YASAKLAR VE MUBAHLAR KİTABI 1
GİYİM
KUŞAM FASLI 1
BAKMA
VE DOKUNMA FASLI 1
İSTİBRÂ VE DİĞER KONULARA DAİR BAB. 1
ALIŞ-VERİŞ FASLI 1
METİN
Münasebeti
zahirdir. Hazr, lügatta men ve
hapsetmek manasına-dır. Şeriatta ise, şer'an kullanılması
men edilen şeydir.
Mahzur, muba-hın zıddıdır. «Mubah ise,
mükelleflere sevap veya günah kazanma
söz-konusu
olmaksızın yapılması ve terkedilmesi
caiz olan şeydir. Mükellef mubahtan az
da olsa bir
hesap verir.
İhtiyar.
İmam
Muhammed'e göre, her mekruh, yani
tahrimen mekruh olan . herşey,
haramdır, yani ateşle
ceza görme bakımından haram gibidir. Ama tenzihen
mekruh olan şey, fukahanın ittifakı
ile helâle
daha
yakın-dır. İmameyne göre ise, tahrimen mekruh
olan şey, harama daha ya-kındır. Sahih ve
muhtar olan da
imameynin görüşüdür. Bid'at ve şüphe de tahrimen mekruhun mislidir.
Tahrmien
mekruh olan birşeyin harama nisbet
edilmesi, vacibin farza nisbet edilmesi gibidir. O
zaman vacib ne
ile sabit olursa, tahrimen mekruh da onunla sabit olur. Yani sübutu zanni olan bir
delille sabit olur. Vacibi terketmek yüzünden insan nasıl günahkâr olursa, tahrimen
mek-ruh'olan
şeyi yapan da günahkâr olur. Sünnet-i müekkede
de vacib gi-bidir.
Zeylaî'de, atların hürmeti bahsinde şöyle denilmektedir: «Harama yakın
olan bir şey, mahzurla bağlı
olan şeydir,
ateşle cezalandırmayı ge-rektiren şey
değildir. Belki sünneti müekkedenin
terki gibi
itabı
gerekti-rir. Çünkü sünneti müekkedeyi
terketmekte ateşle eziyet
etmek yoktur. Şu kadarı var
ki, sünneti
müekkedeyi terketmek, Nebiyi muhtarın
şefaatından mahrum kalmayı icabettirir.
Zira
Rasulullah (s.a.v.),
«Benim sün-netimi terkeden, şefaatıma nail olamaz.» buyurmuştur. Öyleyse
sünneti müekkedeyi
terketmek haram değil, harama yakındır.»
Gıda için
yemek yemek susuzluğu gidermek için su
içmek, velev ki haram, ölmüş bir hayvanın eti
veya bir diğerinin malı olsun ona zamin de
olsa, farzdır. Onu yemekle, hadisin
hükmüne göre sevap
da kazanır. Şu kadarı var ki, insan nefsinden ölüm tehlikesini
atlatacak kadar yemek farzdır. Ve
ondan dolayı
sevap da kazanır. Nefsini helakten
kurtaracak kadar yemek ise, ayakta namaz kılacak
ve oruç
tutacak kadar vücudu sağlam tutacak
kadar yemektir.
Bu ifadeden
vücudu farzı kılamayacak kadar
zayıflatacak miktarda yemeği azaltmanın caiz
olduğu
anlaşılır fakat o kadar az yemek caiz değildir. Nitekim
Mülteka ve diğer muteber kitaplarda da
böyledir.
Ben derim ki: Mübteğa'da şöyle denilmektedir: «İnsanı helakten kurtaracak ve ayakta namaz kılma
gücünü
kazandıracak kadar yemek
yeme farzdır.» Uyanık ol.
Kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar
yemek de mubahtır. Doy-manın üstünde fazla yemek ise
haramdır.
