TAHARET BAHSİ
METİN
İbadetlerin
diğer bahislerden öne alınması, ehemmiyetine binâendir. Namaz, İmanın
arkasından gelir.
Tahâret;
nassın namazın anahtarı ve onun hususi şartıdır. Bütün rükünlerinde ona
lâzımdır. Bazıları «Taharet bahsinin öne alınması aslâ sukut etmeyen şart
olduğundandır. Onun içindir ki su ile toprağı bulamayan namazını te'hir
eder», demiş. Bir takımları niyetin de böyle olduğunu söylemişse de bütün
bunlar merdûttûr.
Evvelâ niyeti
ele alalım: «el-Kinye» ve diğer kitaplarda, «Bir kimseyi arka arkaya
kuruntular basarsa ona dili ile niyet kafidir» deniliyor
Taharete
gelince; «Zahîriyye» ve diğer kitaplarda, «Bir kimsenin elleri ve ayakları
kesilir, yüzünde de yara bulunursa abdestsiz, teyemmümsüz namaz kılar ve
esah kavle göre bunları sonra kaza da etmez» deniliyor.
Toprak ve
suyu bulamayan hakkında ise «el-Feyz» ve diğer kitaplarda şu beyanat vardır:
«O kimse İmameyn'e göre kendini namaz kılanlara benzetir». İmam A'zam'ın
dahi bu kavle rücü ettiği sahih rivâyetle sabit olmuştur. Fetvâ da buna
göredir.
Ben derim ki:
Bundan anlaşıldığına göre, kasten abdestsiz namaz kılmak küfre müeddi
değildir. Nitekim kıbleden başka tarafa doğru namaz kılmak, yahut pis elbise
içerisinde namaz kılmak da ayni hükümdedir. Zâhir-i mezhep de budur.
İZAH
Malûmun olsun
ki din işlerinin temeli, itikadât, adab, ibadât, muamelât ve ukubaat üzerine
kurulmuştur. Bunlardan itikadât ve âdâb mevzuumuzun dışındadır.
İbadetler;
Namaz, Zekât, Oruç, Hac ve Cihad olmak üzere beştir.
Muâmelât
dahi, Muavazat-ı maliye, münâkehât, muhasamât, emânât ve terikât'tan ibaret
olmak üzere beştir.
Ukûbût da
beştir: Kısas, hadd-ı serika, hadd-i zina, hadd-i kazif ileri gelir. Allah
Teâlâ; «Ben cin ve insi ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım»
buyurmuştur.
Taharet;
nassan namazın miftahı olduğu gibi, namaz da nassan imandan sonra gelmiştir.
Teâlâ Hazretleri'nin; «Onlar gaibe iman ederler. Namazı da dosdoğru
kılarlar» meâlindeki âyet-i kerimesiyle Resülüllah (s.a.v.) in «İslâm beş
şey üzerine kurulmuştur mealindeki hadisi bu kabil naslardandır.
Ben derim ki:
Ekseriya namaz, fiilen de imandan sonra gelir. Çünkü imandan sonra ekseriya
kula ilk vacip olan namazdır.
Namazın
sebepleri süratle hâsıl olur. Zekât, oruç, hac ise böyle değildir.
Vücup
itibariyle de namaz imandan sonra gelir. Zira evvelâ iki şahadeti getirmek
vacip olur. Sonra namaz, sonra zekât gelir. Nitekim İbn-i Hacer de
Şerhu'l-Erbaîn'de bunu tasrih etmiştir.
Namaz,
fazilet itibariyle de imandan sonra gelir.
Şurunbulâli'nin beyânına göre, namazın efdal olduğuna icma-i ümmet
mün'akittir.
Delili;
Peygamber (s.a.v.)'e, «İmandan sonra amellerin hangisi en faziletlidir" diye
sorulduğunda, «Namazı vaktinde kılmaktır» cevabını vermesidir.
Taharet,
namazın anahtarıdır. Bir şeyin anahtarı ve şartı tabii olarak o şeyden
öncedir. Binaenaleyh beyan itibariyle de öne alınır. Bu husustaki nass
Suyutî'nin el Camiu's-Sagir'de rivâyet ettiği şu hadisi şeriftir:
«Namazın
anahtarı temizlik, tahrimesi tekbir, tehlîli de teslimdir». Bu hadis
hasendir.
Taharet; yani
abdestli bulunmak, namazın sahih olması için şarttır. Bu şart yalnız namaza
mahsustur. Diğer ibadetlerde yoktur. Taharet tavafda da vacibtir, şeklinde
bir itiraz varit olamaz. Çünkü tavaf abdestsiz de sahihdir. Niyetle de
itiraz edilemez. Zira niyet namaza mahsus değil, bütün ibadetlerde şarttır.
İstikbâl-i
Kıble meselesiyle de itiraz olunamaz. Çünkü istikbâl-i kıble bazen şart
olmaktan çıkar. Nitekim hayvan üzerinde namaz kılarken, hastalık ve benzeri
gibi özürler halinde istikbali kıble şart değildir. Avret yerini örtmek de
bunun gibidir.
Namaz dışında
avret yerini örtmenin farz olması şartıyet yolu ile değildir.
Dille niyet
kâfidir, sözü mecâzdır. Çünkü niyet dilin değil, kalbin işidir. Dille zikir
sözdür. Bundan dolayıdır ki, niyetin kalple yapılacağına icma mün'akit
olduğu rivâyet edilmiştir. Burada niyet özürden dolayı sukût etmiştir.
Binaenaleyh sükût etmez iddiası da sâkıttır. Şimdi şu kalır: Eğer
konuşamayan âciz için, niyeti söylemek şart değilse ortada işkâl yoktur. Bu
sebepledir ki «Hidâye» sahibi namaza dururken kalbden niyeti toparlayamayan
kimseye niyeti dille söylemenin müstehap olduğunu ihtiyar etmiştir.
Niyeti dil
ile söylemek şartsa ki «Kınye» sahibinin sözünden anlaşılan budur. «Hilye»
sahibi İbn-i Emîr Hacc'ın itirazı vârit olur.
İbn-i Emîr
Hacc bu okulla bedel nasbetmekdir. Memnudur. Meğer ki delili gösterile.
Elleri ayakları kesik olan kimsenin, yüzünün de yaralı olmakla
kayıtlanmasının sebebi, yüzü sağlam olduğu takdirde teyemmüm niyetiyle onu
duvara silmesi icap ettiğindendir. Musannıf baştan bahsetmemiştir. Çünkü
âzanın ekserisi yaralıdır. Bu takdirde vazife teyemmüm etmektir. Lâkın
teyemmüm âleti olan eller mevcut olmadığı için teyemmüm sükût etmiştir.
Böyle bir kimse namazını abdestsiz, teyemmümsüz kılacaktır. Binaenaleyh
taharet asla sakıt olmaz, iddiası kendiliğinden sukût eder.
Toprak ve su
bulamayan kimse kendini namaz kılanlara benzetir. Kuru yer bulursa vücûben
rükû' ve sücûd eder, bulamazsa ayakta îmâ eder. Sonra bunlardan birini
bulduğu zaman namazını tekrar kılar. Nitekim teyemmüm bahsinde gelecektir.
Şârih «Kasten
abdestsiz namaz kılmak tekfire müeddi olmaz» sözü ile ulemadan birine red
cevabı vermek istemiştir. O zat muhtar kavle göre abdestsiz namaz kılan
kimse tekfir edilir. Ama piselbise ile namaz kılan ve kıbleden başka tarafa
dönen tekfir edilmez. Çünkü bunlar özür halinde câizdir. Birincisi yani
abdestsiz namaz böyle değildir. O hiçbir surette câiz olamaz. Binaenaleyh
abdestsiz namaz kılan kimse tekfir edilir, demiştir. Sadr-ı Şehîd biz de
bununla amel ederiz. diyor. Bu mesele «el-Hülâsa» ve «ez-Zâhire» nâm
eserlerde de bahis mevzuu edilmiştir. «el-Hılye» nâm eserde mesele iki
vecihle incelenmiştir. Birisi bu anlattığımızdır. İkincisi de şudur:
İbâdetin özürle caiz olması, özürsüz yapanın tekfir edilememesinde müessir
değildir. Çünkü bu meselelerde tekfiri icap eden şey istihfaf ve istihzadır.
Hepsinde istihza edildiği sübut bulursa, hepsinde tekfir lâzım gelir.
Hiçbirinde istihza sübut bulmazsa, hiçbirinde tekfir lâzım gelmez. Çünkü
farzın hükmü terkinden dolayı küfrün lâzım gelmesi değildir. Böyle olsa
farzı terkeden herkesin kâfir olması gerekir.
Farzın hükmü;
onu şüphe götürmeyecek şekilde inkar edenin kâfir olmasıdır. İstihfaf ve
istihza da inkâr hükmündedir.
METİN
Zâhir-i
mezhebin bu olduğu «el-Hâniyye» nam eserde de beyan edilmiştir. «Siyer-i
Vehhâniyye» de şöyle deniliyor: «Kasden abdestsiz namaz kılan kimsenin küfrü
hakkında rivayetler arasında ihtilâf vardır».
İZAH
«el-Hâniyye»
de abdestsiz kılınan namaz meselesi hakkındaki hilâf beyan edildikten sonra
şöyle deniliyor: Tekfir, Nevâdir'in rivâyetidir. Zâhir-i Rivâye'ye göre
kâfir olmaz. Ancak ulemanın ihtilâfı dinle alay etmeyerek namaz kılan
hakkındadır.
Alay ederek
kılarsa hepsine göre kâfir olması icap eder.
«Siyer-i
Vehbâniyye»'de bahsedilen ihtilâf, mezhep imamları arasındadır. Mutemet
kavle göre tekfir lâzım gelmez. Nitekim, zahir-i mezheb de budur. Hatta
ulema şöyle demişlerdir: Bir mü'mini tekfire 70 rivayet ittifak etse. bir
rivayet de velev zayıf olsun tekfirine delâlet etmese. müftü ve kadı bu
rivayetle amel eder. ötekilerini bırakır.
METİN
(Tahâret
bahsi diye terceme ettiğimiz) Kitabü't-tahâre sözü bir terkib-i izâfidir.
Kitab :
lügâtta toplamak mânâsına masdardır.
Şerîatta ise
: Müstahil birtakım meselelerle ünvan olmuştur. Ve mektûb (yani yazılmış)
mânâsına gelir.
Tahâret
kelimesi, «tahare» fiilinin masdarıdır. Fiil, «Tahure» ve «Tahire»
şekillerinde de okunursa da tahare şekli en fasih olanıdır.
Lügatta
taharet, temizlik mânâsınadır. Taharet kelimesi masdar olduğu için, musannıf
onu müfret olarak kullanmıştır.
Şer'an
taharet hades ve pisliklerden temizlenmektir. Bu kelimeyi cemi' şeklinde
kullananlar nevilerini nazar-ı itibara almışlardır ki nevileri çoktur.
Taharetin hikmetleri meşhurdur.
Hükmü :
Taharetsiz helal olmayan şeylerin taharetle mubah olmasıdır.
Vücubunun
Sebebi: Taharetsiz yapılması helâl olmayan bir şeyi yapmak istemektir. O şey
ister namaz gibi farz olsun, isterse Mushafı ele almak gibi farzdan başka
bir şey olsun. «el-Bahr» adlı eserin sahibi bu husustaki kavilleri saydıktan
ve Kemâl'in sözünü naklettikten sonra şöyle demektedir: Zâhîre bakılırsa
sebeb-i vücub farz da olsa, nafile de olsa iradedir. Lâkin nafile de iradeyi
terk etmekle vücub sâkit olur. Bunu Zeylaî «Zıhâr» da beyan etmiştir. Allâme
Kasım da «Nüket»inde şunları söylemektedir: «Doğrusu taharetin vücubuna
sebep namazın farz olması yahut taharetsiz helâl olmayan bir şeyi yapmayı
irade etmektir».
