yani kadını sevindirmek ve kalbini
yatıştırmak için ona peşin bir şey vermek mendup olur. Bu mâlûm olunca, rivayet
ettiğimize muhalif olanları buna yorumlamak icabeder. Hadislerin araları böyle
bulunur. Her ne kadar bu; "Ara! Velev ki demirden bir yüzük olsun!"
hadisinin zâhirine muhalif olduğu söylenirse de, lâkin bununla amel vâciptir,
Çünkü yüzük hadisinin sonunda Peygamber (s.a.v.) "Ezberindeki Kur'an-la
onu sana tezviç ettim." buyurmuştur. Hadis, bildiği Kur'an'ı kadına
öğretmesi mânâsına yorumlansa veya hiç mehir olmayacak mânâsına alınsa,
Allah'ın kitabına aykırı düşer. Kitaptan murad. "Mallarınızla akit
yapmanız size helâl kılındı." âyet-i kerîmesidir. Bu âyette helâl kılınmak
mal vermekle kayıtlanmıştır. Binaenaleyh hadisin buna muhalif olmaması
icabeder. Aksi takdirde hiç kabul edilmez. Çünkü haber-i vâhittir. Haber-i
vâhit, delâleti kesin ol
METİN
Dirhemler, zekâtta olduğu gibi yedi miskal
ağırlığında gümüş olacaktır. Madrub otmuş olmamış fark etmez. Velev ki alacak
borç veya akit zamanında on dirhem kıymetinde eşya olsun. Ama cimadan önce
boşayarak ödenirse, teslim aldığı günkü kıymeti itibara alınır.
İZAH
«Yedi miskal ağırlığında» demek, her dirhem
on dört kırat (yani takriben üç gram) olarak demektir. Şurunbulâliyye.
«Madrub olmuş olmamış fark etmez.» On
dirhem külçe gümüş veyâ o kıymette eşya mehir konulsa sahih olur. Para haline
getirilmiş olması, el kesmek için hırsızlık nisabında şarttır. Bu, had vurmak
az bulunsun diyedir. Bahır.
«Velev ki alacak borç...» Yani kadının veya
başkasının zimmetinde olsun. Kadının zimmetinde olması zâhirdir. Başkasının
zimmetinde olması şöyle tasavvur edilir: Kadını Zeyd'de alacağı olan on dirhem
mehir ile alır. Bu sahihtir. Kadın on dirhemi hangisinden isterse alır.
Borçludan isterse. kocası ondan teslim almak için kadını tevkil etmeye
zorlanır. Nitekim Nehir'de böyle denilmiştir. Yani borcu, borçlu olmaksızın
temlik lâzım gelmesin diye böyle yapılır. H. Lâkin nikâh kadının zimmetindeki
dirhemlere izafe edilirse, misle değil ayna taallûk eder. Borcun başkasının
zimmetinde olması bunun hilâfınadır. Çünkü borçlu olmaksızın borç temliki lâzım
gelmesin diye o misle taallûk eder. Bunun izahı Zahîre'dedir.
«Velev ki eşya olsun. » Evinde oturmak,
hayvanına binmek ve arazisini ekmek gibi menfaatler dahi müddet bilinmek
şartıyla böyledir. Nitekim Hindiyye'de belirtilmiştir.
Ben derim ki: Mukabilinde mal lâzım olan
şeylerden olması mutlaka lâzımdır. Tâ ki aşağıda gelen hür kocanın hizmeti ve
Kur'an öğretmek gibi şeylerin mehir tesmiyesinin sahih olmadığı çıkarılmış
olsun.
«Akit zamanında on dirhem kıymetinde eşya
olsun.» Yani teslim zamanında sekiz dirhem etse de kadın ancak onu olabilir,
Bunun aksi olursa, kadın mehir eşya ile birlikte iki dirhem alır. Bu hususta
eşyanın elbise veya ölçülen yahut tartılan şeylerden olması fark etmez. Çünkü
mehir olarak konulan şey haddi zâtında değişmez. Değişen sadece insanların
rağbetidir. Bunu Bedâyi'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Ama cimadan önce ilh...» Yani buradaki
ödeme hükmü, teslim aldığı günkü kıymetine göredir. Meselâ kadına on dirhem
kıymetinde bir elbise vermek üzere evlense. kadın elbiseyi teslim aldığı gün
kıymeti yirmi dirhem olsa, zifaftan önce kadını boşadığında elbise istihlâl
edilmiş bulunsa, kadın kocasına on dirhem çevirir. Çünkü elbise kadının
garantisine teslim almakla girmiştir. Binaenaleyh o günkü kıymeti itibara
alınır. (Zifaftan önce boşanan kadının hakkı yarım mehir olduğu için, yirmi
dirhemin yarısını iade eder.) Bunu Muhit'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Helâk olmak da istihlâk etmek gibidir. Çünkü istihlâkta teslimaldıktan sonra
artan kıymet hususunda kadın mesul tutulmayınca, kendiliğinden helâk olduğu
surette evleviyetle mesul tutulmaz. Bu şunu ifade eder ki, elbise mevcut olsa,
boşadığı günkü kıymeti itibara alınır. Teslim aldığı günkü kıymetine itibar
edilmez. Hem kadından onu alıp da kıymetinin yarısını da veremez. Bilâkis
ölçülen, tartılan şeyler gibi bölmekle kusurlu sayılmayan şeylerden olursa
yarısını alır. Aksi takdirde hâkimin hükmünden veya razı olduktan sonra
aralarında müşterek kalır. Zira ileride göreceğiz ki, o mehir kadına teslim
edilmişse, kadının milkî bâtıl olmaz. Kocasının mîlkine dönmesi hâkimîn hükmüne
veya anlaşmalarına bağlıdır. Hattâ bundan önce kadının o malda tasarufu
geçerlidir. Kocasınınki geçersîzdir. Bunu Muhammed Ebussuud böyle söylemiştir.
Şunu da ifade etmiştir ki, kadın o eşyanın yarı kıymetînî kocasına vermek
îstese, zâhire göre kocası kabule mecbur edilîr.
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Çünkü
hâkimin hükmü veya anlaşma olmadan adamı îcbar etmenin bir mânâsı yoktur. Zira
hakkını istemekten tamamen feragat edebilir. Hükümden sonra da böyledir. O mal
aralarında müşterek olunca, hissesine düşenin kıymetini kabule mecbur etmenin
bir mânâsı yoktur.
METİN
Mehri on dirhem veya daha az koyarsa on
dirhem, fazla koyarsa fazlası vâcip olur. Mehir cima ile yahut koca tarafından
halveti saliha ile yahut karı kocadan birinin ölümleriyle veya iddet içinde
ikinci defa evlenmekle yahut bekâretini taş gibi bir şeyle bozmakla teekküd
eder. İtmekle bozulması bunun hilâfınadır. Çünkü cimadan önce boşamakla bunda
yarım mehir vâcip olur.
İZAH
«Mehri on dirhem ilh...» Bu, mehir olarak
konulan dirhemler geçmez olmadığına göredir. Şayet geçmez olur da yerlerine
başka para kullanılırsa, muhtar kavle göre geçmez olduğu günkü kıymetini öder.
Satış bunun hilâfınadır. Zira para geçmez olmakla satış bâtıldır. Fetih.
«Fazla koyarsa fazlası vâcip olur.» Kaça
çıkarsa çıksın on dirhemle takdir, daha azı caiz olmayacağı içindir.
«Veya ikinci defa evlenmekle ilh...» Bu
dördüncü müekkittir. Bahır sahibi inceleme neticesi ziyade etmiştir. İbaresi
şudur: «Dördüncü bir müekkit daha murad edilmek gerekir. O da şudur: Zifaftan
sonra kadını talâkı bâinle boşar da sonra iddet içinde tekrar alırsa, kadına
iddet vâcip olur. Kocasına da halvet ve zifaf olmaksızın ikinci bir mehrin
tamamı vâcip olur. Çünkü kadına iddetin vâcip olması halvetten üstündür.» Nehir
sahibi bunu kabul etmiştir. Fakat söz götürür. Çünkü bunu öncekine katmak
mümkündür. O da cimadır. Zira iddet bâbında görüleceği vecihle, bu surette
adama tam mehir, kadına yeni iddet vâcip olur. Çünkü kadın ilk cima ile erkeğin
elindedir. Zira ilk cimanın eseri bâkîdir. O da iddettir. Bu mesele on meseleden
biridir. Bunlarda birinci nikâhta zifaf olmak. ikinci nikâhta zifaf yerini
tutar.
«Yahut bekâretini taş gibi bir şeyle
ilh...» Bu beşinci müekkittir. Bunu da Bahır sahibi ziyade etmiştir. ibaresi
şudur: «Beşinci bir müekkit daha ziyade etmek gerekir ki, o da şudur: Kadının
bekâreti taş ve benzeri bir şeyle bozulursa. kendisine mehrin tamamı verilir.
Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. İtip kakmak suretiyle bozması bunun
hilâfınadır. Çünkü o zaman kadını zifaftan önce boşarsa, mehr-i müsemmanın yarısı
verilir. Ecnebi biri iter de bekâreti bozulur ve zifaftan önce boşanırsa,
kocasına mehr-i müsemmanın yarısı, ecnebiye de mehr-i mislinin yarısı vâcip
olur.» Nehir sahibi bunu da kabul etmiştir. Bu da söz götürür. Zira bana öyle
geliyor ki, bu da öncekinde dahildir. Öncekinden murad halvettir. Çünkü âdeten
eğer bekaret taş ve parmak gibi bir şeyle bozulacaksa, ancak tenha bir yerde
bozulur. Onun için de mehrin tamamı vâcip olur. İterek bozmak bunun
hilâfınadır. Çünkü murad, bunun tenhada olmamasıdır. Sonra bu mânâyı ifade eden
bir sözü Muhit'ten naklen Fetavâ'l-Hindiyye'nin cinayetler bahsinde gördüm.
Şöyle deniliyor: «Kendisiyle zifaf olmadığı karısını iter de kızlığı bozulursa,
sonra onu boşadığında yarım mehir vermesi gerekir. Başkasının karısını iter de
kızlığı bozulur ve sonra onunla evlenerek zifaf olursa, iki mehir vermesi
icabeder.» Yani nikâh hükmüyle zifaf olduğu için bir mehir; iterek kızlığını
bozduğu için ayrı bir mehir verecektir. Nitekim Hâniyye'nin cinayetler bahsinde
beyan edilmiştir.
Demek oluyor ki: "Kansını iter de
zifaf olmadan kızlığı bozulursa ilh..." ifadesinin misli, Hâniyye'nin
cinayetler bahsinde de vardır. Fetih'te onun bir misli buradadır. Bu, itme
meselesinde bizim söylediğimiz hususta açıktır ve taş meselesinin tenhada
olduğuna işaret etmektedir. Çünkü mücerret taşla bozmakla, iterek bozmak
arasında fark zâhir değildir. Buna şu da delâlet eder ki; itme meselesinde
yarım mehir vâcip olmasından anlaşılan, hangi sebeple olursa olsun karısının
bekâretini bozduğunda kocasına ödeme lâzım gelmemesidir. Çünkü yarım mehrin ona
vâcip olması, ancak zifaftan önce boşaması hükmünce idi. Aksi takdirde itmekle
bozduğu için ona başka bir mehir vâcip olurdu. Nitekim başkasının karısını
ittiğinde lâzımdır. Bundan anlaşılır ki, taşla bozduğu için bütün mehir lâzım
gelmesi, ancak halvetten sonraki talâk hükmüncedir. Taşla bozduğu için
değildir. Aksi takdirde iki mehir vermesi vâcip olurdu. Hattâ kadına taşla
vurarak halvet bulunmaksızın bekâretini bozsa, bundan dolayı ona bir şey lâzım
gelmez. Halvetten önce boşadığı zaman dahi yarım mehir lâzım gelmesi talâk
hükmüncedir.
Bu söylediklerimize, yani bekâretini taşla
veya itmekle bozmak arasında fark bulunmadığınaşu da delâlet eder ki;
Hâniyye'de, "Büyük olsun küçük olsun ecnebi bir bâkireyi iter kızlığı
bozulursa mehir vermesi lazım gelir" denilmekte; kızlığını taş veya
benzeri bir şeyle bozduğu zaman da bunun misli zikredilmektedir. Şu halde
ecnebi kız hakkında, itmekle taş kullanmak arasında bir fark yapmamıştır.
Bundan anlaşılır ki; zevce hakkında bunların arasında fark, halvet bulunup
bulunmaması cihetindendir. Çünkü mücerret iterek bozmakla kocaya bir şey lâzım
gelmez. Zira o buna akitle mâlîktir. Binaenaleyh bundan dolayı ödemesinin bir
mânâsı yoktur. Ecnebi bunun hilâfınadır. Mademki mücerret itmekle bir şey lâzım
gelmez. O halde mücerret taş ve benzeri bir şeyle bozmakla da bir şey lâzım
gelmez. Çünkü bu bozmada bir âletle başka âlet arasında fark yoktur. O halde
itmek kayıt değildir. Sonra Ahkâmü's-Sıgâr'ın cinayetler bahsinde gördüm ki,
kocası karısının kızlığını parmakla bozarsa bir şey ödemez. Yalnız tazir
olunur, diye açıklıyor. Bunun muktezası, sadece mekruh olmasıdır. Acaba bâkire
iken cimadan âciz kaldığı için parmakla bozarsa kerahet kalkar mı? Zahire
bakılırsa kalkmaz. Çünkü bununla o ınnin olur. Kadının ayrılık istemeye hakkı
vardır. Bu caiz olsa, bu aczinden ınninliği sabit olmazdı. Allahu a'lem.
«Teekküt eder.» Yani on dirhemden veya
fazlasından ibaret olan mehr-i müsemmanın vücûda kuvvet bulur. Bu gösterir ki,
mehir nefs-i akitle vâcip olur. Lâkin kadının dinden dönmesiyle veya kocasının
oğlunu öpmesiyle sükûta ihtimali vardır. Yahut zifaftan önce boşamakla yarıya
inmek ihtimali vardır. Mehr-i tamamının vâcip olması ancak cima ve benzeriyle
kuvvet bulur. Bedâyi sahibi diyor ki: «Bu söylenilenlerle kuvvet bulduktan
sonra, artık ayrılık kadın tarafından da gelse mehir sükût etmez. Zira bedel
kuvvet bulduktan sonra sükûta ihtimali kalmaz. Ancak ibre ile sâkıt olur.
Nitekim satılan malı teslim almakla kuvvet bulan kıymeti böyledir.
METİN
İtmek ecnebi biri tarafından olursa,
zifaftan önce boşandığı tâkdirde ecnebiye dahi kadının yarım mehr-i misli
ödettirilir. Aksi takdirde hepsi ödettirilir. Bunu inceleme yoluyla Nehir
sahibi söylemiştin Cimadan veya halvetten önce boşanmakla mehrin yarısı vâcip
olur. Şayet kadını beş dirhem kıymetinde bir şeyle nikâh ettiyse, kadına onun
yarısı ile iki buçuk dirhem verilir.
İZAH
«Ecnebiye dahi...» yani kocasına mehr-i
musemmanın yarısı lâzım geldiği gibi, ecnebiye de mehr-i mislinin yarısı vâcip
olur.
«Bunu inceleme yoluyla Nehir sahibi
söylemiştir.» Ve şöyle demiştir:
«Câmiu'l-Fusuleyn'de bildirildiğine göre,
bir cariye başka bir cariyeyle çarpışır da bekareti bozulursa, ona mehr-i misil
vacip olur. Mutlak olan bu ifade, çarpan kadının evli olmasına daşâmildir.
Bundan alınarak, kocası zifaftan önce boşanmadığı zaman ecnebi bir adama mehrin
tamamının lâzım geleceği söylenir.» Nehir sahibinin sözü burada sona erer. Yine
Nehir'de bildirildiğine göre; Câmiu'l-Fusuleyn'in ibaresi, zifaftan önce
boşamakla boşamamak arsında tafsilât vermeksizin mutlak surette mehr-i mislin
tam olarak vâcip olduğuna delâlet etmektedir. Bu âşikârdır. O zaman kocası
zifaftan önce boşarsa, ecnebiye yarım mehr-i misil vâcip görmeleri hususunda
ulemanın sözleri çelişkili düşer. H. Câmiu'l-Fusuleyn'in ibaresi, Hâniyye,
Bezzâziye ve diğer kitaplarda da zikredilmiştir. Doğrusu odur.
Biliyorsun ki kocadan başka ecnebi birinin
bekâreti bozması mehr-i misli bozana vâcip kılar. Bu, itmekle veya taşla olmuş
fark etmez ve bu, zifaftan önce boşamakla kocaya yarım mehr-i müsemma vâcip
olmasına aykırı değildir. Çünkü sebep muhteliftir. Zira iten kimseye tam mehir
vâcip olmasının sebebi cinayettir. Kocaya yarım mehir vâcip olmasının sebebi
ise talâktır. Kocaya vâcip olan cinayeti azaltsaydı da cinayet işleyene yarım
mehir vâcip olsaydı, koca halvet-i sahihadan sonra boşadığı vakit cinayet
işleyene bir şey lâzım gelmemek icabederdi. Çünkü mehrin tamamı kocaya vâcip
olur. Bir do Minah'ta Cevahiru'l- Fetevâ'dan naklen şöyle denilmiştir: «Bir
deli parmağı ile bir kadının bekâretini bozarsa, Mebsût ile Câmi-i Sağîr'de
işaret edildiğine göre, parmağı ile yahut taş veya hususi bir âletle zorla
bozarak iki yolunu birleştirirse, mehrini vermesi icabeder. Lâkin ulemamızın
belirttiklerine göre bu yanlış olmuştur. Mehir ancak şehveti gidermek ve cima
için tahsis edilen âletle bozulduğu zaman vâcip olur. Diyeti, bozanın malından
vâcip olur.»
Ben derim ki: Bu müşkildir. Çünkü bozmak
bekâreti yok etmektir. İfdâ ise iki pislik yolunu birleştirmektir. Ellerde
dolaşan güvenilir meşhur kitaplara göre bekâreti bozmanın mûcebi mehr-i
misildir. Velev ki cima âletinden başka bir şeyle olsun. İki pislik yolunu
birleştirmenin mûcebi sidiğini tutamaz olmuşsa, tam diyettir. Aksi takdirde
diyetin üçte biridir. Çünkü bu bir iç yarasıdır. Bu hüküm cinayet ecnebiden
geldiğine göredir. Koca tarafından gelirse. birincide evvelce geçtiği vecihle
ödeme yoktur. Tarafeyn'e göre ikincide de yoktur. Ebû Yusuf buna muhaliftir. O
burada kocayı ecnebi gibi saymıştır. İbn-i Vehbân bu kavle itimat etmiştir.
Çünkü ulema sidiğini tutamayan hakkında diyet vâcip olduğunu açıklamışlardır.
Şurunbulâlî Vehbaniyye şerhinde bunu reddetmiş: kocadan başkası hakkında
olduğunu söyleyerek sözü hayli uzatmıştır. Allahu a'lem.
Mehrin yarısı vâcip olur. Yani zikredilen
mehrin ki, on dirhem veya daha aşağı dediyse on dirhem; fazla söylediyse
fazlasıdır. Hatıra gelen, akdi yaparken söylediği mehirdir. Bu suretle akitten
sonra konulan veya ziyade edilen mehir hariç kalır. Çünkü o müt'ada olduğu gibi
yarıya bölünmez. Nitekim gelecektir. Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Mehr-i
müsemma ilebirlikte mal sayılmayan bir şeyi söylerse, meselâ kadını bin dirhem
mehirle ve öteki karısını boşamak şartıyla nikâh ederse; yahut memleketinden
çıkarmamak şartıyla alır da sonra zifaftan önce boşarsa, o kadına mehr-i
müsemmanın yarısı verilir. Şart sâkıt olur. Çünkü onu îfa etmezse mehr-i mislin
tamamı vâcip olur. Halbuki zifaftan önce boşamakla mehr-i misil sabit olmaz. Şu
halde itibardan sâkıt olur ve mehr-i müsemmadan başka bir şey kalmaz. O yarıya
bölünür. Keza mehr-i müsemma ile birlikte meçhul bir şeyi şart koşarsa, meselâ
kadına bir hediye verecek olursa, zifaftan önce onu boşadığında kadına mehr-i
müsemmanın yarısı verilir. Çünkü hediyeyi vermeyince mehr-i misil vâcip olur.
Zifaftan önce boşamada mehr-i mislin bir tesiri yoktur. Binaenaleyh bu şart
itibardan düşer. Keza bin dirhem veya iki bin dirhem şartıyla nikâh ederse
hüküm yine böyledir, mehr-i misil vâcip olur.
«Cimadan veya halvetten önce boşamakla
ilh...» Kenz sahibinin, "zifaftan önce" demesinin mânâsı budur. Çünkü
zifaf halvete de şâmildir. Halvet hükmen cimadır. Nitekim Müctebâ'dan naklen
Bahır'da belirtilmiştir. İleride metinde gelecektir ki, kadın cimayı iddia eder
de kocâsı inkârda bulunursa. söz kadınındır. Çünkü kadın yarım mehrin sûkutunu
inkâr etmektedir. Burada "boşamakla" diyeceğine, "erkek
tarafından gelen her ayrılıkla" dese daha şümullü olur. Erkeğin dinden
dönmesine, zinasına, halvetten önce kaynanasını ve karısının kızını öpmesine ve
ona sarmaşmasına şâmil olurdu. Bunu Kuhistânî Nazım'dan nakletmiştir.
«İki buçuk dirhem verilir.» Çünkü kıymeti
on dirhemden aşağı olan bir şeyi mehir tayın edince, onu tamamlamak için ikinci
bir beş daha lâzım gelir. Kadını zifaftan önce boşayınca, hem müsemmanın
yarısını, hem de tekmilenin yarısını vermesi icabeder.
METİN
Mehir kadına teslim edilmemişse, mücerret
talâkla yarım mehir kocanın mülkine döner. Teslim edilmişse, kadının ondaki
mülki bâtıl olmaz. Sadece kocasının mülkine dönmesi hâkimin hükmüne veya
anlaşmaya bağlı kalır. Onun için kocası hüküm ve benzerinden önce kansını
boşadıktan sonra mehir köleyi âzâd ederse geçersiz olur. Çünkü hükümden önce
mülki yoktur. Hükümden önce kadının her şeyde tasarrufu geçerlidir. Çünkü mülki
bâkîdir. Aslın teslim aldığı günkü kıymetinin yarısını ödemesi icabeder. Çünkü
ayrılmış mehrin ziyadesi teslim almazdan önce yarıya bölünür, aldıktan sonra
bölünmez.
İZAH
«Yarım mehir kocanın mülkine döner.» Yani
velev ki onun namına başkası teberru etmiş olsun. Ayrılık zifaftan önce kadın
tarafından gelirse, bütünü kocasının mülkine döner. Bahır sahibi Kınye'den
naklen şöyle demiştir: «Koca namına mehri biri teberru ederse, sonra zifaftan
önce kadını boşar veya ayrılık kadın tarafından gelirse, birincide mehrin
yarısı; ikincide hepsi kocasının mülkine döner. Borç ödemeyi teberru suretiyle
yapan bununhilâfınadır. Sebep ortadan kalkınca, emri olmadan teberru ettiyse
hâkimin mülkine döner.
«Mehir kadına teslim edilmemişse...» Keza
alacak borç olup kadın teslim almamışsa, talâkla mehr-i müsemmanın yarısı
düşer, yarısı kalır. Nitekim Bedâyi'de de böyle denilmiştir.
«Hâkimin hükmüne bağlı kalır ilh...» Çünkü
akit talâkla feshedilmiş de olsa, teslim alma bâkîdir. O akitle hâsıl olmuş bir
müsadeyle ele geçmiştir ve mülk sebeplerinden biridir. Binaenaleyh mülk ancak
hâkim tarafından fesih suretiyle elden çıkar. Zira hâkimin feshi mülkin
sebebini fesihtir. Yahut da kadının teslim etmesiyle elden çıkar. Çünkü o,
teslim almayı hakikaten bozmak demektir. Bedâyi.
«Mehir köle»den maksat yarısıdır. Bütünü
dahi evleviyetle öyledir. Çünkü ikinci yarıda onun zaten hakkı yoktur.
"Benzeri"nden murad, razı
olmaktır. H.
«Çünkü hükümden önce mülki yoktur.» Hattâ
âzâd edildikten sonra hâkim yarısının ona verileceğine hükmetse, bu âzâdlık
geçersizdir. Çünkü mâlik olmadan âzâd etmektir. Fâsit satışla alınan bir köleyi
satan, âzâd eder de sonra geri çevirirse, çevirmeden önceki âzâd etme geçersiz
kalır. Fetih.
«Aslın teslim aldığı günkü kıymetinin
yansını ödemesi icabeder.» Çünkü tasarrufu geçerli olunca, yarısını geri çevirmesi
imkânsız kalmıştır. Halbuki geri çevirmek vâciptir. Binaenaleyh teslim âldığı
günkü kıymetinin yarısını kocasına öder. Bahır. Çünkü teslim almakla kadının
garantisi altına girmiştir.
«Çünkü ayrılmış mehrin ziyadesi ilh...»
cümlesi, asılla kayıtlanan sözden çıkarılan hükmün talilidir. Şöyle ki: Mehir,
teslim aldıktan sonra artarsa, ziyadesi ödenmez. Lâkin meselede tafsilât
vardır. Çünkü mehrin artması ya cariyenin semizlemesi ve güzelliği, ağacın
yemişi gibi asıldan doğan ona bitişik bir ziyadedir. Yahut elbisenin boyası ve
hanenin binası gibi asıldan doğma değildir. Yahut da çocuk ve deyiştir meyve
gibi asIından doğup ayrılmıştır veya kazanç ve buğday gibi aslından doğma
değildir. Bunların her biri ya teslim olmazdan öncedir ki, yarıya bölünürler. Yalnız
doğmamış olanların her iki kısmı bölünmeyi kabul etmez; yahut teslim aldıktan
sonra olur ve bölünmeyi kabul etmez. Şu halde bunlar sekiz kısım olur. Nitekim
Mehir ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Hâsılı ziyade yarıya bölünmez.
Testim aldıktan sonra meydana gelmişse, mutlak surette zevceye teslim edilir.
Teslim almadan önce meydana gelmişse; bitişik olsun ayrı olsun asıldan
doğmayanlar yine zevceye teslim edilir. Binaenaleyh şarih için evlâ olan,
"Çünkü teslim almadan önce meydana gelen ziyade yan yana bölünür,
diğerleri bölünmez." demek idi. Sonra bilmelisin ki, bütün bunlar ziyade
talâktan önce meydana geldiğine göredir. Talâktan sonra meydana gelirse
bakılır: Teslim almazdan önce ise, asıl gibi ziyade de yarıya bölünür. Teslim
aldıktansonra meydana gelmişse, yarısının kocaya verilmesi için hâkim hüküm
verdikten sonra ise yine öyledir. Aksi takdirde mehir kadının elinde fâsit
akitle alınan mal gibidir. Çünkü boşanmakla yarısı üzerindeki mülki fâsit
olmuştur. Nitekim Bedâyî'de bildirilmiştir. Şimdi mehrin eksilmesi meseleleri
kalır ki, bunlar yirmi beş suret olup, Bahır ve Nehir'de zikredilmişlerdir.
METİN
Şigarda mehr-i misil vâcip olur. Şigar; bir
kimseye kızını verip, kendine onun kızını veya kız kardeşim almak ve her iki
akdi bedel yapmaktır. (Trampadır.) Bu yasak edilmiştir. Çünkü mehirden hâlidir.
Biz de onda mehr-i misli vâcip kıldık ve trampa olmaktan çıktı. Bir hürre veya
cariye mehir olmak üzere hür olan kocasının bir sene hizmeti şart koşulduğunda
dahi mehr-i misil vâcip olur. Çünkü bunda mevzuu tersine çevirmek vardır.
İZAH
Nehir sahibi diyor ki: «Şigâr; bir kimseye
hemşiresini, onun da hemşiresini kendisine vermek şartıyla evlendirmek ve
bundan başka bir mehir vermemektir. Mugrib'te böyle denilmiştir. Yani her
birinin cima istifadesi diğerine mehir olmak şartıyla kıyılan nikâhtır. Şigâr
adı verilmek için bu kaysı mutlaka lâzımdır. Bunu demez veya bu mânâda başka
bir söz söylemez de, sen de bana kızını vermen şartıyla kızımı sana verdim
diyerek kabul ederse; yahut kızımdan edeceğin istifade senin kızına mehir olmak
şartıyla der de, öteki kabul etmez fakat bunu mehir yapmadan kızına verirse,
şigâr değil, bilittifak sahih nikâh olur. Velev ki hepsinde mehr-i misil vâcip
olsun. Bu, mehir olmaya yaramayan bir şeyi mehir yaptığı içindir. Şuğûrun aslı
boşluk demektir. Araplar kimsenin sakin olmadığı yere 'Beldedü'n-Şağira'
derler. Burada ondan murad, mehirden hâli olmaktır. Çünkü iki taraf bu şartla
sanki cima istifadesini mehirden hâli bırakmışlardır.»
«Bu yasak edilmiştir ilh...» cümlesi,
Şâfîi'nin itirazına cevaptır. İmam Şâfiî, Altı Hâdis kitabında merfu olarak
rivayet edilen şigâr hadisiyle itiraz etmiş; "Bu hadiste trampa nikâhı
yasak edilmiştir. Yasak etmek o işin fâsit olmasını iktiza eder."
demiştir. Cevabımız şudur: Şigârın yasak edilmesi, onun mânasından yani
mehirden hâli olmasından alınmıştır. Bir de cima istifadesi mehir yapıldığı
için yasaklanmıştır. Biz de bu şekilde nikâhın caiz olmadığına, şer'an buna
nikâh denilemeyeceğine kailiz. Böyle nikâh sabit olmaz. Binaenaleyh bunu bâtıl
sayarız. Ortada mehir olamayacak bir şey mehir gösterilmiş bir nikâh kalır. Bu
nikâh mehr-i misli icabederek münakit olur ve mehr-i müsemması şarap veya domuz
olan nikâha benzer. Demek oluyor ki, biz yasak edilen şeyi isbat etmiyoruz. Bizim
isbat ettiğimize yasak taallûk etmiyor. Bilâkis umumi deliller sahih olmasını
gerektiriyor. Meselenin tamamı Fetih'tedir. Zeylâî burada, "Yahut nehy
kerahete hamledilmiştir." cümlesini ziyade etmiştir. Yani kerahet de
fesadı icabetmez demek istemiştir.
Hâsılı mehr-i misil vâcip olur demekle,
şigâr hakikaten trampa nikâhı olmaktan çıkmıştır. Trampa olduğunu teslim etsek
bile, oradaki yasaklama kerahet mânâsınadır. şu halde şeriat şigâr nikâhında
iki şey icabetmiştir. Biri kerahet, diğeri mehr-i misil. Kerahet yasaklamadan
alınmıştır. Mehr-i misil ise, bir nikâhta mehir olmaya yaramayan bir şey mehr-i
müsemmagösterilirse, o nikâh mehr-i misli icabederek münakit olacağını gösteren
delillerden alınmıştır. Bu ikincisi, yasaklamanın fesada değil, kerahete yorumlanacağına
delildir.
Bu izah sayesînde bize vârit olan itiraz
defedilmiş olur, itiraz şudur: Yasaklamayı kerahete yorumlamak bugün şigârın
yasak olmamasını gerektirir. İtiraz, "çünkü biz bu nikâhta mehr-i misil
vâciptir diyoruz." sözüyle def edilir. Şöyle ki: Yasaklamayı fesat
mânâsına alırsak, bugün şigârın yasak olmaması, yani mehr-i misil icabeden bir
nikâhın sahih olması teslim edilir. Kerahet mânâsına yorumlanırsa, yasaklık
bâkîdir.
«Hür olan kocasının bir sene hizmeti»
meselesinde Şeyhayn'a göre mehr-i misil vâcip olur. İmam Muhammed hîzmetin
kıymetinin verileceğinî söylemiştir. Hizmetle kayıtlaması şundandır: Çünkü
kadını evinde oturtmak, hayvanına bindirmek yahut hayvanı ile yükünü taşıtmak
veya arazîsini ekmek gibi aynî şeylerin mâlûm bir müddet menfaati karşılığında
nikâh ederse, mehr-i müsemma olarak sahîhtir. Zira bu menfaatler maldır yahut
ihtiyaçtan dolayı mal hükmünde sayılmıştır. Nehîr. Musannıf hür demekle köleden
ihtiraz etmiştir. Nasıl ki ileride, "Köle olursa hizmeti kadına mehir olur."
dediği yerde gelecektir. Şarihin, "veya cariyeye" sözünü ziyade
etmesi; Nehir sahibi, "Ulemanın zâhir olan sözlerînden anlaşıldığına göre,
cariye ile hürre arasında fark yoktur. Hattâ illet olarak gösterilen zıddiyet
cariyede hürredekinden fazladır." dediğî içindir. Şarihin, "bir
sene" kelimesini ilâve etmesi. müddet tayin edilirse, hizmet mehr-i
müsemma olabilir zannını gidermek içindir. Muayyen müddette sahih olmayınca,
meçhul müddette evlevîyetle sahih olmaz. T.
«Çünkü bunda mevzuu tersine çevirmek vardır.»
Evliliğin mevzuu, kadının kocasına hizmet etmesidir. Bunun aksi değildir. Çünkü
aksi ihanet ve tahkir olduğu için haramdır. Nitekim gelecektir. Böyle yapan
kimse mehir olmaya yaramayan bir şeyi mehr-i müsemma yapmış demektir.
Binaenaleyh akit sahihtir, mehr-i misil vâcip olur. Nehir sahibi diyor ki:
Mehir olmak üzere kadının koyunlarını gütmek ve arazisini ekmek hususunda
rivayetler muhteliftir. Çünkü bunların hâlis hizmet olup olmadığında tereddüt
vardır. Asıl ile Câmi'in rivayetlerine göre caiz değildir. Esah olan da budur.
İbn-i Semâa caiz olduğunu rivayet etmiştir ve, "Görmüyor musun oğlu hizmet
için babasını kiralarsa caiz olmaz. Ama koyun gütmek veya ziraat için kiralasa
sahih olur." demiştir. Dirâye'de de böyledir. Bu kuvvetli bir şahittir.