Hâniye'de bu fazla yemek ha-ram yerine kerahetle ifade edilmiştir. Midesini
galib zannına
göre bo-zacak
kadar çok yemek haramdır. İçmek de
böyledir. Kuhistani.
Ancak orucunu sabahleyin
kuvvetlendirme kastı ile
fazla yemesi ve-ya kendisiyle oturmuş
olan
misafiri
utanmasın diye veya bunlara benzer sebeblerle çok yemesi haram değildir.
İbadet
yapmaktan zayıf düşünceye kadar yemeği azaltmak
caiz de-ğildir. Ama çeşitli meyve türlerini
yemesinde bir beis yoktur. Ama bunu terketmek daha
efdaldir. Birkaç türlü yemek yapmak israftır.
İhtiyaçtan fazla yemeği sofraya koymak da israftır.
Sünnet üzere yemek yemenin adabı şudur:
Evvelinde besmele çekmek, sonunda hamdetmek. Yemek-ten evvel ve sonra elleri yıkamak. El
yıkamada, yemekten
evvel genç-lere, yemekten sonra ise yaşlılara
öncelik verilmelidir. Mülteka.
İZAH
Haniye ve Tuhfe'de de başlık aynen
böyle konulmuştur. Camiü's-Sağîr ve Hidâye'de ise, bu kitaba
«kerahet ve
mubahlar kitabı» denilmiş-tir. Mebsut ve Zâhire'de ise, bu başlık yerine «İstihsân
kitabı» denilmiştir.-
Çünkü bu kitabın meseleleri muhtelif
cinslerdendir. Onun için bu isim (istihsan)
verilmiştir.
Zira genel olarak meselelerinde
kerahet, hazr, ibaha ve
istihsan bulunmaktadır.
Nihâye'de olduğu gibi. Bazı alimler debu kitaba Zühd ve vera kitabı demişlerdir. Çünkü bu kitapta
şeriatın mutlak
bıraktığı birçok meseleler
vardır. Zühd ile vera ise, o mutlak
bırakılan meseleleri
terketmektir.
Talibetü't-Talebe'den naklen
Ebussuud'da şöyle denilmektedir: «İstihsan, güzel meselelerin
çıkarılmasıdır. Bu hususta söylenilenin en uy-gunu
da budur. Ama fıkhı meselelerin
cevabında
zikredilen kıyas
ve istihsan ise, onların beyanları
fıkıh usulündedir.»
«Münasebeti
zahirdir ilh...» Hidâye
şerhlerinde de olduğu gibi bu münasebet şudur: Udhiye ve bu
kitapta
bulunan bütün meseleler bir asıl ve fer'den hali değillerdir ki, onda kerahet de varid olur.
Musannifin
Hazr ve ibaha kitabı demesi üzerine de, onda hazr ve ibahat vaki olur denilir. Ne zaman
ki udhiye ile
udhiyeden evvel ki kitabın münasebeti
zikredildi, o zaman bilindi ki udhiye yerinde vaki
olmuştur. O
zaman ar-tık bu münasebetin şu kitabın udhiyenin peşine zikredilmesinin vechini ifade
etmiyor diye
itiraz edilmesin. Bu kitabın bütün kitaplarla münasebe-ti vardır denilerek de
itiraz
edilmesin.
«Hazr lügatta
men ve hapsetmek manasınadır ilh...» Kur'ân'da, «Rabbinin ihsanı
mahzur değildir.»
(İsrâ : 20) buyurulmuştur.
Yani Rab-binin rızkı ne sevap
kazanandan, ne de günah kazanandan
hapsedil-miş değildir.
Cevhere.
İbâha ise ıtlak etmek, serbest bırakmak anlamınadır.. Zeylaî.