İZAH
Taharetin
abdest, gusül ve teyemmüm, bedeni yıkamak, elbiseyi yıkamak vesaire gibi
birçok nevileri vardır.
Hikmet; bir
şeyin meşru olmasını gerektiren nesnedir.
Taharetin
meşhur olan hikmetlerinden bazıları günâhlara keffâret olması, şeytanı
defetmesi ve dünyada vücudun uzuvlarını yıkamakla, ahirette de tahcille
güzelleştirmesi gibi şeylerdir.
Taharetin
hükmünden murad; onun üzerine terettüp eden eserdir. «el-Bahr» de şöyle
deniliyor:
Ulema sevabı
taharetin hükmünden saymamışlardır. Çünkü sevap taharetin lâzımı değildir.
Sevap, niyete bağlıdır. Taharette ise niyet şart değildir. Usul-i fıkıh
ulemasının cumhuruna göre de taharetin vücubuna sebep irâdedir. Ancak
bazıları buna itiraz ederek «Bu sözün muktezası, bir kimse namaz kılmayı
irâde eder de abdest almazsa günahkâr olur. Velev ki namaz kılmasın. Halbuki
buna kâil olan yoktur» demişlerdir. «el-Bahr» nâm eserde buna iki şekilde
cevap verilmiştir:
Birinci
cevap: «Zeylaî»nin sözüdür. Zeylai: «O kimse namaz kılmayı irade ederse
kendisine taharet vacip olur. Bu niyetinden döner de nafile kılmaktan
vazgeçerse taharet de sâkıt olur. Çünkü taharetin vücubu namaz içindir»,
demiştir.
İkinci cevap
: Taharetin vücubuna sebeb, mutlak surette "irade değil, namaza başlarken
ona ekli bulunan iradedir. Allâme Kasım metinde naklettiğimiz sözüne şunları
da eklemiştir: Bu daha zahirdir. «el-Bahr»in sözü şunu iktiza eder: Bir
kimse vakit içinde namazını kılmayı arzu etmez de, vakit çıkarsa abdesti
terk ettiği için günahkâr olmaz, sadece namazı geciktirdiği için günahkâr
olur. Bir de mesela öğle namazını vakti girmeden kılmak isterse, vakitten
önce abdest alınması vacip olur. Halbuki bunların ikisi de bâtıldır.
Ben derim ki:
Öğle namazını vaktinden önce kılmak nâfile bir namaz olur. Binaenaleyh o
namazı kılmak istemekle abdest vacip olur.
Muhakkak
İbn-i Hümâm «Fethü'l-Kadir»de, «Allâme Kasım'ın yolundan giderek taharetin
sebeb-i vücubu namazın farz olmasıdır» demiş. Tahrir sahibi bunu beğenmiş,
Allâme Sekkakî de sahih bulmuş ise de bu vacip namazdan başkasına şâmil
değildir. Onun için burada «...Yahut taharetsiz helâl olmayan bir şeyi
yapmak istemektir», ifadesi ziyade edilmiştir.
METİN
Bazılarına
göre taharetin sebebi; hükmî necasetlerde hadestir.
Hades: Âzâya
girerek temizliklerini gideren şer'i bir vasıftır. Hadesi şer'î bir mânidir
ki giderecek bir şey kullanıncaya kadar âzâda kalır. diye tarif eden de
olmuşsa da bu tarif hüküm itibariyle tariftir.
Hakikî
necasetlerde ise habâsettir. Bundan murad şer'an pis görülen şeydir.
«Taharetin vücûbuna sebeb namaza kalkmaktır», diyenler de olmuştur. Bu iki
şey, yani hadesle habâset, Zahirî'Iere nisbet edilmişlerdir. Fâsit oldukları
da zahirdir.
İZAH
Taharetin
sebeb-i vücubu hadestir diyenler, bunların daima beraber bulunup beraber
devretmelerine bakmışlardır. Çünkü her ne zaman hades varsa taharet lâzım
gelir. Hades yoksa, taharet lazım gelmez. Fakat bu söz deveran delil olamaz,
denilerek reddedilmiştir. Teslim edilse bile burada deveran yoktur. Çünkü
bazen hades bulunur da taharetin vücubu bulunmaz. Nitekim vakit girmezden
önce hades vardır. Fakat taharet vacip değildir. Bâliğ olmayan bir kimse
hakkında da aynı şey söylenebilir. Hades vardır. Fakat taharet vacip
değildir. Meselenin tamamı «el-Bahr» dadır. Lâkin ileride bunu te'yit edecek
sözler gelecektir.
Hadesi,
mani'iyyet-i şer'iyyedir diye tarif eden «Bahr» sahibidir. Bunu ondan
«Nehir» sahibi nakletmiş, sonra «Bu tarif, hüküm itibariyle yapılmıştır».
demiştir. Fakat ulemadan bir zat itiraz etmiş ve şunları söylemiştir: «Bu
tarifin hüküm itibariyle yapılmış olması söz götürür. Çünkü bir şeyin hükmü.
onun eseridir. Ondan hariçtir. O şeyin üzerine terettüp eder. Burada
zikredilen mani'iyyet ise böyle değildir».
Hac'esin
hükmü, hadesle birlikte, namazın sahih olmaması ve Mushaf'a el sürmenin
haram olması gibi şeylerdir. Nitekim bu meydandadır. Hükümle tarif ise
mesela hades o şeydir ki onunla namaz sahih olmaz veya buna benzer bir şey
söylemekle yapılır.
Bazıları
«Taharetin sebeb-i vücubu namaza kalkmaktır» demiştir. «el-Bahr» sahibinin
beyânına göre bu sözü, «Hülâsa» sahibi sahih bulmuş fakat «Gayetü'lBeyan»
sahibi fâsit olduğunu açıklamıştır. Çünkü beş vakit namaz için bir abdest
kâfidir. Yeter ki bozulmuş olmasın. Buna da «Taharet, hades şartı ile
sebeb-i vucub olmuştur», diye cevap verilebilir. Bâhusus âyetin zahiri de
buna delalet etmektedir. Binaenaleyh yukardaki söylenenler lâzım gelmez.
Zahirîler Ebu
Süleyman Davud-u Zâhiri'nin tâbileridir. Bunlar nassların zahiri ile amel
ederler.
METİN
Bilmiş ol ki;
sebeb hakkındaki bu ihtilâfın faydası ancak şarta tâlik edilen şeylerde
kendini gösterir. Bir adamın karısına «Sana taharet vacip olursa boşsun»
demesi bu kabildendir. Günah hususunda bir tesiri yoktur. Çünkü tahareti
hadesten geri bırakmanın günah olmadığına icma mün'akittir. Bunu «Tevşih»
sahibi izah etmiştir. Bununla ihtilâfın «es-Sirâc» nâm eserde ispat edilen
günah cihetinden faydası reddedilmiş olur. Bilâkis taharetin vücub zamanı
müvessa'dır, geniştir. Namazda olduğu gibi vaktin evvelinden başlar ve bütün
vakte şâmil olur. Vakit daralırsa her ikisinin vücubleride daralır.
İZAH
«Sana taharet
vacip olursa, boşsun», diyen adamın karısı birinci kavle göre namazı irade
etmekle boş olur. İkinci kavle göre, namazın vacip olmasıyla; üçüncü kavle
göre, hades yahut habasetle; dördüncü kavle göre, namaza kalkmakla, boş
olur.
«et-Tevşih»,
allâme Sirâcüddîn-i Hindi'nin «Hidaye» şerhidir. «el-Bahır» nâm kitabın
gusül bahsinde şöyle deniliyor: Siracüddîn-i Hindî namaz vacip olmadan yahut
taharetsiz yapılması helâl olmayan bir şeyi, yapmak; irade etmeden
abdestsize abdest, cünub, hayızlı ve nifaslıya gusül lâzımı gelmeyeceğine
icmâ-i ümmet mün'akit olduğunu nakletmiştir.
Sirâc,
Cevhere sahibi Haddadi'nin muhtasarı «Kudurî» üzerine yazdığı şerhtir.
Bu zat, Kerhî
ile bilumum Irak ulemasına göre hayızlı, nifaslı kadına guslün kan
kesilmekle vacip olacağını. Buhara ulemasına göre ise, namaz farz olmakla
icap edeceğini zikrettikten ve «Muhtar olan da budur» dedikten sonra şunları
söylemiştir: «Bu hilâfın faydası, hayız kanı güneş doğduktan sonra kesilip
yıkanmayı öğle vaktine kadar geciktirdiği namaz zahir olur. Birinci kavle
göre; kadın günahkâr olur. İkinci kavle göre günahkar değildir. Abdestin
vücûbu da bu hilâf üzerinedir. Iraklılara göre abdest hades için,
Buharalılara göre ise namaz için vacip olur.»
Musannıfın:
«Taharet vaktin girmesiyle müvessâ olarak vacip olur», sözü Allâme Kasım'ın
taharetin sebebi vücubu namazın farz oluşudur, sözünü te'yit etmektedir.
Çünkü namazın farz oluşu da vaktin girmesiyledir.
METİN
«el-Eşbah» da
beyan edildiğine göre taharetin şartları onüçtür. Vücubunun şartları
dokuzdur. Sıhhatinin şartları da dörttür. Bunları üstadımızın üstadı. Allâme
AIiyyi Makdisî manzum olarak yazmış ve şöyle demiştir:
«Vücubun
şartı: âkıl, İslâm. su veya toprağı kullanmaya kudret, bülûğ, hades, hayız
ve nifas bulunmamak ve vaktin darlığıdır.
Sıhhatinin
şartları da. temiz su ile bütün bedeni kaplamak, kadının hayız ve nifastan
temiz olması, bir de vücuttan her mâniin giderilmesidir».
İZAH
Taharet, yani
temizlik, taharet-i suğra denilen abdeste ve taharet-i kübra denilen gusle
şâmildir.
Vücûb
şartları; bir şahısta hepsi bulunduğu zaman temizlenmesini icap ettiren
şartlardır.
Sıhhat
şartları ise; taharet ancak kendileri ile sahih olan şartlardır. Bu iki nevi
şartlar arasında telazüm yoktur. Umum ve husus minvecih vardır. Mesela
hayızlı, nifaslı olmamak, kitap yönünden vücubun şartıdır. Vacibi eda
yönünden sıhhatinin şartıdır.
Saydığımız
dokuz şarttan biri kendinde bulunmayan kimseye taharet vacip değildir. Bu
dokuz şartın her birinin mukabilini düşünürsek deliye taharet vacip
değildir. Kâfire de vacip değildir. Çünkü meşhur kavle göre küffar
ibadetlerle mükellef değillerdir. Suyu veya toprağı kullanmaktan âciz olan
kimseye sabiye, abdestli veya boy abdestli olan kimseye, hayızlıya,
nifaslıya taharet vacip olmadığı gibi namaz için bol vakti olan kimseye de
vacip değildir. Bu son şart vücubu eda için şarttır. Öncekiler asl-ı vücubun
şartlarıdır.
Taharetin
vücub şartları altı madde halinde hülâsa edilebilir: İslâm, teklif, suyu
kullanmaya kudret, hades, hayız, nifas gibi münafi bulunmaması ve vaktin
darlığı.
Sıhhat
şartlarını da ikiye indirmek mümkündür. Yıkanacak yeri su ile kaplamak,
hayız ve nifas gibi bir mani bulunmamak.
METİN
Bazıları bu
şartları dört kısma ayırmışlardır.
Birincisi;
hissen mevcut olan şartlardır ki, su ve toprak gibi pisliği giderecek bir
şeyin bulunması, pis azanın mevcut olması ve pisliği gidermeye kudret
bulunmasıdır.
İkincisi;
şer'an mevcut olan şartlardır. Bunlardan maksat, pisliği giderecek olan
şeyin kullanılması meşru yani mutlak su, temiz ve temizleyici olmasıdır.
Üçüncüsü;
vücubunun şartlarıdır. Bunlar teklif, yani akıl, bülûğ, İslâm ve hadesdir.