Onun için musannıf Kâfî adındaki eserinde Asl'ın rivayetini zikrettikten sonra,
"Doğrusu kadına bilittifak mübah olmasıdır." demiştir.
METİN
Ulema böyle söylemişlerdir. Bunun ifade
ettiği mânâ, kadının sahibine veya velîsine hizmet etmek şartıyla evlenmenin sahih
olmasıdır. Nasıl ki Şuayb ve Mûsa (a.s.) kıssasında böyle olmuştur. Nitekim
kölesinin veya cariyesinin yahut sahibinin izniyle başka birinin kölesininveya
kendi rızasıyla hürrün hizmeti şartıyla evlenmek sahihtir.
İZAH
«Ulema böyle söylemişlerdir.» Şarih bunu
söylemese daha iyi olurdu. Çünkü ulemanın bu gibi ibareler karşısında âdetleri,
söyleneni zayıf bulmak ve ondan kendilerini beri tutmalarıdır. Halbuki burada
murad bu değildir.
«Bunun ifade ettiği mânâ ilh...» cümlesi
Nehir sahibinin bir incelemesidir. Rahmetî diyor ki: «Zâhire bakılırsa, o zaman
velîsi hizmetin kıymetini öder. Ama cariyenin efendisi ödemez. Çünkü mehir
kendi cariyesinin hakkıdır. Burada zâhir olan, evlendirmenin bilittifak sahih
olmasıdır. Kadına hizmeti meselesi bunun hilâfınadır.»
Ben derim ki: Lâkin Bahır'da Zahîriyye'den
naklen şöyle denilmektedir: «Bir kimse kadını babasına bin dirhem hîbe etmek
şartıyla alsa, o kadına mehr-i misil vardır. Babasına hîbe edip etmemesi
birdir. Hîbe ederse, hîbesinden dönebilir.» Bu sözün muktezası, kadının
velîsine hizmet şart koşulduğunda mehr-i misil vâcip olması, hizmet lazım
gelmemesidir. Şuayb (a.s.) kıssası gibi yerlerde de böyledir. Koca mehr-i
müsemma olarak söylediğini yaparsa, kadının velisinin ona ecr-i misil ödemesi
gerekir. Nitekim bir kimse birine "Benimle beraber bağımda çalış da sana
kızımı vereyim." der de, o kimse çalışır fakat adam kızını vermezse, ecr-i
misil ödemesi gerekir.
«Şuayb (a.s.)» kıssası şudur: Kızını sekiz
sene koyunlarını gütmek karşılığında Mûsa (a.s.)'a vermiştir. Bunu Teâlâ
Hazretleri inkâr etmeden bize hikâye buyurmuştur. Binaenaleyh bizim için de
şeriat olmuştur.
«Nitekim kölesinin hizmeti ilh...» Yani
dâmadın kölesi geline hizmet şartıyla demektir. Mastar failine muzaftır. Bundan
sonra zikrettikleri de öyledir.
«Veya kendi rızasıyla hürrün hizmeti
şartıyla evlenmek sahihtir.» Gâye'de Muhit'ten naklen şöyle denilmiştir:
«Kadını başka bir hürrün hizmeti şartıyla alsa, sahih olan kavil caiz
olmasıdır. Onun hizmetinin kıymetini kadın kocasından alır.» Fetih sahibi diyor
ki: «Bu, ona hizmet etmeyeceğine işarettir. Sebebi ya ecnebi olup hizmetinde
bulunmakla beraber kadının açılıp saçılmasından emin olmayacağı içindir; yahut
muradı o hürrün emriyle olmadığı zamandır,» Fetih sahibi bir hayli söz ettikten
sonra şunları söylemiştir: «Bakmak icabeder. Eğer kendi emriyle değil ve razı
da olmamışsa, hizmetin kıymeti vâcip olur. Kendi emri ile ise bakılır: Muayyen
bir hizmet olup açılıp saçılmaktan ve fitneden emin olamayacağı bir şekilde
beraber bulunmayı gerektirirse, men etmesi vâcip olur. Kıymetini kadın kendi
verir. Böyle bir şey gerektirmezse, kadına teslimi vâcip olur. Hizmet muayyen
olmayıp şu hürrün menfaatları mehrin olsun diye evlenir de, çırak sayıldığı
için kadın bunları hak ederse, o zaman kadın bunu birinci mânâda alırsa birinci
gibi; ikinci mânâda alırsa ikinci gibi olur.» Yani kadın onu birinci nevide
kullanırsa -ki onunla beraber düşüp kalkmayı gerektirir- onu men edip
hizmetinin kıymetini vermek hususunda birincisi gibidir. O adamı böyle bir şey
gerektirmeyen yerde kullanırsa, hükmü ikincisi gibidir. Yani hîzmetîn teslimi
vâcip olur.
METİN
Kur'an tâliminde de mehr-i misil vâcip
olur. Çünkü malla akit yapmak nassla sabittir.
"Onu sana ezberinde olan Kur'an'la
verdim.» hadisindeki 'ba' harfi, ya sebebiyet yahut ta'lil içindir. Lâkin
Nehir'de "Müteehhirin ulemanın kavline göre sahih olmak gerekir."
denilmiştir. Evlenen bu hususta izinli köle ise, hizmeti kadının mehri olur.
Hür ise kadına hizmeti haramdır. Çünkü bunda iharet ve tahkir vardır. Hizmetinde
kullanmak da böyledir. Bunu Nehir sahibi Bedâyi'den nakletmiştir.
İZAH
«Kur'an tâliminde de mehr-i misil vâcip
olur.» Yani evlenirken kadına mehir olarak Kur'an öğretmeyi veya benzeri bir
tâatı mehir tayin ederse, yine mehr-i misil lâzım gelir. Çünkü mehr-i müsemma
mal değildir. Bedâyi. Yani üç imamımıza göre bu maksatla adam kiralamak sahih
değildir.
«Hadisdeki 'ba' harfi...» Yani Sehl b. Sa'd
Es-Sâidî hadisindeki 'ba'yı kasdediyor. (Orada 'bima' buyrulmuştur. Ba, sebep
yahut ta'lil içindir.) Hadis şudur: Peygamber (S.a.V.) "Ara! Velev ki
demirden bir yüzük olsun!» buyurmuş; o da aramış fakat bir şey bulamamıştı.
Bunun üzerine Peygamber (S.a.V.) "Ezberinde Kur'an'dan bir şey var
mı?" diye sormuş, o da "Evet! Filan ve filan sûreleri bilirim."
diye adlarını saymıştı. Rasulullah (S.a.V.) "Beraberindeki Kur'an'la onu
sana temlik ettim." buyurmuştur. Temlik yerine, "Onu sana nikâh
ettim, onu sana tezviç ettim." rivayetleri de vardır. Bunu Halebî
Zeylâî'den nakletmiştir.
«Ya sebebiyet yahut ta'lil içindir.» Sebebiyet
için olduğuna göre mânâ "Onu sana ezber bildiğin Kur'an sebebiyle temlik
ettim." demektir. Ta'Iil için olduğuna göre "Onu sana Kur'an ehli
olduğun için temlik ettim." mânâsınadır. Binaenaleyh hadisteki 'ba' harfi
ivaz ve karşılık mânâsında kesin değildir. (Yani kadının mehri Kur'an olacak
mânâsına değildir.)
«Lâkin Nehir'de ilh...» Rivayet edilenin
aslı Bahır sahibinindir. O şöyle demiştir: «İnşaallah icareler bahsinde
gelecektir ki, fetva Kur'an ve fıkıh öğretmek için ücretle adam tutmanın caiz
olduğunadır. Binaenaleyh bunu mehir yapmak da sahih olmalıdır. Çünkü
mukabilinde ücret almak caiz olan menfaatler mehir yapılabilir. Nitekim naklini
Bedâyi'den arzetmiştik. Onun için Fethu'l-Kadir'de burada şöyle denilmiştir:
Şâfiî Kur'an öğretmek için ücret almayı caiz görünce, onu mehir yapmayı da
sahih bulmuştur. Biz de öyle diyoruz. Müftabih kavle göre bunun mehir yapılması
sahih olmak lâzım gelir. Ama ben bundan bahseden görmedim. Doğruya muvaffak
eden AIlah'tır.» Makdisî kendisine itiraz etmiş ve "Bunu mehir
yapmanınsahih olmasına muztar bırakacak bir zaruret yoktur. Başkasını mehir
yapmak buna hâcet bırakmaz. Kur'an öğretmeye ihtiyaç bunun hilâfınadır. Çünkü
bu zamanda hayır yapmaya tekâsül gösterildiğinden, Kur'an için hâcet tahakkuk
etmiştir." demiştir.
Burada şu da söylenebilir ki, müteehhirin
ulema zaruretten dolayı Kur'an öğretmek için ücretle adam tutmanın caiz
olduğuna fetva vermişlerdir. Onun içindir ki, tilavet ve emsali zaruret olmayan
yerlerde ücretle tutmak caiz değildir. Sonra ücretle tutmanın caiz olmasında
illet ancak zarurettir. Bu zaruretin her fertte bulunması lâzım gelmez. Nerede
zaruretten dolayı ücretle odam tutmak caizse, orada bunu mehir tesmiye etmek
caizdir. Çünkü menfaatı hanede oturmak gibi mal mukabilindedir. Mehr-i
müsemmada zaruret bulunmasını kimse şart koşmamıştır. Meselâ evde oturmayı
mehir yaparken bunun yerine başka bir mehir konsa olurdu demek lâzım gelir.
Halbuki bazen evlenen kadın Kur'an öğrenmeye muhtaç olur da eve ve mala muhtaç
olmaz. Şurunbulâliyye sahibi dahi itiraz ederek "Kur'an öğretmeyi mehir
yapmak doğru değildir. Çünkü bu kadına hizmettir. Aralarında müşterek işlerden
değildir." demiştir. Yani kadının koyunlarını gütmek ve arazisini ekmek
bunun hilâfınadır. Çünkü bu, kadına hizmet de olsa, lâkin aralarında müşterek
işlerdendir, demek istemiştir. Talebesi Şeyh Abdülhayy kendisine cevap vermiş;
"Zâhire bakılırsa Kur'an öğretmenin kadına hizmet olduğu teslim edilemez.
Her hizmet caiz olmaz değildir. Caiz olmayan rezil eden hizmettir."
demiştir. Tahtâvî "Bu güzeldir. Çünkü Kur'an muallimi ne şer'an ne de
örfen talebeye hizmetçi sayılmaz." diyor.
Ben derim ki: Bunu şu da teyid eder ki;
ulema evlâdın koyun gütmek ve çiftçilik yapmak için babayı çırak tutmasını
hizmet saymamışlardır. Koyun gütmek bir hizmet ve küçüklük olsaydı, onu ne
bizim Peygamberimiz yapardı, ne de Mûsa (a.s.). Bilâkis o sair sanatlar gibi
küçültücü olmayan bir sanattır. Onunla geçinmek kasdedilir. Öğretmek de
öyledir. Ona evleviyetle hizmet denilemez.
TEMBİH: Nehir sahibi diyor ki: «Zâhire göre
bütün Kur'an'ı öğretmesi lâzımdır. Meğer ki bir kısmını kasdettiğine karine
buluna! Tabii ki hâfızlık bunun mefhumunda dahil değildir.» Yani
ezberlettirerek öğretmesi lâzım gelmez demek istiyor.
«Hizmeti kadının mehri olur.» Çünkü hizmet
efendisinin izniyle olunca, hakikatta efendisine hizmet etmiş gibi olur. Bahır.
Burada mevzuu tersine çevirmek yoktur. H. Bir de zevcesinin onu hizmetinde
kullanması haram değildir. Çünkü kendisi hayvanata mülhak köle olduğu için
kullanılmaya ve hizmete maruzdur. Bedâyi.
«Bu hususta izinli ise...» sözünden murad.
hizmeti karşılığında evlenmeye mezun ise demektir. Efendisinin izni olmazsa
akit sahih değildir.
«Hür ise kadına hizmeti haramdır.» Yani
koca hür ise zâhirde kadına mahsus şeylerde onahizmet etmesi haramdır. Velev ki
kendisinden hizmet istenmesin.
«Hizmetinde kullanmak da böyledir.» Bunu
dahi Bedâyi sahibi açıklamış ve şöyle demiştir: «Bundan dolayıdır ki, oğulun
hizmet için babasını ücretle tutması caiz değildir.» Bahır sahibi "Hâsılı
kadına onu hizmetinde kullanmak haramdır. Ona da hizmet haramdır." diyor.
METİN
Keza hiç mehir konmadığı yahut mehir
nefyedildiği vakit koca cima eder veya ölürse, mehir olmaya elverişli bir şeyde
anlaşmadıkları takdirde mehr-i misil vâcip olur. Anlaşmaları varsa vâcip olan
odur. Yahut mehr-i müsemma şarap veya domuz olursa veya şu sirke deyip şarap
çıkarsa; yahut şu köle deyip hür çıkarsa yine mehr-i misil lâzım gelir. Çünkü
teslim imkânsızdır. Yahut bir hayvan veya bir elbise yahut bir hane der de
cinsini beyan etmezse yine mehr-i misil tâzım gelir. Çünkü çok meçhuldür.
İZAH
«Hiç mehir konmadığı...» Yani sahih olacak
şekilde mehir konmadığı yahut mehirden söz edilmeyip susulduğu vakit mehr-i
misil lâzım gelir. Nehir. Şarap gibi mal olmayan bir şey koymak ve bir hayvan,
bir elbise gibi cinsi meçhul bir şeyi mehir koymak da bunda dahildir. Bahır
sahibi diyor ki: «Bunun suretlerinden bazıları da şunlardır: İkibin dirhem
mehirle alıp bin dirhemini kadının iade etmesini şart koşmak; kadını onun
kölesini mehir yapmak şartıyla almak; kadının sana kendimi elli altına tezviç
ettim ve seni bu paradan İbra ettim deyip kocasının kabul etmesi; kadının veya
erkeğin yahut başka bir adamın vereceği hüküm şartıyla evlenmek; cariyesinin
veya koyunlarının karnında olan yavruları mehir olmak şartıyla evlenmek;
kadının babasına bin dirhem hîbe etmek şartıyla evlenmek; geciktirme bâtıl olan
yerde kadına borcunu bir sene sonra vermek şartıyla evlenmek; filanı borçtan
ibra etmek şartıyla evlenmek; kadının kardeşini âzâd etmek şartıyla evlenmek;
kadının ortağını boşamak şartıyla evlenmektir. Başkasının kölesini mehir vermek
şartıyla evlenmek bundan değildir. Çünkü sahibi razı olmazsa, kıymetini vermek
icabeder. Hacca götürmeyi mehir yapmak da bundan değildir. Çünkü mehr-i mîsil
değil de orta bir hacc kıymeti vâcip olur. Orta hacc hayvana binmekle olur.
Kadın namına onun kardeşini âzâd etmek şartıyla evlenmek de bu kabilden
değildir. Çünkü iktizaen kadın kardeşine mâliktir. Kadın annesinin mehr-i misli
ile evlenir de kocası bunu bilmezse, bu da bunlardan değildir. Çünkü miktarıyla
caizdir. öğrendiği zaman kocası muhayyerdir. Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.
«Yahut nefyedildiği vakit...» Yani hiç
mehir vermeyeceğim diyerek evlendiği vakit demektir.T.
«Koca cima ederse ilh...» Yani halvet-i
sahihada bulunmak suretiyle velev hükmen cima ederse demektir. Nehir. Çünkü
mehri te'kid hususunda halvet-i sahiha cima gibidir. Nitekim gelecektir.
«Veya ölürse.» Bahır sahibi diyor ki: «Veya
ikisinden biri ölürse dese daha iyi olurdu. Çünkü kadının ölmesi de onun ölmesi
gibidir. Nitekim Tebyin'de böyle denilmiştir.» Bilmelisin ki karı-koca ikisi de
ölürlerse. İmam-ı Azam'a göre hiçbir şeyle hüküm edilemez. İmameyn'e göre
mehr-i misil ile hüküm verilir. Serahsî "Bu, uzun zaman geçip hâkim mehr-i
misle vakıf olamadığı takdirdedir. Uzun zaman geçmediyse, İmam-ı Âzam'a göre
dahi mehr-i misille hüküm verilir." diyor. Bunu Hamevî Bercendî'den
nakletmiştir.
T E M B İ H : Musannıfın oğlu Sâlih
Hayreddin-i Remlî'ye şu fetvayı sormuş: «Kadın cimadan veya ölümden önce mehr-i
mislini isterse, buna hakkı var mıdır yok mudur?» Remlî ona Zeylâî'deki şu
cevabı vermiştir: «Mehr-i misil akitle vâcip olur. Onun için kadının cimadan
evvel onu istemeye hakkı vardır. Bu mehir karı-kocadan birinin ölmesiyle yahut
mehr-i müsemma meselesinde geçtiği gibi cima ile kuvvet bulur, tekarrur eder.»
Kemâl, ibn-i Melek ve başkaları bunu açıkça söylemişlerdir. Hayriyye'de bu uzun
uzadıya anlatılmıştır. Ona müracaat edebilirsin!
«Anlaşmadıkları takdirde» sözünden murad
akitten sonra anlaşmadılarsa demektir.
«Vâcib olan odur.» Yani cima ile veya
ölümle o anlaştıkları şey vâcip olur. Fakat kadını cimadan önce boşarsa, o
zaman müt'a vâcip olur. Nitekim aşağıda gelecektir.
«Yahut mehr-i müsemma şarap veya domuz
olursa ilh...» Yani müslüman şarap veya domuzdan mehir yaparsa demektir. Çünkü
sözümüz müslüman hakkındadır. Müslüman olmayan hakkında söz kendi bâbında
gelecektir. Ölü ve kan evleviyetle mehir olamazlar. Çünkü esasen mal
değildirler. Bu söz, zevcenin zımmîyye olmasına da şâmildir. Çünkü müslüman
üzerine şarabın vâcip olması mümkün değildir. Onun hakkında şarap mal değildir.
On dirhemle bir rıtl şarap mehir koysa bundan hariç olur. Kadına mehr-i müsemma
verilir, mehr-i misli tamamlanmaz. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan
alınmıştır.
«Veya şu sirke deyip şarap çıkarsa ilh...»
Yani helâl bir şey adı söyleyip harama işaret ederse, Ebû Hanife'ye göre mehr-i
misil vâcip olur. Aksini söyler de meselâ şu hür deyip o adam kadının kölesi
çıkarsa, esah kavle göre işaret edilen köle lâzım gelir. Musannıf, ikisi de
haram olurlarsa mehr-i misil vâcip olacağına işaret etmiştir. İkisi de helâl
olurlar da cinsleri muhtelif bulunursa, meselâ şu destideki sirkeyle der de,
destideki zeytinyağı çıkarsa veya şu köleyle der de cariye çıkarsa, kadına o
destinin dolusu sirke ve cariyenin kıymeti kadar kıymeti olan bir köle verilir.
Nitekim Zahîre'de beyan edilmiştir. Şu kadar var ki, Hâniyye'de "O kadına
bu müsemmanın misli verilir." denilmiştir. Bu sözün muktezası, orta bir
köle veya ûnun kıymeti vâcip olmak, cariyenin kıymetine bakılmamaktır. Bu
satırlar kısaltılarak Bahır ve Nehir'den alınmıştır. Bahır sahibi diyor ki:
«Netice şöyle olmuştur: Taksim dörtlüdür. Çünkü her ikisî ya haram ya
helâldırlar. Yahut muhtelif olurlar. Şu halde ikisi de haram veya işaretedilen
haram olursa, mehr-i misil vâcip olur. Geri kalanları mehr-i müsemma yapmak
sahihtir.»
«Yahut bir hayvan veya bir elbise veya bir
hâne derse» mehr-i misil lâzım gelir. Çünkü elbiseler çeşitli olur. Hayvanlar
da öyledir. Murad edilmek için biri diğerinden evlâ değildir. Binaenaleyh
buradaki meçhullük büyüktür. Bahır. Musannıfın, "kadını mehir olarak bir
at vermek üzere alırsa" dediği yerde bu bâbta söz gelecektir.
METİN
Müfevvida için müt'a vaciptir. Müfevvida;
mehirsiz nikâhlanıp cimadan önce boşanan kadındır. Müt'a; bir entari, bir
başörtüsü ve bir çarşaftan ibaret olup, kocası zenginse mehr-i mislinin
yarısından fazla olmayacak, fakir ise beş dirhemden az olmayacaktır.
İZAH
«Müfevvida için müt'a vâciptir.» Müfevvida,
işini velîsine ve kocasına mehirsiz olarak havale eden kadındır. Bu kelime,
müfevveda şeklinde okunursa, velîsi tarafından işi kocasına mehirsiz olarak
havale edilen kadın mânâsına gelir. Bilmelisin ki, müt'a icabeden talâk, mehr-i
müsemma konulmayan nikâhta clmadan önce vuku bulandır. Sonradan mehr-i
müsemması konulsun konulmasın veya konulan mehir fâsit olsun fark etmez.
Nitekim Bedâyi'de beyan edilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Müt'a ancak mehr-i
müsemması hiçbir vecihle sahih olmayan nikâhta vâcip olur. Mehr-i müsemma bir vecihten
sahih olur da bir vecihten olmazsa, müt'a lâzım gelmez. Velev ki cima ile
mehr-i misil vâcip olsun. Nitekim kadını bin dirhem mehir ve bir de onun
kerameti şartıyla alır veya bin dirhem mehir, bir de hediye şartıyla evlenirse,
cimadan önce boşadığı takdirde kadına bin dirhemin yarısı verilir, müt'a
verilmez. Halbuki cima etmiş olsa bin dirhemden az olmamak şartıyla mehr-i
misil verilirdi. Nitekim Gâyetü'l-Beyân'da böyle denilmiştir. Çünkü mehr-i
müsemma her cihetten fâsit değildir. Kadın iyi çıktığı, kocası hediyeyi verdiği
takdirde bin dirhemi vermek vâcip olur; mehr-i misil lâzım gelmez.» Bunun
ta'lili hususunda Bedâyi'den nakletmiştik ki, cimadan önce vuku bulan talâkta
mehr-i mislin bir tesiri yoktur.
«Cimadan» ve halvet-i sahihadan önce
boşanan kadındır. Bahır. Yukarıda geçmişti ki, halvet-i sahiha cima
hükmündedir. Talâktan murad;koca tarafından gelen ayrılık olup, mehrin sahibi
sebebinde -sebebi talak olsun fesih olsun- ona ortak olmamıştır. Talâk, îtâ,
liân, âlet kesikliği, kalkınamamazlık, dinden dönme, kocanın müslümanlıktan yüz
çevirmesi, karısının kızını veya anasını şehvetle öpmesi gibi sebeplerle
ayrılmak bu kabildendir. Ayrılık kadın tarafından gelirse, meselâ kadın dinden
döner, müslümanlıktan yüz çevirir, kocasının oğlunu şehvetle öper, emzirir,
bülûğa ermekle muhayyere olur, âzâd edilir veya dengine düşmezse, kendisine
müt'a verilmez. Bu ne vâciptir ne de müstehap. Nitekim Fetih'te beyan
edilmiştir. Mehr-i müsemma konmuşsa, onun yarısı da vâcip değildir. Erkek
bizzat veya vekili vasıtasıyla nikâhlısını velîden satın alırsa, bu meseleden
hariç olur. Çünkü mehre mâlik olan sebepte kocaya ortaktır. Sebep milktir. Onun
için ne müt'a vâcip olur, ne de mehr-i müsemmanın yarısı. Cariyeyi sahibi bir
adama satar da sonra kocası ondan satın alırsa iş değişir. Burada müt'a
vâciptir. Nitekim Tebym'de beyan edilmiştir. Bahır.
«Müt'a, bir entari, bir başörtüsü ve bir
çarşaftan ibarettir.» Fahru'l-İslâm diyor ki: «Bu, onlarınmemleketine
mahsustur. Bizim memleketimizde ise bunlara bir izâr ile mükâ'ab ilâve edilir.»
Dirâye'de böyle denilmiştir. Şüphesiz ki bu tefsire göre, çarşaf izârın yerini
tutmaktadır. Meğer ki Mekke-i Mükerreme'de olduğu gibi değişik şeyler adet
olsun. Bunların kıymetini verirse, kadın kabule mecbur edilir. Nitekim
Bedâyi'de bildirilmiştir. Zikredilen üç elbise müt'anın en azıdır. Bunu
Kemâl'den naklen Şurunbulâliyye sahibi söylemiştir. Bedâyi'de ise "Dışarı
çıkarken kadının giyinerek örtündüğü elbise en az üçtür." denilmiştir.
Ben derim ki: Fahru'l-İslam'dan
nakledilenle bunun gereği, her beldede kadının dışarı çıkarken giydiği elbiseyi
itibara almaktır. Sonra gördüm ki hâşiye yazarlarından biri şöyle diyor:
«Bercendî'de beyan edildiğine göre, ulema bunun onların memleketine mahsus
olduğunu söylemişlerdir. Bizim memleketimize gelince: Bundan daha fazlası vâcip
olmak gerekir. Çünkü bizim memleketimizde kadınlar üç elbiseden fazla giyerler.
Binaenaleyh bu üçe bir izâr ile bir de mükâ'ab ziyade edilir.» Kâmûs'un
beyanına göre mükâ'ab; nakışlı elbise demektir.
«Mehr-i mislinin yarısından fazla olmayacak
ilh...» Fetih'te Asıl ile Mebsût'tan naklen şöyle denilmiştir: «Müt'a yarım
mehirden fazla olamaz. Çünkü mehrin halefidir. Mehirle ikisi müsavi olurlarsa,
müt'ayı vermek vâcip olur. Çünkü Kur'an-ı Kerîm ile farz kılınan odur. Yarı
müt'adan daha az olursa, o zaman az olanı vermek vâciptir. Ancak beş dirhemden
az olursa, beş dirhem tamamlanır.» Şarihin evvelâ "kocası zenginse",
sonra "kocası fakirse" demesinin vechi bence zâhir değildir. Zâhir
olan, bu işin müt'ada kocanın haline göre itibar alınmasıdır. Bu söz bundan
sonrakine muhaliftir.
METİN
Müt'a nafakada olduğu gibi karı-kocanın
hallerine göre itibara alınır. Fetva buna göredir. Müfevvidadan başkasına müt'a
vermek müstehaptır. Bundan yalnız, mehri konup almadan önce boşanan kadın müstepnadır.
Ona müt'a vermek müstehap değildir. Fakat evvelâ mehiri konup cima edilen
kadına müt'a vermek müstehaptır. Şu halde boşanan kadınlar dört kısımdır.
İZAH
«Müt'a karı-kocanın hallerine göre itibara
alınır.» Yani ikisi de zenginse, kadına pahalı elbise verilir. İkisi de fakir
ise ucuz elbise; biri fakir biri zenginse orta elbise verilir. Musannıfın
söylediği Hassâfın kavlidir. Fetih'te fıkha en yaraşanın bu olduğu
bildirilmiştir. Kerhî, kadının halini itibara almış; Kudûrî bunu tercih
etmiştir. İmam Serahsî ise erkeğin halini nazar-ı itibara almış; Hidâye sahibi
bu kavli sahih bulmuştur.
Bahır sahibi diyor ki: «Tercitı
muhteliftir. En güzeli Hassâf'ın sözüdür. Çünkü Valvalcî onu sahih bulmuş;
"Fetva buna göredir." demiştir. Nitekim ulema nafakada bununla
fetvavermişlerdir. Onların sözlerinden anlaşılan şudur ki; her iki şeyi nazar-ı
itibara almak, yani müt'anın yarım mehirden fazla, beş dirhemden az olmaması
bütün kavillerde muteberdir. Nitekim Asıl ile Mebsût'ta bu açıktır. Zahîre'de
bildirildiğine göre, müt'a orta olacak; ne son derece iyi ne de son derece kötü
olmayacaktır. Fetih sahibi buna itiraz etmiş, bunun üç kavilden birine
uymadığını söylemiştir. Bahır sahibi ise ona cevap vererek, bunun bütün
kavillere uyduğunu bildirmiştir. Şöyle ki: Müt'a kadının haline göre itibar
edilir diyen kavle göre; kadın fakir ise orta ketenden, orta halli ise orta
ipekten, zengin ise orta ibrişimden verilir. Erkeğin haline bakılır diyenlere
göre, keza her ikisinin hali itibara alınır diyenlere göre de böyledir. İkisi
de fakir iseler, kadına orta ketenden, ikisi de zengin iseler orta ibrişimden,
biri zengin biri fakir ise orta ipekten müt'a verilir. Nehir'de beyan
edildiğine göre, Zahîre'nin sözünü buna yorumlamak mümkündür. Fetih sahibinin
buna itirazı, mutlak olması cihetindendir. Çünkü daima ipekten verileceğini
ifade etmektedir.
«Müfevvidadan başkasına» demesi,
müfevvidaya müt'a vâcip olduğundandır. Nitekim biliyorsun.
«Cimadan önce boşanan ilh...» Bu söz
Kudûrî'nin bazı nüshalarındaki kavline göredir. Dürer sahibi de bunu
benimsemiştir. Lakin Kenz ve Mültekâ'da buna da müt'a vermenin müstehap olduğu
bildirilmiştir. Mebsût ile Muhit'te de böyle denilmektedir. Te'vitât ile
Teysîr. Keşşâf ve Muhtelif sahiplerinin rivayeti de budur. Nitekim Bahır'da
beyan edilmiştir.
Ben derim ki: Bunu Bedâyi sahibi dahi
açıklamış; Mi'râc'da bu kavil Zâdü'l-Fukaha ile Câmi-i isbicâbî'ye nisbet
edilmiştir. Bundan dolayıdır ki Mültekâ şarihi "Meşhur olan bu
kavildir." demiştir. Hayreddin-i Remlî "Kudûrî'nin bazı nüshalarındaki
kavil Mebsût ile Muhit'in ifadelerine karşı duramaz." demiştir.
Ben derim ki: Öyleyse zikredilen bu
kitaplardakine nasıl karşı durur! Binaenaleyh musannıfın bu istisnayı yapmaması
gerekirdi. Bahır sahibi diyor ki: «Evvelce arzettiğimize göre cimadan önce
ayrılık kadın tarafından gelirse, ona da müt'a vermek müstehap değildir. Çünkü
cinayet işlemiştir.»
«Fakat cima edilen kadına ilh...» Müt'a
vermek müstehaptır. Bedâyi sahibi diyor ki: «Cimadan sonra koca tarafından
gelen her ayrılıkta kadına müt'a vermek müstehaptır. Meğer ki koca dinden
dönmüş veya müslümanlıktan yüz çevirmiş olsun! Çünkü müstehap olmak, fazilet
istemektir. Kâfir fazilet ehli değildir.»
«Şu halde boşanan kadınlar dört kısımdır.»
Yani ya cimadan önce boşanmıştır ya sonra. Ya mehri konmuştur yahut
konmamıştır. Cimadan önce boşanan kadının mehri konulmamışsa ona müt'a vermek
vâciptir. Mehr-i konmuşsa müt'a vermek vâcip değildir. Buradaki izaha göre
müstehap dahi değildir. Cimadan sonra boşanan kadına, mehir konsun
konmasınmüt'a vermek müstehaptır.
METİN
İki tarafın rızalarıyla yahut mehirden hâli
olan akitten sonra hâkimin mehr-i misil koymasıyla sabit olan veya mehr-i
müsemma üzerine ziyade edilen miktar kadının o mecliste kabulü veya küçük
çocuğun velîsinin kabulü ve bunun miktarının bilinmesi, zâhire göre
karı-kocalığın devamı şartıyla kocasına lâzım gelir. Nehir. Kafî'de şöyle
denilmektedir: «Mehr-i bin dirhem fazlalaştırarak nikâhı yenilese, zâhire göre
ikibin dirhem vermesi lâzım gelir.»
İZAH
«Yahut hâkimin mehr-i misil koymasıyla...»
Bedâyı'de şöyle denilmiştir: «Kadını mehir vermemek şartıyla almışsa, bize göre
bizzat akitle mehr-i misil vacip olur. Şu delil ile ki, bu kadın mehir
koymasını kocasından istemiş olsa, mehir koyması vâcip olur. Hattâ koymazsa
hâkim buna mecbur eder. Yine dediğini yapmazsa, onun yerine hâkim mehir koyar.
İşte bu, mehir koymadan mehri misil vâcip olduğuna delildir.»
«Kadının o mecliste kabulü şartıyla»
ifadesi gösterir ki, bu sahihtir. Velev ki şahitsiz veya mehri hîbe ettikten ve
kocasını ibradan sonra olsun. O malın mehir cinsinden olup olmaması müsavidir.
Bahır. Ödemenin koca veya velî tarafından yapılması da müsavidir. Ulemanın
açıkladıklarına göre, baba veya dede oğlunu evlendirir de sonra mehri
arttırırsa sahih olur. Nehir. Enfeu'l-Vesâil'de şöyle denilmektedir: «Burada
ziyade sözü şart değildir. Hattâ kadının sözüyle ve erkeğin sonra şu kadarla
müracaat ettim sözüyle dahi -kadın kabul ederse- sahih olur. Velev ki mehrini
arttırdım dememiş olsun. Nikâhı yenilemekle dahi sahih olur. Velev ki ziyade
sözü bulunmasın. Yalnız burada hilaf vardır. Keza kansına onun evvelce hîbe
ettiği bir mehri ikrar ederse, kadın ikrar meclisinde kabul etmek şartıyla bu
sahihtir. Velev ki ziyade sözü söylenmemiş olsun.»
«Miktannın bilinmesi...» Yani ziyadenin ne
kadar olduğunun bilinmesi şartıyla demektir. "Senin mehrini
arttırdım." der de, ne kadar olduğunu belirtmezse, bilinmediği için bu
ziyade sahih değildir. Nitekim Vâkiât'da beyan edilmiştir. Bahır.
«Karı-kocalığın devamı şartıyla ilh...»
Bahır'ın ibaresi şöyledir: «Kadın öldükten sonra mirasçıların kabulü şartıyla
ziyade Ebû Hanife'ye göre sahihtir. İmameyn buna muhaliftir. Nitekim Tebyin'de
beyan edilmiştir: Enfeu'l-Vesâil sahibi bu sözü Kudûrî'ys nisbeî etmiş sonra
şunları söylemiştir: «Bâin talâktan sonra ve ric'î talâkda iddet bittikten
sonra yapılan ziyadeden bahsetmemiştir. Zâhire bakılırsa, İmam-ı Azam'a göre bu
evIeviyetle caiz olur. Çünkü ölümle nikâh bitmiştir. Temlike mahâl kalmamıştır.