«Mahzur,
mubahın zıddıdır ilh...» el-Mahzur kelimesi başındaki
«el» and içindir. Yani bizim fikir ve
tarif
ettiğimiz şer'î mahzur, mubahın
zıd-dıdır. İşte bu mubah için başka bir zıddın bulunmasına
münafi
değildir. Ki bu da vaçibtir. Çünkü
musannifin burada muradı, onun
karşılığında elan mubahı
tarif etmek
değildir. Çünkü onun tarifi, bilindiği
gibi yu-karıda geçti. İşte
bu izahla musannifin
burada hazrı
tarif etmesi eammi ile tarif etmek demek değildir. Çünkü
hazır haram ve mekruha nasıl
de-nilirse,
vacibe de denilir. O zaman, kafi delille men edildiği sabit
olan şey diye tarif etsek, hazrı
yine has
tarifiyle tarif etmiş olmayız. Belki hazrın has
tarifi şudur: Şer'an kullanılması men edilen
şey. Çünkü böy-le olursa, bu tarif zannî delil ile
kaçınılması sabit olan şeyi de içine alır.
«Yapılması ve
terkedilmesi caiz olan şeydir ilh...» Minâh'ta da böyle
tarif edilmiştir. Cevhere'de olan
ifade de
şöyledir: «Mükellefin yapmakla yapmamak arasında muhayyer olduğu şeydir.»
«Mubahtan az
da olsa bir hesap verir ilh...» Bu da bir azabtır de-nilmesin. Çünkü şöyle bir şey
varid
olmuştur ki,
kim hesabta münakaşa ederse
azab görür. Çünkü münakaşa, hesapta ziyade
araştırmaya
vesile olur. Kamus'ta olduğu gibi.
«Her mekruh ilh...» Kerahet razı olmamaktır.
Mutezileye göre kera-het irade edilmeyendir. O zaman
Mutarrızî'nin
kerahet kelimesini Muğrib'te irade edilmeyen
olarak tarif etmesi, mutezileye
meyletmektir. Ni-tekim Ebussuud da böyle ifade etmiştir. ,
«Yani tahrimen
mekruh olan ilh...» Kerahet, mutlak zikredildiği za-man ondan
ancak tahrimi kerahet
kasdedilir. Şeriatta olduğu gibi. Hazr ve ibahat babında olan kerahet tahrimi kerahattir. Bîri.
«Haramdır ilh...»
Musannif bu kavliyle irade ediyor ki, o haramdır. Hidâye'de şöyle
denilmektedir.
«Ancak, kesin
bir nas bulunmayınca, ona haram lafzı ıtlak
olunmaz.» Bir has bulununca, o zaman
haram veya he-lâldir diye kesin olarak söylenir. Eğer helâlliği hakkında bir nas bulun-mayan şey
hakkında «beis yoktur» denilir, hahamlığı hakkında bir nas bulunmayana da «mekruhtur» denilir.
İtkanî.
«Haram gibidir
ilh...» Kuhistanî de böyle
demiştir. Bu şunu iktiza eder ki, o şey hakikaten İmam
Muhammed'e
göre de haram değildir. Ateşle
azab göreceği için o cihetle harama benzemektedir.
Herne ka-dar
onun azabı kat'ı" haram olan birşeyin azabından az da olsa. Bu da İmam Muhammed
ile İmameyn
arasındaki zikredilen ihtilafın mukteza-sının aksinedir. Bir de, imameynin kavlinin daha
sahih olmasının aksi-nedir. Evet öyledir ama, o, İbnü'l-Hümam'm Tahriku'l-Usul isimli eserin-de
tahkik
ettiğine muvafıktır. Tahkik ettiği
şöyledir ki; «Muhammed'in «haramdır»
sözünde bir çeşit
mecaz vardır.
Çünkü ikabı istihkak etmek-te haram ile tahrimen mekruh olan
ortaktırlar. İmameynin
kavli ise,
ha-kikat üzerinedir. Çünkü kati olarak bilinmektedir ki İmam
Muhammed vacib mekruh
olanı inkâr edenin küfrüne hükmetmez. Nasıl ki,
farz ve ha-ramı inkâr edeni tekfir
etmişse. O zaman
İmam Muhammed
ile mana iti-bariyle imameynin arasında
zannedildiği gibi bir ihtilaf yoktur.»