Dördüncüsü;
sıhhatinin şartlarıdır ki temizliğin ehlinden sadır olup yerinde yapılması,
bir de mani bulunmamasıdır.
Taksimi yapan
zat bunu manzum olarak ifade etmiş ve şöyle demiştir: Öğren! Abdestin mühim
şartları vardır ki, dörtle sekize yani on ikiye taksim edilmişlerdir.
Bunlardan üçü hissen vücudun şartı olan âzânın sağlamlığı, suyu kullananın
kudreti ve bunlarla birlikte suyun halis olmasıdır.
Şer'an
vücubunun şartlarını da iyi belle! Bunlar, mutlak suyun bulunması, suyun
temiz ve temizleyici olmasıdır.
Vücubunun
şartları, İslâm, akıl, bûlûğ, hades ve temyizdir.
Ey istifade
peşinde koşan! Abdestin sahih olmasının şartları, suyun işlemesine mâni olan
mum ve çapak gibi şeylerin giderilmesi, bir de abdest arasına ona münâfî
olan bir şeyin girmemesidir.
Ey büyükler
büyüğü! Bu iki şarta âzâyı yıkarken suyun damlaması şartı da ilâve
edilmiştir ki, ikinci imama göre bu şart muteber değildir».
İZAH
Mezkûr
taksimi, allâme Bîrî «Kudûrî» şerhinden nakletmiştir. Görülüyor ki birinci
kısımda üç, ikincide üç, üçüncüde dört, dördüncü kısımda da iki şart
bulunmaktadır.
Taharetin
hissî vücudundan murad; müşahede yanı fiilinin mevcut olmasıdır. Aksi
takdirde taharet şer'i bir vasıftır. Hariçde vücudu yoktur.
Taharetin
ehli: Hayız ve nifaslı olmayan kimselerdir.
Mahalli yani
yapıldığı yer: Gusülde bütün beden, abdestte dört azadır. Bunun vücud
şartlarından da olduğunu yukarıda görmüştük. İhtimal burada suyun bütün
bedene teşmil edilmesi kastedilmiştir.
Mâni
bulunmamaktan murad: Özürsüz bir kimse için temizlik esnasında abdesti
bozacak bir ha! meydana gelmemektir.
Suyun
damlamasından murad: Esah kavle göre iki damladır. Nitekim ileride
görülecektir.
İkinci imama;
yani Ebu Yûsuf'a göre suyun damlaması şart değildir. Ancak itimat buna
değil, birinci kavledir.
Tenbih:
Evvelce de görüldüğü vecihle musannıf'ın burada beyan ettiği sıhhat
şartlarına, hayız ve nifasın bulunmaması da ilâve edilmektedir. Bu şart
abdestin şer'i vücudunun dahi şartlarından olduğu gibi vücubunun de
şartlarındandır. Bana öyle geliyor ki, şer'î vücudunun şartları ile
sıhhatinin şartları ve bunların aksi aynı şeylerdir. Çünkü aralarında fark
yoktur.
METİN
Taharetin
sıfatı; namaz için farz, tavaf için vacip olmasıdır. Bazıları Mushafı ele
almak için de vacip olduğunu söylemişlerdir. Çünkü "Mutahhirinden murad;
meleklerdir» diyenler vardır. Uyumak için abdest almak sünnettir. Otuz küsur
yerde de abdest almak mendupdur ki ben bunları «el-Hazain» de beyan ettim.
Bazılarını sayalım: yalan söyledikten, gıybet ettikten, kahkaha ile
güldükten, şiir okuduktan, deve eti yedikten, her nevi günah işledikten
sonra abdest almak mendup olduğu gibi, ulemanın hilâfından çıkmak için
abdest almak da menduptur.
İZAH
Farz olsun,
nafile olsun namaz kılmak için abdest almak farzdır. Ulemadan bazıları
mushafa el sürmek için abdest almanın vacip olduğunu söylemişlerdir. Çünkü
âyet-i kerimenin tefsirinde ihtilâf edildiği için abdeste delâleti kat'i
değildir.
Âyetten
murad; Teâlâ Hazretleri'nin «Ona temiz olanlardan başkası el süremez»,
kavl-i kerimidir. Bazıları bu ayet-i kerimenin kitab-ı meknûna sıfat
olduğunu söylemişlerdir. Kitab-ı meknûn, Levh-i Mahfuz'dur. Birtakımları
Kur'an-ı Kerim'in sıfatı olduğunu bildirmişlerdir ki. maksat Mushaf'tır.
Birinci kavle
göre mütahhirundan murad; mukarrep meleklerdir. Çünkü melekler günah
kirlerinden berî ve temizdirler. Bu takdirde mânâ «O kitab-ı meknûna
meleklerden başka kimse muttalî olamaz» demektir.
İkinci kavle
göre murad; insanlardır. Ve ayet-i kerime, «O Mushaf'a ancak hadeslerden
temizlenmiş olan insanlar el sürebilir», mânâsına gelir. Ekseri müfessirinin
kavli budur. Âyet-i kerimedeki mes kelimesini hakikat manasına hamletmek de
bunu te'yit eder. Çünkü kelâmda asıl olan hakikattır. Hiçbir delil
göstermeden kelimenin başka mânaya ihtimali olduğunu öne sürmek bu istidlale
dokunmaz. Başka mânaya ihtimali olmayan bir delili bulmak hemen hemen mümkün
değildir. Ama bu o delilin kafiyetine münâfi değildir. Allahu a'lem. Bundan
dolayı şârih, farz olduğu kavlini ihtiyar ettiğine işaret etmiştir. Muhaşşî
Halebî dahi bunu takviyede bulunmuş, Şürunbulâlî de aynı hükmü ihtiyar
etmiştir.
Lâkin ileride
görüleceği vecihle farz lüzumu kat'i olarak sabit olan şeydir. Bundan
dolayı. onu inkâr eden kâfir olur. Buradaki mesele ise böyle değildir. Çünkü
«el-Hulasaada beyan edildiğine göre; bir kimse namazdan başka bir şey için
abdest tâzım geldiğini inkâr etse, bize göre tekfir edilmez. Meğer ki şöyle
cevap verilmiş ola: Bu mesele farz-ı amelîdir.
Farz-ı amelî,
vacibin iki nevinin en kuvvetlisi. farzın iki nevinin en zayıfıdır. Bundan
dolayı inkâr eden kâfir olmaz. Nitekim beyanı ileride gelecektir. İki kavlin
arası böyle bulunmuş olur.
Uyumak için
abdest almak sünnettir. «Mültekâ» şerhinde de böyle beyan edilmişse de
Şürunbulali ve diğer bazı ulema onu menduplardan saymış ve nevileri üçe
münhasır bırakmışlardır.
Musannıf,
mendup olan taharetleri, abdestin mekruhları bahsinde sıralamıştır.
Uykudan
uyandıktan sonra abdest almak, abdestli olmaya devam için abdest almak, yer
değiştirdikçe abdest üzerine abdest almak, cenaze yıkamak, cenaze taşımak ve
her namaz vakti için abdest almak bazılarına göre cünüplükten yıkanmak için
abdest almak, cünüp olan bir kimsenin yemek, içmek uyumak, cima etmek
istediği zaman abdest alması, gadap halinde abdest alması, hadis okumak
için. hadis rivayet için, ilim öğrenmek, ezan. ikamet ve hutbe için abdest
almak, Peygamber (s.a.v.)'i ziyarete gideceği zaman. sa'y ve vukuf yapacağı
zaman Kütüb-ü şer'iyeyi ele alacağı zaman onlara tazimen abdest almak,
karısının güzelliğine bakmak ve mutlak zikir yapmak için abdest almak,
gusüle başlarken abdest almak, abdestli bile bulunsa her zaman için ayrı
abdest almak bunlardandır. Çünkü olabilir ki abdestli olduğu halde gıybet
etmiş. yahud yalan söylemiştir. Böyle bir kimseye abdest almak mümkün
değilse teyemmüm eder, bununla üzerindeki günahı defetmeyi niyet eder.
Bunları muhtelif kitaplar beyan etmiştir ki, musannıfın bildirdiği yedi
kısım ile otuz küsur ederler.
Yalan
söyledikten ve gıybet ettikten sonra abdest olmanın mendup olması, bunlar
mânevî necaset oldukları içindir. Bundan dolayıdır ki yalancıdan fena bir
koku yayılır, bu kokudan melek uzaklaşır. Nitekim hadîs-i şerifte böyle
varit olmuştur. Keza Peygamber (s.a.v.). pis kokan bir rüzgârı, «Bu rüzgâr
insanları ve mü'minleri gıybet edenlerin kokusudur» diye izah buyurmuştur.
Biz buna alıştığımız ve burunlarımız bu koku ile dolduğu için duymayız.
Nitekim tabakların bulunduğu yerde sâkin olanlar tabakhane kokusunu
duymazlar. İnşallah «Hazır» ve «İbâhe» bahsinde yalana, gıybete ve bunlara
nerelerde ruhsat verileceğine dair izahat gelecektir.
Kahkaha ile
gülmek. namaz içinde bir cinayet sayıldığı ve abdesti bozduğu için, namaz
dışında da noksanlık sayılmış, bundan dolayı kahkaha ile gülünce abdest
almak müstehap olmuştur.
Şiirden
murad, kötü şiirlerdir. Bunların iyisini, kötüsünü kitabımızın
mukaddimesinde beyan etmiştik.
Deve eti
yedikten sonra abdest almanın mendup olması; ulemadan bazılarının mezhebine
göre, bu abdest vacip olduğu içindir. Ulemanın hilâfından çıkmak için abdest
olmak, menduptur. sözünde bu da dahildir. Hadislerde abdestin günahlara
keffaret olacağı bildirildiği için, her günah işledikçe abdest almak mendup
görülmüştür.
METİN
Taharetin
rüknü; gusül, mesih ve pisliğin giderilmesidir. Âleti ise; su, toprak ve
benzerleridir.
Taharetin
delili: «Namaza kalkmak istediğiniz vakit yüzlerinizi yıkayın. İlah...»,
ayeti kerimesidir. Buayeti kerime bilittifak Medine'de nâzil olan
âyetlerdendir
Siyer
ulemasının, ittifakına göre abdest ile gusül namaz ile birlikte Mekke'de
farz kılınmışlardır. Bunları Cebrâil Aleyhisselâm öğretmiştir, Peygamber
(s.a.v,), abdestsiz hiçbir namaz kılmamıştır. Hatta abdest bizden
öncekilerin şeriatıdır. Buna delil; «Bu benim abdestim ve benden önceki
peygamberlerin abdestidir.» hadisi şerifidir.
Usul-i
fıkıh'da takarrur etmiş bir kaidedir ki bizden öncekilerin şeriatları bizim
için de şeriattır. Yeterki Allah Teâlâ ve Resûlü reddetmeksizin hikâye
buyurmuş olsun. Neshedildiği de meydana çıkmıç olmasın. şu halde bu hususta
inen ayeti kerimenin faydası sabit olan hükmü takrir ve ulemanın bir rahmet
olan ihtilâflarının müyesser olmasıdır.
Nasıl faydalı
olmasın ki. ayeti kerime 70 küsur hükmü ve 8 umuru ihtiva etmektedir.
Bunları «ez-Ziya» sahibi Fevaidü'l-Hidâye'den naklederek teyemmüm bahsinde
sıralamıştır. Bu sekiz şeyin her biri ikişerdir, Mesela
Taharet :
Abdest ve gusül olmak üzere iki.
Temizleyici:
Su ve toprak olmak üzere iki.
Hüküm : Gusül
ve mesih olmak üzere iki.
Mûcip : Hades
ve cünüplük olmak üzere iki.
Mubih : Maraz
ve sefer olmak üzere iki,
Delil :
Abdestte tafsîli. gusülde ıcmöli olmak üzere iki.
Keramet:
Günahların temizlenmesi ve nimetin tamamlanması olmak üzere ikidir
Nimetin
tamamlanmasından murad; şehid olarak ölmektir. Çünkü hadisi şerifde. «Bir
kimse abdest almaya devam ederse şehid olarak vefat eder», buyurulmuştur.