Talâktan sonra ise mahâl vardır. Kadın için İmam-ı Âzam'a göre ölümde bu hük
sabittir, öyleyse talâkta evleviyetle sabit olur. Gerçi Bahr-ı Muhit'te Bişr'in
rivayetiyle Ebû Yusuf'tan ayrılıktan sonra yapılan ziyadenin bâtıl olduğu
nakledilmiş ise de, bu söz yalnız Ebû Yusuf'un kavlidir diye yorumlanır. Çünkü
ölümden sonra yapılan ziyade hakkında Ebû Hanife'nin kavline muhaliftir. Demek
ki imam Ebû Yusuf kendi kaidesine göre hareket etmiş. ayrıldıktan sonra yapılan
ziyade hakkında İmam-ı Âzam'dan bir şey nakletmemiştir. Binaenaleyh bu bâbtaki
Cevap, ölümden sonraki ziyade hakkında kendisinden nakledilen söze yorumlanır.»
Bahır sahibi de ona uymuştur.
Nehir sahibi ise şöyle demektedir: «Zâhire
bakılırsa, ölümden ve ayrılıktan sonra caiz değildir. Muhit sahibinin nikâh
devam ediyorsa diye kayıtlaması bunu göstermektedir. Zira ulemanın
naklettiklerine göre zâhir rivayet, satılan mal helâk olduktan sonra yapılan
ziyadenin sahih olmamasıdır. Nevâdir'in rivayetine göre sahih olur. Bundan
dolayı Mi'râc ve diğer kitaplarda karı-kocalığın devamı şart olduğuna kesin
olarak hükmedilmiştir. Hattâ mehri kadın öldükten sonra arttırılırsa sahih
olmaz. Akdin aslına iltihak istinat suretiyle caiz olursa da, evvelâ halen
sabit olması mutlaka lâzımdır. Sonra istinat eder. Sübutu ise imkânsızdır.
Çünkü mahâl yoktur. Mahâl olmayınca istinat da imkânsızdır. Kudûrî'nin
söylediği Nevâdir'in rivayetine uyar.»
Tahtâvî diyor ki: «Zâhir olan şudur: Muhit
ve Mi'râc'daki ifadeler, İmameyn'in kavline göre söylenmiştir. Binaenaleyh
Tebyin'dekine aykırı değildir. Zâhir rivayetin satılan mal helâk olduktan sonra
yapılan ziyadenin sahih olmadığını göstermesi, burada zâhir rivayet olmasını
gerektirmez. Çünkü iki faslın arasında Müctehid'e göre fark vardır. Çünkü
nikâhta karı-koca arasındaki farkın unutulmaması Allah'ın emridir. Bu ziyade
ise farka riayetten ileri gelir. Bunu talâkta müt'anın meşru olması, satış-ta
meşru olmaması teyid eder.»
«Kocasına lâzım gelir.» Yani cima etmişse
veya ölürse ziyadeyi vermek kocasına lâzım gelir.
«Kâfî'de şöyle denilmektedir ilh...» Kâfî'nin
ibaresinin hülâsası şudur:
«Kadını gizlice bin dirheme; sonra âşikâr
olarak ikibine alırsa. Asıl adlı kitapta yazılanın zâhiri, İmam-ı Âzam'a göre
ikibin vermesi lâzım geldiğini göstermektedir. Bu, mehri arttırmak olur. Ebû
Yusuf'a göre ise mahir ilk konulandır. Çünkü ikinci akit hükümsüzdür. Onunla
sabit olan da hükümsüzdür. İmam-ı Âzam'a göre ise ikinci akit hükümsüz olsa da.
onda belirtilen ziyade hükümsüz değildir. Nasıl ki bir adam yaşça kendinden
büyük olan kölesine "bu benim oğlumdur" dese; imameyn'e göre bu söz
hükümsüz kaldığı için köle âzâd olmaz. İmam'ı Âzam'a göre nesep hakkında
hükümsüz kalsa da, azâd olma hususunda muteberdir. Mebsût'ta böyle
denilmiştir.» Fetih'te beyan edildiğine göre bu hüküm, ikincinin şaka olduğuna
şahitler şehadet etmediğine göredir. Aksi takdirde birincinin muteber olduğunda
hilâf yoktur. Şaka yaptığını iddia etse, beyyinesiz kabul edilmez. Bundan sonra
Fetih sahibi bazılarının yalnız ikinci akitte söylenenin itibara aldıklarını.
bunu maksada göre yaptıklarını, çünkü maksat birinciyi ikinciye değiştirmek
olduğunu, bazılarının ise her iki mehir vâciptir dediklerini. çünkü birincinin
reddedilemeyecek şekilde sabit olduğunu, ikincinin ise bunun üzerine ziyade
olduğunu, binaenaleyh tam olarak vermesi icabeder dediklerini beyan etmiş: daha
sonra Kadıhân'ın ikinci akitle mehirde ziyadeyi kasdetmedikçe bir şey vâcip
olmaz diye fetva verdiğini söylemiş, sonra bu sözle cumhurun mutlak olan
lâzımdır kavillerinin arasını bularak Kâdıhân'ın sözünü Allah indinde, nefsel
emirde ziyadeyi kasdetmezse lâzım gelmez. Velev ki hâkimin hükmüne göre lâzım
gelsin. Çünkü hâkim o kimseyi sözünün zâhirine göre muahaze eder. Meğer ki şaka
olduğuna şahit getirsin... şeklinde yorumlamış ve bu hususta hayli söz
etmiştir. Ona müracaat edebilirsin.
Ben derim ki: Şimdi nikâhı ilk mehirle
yenilemesi kalır. Yukarıda geçen "Birinci ikinciye değiştirmek
muteberdir." kavline göre burada ikinci ile bir şey vâcip olmaz. Çünkü
burada ziyade yoktur. İkinci kavle göre iki mehir vâcip olur.
T E M B İ H : Kınye'de şöyle denilmiştir:
«Bir kimse ihramsız birine mehirle nikâh tazelese, ziyade için tazelediği
takdirde lâzım gelir. İhtiyat için tazelemişse lâzım gelmez.» Yani nikâhı
ihtiyat için tazelerse, ziyade hilafsız lâzım gelmez. Nitekim Bezzâziye'de
beyan edilmiştir. Ama bunu karısı kendisini tasdik ettiği zamana yahut da şahit
getirdiğine yorumlamak gerekir. Aksi takdirde ihtiyat kasdettiğini söylemesi
tasdik olunmaz. Nitekim Cumhur'dan naklen yukarıda geçti. Yahut Allah Teâlâ'nın
katında olana yorumlanır. Gizli ve âşikâr mehir meselesi hakkındaki sözün
tamamı bu bâbın sonunda gelecektir.
METİN
Hâniyye'de de şu ibare vardır: «Kadın
mehrini kocasına hîbe eder de sonra kocası şu kadar malın mehirden olduğunu
ikrarda bulunur ve kadın kabul ederse sahih olur. Bu söz mehri arttırdığına
yorumlanır.» Bezzâziyede ise "Daha uygun olanı, ziyade kastı yoksa sahih
olmamaktır." deliştir. (Evet, karı-kocanın akitten sonra kendi rızalarıyla
veya hâkimin hükmüyle koydukları) mehir yarıya bölünmez. Çünkü yarıya bölmek,
nassla akitte konulan mehire mahsustur. Bilâkis birincide müt'a, ikincide asıl
irin yarısı vâcip olur. Kadının evvelâ kocası kabul ettikten sonra mehrin
hepsini veya bir kısmını indirmesi sahihtir. Ama bu, reddi kabul eder. Nitekim
Bahır'da bildirilmiştir.
İZAH
«Bu söz mehri arttırdığına yorumlanır.»
Çünkü âkilin sözünü mümkün olduğu kadar sahih tasarrufa yormak vâciptir. Burada
kabulün şart kılınması, mehirde ziyade ancak onunla sahih olduğu içindir. Bunu
Fetih sahibi Tecnis'ten nakletmiştir.
«Bezzâziye'de ise ilh...» sözü, Hâniyye'nin
ifadesine istidraktır. Nehir sahibi bunu kabul etmiş; lâkin Fetih sahibi
Hâniyye'nin sözünü beğenmiştir. O daha güzeldir. Çünkü mehirde ziyade caiz
olduğu sübut bulunca adamın sözü hîbe karinesiyle buna yorumlanır. Ziyadeyi
kasdetmedim demesi tasdik edilmez.
«Yarıya bölünmez.» Yani cimadan önce
boşamakla yarıya bölünmez ektir. Bahır.
«Nassla» Yani Teâlâ Hazretlerinin
«Koyduğunuz mehrin yarısı lâzım gelir.» âyet-i kerîmesiyle akitte konulan
mehire mahsustur. Akitten sonra konulan veya ziyade edilen mehir başkadır. O
akitte konulan hükmünde değildir.
«Bilâkis birincide müt'a...» Yani akitten
sonra konulan mehirde müt'a vacip olur. Çünkü bu akitle vâcip olan mehr-i
mislin tayinidir. Mehr-i misil ise yarıya bölünmez. Onun yerini tutan da
öyledir. Nehir. İmam Ebû Yusuf'a göre kadına konulan mehrin yarısı verilir. Ama
esah olan birinci kavildir. Nitekim Mültekâ şerhinde beyan edilmiştir.
«İkincide...» Yani akitten sonra mehri
ziyadeleştirme meselesinde asıl mehrin yarısı vâcip olur.
«Kadının mehri indirmesi sahihtir.» Burada
kadının indirmesi diye kayıtlaması, kadın küçük olduğu takdirde babasının
indirmesi doğru olmadığı içindir. Kadın büyükse rızasına bağlıdır. Rızası
mutlaka lâzımdır. Hulâsa'nın hîbe bahsinde şöyle denilmiştir: «Bir kimse
dövmekle karısını korkutur, o da mehrini bağışlarsa, dövmeye gücü yettiği
takdirde bu sahih değildir.» Karı, koca zorlama olup olmadığında ihtilâf
ederlerse, söz zorlama iddia edenindir. Her ikisi de beyyine getirirlerse, gönüllü
olduğunu iddia edenin beyyinesi kabul edilir. Kınye. Kadın ölüm hastası
olmamalıdır. Kadının mirasçılarıyla ihtilâfa düşerlerse, sağlamken yaptığına
daîrsöz kocasınındır. Çünkü o mehri inkâr etmektedir. Hulâsa. Kadın mehrini
hasta iken kocasına bağışlar da kocası ondan önce ölürse, kadın için davâ hakkı
yoktur. Dâvâ hakkı o öldükten sonra mirasçılarınındır. Bu bâbtaki fer'î
meselelerin tamamı Bahır'dadır.
«Mehrin hepsini veya bir kısmını» diye
Bedâyi'de mehir alacak borç olduğu zaman, yani dirhem ve dinar kabilinden ise
diye kayıtlanmıştır. Çünkü ayrı olan mallarda indirim sahih değildir. Bahır.
Bunun sahih olmamasının mânâsı o ayrı mevcut ise kocasından alabilir demektir.
Kocasının elinde helâk olursa mehir borcu ondan sakıt olur. Çünkü Bezzâziye'de
kaydedildiği vecihte "Seni şu köleden ibrâ ettim." derse, köle o
adamın elinde emanet olarak kalır. Nehir.
«Reddi kabul eder.» Yani bir kimsenin
alacağını hîbe etmesine benzer. Enfau'l-Vesâil sahibi bundan inceleme suretiyle
bahsetmiş; "Ama ben bunu görmedim." demiştir. Bahır sahibi ise buna
Kınye'nin borçlanmalar bahsindeki şu ifadeyle istidlâl etmiştir: «Kadın
kocasına seni ibrâ ettim der de kocası kabul ettim demez veya orada bulunmazsa,
bunun üzerine kadının kocamı ibrâ ettim demesiyle kocası borçtan kurtulur.
Meğer ki bunu reddetsin.» Nehir sahibi diyor ki: «Şüphesiz davâcı sadece
indirmeyi reddetmiştir.» Galiba Nehir sahibi indirmenin manen ibrâ olmasına
bakmıştır.
METİN
Karı-kocadan birinin cimaya mâni olacak
şekilde hastalanması gibi hissî bir mâni veya aklı başında üçüncü bir kimsenin
bulunması gibi tabiî bir mâni -ki bunu İbn-i Kemâl zikretmiş, Esrar sahibi
hissî kısımdan saymıştır. Bu izaha göre tabıî kısmın müstakil misali yoktur-
yahut farz veya nâfile hacc için ihrama girmek gibi şer'î bir mâni yoksa,
halvet (başbaşa kalmak) cima gibidir. Ratak (ferc bitişikliği), karn (boynuz),
afel, yani gudde ve cimaya dayanamayacak kadar küçüklük, velev ki erkekte olsun
hissî mâniden sayılır.
İZAH
«Cimaya mâni olacak şekilde hastalanması
gibi» yahut cimadan zarar görecekse bu hissî mânidir. Zeylâî diyor ki:
«Bazıları bu tafsilâtın kadının hastalığı hakkında olduğunu söylemişlerdir.
Erkeğin hastalığı ise mutlak surette mânidir. Çünkü âdeten o kırıklıktan,
gevşeklikten hâli değildir. Sahih olan da budur.» Fetih, Bahır ve Nehir'de de
böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Erkek tarafından kırıklık ve
gevşeklik cimaya mâni veya zararlı olursa, men veya zarar şartı hususunda kadın
gibi olur. Aksi takdirde erkek sağlam gibidir. Şu halde onun hastalığının
halvet-i sahihaya mâni olmasının vechi nedir? Meğer ki şöyle denilsin: Murad,
âdete göre erkeğin hastalığının cimasına mâni olmasıdır. Binaenaleyh onun
hakkında tafsilâta girişmenin bir faydası yoktur. Kadının hastalığı bunun
hilâfınadır.
«Esrar sahibi hissi kısımdan saymıştır.»
Ben derim ki: Bunu Bahır sahibi halvetin tahakkukuna mâni sayarak şöyle
demiştir: «Halveti cima yerine saymak için dört şart vardır. Bunlar: 1) Hakiki
halvet. 2) Hissen mâni bulunmamak. 3) Tabiî mâni bulunmamak. 4) Şer'î mâni
bulunmamaktır. Birincisi, orada üçüncü bir şahsın bulunmasından korunmak
içindir. Bulunursa halvet sayılmaz. Mescit, umumi yol ve hamam gibi halvete
elverişli olmayan yerden de ihtiraz içindir ilh...» Bundan sonra Esrar'dan
naklen bu iki şeyin (üçüncü bir şahısın bulunmasıyla yerin elverişsiz
olmasının) hissî mâniden sayılacağını söylemiştir. Bu izaha göre hissî mâni ya
halvete aslından mâni olan yahut halvet tahakkuk ettikten sonra onun sahih
olmasını engelleyen hastalık gibi şeylerdir.
«Tabiî kısmın müstakil misali yoktur.»
Çünkü ulema tabiî kısmına misâl olarak üçüncü bir şahsın bulunmasını, hayız
veya nifâsı göstermişlerdir. Halbuki birincisi şer'an yasaktır. Tabiat ondan
nefret eder. Binaenaleyh hem hissî, hem tabıî, hem şer'î bir mânidir. İkincisi
hem tabiî, hem şer'î bir mânidir. Evet, aşağıda Serahsî'den naklen gelecektir
ki, karı ile kocadan birinin cariyesi, halvet-i sahihaya mânidir. Şuna binaen
ki, onun yanında tabiatı icabi karısıyla cima etmekten kaçınır. Halbuki şer'an
bunda bir beis yoktur. Binaenaleyh bu, şer'î değil tabiî bir mânidir. Lâkin
aynı zamanda hissî mânidir.
«Yahut farz veya nâfile hacc için ihrama
girmek gibi...» Maksat, hacc veya umre içindir ki, hacc için Arafat'ta vakfeden
önce veya sonra tavaftan önce ihrama girerse demektir. Nâfilenin ihramını
mutlak söylemiştir. Binaenaleyh izinli veya izinsiz olduğu suretlere şamildir.
Ulemanın beyanlarına göre kadın izinsiz ihrama girerse, kocasının onu ihramdan
çıkarmaya hakkı vardır. T.
Ben derim ki: Zâhîre bakılırsa, bu son
ta'mim murad değildir. Çünkü illet haram olmasıdır. Burada o yoktur.
"Karn" kelimesini Hayreddin-i
Remlî Kadı Zekeriyya'nın Ravd şerhinden 'karen' şeklinde nakletmiş; bunun
'karn' şeklinde okumaktan daha makbul olduğunu söylemiştir. Muğrîb'ten naklen
Bahır'da bildirildiğine göre, karen, fercde biten bir boynuz olup, erkeğin
âletinin oraya gîrmesine mânî olur. Yahut kalın bir gudde veya et yahut kemik
parçasıdır. Böyle olan kadına " imraetünratkaa' " derler. Bunun
muktezası, karen ile ratakın müteradif mânâya gelmeleridir.
"Afel" fercin dışında bir
guddedir. Kâmûs'ta şöyle denilmektedir:«Afel; kadının ön tarafından çıkan ve
erkeklerdeki fıtık illetine benzeyen bir şeydir.»
«Velev ki erkekte olsun hissi mâniden
sayılır.» Yani bunun erkekte veya kadında yahut her ikisinde bulunması
müsavidir. Bahır sahibi diyor ki: «Cimaya gücü yetmeyen küçük çocuğun halveti
hakkında iki kavil vardır. Kâdıhân bunun sahih olmadığına kesin olarak kaildir.
Mutemet kavil de budur. Onun için Zahîre'de mürâhik diye kayıtlanmıştır.» Mürâhik,
yani bülûğa yaklaşan çocuğun halvetiyle iddet vacip olur. Velev ki halvet-i
fâside olsun. Çünkü ülemanın halvet-i fâside ile iddet vâcip olur diye
açıklamaları, çocuğun halvetine de şâmildir. Bahır'ın iddet bâbında böyle
denilmiştir.
«Cimaya dayanamayacak kadar küçüklük hissî
mâniden sayılır.» Cimaya dayanmak ise bülûğa ermekle sınırlandırılmıştır.
Bazıları dokuz yaşla sınırlandığını söylemişlerdir. Evlâ olan, buna bir sınır
koymamaktır. Nitekim evvelce söylemiştik. Kocası kansının cimaya dayanacağını söyleyip
zifaf olmak ister de babası razı olmazsa, hâkim o kızı kadınlara gösterir,
yaşına bakmaz. Hulâsa'da böyle denilmiştir. Bahır.
METİN
İkisinin yanında üçüncü bir şahıs
bulunmayacaktır. Velev ki uyur halde veya kör olsun. Ancak üçüncü şahıs aklı
ermeyen küçük bir çocuk olur da karıyla kocanın aralarında geçeni söyleyemezse.
yahut deli veya baygın bulunursa zarar etmez. Lâkin Bezzâziye'de, "Eğer
geceleyin ise halvet sahihtir, gündüzün ise sahih değildir. Esah kavle göre kör
de böyledir." denilmiştir. Karı-kocadan birinin cariyesi dahi halvete mâni
değildir. Bununla fetva verilir. Mübtegâ. Köpek yavuz olursa, mutlak surette
halvete mânidir. Fetih sahibi, "Bence erkeğinköpeği mutlak surette mâni
değildir." demiştir. Yahut kadının olursa mânidir.
İZAH
«Velev ki uyur halde veya kör olsun.» Çünkü
kör hisseder; uyuyansa, uyanır yahut kendini uyur gösterir. Fetih. Bu sözde o
adamın ikinci karısı da dahildir. Mezhep budur. Şuna binaen ki, ortağının
huzurunda kadınla cima etmek mekruhtur. Bahır.
Ben derim ki: Bezzâziye'nin haram-helâl
bahsinde, "Eğer bilmezlerse, uyuyanların yanında karısı veya cariyesiyle
cimada bulunmakta beis yoktur. Bilirlerse mekruhtur." denilmiştir. Bu söz
gereğince uyudukları tahakkuk ederse halvet sahih olur. Bahır sahibi diyor ki:
«Mübtegâ'da kör hakkında tafsilât vardır. Kör onun halini bilmezse sahih olur.
Sağır ise, gündüzün sahih olmaz, geceleyin sahih olur denilmektedir.»
Ben derîm ki: Zâhire göre sağır sözüyle
körden başkasını kasdetmiştir. Körü de kasdederse, onun hakkında gece ile
gündüzün farkı yoktur.
«Deli veya baygın bulunursa zarar etmez.»
Bazıları mâni olduklarını söylemişlerdir. Fetih.
Ben derim ki: Bana deli mani olacak gibi
geliyor. Çünkü onun hali yavuz köpekten daha kuvvetlidir.
«Kör de böyledir denilmiştir.» Biliyorsun
ki onun hakkında gece ile gündüzün farkı yoktur.
«Bununla fetva verilir.» Bahır'da
Hulâsa'dan naklen, "Muhtar olan budur. imam Serahsi Mebsut'ta her ikisinin
mâni olduklarını kesinlikle söylemiştir.Ebû Hanife ile iki arkadaşının
kavilleri budur. Çünkü cariyesinin huzurunda karısına yanaşması tabiatı icabı
imkansızdır." denilmiştir. Yani karısının cariyesinin huzurunda
evleviyetle yanaşamaz. Çünkü o yabancıdır. Kendisine helâl değildir.
Ben derim ki: Buna İmam Kâdıhân dahi Câmi
şerhinde kesinlikle kail olmuştur. Bedayi'de şöyle demliyor: «Üçüncü şahıs o
adamın cariyesi ise, İmam Muhammed'in, vaktiyle halveti sahih olduğunu
söylediği; sonra bundan dönüp sahih değildir dediği rivayet olunur.» Herhalde
birincinin vechi şu olsa gerektir: Nikâhlı karısıyla cariyesinin karşısında
cima etmesinde beis olmadığını ulema açıklamışlardır. Bunun aksi caiz değildir.
Lâkîn bu kendi cariyesi hakkında zâhirdir. Karısının cariyesi hakkında zâhir
değildir. Şu da var ki; şer'an beis yoktur demekten, tab-ı selimin ondan nefret
etmemesi lâzım gelmez. Yukarıda geçtiği vecihle, üç imamımızdan nakledilen bu
olduğuna göre ve keza Fetevâ-i Hindiyye'de Zahîre'ye, Muhit'e ve Hâniyye'ye bu
nisbet edildiğine göre, bu kavilden ayrılmak doğru değildir. Onun için Rahmetî.
"Acayip! İmam-ı Azam'la iki arkadaşının kavillerine muhalif olan bir söz
mânâ itibariyle de doğru olmadığı halde, nasıl olur da mezhebin müftabih kavil
kabul ediliyor!" demiştir.
«Köpek yavuz olursa mutlak surette halvete
mânidir.» Yani erkeğin veya karısının köpeğiolması fark etmez.
«Mutlak surette mâni değildir demiştir.»
Yani yavuz olsun olmasın mâni değildir. Fetih sahibi bunu şu sözüyle ta'lil
etmiştir. «Çünkü köpek sahibine asla saldırmadığı gibi, sahibinin koruduğu
kimseye de saldırmaz.» Şu halde köpek o adamı karısının üzerinde görürse.
sahibi galip vaziyetinde olur. Onun için saldırmaz. Keza kocası kansının üste
çıkmasını emrettiyse yine saldırmaz. Çünkü kadın galip vaziyette de olsa köpek
ona saldırma imkanını da bulsa, sahibi onu men eder. Böylece halvet sahih olur.
«Yahut kadının olursa mânidir» Yani yahut
köpek yavuz değil de kadının malı ise mani olur. Lâkın Fetih sahibinin ta'lili
gereğince, erkeğin köpeğiyle kadının köpeği arasında fark yoktur. Çünkü kadının
köpeği kadını kocasının altında da görse, kadın onu men edebilir. O da
saldırmaz. Böylece halvet sahih olur.
METİN
Eğer köpek yavuz değilse ve erkeğin malı
ise halvete mâni değildir. Şer'î mâniden olmak üzere o yerin mescit, yol,
hamam, çöl, teras ve kapısı açık ev gibi halvete elverişli olmamasıyla kadını
bilmediği suret kalır. Nâfile oruç, nezir ve kefâretlerle kaza esah kavle göre
halvetin sahih olmasına mâni değildir. Zira bozmakla kefaret lâzım gelmez. Bu
şunu ifade eder ki, unutarak yer de yine oruçlu durur ve kadınla başbaşa
kalırsa halvet sahih olur. Kefareti ıskat eden her şey böyledir. Nehir.
İZAH
«Erkeğin malı ise...» Yani suretler
dörttür: 1) Köpek yavuzdur, erkeğindir. 2) Köpek yavuzdur, kadınındır. 3) Köpek
yavuz değildir, erkeğindir. 4) Köpek yavuz değildir, kadınındır. Musannıf
evvelâ halvet-i sahihaya mâni olan suretlerin üç olduğunu; bunların mutlak
surette köpek yavuz olmasıyla, yavuz olmayıp kadının malı bulunması suretleri
olduğunu anlattı. Mâni olmayan bir suret kaldı ki, o da dördüncü surettir ve
köpek yavuz olmayıp erkeğin malı olmasıdır.
«Kalır ilh...» Şer'î mânilerden olmak üzere
bir de kadının talakını halvetine tâlik kalır. Kadınla halvette kaldı mı kadın
boş düşer ve ciması haram olduğu için yarım mehrini vermek vâcip olur. Bunu
Vâkıât'tan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Demiştir ki: «Bezzâziye ile
Hulâsa'da şu da ziyade edilmiştir: Bu talâkta iddet vâcip değildir. Çünkü cima
imkânı yoktur. İddetin sahih kavle göre halvet-i fâsidede vâcip olacağı aşağıda
gelecektir. Binaenaleyh burada ihtiyaten iddet vâcip olur.» Şarih bundan bir
sahife sonra gelecek olan sözünde Bezzâziye'nin kavli üzere hareket etmiştir.
Bu husustaki sözün tamamı orada gelecektir.
«Mescit, yol.» Çünkü mescit halkın
toplandığı yerdir. Oraya zaman zaman girmelerinden emin olamaz. Keza mescitte
cima haramdır. Teâlâ Hazretleri, "Mescitlerde ibadet ederkenkadınlarınıza
yanaşmayın." Buyurmuştur. Yol âdeten insanların geçtiği yerdir. Bu
çekinmeyi icabeder ve cimaya mânidir. Bedâyi.
Ben derim ki: «Keza orada cima haramdır
ilh...» sözünden alınarak, boş evin kapısı kilitli bile bulunsa, halvete mâni
olduğu söylenebilir. Fetih sahibi diyor ki: «Kadınla yolculuk eder de caddeden
saparak hâlî bir yere giderse, bu halvet-i sahiha olur.
"Hamam"dan murad; kapısı açık
olandır. Yalnız karı-koca ikisinin üzerinden kilitli bulunursa, halvetin sahih
olmasına mâni yoktur.
"Teras" Yani kenarları kapalı
olmayan teras demektir, örtü ince veya kısa olur da, insan ayağa kalktığı zaman
onları görürse hüküm yine budur. Fetih. Yine Fetih'te şöyle denilmiştir:
«Mescit ve hamamda halvet sahih olmaz. Şeddâd. "Eğer karanlık fazla ise
sahih olur. Çünkü örtü gibidir." demiştir. Onun sözüne kıyasen şiddetli
karanlıkta etrafında perdesi olmayan terasta halvet sahih olur. Ama en iyisi
sahih olmaz demektir. Çünkü mâni olan hissetmektir. Hissetmek ise sadece göze
mahsus değildir. Görmüyor musun körün yanında halvet sahih olmuyor. Çünkü
hisseder.»
Ben derim ki: Hissetmek ancak ikisiyle
birlikte terasta biri bulunduğu vakit mümkündür. Fakat evin üzerinde yalnız
ikisi bulunur da yanlarına kimsenin çıkamayacağından emin olurlarsa, görmekten
başka his vasıtası kalmaz. Şiddetli karanlık da buna mânidir.
«Kapısı açık ev...» Yani bir insan bakmış
olsa onları görecek şekilde ise halvet sahih olmaz. Ama burada hilâf vardır.
Mecmû'un-Nevâzil'de, "Yanlarına izinsiz kimse giremezse bu
halvettir." denilmiştir. ahire sahibi bunun mâni olduğunu tercih etmiştir
ki, zâhir olan da budur. Bahır. Vechi şudur: Görme imkânı girmeye bağlı
olmaksızın mânidir. Binaenaleyh iznin bulunup bulunmamasının bir faydası yoktur.
«Halvete elverişli olmaması» ve
karı-kocanın orada hane ve evde olduğu gibi başkalarının görmesinden emin
bulunmasına yarayışlı olması kalır. Velev ki tavanı olmasın. Üzerinde kubbesi
bulunan yer ile kilitli kapısı bulunan bahçe de böyledir. Kapısı olmayan bahçe
bunun hilâfınadır. Velev ki orada kimse bulunmasın. Bahır. İnsanların yaşadığı
bir hanın mahzenine girerler de kapıyı kaparlar fakat kilitlemezlerse, içindeki
insanlar da bunları gözetmeyerek ortasında otururlarsa, halvet sahih olur.
Gözetîrlerse sahih olmaz. Fetih.
«Kadını bilmediği suret kalır.» Çünkü
bilmeden cimaya imkân vermek olmaz. Kadının bilmemesi bunun hilâfınadır. Fark
şudur: Erkek kadını bilince, o bilmese de cimasına imkân bulur. Aksi bunun
hilâfınadır. Çünkü erkeğe haramdır. Bahır'da böyle denilmiştir. Yine Bahır'da
bildirildiğine göre kadın, erkeği bilmediği zaman cimasına imkân vermesi haram
olur. Zâhire göre bundan dolayı kadın onun cimasına mani olur. Binaenaleyh
bunun mâni sayılması gerekir. H.
Ben derim ki: Bu mâniyi gidermek erkeğin
elindedir. Kendisinin kocası olduğunu kadına haber verir. Böylece kusur kendi
tarafından geldiği için halvetin sahih olduğuna hükmedilir ve mehir lâzım
gelir. T.
«Esah kavle göre...» Yani iki rivayetin
esah olanına göre demektir. Lakin Hidaye şarihlerinin açıkladıklarına göre,
tetavvu orucunda halveta mani olması şâzdır. Hâniyye'nin şu sözü de ona işaret
etmektedir: «Keza orucu ile kefaret ve nezir oruçlarında iki rivayet vardır.
Bunların esah olanına göre halvete mâni değildir. Tetavvu orucu da zâhir
rivayette ona mâni olması şâzdır. Hâniyye'nin şu sözü de ona işaret etmektedir:
«Kaza cu" sözünde, kaza, kefaret ve nezir oruçları dahildir. Binaenaleyh
tetavvu orucundan başkasında mânidir rivayeti onun tercihidir. Çünkü o gün
özürsüz olduğu halde oruç tutmamak bir rivayete göre caizdir. Haniyye'nin esah
demesi Kenz'in ifadesini teyid eder. Çünkü esah demek, mukabilinin sahih
olduğunu ifade eder. Hidâye'nin, "Kaza ve nezir orucu, bir rivayetle
nâfile gibidir." demesi de böyledir. Çünkü bu oruçların ramazan orucu gibi
olduklarını gösteren rivayetin daha kuvvetli olduğunu bildirir. Bununla Bahır
sahibinin, "Farz orucu velev ki nezredilmiş olsun bîlittifak mani olmak
gerekir. Çünkü onu bozmak haramdır. Velev ki kefaret lazım gelmesin.
Binaenaleyh o şer'î bir mânidir." diyerek yaptığı inceleme kuvvet bulur.
«Halvet sahih olur.» Çünkü kefaret şüphe
ile sâkıt olur. İmam Mâlik (r.) buna muhaliftir. Çünkü ona göre unutarak yerse
orucu bozulur. Fakat kefaret lâzım gelmez. T.
«Kefareti ıskat eden» su içmek, unutarak
cima' etmek, gündüzleyin niyetlenmek ve nâfileye niyetlenmek gibi şeyler
böyledir. T.
METİN
Belki mâni yalnız ramazan orucunun edâsıyla
farz namazdır. Halvet-i sahiha ileride görülecek hükümlerde cima gibidir. Velev
ki koca âleti kesik, âleti kalkmaz veya enenmiş yahut hali anlaşılan hünsa
olsun. Aski takdirde o adamın nikâhı mevkuftur. Bahır ve Eşbâh'ta bildirilen,
Nehir sahibinin izah ettiği gibi zâhirî mânâsına göre değildir. Nehir'de
Vehbâniyye şerhinden naklen bildirildiğine göre, kalkınmazlık bazen hastalıktan
veya hilkaten zayıflıktan yahut yaşlılıktan olur.
İZAH
«Yalnız farz namazdır.» Bahır sahibi diyor
ki: şüphesiz bozmak, farz olsun nafile olsun özürsüz namazı bozmak haramdır. Şu
halde mutlak olarak mâni olmalıydı. Halbuki ulema, "Vâcip namaz nâfile
gibi halvete mani değildir." demişlerdir. Halbuki onu terk etmek günahtır.
Bundan daha garibi, Muhit'in şu ifadesidir: "Nâfile namaz halvete mâni
değildir. Yalnız öğleden evvel kılınan dört rekât mânidir. Çünkü o sünneti
müekkededir. Böyle bir özür sebebiyle onu terk etmek caiz değildir." Çünkü
bu ifade sünneti müekkedeler arasındafark bulunmamasını, vâcibin ise
evleviyetle mâni olmasını gerektirir.
Ben derim ki: Hâsılı ulema hacc ihramında
farzı ile nâfilesi arasında fark yapmamışlardır. Çünkü bunların ikisi de kaza
ve ceza kurbanı hususunda ortaktırlar. Oruçla namazda ise farzla nâfile
arasında fark bulmuşlardır. Oruçta bu farz zâhirdir. Çünkü farz oruçta kaza ve
kefaret lâzımdır. Nâfile oruç ile o hükümde olan diğer oruçlar bunun
hilâfınadır. Zira böyle bir orucu bozmakla lâzım gelen zarar azdır. Çünkü
kazadan başka bir şey lâzım gelmez. Nitekim Cevhere'de böyle denilmiştir.