Bunun
Tahrikü'l-Usul'ün sarihi İbni Emir-i
Hac Muhammed'in Meb-sutta zikrettiği ile teyid
etmektedir. Zikredilen
kelâm şudur: «Ebû Yusuf,
Ebu Hânife'ye, «Sen birşeye mekruhtur dediğin
zaman senin reyin
ne-dir?» diye sorunca, Ebu Hânife, «Haramdır»
demiştir.»
Yine
Mebsut'ta, Muhammed'in, «Ebu Hânife de
mekruhu inkâr eden kimseyi tekfir etmemiştir.» kavli
gelecektir. Bunun üzerine aralarındaki ihtilaf sırf bu
mekruha haram demenin sahih olup olmadığı
üzerinedir. Bu
husustaki kelâmın tamamı yakında gelecektir.
«Helâla daha yakındır ilh...» Yani onun faili asla ikab görmez. Şu kadarı var ki,
onu terkeden kimse
de az bir sevap kazanabilir.
Telvîh.
Bunun zahiri
şudur ki. helâl değildir. Helâl olmamaktan haram olması veya tahrimen mekruh olması
da lazım gelmez. Çünkü Minah'ta da ol-duğu gibi. tenzihen mekruh olan bir şeyin mercii, onun
terkinin evlâ
olmasıdır. Kuhistanî Minah'ta
Cevahir'den naklen olduğu gibi, iki kera-het arasındaki
fasıl
şöyledir: Eğer birşeyde asıl haram ise, umumi
ibtiladan dolayı o haramlık ondan düşmüşse,
onu yemek veya
içmek tenzi-hen mekruhtur. Kedinin artığı gibi. Yok eğer haramlık düşmemişse, o
za-man
haramdır. Eşek eti gibi. Eğer onda asıl ibaha ise, sonra
onu ibaha-dan çıkaracak birşey arız
olmuşsa bakılır: Eğer
galib zanna göre haram edecek şey bulunursa, tahrimen mekruhtur. Necaset
yiyen bir sığırın artığı gibi. Yok eğer haram
edecek birşey bulunmuyorsa, o zaman o tenzihen
mekruhtur.
Yırtıcı kuşların artığı gibi.
«Bid'at ve
şüphe de bunun mislidir ilh...»
Kuhistanî'nin kelâmı şunu ifade etmektedir: Bid'at
kelimesi İmam Muhammed'e göre mekruhun eşanlamlısıdır. Şüphe de imameyne göre mekruhun
eşanlamlısıdır.
«Harama nisbet edilmesi ilh...» Yani sabit olma
itibariyle. Musanni-fin, vacibin sabit olduğu şeyle
sabit olur
sözü bu nisbeti beyan etmek-tedir. Şu kadarı var ki, musannifin
bunu zanni sübut üzerine
ihtisar
et-mesinde ki ibaresinde kusur vardır. Bunun beyanı şöyledir: Semi
deliller dörttür. Birincisi,
hem sübutu,
hem delâleti kafi olan Kur'an'ın müfesser ve muhkem nasları ve mefhumu kati olan
mütevatir
sünnetin nasları gi-bi. İkincisi,
sübutu kafi, delâleti zannî olan, tevil olunan ayetler gibi.
Üçüncüsü ise, bunun aksi, yani sübutu zannî, delâleti kafi, bu da mef-humları kafi olan ahadi
haberler gibi.
Dördüncüsü, hem sübutu, hem de delâleti zannî olandır. Bu da mefhumu zannî
olan
ahadî haberler gibidir.
Birincisi ile farz ve haram sabit olur. İkinci ve üçüncü ile, vacib ile tahrimi kerahet, dördüncüsü ile
de sünnet ve
müstahab olan sabit olur.