Bunu Cehere nakletmiştir.
İZAH
Rükün,
lügatta kuvvetli olan taraf demektir.
Istılahda
ise, bir şeyin hakikatını meydana getiren asli cüz'u demektir ki o şey hem o
cüzden. hem başkasından meydana gelir.
Taharet; üç
şeyin mecmuu ile olur; yıkamak, meshetmek ve pisliği gidermektir. Gözle
görülen pisliklerde temizlik. pisliğin aynının giderilmesi ile olur.
Görülmeyen necasetlerde ve hades-i ekberde sadece yıkamakla, hades-i asgarda
ise hem yıkamak ve hem meshetmekle olur. Sıkmak, üç defa yıkamak gibi şeyler
ise şartlarındandır.
Abdest âyeti.
Maide sûresindedir. Bu sure Kur'an-ı Kerim'in en son nâzil olanlarındandır.
FAİDE: Medenî
yani Medine'de inen sûre ve âyetlerden murad; Hicret'ten sonra nâzil
olanlardır. Velev ki Medine'den başka yerde nâzil olsunlar.
Mekkî: Yani
Mekke'de nâzil olanlardan murad; Hicret'ten önce inen âyet ve sûrelerdir:
Velev ki Mekke'den başka yerde nâzil olsunlar.
Suyûtî
«el-İtkan» nâmındaki eserinde bu bâbta üç kavil olduğunu söylemiştir ki esah
olanı budur.
Siyer
ulemasının ittifak ettikleri söz, bir sual-i mukadderin cevabıdır. Sual
şudur:
Sen abdest
âyetinin, Medine'de nâzil olduğunu söylüyorsun. Halbuki namaz İsrâ
gecesindeMekke'de farz kılınmıştır. Şu halde âyet ininceye kadar namazın
abdestsiz kılınmış olması icap eder. Hatta «el-Mevâhip» te Fethu'l-Barî'den
naklen Peygamber (s.a.v.) in İsrâ'dan önce kat'i olarak namaz kıldığı
belirtilmiştir. Ashabı da öyleydi. Lâkin beş vakit namazdan önce bir namazın
farz kılınıp kılınmadığı ihtilâflıdır. Bazılarına göre guneş doğmazdan ve
batmazdan önce namaz kılmak farzdı. Çünkü Teâlâ Hazretleri, «Güneş doğmazdan
ve batmazdan önce Rabbine onun hamdi ile tesbit et» buyurmuştu.
Musannıf
«Abdestle güsul, Mekke'de namazla beraber farz kılınmıştır» sözü ile beş
vakit namazı kastediyorsa yukardaki söylediklerimize karşı bu cümle
müşküldür. Çünkü Peygamber (s.a.v.), daha önceleri kat'i surette namaz
kılardı. Buradaki beraberliğin zaman için değil, mekân için kullanıldığı
anlaşılıyor. Böyle olursa âyet ininceye kadar kıldığı namazlarını abdestsiz
kılmış olması lâzım gelmez. Onun için musannıf bundan sonraki sözünü
umumileştirmiş, «Peygamber (s.a.v.) abdestsiz hiçbir namaz kılmamıştır»
demiştir. «Bizden öncekilerin şeriatı bizim için de şeriattır» sözü ikinci
bir cevaba geçiştir. Bu söz muhtar olan şu kavle ibtina eder ki Peygamber
(s.a.v.), Resûl olarak gönderilmezden önce kendinden evvel geçen
peygamberlerin şeriatı ile ibadet ederdi. Çünkü teklif, Hazret-i Âdem'den
beri kesilmiş değildir. İnsanlar hiç bir zaman başıboş bırakılmamışlardır.
Resûlüllah (s.a.v.) ın namaz kıldığını. oruç tuttuğunu, hacca gittiğini
bildiren rivâyetler pek çoktur. Meşru olmadan ibadet yapılmaz. Zira ibadet
emre uymaktan ibarettir. Resûlüllah (s.a.v.) gönderildikten sonra da bu
böyle olmuştur. Meseleyi İbn-i Hümâm «et-Tahrir» ve şerhinde izah etmiştir.
Namaz bahsinin başlarında görüleceği vecihle, bize göre muhtar olan kavil,
peygamber olarak gönderilmezden önce mükellef olmamasıdır. Cumhurun kavli de
budur. Resülüllah (s.a.v.)ın abdesti tarif eden hadisini, İmam Ahmed'le
Dârekutnî. İbn-i Ömer (r.a.) den rivayet etmişlerdir. Bu hadisin sonunda
şöyle buyurulmaktadır: «Sonra Peygamber (s.a.v.) su isteyerek üç defa abdest
aldı. Sonra işte bu benim abdestimdir. İlah...» buyurdular. Fakat bu söze
itiraz edilmiş, «Abdestin peygamberlerde bulunması. ümmetlerinde de mevcut
olmasını iktiza etmez» denilmiştir. Onun içindir ki «Abdest, başka ümmetlere
nisbetle, bu ümmetin hususiyetlerindendir. Peygamberlerine nisbetle
değildir» denilmiştir. Çünkü Buhari'nin rivayet ettiği bir hadiste: «Ümmetim
kıyamat gününde abdest eserlerinden, alınları sakar, ayaklan seki olarak
davet edilecektir» buyurulmuştur. Buna da şöyle cevap verilmiştir:
Hadîsin
zahirinden anlaşılıyor ki bu ümmete has olan sadece sakarlıkla, sekîliktir.
Abdestin aslı değildir. Hususiyet iddia edenlerin bir delili de şudur:
Peygamberlere sabit olan bir hüküm. ümmetleri için de sabittir. Bunu
Buharî'deki Hazretî Sâra ile Melik kıssası te'yit etmektedir. Melik ona
yaklaşmak isteyince Hazreti Sâra kalkarak abdest almış, namaz kılmıştır.
Rahip Cüreyc kıssasında da «Kalktı, abdest aldı» denilmektedir. Buradaki
abdesti, lügat mânâsına hamletmek mümkündür, diyenler de olmuştur.
Ben derim ki:
«Bu, benim ve benden önceki peygamberlerin abdestidir» hadis-i şerifi ile
sairpeygamberlere, şer'i abdestin sübût bulduğu anlaşılmaktadır. Hal böyle
olunca o peygamberlerin ümmetlerine abdestin de farz olduğunu şu iki kıssa
isbat edip dururken, abdesti lügat mânâsına hamletmek için mutlaka bir delil
lâzımdır.
Bizden önceki
şeriatların bizim için de şeriat olmasına misal Kısas âyetiyle Aşûre
orucudur. Fakat şeriatları bize red ve inkâr suretiyle kıssa buyurulursa,
bizim için şeriat olamaz. Nitekim Teâlâ Hazretleri En'am suresinde: «Biz
Yahudilere sığır ve koyunun iç yağlarını haram kıldık» buyurmuş, sonra yine
aynı sûrede: «De ki: Ben, bana vahiy buyurulan Kur'an'da blr haram
bulamıyorum» âyet-i kerîmesiyle bunu reddetmiş, binaenaleyh bizim için
şeriat olmamıştır.
Müslümanlar
ilk zamanlarda namazı Kudüs'dekı Beyt-i Makdis'e doğru kılarken sonradan bu
neshedilerek kıble Kâbe olmuştur. Ayet inmesinin faydası, sabit olan hükmü
takrirdir cümlesi, bir sual-i mukaddere cevaptır. Sual şudur:
«Abdest
Mekke'de farz kılındı ise, o da bizden öncekilerin şeriatındandır. Şu halde
farz olduğu sübut bulmuş demektir.
Âyet
inmesinin faydası nedir?»
CEVAP : «Ayet
inmesinin faydası bu hükmün takrir ve tesbitidir. Çünkü abdest müstakil bir
ibadet değil, namaza tâbi olarak farz kılınmıştı. Hal böyle olunca zaman
geçip abdesti nakledenler azaldıkça, ümmet onu mühimsemez olabilir,
şartlarına, rükünlerine karşı müsahamakâr davranırdı. Mütevâtir nasla sübut
bulması böyle değildir. O her zaman, her dilde bakidir».
Ulemanın
ihtilâfından murad; müçtehidlerin niyet, abdest uzuvlarını ovuşturma,
tertip, kadına dokunmakla abdestin bozulması. başın meshedilecek miktarı
gibi hususattaki ihtilâflarıdır.
Abdest
âyetinin şâmil olduğu 70 küsur hikmetten bazıları şunlardır:
Âyetteki
kalktığınız zaman tabirinden murad; kalkmak istediğiniz zaman demektir.
Lafız, namaza kalkmak isteyenin hemen âzâyı yıkamaya başlaması iktiza eder.
Çünkü muhkemdir. Burada farz olan mesih değil, suyu dökünmektir. Ovunmak,
niyet, tertip ve azâyı birbir arkasından yıkamak gibi şeyler şart değildir.
Başa hangi
tarafından olursa olsun mesih câizdir. Bir uzvu hem yıkamak, hem meshetmek
bâtıldır. Mestler üzerine mesh caizdir. İstinca farz değildir. Gusülde bütün
beden yıkanacaktır. Gusülde mazmaza ve istınşak farzdır. Hastalığına zarar
vermesinden korkan hastanın teyemmün etmesi vacibtir. Teyemmüm her zaman
câizdir. Yırtıcı hayvandan veya düşmandan korkan kimsenin teyemmüm etmesi
câizdir. Cünüb kimsenin teyemmümü câizdir. Suyu unutan kimsenin, yanında su
bulunduğu halde teyemmüm etmesi câizdir. Teyemmümle namaz kılan bir kimse,
namaz içinde suyu bulursa abdest alması lâzım gelir. Hurma şırası ile abdest
almak câizdir.
Ayet-i
kerimenin şâmil olduğu sekiz şeyden her biri ikişer yönlü olduğu için mecmuu
16 eder.
Taharet: biri
abdest diğeri gusül olmak üzere ikidir. Çünkü Teâlâ Hazretleri: «Yüzünüzü
yıkayın, cünüp olursanız tertemiz paklanın» buyurmuştur.
Temizleyici;
biri su, diğeri toprak olmak üzere ikidir. Zira Teâlâ Hazretleri: «Yüzünüzü
yıkayın» buyurmuştur. Yıkamak su ile olur. Sonra «Yeryüzüne teyemmüm edin.»
buyurmuştur.
Tahareti icap
eden şey, biri hades, diğeri cünüblük olmak üzere ikidir. Hadesten murad;
hades-i asgar; yani abdestsizliktir.
Ruhsatı mubah
kılan şey, biri maraz yani hastalık. diğeri yolculuk olmak üzere ikidir.
Teâlâ Hazretleri: «Şayet hastaysanız yahut seferde bulunuyorsanız temiz yere
teyemmüm edin» buyurmuştur.
Gusüldeki
icmali delil, Teâlâ Hazretleri'nin «Tertemiz yıkanın» kavl-i kerimidir.
Çünkü burada yıkanacak miktarı tafsilâtıyla beyan buyurmamış tır. Halbuki
abdest hakkında tafsilât vermiştir. Onun içindir ki guslün miktarı hakkında
müçtehidler ihtilâf etmişlerdir.
Kinâyenin
lügat mânâlarından biri; bir şey söyleyip başkasını kastetmektir. Burada da
öyledir. Çünkü Teâlâ Hazretleri, «Gait» lâfzı ile insanın bedeninden çıkan
pisliği murad etmiştir.
Gâit, alçak
yer demektir. Mülâmese ile de cinsî münâsebeti murad etmiştir. Mülâmese elle
dokunmak demektir. Bundan alınarak, fâişe hakkında «O kendisine dokunan
hiçbir eli menetmez» derler.
İki
kerametten maksat; iki nimettir. Teâlâ Hazretleri; «Sizi onunla temizlesin
diye, size nimetini tamamlasın diye...» buyurarak bunlarla kullarına in'am-ü
ihsanda bulunmuştur.