Namaza gelince: Farzla nâfile arasındaki
fark müşkildir. Çünkü namazın farzında günahtan ve kaza lâzım gelmesinden başka
bir zarar yoktur. Bu nafile ile vâcip namazda da vardır. Evet, farzda günah
daha büyüktür. Ama halvetin sahih olmasına sebep teşkil etmesinde gizlilik
vardır. Aksi takdirde ramazanın kazasıyla kefaretin nâfile gibi olmaması lâzım
gelir. İhtimal kendi sahibinin yukarıda arzettiğimiz gibi farz orucu mutlak
olarak ihtiyar etmesinin vechi bu olacaktır. Namaz da öyledir. Onun da farzı ve
nâfilesi farz oruç gibi olmak gerekir. Orucun nâfilesi bunun hilâfınadır. Çünkü
o daha müsamahalı meşru olmuştur. Şu delil ile ki, bir rivayette özürsüz
bozması caizdir. Namazın nâfilesini ise özürsüz bozmak bütün rivayetlere göre
caiz değildir. Binaenaleyh onun nâfilesi farzı gibidir. Belki Müctehid'e göre
aralarında bizim anlayamayacağımız bir fark vardır. Allahu a'lem.
«Hali anlaşılan hünsa olsun.» Yani
halvetten önce bu hünsa kocanın erkek olduğu anlaşılır. Nikâhı da sahih ise, o
zaman onun ciması caizdir. Halveti de cima gibidir. Hali anlaşılmazsa nikâh
mevkuftur, cimada bulunması mübah değildir. Binaenaleyh halveti de cima gibi
sayılmaz.
«Bahır'da» halvetin sahih olduğu mutlak
olarak bildirilmiş; halinin anlaşılması kaydedilmemiştir. Eşbâh'ın ifadesini
ileride göreceksin.
«Nehir»in ibaresi şöyledir: «Bundan, hali
anlaşılan hünsa murad edilmek gerekir. Hunsa-ı müşkile gelince: Onun nikâhı
hali anlaşılıncaya kadar mevkuftur. Onun için velîsi onu sünnet edene
nikâhlayamaz. Çünkü mevkuf nikâh bakmayı mübah kılmaz. Nihâye'de de böyle
denilmiştir.» Yani ciması evleviyetle mübah kılmaz. Binaenaleyh halveti sahih
değildir demek istiyor, Bu hayızlı kadınla halvete benzer. Hattâ ondan evlâdır.
Çünkü hali anlaşılmazdan önce yabancı mesabesindedir. Sonra Nehir sahibi
şunları söylemiştir: Mebsût'un ifadesine göre, hünsanın hali bülûğa ermekle
anlaşılırsa, erkek alâmeti görüldüğü takdirde babası ona bir kadın almışsa,
nikâhını kıydığı zamandan itibaren nikâhın sahih olduğuna hükmedilir. Şayet
kadına cima edemezse, kalkınamayan gibi ertelenir. Babası onu bir erkekle
evlendirmişse nikâhın bâtıl olduğu anlaşılır. Bu, ondan önceki halvetinin sahih
olmaması hususunda açıktır. Bu izahla anlarsın ki, Eşbâh sahibinin Asıl'dan
naklettiği şu ibare zâhirinegöre değildir: "Babası hünsayı bir erkekle
evlendirir de cima ederse caizdir. Aksi takdirde ne olacağını bilmiyorum yahut
babası onu bir kadınla evlendirir de bülûğa ererek cima ederse caiz olur. Aksi
takdirde ona kalkınamayan gibi mühlet verir." Muvaffakiyet Allah'tandır.
Yani Eşbâh'ın bu ibaresinden anlaşıldığına göre, mücerret erkeğin onunla cima
etmesiyle yahut onun kadına cima etmesiyle nikâh sahih olur. Velev ki bu iş
bulûğa erimeden ve kendisinde alâmet görülmeden olsun. Hali anlaşılmadan ciması
helâldir. Onunla yapılan halvet sahihtir. Bülûğa erdikten sonra bazen hali
anlaşılır, bazen anlaşılmaz. Halbuki Mebsût'ta bülûğa ermekle halinin kesinlikle
anlaşılacağı bildirilmiştir. Yine Eşbâh'ın zâhirine göre hünsanın hali belli
olmadan önce nikâhı mevkuftur. Bu, hali belli olmazdan önce yapılan halvetin
sahih olmayacağı hususunda açıktır. Çünkü cima helâl değildir. Fakat bu söz
götürür. Çünkü caizdir sözünün mânâsı, hali belli olduğu için akit caizdir
demektir. Ulemanın açıkladıklarına göre bu onun işkâlini giderir ve bundan
cimanın helâl olması lâzım gelmez. "Aksi takdirde ne olacağını
bilmiyorum." sözü, hünsada bu alâmet görülmezse akdin sahih olduğuna veya
olmadığına hükmedemem demektir. Yani bu başka bir alâmetin zuhuruna bağlıdır
demek istemiştir. Mebsût sahibinin, «Hünsanın hali bülûğa ermekle
anlaşılır." sözü, ekseri hallere göredir. Yoksa ulema bazen bunun halinin
bülûğdan sonra da müşkil kaldığını açıklamışlardır. Meselâ kadınlar gibi
fercinden hayız görür, erkekler gibi âletinden meni gelirse hali müşkil olmakla
devam eder. Bazen de bülûğa ermeden hali belli olur. İki su yolundan birinden
bevleder, ötekinden etmez. Böylece halveti sahih olur. Hâsılı halvetin sahih
olmasını halinin anlaşılmasıyla kayıtlamak zâhirdir. Çünkü daha önce ciması
helâl değildir.
"Hastalıktan" ve keza sihirden
olur. Böylesine bağlanmış derler. Nitekim bâbında Vehbâniyye'den naklen
gelecektir.
METİN
Halvet-i sahihanın cima hükmünde olması
nesebin sübûtu, velev ki âleti kesik kocadan olsun, mehr-i müsemmayı tekid ve
mehr-i müsemma yoksa mehr-i misil lâzım gelmesi; nafaka, mesken, iddet, kız
kardeşinin nikâhı ve o kadının iddeti içinde başka dört kadının nikâhının haram
olması, cariyeyeyi nikâh etmenin haram olması ve kadın hakkında talâk vaktine
dikkat hususundadır. Muhtar kavle göre başka bir talâk-ı bâin vâki
olmak:hususunda dâhi cima hükmündedir.
İZAH
Nesebin sübutu ilh...» hakkındadır. Bahır
sahibinin inceleme neticesi anladığı, sonra Hassâf'tan nakledildiğini gördüğü
şudur: «Halvet ancak mehri tamamlamak ve iddet vâcip olmak için cima yerini
tutar.» Bahır sahibi diyor ki: «Bundan maadası nesep gibi
akdinhükümlerindendir.» Yani hiç halvet bulunmasa da nesep yine sabit olur.
Meselâ doğulu bir erkek batılı bir kadınla evlense nesep sabit olur. Yahut
bundan maadası iddetin hükümlerindendir. Nitekim kalan hükümler böyledir.
Şaşırtacak şey Nehir sahibidir. Bu tahkik hususunda kardeşine tâbi olmuş; sonra
aşağıda gelen nazımda ona muhalefet etmiştir. Bahır sahibinin söylediklerini
ondan önce ibn-i Şıhne İkdü'l-Feraid adlı kitabında beyan etmiştir. Lâkin o.
"Cimadan önce boşanan kadın talâktan itibaren altı ay geçmeden doğurursa,
nesebi sabit olur. Çünkü gebe kalma işi kesin olarak boşanmadan önce olmuştur.
Boşamak cimadan sonradır. Çocuğu altı aydan fazlada doğurursa, nesebi sabit
olmaz. Çünkü iddet yoktur. O kadınla halvette bulunur da sonra boşarsa, nesep
sabit olur. Velev ki altı aydan fazlada doğursun. Bu surette hususiyet halvete
ait olur." demiştir.
«Velev ki âleti kesik kocadan olsun.» Çünkü
sürtüşmek suretiyle meni indirmesi mümkündür. İnnîn bâbında gelecektir ki,
kadınla halvette bulunur da sonra araları ayrılırsa, çocuğu iki senede bile
doğursa nesebi sabit olur.
«Mehr-i müsemmayı te'kid...» Yani sahih
nikâhın halvetinde mehr-i müsemmayı te'kid eder. Fâsit nikâhın halvetinde ise
mehr-i misil halvetle değil cima ile vâcip olur. Çünkü bu talâk cimadan
öncedir. İddet de icabetmez. Zira iddetin vâcip olması, halveti ihtiyaten cima
gibi saydığımız içindir. Çünkü zâhire göre halvet-i sahiha esnasında cima
bulunur. Bir de kansına dönmek kocanın hakkıdır. Kocanın cimadan önce
boşadığını ikrar etmesi, kendi aleyhine geçerlidir. Binaenaleyh talâk bâin
olur. Birinci talâktan sonra karısına dönmezse, ikinci talâkın da onun gibi
olması lâzım gelir. Şarihin, "başka bir talâkı bâin" sözü buna işaret
etmektedir. Çünkü bu söz, birinci talâkın da bâin olduğunu ifade eder. Az sonra
gelecek olan, "Bu talâktan sonra ricat yoktur." sözü de buna delâlet
eder. Bunun açıklaması ricat bâbında gelecektir. Bu anlattıklarımızdan anladın
ki, Zahîre'de zikredilen ikinci talâktır. Birinci değildir. Sonra ulemanın
mutlak olan sözlerinden anlaşılan, birinci talâkın da, ikincisinin de bâin
olmasıdır. Velev ki acık talâk lâfzıyla olsun. Cima edilen kadının talâkı böyle
değildir. Şu halde burada halvet cima gibi değildir. Halebî buna cevap vermiş;
"Teşbih bazı cihetlerindendir ki o da ikisinde de talâktan sonra talâk
vâki olmasıdır." demiştir. "Cima" edilen kadında bazen bâin
üstüne bâin talâk yapılabilir." şeklinde verilen cevap ise, adı geçen
muhalefeti def edemez.
METİN
Geri kalan; yıkanmak, ihsan, kızlarının
haram olması, kadının ilk kocasına helâl olması, ricat, miras ve muhtar kavle
göre kadının bâkireler gibi kocaya verilmesi vesair hükümler hakkında halvet
cima gibi değildir.
İZAH
"Yıkanmak" Yani mücerret halvet
yapmakla karı-kocadan birinin yıkanması icabetmez. Cima bunun hilâfınadır.
"İhsan" (yani namuslu ve iffetli
olmak) hususunda halveti sahiha cima gibi değildir. Halveti sahihadan sonra
zina yaparsa resmedilmesi gerekmez. Çünkü ihsanın şartı yoktur. İhsanın şartı
cimadır. İkdü'l-Ferâid sahibi diyor ki: «Bu, ihsanın erkeğe mahsus olduğu
anlaşılmadığına göredir. Bu söz, bununla ihsanın kadına da sabit olacağını
göstermemektedir. Bana öyle geliyor ki, bu hususta erkekle kadın arasında fark
yoktur. Ama bu bâbta açık bir nakil görmedim. Allahu a'lem.»
Ben derim ki: Bahır'da şöyle denilmiştir:
«Karı-koca cima olmadığında bir birlerinin tasdik ederlerse, ulema halvet-i
sahihayı cima yerine saymamışlardır. Ama cimayı ikrar ederlerse, hükmü ikisine
de lâzım gelir. Cimayı biri ikrar ederse kendisi hakkında tasdik edilir,
arkadaşı hakkında tasdik edilmez. Nitekim Mebsût'ta beyan edilmiştir.»
«Kızlarının haram olması...» Yani kadının
kızlarının o kocaya haram olması hususunda ulema halveti cima yerine
saymamışlardır. Karısıyla halvette bulunur da cima etmez ve şehvetle
dokunmazsa, kadının kızları ona haram olmaz. Cimada bulunması bunun
hilâfınadır. Sözümüz halvet-i sahiha hakkındadır. Nitekim Tebyîn ve Fetih
sahipleriyle başkaları bunu açıklamışlardır. İkdü'l-Ferâid sahibi,
"Halvet-i sahiha ile o kadının kızlarının haram olması hususunda İmameyn
arasında hilâf yoktur. Hilâf, halvet-i fâside hakkındadır. İmam Ebû Yusuf haram
olur demiş; İmam Muhammed haram olmadığını söylemiştir." demişse de bu
kavil zayıftır. Hilaf yoktur diye iddiası kabul edilemez. Nitekim bunu Nehir
sahibi izah etmiştir.
«Kadının ilk kocasına helâl olması»
hususunda halvet cima gibi değildir. Yani üç defa boşanan bir kadın ikinci
kocasıyla mücerret halvet yapmakla ilk kocasına helâl olamaz. Onunla mutlaka
cimada' bulunması lâzımdır. Bunun delili Useyle hadisidir.
"Ricat" (karısına dönmek) yani
halvet-i sahiha yapmakla karısına dönmüş sayılmaz. Açık talak sözleriyle
boşadıktan sonra halvette bulunarak karısına dönmeye hakkı yoktur. Bahır. Yani
talak bâin olmuştur, ûnun için dönemez. Nitekim arzetmiştik.
"Miras" hakkında dahi halvet-i
sahiha cima yerini tutamaz. Yani karısını boşar da halvet iddeti içindeyken
ölürse, karısı mirasçı olamaz. Bezzaziye. Bu ifadenin bir misli de Müctebâ'dan
naklen Bahır'dadır. İbn-i Şıhne ikdü'l-Feraid'de üçüncü bir kavil daha
zikretmiştir ki, o do halvetten sonra cima olmadığına birbirlerini tasdik
etseler bile kadının mirasçı olmasıdır. Rahmetî diyor ki: «Buna göre, yani
şerhdekine göre, bir adam hastalığında halvet-i sahihadan sonra cima etmeden
karısını boşar da iddeti içinde ölürse, kadın mirasçı olamaz. Tavvâki bu şerh
üzerine yazdığı hâşiyede kesinlikle buna kail olmuş; talebesi Dimaşk müftüsü
Hâmid İmâdî de bunu kabul etmiştir.»
«Bâkireler gibi kocaya verilmesi.»
diyeceğine, dul kadınlar gibi demesi gerekirdi. Tâ ki bundan önce
zikrettiklerine uysun. Çünkü zikrettikleri hep cimanın hassalarıdır, halvetin
hassaları değildir. Mânâ şudur: Bunun dul kadınlar gibi evlendirilmesi
hususunda halvet cima gibi değildir. Bilâkis o bâkireler gibi evlendirilir.
Bunu Tahtâvî söylemiştir.
«Muhtar kavle göre» böyledir. Müctebâ'da,
"Bu kadın dul gibi evlendirilir." denilmişse de zayıftır. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir.
«Vesair hükümler»den murad; burada
zikredilen yedi hükümden fazla olarak Nazım'da zikredilen dört hükümdür ki,
onlar da cimanın, fey'in ve kefaretin sükutu ile ibadetin bozulmasıdır. İki
mesele daha kalır ki, onları zikretmemiştir. Çünkü kabul edilmemişlerdir.
Bunlar: 1) Bazı ulemaya göre halvetin nikâh-ı mevkuf için icazet olmaması. 2)
İmameyn'e göre halvetten sonra kadın mehrini almak için kendini kocasına teslim
etmekten imtina edememesidir. Ebû Hanife'ye flöre ise hakiki cimadan sonra
mehrini almak için kadın kendini teslimden imtina edebilir. Nitekim Bahır
sahibi izah etmiştir. Vehbâniyye'de de ınninin kalkınamazlığının devamı
zikredilmiştir. Bunun nazma alınması mümkündür. Nitekim gelecektir.
METİN
Nitekim bunları Nehir sahibi nazma çekerek
şöyle demiştir:
«Kocanın halveti bazı suretlerde cima
gibidir. Bazılarında başkadır. Bu inci dizisiyle bilinir. Mehri tamamlamak,
iddet, keza nesep, Nafaka vermek, mesken ve, kızkardeşi men etmek makbuldür.
Dört kadının men'i keza cariyeler dediler. Yemin olsun. İçinde göç bulunan
ayrılık zamanına dikkat ettiler. İddette başka bir talâkın vukuunu caiz kabul
ettiler. Bazıları olmaz dedi. Doğrusu birincisidir. Mugayire gelince: O da
ihsan ve ricat ey dostum! Mirasçı olmak da öyle makûl. Cimanın sükutu ve kadını
helâl kılmak ve keza Bâkire nikâhının kızını haram kılmak mebzuldur. Fey' ve
tekfir de böyledir, bozulmaz. İbadet gusüllü tekmil de böyledir.»
İZAH
«Bazılarında başkadır.» Yani onbir meselede
halvet cima gibi değildir.
«Mehri tamamlamak ilh...» Halvetin cima
gibi olduğunu suretlerin beyanıdır.
«İçinde göç bulunan ayrılık»tan murad,
talâktır. H.
"Ricat" Yani yukarıda beyan
ettiğimiz gibi iki surette halvetle karısına dönmüş sayılmaz.
«Cimanın sükutu...» Yanı cima lâzım gelen
yerde halvet kâfi değildir. Kazaen evliliğin hakkı bir defa cimadır. Halvetle
bu hak sâkıt olmaz. İnnîn (kalkınamayan) da öyledir. Karısıyla halvette
bulunursa kendisinden cima sâkıt olmaz. Karısı ondan ayrılmak isteyebilir.
"Fey"' Yani kadına îlâ denilen
yemini yapar da sonra muddeti içînde cimada bulunursa, bu fey' olur. Halvette
bulunursa fey' olmaz. H.
"Tekfir" Yani ramazan gününde
cima ederse kefaret lâzım gelir. Ama sadece halvette bulunursa kefaret lâzım
gelmez. H. Nehir sahibi diyor ki: Kefaret meselesini burada saymak gereksizdir.
Çünkü sözümüz halvet-i sahihadadır. Edâ orucu ise o halveti bozar. Nitekim
yukarıda geçti. T.
«Bozulmaz ibadet...» Yani kadını bir ibadet
esnasında cima ederse ibadet bozulur. Onunla halvette kalırsa bozulmaz. H.
Hâsılı tekfir ile ibadetin bozulmasını zikretmemesi, onların yerine kalkınamama
meselesini ilâve gerekir. Böylece halvetin cima gibi olmadığı hükümler on olur.
Ben sadece bunları sayarak onları iki beyitte nazma çektim. Çünkü bunlar-dan
geri kalanlarında halvetin cimaya muhalif olmadığı mâlûmdur. Ben şöyle dedim:
«On meseleden başkasında halvet cima
gibidir. Bunlar; cima istemek, ihsan, ta'lil.
Fey', irs, ricat, ınnîn olmamak, nikâhtan
doğan kızın haram olması, bikr ve yıkanmaktır.»
METİN
Karı-koca ayrılırlar da, kadın, cimadan
sonra ayrıldık; kocası ise cimadan önce ayrıldık derse, söz kadınındır. Çünkü
yarım mehrin sükutunu inkâr etmektedir. Velev ki erkek cima'yı inkâr etmiş,
velev ki kadın halvet esnasında ona cima için imkân vermemiş olsun. Bakire ise
halvet sahihtir, değilse sahih değildir. Çünkü bâkire ancak zorla cima edilir.
Nitekim Tarsûsî bunu araştırmış, musannıf da onu tasdik etmiştir.
İZAH
«Kadın cimadan sonra ayrıldık derse...»
Burada murad, ya cima ile birlikte halvet olup olmadığı hususundadır; yahut
sırf halvet olup olmadığı hususunda ihtilâf etmeleridir.
«Söz kadınındır. Çünkü yarım mehrin
sükutunu inkâr etmektedir.» Zâhîdî'nin Künye adlı eserinde de böyle
denilmiştir. İbn-i Vehbân bunu nazma çekmiş, şerhinde, "Bu fer'i araştırdım.
Ama bulamadım. Bunu bozacak söz de bulamadım. Bunun vechi, kaidelere uygun
olmasıdır. Zira söz inkâr edenindir."demiştir.
Ben derim ki: Ben bunu Zâhîdî'nin Hâfî
namındaki kitabında da gördüm. Orada iki kavil hikâye etmiş; yukarıda geçeni
zikrederek Muhit ile başka bir kitaba nisbet etmiş, sonra Esrâr'a nisbetle
sözün erkeğin olduğunu, çünkü erkek yarım mehirden ziyadesini inkâr ettiğini
söylemiştir. Bana birinci kavil tercihe daha lâyık görünüyor. Onun için
musannıf kesinlikle ona kail olmuştur. Bunun sebebi şudur: Mehir bizzat akitle
vâcip olur. Cima yahut ölüm onu te'kid eder. Bunlardan önce boşamak mehri
yarıya böler. Binaenaleyh tamamının vücubu, için sebep tahakkuk etmiştir.
Yarıya indiren ise ârızîdir. Kadın bu ârızı inkâr etmekte ve muhakkak olup
bütününü icabeden sebebe tutunmaktadır. Onun içindir ki cimadan öncemehrinin
tamamlanmasını isteme hakkı kendisine sabit olur. Cimadan önce boşanmakla
kendisinden alınan mehrin yarısı milkine dönmez. Bu ancak ya hâkimin hükmüyle
yahut iki tarafın anlaşmasıyla olur. Bundan önce mehirde tasarrufu geçerli
değildir. Kadının tasarrufu ise geçerlidir. Kocası her ne kadar yarıdan
fazlasını inkâr etse de, sebebini ikrar etmektedir. Nitekim gasbettiğini
ikrarda bulunup o malı iade ettiğini iddia eder ve mal sahibi kendisini
yalanlarsa, iade ettim diye iddiada bulunması sebebini ikrardan sonra ödemeyi
inkâr olur ki kabul edilmez.
«Velev kî erkek cimayı înkâr etsin.» Bazı
nüshalarda, velev ki kadın inkâr etsin şeklindedir. Mânâ şudur: Söz kadınındır.
Velev ki kadın onun cima etmediğini inkâr etsin. Lâkin evlâ olan, "Velev
ki cima olmadığını itirafta bulunsun" demektir. Çünkü erkek cimayı iddia
etmemiştir ki, kadının inkârıyla ona karşılık verilsin.
«Çünkü bâkire ancak zorla cima edilir.»
Zira tabiatı icabı utanır. Binaenaleyh çekinmekle mehrin kuvvet bulmamasını
tercih etmiş olmaz. Dul kadın bunun hilâfınadır. Çünkü onun çekinmesi, mehrin
kuvvet bulmamasını tercih ettiğini gösterir.
«Nitekim Tarsûsî bunu...» Enfeû'l-VesâiI
adlı kitabında araştırmıştır. İnceleme, adı gecen tafsilât hakkındadır. Zira
Tarsûsî evvelâ Zahîre'den naklen, "Kadınla halvette kalır da kadın ona
ciması hakkında imkân vermezse, bu hususta müteehhirin ulema ihtilâf
etmişlerdir. Nevâzil'in talâk bahsinde kocanın yarım mehir vermesi lâzım geldiği
belirtilmiştir." demîş;sonra bu tafsilâtı zikrederek, "Ben bunu fıkıh
anlayışımla söyledim. Bu hususta bir nakil bulamadım." demiştir. Zâhire
bakılırsa o bununla iki kavlin arasını bulmak istemiştir. Yine onun söylediğine
göre bu hüküm, karısı bu hususta kocasını tasdik ettiğine göredir. Yalanlarsa
söz yeminiyle beraber kadınındır. Çünkü inkâr eden odur.
«Musannıf da onu tasdik etmiştir.» Yani bu
hususta üstadı Bahır sahibine uymuştur.
METİN
Erkek, "Ben filân kadınla halvette
kalırsam sen boşsun." der de o kadınla halvette kalırsa, karısı talâkı
bâinle boş olur. Çünkü şart mevcuttur ve mehrin yarısı vâcip olur. Ama kadına
iddet yoktur. Bezzâziye. Halvetin bütün nevilerinde velev ki halveti fâside
olsun ihtiyaten iddet vâcip olur. Yani gebelik tevehhümünden dolayı istihsanen
vâcip olur. ."Mâni oruç gibi şer'î olursa iddet vâcip olur. Küçüklük ve
ağır hastalık gibi hissî olursa vâcip olmaz." diyenler de olmuştur. Bunu
diyen Kudûrî'dir. Timur tâşı ile Kâdıhân da onun kavlini tercih etmişlerdir.
Ama mezhep birinci kavildir. Çünkü İmam Muhammed'in sözüdür. Bunu musannıf
söylemiştir. Müctebâ'da, "Yalnız iddetle mehir hakkında ölüm de cima
gibidir. Hattâ cimadan önce anne ölse, kızı o kimseye helâl olur."
denilmiştir.
İZAH
«O kadınla halvette kalırsa...» Yani
halveti sahiha yaparsa demektir. Çünkü halvet denilince hatıra gelen odur. H.
Yani yemin eden bir kimse, "Seninle halvette kalırsam şöyle olsun"
derse, bundan muradı, halvete mâni olacak veya onu bozacak bir şey
bulunmamasıdır.
«Talâkı bâinle boş olur.» Çünkü ulema,
"Halvet-i sahihadan sonra yanılan talâk bâin olur." diye
açıklamışlardır. Minah. Burada evleviyetle bâin olur. Çünkü halvet sahih
değildir. Halvet cimaya ancak iddetin vâcip olması hususunda benzer. T.
«Mehrin yarısı vâcip olur.» Bu cümleden sonra
bazı nüshalarda, "Çünkü cimaya imkân veren halvet yoktur." cümlesi
ziyade edilmiştir. Yani kadın mücerret halvetle boş düşmüştür. Binaenaleyh
şer'an cimaya imkân bulamamıştır demektir.
«Ama kadına hiddet yoktur.» Bahır sahibi
diyor ki: «Sahih kavle göre halveti fâsidede iddet vâcip olduğu ileride
gelecektir. Binaenaleyh bu suretlerde ihtiyaten iddet vâciptir.» Hayreddin-i
Remlî kendisine itiraz ederek, "Nakle muarız olmakla beraber iddetin vâcip
olduğu nasıl kesin söylenebilir. Halbuki bu kadın cimadan önce boşanmıştır. O
ecnebidir. Ecnebi kadınla halvette kalmak iddeti gerektirmez. Binaenaleyh bu ne
halveti sahiha kısmındandır, ne de halveti fâsideden. Öyleyse düşün ve
ulemanın; iddet ancak teslim tahakkuk ettiği vakit cima yerine tutulur
sözlerine bak!" demiştir.
Ben derim ki: Kadın tarafından teslim
mevcuttur. Lâkin erkek tarafından gelen bir mâni ona engel olmuştur. O da
ınnînde olduğu gibi tâliktir. Bir de kadının yanına girip de hacca veya namaza
niyet eden gibidir. Halvetin ecnebi bir kadınla olduğu kabul edilemez. Çünkü
halvet talâkın şartıdır. Talâk ancak şartı bulunduktan sonra olur. Nitekim
ecnebi bir kadına, "seninle evlenirsem boşsun" demesi böyledir.
Talâkın vâki olması, halvetin tahakkuk ettiğine delildir. Çünkü halvet olmasa
talâk da olmazdı. Şu kadar var ki, halvet tahakkuk ettikten sonra erkek
tarafından bir mâni zuhur etmiştir. Ulemanın sahih kavle göre halvet-i fâside
ile iddet vâcip olur diye açıklamaları bu suretlere şâmildir. Binaenaleyh
Bezzâziye'nin, "Ona iddet yoktur." sözü sahihin hilâfına göredir. Bu
söz, bir naklin ondan daha sahih bir nakle muarazası kabilindendir.
«İddet vâcip olur.» Zâhirine bakılırsa
iddet hem kazaen, hem diyaneten vâcip olur. Fetih sahibi diyor ki: «Attâbî'nin
beyanına göre, ulemamız, halvet-i sahiha ile vâcip olan iddetin zâhiren mi
yoksa hakikaten mi vâcip olduğunda söz etmişlerdir. Bazıları, kadın cima
olmadığını yüzde yüz bilerek evlenirse ona diyaneten helâl olur, kazaen olmaz
demişlerdir.»
«Bütün nevilerinde ilh...» sözü sahih
nikâha aittir. Fâsid nikâha gelince: Onda halvetle iddet vâcip olmaz. İddet
ancak cimanın hakikatiyle vâcip olur. Fetîh.
«Gebelik tevehhümünden dolayı...» Yani
hakiki imkân bulmaya bakarak rahimde çocuk kalması tevehhüm edildiği için
istihsanen vâcîp olur. Aleti kesik olan adam hakkında daböyledir. Çünkü
sürtüşmek suretiyle gebe bırakma ihtimali vardır. İddet hem şeriatın, hem
çocuğun hakkıdır. Onun için karı-kocanın ıskat etmeleriyle sâkıt olmaz. Kocası
izin verse bile, dışarı çıkmak kadına helâl olmaz. iki iddet içiçe girer. Fakat
kul hakkı içiçe girmez. Fetih. Tamamı Mi'rac'dadır.
«Timur tâşı de onun kavlini tercih
etmiştir.» Bedâyi sahibi kesinlikle buna kail olmuş; Fetih sahibi de,
"Attâbînin söyledikleri, bunu teyid eder." demiştir.
«İddet vâcip olur.» Çünkü hakikaten imkân
sabittir. Fetih.
«Küçüklük ve ağır hastalık gibi...» Fetih
sahibi diyor ki: «Bu kavle göre en güzeli. küçüklüğü kudreti olmayana;
hastalığı da ağır hastaya tahsis etmektir. Çünkü bunların ikisinden
başkalarında hakikaten imkân sabittir.»
«Çünkü İmam Muhammed» bunu Câmi-i Sağîr
adlı kitabında beyan etmiştir. Kendisi bu kitabın meselelerini İmam Ebû
Yusuf'tan; o da mezhebin sahibi İmam-ı Azam'dan rivayet etmiştir.
«Bunu musannıf söylemiştir.» Yani Bahır
sahibi olan üstadına uyarak söylemiştir. Nehir ve Şurunbulâliyye sahipleri de
bunu tasdik etmişlerdir.
«Ölüm de cima gibidir.» Yani iddetle mehir
hakkında halvet nasıl cima gibi ise, ölüm de öyledir. Maksat cimadan evvel
erkeğin ölmesidir. Bu, iddete nisbetledir. Mehire nisbetle ise ikisinden
birinin ölümüdür: Nitekim bunu Halebî beyan etmiştir.
«Yalnız iddetle mehir hakkında...» Yani
kocası öldüğü vakit kadının vefat iddeti beklemesi lâzım gelir ve cima edilen
kadın gibi bütün mehire hak kazanır.
Ben derim ki: Mirasta da bunun hükmü
verilir denilemez. Çünkü miras akdin hükümlerindendir. Onun için cimadan aşağı
olan halvetten önce tahakkuk eder.
«Kızı o kimseye helâl olur.» Yani halvet-i
sahihadan sonra helâl olduğu gibi; burada da helâl olur ve yukarıda geçtiği
gibi ancak cimanın hakikatıyla haram olur.
METİN
Kadın bin dirhem mehri alır da onu kocasına
hîbe ederse, cimadan önce boşandığı takdirde kocası mehrin yarısını ondan
alabilir. Çünkü akitlerde paralar taayyün etmez. Mehri almamış veya yarısını
almış da birinci surette hepsini, ikinci surette kalanını hîbe etmişse; yahut
muayyen bir elbise gibi araz olan mehri yahut zimmettekini almadan veya
aldıktan sonra hîbe ederse, dönüp bir şey isteyemez. Çünkü maksat hâsıl
olmuştur.
İZAH
«Cimadan önce...» Yani halvetten de önce
boşandıysa demektir. Nehir. Yukarıda geçtiği vecihle halvet hükmen cima yerine
geçer.
«Çünkü akitlerde paralar taayyün etmez.»
Onun için bir kimse nikâhta bazı dirhemlere işaretetse, onları vermeyip mislini
verebilir. Misli, cins, nevi, miktar ve sıfatça bir olmasıdır. Kadın bir şey
hîbe etmeden cimadan önce boşanırsa, aldığını vermeyip başkasını verebilir.
Onun için hepsinin zekâtını verir. Tamamı Nehir'dedir. Hâsılı cimadan önce
boşamakla kocasının hak ettiği yarım mehrin aynı hîbe ile eline geçmemiştir.
Minah.
«Yarısını almışsa» sözü, yarısından
fazlasını almasından ihtirazdır. Çünkü o zaman yarıdan fazla olanı kocasına
iade eder. Yarıdan azını alır da kalanını kocasına bağışlarsa, hükmü
evleviyetle malumdur. Bahır. Yani kocası ondan bir şey alamaz.
«Birinci surette...» En münasibi her iki
surette demesiydi. O zaman, "yahut kalanını" sözü, bini hibe
etmesinin ikincide bir kayıt olmadığına işaret olurdu. Nitekim Bahır sahibi
öyle yapmıştır. Nehir sahibi diyor ki: «Yarısını aldıktan sonra bini hibe
etmenin manası , kocasından aldığını ve almadığını ona bağışlaması demektir.»
«Araz olan mehri hibe etmişse» sözüyle, o
şeyin kusurlanmadığına işaret etmiştir. Çünkü fazla kusurlandıktan sonra hibe
ederse teslim aldığı günkü kıymetinin yarısını kocasına döner. Çünkü kocasına
başka bir mal hibe etmiş gibi olur. Kusur az olursa yok gibidir. Çünkü ileride
görüleceği vecihle, mehirde bu kadarı çekilir. Hibe ederse diye kayıtlaması,
kocasına satmış olsa kocası ondan yarısını alacağı içindir. Zahire göre verdiği
paranın yarısını almaz. Kocasına o şeyin yarısından azını hibe ederse yarısının
üstünü iade eder. Yarısını veya fazlasını hibe ederse, kocası ondan bir şey
alamaz. Bahır.
«Yahut zimmettekini» sözüyle, muayyen eşya
olsun, başka bir şey olsun fark etmediğine işarette bulunmuştur. Bu, nikahın
hususiyetlerindendir. Çünkü nikahta eşya zimmette sabit olur. Nikahta mal
maksut değildir. Binaenaleyh müsamaha gösterilir. Satış bunun hilafınadır.
Bahır.
«Çünkü maksat hasıl olmuştur.» Zira cimadan
önce boşamakla hakettiği şeyin aynı eline geçmiştir. Hakettiği o şey akitte
olduğu gibi fesihte de muayyen olur. Şu delil ile ki, hiç biri bedelini veremez
hatta fena halde kusurlansa da o şeyi kocasına hibe etse, yukarıda geçtiği gibi
kıymetinin yarısını alır. Nehir.