«Zeylaî'de
ilh...» Sarihin bu kavli, musannifin,
«mekruh olan şeyi yapan günahkâr olur» kavlinin
anlamını açıklamak
içindir. Zeylaî'de olan, Telvih'te olan ifadeye muvafıktır. Zira Telvih
sahibi şöyle
demiştir: «Ha-rama yakın olmanın manâsı şudur: Yani ona ateşle azab etmenin dışın-da
bir mahzur
taalluk eder. Sünneti müekkedeyi terketmek de hürmete (harama) yakındır. Bunun
terkeden de
Peygamberin
şefaatından mahrum kalır.»
Telvih'in
ibaresi şunu iktiza eder: Müekked sünneti terketmek, tah-rimen mekruhtur.
Çünkü o
harama
yakındır. Burada müekked sünetten
murad, cemaatla namaz kılmak,
ezan ve kamet gibi
Hûda
sünnetleridir. Çünkü bunları terketmek, sapıklıktır
ve kınanır. Tahrir'de olduğu gibi.
Bu-rada
terkten maksat, özürsüz olarak terketmek ve terkte ısrar
etmektir. İşte bundan ötürü de cemaatı terk
üzerine icma edenler ile savaşılır. Çünkü cemaatta
namaz kılmak veya sünen-i Hûda dinin
alametlerindendir. Onun terkinde ısrar etmek,
dini hafife almaktır. O zaman
onun terki üzerine
onlarla
savaşılın. Bunu Mebsut zikretmiştir. İşte
bundan dolayı denilir ki, onların cemaatı
terki
üzerine
savaşmak onun vacib olduğuna delâlet
etmez. Bu bahsin tornamı Tahrir şerhindedir.
Sonra burada
zikredilen «Ateşle azab görmez ama bir mahzuru is-tihkak eder» kavli,
anifen sarihin
takdim
ettiğine muhaliftir. İbnü'l-Hümam da
Tahir'de, tahrimen mekruh olanı işleyen kimsenin
ateşle ikabı istihkak edeceğini kesinlikle söylemiştir.
Ancak şu kadarı var ki, sarihin
yukarıda
takdim ettiği,
Muhammed'in kavline has olduğu
söylenebilir. Çünkü mekruh İmam
Muhammed'e
göre
haramdandır. Burada olan ise, imameynin «harama daha yakındır» kavli
üzerine hamledilir. O
zaman bu ifade
eder 'ki. İmam Muhammed'le imameyn arasındaki ihtilaf lafzi değildir. Bu da bizim
Tahrir'den naklen
takdim ettiğimizin aksinedir. Bun-dan dolayı Ebussuud, Makdisî'den şunu
nakletmiştir: «Hilafın aslı şudur: Muhammed,
mekruhu haram saymıştır. Çünkü onun
helâlliğine
kesin bir nas yoktur. İmameyn ise onu helâl
kılmışlardır. Çünkü eşyada asıl olan helâl olmaktır.
Hem de
hürmetine dair kesin birşey
de yoktur.»
Kerahet helâlliğe münafi değildir. Nihâye'nin hulu
bahsinden Kuhistânî şöyle birşey nakletmektedir:
«Her mubah helâldir. Ama bunun aksi değildir.
Meselâ, Cuma günü ezan zamanı alış-veriş helâldir
ama mubah
değildir. Çünkü mekruhtur.»
Telvih'te şöyle denilmektedir: «Terki evlâ olan
herhangi bir fiil, ke-sin bir delil ile men
edilmekle
haram olur.
Ama terki evlâ olan bir şey zannî delil ile men
edilirse, tahrimen mekruh olur. Ama
hiç
men
bulunmazsa, o zaman tenzihen mekruh olur. İşte bu taksim, Muhammed'in gö-rüşüne göredir.
İmameynin
görüşüne göre, terki evlâ olan bir fiil,
men ile birlikte haram olur. Men olmadan ise,
tenzihen
mekruhtur. Eğer helale daha yakın
ise. Eğer harama daha yakın ise, o zaman tahrimen
mekruhtur.»