Abdest
âyetinin ifâde ettiği iki kerametten biri günahları temizlemektir. Çünkü
Müslim ile İmam Malik'in merfu olarak rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Müslüman
yahut mü'min kul, abdest alıp yüzünü yıkadığı vakit, gözü ile bakarak
işlediği her günah yüzünden su ile yahut suyun son damlası ile çıkar.
Ellerini yıkarken, elleri ile tutarak işlediği her günah su ile yahut suyun
son damlası ile ellerinden çıkar. Ayaklarını yıkarken, yürüyerek işlediği
her günah su ile yahut suyun son damlası ile ayaklarından çıkar. Kul
günahlarından tertemiz çıkıncaya kadar bu böyle devam eder».
Müslim ile
başkalarının merfu olarak rivayet ettikleri bir hadisde Resûlüllah (s.a.):
«Bir kimse abdest alır ve abdestini güzel eylerse bedeninden günahları
çıkar. Tırnaklarının altından bile çıkar» buyurmuşlardır.
Kerâmetin
değeri, abdestli ölen kulun şehid gitmesidir.
Bundan murad;
kıyâmet gününde kurre ve tahcille haşredilmesi de olabilir. Çünkü yukarıda
zikredilen Buharî hadisi bunu ifade etmektedir.
METİN
Abdest
âyetinde muhatap sigası kullanarak« Sizler ki iman ettiniz» denilmeyip gaip
sigası ile «İman edenler» buyurulması kıyamete kadar iman edecek her mü'mine
âmm ve şâmil olması içindir. Bunu «ez-Ziya» sahibi söylemiştir. Galiba bu
söz âyette iltifat olduğuna mebnidir. Ama tahkik bunun hilâfınadır. Abdest
âyetinde tahakkuka delâlet eden « İza» kelimesi cünüblükte ise şek ve
şübhede kullanılan «in» kelimesi getirilmesi namazın lâzım olan umurdan,
cünüblüğün ise ârızî şeylerden olduğuna işaret içindir.
Kezâ hades
kelimesinin gusül ile teyemmümde sarahaten zikredilip abdestte
zikredilmemesi abdestin farz ve sünnet olduğu bilinsin diyedir. Hades; farz
olan abdest için şarttır. Sünnet olan abdeste şart değildir. Binaenaleyh
gusül üzerine gusül, teyemmüm üzerine teyemmüm abdestle iştigal olur. Fakat
abdest üzerine abdest nur üzerine nurdur.
İZAH
İltifat,
mütekellim, muhatap ve gaip sigalarından birini diğerinin yerinde
kullanmaktır. Şu şartla ki, kullanılan siga zahir mânâya ve dinleyicinin
beklediğine muhalif olmalıdır. Tahkike göre bu âyette iltifat yoktur. Çünkü
mânâda muhataptır. Binaenaleyh onun hakkında muhatap zamiri kullanmak
gerekir. Ve «Ey filan! Şunu yaparsan şöyle olur» denilir. «Şunu yaptınsa
şöyle olur» denilmez. Gerçi silede zamiri gaip kullanılmıştır. Ama bu zamir
mevsule aittir. Mevsul ise zahir isimlerdendir. Bunların hepsi gaibtir.
Mevsul ile ona ait olan zamiri âit silesi tamam olunca cümle tamamen nidanın
iktiza ettiği muhatab cümlesi olur. Bu takdirde cümlede bir yoldan başka
yola sapmak yoktur. Onun içindir ki gerek Kur'an-ı Kerim'de, gerekse Arab
dilinde bu kabil sözler ancak bu yoldan kullanıla gelmiştir. Bütün bunlarda
yol değiştirmek iddiası mesmû değildir.
Sünnet olan
abdest için hades şart değildir. Bu gösterir ki Teâlâ Hazretleri'nin:
«Yıkayınız ilah...» emri vücub ve nedib hakkında kullanılmıştır. Hadeste
vücûb, başkasında nedîb ifade eder. Bu izah ulemanın «Ayetten murad
hadestir», sözlerine muhaliftir. Âyet-i kerimeden teyemmüm ile guslün ancak
farz oldukları mânâsı anlaşılır. Çünkü her ikisinde hades tasrih edilmiştir.
Burada şöyle bir itiraz varit olmuştur: Gusül bazı yerlerde mendup, bazı
yerlerde sünnettir. Kezâ teyemmüm. uyku ve mescide girmek gibi hususta
abdest yerini tutar.
Binaenaleyh
teyemmüm ile guslün farz olmaları şart değildir. Lâkin «Nihâye» de şöyle
deniliyor: «Gusül cuma için sünnettir», denilir de bu hususta tenevvür sûbut
bulduğu iddia edilemez. Çünkü bizim iddiamız guslün bir namaz için sünnet
olmadığıdır. Yahut Pezdevî'ye göre cuma günü gusül, namaz için değil, günün
şerefi için sünnettir, deriz.
İhya-u
Ulûm'de «Abdest üzerine abdest, nur üzerine nurdur.» sözünün hadis olduğu
bildiriliyor.
Hâfız Irakî:
«Ben buna vâkıf olmadım.» demiş, ondan önce aynı şey Hâfız el-Münzîlî de
söylemiştir. Hâfız İbn-i Hacer «Bu hadis zayıftır. Ama onu Rezin müsnedinde
rivayet etmiştir» diyor. Evet, İmam Ahmed güzel bir isnatla şu merfu hadisi
rivayet etmiştir: «Eğer ümmetime meşakkat vereceğimi bilmeseydim, onlara her
namaz kılacakları vakit abdest almalarını emrederdim».
Bundan
anlaşılan mânâ «Abdestli bile olsalar, yeniden abdest almalarını emrederdim»
demektir.
Ebu Davud,
Tirmizi ve İbn-i Mâce'nin merfu rivayet ettikleri bir hadisde Resûlüllah
(s.a.v.): «Bir kimse abdestli iken abdest alırsa, kendisine on, hasene
yazılır» buyurmuştur. Şârih hadisin zahirine tâbi olarak meclisini
değişmesinden bahsetmemiştir. Bu hususta inşaallah abdestin sünnetleri
bahsinde söz edilecektir.
M E T İ N :
Abdestin
rükünleri dörttür. Burada farzları denilmeyerek rükünleri kelimesinin
kullanılması daha faydalı olduğu içindir. Hem bu kelime şöyle bir itiraza da
mahal bırakmaz: Farzdan kat'i emir muradediliyorsa, bu takdirde başın dörtte
birine mesh meselesi varit olur. Amelî farz kastediliyorsdasa, bu sefer de
yıkanan uzuvlarla itiraz varit olur. Velev ki buna «el-Mültekâ» şerhinde
hulâsa ettiğimiz sözlerle cevap verilmiş olsun. Sonra rükün mahiyette dahil
olan farzdır. Şart ise mahiyetin haricinde olan farzdır. Farz kelimesi
bunların ikinsinden de umumidir.
Farz: Lüzumu
kat'î olan şeydir ki, inkâr edeni tekfir olunur. Başın aslına meshetmek bu
kabildendir. Bazen amele de farz denilir.
Bundan murad
: kendisi bulunmayınca sıhhat da bulunmayan şeydir. Farzlardaki içtihadî
miktarlar böyledir. Bunu inkâr eden teklif olunmaz.
İ Z A H :
Rükün
tabirine de itiraz olunmuş ve şöyle denilmiştir: Rükün, «Musannıf»ın da
itirafı vecihle mahiyetde dahil bir farzdır. Binaenaleyh mutlak farzdan
ehasdır. Eammın lâzımı ise ehassın da lâzımı demektir. Bu itiraza şöyle
cevap verilmiştir: rüknün mânası mâhiyetin cüz'ü olan şey demektir. Velev ki
burada farz olması lâzım gelsin. Çünkü itibari mahiyetlerde dikkat edilecek
cihet, vâzı'ın, ismi vaz ederken itibar ettiği şeydir. Rükünde kelimenin
vâzı'ı onun kat'î mi yoksa zannî delille mi sübut bulduğunu nazarı itibara
almamıştır.
Abdest
alırken başın dörtte birine meshetmek kat'i delille sabit olmadığı gibi.
dirsekleri ve topukları yıkamak dahi kaf'i delille sübut bulmamıştır. Bundan
dolayıdır ki bu hususta muhalefet eden kimse bilicmâ' tekfir edilmemiştir.
İşte
muterizin: «Farzdan kat'î hüküm kasdedilirse başın dörtte birine mesh
meselesiyle itiraz olunur» dediği budur. Muteriz sözüne devamla «Farz
kelimesinden amelî farz kasdedilirse, yıkanan aza ile iliraz olunur», diyor.
Yıkanan azadan murad; dirseklerle topuklar hariç, diğer üç uzuvdur. Bunları
yıkamak amelî değil, kafî farzdır. et-Dürrü'l-Müntekâ sahibi şunu da ziyade
etmiştir: Kat'i farzla amelî farzın ikisi de kastedilirse umum müşterek
yahut hakikatla mecazın, ikisini birden murad etmek lâzım gelir.
Musannıfın
Şerhü'l-MüItekâ'da hulâsa ettiği şudur:
Farz, rükünle
şartın ikisine de şâmil bir kelimedir. Bazan her ikisinden araya getirmek
arasındaki fark şudur: Umum mecazla hakikat, mânânın fertlerinden bir
ferttir. Bu mânâ kastedilir. bu mânâ bütün fertlerde tahakkuk eder. Öteki
böyle değildir. Çünkü hakikattan aslî vâz'ı mânâsı kastedilir. Mecazdan
ise,, ikinci vaz'ı murad olunur. Bunlar birbirine zıt iki ayrı isti'maldir;
yahut şöyle cevap verilir: Farzdan murad; kat'i olandır. Başa meshden murad
da, dörtte biri değil, meshin as'ıdır. Bu ise kat'idir. Çünkü kitapla
sabittir. Şöyle de cevap verebilir: Farzdan murad; amelîdir. Yıkanan âzâdan
maksat her uzvun miktarıdır. şüphesiz ki bu cihetten âzânın yıkanması
amelîdir. Çünkü İmam Züfer, dirseklerle topuklarda, Ebu Yusuf da kulakla
şakaklar arasındaki beyaz yerde muhalefet etmişlerdir.
Ulemadan bır
zat diyor ki: «Bütün bunlardan kurtuluşun çaresi fukahanın ıstılahında
kat'iye de, ameliye de farz adını vermek, örfî bir hakikattır». Böylece sual
aslında sâkıt olur.
Ben derim ki:
«en-Nihâye» sahibi verdiği cevapta buna işaret ederek şöyle demiştir: Farz
kat'i ve zannî olmak üzere iki nevidir.
Zannî farz;
müçtehidin zannına göre farz olan şeydir. Vücudundan kan aldıran kimseye
abdest icap etmesi bu kabildendir. Çünkü müctehidler: «Namaz kılacağı zaman
bu kimseye abdest almak farzdır» demişlerdir. İzah yakında gelecektir.
Bir şeyin
mahiyetinde dahil olmaktan maksat o şeyin cüz'ü olmaktır. Mâhiyet ise, bir
şeyi ne meydana getirdi ise odur.
Şart;
lügatta; alâmet, nişan mânâsınadır. Istılahda ise yokluğundan yokluk tâzım
gelen, fakat varlığından vücud ve yokluk lâzım gelmeyen şeydir.
Musannıf;
«Şart, mâhiyetin dışında olur» sözü ile burada ondan ne kastedildiğini beyan
etmiştir. Maksat. mahiyetten önce yapılıp hakikaten veya hükmen devamı icab
eden şeydir. Binaenaleyh şartla rükün birbirinden ayrı şeylerdır.
«el-Hılye»de de böyle beyan edilmiştir.
Farz, rükünle
şortın ikisine de şâmil bir kelimedir. Bazan her ikisinden başka bir mânâda
kullanılır. Meselâ namazda kıyâmdan sonra kıraatı, kıraattan sonra rükûu,
rükûdan sonra secdeyi, secdeden sonra ka'deyi yapmak böyledir. Zira bu
tertiplerin hepsi farzdır. Fakat rükun ve şart değildir.