TETİMME: Tartıyla satılan gayri muayyen -ki
zimmette sabit olan şeydir- nakit hükmündedir. Muayyen olanı ise eşya gibidir.
Külçe ile altın ve gümüş kakmalar hakkında ihtilaf edilmiştir. Bir rivayette
bunlar eşya gibi diğer rivayette basılmış paralar gibidir. Bedayi'de böyle
denilmiştir. Nehir.
TEMBİH: Bahır sahibi diyor ki: Bana zahir
olduğuna göre bu meselenin altmış vechi vardır. Çünkü mehir ya altın, ya gümüş
yahut bunlardan başka misli veya kıyemi bir şeydir. Birincisi yirmi vecih
üzeredir. Zira hibe edilen o şeyin ya bütünü yahut yarısıdır. Bunlardan her
biri de ya teslim almadan yahut aldıktan sonradır. Yahut yarısını veya yarıdan
azını veya yarıdançoğunu aldıktan sonradır. Bunlar da on eder. Bunların herbiri
ya basılmış paradır yahut külçedir. Bunlar da yirmi eder. Birinci on mislidir.
Bunların herbiri ya muayyen yahut değildir. Kıyemi olanlar da öyledir.
Hükümleri beyan edilmiştir.» Nehir sahibi de ona uymuştur.
Ben derim ki: Bunun bir misli daha ziyade
edilir ve yüzyirmi olur. Şöyle denilir: Hibe edilen şey ya bütündür ya yarım,
ya yarıdan fazladır yahut yarıdan azdır. Bunlar dört eder. Adı geçen beşle
çarpılırsa yirmi olur. Bunların herbiri ya basılmış paradır yahut külçedir.
Mecmuu kırk eder. Her mislide hüküm budur. Kıyemi kırktır. Yarıdan fazlanın
veya daha azının hibe edilmesine ne hüküm verileceği yukarıda geçti.
METİN
Bir kimse o beldeden çıkarmamak veya
üzerine evlenmemek şartıyla bin dirheme nikahlarsa; yahut kadınla oturursa bin
dirheme, dışarıya çıkarırsa ikibine diye nikahlarsa, birinci surette şartını
ifa ettiği, ikinci surette kadınla oturduğu takdirde o kadına bin dirhem
verilir çünkü buna razı olmuştur. Burada iki suret vardır. Birincisi kadına
faydalı olacak bir şartla mehir koymak, ikincisi bir takdire göre mehir, başka
takdire göre başka mehir koymaktır. Şartını ifa etmezse ve kadınla oturmazsa,
mehr-i misil verilir. Çünkü fayda olmayınca kadının rızası da yoktur. Lakin son
meselede mehir ikibinden fazla verilmediği gibi binden de aşağı bırakılmaz. İki
taraf buna ittifak etmişlerdir.
İZAH
«Kadınla oturduğu takdirde» diyerek burada
birinci suretteki gibi şartını ifa ederse dememesi, birinci surette mehr-i
müsemma mal olunca az veya çok olması hususunda takdirde bulunmuş; ikinci
surette mal olmadığı için bu takdiri yapamamıştır.
«Birincisi ilh...» Bunun esası kadına bir
miktar mehr-i müsemma yahut mehr-i mislinden fazla mehir koyması ve bununla
birlikte kadına yahut kadının babasına zirahm-i mahremine bir fayda şart
koşmaktır. Bu şart, faydalanılması mübah ve kocanın fiiline bağlı olacaktır.
Mücerret akitle hasıl olan bir şey olmamalıdır. Kocasının bundan kendisine bir
şey iade etmesini kadına şart koşmaması da lazımdır. Bu şöyle olur: Kadını
bulunduğu beldeden çıkarmamak veya ona ikramda bulunmak yahut hediye vermek
yahut onun babasına kendi kızını nikahlamak veya kadının kardeşini azad etmek
yahut ortağını boşamak suretiyle bin dirheme alır. Menfaat ecnebi için şart
koşulur da şartı îfa etmezse, kadına mehr-i müsemmadan başka bir şey verilmez.
Çünkü bu menfaat akdi yapan iki taraftan biri için kasd edilmiş değildir. Üzerine
evlenmek gibi kadına zarar verecek bir şeyi şart koşsa, hüküm evleviyetle bunun
gibidir. Keza konulan mehir misil kadar veya ondan daha çok olursa hüküm yine
böyledir. şart koşulan şey şarap ve domuz gibi mübah değilse, konulan mehir on
dirhem veya daha fazla olduğu takdirde, kadına onu vermesi vâcip olur. Şart
koştuğu şeybâtıldır. Mehr-i misli de tamamlamaz. Çünkü müslüman haramdan
faydalanmaz. Onun yerine başka bir şey de vâcip olmaz. Kadını kardeşini âzâd
etmek veya ortağını boşamak şartıyla bin dirheme fakat muzârî değil de mastar
sîgasıyla nikâh ederse, kardeşi âzâd olur. Akdin kendisiyle, ortağı, bir
talâk-ı ric'î ile boş düşer. Çünkü mukabilinde kıymeti olmayan bir mal
gösterilmiştir. O mal da kadından istifade hakkıdır. Karısına sadece konulan mehir
verilir, veyâ hakkı kocasınındır. Ancak, "Kadının kardeşi de, veyâ kadına
olmak üzere âzâd olacak." derse, o zaman veyâ hakkı kadının olur. Kadını
bin dirhem mehirle ve kendi karısı filancayı boşamak, kadının da ona bir köle
iade etmesi şartıyla alırsa, bin dirhem mehr-i misli ile kölenin kıymetine
taksim edilir. Her ikisi musavi gelirse, binîn yarısı köleye kıymet, yarısı da
mehir olur. Bu kadını cimadan sonra boşarsa bakılır; kadının mehr-i misli beş
yüz dirhem veya daha az ise, ona bundan başka bir şey verilmez. Daha fazla ise,
Kocası şartı îfa ettiği takdirde hüküm yine budur. Etmezse mehr-i misil
verilir. Meselenin tamamı Muhit'te ve Mebsût'tan naklen Fetih'tedir.
İkramda bulunmayı ve hediye vermeyi şart
koşması meselesi hakkında iIeride söz gelecektir. Meselenin hulâsası birkaç
vecih üzerinedir. Çünkü şart ya kadına faydalı olacaktır yahut ecnebi birisine;
yahut da zararlı olacaktır. Bunlardan her biri ya mücerret nikâhla meydana
gelecektir, yahut kocamın fiiline bağlı kalacaktır. Bu altı kısmın her birine
göre mehr-i misil ya mehr-i müsemmadan daha çok, ya ona müsavî. yahut daha
azdır. Bunların her biri ya cimadan önce yahut sonradır ve her birinde ya
şarttan faydalanmak mübahtır yahut değildir. Her birinde kadının kocasına ya
bir şey iade etmesi şart koşulmuştur yahut koşulmamıştır ve her birinde şartı
îfa ya hâsıl olmuştur ya olmamıştır. Böylece vecihler iki yüz seksen sekize
ulaşır. Bahır'daki izahın hulâsası budur.
İkincisi ilh...». Fetih sahibi diyor ki:
«İkinciye gelince: Meselâ kadını yanında oturmak veya üzerine cariye getirmemek
yahut ortağını boşamak veya mevlât yahut acem veya dul olmak şartıyla bin
dirheme, bunların zıddında ikibine nikâhlamak suretiyle olur.»
«Çünkü fayda olmayınca kadının rızası da
yoktur.» Zira birincide kadına faydalı bir şart koşmuştu ki, o da evinden
çıkarmamak ve üzerine evlenmemek gibi şeylerdir. Bu şartı îfa edince kadına
mehr-i müsemması verilir. Çünkü mehir olmaya yarayışlı bir şeydir. Kadın da
buna razı olmuştur. Bu yoksa kadın da mehr-i müsemmaya razı olmaz. O zaman
mehr-i misli tamamlanır. İkincide iki mehir koymuştur, fakat bunların ikincisi
doğru değildir. Çünkü meçhuldür. Nitekim gelecektir. Binaenaleyh burada mehr-i
misil vâcip olur.
«Binden de aşağı bırakılmaz.» Yani her iki
meselede hüküm budur.
«Çünkü iki taraf buna ittifak etmişlerdir.»
Yani son meselede kadının mehr-i misli iki binden fazla olursa, iki binden
fazla bir şey alamaz. Çünkü kocasının karşısında buna razı olmuştur. Birinci
mesele bunun hilâfınadır. Çünkü binden fazla olursa, kaça çıkarsa çıksın kadına
mehr-i misil verilir. Zira yalnız bine razı olmamış, faydalı bir vasıfla
birlikte ona razı olmuştur. Bu vasıf da meydana gelmemiştir. Her iki meselede
mehr-i misil binden az olursa, kadına bin dirhem verilir. Çünkü kocası buna
razı olmuştur.
METİN
O kadını cimadan önce boşarsa, her iki
meselede mehr-i müsemma yarıya bölünür. Çünkü şart sâkıt olmuştur. İmameyn,
"Her iki şart sahihtir." demişlerdir. Kadını çirkinse bin dirheme,
güzelse iki bin dirheme nikâhlaması bunun hilâfınadır. Çünkü her iki şart esah
kavle göre bil ittifak sahihtir. Sebebi bilinmeyen cihetin azlığıdır. Ama
dullukla bekârlık sebebiyle mehrin azlık ve çokluğunda tereddüt göstermesi
bunun hilâfınadır. Çünkü kadın dul ise az olanı vermesi. değilse mehr-i misil
vermesi gerekir. Yalnız bu mehr-i misil müsemmanın çoğundan fazla olmayacak,
azından da az olmayacaktır. Fetih. Bâkire çıkmasını şart koşar da dul çıkarsa.
bütün mehrini vermesi lâzım gelir. Dürer. Bezzâziye sahibi de bunu tercih
etmiştir.
İZAH
«Çünkü şart sâkıt olmuştur.» Zira koca
şartı îfa edemeyince, mehr-i mislin tamamı vâcip olur. Cimadan önce boşadığında
ise mehr-i misil sabit olmaz. Binaenaleyh o da itibardan sâkıt olur, mehr-i
müsemmadan başka bir şey katmaz. Artık o yarıya bölünür. Bedâyi.
«İmameyn, "Her iki şart
sahihtir." demişlerdir.» Yani son meselede böyledir. Hidâye sahibi diyor
ki: «Hattâ kadınla beraber oturursa kadına bin dirhem, dışarı çıkarırsa iki bin
verilir. İmam Züfer her iki şartın fâsit olduğunu söylemiştir. Ona göre kadına
mehr-i misil verilecek, fakat bu, binden az iki binden çok olmayacaktır.
Meselenin aslı icareler bahsindedir.»
«Esah havle göre» bunun mukabili Nevâdir'de
İbn-i Semâa'nın İmam Muhammed'den naklen, "Bu mesele ihtilâflıdır."
demesidir. Bahır sahibi bunu zayıf bulmuştur.
Sebebi bilinmeyen cihetin azlığıdır.» sözü,
İmam-ı Âzam'ın kavline yapılan itirazın cevabıdır. İmam-ı Azam evvelki meselede
ikinci şartın fâsit olduğunu söylemişti. Mesele; kadını yanında oturursa bin
dirheme, dışarı çıkarırsa iki bin dirheme nikâhlaması meselesiydi. Bu surette
İmam-ı Âzam her iki şartı sahih kabul etmişti. Halbuki her iki surette terdit
vardır. Gâye sahibi buna cevap vermiş; "Geçen meselede tereddüt ikinci
mehr-i müsemma üzerineydi. Çünkü koca onu evinden çıkarıp çıkarmayacağını
bilmiyordu. Burada ise kadın güzel veya çirkin tek bir sıfat üzeredir. Kocanın
onun sıfatını bilmemesi tereddüt icabetmez." demiştir. Zeylâî bu cevabı
reddederek; "Evvelki meselenin suretleri arasında kadın hücre ise yahut
kocanın başka bir karısı olursa iki bine, kadın âzâdlı ise yahut kocanın başka
karısı yoksa bin dirheme ciması da vardı. Halbuki burada tereddüt yok, fakat
hâl meçhûl idi." demiştir. Bahır sahibi de ona şu cevabı vermiştir: «Kadın
bütün suretlerde bir sıfatta olsa dahücre olup olmaması hususundaki bilinmezlik
kuvvetlidir. Çünkü bu, gözle görülür bir şey değildir. Onun için bunda münazaa
olursa isbatına ihtiyaç görülür. Binaenaleyh bunda manen tereddüt vardır.
Güzellik, çirkinlik bunun hilâfınadır. Çünkü görülen bir şeydir. Onun
bilinmezliği azdır. Çünkü zahmetsizce giderilebilir.» Nehir sahibi de buna
itiraz etmiş; "O halde bir karısı olursa iki bin dirheme: olmazsa bin
dirheme nikâhladığı kadının akdi sahih olmak gerekir. Çünkü nikâh birbirlerini
işitmekle sabit olur. Münazaa vaktinde isbata muhtaç değildir."'demiştir.
Ben derim ki: Bu ifadenin söz götürdüğü
meydandadır. Çünkü nikâhın birbirlerini işitmekle isbatı, ancak nikâhın
isbatına ihtiyaç görüldüğü zamandır. Şu da var ki; o adamın başka memlekette
bir karışı olur da onu kimse bilmeyebilir. Güzellik. çirkinlik bunun
hilâfınadır. Onun için şarih Bahır'ın ifadesine tâbi olmuş, Nehir'in sözüne
bakmamıştır.
«Tereddüt göstermesi bunun hilâfınadır
ilh...» Bu mesele dahi evvelki meselenin suretlerinden biridir. O meselenin,
güzellik, çirkinlik için tereddüt ettiği meseleye muhalif olduğunu söylemişti.
Binaenaleyh tekrarına hâcet yoktur.
Hâsılı mehri azla çok arasında mütereddit
bırakmak meselesinde azın şartı bulunursa azı vermesi lâzım gelir. Aksi
takdirde çoğu vermesi icabetmez. Bilâkis mehr-i mislini verir. İmameyn buna
muhaliftirler. Yalnız güzellik, çirkinlik meselesinde İmam-ı Azam'la
beraberdirler. Zira hangi şartta bulunursa bulunsun bil ittifak mehr-i müsemma
vâcip olur. İmamı Âzam'ın gördüğü fark yukarıda geçti.
«Bâkire çıkmasını şart koşar da dul
çıkarsa...» meselesini şarih istidrat kabilinden (yani yeri gelmişken)
zikretmiştir. Yoksa bu mesele öncekilerin cinsinden değildir. Münasebeti mehr-i
müsemmayı arzu edilen bir vasfa bağlı bırakmaktır.
«Bütün mehrini vermesi lâzım gelir.» Çünkü
mehir sırf istifade için meşru kılınmıştır. Bâkire çıksın diye meşru
kılınmamıştır. Bunu Halebî Mecmau'l Enhur'dan nakletmiştir.
«Bezzâziye sahibi de bunu tercih etmiştir.
» Ben derim ki: Bezzâziye'nin ibaresi şöyledir: «Kadını bâkire çıkması şartıyla
alır da bâkire çıkmazsa, onun halini kızlığı atlamakla bozulmuştur diye salâha
yorumlamak için bütün mehr-i vermesi vâcip olur. Onun bâkire çıkmak şartıyla
mehr-i mislinden fazlasıyla alır da bâkire çıkmazsa, ziyadeyi vermek vâcip
olmaz. Düşünen için ikisinin arasını bulmak açıktır.»
Aralarını bulmak ikinci meseleyi ta'lil
ederken İmâdiyye sahibinin Fevaidü'l Muhit'ten naklettiği şu sözlerle olur: Bu
adam ziyadeyi arzu ettiği bir şeyin karşılığında vermiştir. O şey de yoktur.
Binaenaleyh mukabilindeki ziyade de vâcip olmaz. Sen biliyorsun ki,
Bezzâziye'nin sözünde mutlak surette bütün mehri vermesi tercih edilmiş
değildir. Bilâkis onda tafsilâtın tercihi ve mehr-i misille ondan daha fazla
vererek evlenmek arasında farkıtercih vardır. Evet, Bezzâziye'de bundan sonra,
"Kadına bâkire çıkmak şartıyla mehr-i muaccelinden daha fazla verir de
kadın dul çıkarsa, bazılarına göre kadın fazlasını kocasına iade eder. Buhârâ
ulemasının ihtiyar ettikleri kavle kıyasen ise, mehr-i muaccelinin mislinden
fazlasını iade eder. Onların kıyas ettikleri mesele şudur: Kadına çok cihaz
hazırlasınlar diye peşin olarak çok mal verir de kadın çok cihaz getirmezse,
mehr-i muaccelinin mislinden ziyadesini kocasına döner. Harzem uleması da böyle
fetva vermiş; ziyadeyi dönmesi gerekir demişlerdir. Lâkin İmam Zahîruddin'in
Fevâid'inde her iki surette bir şey dönmeyeceği açıklanmıştır."
denilmiştir. Yani gerek mehr-i misline ziyade, gerekse mehr-i muacceline ziyade
suretlerinde bir şey dönmek yoktur. Nitekim Fusûl-i İmâdiyye'ye müracaatla
anlaşılır. Binaenaleyh Bezzâziye'nin İmâdiyye'ye tâbi olarak. «Lâkin İmam-ı
Zahîruddin ilh..." demesi, bir şey dönmemeyi tercih ettiğini ve bütün
mehir lâzım geldiğini gösterir. Onun için Vehbâniye sahibi bu meseleyi nazma
geçerek ziyadenin vâcip olmaması, "diyenler vardır" sözüyle ifade
etmiş; bütün mehrin lüzumu tercih ettiğini de söylemiştir. Nitekim Dürer,
Vikâye ve Mültekâ sahiplerinin mutlak olan sözleri de bunu gerektirir.
METİN
Biri kıymetçe daha düşük olduğu halde
kadını şu köleye yahut şu bine veya şu iki bine yahut şu köleye veya şu köleye
yahut şunlardan birine diye nikâh ederse, hâkim mehr-i misli hakem kılar. Eğer
kıymeti yüksek olan kadar veya onun üzerinde ise, kadına yüksek olanı verilir.
Mehr-i misil düşük olanın kıymeti kadar veya daha az ise, kadına düşük olan
verilir. Aksi takdirde mehr-i misil verilir. Cimadan önce boşarsa müt'a-l misil
hakem kılınır. Çünkü asıl olan müt'adır. Hattâ düşük olanın yarısı müt'adan az
olursa müt'a vâcip olur. Fetih.
İZAH
«Biri kıymetçe daha düşük olduğu halde»
cümlesi hâl mevkiindedir. Düşük diye kayıtlaması, kıymetleri müsavi ise mehir
tesmiyesi bil ittifak sahih olduğu içindir. Bunu Bahır sahibi Fetih'ten
nakletmiştir. Bundan önce, "Kıymetleri müsavi ise hakem tayin edilmez.
Hangisini seçeceği hususunda kadın muhayyer bırakılır." demiştir.
«Veya şu iki bine» sözünü zikretmekte bir
mânâ yoktur. Çünkü bin dirhem sözünün kayıt olmadığı kesin olarak
bilinmektedir. Evlâ olan, Bahır sahibinin dediği gibi, "Yahut şu bine veya
şu iki bine" demeliydi. Bu başka bir misaldir ve ondan sonraki mesele gibi
cins bir olup kıymeti değişik olan şeyler hakkındadır.
«Yahut şunlardan birine diye nikâh
ederse...» Yahut kelimesiyle, "bunlardan biri" ifadesi arasında fark
yoktur demek istiyor. Hüküm birdir. Nitekim Muhit sahibi açıklamıştır. Bahır.
Hâsılı cinsleri bir olsun olmasın muhtelif kıymette iki şeyi mehir tesmiye
ederse, "Mehr-i misil hakem tayin edilir." Bu İmam-ı Âzam'a göredir.
İmameyn'e göre ise kadına kıymeti az olanverilir. Metinler birinci kavle göre
yazılmıştır. Tahrir sahibi ise İmameyn'in kavlini tercih etmiştir. Hilâfın
esası şudur: İmam-ı Âzam'a göre mehr-i misil asildir. Mehr-i müsemma sahih
olursa onun halefidir. Burada ise bilinmediği için mehr-i müsemma fâsitdir.
Binaenaleyh asla dönülür. İmameyn'e göre bunun aksinedir. Bunun yeri,
muhayyerlik kadına veya erkeğe ait olacak diye açıklanmadığı zamandır.
«Kadın muhayyer olmak şartıyla» derse kadın
dilediğini alır. "Ben muhayyer kalmam şartıyla sana hangisini istersem onu
veririm." derse, bil ittifak sahih olur. Çünkü münazaa ortadan kalkmıştır.
Nikâhta diye kayıtlaması, hul buna uymadığı içindir. Çünkü iki muhtelif şey
üzerine hul olur yahut iki muhtelif şey üzerine köle âzâd ederse bilittifak az
olanını vermesi icabeder. Çünkü hul'un aslî bir mûcibi yoktur ki, müsemma fâsit
olduğu vakit ona başvurulsun. ikrarda da böyledir. Tamamı Bahır'dadır.
«Kadına yüksek olanı verilir.» Çünkü kadın
tahdide razı olmuştur. Hidâye.
«Kadına düşük olan verilir.» Çünkü kocası
ziyadeye razı olmuştur.
Hidâye.
«Aksi takdirde...» Yanı yüksekle düşük
arasında ise mehr-i misil verilir. «Çünkü asıl olan müt'adır.» Yani boşanmazdan
önce asıl olan nasıl mehr-i misil ise, cimadan önce boşanmakta do asıl olan
müt'adır. Bahır.
«Müt'a vâcib olur.» sözüyle şarih şuna
işaret etmiştir: Dürer'de Vikâye ve Hidâye'ye uyularak, "Bil ittifak düşük
olanın yarısı vâcip olur." denilmiş olması. ekseriyetle müt'a düşük olanın
yarısını geçmemesine mebnîdir. Nitekim Hidâye sahibi bununla ta'lil etmiştir.
Hattâ yarıdan fazla olursa vâciptir. Nitekim bunu Hâniyye ve Dirâye sahipleri
açıklamışlardır. Fetih sahibi diyor ki: «Tahkîke göre müt'a hakem kılınır.» Bu
gösterir ki, müt'a yüksek olanın yarı kıymetinden fazla ise, yarıdan fazla
verilmez. Çünkü kadın ona razı olmuştur. Rahmetî.
METİN
Kadını bir at veya köle yahut herat
elbisesi yahut bir ev döşemek şartıyla veya deve gibi hayvanlardan mâlûm bir
sayı vermek üzere nikâh ederse, her cinste vâcip olan o cinsin ortası varsa
ortası, yahut kıymetidir. Selem caiz olmayan şeylerde muhayyerlik kocaya
aittir. Aksi takdirde muhayyerlik kadınadır. Cinsi zikredilen her hayvanda da
hüküm budur. Yani ortanın lâzım gelmesidir. Cins fukahaya göre; hükümleri
değişik olan çok şeylere verilen addır.
İZAH
«Bir at ilh...» sözüyle musannıf başka bir
meseleye başlamaktadır. Mevzuu; kadını cinsi belli olup vasfı belli olmayan bir
şey vermek şartıyla almaktır. Nitekim Hidâye'de belirtilmiştir.
«Vâcip olan, o cinsin ortası veya
kıymetidîr.» sözü bu tesmiyenin sahih olduğunu bildirir. Çünkü cins mâlûm olup
iyisine. kötüsüne şâmildir. Orta olanda her iki sınıftan vardır. Cinsi
bilinmeyen bunun hilâfınadır. Çünkü onun ortası yoktur. Cinslerin mânâları
muhteliftir. Kocanın ortayı veya kıymetini vermek arasında muhayyer
bırakılması, orta ancak kıymetle bilindiği içindir. Binaenaleyh ödeme hakkında
kıymet asıl olmuştur. Musannıfın müphem bir ad zikretmesi şu köle veya şu at
gibi işaretiyle muayyen yerlerde kendi milkiyse, mücerret kabul ile milk kadına
sabit olacağı içindir. Kendi milki değil ise, satın alması için kadın kocasını
sıkıştırır. Bundan âciz kalırsa kıymetini vermesi lâzım gelir. Kendine izafe
etmesi. meselâ kölem demesi de böyledir. Ama kadın kıymetini kabule mecbur
edilmez. Çünkü kendine izafe etmesi, işaret gibi tarifin sebeplerindendir.
Lâkin burada adamın köleleri varsa kadının onlardan orta kıymette birinde milki
sabit olur. Tayini de kocasına düşer, denilir. Bahır sahibinin "Kadının
ona mâlik olması kocasının tayinine bağlıdır." sözü doğru değildir. Çünkü
izafetin ibham gibi olmasını gerektirir. İbhamda kadına orta bir köle tayin ederse,
kadın onu kabule mecbur edilir. Tamamı Nehir'dedir.
«Ortası varsa ortasıdır.» Bununla musannıf,
o işin yalnız at ve köle gibi şeylere mahsus olmadığını. bilâkis ortası bulunan
her cinse şâmil olduğunu anlatmak istemiştir. H.
«Selem caiz olmayan şeylerde ilh...»
Elbiseyi meselâ ferah kumaşı diye vasıflandırırsa, koca o cinsten orta bir
elbise ile kıymetini vermek arasında muhayyer bırakılır. Nitekim yukarıda
geçti. Keza vasfında mübalâğa göstererek; "Uzunluğu şu kadar
olacak..." derse, zâhir rivayete göre hüküm yine budur. Evet, bu mübalâğa
ile beraber müddeti de zikrederse, kadın kıymeti kabul etmeyebilir. Çünkü
elbisede selemin sahih olması müddetin zikrine bağlıdır. Ölçülen ve tartılan
şeylerde ise iyidir, arpa ile karışık değildir; said malıdır diye iyi sıfatını
söylerse, söylediği taayyün eder. Velev ki eceli zikretmesin. Çünkü bunlarda
vasf edilen şey zimmette sabit olur. Velev ki veresiye olmasın. Nitekim Nehir
ile Bahır'da beyan edilmiştir. Muhayyerliğin kadına ait olmasının mânâsı,
kıymeti kabule mecbur edildiği vakit kabul etmemesidir. Yoksa erkek aynı vermek
istediği vakit kadın onu kıymetini vermeye mecbur edebilir mânâsına değildir.
Çünkü selem sahih olunca, kadının aynda hakkı taayyün eder. Şu da var ki,
Fethu'l-Kadir'de açıklandığına göre Hidâye sahibinin, "zâhir
rivayette" sözü Ebû Hanife'den rivayet edilen kavilden ihtirazdır. Mezkûr
kavle göre koca orta bir aynı vermeye mecbur edilir. İmam Züfer'in kavli de
budur. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre, elbisenin vasfında uzunluğu şöyle, genişliği
ve inceliği şöyle diye mübalâğalı şekilde vasfetmekle beraber müddeti de
zikrederse, o elbise taayyün eder. Bunun bir mislini Mebsût'tan da rivayet
etmiş; sonra İmam Züfer'in rivayetini tercih eylemiştir. Mecma sahibi bu
rivayetin esah olduğunu açıklamıştır. Dürerü'l- Bihâr sahibi dahi açıklamış;
Gurarü'l-Ezkâr sahibi ile İbn-i Melek de onu tasdik etmişlerdir. Sonra
âşikârdır ki, taayyünetmese de cinsin ortasını veya kocasının zikrettiği
vasıfları itibara alarak kıymetini vermek mutlaka lâzımdır.
«Her hayvanda hüküm budur.» Şu halde atı
zikretmesi bir kayıt değildir. Evvelâ, "Kadını cinsi mâlûm bir şey vermek
üzere alırsa, ortası veya kıymeti vâcip olur." dese daha kısa ve daha
şümullü olurdu. Zira köle ve herat elbisesi gibi şeylere âm ve şâmil olurdu.
Bunu Halebî söylemiştir.
«Cins fukahaya göre ilh...» böyledir.
Mantıkçılara göre ise "Nedir o?" sualine cevaben hakikatleri muhtelif
birçok şeylere verilen addır. Nevi ise; sayıda muhtelif birçok şeylere verilen
addır, diye tarif olunur.
«Hükümleri değişik olan» insan gibi ki,
erkek ve kadına verilen addır. Ama ikisinin hükümleri de değişiktir. Bahır
sahibi diyor ki: «Şüphesiz elbise deyince; altında, keten, pamuk ve ipek gibi
şeyler toplanmaktadır. Ama hükümleri muhteliftir. Zira ipek elbiseyi giymek
helâl değildir. Başkasını giymek helâldir. Bu, fukahaya göre bir cinstir.
Hayvan da öyledir. Altında at ve eşek mevcuttur. Haneye gelince: Onun delâlet
ettiği mânâlar memleketlere, yerlere, genişliğe, darlığa ve gelirinin azlığına
çokluğuna göre pek fazla değişmektedir.»
METİN
Nevi zikredilen hayvanda hüküm bu değildir.
Nevi hükümlerde bir olan çok şeylere verilen addır. Bir elbise ve bir hayvan
gibi cinsi meçhûl olanlar bunun hilâfınadır. Çünkü onun ortası yoktur.
İZAH
«Hükümlerde bir olan şeye» usulcüler hâs
bahsinde adamı misal vermişlerdir. Buna itiraz olunmuş ve "Bu kelime; hür,
köle, akıllı ve deliye şâmildir. Bunların hükümleri ise başka başkadır!"
denilmiştir. Onlar buna şöyle cevap vermişlerdir: "Hükümlerin değişmesi
asaleten değil arızîdir. Erkek ve kadın bunun hilâfınadır. Çünkü onların
değişmesi asaletendir." Bahır.
T E M B İ H : Bu söylediklerimizden
anlaşılır ki, hayvan, dâbbe, memlûk ve elbise bir cinstir. At, eşek, köle,
rahat kumaşı, keten ve pamuk ise bir nevidir. Mehir tesmiyesi sahih olan ve
ortası yahut kıymeti ödenmek icabeden ikincisidir. Binaenaleyh musannıfın
"Nevi zikredilip vasfı zikredilmeyen her hayvanda hüküm budur."
demesi icabederdi. Nitekim Muhtâr'ın metninde "Kadını bir hayvan vermek
şartıyla alırsa, at gibi nevini söylediği takdirde caiz olur. Velev ki vasfını
söylemesin." denilmiştir. Muhtâr şerhi ihtiyar'da ise şöyle ifade
edilmiştir: «Sonra bilinmemenin nevileri vardır. Biri hem nevinin, hem vasfının
bilinmemesidir. Bir elbise veya bir hayvan yahut bir hane demesi böyledir. Bu
tesmiye sahih değildir. Bilinmemenin nevilerinden biri de nevi mâlûm, sıfatı
meçhûl olandır. Meselâ bir köle, bir atveya bir inek yahut bir koyun veya bir
ferah elbisesi demesi bu kabildendir. Bu tesmiye sahihtir ve ortayı vermek
icabeder ilh...»
Görülüyor ki hayvan ve elbiseyi cinsi
mâlûm, nevi ve vasfı meçhûl saymış; köle, at, ferah elbisesi gibileri cinsi ve
nevi mâlûm, vasfı meçhûl kabul etmiştir. Bu, yukarıda geçen fukahaya göre cins
ve nev'in tarifine uygundur. Eğer "Hidâye'de bu meselenin mânâsı, hayvanın
cinsini söyleyip vasfını söylememektir. Meselâ kadını bir at veya eşek vermek
şartıyla nikâh etmektir. Ama cinsin adı söylenmezse, meselâ bir hayvana
denirse, bu tesmiye caiz değildir. Mehr-i misil vâcip olur denilmiştir.
Görülüyor ki Hidâye sahibi at ve eşeği bir cins saymıştır." Dersen, ben de
derim ki: O cinsten, nev'i murad etmiştir. Nitekim Gâyetü'l- Beyân'da bu
açıklanmıştır. Onun için de bunu vasıfla karşılaştırmıştır. Bahır sahibinin
"Cinsi nev'e yorumlamaya hâcet yoktur. Çünkü fukahaya göre cins çok
şeylere verilen isimdir ilh..." sözüne gelince: Onun hakkında da şöyle
denilir: Hidâye'nin ifadesindeki cinsi fıkhî cins mânâsına yorumlamak doğru
değildir. Nitekim bu açıktır. Bilâkis onu nev'e yorumlamak taayyün eder. Keza
Hidâye sahibi "Cins söyler, meselâ ferah kumaşı derse, mehir tesmiyesi
sahih olur ve koca muhayyer bırakılır. Bu heravî kelimesini cins olarak
söylemiştir, ama o yukarıda geçen mânâda cins değildir." demiştir.
Musannıf Hidâye sahibine uysa da, "nev'ini zikretmezse" diyeceğine
"cinsini zikreder de vasfını zikretmezse" dese, sözü sahih olurdu.
Cins-ten nev'i kasd edilirdi. Çünkü onun karşılığında vasfı zikretmiş ,olurdu.
Karşılığında nev'i zikredince sahih olmaz. Bana zâhir olan budur.
«Cinsi meçhûl olanlar bunun hilâfınadır.»»
Yani nevi ile kayıtlamaksızın yalnız cinsini zikretmek; meselâ bir elbise veya
bir hayvan demek bunun hilâfınadır. Çünkü bunu mehr-i müsemma yapmak doğru
değildir. Ortasını veya kıymetini vermek vâcip olmaz, mehr-i misil vermek
icabeder.
T E M B İ H : Bu meselenin hâsılı şudur:
Mehr-i müsemma paradan başka bir şey ise; meselâ eşya veya hayvansa ya işaretle
veya izafetle muayyen olur ve aynen onu vermek icabeder; yahut muayyen olmaz.
Eğer ölçülen ve tartılan şeylerden değilse ve bir hayvan, bir elbise gibi aynı
meçhûl ise, ondan mehr-i müsemma yapmak fâsittir ve mehr-i misil vâcip olur.
Nev'i bilinir de vasfı bilinmezse, meselâ bir at veya bir ferah elbisesi veya
bir köle derse, mehr-i müsemma yapması sahih olur ve onun ortası ile kıymetini
vermek arasında muhayyer bırakılır. Zâhir rivayete göre elbisenin vasfı
bilinirse hüküm yine böyledir. Yukarıda esah olduğu bildirildiğine göre,
ortasını vermek taayyün eder. Çünkü selem gibi zimmette vâcip olur. Hayvan
bunun hilâfınadır. Çünkü o selemde zimmette vâcip olmaz. Tesmiye edilen şey
ölçülen veya tartılan bir şey ise, bir kile iyi ve arpasız saîd buğdayı gibi
nevi ve vasfı bilinirse, tesmiye ettiğini aynen vermek tâzim gelir. Bu.
kendisine işaret edilen eşya gibi olur. Çünkühalen zimmette sabit olur. Ödünç
gibidir. Veresiye ise selem gibi olur. Vasfı bilinmezse, koca orta ile
kıymetini vermek arasında muhayyerdir. İhtiyar, Fatih ve Bahır'ın ibarelerinin
hulasası budur.