Bu ifade
etmektedir ki, terki evlâ olan şeyin yapılmasını men etmek
İmam Muhammed'e göredir.
İmameyne göre
değil. İşte bununla İmamey-nin görüşü üzerine, mekruhun müekked sünnet ile
şefaattan
mahrum ol-makta eşittirler. Allah
daha iyisini bilir ama buradaki şefaattan murad,
derecelerin yükselmesidir veya
ateşe girmemektir. Yoksa ateşten yıkmak veya muvakkat bir şekilde
mahrum olmak değil.
Veya istihkak et-tiği birşeyden
şefaatla kurtulmaktır. O zaman şefaatin
vukuuna münafi
değildir. İşte bununla suç kebireyi
işleyenen üzerine değildir diye itiraz
edilemeyeceği
anlaşılmış olur. Hazreti Peygamber «Benim şefaatim üm-metimden kebairi işleyenler
içindir.» Nitekim
Hasan Celebi Telvîh Haşiyesi'nde bunu zikretmiştir.
Bunun tamamı bizim Menâr
üzerindeki haşiyelerimizdendir.
«Gıda için yemek
ilh...» Setri avret, soğuk ve sıcaktan koruyacak kadar elbise giymek de farzdır.
Şurunbulâliye.
«Velev ki
haram ilh...» Adam susuzluk yüzünden ölmekten korksa, onun yanında da şarap olsa,
eğer şarabın susuzluğunu gidereceğini bil-se, susuzluğunu giderecek kadar
içebilir. Bezzâziye.
Böyle susuz kalan bir kimsenin yanında
idrar ve şarap olsa, o za-man şarap
idrara takdim edilir
Tatarhâniye.
Bu husustaki kelâmın ta-mamı ileride gelecektir.
«Ona zamin de olsa ilh...» Zira mecbur
kalındığında birşeyin mu-bah oluşu, o şeyin saminiyetine
aykırı olmaz.
Bezzâziye'de
şöyle denilir: «Adam açlıktan öleceğinden korksa, ar-kadaşının
yanında da bir yiyecek
olsa, bu
ölümden kurtulacak kadar kıymetiyle arkadaşından alır. Susuzluğunu giderecek kadar
fazlasıyla
değil, kıymetiyle su da alabilir. Eğer arkadaşı imtina ederek vermese, silahsız olarak
onunla
çarpışır. Eğer arkadaşının da açlık veya susuzluktan öle-ceğinden
korkarsa, o zaman
bir
kısmını ona bırakır.
Bir adam diğerine, elimi kes ye,
dese, helâl olmaz. Çünkü insan eti mecbur
kalındığında
da mubah olmaz. Çünkü insan şereflidir.»
«Ondan dolayı
sevap da kazanır ilh...» İhtiyâr'dan naklen Şurunbulâliye'de şöyle
denilmiştir:
«Rasulullah (s.a.v.), «Şüphesiz Allahu Teâlâ insanların
her
yaptığı şeyin karşılığında ecir
verir.
Hatta kulun
ağzına gö-türeceği lokmanın dahi sevabını verir.» buyurmuştur. Eğer ölene
kadar yeme
ve içmeyi terkederek ölse, asi olmuş olur.
Çünkü yemeği terketmekte nefsi tehlikeye atmak vardır.
Hem de muhkem
ayette
nefsi tehli-keye atmak nehyedilmiştir.»
Ama bunun
aksine, hasta bir adam tedaviden kaçınmış olduğu için ölse, günahkâr olmaz. Çünkü
onun tedavi
ile şifa bulacağı yakın değil-dir. Nitekim Mülteka şerhinde de böyledir.