Lüzumu kat'i
olan şeye ilmen ve amelen farz denilir. Çünkü hem îtikadı, hem ameli
lazımdır.
«el-Bahr» nâm
kitapta şöyle deniliyor: UIemanın usul ve fürûu hakkındaki sözlerinden
anlaşılıyor ki farz, iki nevidir. Biri kat'i, diğeri zannî. Fakat amelde
kat'i kuvvetindedir. Öyle ki o bulunmazsa cevaz da bulunmaz. Başa meshin
miktarı bu ikinci nevidendir. Kelime mutlak kullanılırsa birinci nev'e
hamledilir. Çünkü kâmil olan olur. Farz isbat eden kuvvetli zannî ile
ıstılahî vacibi isbat eden zannînin arasını makamın hususiyeti ayırır.
Ben derim ki:
Bunun ızahı şudur: Edille-i Şer'iyye dörttür.
Birincisi;
Sübüt ve delâleti kat'i olanlardır. Açıklanmış veya muhkem olan Kur'an
nassları ile mefhumu kat'i olan mütevatır hadisler böyledir.
İkincisi;
Sübutu kat'i, delâleti zannî olanlardır. Müevvel âyetler gibi.
Üçüncüsü;
Bunun aksine yani sübutu zannı delâleti kat'î olanlardır. Mefhumu kat'î olan
haberi vahidler bu kabildendir.
Dördüncüsü;
Hem sübutu, hem delâleti zannî olanlardır. Mefhumu zannî olan haberi
vahidler bunlardandır.
Birinci kısım
ile farz ve haram sabit olur. İkinci ve üçüncü kısım ile farz ve haram sabit
olur. İkinci ve üçüncü kısımlar ile vacip ve kerahet-i tahrimiyye sübut
bulur. Dördüncüsü ile sünnet ve müstehab sabit olur. Sonra bazen, müçtehide
göre zannî delil kat'îye yaklaşacak kadar kuvvetli olur. Böyle bir delil ile
sabit olana amelî farz derler. Çünkü amelin lüzumu hususunda farz muamelesi
görür. Buna deliline nazaran vacip derler. İşte vacibin iki nevinden en
kuvvetli olanı, farzın iki nevinden en zayıf olanı budur. Hatta bazen
müçtehide göre haberi vahid, kat'î derecesine ulaşır.
Onun için
ulema: «Haberi vahid kabul ile telâkki edilirse onunla rüknü isbat etmek
caizdir», demişlerdir. Arafat'ta vakfenin rükün oluşu Peygamber (s.a.v.) in:
«Hac arefedir» hadis-i şerifi ile sabit olmuştur. «et-Telvih» nam eserde
bildirildiğine göre, zannî delil ile sabit olan bir hüküm hakkında farz,
kat'î delil ile sabit olan hakkında vacip kelimelerini kullanmak pek şuyu
bulmuş bir âdettir. Binaenaleyh vacib kelimesi, sabah namazı gibi ilmen ve
amelen farz olan şeyler hakkında kullanıldığı gibi amelde farz kuvetinde
olan zanniler hakkında da kullanılır. Vitir böyledir. Hatta yatsıyı
kılmadığını hatırlayan bir tertip sahibinin, sabah namazını kılması nasıl
caiz değil ise, vitiri kılmadığını hatırlayanın sabah namazı da sahih
değildir.
Vacip
kelimesi. amelde farzdan aşağı, sünnetten yukarı olan bir şey hakkında da
kullanılır. Fatiha'nın tayini böyledir. Hatta Fatiha'yı terk etmekle namaz
bozulmaz. Fakat Secdei sehiv vacip olur. Amelî farzı inkâr eden kâfir olmaz.
çünkü «et-TeIvih»'de beyan edildiğine göre vacibin hak olduğuna itikat lâzım
değildir. O, zannî delil ile sabittir. Halbuki itikadın temeli yakına
dayanır. Lâkin mucebi ile amel lazımdır. Çünkü zanna tâbî olmanın vacip
olduğunu gösteren bedeller çoktur. Binaenaleyh vacibi in kâr eden kâfir
değildir. Vaciple ameli terkeden kimse te'vilci ise fâsık ve sapık sayılmaz.
Çünkü te'vil götüren yerlerde te'vil yapmak, selefin âdeti idi. Te'vilci
değil de vaciple alay ediyorsa sapıklığına hükmolunur. Çünkü haberi vahid
ile kıyası reddetmek bid'attır. Te'vilci değil, alay da etmiyorsa üzerine
vacip olanı terketmekle taattan çıktığı için, fasıklığına hüküm olunur.
Ben derim ki:
AIIâme Ekmel «İnaye»'de: «Biz te'vil etmeksizin başa mesh miktarını inkâr
eden kimsenin tekfir olunamayacağını kabul etmiyoruz» diyor. Bu söz herhalde
onun ve «Hidaye» sahibinin sahip oldukları şu kanaata mebnidir: Âyet-i
kerime, başa meshin miktarı hakkında mücmeldir. Peygamber (s.a.v.) in alnı
üzerindeki saçlarına meshettiğini bildiren Muğire hadisi bunu beyan
etmiştir. Binaenaleyh hüküm kat'î delil ile sabit olmuştur. Zira mucmel bir
sözü izah için, ona bir haberi vahid inzimam ederse artık hüküm mücmelin
olur.
M E T İ N :
Abdestin
rükünlerinden birincisi; yüzü bir defa yıkamaktır. Yıkamaktan murad; suyu
damlayarak akıtmaktır. Velev ki bir damla olsun. «el-Feyz» nâm kitapta, esah
kavle göre en az iki damla olacağı bildiriliyor. Bir defa yıkanması. emir
tekrar iktiza etmediği içindir.
Yüzün
Arabçası vecihdir. Bu kelime muvaceheden alınmıştır. Sülasi bir kelimenin,
mezidden iştikak etmesi mânâca daha meşhur olmak şartı ile suyû bulmuş bir
âdettir. Meselâ: ra'd kelimesi irtiad'dan, yem kelimesi teyemmüm'den iştikak
etmişlerdir.
Yüzün
uzunluğuna hududu, alnının üst tarafından başlayarak alt çenesinin altına
kadar devam eder. Çenenin üzerinde saç bulunup bulunmaması fark etmez. Ulema
bunu «yüzünün saç bittiği yerden alt çenesinin altına kadar» diye tarif
ederler. Ekseriyetle şahıslarda görülen hal budur.
«Musannıf»
ekseriyete göre yapılan bu tarifi bırakarak muttarit, yani herkese âmm ve
şamil bir tarif yapmıştır. Tâ ki sarkık saçlılara, dazlaklara ve saçları
yanlarından dökülmüş olanlara şâmil olsun.
Genişliğine
hududu iki kulak yumuşağının arasıdır. Şu halde göz çukurlarını, dudaklar
yumulduğu zaman görünen kısımlarını ve kulaklar ile şakaklar arasındaki
beyaz yerleri yıkamak vaciptir. Çünkü bunlar yüzün tarifinde dahildir. Fetvâ
buna göredir. Gözlerin içini. burnu, ağzı, kaşların, sakalın, bıyığın
diplerini ve sinek fışkılarını yıkamak vacip değildir. Çünkü bunlarda güçlük
vardır.
İ Z A H :
Gözlerin
içinin yıkanmaması sıcak ve soğuk su bunlara zarar verdiği içindir. Bundan
dolayı bir kimse gözlerine pis sürme çekse onu yıkamak icap etmez.
«Muhtaratü'n-Nevâzil» nâm kitapta da böyledir.
Burnun ve
ağzın içlerini yıkamak vacip değildir.
Kaşların
diplerine gelince; bunların yıkanmaması sık olduklarına göredir. Eğer ten
görünecek derecede seyrek iseler yıkamak icap eder.
Sakalla
bıyığın hükümleri de budur. Bunu Halebi «Hidâye» şârihi Hüsamüddin'den
nakletmiştir. Yüzdeki sinek tersini yıkamak vacip değildir. Musannıf gusül
bahsinde şöyle diyecektir:
«Altına su
işlememiş pire ve sinek tersi, kına taharete mâni değildir. Velev ki rengi
olsun. Fetva buna göredir. Toz, toprak, kir, pas dahi taharate mani
değildir. Bu söylenenler, yüzün tarifinde dahil olsa da yıkanmaları vacip
değildir. Çünkü güçlük vardır» Buradaki illeti Molla Hüsrev «Dürer »de şöyle
izah etmiştir:
«Farz yeri
mâni ile örtülmüş ve bakıldığı zaman görülemeyecek bir hal almıştır.
Binaenaleyh farz ondan sâkıt olur. O mâni'e geçer».
M E T İ N :
İkincisi:
Elleri dirseklerle beraber bir defa yıkamaktır. «Musannıf» burada teker
teker sözünü ibareden atmıştır. Çünkü farz tek olmakla kayıtlı değildir.
Üçüncüsü:
Sağlam ve çıplak ayakları topuklarla birlikte bir defa yıkamaktır. Çünkü
yaralı veya mestle örtülü ayaklarda vazife yıkamak değil, meshtir. Mezhep
buna göredir. Bazılarının bahis mevzuu ettikleri, nassın ibaresi ile sabit
olan hüküm bir elle bir ayağın yıkanmasıdır. Diğer elle "ayak, nassın
delaleti ile sabit olmuştur. Sözü ile gaye meselesi ve "ercüleküm" nazm-ı
keriminin iki şekilde okunması hususlarına gelince, «el-Bahr» sahibi:
«Yıkamanın farz olduğuna icma bulunduktan sonra bunlardan bahsetmekte bir
fayda yoktur». demiştir.
İ Z A H :
Musannıfın
«teker teker» sözünü ibâreden atması, «Dürer» sahihi Molla Hüsrev'e tariz
içindir. Molla Hüsrev «Elleri teker teker yıkamak farzdır» demiştir. Bunda
bir fayda yoktur. Çünkü kendisi abdestin farzlarını beyan etmektedir. Onun
bu sözü teker teker yıkamanın lazım olduğu zannını vermektedir. Halbuki
eller beraber yıkanmış olsa da farz sakıt olur.
«Musannıf»
ayet-i kerimedeki gaye bildiren «ila» kelimesinin « Mea » yani beraber
manâsına geldiğine işaret etmiştir. Bu merduttur. Çünkü ulema elin Arapçası
olan « yed» kelimesinin parmak uçlarından omuza kadar devam eden uzvun adı
olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki «gâye» kelimesiberaberlik mânâsına
alınırsa elin omuza kadar yıkanması icap eder. Nitekim gömlek yıkanırsa,
yine de beraber yıkanır. Mezkûr kelime nihayet âmm bir lâfzın fertlerinden
bir fert gibi olur. Bu ise başkasını hükümden çıkaramaz.
Cevap:
Âyetteki elden murad; parmaklardan dirseklere kadar olan yerdir. Ötesinin
sâkıt olduğuna icma vardır.
«Musannıf»
«gâye» kelimesi olan «ila» yı bırakıp beraberlik manasına gelen «mea» yı
kullanmıştır. Çünkü «ila» kelimesi dirseklerle topukların hükümde dahil olup
olmaması hususunda ihtimallidir. «Mea» kelimesi ise sarahatan hükümde dahil
olduklarını göstermektedir.
«Musannıf»
bunu «Topuklarla dirsekler hükümde dahil değildir» demiş olmaktan korunmak
için yapmıştır. Nitekim İmam Züfer'le Zahirilerden onun kavlini
benimseyenlere göre topuklarla dirsekler hükümde dahil değildir. Bu kavil
İmam Malik'ten de rivayet edilmiştir.
Topuklardan
murad; ayağın iki taraftaki çıkık kemiklerdir. «el-Mugrib»'-de böyle beyân
edilmiş, «Hidâye» ve diğer kitaplarda bunun sahih olduğu bildirilmiştir.