Lâkin Hâniyye'nin ibaresi müşkil kalır.
Orada şöyle denilmiştir: «Kadını on dirhem ile bir elbiseye nikâh eder de
vasfını söylemezse, kadına on dirhem verilir. Kendisiyle zifaf olmadan boşarsa
ona beş dirhem verir. Ancak kadının müt'ası bundan fazlaysa o zaman iş
değişir.» Bahır sahibi şöyle diyor: «Bundan anlaşılır ki, cinsi meçhûl bir şeyi
mehr-i musemma, yaptığında mehr-i misil vâcip olması, ancak kendince mâlûm bir
müsemma olmadığı yerdedir. Lâkin bu izaha göre müt'aya aslâ bakmaması gerekir.
Çünkü burada mehr-i müsemma sadece on dirhemdir. Elbisenin zikredilmesi
hükümsüzdür. Şu delil ile ki, boşamazdan önce kadına mehr-i mislini
tamamlamamıştır.» Hayreddin-i Remlî buna cevap vermiş ve "Elbise iddete
yorumlanmıştır. Teberru âdet olduğu vecihle mehr-i müsemmada dahil değildir.
Çünkü dahil olsa bilinmeyen tarafı çok olduğu için tesmiyenin fesadını
icabederdi." demiştir. Fetâvâ-i Hayriyye adlı kitabında da "Bahir
sahibi ile kardeşinin elbiseyi hükümsüz saymakta zihinleri şaştı. Kuvvet ve
kudret ancak Allah'a mahsustur." demiştir.
Ben derim ki: Onun iddet ve teberruya
yorumlaması, tesmiyede hükümsüz bırakması mânâsınadır. Bu fer'in müşkil
olmasının vechi şudur:Elbise mehir tesmiyesinde dahil değilse. cimadan önce
boşadığı için müt'aya bakmadan kadına mehr-i müsemmasının yarısını vermesi
lâzımdır. Çünkü on dirhemi mehir temsiye etmek sahihtir. Dahil ise bin dirhem
ve kadına ikram şartıyla evlendiğinde bu şartı yerine getirmesi hediyeyi şart
koştuysa onu vermesi gerekir. Nehir sahibinin açıkladığına göre Mebsût'ta İmam
Muhammed'in "Kadını bin dirhem mehîr ve ikram yahut bir hediye vermek şartıyla
alırsa, mehr-i misli bin dirhemden az olmamak üzere verilir." dediği
zikredildikten sonra Mebsût sahibi şunu söylemiştir: «Bu mesele iki vecihlidir.
Kadına ikram eder ve hediye verirse, mehr-i müsemma verilir. Aksi takdirde
mehr-i misil icabeder»
Ben derim ki: Bu mesele; kadını evinden
çıkarmamak yahut üzerine evlenmemek şartıyla bin dirheme alması meselesi
gibidir. Nitekim arzetmiştik Hidaye ve Gayetü'l-Beyan sahipleri bunu
açıklamışlardır. Bedayi'de şöyle denilmektedir: «Mehr-i müsemma ile beraber
meçhul bir şey söylerse, mesela bin dirhem mihirle kadına bir de hediye derse
sonra cimadan önce boşadığı takdirde kadına mehr-i müsemmanın yarısını verir.
Çünkü ikram ve hediye şertını yerine getirmeyince, mehr-i mislin tamamı vacip
olur. Cimadan önce boşamada ise mehr-i mislin tesiri yoktur.» Lakin İhtiyar'da
şöyle denilmiştir: «Kadını bin dirhem mehir ve ikram şartıyla alırsa, o kadına
binden az olmamak üzere mehr-i misil verilir. Çünkü koca buna razı olmuştur.
Cimadan önce boşarsa, kadına binin yarısı verilir. Çünkü bu müt'adan
dahaçoktur.» Bahır sahibi bunun benzerini Valvalciyye ile Muhit'ten nakletmiş,
bununla yukarıda geçen mehr-i müsemma vacip olur sözüne itiraz ederek
"hediye ve ikram meçhuldürler. Meçhulü ifa etmek mümkün değildir. Bilakis
mehr-i müsemma fasit olur ve mehr-i misil vermesi icabeder." demiştir.
Ben buna aklımda kaldığına göre şöyle cevap
verdim: «İhtiyar'ın sözünü kocanın ikram etmediğine yorumlamak mümkündür. İkram
ederse kadına mehr-i müsemma verilir.» Bu, Mebsut sahibinin İmam Muhammed'in
kavlini yorumlamasının aynıdır. Hidaye Gayetü'l-Beyan ve Bedayi sahipleri de
yukarıda geçtiği vecihle bu yolu takip etmişleridir. Hediye ve ikram mevcut
olduktan sonra onun bilinmemesi ortadan kalkar. Zahire göre Nehir'de
belirtildiği gibi burada ikram ve hediye sayılacak şeyin en azı kafidir. Kadına
hiçbir şeyle ikram etmezse mehr-i müsemma meçhul kalır. Çünkü kadın yalnız bin
dirheme razı değildir. Onun için mehr-i misil vacip olur. Keza onu cimadan önce
boşarsa, fesat tekerrür eder ve müt'a vacip olur. Nitekim mehr-i müsemma
konulmaz veya fasit olursa hüküm budur. Bedayi sahibinin binin yarısı lazım
geleceğini mutlak söylemesi adette bu müt'ada daha çok olduğu içindir. Nitekim
İhtiyar'ın sözünden anladım. Bu yukarıda geçen düşük fiyatlı meselenin naziridir.
Bu söylediklerimizle ulemanın sözlerinin arası bulunmuş olur ve Haniyyenin
sözünü de buna yorumlamak taayyün eder. Bu, "Kadının mehr-i misli on
dirhem olur da ona bir elbise vermezse" diye kayıtlamakla olur. O zaman
kadına on dirhem vermek vacip olur. Çünkü bu mehr-i misildir. Mehr-i müsemma
fasit olunca, vacip olan odur. Cimadan önce boşamakla müt'a da vacip olur.
Remli'nin elbise sözünü meçhul olduğu için hükümsüz bırakmayı iddia etmesi
doğru değildir. Çünkü ikram ve hediyenin bilinmemesi, elbisenin bilinmemesinden
daha çoktur. Zira ikram kelimesinin altında birçok elbise, hayvan, eşya, arsa,
para, ölçülen ve tartılan şeylerin cinsleri vardır. Bununla beraber ulema onu
hükümsüz saymamışlardır. Binaenaleyh elbisenin hükümsüz sayılmaması evleviyette
kalır. Bir de bu hükümsüz bırakılırsa müt'a'nın itibara alınması müşkül kalır.
Bizim anlattığımıza göre ise işgal yoktur. Hakikat hali Allah bilir.
Haniyye'nin sözünün benzeri zamanımızda
adet olan şeylerdir ki, bakireye mehrinden fazla olarak verilir. Bunların
bazısı zifaftan önce verilir. Nakış ve hamam için verilen paralar nişan bohçası
denilen şeyle damadın ebe kadınla tellaklara vesaireye verilmek üzere gelin
tarafına gönderdiği elbiseler bu kabildendir. Zifaftan sonra verilen gömlek,
ayakkabı, çarşaf ve hamam elbisesi gibi şeyler de bu kabildendir. Bunlar malum
alışılmış şeyler olup, örfen şart koşulmuş gibidir. Hatta damat bunları
vermeyecek olursa nikah kıyılırken söylemesi şarttır. Yahut bunlara karşılık
malum paralar konarak nikah kıyılırken mehr-i müsemmaya katılır. Hayriyye'de
bunlar sorulduğu ve şöyle cevap verildiği bildirilmektedir: «Kitaplarda
tekerrüretmiştir ki, örf olan bir şey şart koşulmuş gibidir. Onu meşruta katmak
gerekir. Miktarı malumsa mehir gibi verilmesi lazımdır. Malum değilse mehr-i
misil vacip olur çünkü bunlar mehirden olacak denildi ise mehr-i müsemma fasit
olmuştur. Ama hazırlık kabilinden zikredilmişse hiçbiri lazım değildir. Zahir
olan bu sonuncusudur. Haniyye'nin sözü bu babda açıktır.» Bundan sonra
Hayriyye'de Haniyye'nin yukarıda geçen ibaresi ile Bahır sahibine yaptığı
itiraz zikredilmiştir.
Biliyorsun ki bu zikredilenler örf-ü adette
mehir cümlesinden olmak üzere lazımdır diye itibara alınırlar. Şu kadar var ki,
mehrin bir kısmı açıkça söylenir bir kısmı da örfe binaen söylemeden geçilir.
Fakat teslimi mutlaka lazımdır. Şu delille ki, teslimini istemezse mutlaka
söylemesi veya mukabilinde başka bir şey istemesi şarttır. Binaenaleyh sözle
şart koşulması mesabesindedir. Şu halde onu hazırlık ve teberru saymak doğru
olamaz.
Haniyye'nin bu babtaki sözünün açık
olmasına gelince: Onun zıddına söylenenleri gördün. Ben Mültekat'ta bizim
dediğimiz gibi denildiğini de gördüm. Kadın mehrini almadıkça kocasına teslim
olmayabilir meselesini zikretmiş ve sonra şöyle demiştir: «Eğer kadına peşin
verilecek mehire bazı malum şeylerin katılmasını şart koşar da bunları yerine
getirirse kadın kendini teslimden imtina edemez. Adeten şart koşulan ayakkabı,
çarşaf, ipek bohça ve şeker parası gibi şeyler de böyledir. Bunlardan hiçbiri
verilmeyecek diye şart koşarlarsa hiçbir şey vacip olmaz bir şey söylemezlerse,
örfen verilmesinde tereddüt gösterilmeyen şeylerden başkası vacip olmaz. Zayıf
âdetin söz edilmeden geçilene meşruta katılmaz.» Sonra gördüm ki musannıf
Fetevâsı'nda bununla fetva vermiş.
Bunun hâsılı şudur: Verilmesi şarttır diye
açıklarsa, teslimi lâzımdır. Bir şey demez de verilmesi dâmadın mâlûmu olan
meşhur örfü âdetlerdense yine teslimi gerekir. Şüphesiz ki, bu teberru ve
hazırlık kabilindense kadın onu almak için kocasına kendini teslimden
çekinemez. Bunu istemeye hakkı da yoktur. Keza lâzım fakat mehr-i müsemmayı
ifsadediyorsa hüküm yine budur. Hattâ bunun hediye ve ikramı şart koşmak
mesabesinde olduğunu söylemek gerekir. Bunu vermekle meçhullük kalmaz ve mehri
müsemma vâcip olur. Yahut şöyle demelidir ki bu daha yakındır. Bu nevi mâlûm
vasfı, meçhûl olan at ve köle kabilindendir. Çünkü örfü âdette bu hususta fark
azdır. Meselâ bohçanın nevi ipekten mi pamuktan mı olacağı fakirlik ve
zenginliğe, mehrin azlığına ve çokluğuna göre bilinir. Zikri gecen diğer şeyler
de böyledir. Her nev'in ortası nazar-ı itibara alınır. Bu makamda bana zâhir
olan budur. Bu makamdaki evham çok olur, hatalar yapılır. Bunu belle! Çünkü
mühimdir vesselâm!
METİN
Zamanımızda kölelerin ortası Habeşli
köledir. Kadına mehir olarak iki köle verir de biri hürçıkarsa, İmam-ı Âzam'a
göre şayet köle mehrin en azına yani on dirheme müsavi ise onun mehri o
köledir. Değilse kadına on dirhemi tamamlar. Çünkü mehr-i müsemmanın az da olsa
vâcip olması mehr-i misle mânidir. İmam Ebû Yusuf'a göre hür adam köle olsa
kıymeti ne edecekse kadına o verilir. Kemâl bu kavli tercih etmiştir. Nitekim
iki köleden biri üzerinde hak isbat edilse hüküm budur.
İZAH
«Habeşli köledir.» En yükseği Rum, en
aşağısı da zencidir. Bahır, Nehir ve Minah'ta da böyledir. Ulema bunun Kâhire
örfüne göre olduğunu söylemişlerdir. Ebussuud'un beyanına göre bizim örfümüzce
Habeşli köle ancak nassan söylemekle vâcip olur. Çünkü köle sözü mutlak
bırakılırsa, ancak siyah köleler anlaşılır. Sadece köle demekle yetinirse,
siyah kölelerin ortası vâcip olur.
Ben derim ki: Şam örfüne göre köle Rum'a
şâmil değildir. Çünkü ona Memlûk denilir. KöIe sözü Habeşli ile zenciye
şâmildir. Cariye de öyledir. Rum cariyeye seriyye derler. Bu izaha göre orta
zencinin âlâsıdır.
«İki köle verirse ilh...» Musannıfın iki
köleden iki helâl şey, hür lâfzından da birinin haram olmasını kasdetmiştir.
Binaenaleyh kadını, "şu köle ile şu ev mehir olmak üzere" diye
nikâhlar da o köle hür çıkarsa, meselemizde dahil olduğu gibi, "şu iki kesilmiş
hayvan" der de biri kesilmeden ölmüş çıkarsa, bu da meselemizde dahildir.
Nitekim Tahâvî şerhinde beyan edilmiştir. Bahır.
«Mehr-i misle mânidir.» sözü İmam
Muhammed'in kavline cevaptır. Bu söz İmam-ı Azam'dan da rivayet edilmiştir.
Kadına kalan köle ile mehr-i misli daha çok olmak şartıyla mehr-i mislinin
tamamı verilir.
«Hür adam köle olsa kıymeti ne edecekse o
verilir.» Yani kadına kalan köle ile birlikte hür adam köle farz edildiğinde
kıymeti kaç para edecekse o verilir.
«Kemâl bu kavil tercih etmiştir.» Ama
metinler İmam-ı Âzam'ın kavline göre yazılmıştır. Kuhistânî'de Hâniyye'den
naklen, "Zâhir rivayet de budur." denilmiştir.
«Nitekim iki köleden biri üzerinde hak
isbat edilse...» Yani mehr-i müsemma tayin edilen iki köleden birinin sahibi çıksa,
kadın kalan köle ile sahibi çıkanın kıymetini alır. İkisinin de sahipleri
çıkarsa, kadın her ikisinin kıymetini alır. Bu bil ittifak böyledir. Nitekim
Tahâvî şerhinde bildirilmiştir. Bahır.
METİN
Fâsit nikâhta mehr-i misil önden cima etmekle
vâcip olur. Halvet gibi başka bir şeyle vâcip olmaz. Çünkü kadının ciması
haramdır. Fâsit nikâh sıhhat şartlarından biri bulunmayan nikâhtır, şahitsiz
nikâh böyledir.
İZAH
«Fâsit nikâhta» hüküm mehr-i misil olduğu
gibi, mevkuf nikâhta da cimanın hükmü fâsitdeki gibidir. Had vurulmaz, nesep
sabit olur. Mehr-i müsemma ile mehr-i mislin az olanı lâzım gelir. İhtiyar'ın
iddet bahsindeki ifadesi buna muhaliftir. Tamamı Bahır'dadır. Biz
ihtiyar'dakiyle başka kitapların ibarelerinin arasını iddet bahsinde bulacağız.
«Önden cima etmekle vâcip olur.» Dübürden
yakınlık ederse, mehir ödemesi lâzım gelmez. Çünkü orası nesil yeri değildir.
Nitekim Hulâsa ve Kınye'de beyan edilmiştir. Binaenaleyh şehvetle dokunup
öpmekle bilevIâ bir şey vâcip olmaz. Nitekim bunu da açıklamışlardır. Bahır.
«Halvet gibi başka bir şeyle» sözü
gösteriyor ki, mücerret fâsit akitle evleviyetle mehir vâcip olmaz.
«Çünkü kadının ciması haramdır.» Yani
bununla cimaya imkân verdiği sabit olmaz. Bu, hayızlı kadınla halvette kalmak
gibi sahih değildir. Binaenaleyh cima yerine geçmez. Ulemanın "Fâsit
nikâhta halvet-i sahiha sahih nikâhtaki halvet-i fâside gibidir."
demelerinin mânâsı budur. Cevhere'de de böyledir. Ama bu sözde müsamaha vardır.
Çünkü halvet fâsittir. Bahır. öyle görünüyor ki, ulema buradaki halvet-i sahiha
sözünden, ona mâni olan bîr şeyin veya onu ifsadedecek üçüncü bir şahsın
bulun-mamasını, oruç, namaz veya hayız gibi akdin bozulmasından başka bir şey
bulunmamasını kasd etmişlerdir. Çünkü bunun kasd edilmediği açıktır. Müsamahanın
sebebi budur. Burada bir müsamaha daha vardır ki o da şudur: Fâsit nikâhta
halvet iddeti icabetmez. Nitekim Fetih'ten naklen arz etmiştik. Halbuki sahih
nikâhtaki halvet-i fâside iddeti icabeder. Nitekim mezhebin bu olduğu evvelce
geçmişti.
«Sıhhat şartlarından biri bulunmayan
nikâhtır.» Fâsit bir şart koşmak;
meselâ onunla cima etmemek şartıyla
evlendim demek bunun hilâfınadır. Çünkü burada nikâh sahih, şart fâsit olur.
Rahmetî.
«Şahitsiz nikâh böyledir.» İki kız kardeşi
beraber almak, kız kardeşin iddeti içinde diğer kız kardeşi nikâh etmek,
dördüncü kadının iddeti içinde beşinci kadını nikâhlamak, iddet bekleyen kadını
almak ve hür kadının üzerine cariye ile evlenmek de böyledir. Muhit'te
"Bir zımmî müslüman kadınla evlenirse araları ayrılır. Çünkü nikâh
fâsittir." denilmektedir. Zâhirine bakılırsa, bunlara had vurulmaz. Nesep
sabit olur, cima varsa iddet de lâzım gelir. Bahır.
Ben derîm ki: Lâkin şarih nesebin sübutu
faslında Mecmau'l-Fetevâ'dan naklen şöyle diyecektir: «Bir kâfir müslüman kadınla
evlenir de, kadın ondan çocuk doğurursa, neseb ondan sabit olmaz. İddet de
vâcip değildir. Çünkü bu bâtıl bir nikâhtır.» Bu ibare açıktır. Binaenaleyh
mefhumdan çıkarılan mânâya tercih edilir. Bunun muktezası, nikâhta fâsitle
bâtılın aralarında fark bulunmasıdır. Lâkin Fetih'te nikâhı müt'a üzerine söz
etmezden az önce şöyle denilmiştir: «Nikâhta fâsitle bâtılın arasında fark
yoktur. Satış bunun hilâfınadır.» Evet, Bezzâziye'de haram olan kadınların
nikâhı bâtıl mı yoksa fâsit mi olacağı hususunda iki kavil rivayet edilmiştir.
Zâhir olan şudur ki: Bâtıldan murad, varlığı ile yokluğu müsavi olandır. Onun
için haram olan kadınların nikâhında dahi nesep ve iddet sabit olmaz. Nitekim
hudüd bahsinde gelecek sözlerden anlayacaksın.
Kuhistânî burada fâsidi bâtılla tefsir
etmiştir. Haram kadınların nikâhını, zorlamanın kadın tarafından gelmesini veya
nikâhın şahitsiz kıyılmasını ilh... buna misâl göstermiştir. Zorlamanın kadın
tarafından gelmesî diye kayıtlaması hakkında nikâh bahsinin başında söz
etmiştik. İddet bâbında da gelecektir ki, bâtıl nikâhta iddet yoktur. Bahır
sahibi orada Müctebâ'dan naklen demişti ki: «Ulemanın caiz olup olmadığında
ihtilâf ettikleri şahitsiz nikâh gibi yerlerde cima iddet beklemeyi icabeder.
Fakat başkasının nikâhlısını ve başkasından iddet bekleyen bir kadını nikâh
ederse, onunla yaptığı cima kadının başkasına ait olduğunu bilirse iddet
icabetmez. Çünkü bunun cevazına kimse kail olmamıştır. Bu nikâh aslen münakit
değildir. Bu izaha göre nikâhın fâsidi ile bâtılı arasında iddette fark vardır.
Onun için haram olduğunu bilirse had vâcip olur. Çünkü zinadır. Nitekim Kınye
ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir.»
Hâsılı iddetten başka yerlerde fâsitle
bâtıl arasında fark yoktur. İddette ise fark vardır. Bu izaha göre Bahır
sahibinin buradaki «iddet bekleyen kadını nikâh etmek» sözü, erkek onun iddet
beklediğini bilmezse;diye kayıtlanır. Lâkin Müctebâ'nın ibaresine beraberce
nikâh edilen iki kız-kardeş misaliyle itiraz edilir. Çünkü zâhire göre bunun
cevazına kail olan yoktur. Lâkin beraberlik kaydının vechine bakmak gerekir.
Öyle görünüyor ki beraberlik akittedir, milk-i müt'ada değildir. Çünkü biri
diğerinden geri kalırsa, geri kalan kesin olarak bâtıldır.
METİN
Mehr-i misil de mehr-i müsemmadan fazla
olmaz. Çünkü kadın indirime razı olmuştur. Ama mehr-i müsemmadan az olursa
mehr-i misil lâzım gelir. Çünkü akdin fâsit olmasıyla mehr-i müsemma da fâsit
olur. Mehr-i müsemma konmaz veya bilinmezse, kaça çıkarsa çıksın mehr-i misil
lâzım gelir. Taraflardan her birine bu nikâhı fesih hakkı sabittir. Velev ki
karşıtaraf orada hazır bulunmasın. Esah kavle göre kadına cima edip etmemesi de
birdir. Bu, günahtan sıyrılmak içindir. Binaenaleyh vâcip olmasına aykırı
değildir. Hattâ aralarını ayırmak hâkime vâciptir.
İZAH
«Mehr-i misilde ilh...» Mehr-i misilden
murad, metinde gelecek olandır. Akitsiz olarak şüphe ile cimadan vâcip olan
mehr-i misil bunun hilâfınadır. Çünkü ondan murad başkadır. Nitekim Bahır
sahibi bunu beyan etmiştir. Burada da beyanı gelecektir. Şu da var ki;
Hâniyye'de "Blr kimse kendine haram olan bir kadınla evlenirse İmam-ı
Âzam'a göre ona had vurulmaz. Ama kaça çıkarsa çıksın mehr-i mislini
öder." denilmiştir. Bu mesele müstesnadır. Meğer ki "Haram kadınların
nikâhı fâsit değil bâtıldır. Bu bâbtaki hilâf yukarıda geçti. Bu, ihtilâfın
semeresi ve aralarındaki farkın vechini beyandır. Nitekim Bahır'da buna işaret
edilmiştir." denilsin.
«Çünkü kadın indirime razı olmuştur.» Çünkü
ziyade mehir konulmayınca, kadın indirime razı olmuş; bu bâbtaki hakkını ıskat
etmiştir. Mehr-i müsemma bir vecihle sahihtir diye mehr-i müsemmadan fazla
olamaz değildir. Çünkü doğrusu mehr-i müsemma fâsit bir akitte olduğu için her
cihetten fâsittir. Onun için mehr-i misil mehr-i müsemmadan azsa, yalnız mehr-i
misil vâcip olur. UIemanın sözlerinden öyle anlaşılıyor ki, mehr-i misil on
dirhemden az olsa, o kadına başka bir şey verilmez. Sahih nikâh bunun
hilâfınadır. Onda mehr-i misil vâcip oldu mu, on dirhemden eksik bırakılmaz.
Bahır. Bu ifadenin bir misli de Nehir'dedir. Ama söz götürür. Zira kadının mehr-i
misli babasının kavmine göre itibar edilir. Şer'an mehrin en azı on dirhem
iken, on dirhemden az nasıl olabilir?
«Esah kavle göre kadına cima edip etmemesi
de birdir.» Cimadan sonra biri diğeri olmadan akdi feshedemez diyenler de
olmuştur. Nitekim Nehir ve diğer kitaplarda bildirilmiştir. H.
«Binaenaleyh vâcip olmasına aykırı
değildir.» Nehir sahibi diyor ki: «Zeylâî "Herbiri diğeri olmaksızın
feshedebilir" demekle, vâcip olmadığına kasd etmemiştir. Zira şüphesiz
günahtan sıyrılmaktır. Günahtan sıyrılmak ise vâciptir. Zeylâî bunun yalnız her
birine sabit bir iş olduğunu anlatmak istemiştir.» H.
METİN
İddet, halvetten sonra değil; cimadan sonra
ayırma vaktinden veya esah kavle göre kadın ayrılmayacağını bilmese bile
kocasının terkettiği vakitten vâcip olur. Bu iddet ölüm için değil talâk
içindir.
İZAH
«İddet halvetten sonra değil ilh...»
Ulemanın zâhir olan sözlerinden anlaşılan, iddetin hem kazaen, hem diyaneten
ayırma vaktinden başlamasının vâcip olmasıdır. Fetih'te şöyledenilmiştir:
«Bunun kazaen olması icabeder. Ama kadın son cimadan sonra üç hayız gördüğünü
bilirse, kendisiyle Allah Teâlâ arasında Attâbî'nin naklettiğimiz kıyasına göre
evlenmesi helâl olmak gerekir.» Bunun yeri, hâkim tarafından araları ayrıldığı
vakittir. .Fakat son olmadan itibaren üç hayız görür de kocası ondan
ayrılmazsa, bil ittifak evlenmeye hakkı yoktur. Nitekim Gâyetü'l-Beyân sahibi
buna işaret etmiştir. Zeylâî'nin ibaresi bunun hilâfını îhâm etmektedir. Bahır.
«Cimadan sonra...» Yani iddet cima
bulunmayan mücerret halvetten sonra vâcip olmaz. İddetin velev ki fâsit olsun
halvetten sonra vâcîp olması ancak sahih nikâhtadır. Bahır'da Zahîre'den naklen
şöyle denilmiştir: «Karı-koca cima olup olmadığında ihtilâf ederlerse, söz
kocanındır. Bu hükümlerden hiç biri sabît olmaz.» Yine Bahır'da Fetih'ten
naklen "Bu cima edilen kadın karısının kız kardeşi ise, onun iddeti
bitinceye kadar karısı kendisine haram olur." denilmiştir.
«Ayırma vaktinden» murad, hâkimin
ayırmasıdır. Kendi ayırmaları da öyledir. Bu, ya her ikisinin yahut birisinin
nikâhı feshetmesiyle olur. H. Yanı iddet son cimadan değil, ayrılma vaktinden
başlar. İmam Züfer buna muhaliftir. Sahih kavil budur. Nitekim Hidâye'de beyan
edilmiştir. Fetih, Mi'râc ve Gâyetü'l-Beyân gibi şerhlerinde de tasdik
olunmuştur. Mültekâ, Cevhere ve Bahır sahipleri de bu kavli sahih bulmuşlardır.
Şüphesiz ki bu muteber kitapların sözleri, Mecmâu'l-Enhur sahibinin sözünden
üstündür. O, İmam Züfer'in kavlini sahih bulmuştur. Mevûhib'in ibaresi
şöyledir: «Biz iddeti son cimadan değil, ayrılma vaktinden itibar ederiz.»
«Esah kavle göre» bu iki sahih kavilden
biridir. Bahır sahibi bunu tercih etmiş; Zeylâî'nin yalnız bunu söylemekle
yetindiğini bildirmiştir. İkinci kavle göre bilmek şarttır. Hattâ bunu kadına
bildirmezse iddeti geçmez.
«Kocasının terk ettiği vakitten vâcip
olur.» Bezzâziye'de şöyle denilmektedir: «Cimadan sonra fâsit nikâhta
birbirinden ayrılmak ancak sözle olur. Mesela "senin yolunu serbest
bıraktım" yahut "seni bıraktım" der. Mucerret nikahı inkar etmek
terk sayılmaz. Ama koca inkâr eder de aynı zamanda, "git ve evlen"
derse, bu birbirinden ayrılma olur. Buradaki boşama mutarekedir. Lâkin bununla
talâkın sayısı eksilmez. Cimadan sonra karı-kocadan birinin diğerinin yanına
gitmemesi mutareke değildir. Çünkü mutareke ancak sözle olur. Muhit sahibi
cimadan önce dahi ancak sözle tahakkuk edeceğini söylemiştir.» Şarih mütarekeyi
Zeylâî'nin yaptığı gibi kocaya tahsis etmiştir. Zira ulemanın zâhir olan
sözlerine göre ınutareke kadın tarafından aslâ olmaz. Halbuki bu nikâhı
diğerinin huzurunda feshetmek, her ikisi tarafından bil ittifak sahihtir.
Mütareke ile fesih arasındaki fark büyüktür. Bahır'da da böyle denilmiştir.
Nehir sahibi aralarında fark görerek, mütarekenin talâkmânâsında olduğunu,
binaenaleyh kocaya mahsus bulunduğunu söylemiştir.
Feshe gelince; "O, akdi kaldırmaktır,
kocaya mahsus değildir. Velev ki mütareke mânâsında olsun." demiştir.
Hayreddin-i Remlî bu sözü reddederek "Fâsit nikâhta talâk tahakkuk etmez.
O halde nasıl oluyor da mütareke talâk mânâsındadır deniliyor. Doğrusu fark
bulunmamaktır. Onun için Makdisî Kenz şerhinde kesin olarak bunu söylemiştir
ilh..." demiştir. Tamamı bizim Bahır üzerine yazdığımız hâşiyededir.
Cimadan önce boşamak bâbında Cevhere'den naklen gelecektir ki, bir kimse fâsit
nikâhla aldığı kansını üç defa boşarsa, hulleciye hacet kalmaksızın onunla
evlenebilir. O bu bâbta hilâf rivayet edilmediğini söylemiştir. Bu da talâkın
fâsit nikâhta tahakkuk etmediğini teyid eyler. Onun için de talâkın sayısını
eksiltmez. Bilâkis bildiğin gibi o mütarekedir. Hattâ kadını bir defa boşar da
sonra sahih nikâhla alırsa, kadın ona üç talâk hakkıyla döner.
«Talâk içindir.» Maksat şudur: Fâsit
nikâhla cima ettiği kadından; ister ayrılsın, ister ölsün, kadına talâk
iddetini beklemesi vâcip olur. Talâk iddeti üç hayızdır. Bu kâdın dört ay on
günden ibaret olan ölüm iddetini beklemez. Minah ve Bahır sahiplerinin
"Buradaki iddetten murad, talâk iddetidir. Vefat iddetine gelince: Fâsit
nikâhtan ona vefat iddeti vâcip olmaz." demelerinin' mânâsı budur. Yani kadın
hayız görürse, üç hayız müddeti; hayız görmezse üç ay yahut çocuğunu
doğuruncaya kadar bekler.
METİN
Nesep ihtiyaten iddiasız sabit olur.
Nesebin müddeti ki altı aydır cimadan başlar. Eğer cimadan doğurma zamanına
kadar hami müddetinin azı, yani altı ay veya fazla geçmiş olursa, nesep sabit
olur. Aksi takdirde meselâ altı aydan daha azda doğurursa, nesep sabit olmaz.
Bu kavil İmam Muhammed'indir. Fetva da onunla verilir. Şeyhayn'a göre müddetin
başlaması, sahih nikâhta olduğu gibi akit zamanından itibarendir. Nehir sahibi,
"bu daha ihtiyattır" diyerek bu kavli tercih etmiş ve fâsit
tasarruflardan yirmi birini saymıştır.
İZAH
«Nesep ihtiyaten iddiasız sabit olur.»
Fakat miras hakkı sabit olmaz. Mevkuf nikâh da böyledir. Bunu Tahtâvî
Ebussuud'dan nakletmiştir. Nesep isbatında gösterilecek ihtiyat çocuk içindir.
T.
«Nesebin müddeti ilh...» Yani nesebin sabit
olacağı müddet ki altı ay veya fazlasıdır cimadan sayılmaya başlar. Yani
ayrılma vuku bulmamışsa, hüküm budur demek istiyor. Nitekim aşağıda beyan
edilecektir.
«Altı ay veya fazla» sözüyle musannıf,
takdirin en az hami müddetiyle yapılması, daha azından korunmak için olduğuna
işaret etmiştir. Altı aydan fazladan ihtiraz etmemiştir. Çünkü nikâh akdinden
yahut cimadan itibaren iki seneden sonra doğurur da o kadındanayrılmazsa,
çocuğun nesebi bil ittifak sabit olur. Bahır.
«Şeyhayn'a göre ilh...» Bu hilâfın faydası
kadın akit zamanından sonra altı ayda, cimadan sonra altı aydan azda doğurduğu
zaman görülür. Çünkü müftabih kavle göre çocuğun nesebi sabit olmaz.
TEMBİH: Fetih'te beyan edildiğine"
göre müddetin başı, ayrıldıkları vakitten itibarendir. Ayrılma olmazsa; ya
nikâh yahut cima vaktinden olmak üzere ihtilâflıdır. Bahır sahibi buna itiraz
etmiş ve şöyle demiştir: «Bu sözün muktezasına göre kadın ayrıldıktan altı
aydan fazla bir zaman geçtikten sonra çocuk doğurursa ve bu akit veya cimadan
itibaren ise nesep sabit olmaz. Hâkimin ayırmasından sonra ise, altı aydan azda
doğurursa, çocuğun nesebi sabit olmaz. Halbuki çocuğun nesebi sabit
olmaktadır.» Nehir sahibi buna cevap vermiş; "Müddetin nikâh veya cima
vaktinden başlamasının mânâsı evvelce geçtiği vecihle daha azı nefydir. Ayırma
zamanından itibara alınmasının mânâsı, daha çoğunu nefydir. Hattâ ayrılma
zamanından itibaren çocuğu iki seneden fazlada doğurursa, nesebi sabit
olmaz." demiştir. Makdisi'nin şerhinde de bunun gibi denilmiştir. Hâsılı
ayırmazdan önce nesep sabit olur. Velev ki çocuğu akitten veya cimadan sonra
iki seneden fazlada doğurmuş olsun. Ayırdıktan sonra ise ancak ayırma
zamanından itibaren akitle veya cima ile doğum arasında altı aydan az müddet
geçmemek şartıyla, ayrıldıktan iki seneden az bir zaman geçerse sabit olur.