Hişam'ın İmam Muhammed'den rivâyetine göre topuk, ayağın üzerindeki çıkık
kemiktir. Ve ayakkabının bağlandığı yerde olur. Ulema bunun Hişam tarafından
yapılmış bir hata olduğunu söylerler. Çünkü İmam Muhammed bu sözü muhrim
hakkında söylemiş, ayakkabı bulamazsa mestlerim topuklardan aşağı keser
demiş, eliyle de kesilecek yeri göstermiştir. Hişam bunu sonradan abdeste
nakletmiştir. Bahsin tamamı el-Bahr ve diğer eserlerde mevcuttur. el-Bahr
sahibinin, faydası yoktur, dediği meseleler birer itirazın cevabıdır.
Muteriz:
«Abdest alırken yalnız bir elle bir ayağın yıkanması vâciptir. Çünkü bunları
beyan eden ayet-i kerimede eller ve ayaklar cemi' olarak kullanılmıştır.
Cem'in cemi ile karşılaştırılması, fertlerin fertlere taksimini iktiza eder»
diyor.
Ulemamız buna
cevap olmak üzere «Bir elle bir ayak nassın ibaresi ile, diğer elle diğer
ayak ise nassın delâleti ile sabittir» demişlerdir. Delâletten murad,
müsâvat yolu ile anlaşılan manâdır. Bir ayağın hükmü ne ise, diğer ayak da
ona müsavi olduğu için, onun hükmü de olur.
Gâye
meselesi; gâyenin hükümde dâhil olup olmamasıdır. Bazıları dahildir demiş,
bazıları dahil olmadığını söylemiş, birtakımları iki şıkka do ihtimallidir,
bunu karineler tercih eder, demişlerdir. Bu babda «el-Bahr»'da uzun uzadıya
izahat vardır.
İki kıraat
meselesine gelince: Bundan murad, "ercüleküm" nazm-ı celilihin "ercüliküm"
şeklinde de okunmasıdır. Yani kelime hem mansup hem mecrur okunmuştur.
Muteriz, "ercüliküm" kıraatının başa mesh üzerine matuf olduğunu iddia
ederek, başa nasıl mesh edilirse ayaklara da meshedilmekle iktifa
olunacağını iddia etmiştir.
ulemamız buna
cevaben; ercülikum ( ) kıraatı, tahfife hamledilir. Yani baş nasıl
meshedilecekse, ayaklar da âdeta mesheder gibi hafif yıkanacaktır,
demişlerdir. Yahut buradaki «cer» kıraatı civar içindir. Çünkü mesh
topuklarla sınırlandırılmamıştır. Bu babta da «Dürer» ve diğer kitaplarda
uzunizâhat vardır.
Abdest
alırken el ve ayaklardan her birinin yıkanması farz olduğuna, dirseklerle
topukların buna dahil bulunduğuna ve ayakların mesh değil, yıkanması Iazım
geldiğine icmâ-i ümmet vâki olmuştur. Bunu Allâme Halebî ifâde etmiştir.
Ben derim ki:
Bu ayetle istidlâl eden Kudûrî ve diğer metin sahipleri, delillerinin tamam
olması için buna muhtaçtırlar. Halbuki dirseklerin hükümde dahil olduğuna
dair icma'ın sübutu söz götürür. Çünkü «Bahr» sahibi bunu, İmam Şafiî'nin
«Biz abdeste dirseklerin dahil olduğu hususunda hiçbir muhalif bilmiyoruz»
sözünden almıştır. «en-Nehir» sahibi bunu reddederek bir müçtehidin: «Ben
muhalif bilmiyorum» sözü, başka bir mesele karşısında delil olacak bir
icma'ın hikâyesi değildir, demiştir.
İmam Lameşî
de Usul'ünde şunları söylemiştir: Hilâf yoktur ki. bütün müçtehidler bir
hüküm üzerinde ittifak etseler de hepsinin nassan rızası bulunsa bu, icma
sayılır. Ama bir kavil şöhret bulduktan sonra bazısı nassan beyanda bulunur,
diğerleri de korku filan olmaksızın susarlarsa, ehl-i sünnetin umumuna göre
bu, icma' olur. İmam Şâfiî: «Ben buna icma' demem, lâkin bu bâbda hilâf
bilmiyorum, derim» şeklinde beyanda bulunmuştur.
Mitezile'den
Ebu Hâşim: «Bu icma' olamaz, ama yine de hüccet olur» demiştir.
«Münye»
şerhinde, dirseklerle topukları yıkamak, kat'i farz değildir. O başın dörtte
biri gibi denmektedir. Onun içindir ki «en-Nehir»'de de «icma' davasına
hacet yoktur. Çünkü amelî farzları ispat için kat'i delile ihtiyaç yoktur»
denilmiştir.
M E T İ N
Dördüncüsü:
Başın dörtte birini bir defa meshetmektir. Mesh kulakların yukarısından
yapılır. Velev ki yağmur isabeti yahut uzvu yıkadıktan sonra kalan
ıslaklıkla yapılsın. Meşhur olan budur.
Meshten kalan
ıslaklıkla mesh caiz değildir. Meğer ki damlamış ola. Bir kimse bir veya iki
parmağını başının üzerine koyarak çekse câiz olmaz. Ancak bunlarla birlikte
avucu ile de mesheder. Yahut başparmağı ile şahadet parmağını aralarındaki
kısımla birlikte başına sürer veya parmağını ayrı ayrı sulara daldırarak
meshederse câizdir. Abdestsiz olduğu halde başını veya mestini yahut
sargısını su kabına daldırırsa kâfidir. Su, niyet etmiş olsa bile bilittifak
müsta'mel olmaz. Sahih olan kavil budur. Nitekim «Bedâyı'»dan naklen
«el-Bahr»de de böyle denilmiştir.
İ Z A H :
Mesh, lügatta
eli bir şeyin üzerinden geçirmektir. Fukahanın örfünde ise suyun bir uzva
isabet etmesidir.
Malûmun olsun
ki farz olan mesh miktarı hususunda birçok rivayetler vardır. Bunların en
meşhuru metinde zikredilendir.
İkincisi;
alın miktarıdır. Bunu Kudûri ihtiyar etmiştir. «Hidâye»'de başa meshedilecek
miktarın dörtte biri olduğu bildirilmiştir. Tahkik bunun daha az olduğunu
göstermiştir.
Üçüncüsü: üç
parmak miktarıdır. Bunu Hişam, İmam A'zam'dan rivayet etmiştir. Zâhir-i
rivâyeolduğu da söylenir. «Bedâyî» de bildirildiğine göre, usulün rivayeti
budur. «et-Tuhfe» ve diğer kitaplarda bu kavil sahih bulunmuştur.
«ez-Zahiriyye» de fetvanın buna göre olduğu söylenmiş. «el-Mi'râc» nam
eserde bunun zahir-i mezhep olduğu, umumiyetle muhakkikînin bunu ihtiyar
ettikleri bildiriliyor. Lâkin «el-Hulâsa» sahibi mezkûr rivayeti İmam
Muhammed'e nisbet etmiştir. O halde «el-Mi'râc»'ın rivâyeti İmam
Muhammed'den gelen zahır-i rivayet mânâsına hamlolunur. Tamamı «en-Nehir»
ile «el-Bahr»'dedir.
Hâsılı
mutemed olan dörtte bir rivayetidir. İbn-i Hümam ve Tilmizi, İbn-i Emir
Hâcc, «en-Nehir» ve «el-Bahr» sahibleri, Makdîsî, Musannıf, Şürunbulâlî
vesâir müteehhirin ulema bununla amel etmişlerdir.
Bir kimse
başına bağladığı peliğinin kenarına meshetse câiz değildir. Yıkadıktan sonra
kolan ıslaklıkla meshin câiz olması o ıslaklığı başka bir uzuvdan almadığına
göredir. Başka bir uzuvdan alırsa o uzuv yıkanmış veya meshedilmiş olur,
mutlak surette mesh caiz değildir.
Meşhur kavlin
mukabili, Hâkim'in «câiz değildir» sözüdür. Umumiyetle ulema Hâkim'in bunda
hata ettiğini söylemişlerse de muhakkik İbn Kemal onu müdafaa etmiş «Sahih
olan, Hâkim'in sözüdür» demiştir. Filhakika Kerhî Cami'i - Kebîr'inde Ebû
Hanîfe ile Ebû Yusuf'dan nakledilen rivâyeti nassan bildirmiştir. Rivayet
şudur:
«Bir kimse
başına kollarından artan su ile meshederse câiz değildir. Mutlaka yeni su
kullanması gerekir. Çünkü o su ile bir defa temizlik yapılmıştır».
«en-Nehir» sahibi de bu rivâyeti kabul etmiştir. Meshden sonra damlayan su
ile meshin câiz olması damlayan suyun yeni bir su hükmünde olmasındandır.
Bir veya iki parmağını başına koyarak hareket ettirir de dörtte birini
kaplarsa mesh câiz olur. «el-Bedâyi'» de beyan edildiğine göre üç parmağını
başının üzerine koyar da çekmezse üç parmak miktarı mest? kâfidir, diyenlere
göre câizdir. Dörtte biri mesh edilmelidir, diyenlerin kavline göre câiz
değildir. Üç parmağını dikey olarak başına koyar da yatırmaz ve çekmezse
câiz değildir. Çünkü farz mikdarını meshetmemiştir. Yani bu bil'ittifak caiz
değildir. Nitekim «en-Nehir»de de böyle denilmiştir. Parmaklarını çekerek
farz mikdarını meshederse imamlarımızın üçüne göre câiz olmaz. İmam Züfer'e
göre câizdir. Bir veya iki parmağını başının üzerinden çekerek farz
miktarını meshederse mesele yine ihtilâflıdır. Şu da var ki üç parmağını
başının üzerine yatırır da çeker ve dörtte birine ulaşırsa Kemal İbn Hümam
«Fethü'l-Kadîr»de: «Ben bu bâbta cevazdan başka bir şey görmedim» demiştir.
«en-Nehir» sahibi buna itiraz ederek «Ben menkul rivâyete vakıf oldum» demiş
ve bununla «Bedâyı'» deki «Parmaklarını çekerse» sözünü kastetmişse de bu
itiraz söz götürür. Çünkü Bedâyı'in sözündeki zamir, dikili olarak çekilen
parmaklara aittir. Yani parmakların uçları ile meshederse, demektir. Orada
parmaklarını yatırarak çekmekten bahis yoktur. Halbuki «el-Bahr» sahibi:
«Parmaklarının uçları ile mesheder de su damlarsa câizdir, damlamazsa câiz
değildir» diyor. Zira su damlayacak kadar olunca parmaklarından uçlarına
iner. Elini gezdirince yeni su almış gibi olur. Bu «el-Muhit» te de
böyledir. «el-Hulasa»da ise mutlak surette câiz olduğu bildiriliyor ki.
sahih olan da budur. Bazıları «Bir veya iki parmakla yapılan meshin cai'z
olmaması ıslaklık müsta'mel olduğu içindir». demişlerse de bu söz müşküldür.
Çünkü su uzuvdan ayrılmadan müsta'mel olmaz. Bir de mesh miktarı dörtte
birdir rivâyetine göre üç parmağı gezdirmekle de câiz olmamasını gerektirir.
Bize el ile mesh etmek emir buyurulmuştur. Elin iki parmağına el ismi
verilemez. üç parmak böyle değildir. Bunlar ekseriyeti teşkil ettiği için
onlara el denilebilir, diyenler de olmuşsa da kendilerine şöyle cevap
verilmiştir:
«Bu söz
meshin alettâyin el ile yapılmasını iktiza eder. Ama yağmur meselesi ile
reddedilir. Bir veya iki parmak avuçla birlikte olursa mesh caizdir.
Başparmakla şahadet parmağının arasındaki kısım onlara katılarak
meshedilirse yine caizdir. Çünkü bu takdirde parmaklar üç veya daha ziyade
parmak miktarını bulur. Bunları başının üzerinde gezdirir ve dörtte bir
miktarını meshederse câiz olur. Gezdirmeden başının üzerine koyarsa farz
olan mesh üç parmak miktarıdır, rivayetine göre câizdir». Bunu Tatarhaniyye
sahibi tasrih etmiştir.
Parmağını
ayrı sulara daldırma meselesi hakkında «el-Bahr» sahibi şöyle demektedir:
Bir parmağı ile üç defa mesheder ve her defasında parmağını suya sokarsa
İmam Muhammed'in rivâyetine göre câizdir. Ebu Hanîfe ile Ebu Yusuf'a göre
ise câiz değildir, yani mesh miktarı başın dörtte biridir. rivayetine göre
câiz değildir. «el-Bedâyı'»de beyan edildiğine göre: «Bir kimse bir
parmağının içi ile dışı ile ve kenarı ile başını meshetse, zahir-i rivayede
bunun cevabı görülmemiştir». Ulema bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Bazıları
câiz olmadığını söylemiş, birtakımları da câizdir, demişlerdir ki sahih olan
da budur. Çünkü bu üç parmakla mesh mânâsındadır. «el-Bahr»da şöyle
deniliyor: «Şüphesiz ki bu dörtte biri itibar eden mezhebe göre câiz
değildir. Abdestsiz bir kimse velev abdesi niyeti ile başını bir kaba
daldırır da farz yerleri ıslanırsa bu ona kâfidir».
Sahih
rivayete göre bu mesele İmameyn yani Ebû Yusuf'la Muhammed arasında
ittifakıdır. Mamafih «Niyet ederse İmam Muhammed'e göre kâfi değildir»
diyenler de olmuştur.
M ET İ N :
Bütün sakalı
yıkamak dahi sahih kavle göre farz-ı amelîdir. Ulema bu kavle dönmüş, onunla
fetva vermişlerdir. Bu rivâyetten başkaları terkedilmiştir. «el-Bedâyı'»de
de böyle denilmiştir Sonra sarkmış uzun sakalı yıkamak veya meshetmek vacip
değil, mesh-i sünnet olduğunda hilâf yoktur. Hafif olup altından teni
görünen sakalın altını yıkamak vaciptir.
«en-Nehir»de
de böyle beyan edilmiştir. «el-Burhan»da: üzerini saç kaplamayan teni
yıkamak vaciptir. Kaş, bıyık ve muhtar kavle göre alt çenenin dudak
altındaki hafif kıllar bu kabildendir, deniliyor.
İ Z A H :
Başın dörtle
birini meshetmek nasıl farz-ı amelî ise, sakalın bütününü yıkamak da farz-ı
amelîdir. Ulema diğer rivâyetleri bırakıp buna dönmüşlerdir. Bu bâbda sekiz
rivâyet vardır ki şunlardır:
Sakalın
bütünü meshedilir, dörtte biri meshedilir. Üçte biri meshedilir, tene
bitiştiği yer meshedilir. Dörtte biri yıkanır, üçte biri yıkanır. Yıkamak
veya meshetmek lâzım değildir.
«el-Bedayı'»
pek kıymetli bir kitaptır. Ben kitaplarımız arasında onun bir eşini
görmedim. Bu kitap, İmam Ebû Bekir b. Mes'ud b. Ahmed el-Kâşanî'nindir. O
bununla üstadı AIaeddin-i Semerkandî'nin«Tuhfetü'l-Fukaha» adlı eserini
şerhetmiş, eseri üstadına arzedince o da kızı Fatımâ'yı kendisi ile
evlendirmiştir. Halbuki Fatıma'yı daha önce babasından sultanlar istemiş ve
vermemiştir. Evlerinden çıkan fetvada Fatımâ'nın, babasının ve zevcinin
imzaları bulunurmuş.
Sarkmış
sakaldan maksad, uzayarak yüzün hududunu gecendir. İbn Hacer
«Şerhu'l-Minhac» da onu aşağı doğru uzatılsa yüzün dairesinden çıkan
sakaldır, diye izah etmiştir. Şu hale göre alt çenenin aşağısında biten
sakalın hiçbir yerini yıkamak vacip değildir. Çünkü çıkar çıkmaz yüzün
hududunu geçer. Onun çıktığı yer, sakalın aşağı inen tarafıdır. Velev ki
yukarıya doğru uzatılsa yüzün hududunu geçmesin. Sakalın gırtlak etrafında
biten kısmı da böyledir. Yanaklar üzerindekinin ise yüz çevresine dahil
olanını yıkamak vâciptir. Bundan fazla olanı yıkamak icap etmez. Onun için
«el-Bedâyı»de sahih olan kavle göre yanakların üzerindeki kılları ve çenenin
dışını yıkamak vaciptir. Bize göre sakalın sarkan kısmını yıkamak vacip
değildir. Şafiî'ye göre vaciptir. Çünkü sarkan kısım muttasıl olan kısma
tabidir. Aslın hükmü ne ise tabiîn hükmü de odur. Bizim delilimiz şudur:
«Yüz yüze gelindiği zaman göze çarpan kısım tene bitişen kısımdır. Sarkan
kısım değildir, Binaenaleyh sarkan kısım yüz değildir. Yıkanması icap
etmez».
Ayaklara
varan peliklerin cünüplükte yıkanıp yıkanmıyacağı hakkında bir rivâyet
olmadığı gibi yüzden sarkan şiş hakkında da rivâyet yoktur.
Sahih kavle
göre cünüplükte her ikisini yıkamak, sarkan şişi abdestte de yıkamak
vaciptir.
Altından ten
görünen sakalı yıkamak icap edeceğinde hilâf yoktur. Gerçi «el-Bedâyı'»de:
«Yüzde saç bitince sık olsun seyrek olsun onun altını yıkamak ekseri ulemaya
göre vacip değildir. Zira saçın altı görünmediği için yüz olmaktan
çıkmıştır», deniliyorsa da bu söz teni görünmeyen saça hamledilmiştir.
Nitekim yaptığı ta'lil de bunu gösterir.
Demek ki
hafif sakal iki kısımdır. İkinci mânâya göre sıkla seyrek arasında fark
örf-ü âdettir. Bunu «Hilye» sahibi ifade etmiştir. Sakalla örtülen teni
yıkamak güç olacağından hükümden sâkıttır. Yıkanması icap etmez, yalnız şu
hal müstesnâdır:
Bıyıklar
dudakların kırmızılığını örtecek kadar uzun olursa hilâllemek vâciptir. Zira
«Sirâciyye'de»; «Dudakların kırmızılığını örten bıyığı hillallemek vâciptir»
denilmiştir. Uzun bıyık bilhassa sık da olursa bütün dudağa yahut bir
kısmına suyun işlemesine mâni olur. Hilâllemek suyun bütün dudağa işlemesini
sağlar.
M ET İ N :
Başını ve
sakalını tıraş etmekle tekrar abdest almak lâzım gelmediği gibi tıraş edilen
yeri ıslatmak da icap etmez. Nitekim bıyığını, kaşını tıraş etmekle tırnak
kesmek ve cildini tırmalamakla da o yerleri yıkamak ve abdest almak icap
etmez. Kezâ abdest uzuvlarından biri üzerinde ince deri ile sarılmış çıban
gibi bir yara bulunur da abdest alarak derinin üzerini yıkar, sonra deriyi
atarsa altındakini tekrar yıkamak gerekmez. Velev ki sargıyı atarken elem
duysun. Münasip olan budur. Çünkü burada bedel olacak bir şey yoktur. Mesti
çıkarmak böyle değildir. Onu çıkarırsa evvela üzerine meshetmiş de sonra
yerini kazımış veya soymuş gibi olur.
İ Z A H :
Bu yerlerde
abdestin tekrarlanmaması saç üzerine meshetmekten, üzerine meshin bedeli
olmadığı içindir. Çünkü «el-Bahr» beyânına göre ten üzerine meshetme,
muktedir iken saç üzerine mesh caizdir. Bedel olsaydı câiz görülmezdi. şimdi
şu mesele kalır: biraz yukarıda güçlüğü def'i meselesinden bahsederken
«Dürer» den naklettiğimiz ibâreye göre sık sakalı yıkamak, altını yıkamanın
bedelidir. Bunun muktezası saçı tıraş edince altını tekrar yıkamaktır. Lâkin
Bahr'ın buradaki saç üzerine mesh, ten üzerine meshe kudret varken dahi
câizdir, sözü bedel olmadığını gösteriyor. Çünkü sakalın tenini yıkamak
sahihdir. Buna dikkat etmelidir.
Şarihin
«Velev ki sargıyı atarken elem duysun» sözünün yerinde bazı nüshalarda «Elem
duyarsa», denilmiştir. En doğrusu Tahtâvî'nin dediği gibi «Velev ki elem
duymasın» demektir. Zira «Tatarhâniyye» ve diğer kitaplarda bildirildiğine
göre sargıyı yara düzeldikten sonra atar da elem duymazsa, yıkaması icap
eder. Düzelmeden otar da elem duyarsa. yıkamak icap etmez. Daha doğrusu her
iki halde yıkamak icap etmemektedir. Tercih edilen kavil de budur.
Mest
çıkarılınca ayağı yıkamak lâzım gelir, çünkü mest zahirde yıkamanın
bedelidir. Çıkarılınca hades, yâni abdestsizlik ayağa geçer.
FER'İ
MESELELER: Bir kimsenin uzuvlarında çatlaklıklar bulunursa, onu imkân
bulduğu takdirde yıkar, yıkamazsa mesheder. Mesh de edemezse terkeder.
Çatlaklık elinde bulunur da suyu kullanmaya kudreti yoksa teyemmüm eder. El
dirsekten kesilmişse kesilen yeri yıkar.
Bir kimsenin
yaradılıştan bir tarafında iki eli ve iki ayağı bulunursa, elleri ile
tuttuğu, ayakları ile yürüdüğü takdirde onları yıkar. Bunlardan birisini
kullanır da kullandığı aslî olursa onu yıkar. Ziyade olan uzuv, ziyade
parmak, ziyade avuç gibi farz mahallinde hâsıl olmuşsa onu da yıkar. Böyle
değilse farz yerinin hizasında olanı yıkar, olmayanı yıkamaz. Lâkin yıkaması
yine de mendûptur. Müctebâ.
İZAH
Abdest
âzâlarında çatlaklık bulunan kimsenin teyemmümle namaz kılması hususunda
«el-Hazâin» nâm kitapta şu ziyade vardır:
0 kimsenin
namazı İmam A'zam'a göre câiz, İmameyn'e göre câiz değildir. Çatlaklık
ayağında olur da ayağına ilâç sürerse ilacın üzerinden suyu geçirmesi
kâfidir. Mesh etmesi kâfi değildir. Sargılı yaranın üzerine su akıttıktan
sonra yara iyileştiği için sargı düşerse tekrar yıkar, iyileşmeden düşerse
yıkamak icap etmez.
«el-Bahr»da
beyan edildiğine göre; bir kimsenin eli veya ayağı kesilir de dirsek ve
topuğundan hiçbir şey kalmazsa yıkamak sâkıt olur. Bir kısmı kalırsa
yıkaması icap eder. T. «en-Nehir» nâm eserin sahibi di yor ki: «Bir kimsenin
bir tarafındaki iki kolu tam olup, birbirlerine bitişik yahut birbirlerinden
ayrı bulunurlarsa ne hüküm verileceğini görmedim. Zahire bakılırsa bitişik
oldukları takdirde ikisinin de yıkanması ayrı olduklarında yalnız birinin
yıkanması icap eder». Ancak bu zat ellerin tutmasını nazarı itibara
almamıştır. Zâhire göre evvelâ bu nazarı itibara alınacaktır. O kimseiki
elini de kullanırsa ikisini birden yıkaması vâciptir. Kullanmadığı takdirde
eller tam olup bitişik iseler yine ikisini de yıkaması icap eder. Ayrı
bulunurlarsa ancak aslî olan eli yıkar.