«Nehir sahibi bu kavli tercih etmiştir.»
Onun tercihi, Hidâye sahibi ile başkalarının "Fetva, İmam Muhammed'in
kavline göredir." demelerine aykırı değildir.
«Fâsit tasarruflardan...» Yani şartlarından
biri bulunmayınca, fâsit olanlardan yirmi birini saymıştır.
METİN
Hulâsa sahibi bunlardan on tanesini nazma
çekerek şöyle demiştir: «Akitlerin fâsit olanı ondur: Birinci icaredir. Bunun
hükmü ecirdir. O da mehr-i mislin veya mehr-i müsemmanın en azının vâcip
olmasıdır. Yahut mehr-i müsemma yoksa bütün mehr-i mislin vâcip olmasıdır.
Kitâbette vâcip olan çoğudur. Bunu, lâfı edilen şeyle kölenin kıymetinden
hangisi çoksa ondan verir. Nikâhta ise, cima ettiği takdirde mehr-i misil lâzım
gelir. Tohumdan çıkan evet sahibinindir. Sulh ile rehni her biri bozabilir.
Emanettir yahut hükmü sahih gibidir. Sonra hîbe teslim alındığı günkü
kıymetiyle ödenir. Bir kimsenin ödünç aldığı köleyi satması sahihtir.
Mudarebenin hükmü de emanettir. Satışta vâcip olan misildir. Aksi takdirde
kıymettir.»
İZAH
«Bunun hükmü...» Yani fâsit şartla yapılan
fâsit icarenin hükmü haneyi tamir gibi; yahutmüsemması meçhul olarak veya hiç
müsemma bulunmayarak yahut şarap gibi bir şey tesmiye ederek yapılan icare gibi
ki, hükmü birinci surette ecr-i misildir. Yahut temsiye edilen şeydir. Son üç
surette kaça çıkarsa çıksın ecr-i misildir.
«Kitâbette vâcip olan çoğudur.» Yani fâsit
olan kitâbette; meselâ kölesini başkasının muayyen bir malı karşılığında
kitâbete keserse, mükâtebe kendi kıymetiyle lâfı edilen şeyin kıymetinden
hangisi çoksa onu vermek vâcip olur.
«Nikâhta ise...» Yani fâsit nikâhta meselâ
şahitsiz kıyılanda mehir olabilecek bir şey göstermediyse, mehr-i misil lâzım
gelir. Gösterdiyse, mehr-i misil ile müsemmanın az olanı vâcip olur. H.
«Cima ettiği takdirde» mehr-i misil lâzım
gelir. Cima etmediyse, hiçbir şey icabetmez. H.
«Tohumdan çıkan...» Yani fâsit müzâreadan
çıkan zahîre tohum sahibinin olur. Meselâ muayyen birkaç ölçeğin birine ait
olacağını şart koşarlarsa, müzârea fâsit olur. Sonra yer o kimseninse, çalışana
ecr-i misil vermesi gerekir. Tohum çalışandansa, onun yer için ecr-i misil
vermesi icabeder. H.
«Sulh ile rehni...» Yani fâsit sulh ile
fâsit rehni, akdi yapanlardan herbiri bozabilir. Fâsit sulh, anlaştıkları
bedelin ne olduğu bilinmeyen sulhtur. Fâsit rehin ise, hisseli bir şeyin rehni
gibidir. H.
«Emanettir.» Yani sulh ve rehin bedelleri o
sulhu yapanların elinde emanettir. Çünkü her biri arkadaşının malını onun
izniyle almıştır. Lâkin sahibi için değil kendisi için almıştır. Binaenaleyh
garantili (ödemeli) olması gerekir. Nazmı yazan buna, "yahut hükmü sahih
gibidir." sözüyle işaret etmiştir. Sahih sulhun hükmü bedel-i sulhla
ödenir. Sahih rehnin hükmü de kıymeti ile borçtan hangisi azsâ onunla ödenir.
Mutemet kavlin bu olması gerekir. Rahmeti.
Ben derim ki: Rehin bahsinde, "Fâsit
rehin borçtan önce yapıldıysa, sahih rehin gibidir. Aksi takdirde sahih rehin
gibi değildir." sözüyle araları bulunacaktır. Tamamı inşallah orada
gelecektir.
«Sonra hîbe» fâsit olursa: meselâ taksimi
kabul eden hisseli bir şeyse, aldığı günkü kıymetiyle ödenir. Çünkü onu kendisi
için almıştır. Kendisi için alan kimse velev ki sahibinin izniyle alsın onu
öder. Rahmetî.
«Ödünç aldığı köleyi satması sahihtir.»
Yani bir kimse ödünç bir köle alırsa, bu ödünç fâsit olur. Çünkü
kıyemiyattandır, milk ifade eder. Binaenaleyh satılması sahihtir. H.
«Mudarebenin hükmü de emanettir.» Yani mal
sahibinin çalışmasını şart koşmak gibi fasit bir mudarebenin hükmü emanettir.
Çünkü o malı sahibinin izniyle sahabi için almıştır. Böyle olan bir mal
emanettir. Şu da var ki, mudarebe fasit olunca, mudarib çırak gibi olur.
Çırağınelinde mal emanettir. Rahmeti.
«Satışta vacip olan misildir.» Fasit bir
satışta, yani aktin iktiza etmediği bir şartla yapılan alış-verişte vacip olan
misliyattansa, helak olanın mislini; kıyemiyattansa kıymetini ödemektir.
Yirmibir fasit tasarruftan kalanlar
hakkında Nehir sahibi şunları söylemiştir: «Fasit tasarruflardan kalanlar;
sadaka, hul' ,şirket,selem, kefalet, vekalet, vakıf ikale, sarf, vasiyet ve
kısmettir.»Sadaka hakkında Camiu'l- Fusuleyn'de "Sadaka fasit hibe
gibidir.Teslim almakla ödenir."denilmiştir. Hul'un hükmü karşılığı batıl
olursa talak bain olmaktır. Bu da; şarap, domuz veya ölü eti karşılığında hul'u
yapmak gibidir.
Şirketten murad; şartı bulunmayan, mesela
geliri mal miktarı kadar hesap edilen şirkettir. Nitekim Mecma'da da böyle
denilmiştir. Mal elindeyken helak olursa, o kimse ödemez. Nasıl ki Camiu'l-
Fusuleyn' de beyan edilmiştir.
Selemden murad; şartlarından biri
bulunmayandır. Böyle bir selemde sermayenin hükmü gaspedilmiş mal gibidir.
Binaenaleyh onun karşılığında gözüne kestirdiğini peşin olarak alması sahihtir.
Fusul'de de böyle denilmiştir. Kefalete misal, namına kefil olunan şahsın
bilinmemesidir. Her kime satış yaparsam benim üzerimedir,demesi gibi ki, bunun
hükmü ona vacip olmamaktadır. Ödemek fasit olunca, verdiğini geri alır. Yine
Fusul'de böyle denilmiştir: Vekalet, vakıf, ikale, sarf ve vasiyete gelince:
Zahire göre ulema bunların fasidi ile batını birbirinden ayırmamışlardır.
İkalenin nikah gibi olduğunu; fasit şartın onu iptal etmediğini
açıklamışlardır. Böylece anlaşılmıştır ki, onun fasidi ile batılı arasında fark
yoktur. "İkale teslim aldıktan sonra olur da cariye çocuk doğurmuş
bulunursa, batıl olur."demişlerdir.
Ben derim ki: Mecma'a nisbet ettiği şirket
meselesi Mecma'da yoktur. Bunu söyleyen kimse görmedik bilakis kazanç musavi
olsun olmasın şirket caizdir. Doğrusu, buna misal olarak birisi için şart
koşulan dirhemleri göstermekti. Çünkü bu şirketi bozar. Fasit şirketin hükmü,
kazancın mal miktarı sayılmasıdır. Velev ki birbirinden farklı olmak şart
koşulsun. Mecma ve diğer kitaplarda olan budur. Kısmeti de zikretmiş: fakat
hükümden bahsetmemiştir. Musannıf ve Şarih kısmet babında fasit taksimle elde
edilen: mesela hibe, sadaka veya taksim edilenden bir şey satmakla alınan mülk
sabit olacağını söyleyecektir. Bu, teslim alanın o malda tasarrufunun caiz
olduğunu gösterir. Fâsit satışla alınan mal gibi onun da kıymetini öder. Sabit
olmaz diyenler de vardır. Eşbâh sahibi buna kesinlikle kail olmuştur. Bezzâziye
ve Kınye sahipleri birinciye kaildirler. Nikâh hakkında söylediği fâsidi ile
bâtılı arasında fark olmaması meselesinin söz götürdüğünü gördün.
METİN
Hür kadının şer'an mehr-i misli, lügaten o
kadın gibi birinin mehridir. Yani babasının cinsinden amcasının kızı gibi bir
kadının mehridir. Annesi babasının cinsinden değilse, onun cinsine itibar yoktur.
Hulâsa'da, "Mehr-i misil kız kardeşlerine ve halalarına göre itibar
olunur. Bunlar yoksa ana-babadır kız kardeş ile amca kızı mehire göre itibar
edilir." denilmiştir. Bunun anlattığı mânâ tertibe riayettir. Bu
bellenmelidir. Benzerlik vasıflarda aranır.
İZAH
«Hür kadının» sözüyle cariyeden ihtiraz
etmiştir. Nitekim gelecektir.
«Mehr-i misli» bilmelisin ki zikredilen bu
mehr-i mislin hükmü sahih olup, mehr-i müsemması hiç konmamış; yahut mehr-i
müsemması meçhul veya mehr-i müsemması şer'an helâl olmayan her nikâhta
muteberdir. Mehir konulsun konulmasın her fâsit nikâhın cimadan sonraki hükmü
de budur. Şüpheyle cima sebebiyle mehir vâcip olan yerlere gelince: Buralardaki
mehirden murad, burada sözünü ettiğimiz mehr-i misil değildir. Zira Hulâsa'da
beyan edildiğine göre bundan murad ukrdur. İsbicâbî ukru şöyle izah etmiştir:
Bakılır; zina helâl olsa zina için bir kadın kaça kiralanacaksa, o miktar vâcib
olur. Ulemamız Serahsî'nin Asıl nâmındaki kitabının içki bahsinde böyle
nakletmişlerdir. Zâhirine bakılırsa, hür kadınla cariye arasında fark yoktur.
Muhit'in ifadesi buna muhaliftir. Orada şöyle denilmiştir: «Bir adamın yanına
karısından başkası kapanır da onunla cima ederse, mehr-i mislini vermesi tâzım
gelir. Meğer ki ara bulmak için mezkûr akde yorumlana.» Bahır.
«Amcasının kızı gibi» sözü menfiye
misaldir. H. Yani babasının kavminden değilse cümlesindeki menfinin misalidir.
Anne babasının amcası kızı ise, babasının cinsindendir. Dürer'de, kadının
amcası kızı denilmişse de, bu bir kalem hatasıdır yahut mecazdır.
«Bunun anlattığı mânâ tertibe riayettîr.»
Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir. Lâkin Bahır'da bundan sonra. "Ama
ulemanın zâhir olan sözleri bunun hilâfınadır." denilmektedir.
Ben derim ki: Hilâfın semeresi şurada zâhir
olur: Bir kıza kendi kız kardeşi ile; meselâ amcası kızı zikredilen sıfatlarda
musavi olup, mehirleri değişik bulunursa. Hulâsa'nın ifadesine göre kız
kardeşinin mehrine bakılır, ulemanın zâhir olan sözlerine göre müşkildir. Bahır
sahibi şunları söylemiştir: «Bir kadına babasının cinsinden iki kadın müsavi
düşer de nehirleri başka başka olursa, acaba az olanın mehrine mi itibar
olunur, yoksa çok olana mı? Bunun hükmünü görmedim. Hâkimin itibara aldığı ve
hüküm verdiği her mehrin sahih olması gerekir. Çünkü fark azdır.»Burada farkın
bazen çok olduğunda ileri sürülebilir. Hayreddin-i Remlî diyor ki: «Ulemamız
zaman hâkimlerine havale etmenin fesat olacağını söylemişlerdir. Fakih bir
kimsenin görüşü, az olan mehri itibara almayı gerektirir. Çünkü o kesin
olarakbellidir.»
Ben derim ki: Bana bu iki kadından her
birinin mehrine bakılacak gibi geliyor. Hangisinin mehri bu kadının mehr-i
misline, uyarsa o muteber olur. Çünkü iki kadının birinin mehrinde karı-kocadan
birinin iltimas yapmış olması caizdir.
METİN
Akit zamanında, yaşça, güzellikçe, malca,
memleket ve asır itibariyle akıl, din, bekâret, iffet, ilim, edep ve ahlâk
mükemmelliğinde ve çocuk olup olmadığına göre itibara alınır. Kocanın hali dahi
itibara alınır. Bunu Kemâl zikretmiş; "Cariyenin mihri ona gösterilen
rağbete göredir." demiştir. Zikri geçen hususatta mehr-i misil sabit olmak
için iki erkeğin yahut bir erkekle iki kadının şahitliği ve şehadet lâfzı
şarttır. Adaletli şahitler bulunmazsa söz yeminiyle beraber kocanındır.
İZAH
«Akit zamanında ilh...» Mânâ şudur: Mehir
konmadan evlenmiş bir kadının mehr-i mislini öğrenmek istersek; onun evlendiği
anda, yaş, güzellik vesair sıfatlarına bakarız. Bir de babasının cinsinden bir
kadının evlendiği andaki yaş, güzellik vesaire sıfatlarına bakarız. Birinci
kadın gibi ise onu örnek alırız. Ondan sonraki hallerine bakılmaz. Bu haller,
güzellik, çirkinlik gibi artıp eksilebilir. Bunu Rahmetî söylemiştir.
"Yaşça" tabiriyle küçüklüğü
büyüklüğü kasd etmiştir. Bahır. Gâyetü'l- Beyân'da da böyle denilmiştir. Bu
sözün zâhirine bakılırsa, yaştan murad, yirmi yaş gibi sayı ile tahdit
değildir. Bilâkis örf-ü âdette itibara alınan büyüklük ve küçüklük farkıdır.
Binaenaleyh yirmi yaşında bir kız örfen otuz yaşındakinin mislidir. Onun için
Mi'râc sahibi şöyle demiştir: «Çünkü mehr-i misil bu sıfatlara göre değişir.
Zengin kıza fakir kızdan daha çok mehir verilir. Gençle ihtiyar. güzelle çirkin
arasında da böyle fark yapılır.» Bu ibarenin zâhirinden, diğer sıfatların da
böyle olduğu anlaşılır. Demek oluyor ki, zıddından korunmak için sıfatın aslında
benzerlik itibara alınır. Sıfatın ziyadeliğine itibar edilmez.
"Güzellikçe" Bazılarına göre
soylu soplu ailelerde güzellik itibara alınmaz. Güzellik orta halli insanlarda
itibara alınır. Bu söz güzeldir. Fetih. Fakat zâhir olan, mutlak surette
itibara alınmasıdır. Bahır. Nehir sahibi dahi Feth'in sözünü reddetmiştir.
Ben derim ki: Bunun vechi şudur: Sözümüz.
babasının cinsinden olan kadın hakkındadır. Soy, sop ve şeref hususunda biri
diğerine müsavi olur da güzellikte ondan üstün gelirse, ona rağbet daha çok
olur.
«Memleket ve asır itibariyle» kadın
babasının cinsinden olur, fakat yaşadıkları yerler veya zamanlar değişik ise, o
kadının mehri itibara alınmaz. Çünkü iki beldenin âdetleri, mehrin ucuzluğu.
pahalılığı hususunda değişir. Kız akraba kızlarının gittiği beldeden
başkasınaverilirse, onların mehirlerine bakılmaz. Fetih. Bu ifadenin bir misli
de İmam Muhammed'in kitaplarını toplayan Hakim'in Kafî'sindedir. Orada şöyle
denilmiştir: «Kendi cinsinden kadınlar başka beldede yaşarlarsa onlara
bakılmaz. Çünkü beldelerin mehirleri başka başkadır.» Bu sözün müktezası şudur:
Zamana ve mekâna mutlaka bakılır. Velev ki bu sıfatların bazılarıyla yetinmek
kâfidir, diyelim. Nitekim aşağıda gelecektir.
"Akıl" güzel ve çirkin şeyleri
birbirinden ayıran kuvvettir. Yahut insanın harekât ve sekenâtı gibi
hususattaki makbul tutumudur. Nitekim usul kitaplarında belirtilmiştir. Bu mânâ
ile akıl, Netif sahibinin şart koştuğu ilim, edep, takva, iffet ve mükemmel
ahlâka şâmildir. Kuhistâni.
«Çocuk olup olmadığına göre...» Yani kadına
bu şartla mehir koymuşsa, mehr-i misli çocuklu kadının mehr-i misli gibi olur.
T.
«Bunu Kemâl zikretmiş...» Yani ulemadan
naklederek. "Bu kadının kocası da, mal, hasep varlığı ve yokluğu hususunda
o kadınların kocaları gibi olacaktır." demiştir. Yani geri kalan
sıfatlarda da öyledir demek istemiştir. Zira genç ve takva sahibi bir
delikanlıya, ihtiyar ve fâsıktan daha ucuz mehirle kız verirler. Nitekim Bahır
ve Nehir'de belirtilmiştir.
«Cariyenin mehri ilh...» hakkında bâbın
başında söz etmiştik. Halebî diyor ki: «Bu mutlak sözde, cariyenin baba
tarafından akrabası dahildir. Meselâ hür bir adam birinin cariyesiyle evlenir
de hürriyeti şart koşmazsa, onun kızı cariye olur. Bu kız babasının kavminden
olsa da hürriyet cihetinden onlara muhaliftir. Binaenaleyh benzerlik hâsıl
olmaz.»
«Adaletli şahitler» ifadesiyle şarih, sayı
ile birlikte adaletin de şart olduğuna işaret etmiştir. Çünkü maksat mal
isbatıdır. Onda bu şarttır.
«Söz yeminiyle beraber kocanındır» Çünkü o,
kadının iddia ettiği ziyadeyi inkâr etmektedir.
METİN
Muhit'teki, "Hâkimin mehir koymaya
hakkı vardır." sözünü Nehir sahibi, "buna razı oldularsa" diye
yorumlamıştır. Babasının kabilesinden kimse bulunmazsa, yabancılardan, yani
babasının kabilesine benzeyen bir kabileden o kadına benzeyen birinin mehri
itibara alınır. O da bulunmazsa. bu hususta söz yeminiyle beraber kocanındır.
Nitekim evvelce geçmişti.
İZAH
«Muhit'teki ilh...» İfadesi Bahır sahibinin
sözüne cevaptır. O bununla Hulâsa ve Müntekâ'nın ifadelerinin birbirine muhalif
düştüğünü söylemişti. Yani metinde mezkûr şehadetin şart koşulmasıyla. Muhit
sahibinin, "Akitten sonra mehri hâkim veya koca tayin ederse
caizdir." sözü birbirine aykırıdır. Çünkü hâkimin veya kocanın mehir
koyması akitle vâcip olan mehri misli çok olsun az olsun takdir yerine geçer.
Zira vâcibin üzerine ziyade etmek sahih olduğu gibi, ondan indirim yapmak da
caizdir. Muhalefetin vechi şudur: Yukarıda geçenin zâhirdenanlaşılan,
şehadetsiz veya kocanın ikrarı olmaksızın hâkim tarafından mehri misil koy
manın doğru olmamasıdır. Nehir sahibi buna cevap vermiş; "Muhit'in sözünü
iki taraf buna razı oldukları surete yorumlamak gerekir. Aksi takdirde mehri
mislin üzerine ziyade etmek kocanın babalarına göre, noksan bırakmak da kadının
babalarına göre caiz değildir." demiştir.
Ben derim ki: Musannıfın, "Akitten
sonra konulan veya ziyade edilen mehir yarıya bölünmez." dediği yerde
Bedâyi'den naklen arzetmiştik ki: «Mehr-i misil akdin kendisiyle vâcip olur. Şu
delille ki, kadın mehir koymasını kocasından istese. koyması lâzım gelir.
Bundan çekinirse. hâkim kendisini mecbur eder. Yine koymazsa mehir koyma
hususunda hâkim onun yerini tutar.» Bu açık olarak gösteriyor ki, maksat mehr-i
misil koymaktır ve hâkimin mehir koyması uzlaşamadıkları zamandır. Binaenaleyh
Muhit'in sözünü Nehir'deki ifadeye yorumlamak doğru olamaz. Muhit sahibinin,
"çok olsun az olsun ilh "sözünü, kadın razı olup kocasının mehir
koyduğu surete yorumlamak gerekir. Bunun muhalefeti giderecek şekilde beyanı
şöyledir: Biliyorsun ki mehr-i misil ancak kadının babası tarafından akrabası
olan dengi bir kadına bakarak vâcip olur. Yine biliyorsun ki, mehr-i misil
ancak iki şahitle sabit olur. Kadın mehirsiz kocaya varır da kocasından
kendisine mehr-i misil koymasını isterse, o razı olmadığı takdirde kadın onu mahkemeye
verir ve iki şahit getirir. Bu şahitler, "Bu kadının babası cinsinden olan
filan kadın, zikri gecen sıfatlar hususunda buna müsavidir. O şu kadar mehirle
evlenmiştir." diye şahitlik ederlerse, hâkim ziyade noksan olmamak
şartıyla o kadının mehri kadar buna da mehir verileceğine hükmeder. Ziyade
noksan ancak, söylediğimiz gibi anlaşarak mehri kocası koyduğu zaman olur.
Hâkimin mehri koyması söylediğimiz şahitliğe mehri olunca, Bahır sahibinin
iddia ettiği muhalefet ortadan kalkar. Çünkü Muhit sahibinin sözünü,
"Hâkim kadına kendi reyiyle mehir koyar ve karı-kocadan birine rızası
olmaksızın ziyade veya noksanı ilzam eder." mânâsına yorumlamayı caiz
gören yoktur. Eğer maksat Muhit sahibinin sözünü, "Kadının baba tarafından
ve yabancılardan dengi bulunamadığı vakit hâkim hükmeder." mânâsına
yorumlamak ise, bu dahi Hulâsa ve Müntekâ'nın ifadelerine muhalif değildir.
Çünkü onların sözü mehr-i misil hakkındadır. Mehr-i misil ise ancak benzeri
bulunduğu zaman konulur ve mehr-i mislin sabit olması ya şehadete yahut ikrara
bağlıdır. Kadının benzeri bulunmadığı vakit mehr-i misli takdir etmek onun
yerini tutar, aynı değildir. Hâkim bu hususta iyice teemmül ve ictihat ederek
şahitsiz ve kocanın ikrarı olmaksızın buna hüküm verir. Şu halde iki sözün
mevzuları muhteliftir. Nitekim gizli değildir.
Bu izaha göre burada ziyade veya noksan
yine bahis mevzuu olamaz. Çünkü bu ancak kadının benzeri bulunduğu zaman olur.
Lâkin Muhit sahibinin sözünü zikredileneyorumlamak. Bedâyi'den naklettiğimize
aykırıdır. Orada, "Murad, mehri misle hüküm vermektir." denilmişti.
Keza az ilerde Sayrafiyye'den nakledeceğimiz, "Kadının benzeri bulunmazsa
kendisine bir şev verilmez." sözüne de aykırıdır. Bunu anlattıkları hale
yorumlamak da mümkün değildir. Sebebini Bedâyi'nin sözünden anladın. Bir de
şunun için ki, anlaşmanın bulunması, hâkim huzuruna dâvâya çıkmaya hâcet
bırakmaz. Şahit bulunmadığı vakit söz yeminiyle beraber kocanındır. Nitekim
yukarıda geçmîşti, iIeride de gelecektir. Su halde hâkim kadına, kocasının
ettiği yemine göre hüküm verecektir. Bu izahı ganîmet bil! Muvaffakiyet
Allah'tandır.
«O da bulunmazsa...» Yani zikredilen
sıfatların hepsi veya bir kısmı hususunda kadının benzeri bulunmazsa, söz
kocanın olur. Bahır. Bu sözün muktezası, mezkûr vasıfların bazısıyla
yetinmektir. İhtiyar sahibi, "Bunların hepsi bulunmazsa bulunanla
yetinilir. Çünkü bu vasıfların hepsinin iki kadında bulunması imkânsızdır.
Binaenaleyh bulunanlar itibara alınır. Çünkü kadın onun mislidir." diyerek
bunu açıklamıştır. Bu ifadenin bir misli, İbn-i Melek'in Mecmâ şerhinde ve
Gurarü'l-Ezkâr'dadır. Mültekâ'nın bazı nüshalarında da vardır.
Ben derim ki: Lâkin bana göre metinlerin bu
vasıfların ekserisini zikretmek hususunda ittifak halinde olmaları müşkildir.
Hidâye sahibinin, "Mehr-i misli bu vasıfların değişik olmasına göre
değişir. Memleket ve asrın değişik olmasıyla da değişir." sözü karşısında
da müşkil kalır. Çünkü şüphesiz bâkire, genç, güzel ve zengin kıza, dul,
ihtiyar, çirkin ve fakir bir kadından daha fazla rağbet gösterilir. Velev ki
akıl, din, ilim, edep ve diğer vasıflarda müsavi olsunlar. Bu kadar farklarla
birlikte birinin mehri diğerininkine nasıl ölçülebilir. Ulemanın. "Çünkü
vasıfların hepsinin iki kadında toplanması imkânsızdır." sözünü teslim
ediyoruz. Ama mehr-i misil itibarını yalnız baba kavminde olacağını kabul
edersek teslim ediyoruz. Yabancılardan do itibar edileceğini kabul edersek
teslim etmiyoruz. Şu da var ki, bulunmadığı farz edilirse, musannıfın dediği
gibi söz kocanın olur. Lâkin Bahır'da Sayrafiyye'den naklen şöyle denilmiştir:
«Bir kimse qurbette ölür de mehir iddia eden iki garip zevce bırakırsa,
bunların beyyinesi olmadığı gibi gurbette kız kardeşleri de bulunmazsa,
Sayrafiyye sahibi bunların güzelliklerine bakarak emsalleri kaça nikâh edilirse
o kadara nikâh edileceklerine hüküm verileceğini söylemiştir. Kendisine; bu,
beldelere göre değişir denildiğinde; beldelerinde bulunursa sorulur, bulunmazsa
onlara bir şey verilir demiştir.» Yani öldükten sonra yemin verdirme imkânı
kalmadığı için böyle hareket edilir, demek istemiştir. Lâkin burada kocanın
mirasçıları onun yerine geçer diye itiraz edilebilir.
T E M B İ H : Dimaşk köylerinin birçoğunda
âdet olmuştur. Bütün köyün kadınlarına, fark yapmaksızın muayyen bir miktar
mehir koyarlar. Bunun söz edilmediği zaman akit zamanında zikredilen mehr-i
müsemma mesabesinde olması gerekir. Çünkü örf ve âdetegöre sabit olan bir şey
şart koşulmuş gibidir. O zaman mehr-i misilden sual edilmez. Allahu a'lem!
METİN
Velînin, kadının mehrîni ödemesi sahihtir.
Velev ki kadın küçük olsun. Velev ki akdi yapan velî kendisi olsun. Çünkü o
elçidir. Lâkin kendisinin sağlam olması şarttır. Ölüm hastalığında olur da
kefil olduğu şahıs da mirasçısı bulunursa sahih olmaz. Aksi takdirde ödeme,
malının üçte birinden sahih olur. Kadının veya başkasının ödeme meclisinde
kabulü de şarttır. Kadın parayı, bâliğ olan kocasıyla ödemeyi üzerine alan
velînin hangisinden olsa isteyebilir.
İZAH
«Velinin kadının mehrini ödemesi sahihtir.»
Yani kocanın velisi olsun, kadının velîsi olsun ve karı-koca ister küçük, ister
büyük olsunlar bu caizdir. Karı koca büyükseler, velînin onlar nâmına ödemesi
zâhirdir. Çünkü ecnebi gibidir. Sonra kocanın emriyle ödediyse, dönüp parasını
ondan alır. Emri olmadan ödediyse alamaz. Küçük olan karı-kocanın velîlerine gelince;
O, elçi ve sözcüdür. O ölürse kadın için terekesine müracaat hakkı vardır.
Kalan vârislerin küçük kocanın hissesi hakkında müracaat hakları vardır. İmam
Züfer buna muhaliftir. Çünkü kefâlet mekfûlu'n-anh tarafından muteber sayılan
bir emirle olmuştur. Zira küçüğün üzerinde babanın velâyeti sabittir.
Binaenaleyh babanın izni onun izni demektir. muteberdir. Kefâlete yönelmesi
onun tarafından buna delildir. Bunu Fetih'ten naklen Nehir sahibi söylemiştir.
«Çünkü o elcidir.» cümlesi, karı-kocanın
ikisi de: yahut birisi küçükseler ödemek sahihtir sözünün ta'lilidir. Bu cümle
şu suale cevap da olabilir: «ödeyen küçük kızın velîsi olursa. hem isteyen, hem
istenen olması lâzım gelir. Çünkü isteme hakkı ona aittir. Onun için küçük kız
nâmına bir şey satar da müşteri nâmına kıymetini kendi öderse sahih olmaz!»
Cevap şudur: Bu adam nikâhta bir elçi ve kız nâmına sözcüdür. Binaenaleyh hukuk
ona râci değildir. Satışta ise asildir. Onun mehri alması, babalık velâyeti
hükümcedir. Akdi yapan o olduğu için değildir. Onun için kız bülûğa erer de
kendisini men ederse, teslim alamaz. Satış bunun hilâfınadır. Tamamı
Fetih'tedir.
«Sahih olmaz.» Çünkü ölüm hastalığında
mirasçısına teberru yapmış olur. Fetih. Bahır sahibi Zahîre'den naklen,
"Keza vârisi nâmına yahut vârisine ödediği her borç böyledir."
cümlesini ziyade etmiştir. Yani bu, mirasçısına vasiyet mesabesindedir demek
istemiştir. "Kefil tarafından bir teberru yoktur. Çünkü ödemeden ölürse,
kadın terekesine müracaatla hakkını alır. Şayet baba oğlunun emriyle kefil oldu
ise veya oğlu küçükse, kalan vârisler de oğlunun hissesinden haklarını
alırlar." denilemez. Çünkü şöyle cevap veririz: Kalan vârislerin mekfûlu'n
anha (kefil olunan şahsa) müracaatla hak istemleri, kefâletî başlangıçta
teberru olmaktan çıkarmaz. Çünkü kefilin nasibi helâk olur da iflas etmiş
bulunabilir. Yahut bazen ona mürarcaat etme imkânı bulamayabilirler. Buna şu da
delâlet eder ki; hasta birkimsenin yabancıya kefil olması, malının üçte
birinden itibar olunur. Eğer teberru olmasaydı sair teberruları gibi bütün
malından geçerli olurdu. Bundan daha açık olmak üzere; bu adam kendi milkinden
bir şeyi, kıymetinin misliyle yahut daha azına veya daha çoğuna mirasçısına
satsa, satış bâtıl olur. Hattâ bu satışla şuf'a bile sabit olmaz. İmameyn buna
muhaliftirler. Nitekim Mecmâ'da beyan edilmiştir.
«Aksi takdirde...» Yani kendisine veya
nâmına kefil olunan şahıs kefil olan velînin mirasçısı değilse, meselâ sağ olan
oğlunun oğlu veya amcasının kızı olursa demektir. T.
«Ödeme malının üçte birinden sahih olur.» Nitekim
ulema bunu ecnebinin ödemesinde açıklamışlardır. Bahır. Yani kefâlet malı
terekesinin üçte biri kadarsa ödeme sahihtir. Daha fazla ise, üçte biri
miktarını ödemek sahihtir. Çünkü yukarıda söylediğimiz gibi kefâlet başlangıçta
teberrudur.
«Kadının kabulü» bülûğa ermişse şarttır. H.
«Veya başkasının» sözünden murad, kadının
velîsi yahut başka bir fuzûlidir. Nitekîm kefâlet bahsinde gelecektir. Onun
için Bahır sahibi, "O mecliste kadının yahut herhangi bir kimsenin kabulü
mutlaka lâzımdır." demiştir. Halebî diyor ki: Bu kadın küçük; kefil de
kocasının velîsi olduğuna göredir. Kefil kadının velîsi olursa, onun icabı
kabul yerine geçer. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir.
«Ödeme meclisinde» kabulü de şarttır. Çünkü
mezhebe göre akdin yarısı gaibin kabulüne bağlı olamaz. T.
«Ödemeyi üzerine alan veli» ister erkeğin,
ister kadının velisi olsun fark etmez. Ödeyen diye kayıtlaması, sözümüz ödeme
hususunda olduğu içindir. Bir de az ileride beyan edeceği vecihle ödemeden
kendisinden her şey istenilmez.
METİN
Velî öderse, bunu emirle yaptığı takdirde
parasını kocadan alır. Nitekim kefâletin hükmü budur. Baba fakir olan küçük
oğlunu bir kadınla evlendirdiği vakit, mehri kendisinden istenilmez. Meğer ki
kefil olsun. Mutemet kavil budur. Zengin çocuğun ise mehri babasından istenir.
Fakat onu kendi malından değil, oğlunun malından verir. Nitekim nafakada da
böyledir. Baba ondan mesul değildir. Ancak kefil olmuşsa mesul olur. Baba
öderken, bunu sonra alacağım diye şahit getirmedikçe, ödünç bir şey istemeye
hakkı yoktur.
İZAH
«Bunu emirle yaptığı takdirde...» Yani koca
kefil ol diye emrettiyse. ödediğini ondan alır. Bu şu demektir ki, baba küçük
oğlu nâmına mehri, üzerine alır da öderse, sonra dönüp ondan bir şey isteyemez.
Çünkü küçük çocukların mehirlerini babaların yüklenmesi âdettir. Meğer ki
öderken, sonra ben bunu alacağım diye şahit getirmiş olsun. Fetih. Bunun tamamı
ileridegelecektir.
«Mehri kendisinden istenilmez.» Yani
gelinin mehri yahut oğluna vâcip olan mehri babadan istenilmez.
«Mutemet kavil budur.» Bu kavlin mukabili,
Tahâvi şerhi ile Tetimme'dedir. O kavle göre, baba kefil olsun olmasın gelin
mehrini ondan isteyebilir. Fetih sahibi diyor ki: «Manzume'de bildirildiğine
göre, bu kavil İmam Mâlik'indir. Biz buna muhalifiz.» Sonra Fetih sahibi itimat
edilen kavlin bu olduğunu söylemiştir.
Ben derim ki: Manzume'deki ifadenin bir
misli de Mecmâ ile Dûrerü'l Bihâr'da ve şerhlerindedir. Mevahibü'r-Rahmân'da,
"Baba fakir olan küçük çocuğunu evlendirirse. bize göre mehir kendisine
lâzım gelmez." denilmiştir. Bahır sahibi Tahtâvî şarihinin sözüne cevap
vermiş: onun sözünü küçük çocuğun malı olduğu surete yorumlamıştır. Şu delille
ki; Mi'râc'da Tahâvî şerhinin sözü zikredilmiş; sonra fakir çocuğun. babası
üzerine almadıkça mehri ödemesi lâzım gelmediği bildirilmiştir. Bu suretle
birinci sözün zengin hakkında olduğu taayyün etmiştir.
Ben derim ki: Bundan daha açık olmak üzere
İnâye'de Tahâvî şerhinden naklen şöyle denilmiştir: «Baba küçük çocuğunu bir
kadınla evlendirirse, kadının mehrini kocasının babasından istemeye hakkı
vardır. Baba da küçük oğlunun malından öder ilh...» Bu izaha göre şarihin,
"Mutemet kavil budur." sözü yersizdir.
«Nitekim nafakada da böyledir.» Yani nafaka
küçük çocuğun babasından istenmez. Ancak kefil olmuşsa o zaman istenir.
Musannıf Minah'ta Hulâsa'dan naklen böyle demiştir. Hâniyye'de şu ibare vardır:
«Kadın büyük olur da küçük çocuğun malı bulunmazsa. nafakası babasına vâcip
olmaz. Baba çocuğu nâmına ödünç alır. Sonra oğlu zenginlediğinde ondan alır.»
Hâkim'in Kâfî'sinde de şöyle denilmiştir: «Çocuk küçük olur da malı bulunmazsa,
karısının nafakası babasından istenmez. Ancak onu ödeyeceğine söz vermişse o
zaman istenir.» Zeylâî ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Bu. şarihin nafaka bâbında
fer'î meselelerde söyleyeceklerine muhaliftir. Orada, "Muhtar ve
Mültekâ'da bildirildiğine göre, oğlunun karısını nafakası; oğlu küçük, fakir
veya kötürüm ise babasına aittir." diyecektir. Meğer ki oradaki sözü, baba
verdiği nafakayı oğlu zenginlediği vakit ondan almak üzere mehir aldıysa diye
yorumlanmış olsun. Nitekim ulema zengin oğul hakkında da aynı şeyi söylemişler:
"Zengin çocuğun annesi ve kocası fakir iseler çocuğua annesinin nafakasını
vermesi, sonra kocası zenginlediği vakit ondan olması emredilir."
demişlerdir. Hâniyye'nin zikri geçen ibaresi de bunu teyid etmektedir.
«Sahit getirmedikçe bir şey istemeye hakkı
yoktur ilh...» Yani baba mehri kendi malından öderse. sonra onu küçük çocuğunun
malından almaya hakkı yoktur. Ancak emîrle ödediyseo başkadır. Ama burada o da
yoktur." denilmiştir. Lâkin arz etmiştik ki çocuğa kefil olmaya yönelmesi
emir mesabesindedir. Çünkü onun üzerinde velâyeti sabittir. Onun içîn mehri
babanın izniyle bir yabancı öderse, sonra ödediğini îster. Baba da öyledir.
Evet, Gâyetü'I-Beyân'da bundan dolayı
babanın sonra oğlundan isteyeceği zikredilmiştir, istihsana göre babanın
istemeye hakkı yoktur. Çünkü âdetten bu malı vermeye, sonra istememek şartıyla
katlanmıştır. Örfen sabit olan bir şey nassan sabit gibidir. Ancak sonra
isteyeceğini şart koşarsa, o zaman dönüp ister. Çünkü açık söz delâletten
üstündür. Yani açıkça şart koşması örf-ü âdetten üstündür. Vasî bunun
hilâfınadır. O ödediğini sonra alır. Zira onun teberruu hakkında âdet yoktur.
Binaenaleyh sair babadan başka velîler gibi olur.
Demek oluyor ki, şahit getirmeden ödediğini
sonra almak babaya mahsustur. Bunun muktezası, örf olmayan yerde annenin de
ödediğini isteyebilmesidir. Yalnız bunu, vasiyet ise, bir de buna kefil olduysa
yapar, Bunsuz yapıp yapamayacağı fetva hadisesi olmuştur. Bir çocuğu velîsi
evlendirmiş, onun namına gelinin mehrini annesi vermiş, fakat çocuğuna vasi
değilmiş, sonra çocuk bulûğa ermiş, bu sefer annesi ödediği mehri ondan almak
istemiş. Bu hadisede alamaması gerekir. Çünkü anne çocuğun borcunu izinsiz
ödemiştir. Velayeti de yoktur. Bilhassa aşağıda gelecek olan, "Babadan
başkalarının dahi şahit getirmesi şarttır." sözüne göre hiçbir hakkı
yoktur. Bezzaziye'de, "Baba öderken şahit getirir de ödediğini sonra
alacağını bildirirse, sonra dönüp alır. Velev ki üzerine alırken şahit gelirmiş
olmasın." denilmektedir.
Hâsılı ödenen parayı sonra olmak için ya
üzerine alırken yahut öderken şahit getirmek şarttır. Nitekim Bahır'da beyan
edilmiştir. Fetih sahibi bunu, "küçük çocuk fakır ise" diye
kayıtlamıştır. Fakat Nehir sahibi kendisine yukarıda Gayetü'l- Beyân'dan
naklettiğimiz sözle itiraz etmiş; yani. "Örf ile ta'lil umumi olduğu halde
bu mutlaktır." demiştir. Şöyle denilebilir: Fetih sahibinin sözü örf umumi
olmadığına göredir. Küçük çocuk zenginse, ödediğini onun malından alır. Velev
ki şahit getirmesin. Bilhassa baba fakir olursa evleviyetle alır.
Şimdi şu kalır: Üzerine almadan öderse ne
olur? Adetle tayinin muktezası, fark bulunmamaktır. Şu halde şahit getirdiyse,
ödediğini alır, getirmediyse alamaz. Şarih vasî bâbının sonunda diyecektir ki:
Baba çocuğu için bir elbise veya yiyecek satın alır da, sonra verdiğini
oğlundan alacağına şahit getirirse, çocuğun malı bulunduğu takdirde ondan alır.
Malı yoksa alamaz. Çünkü bu babaya vâciptir. H. Bunun bir misli de şudur:Baba
küçük çocuğu için bir hâne veya köle satın alırsa, sonra bu parayı oğlundan
alır. Oğlunun malı olsun olmasın fark etmez. Ama şahit getirmediyse alamaz. Ebû
Yusuf'tan böyle rivayet edilmiştir. Bu kavil güzeldir. Bellenmesi gerekir.
Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Giyecekle
başka şeylerin arasında fark vardır. Başkaşeylerde, küçük çocuk fakir olsun
olmasın, sonra dönüp isteyeceğine şahit tutmadıkça ödediğini alamaz. Çocuk
zengin ise, yiyecekle giyecekte de öyledir. Fakir olursa, baba şahit tutsa bile
çocuktan bir şey isteyemez. Çünkü yiyecekle giyecek ona vâciptir. Hâne ve köle
gibi şeyler bunun gibi değildir. Bunun muktezası şudur: Üzerine almadığı mehir
hâne ve köle gibidir, ona vâcip değildir. Binaenaleyh şahit getirdiyse çocuk
fakir bile olsa ödediğini ondan alır. Aksi takdirde bir şey alamaz. Bu da
Nehir'in sözünü tey'd eder. Şu da var ki, orada beyan edeceğimize göre, vasi
sonra almak üzere kendi malından nafaka varsa, şahit getirmek şart mıdır değil
midir? Burada iki kavil vardır. İstihsana göre şarttır. Bu izaha göre vasî ile
baba arasında fark yoktur. Yukarıda Gayetü'l-Beyan'dan naklettiğimiz,
"Vasî bunun hilâfınadır." sözü ikinci kavle göredir. Allahu a'lem.
Şahit getirdikten sonra ödediğini alabilmek, çocuk bülûğa erdikten sonra
verdiklerine de şâmildir. Nitekim Feyz'de beyan edilmiştir. Aynı eserde şöyle
denilmektedir: «Bu, yani şahit getirmenin şart olması, çocuğun babasında ala
ağı olmadığına göredir. Babasında alacağı olur da babası onun karısının mehrini
öder, şahit de getirmezse. sonra ödediğini borcuna mukabil verdiğim iddia
ettiği takdirde tasdik olunur. Oğlu büyük ise, babanın yaptığı teberrudur.
Çünkü onun emri olmaksızın ödemeye hakkı yoktur.»
T E M B İ H : Babanın ödediğini sonra almak
için şahit getirmesinin şart olması, yukarıda arz ettiğimiz ifadeye aykırı
değildir. Orada demiştik ki: «Baba ölür de zevce mehrini onun terekesinden
alırsa, kadın vârislerin, küçük çocuğun hissesi hakkında ödenenden dönmeye
hakları vardır.» Çünkü biliyorsun delâleten emirle baba kefil olmuştur. Nâmına
kefil olduğu şahsın emriyle kefil olan kimse, verdiğini sonra alır. Alamaması,
şahit getirmeden kendiliğinden ödediği takdirdedir. Çünkü bunu teberru yoluyla
vermesi âdettir. Ama kendiliğinden vermez de zevce hakkını onun terekesinden
alırsa, teberru diye bir şey yoktur. Onun için diğer vârisler küçük çocuğun
hissesinde terekeye müracaat edebilirler.
FER'Î MESELE: Feyz'de şöyle denilmiştir:
«Oğlunun kansına mehir olmak üzere arazi verir de kadın onu teslim almadan baba
ölürse, sonra kadının o araziyi satması sahih olmaz. Meğer ki baba mehri
üzerine alıp sonra ona karşılık araziyi vermiş olsun. O zaman teslim almaya
hâcet yoktur.»
METİN
Kadın beyan edilen mehr-i muaccelinin
hepsini veya bir kısmını yahut örfen onun gibisine peşin verilen miktarı almak
için kocasını kendisiyle cimadan ve cima mukaddimelerinden Mecmâ şerhi kendini
sefere götürmekten men edebilir. Velev ki kadının razı olduğu cima ve halvetten
sonra olsun. Çünkü her cima için ayrı akit yapılmıştır. Bunların bir kısmını
teslim etmek, kalanını teslimi icabetmez. Bununla fetva verilir. Çünkü örfen
sabit olan bir şey şart kılınmış gibidir.
İZAH
«Kadın beyan edilen mehr-i muaccelini almak
için ilh...» Kocası bir dirhemden maada bütün mehrini vermiş olsa, o dirhemi
almak için kadın kendini teslim etmeyebilir. Kocasının verdiklerini geri almaya
hakkı yoktur. Bunu Hindiyye sahibi Sirâc'dan nakletmiştir. Muhit'ten naklen
Bahır'da bildirildiğine göre, kadın mehrini kocasından almak üzere bir adama havale
ederse, o adam hakkını alıncaya kadar kadın kocasına teslim olmayabilir.
Musannıf mehrin teslimi önce geldiğine de işaret etmiştir. Ayrı olsun, borç
olsun müsavidir. Satış veya ayrı olan semen bunun hilâfınadır. Çünkü bunlar
beraber teslim edilirler. Burada beraberce teslim almak ve teslim etmek
imkânsızdır. Satış bunun hilâfınadır. Nitekim Bedâyi'den naklen Nehir'de
bildirilmiştir. Tamamı oradadır. Lâkin teslim alma hususunda koca, babasının
mehri alıp kıza teslim etmeyeceğinden korkarsa. babaya onu teslime hazır hale
getirmesi, sonra mehri teslim alması emrolunur.
«Yahut örten onun gibisine peşin verilen
miktarı...» Yanı mehrin hepsinin veya bir kısmının peşin verileceği beyan
edilmemişse; kadın, örfen kendisi gibi bir kadına verilmesi âdet olan miktarı
alıncaya kadar kocasına teslim olmayabilir. Sayrafiyye'de fetvanın üçte bir
veya yarı nazar-ı itibara alınmaksızın karı-kocanın beldelerindeki âdete itibar
edileceği bildirilmiştir. Hâniyye'de, "Örf-ü âdet muteberdir. Çünkü örfen
sabit olan bir şey, şartan sabit gibidir." denilmiştir.
Ben derîm ki: Zamanımızda Mısır ve Şam'da
örf-ü âdet mehrin üçte ikisini peşin vermek, üçte birini veresiye bırakmaktır.
Unutma ki, yukarıda Mültekât'tan naklen, "Kadın âdeten şart kılınan
ayakkabı. çarşaf. elbise ve şeker parası gibi şeylerden dolayı kocasına teslim
olmayabilir." demiştik. Örf-ü âdete bağlı olan bir kimsenin bu gibi
şeyleri tereddütsüz vermesi lâzım gelir. Yeter ki verilmeyecek diye şart koşmuş
olmasınlar. Zayıf olan örf söylenmeden şart koşulan şeylere katılmaz.
«Kocasını kendisiyle cimadan ilh...» men
edebilir. Küçük kızın velîsi dahi onun mehrini olmadan kızı vermeyebilir. Kızın
kendisini teslim etmesi doğru değildir. Etse bile velîsi onu geri alır. Baba
ile dededen başka velîler mehri olmadıkça kızı teslim edemezler. Ederlersefâsit
olur. Musannıf, kadın mehri için teslim olmuyorsa, o kadını cimaya zorlamasının
İmam-ı Azam'a göre helâl olmayacağına işaret etmiştir. İmameyn'e göre helâl
olur. Nitekim Muhit'te beyan edilmiştir. Bahır. Ama bu hilâfın, kadın evvelâ
kendi rızasıyla cima edilmişse diye kayıtlaması gerekir. Kocası onunla cima
etmemiş ve onun rızasıyla halvette de bulunmamışsa, bil ittifak helâl olmaz.
Nehir.
«Cima mukaddimelerinden ilh...» cümlesi
Mecmâ şerhinde açıklanmamış; sadece, "Kocasını kendinden istifade etmekten
men edebilir." denilmiştir. Nehir sahibi bunun bütün cima mukaddimelerine
şâmil olduğunu söylemiştir. T.
«Sefere götürmekten» tabiri yerine,
"çıkarmaktan" dese daha iyi olurdu. Nitekim Kenz sahibi öyle demiştir
ve bu kadını evinden çıkarmaya da şâmildir.
«Velev ki kadının razı olduğu cima ve
halvetten sonra olsun.» Halvetin hükmü birinci cimadan anlaşılır. Bunu
zikretmenin faydası, ancak İmameyn'in aşağıda gelen kavlinde zâhir olur. Kadına
zorla cima ve halvet yapması, kadının küçük veya deli olması evleviyetle aynı
hükümdedir. Bu ittifâkîdir. Fakat kendi rızasıyla cima ederse, İmameyn'e göre
kadın kendini teslimden çekinemez. Çekinirse, bununla naşize (kaçak) sayılır.
Kendisine nafaka verilmez. Bahır'da bu hususta inceleme neticesi, "Meğer
ki kocasının evinde olduğu halde onu cimadan men etmiş olsun."
denilmiştir. Bahır sahibi bu hükmü, ulemanın nafakalar bahsinde, "Mehrini
aldıktan sonra bu itaatsizlik sayılmaz." sözlerinden almıştır.
METİN
Yalnız bu mehrin hepsi müeccel veya muaccel
konulmadığına göredir. Müeccel veya muaccel mehir koyarlarsa, şartlarına göre
hareket ederler. Çünkü açık söylemek delâleten anlaşılandan üstündür. Ancak
müddet pek fazla meçhûl olursa, o zaman peşin vermek vâcip olur. Gâye. Ancak
talâk veya ölüm sebebiyle tecil müstesnadır. Örf bulunduğu için bu sahihtir.
Bezzâziye. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre erkek bütün mehri veresiye
bırakırsa, kadın onu cimadan men edebilir. istihsanen bununla fetva verilir.
Valvalciyye.
İZAH
«Şartlarına göre hareket ederler.» Yani
hepsinin peşin verilmesini şart koştularsa peşin vermesi; veresiye olmasını
şart koştularsa veresiye olması gerekir. H. Müeccel (veresiye) meselesi
ihtilâflıdır, ileride görülecektir.
«Çünkü açık söylemek ilh...» Yani mehrin
bir kısmının peşin verilmesi âdet olsa da, iki tarafın şortlarına itibar olunur
Çünkü şart açık sözdür. Örf ise delâlettir. Açık söz delâletten daha
kuvvetlidir.
«Ancak müddet pek fazla meçhûl olursa...»
Bahır sahibi diyor ki: Müddetin meçhûl olması orak. harman ve benzeri gibi
birbirine yakın olursa, sahih kavle göre mâlûm gibidir. NitekimZâhîriyye'de
bildirilmiştir. Satış bunun hilâfınadır. Çünkü o bu şartla caiz olmaz Müddet
pek fazla meçhûl ise, meselâ ne zaman zenginlersem veririm yahut ne zaman
yeller eserse veya yağmur yağarsa veririm demişse, bu müddet sabit olmaz; mehri
derhal vermesi icabeder. Gâyetü'l-Beyân'da da böyle denilmiştir.
«Ancak talâk veya ölüm sebebiyle» sözü,
müstesnadan istisnadır. H. «Örf bulunduğu için bu sahihtir.» Bahır sahibi diyor
ki: «Hulâsa ve Bezzâziye'de bu hususta ihtilâf olduğu bildirilmiştir.
Bezzâziye'de sahih olduğu doğrulanmış; Hulâsa'da ise; talâk ile müeccel
(versiye) mehrin muaccele (peşine) döneceği; fakat kadına ricat ederse veresiye
dönmeyeceği bildirilmiştir.» Yani veresiye mehir boşanıncaya kadar
beklenecekse, boşamakla ödeme zamanı gelmiş olur. Fakat muayyen bir müddete
kadar bekleneceği konuşulmuşsa. boşamakla peşinsiz dönmez. Nitekim bu Mısır'da
bazen olur. Mehrin bir kısmı peşin, bir kısmı talâka veya ölüme kadar veresiye
bırakılır. Bir kısmı da taksitle ödenir. Kadın boşandığı zaman veresiye olan
kısım peşine döner. Fakat taksitli olan dönmez. Kadın onu boşadıktan sonra,
taksit taksit alır. Acaba veresiye olan mehir talâk-ı ric'î ile mutlak surette
peşine döner mı, yoksa iddet bitinceye kadar devam eder mi? Bu husus
ihtilâflıdır. Kınye sahibi kesinlikle ikinci kavle kail olmuş;onu umumiyetle
ulemaya nisbet etmiştir. Kadın dinden döner de dârı harbe gider, sonra müslüman
olarak onunla tekrar evlenirse, muhtar kavle göre talâka kadar te'cil edilen
mehir kendisinden istenmez. Nitekim Sayrafiyye'de böyle denilmiştir. Çünkü
dinden dönmek fesihtir, talâk değildir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
«İstihsanen bununla fetva verilir.» Çünkü
erkek bütün mehrin veresiye bırakılmasını isteyince, kadından istifade hakkının
düşmesine razı oldu demektir. Hulâsa'da beyan edildiğine göre, Üstad
Zahîruddin, kadının cimadan kaçınmaya hakkı olmadığına fetva verirmiş.
Sadru'ş-Şehid ise, hakkı olduğunu söylermiş. Demek ki fetva muhteliftir. Bahır.
Ben derim ki: İstihsan tercih edilir. Onun
için şarih kesinlikle onu söylemiştir. Bahır'da Fetih'ten naklen, "Bütün
bunlar müddet gelmeden cimayı şart koşmadığına göredir. Bunu şart koşar da
kadın razı olursa, bil ittifak cimadan kaçınamaz." denilmiştir.
T E M B İ H : Şarihin, hepsini veresiye
bırakırsa demesinden anlaşılıyor ki, bir kısmını veresiye bırakır da peşin
olanı verirse, İmam Ebû Yusufun kavline göre kadın kendini teslimden çekinemez.
Halbuki Kâdıhân Câmi şerhinde evvelâ, "Mehir veresiye dememişse; müddet
gelmeden olsun, geldikten sonra olsun kadın kendini teslimden imtina edemez.
Bir kısmı müeccel olur da peşin olanını alırsa, hüküm yine böyledir. Keza
akitten sonra mehri kadın veresiye bırakırsa yine böyledir." demiş; sonra
şunları söylemiştir; «Ebû Yusuf'un kavline göre kadınla zifaf olmamışsa, bu
fasılların hepsinde müddet gelinceye kadar kadınkendini teslim etmeyebilir
ilh...» Bu söz musannıfın, "Peşin verileceği beyan edilen miktarı almak
için ilh..." sözüne muhaliftir. Lâkin Zahîre'de gördüm ki,
Sadru'ş-Şehid'den naklen bir kısmını veresiye bırakma meselesinde, "Bizim
memleketimizde o kadınla cima etmesi hilâfsız caizdir. Çünkü peşin olan mehir
verilince. zifafa girmek örfen şart koşulmuştur. Binaenaleyh nassan şart
koşulmuş gibidir. Bütün mehri veresiye bırakmada ise, ne örfen şart vardır, ne
de nassan. Binaenaleyh İmam Ebû Yusuf'un kavline göre istihsanen cimaya hakkı
yoktur." denilmiştir.
METİN
Nehir'de şöyle denilmiştir: «Kadınla veresi
hükmüne göre yüz dirhem mehirle evlenir de kırk dirhemini peşin vermeyi şart
koşarsa, onu alıncaya kadar kocasını cimadan men etmeye hakkı vardır. »
Kocasını cimadan men ettikten sonra kadının nafakaya, sefere, bir hâcet için
kocasının evinden çıkmaya ve mehrini yani muaccel kısmını almadıkça kocasından
isimsiz ailesini ziyarete hakkı vardır. Şu halde ancak kendinin alacağı bir hak
veya kendinden istenilen bir hak yahut haftada bir defa annesiyle babasını,
senede bir defa yakın hısımlarını ziyaret için yahut ebe kadın veya cenaze
yıkayıcı olduğu için çıkabilir. Bundan başka yerlere çıkamaz. Kocası izin verse
bile her ikisi âsî olur. Mutemet kavle göre zînetlenmemek şartıyla hamama
gitmek caizdir. Eşbâh. Bu, nafaka bahsinde gelecektir.
İZAH
«Peşin vermeyi...» Yani zifaftan önce
vermeyi şart koşarsa, "onu alıncaya kadar kocasını cimadan men etmeye
hakkı vardır." Yanı kırk dirhemden geriye kalanını alıncaya kadar kocasına
teslim olmayabilir. Çünkü mehir veresiye olacak diye söyledikten sonra bir
kısmının peşin verilmesini şart koşmak, kalan kısmını talâka veya ölüme kadar
tehir edebileceğine delâlet vecihlerinden hiçbir vecihle delâlet etmez. Böyle
yerlerde âdet, isteninceye kadar tehir etmektir. Bunu Allâme Kâsım'ın
Fetvâ'sından Bahır sahibi nakletmiştir.
FER'İ BIR MESELE: Hindiyye'de Hâniyye'den
naklen şöyle denilmektedir: «Kadını bin dirhem mehirle alır da mümkün olanı
peşin saymayı, kalanını ise bir seneye tehir etmeyi şart koşarsa, kadın onun
bütün mehri veya bir kısmını ödemeye imkân bulduğunda, beyyine getirmedikçe bin
dirhemin tamamı bir seneye kadar te'cil edilir. Beyyine getirirse hakkını
alır.»
«Kocasını men ettikten sonra kadının
nafakaya...» Yani mehrini almak için kocasını kendine yaklaşmaktan men ettikten
sonra nafakaya yine hakkı vardır. Kocasını men etmesi, onun evinde olduğu halde
cimasına mâni olmasına şâmildir. Bu zâhirdir. Keza kocasının evine taşınmaktan
çekinirse, kadına yine nafaka vardır. Nitekim bâbında gelecektir. Kadının
seferegitmesi de böyledir. Yalnız buna göre nafakanın kendisini hapsetmesinin
mükâfatı olması müşkil kalır. Onun içindir ki kadın gasp edilmiş veya kocası
yanında olmaksızın hacca gitmiş bulunursa, kendisine nafaka yoktur. Halbuki
kadın bir özürden dolayı kendini hapsetmiş değildir. Buna şöyle cevap verilir:
Kusur, mehr-i vermemesi sebebiyle erkek tarafından gelmiştir. Binaenaleyh kadın
hükmen kendisini erkeği için hapsetmiş sayılır. Nasıl ki kocası onu evinden
çıkarsa kadına nafaka vardır. Gasp edilen kadınla hacca giden bunun
hilâfınadır. Çünkü burada kusur erkek tarafından gelmemiştir. Bana zâhir olan
budur.
«Şu halde ilh...» cümlesi, mukadder bir
şartın cevabıdır. Şarih bununla mehrin mutlak olan ifadesini kayıtlamak
istemiştir. Çünkü metnin ibaresi gereğince kadın mehrini alırsa, hâcet için
otsun, ailesini ziyaret için olsun izinsiz çıkamaz, mânası anlaşılır. Halbuki
çıkar, şarihin söylediği meselelerde izinsiz çıkmaya dahi hakkı vardır. Keza
mahremiyle birlikte farz haccı edâya yahut babası meselâ hasta olur da
hizmetine muhtaç kalırsa, kâfir bile olsa onun hizmetine gidebilir. Yahut
kadının başına bir belâ gelir de kocası onun ne olduğunu soruşturmazsa, kadın
ondan izinsiz bu hususlarda çıkabilir. Nitekim Fethu'l-Kadir'in nafakalar
bahsinde bunlar sıralanmıştır. Kuhistâni'nin ifadesi buna muhaliftir. Halebî de
ona tabi olarak "Mehrini aldıktan sonra kocasının izni olmaksızın kadının
asla dışarıya çıkmaya hakkı yoktur " demiştir.
«Annesiyle babasını ziyaret için...»
Nafakalar bâbında ihtiyar'dan naklen bu sözün, "annesi babası ona
gelemezlerse" diye kayıtlandığı görülecektir. Fetih'te, "Hak olan
budur." denilmiş ve şöyle devam edilmiştir:«Böyle değillerse, örf-ü âdete
göre zaman zaman onları ziyaret için kocasının izin vermesi gerekir. Her hafta
meselesine gelince: Bu ihtimalden uzaktır. Çünkü çok dışarı çıkmakla fitne
kapısını açmak vardır. Bilhassa kadın genç, erkek de yakışıklı olursa!»
«Yahut ebe kadın veya cenaze yıkayıcı
olduğu için çıkabilir.» Nitekim Hâniyye'de böyle denilmiştir. Şarih nafakalar
bahsinde Bahır'dan naklen şöyle diyecektir: «Kocası onu cenaze yıkamaktan men
edebilir. Çünkü onun hakkı farz-ı kifayeden ileridir.» Hamevî de ondan böyle
bahsetmiş Tahtavi "Bu nakli delile muarız değildir." demiş; Rahmetî
de "İhtimal bu, cenaze yıkamak için bu kadın taayyün ederse mânâsına
yorumlanır." demiştir.
Ben derim ki: Lâkin ulemanın sözlerinden
hatıra geliveren, mutlak olan mânâdır. Kocasının bu kadının halini bile bile
onunla evlenmiş olmasına ve kendi hakkını ıskat ile onun cenaze yıkamasına razı
olmasına bir mâni yoktur. Sonra Bahır'ın nafakalar bahsinde gördüm ki,
Nevâzil'den naklen "Kadın kocasının izni olsun olmasın dışarı çıkar."
diyor. Sonra Hâniyye'den naklen bu çıkışın, kocasının izniyle kayıtlı olduğunu
söylüyor.
«Bundan başka yerlere çıkamaz.» Fetih'in
ibaresi "Bundan başka ecnebi ziyaretlerine, onlarla bayramlaşmaya ve düğün
cemiyetlerine gitmek için kocası ona izin vermez, o da çıkamaz ilh..."
şeklindedir.
«Mutemet kavle göre ilh...» İfadesinin
nafaka bahsinde gelecek ibaresi şöyledir: «Kocası onu hamama gitmekten men
edebilir. Ancak nifaslı kadın için men edemez. Velev ki zinetsiz ve bir
kimsenin avret yeri açılmamak şartıyla hamama gitmek caiz olsun.» Bâkânı diyor
ki: «Bu izaha göre kadınları men etmenin caiz olduğunda hilâf yoktur. Çünkü
bazılarının açıldığı mâlûmdur. Şurunbulâliyye'de dahi Kemâl'e nisbet edilerek
böyle denilmiştir.» Zînetlenmemek hamama mahsus değildir. Çünkü Kemâl
"Kadına evinden çıkmayı mübah kıldığımız yerlerin hepsinde, zînetlenmemesi
ve kıyafetini erkeklerin bakması ve celbi için değiştirmemesi şarttır."
demiştir.
METİN
Kocası, mehrin müeccel ve muaccel hepsini
âdedikten sonra, kadından emin olmak şartıyla onu sefere götürebilir. Aksi
takdirde yani mehrin bütününü veya bir kısmını ödemez ve kadından emin de
olmazsa onu sefere götüremez. Bununla fetva verilir. Nitekim Mecmâ şerhlerinde
beyan edilmiştir. Müfteka'l-Ebhur ile Mecmau'l-Fatevâ sahipleri bu kavli tercih
etmişler; musannıf da buna itimat etmiştir. Üstadımız Remlî de bununla fetva
vermiştir. Lâkin Nehir'de şöyle denilmektedir: Bizim memleketimizde cereyan
eden amel, kadını zorla sefere götürmemektir. Bezzazi ve başkaları kesinlikle
buna kail olmuşlardır. Muhtar adlı kitapta "Fetva buna göredir."
denilmektedir.
İZAH
«Müeccel ve muaccel» sözleri,
"hepsini" sözünün tefsiridirler. Bahır sahibi Mecmâ şerhinden naklen
şöyle demektedir: «Bazılarının verdiği fetvaya göre, kocası kadına mehr-i
muaccel ve müeccelini verdikten sonra emniyene bulunuyorsa, kadını sefere
götürebilir. Aksi takdirde götürülemez. Çünkü mehri tecil ancak örf hükmünce
sabit olur. İhtimal kadın tecile ancak memleketinde yaşattığı için razı olmuştur.
Gurbet memleketlerine çıkardığı zaman razı olmaz ilh...»
«Lâkin Nehir'de ilh...» Bahır'da da
Nehir'deki gibi denilmiş: evvelâ kadının mehr-i muaccelini verirse fetvaya göre
onu sefere götürebileceği bildirilmiştir. Nitekim Camiu'l-Fusuleyn'de de öyledir.
Hânifiyye ile Valvalciyye'de bunun zâhir rivayet olduğu bildirilmiştir. Sonra
Bahır sahibi fâkih Ebu'l-Kâsım Saffar ile Ebu'l- Leys'ten naklen "Kocası
karısını rızası olmaksızın mutlak surette sefere götüremez. Çünkü zaman
bozulmuştur. Kadın kendi evinde nefsinden emin değildir. Dışarı çıkarsa nice
olur!" demiştir. Muhtar'da, "Fetva buna göredir." diye
açıklamış; Muhit'te muhtar kavlin bu olduğu bildirilmiştir. Valvalciyye'de
şöyle denilmektedir: «Zâhir rivayet cevabı onların zamanında idi. Bizim zamanımıza
gelince: Caiz değildir. » Bahırsahibi diyor ki: «Valvalciyye sahibi bu
meseleyi, zaman değişmekle hükmün değişmesi kabilinden saymıştır. Nitekim ulema
tâatlar için adam kiralama meselesinde böyle demişlerdir.» Sonra şöyle
demiştir: «Fetva muhteliftir. En iyisi tafsile gitmeden iki fâkihin (Saffâr'la
Ebu'l-Leys'in) kavliyle fetva vermektir. Ulemamızdan birçoğu bunu tercih
etmiştir. Nitekim Kâfî'de "Zamanımız hâkimlerinin ameli bunar
göredir." denilmiştir. Enfeul-Vesâil'de de böyledir.»
"Fetva muhtelif olursa zâhir
rivayetten vazgeçilemez." denilemez. Çünkü bu, zamanın değişmesine ibtina
etmeyen yerdedir. Nitekim Valvalciyye'nin sözü de bunu ifade etmiştir. Bahır
sahibinin "Valvalciyye sahibi bu meseleyi, zaman değişmekle hükmün
değişmesi kabilinden saymıştır ilh..." sözündeki Kur'an okutmak ve benzeri
tâatlar için adam kiralamanın caiz olduğunu. ne İmam-ı Âzam, ne de İmameyn
söylemiş değillerdir. Buna zaruretten dolayı ulema fetva vermişlerdir. Öyle
zaruret ki, Hz. İmam'ın zamanında olsa mutlaka caiz olduğunu söyler ve bu onun
mezhebi olurdu.
«Bezzâzî kesinlikle buna kail olmuştur.»
Nehir'de de böyle denilmiştir. Halbuki Bezzâzî'nin sözü, işi müftiye havale
etmektedir. Çünkü şöyle demiştir: «Mehri ödedikten sonra kadını gurbet
memleketlerine çıkarmak isterse, bundan men edilir. Çünkü zaman bozulduğu için
yabancı eziyet ve zarar görür. Şair; yabancı ne zelîl, ne hakir adamdır. Onu
her gün gören tahkir eder, demiştir. Fâkih Ebu'l-Leys bunu tercih etmiştir.
Fetva da bununla verilir. Kadı Beyzavî diyor ki: AIIah Teâlâ'nın
"Kadınları oturduğunuz yerde oturtun!" âyet-i kerîmesi fâkihin
sözünden evlâdır. Bazıları şöyle demişlerdir: Teâlâ Hazretlerinin
"Kadınlara zarar vermeyin!" âyet-i kerîmesinin sonunda fâkihin sözüne
delil vardır. Çünkü kesin biliyoruz ki, zamanımızın âdetine göre kadını gurbete
götürmekte, ona yüzde yüz zarar vardır. Fusul sahibi Kadı'nın sözünü tercih
etmiştir. Binaenaleyh müftü kendince gördüğü zarar veya faydaya göre fetva
v