«Bu ifade
ediyor ki ilh...» Yani, «bundan dolayı sevab da kazanır» sözü ifade ediyor. Çünkü bunun
zahiri, o kadar yemek
mendubtur. Mendub oluşu da Mülteka'nın
metninde tasrih edilmiştir. O
zaman yemeği
terketmenin caiz olduğunu ifade eder.
«Nitekim
Mülteka ilh...» Mülteka'da olanı musannif yakında zikredecektir. Zira Mülteka sahibi
ibadetlerin edasından
zayıflatacak kadar ye-meği azaltarak
riyazet yapmak caiz
değildir demiştir.
«Ben derim ki ilh...» Bu kavil, sarihin «caiz değildir»
sözünü teyid etmektedir.
«Uyanık ol ilh...» Sarihin bu sözü,
musannifi muaheze etmeye işaret ettiği
gibi, Mülteka'da
zikredileni de muaheze etmektedir.
«Mubahtır
ilh...» Yani ne sevap, ne de günah
vardır. Ancak, eğer yediği
helâlden olursa, bunun az
bir hesabını
verir. Zira hadiste Rasulullah, «İnsan herşeyden görür, ancak üç şeyden hesap
görmez. Avre-tini örtecek bir parça bez, açlığını giderecek kadar bir parça ekmek,
onu yazın
sıcaktan, kışın soğuktan koruyacak bir ev.» buyurmuştur.
Yine şöyle hadis de gelmiştir:
«İnsanoğlunun
sulbünü kuvvetlendirecek lokmalar-dan
da hesap sorulacaktır. Ancak
nefsini
kurtaracak kadar yemesinden sorulmayacaktır.» Dürrü
Münteka.
«Doyuncaya kadar ilh...» Doymak, yani vücudunu gıdalandırmak ve bedenini
kuvvetlendirecek
kadar. Kuhistanî.
«Haramdır ilh...»
Çünkü malı zayetmek
ve nefsi hasta etmektir. Şöy-le bir
hadis de gelmiştir:
«İnsanoğlunun
doldurduğu kapların en şerri
doldurduğu midesidir.» Eğer karnı doldurmak lazım
ise, üçte birini ye-meğe, üçte birini suya ve üçte birini de nefes almaya. Azab
bakımından en uzun
azab görecekler, en çok
karnını doyuranlardır. Dürrü Münteka.
BİR TETİMME :
Tebyînü'l-Mehârim'de, şöyle denilmektedir: «Âlim terden bazısı tarafından diğer iki
mertebe de eklenmiştir. Bunlardan bi-risi mendub olan yemektir. Mendub olan yemek ise, insanı
nafile
namaz-lara, ilim öğrenmeye
ve ilim öğretmeye yardımcı olan
yemektir. Diğeri de mekruh olan
yemektir. Bu
da, doyduktan sonra ondan bir zarar
görmeyecek kadar fazla yemektir. Abidin rütbesi
mendub olan
yemekte mu-bah olan yemek arasında muhayyer
kalmaktır. Ve, yediği zaman yediği
ile ibadete kuvvetlenmeyi
murad ederse, o zaman itaat etmiş olur. O yemesiyle de lezzet ve nimet
almayı murad
etmemelidir. Zira Cenab-ı Allah kâfirleri faydalanmak ve nimetlenmek için
yediklerinden
onları zemmetmişitr. Şöyle
ki Cenab-ı Allah, «Kâfirler ise
zevklenirler, hayvanların
yediği gibi
yerler, yerleri ateştir.» (Muhammed : 12) buyurmuştur.
Rasulullah da, «Müslüman bir
barsakla, fakat kâfir yedi barsakla yer.» buyurmaktadır. Bu hadisi
Şeyheyn ve diğer kitaplar rivayet
etmişlerdir.
Bu-rada yedi rakamı mübalağa içindir. Bazı alimler tarafından da,
Resulullah bunun
mümin için bir
darb-ı mesel olarak zikretmiştir, yani mümin
dün-yadan züht eder, kâfir ise dünyaya
haristir. Öyleyse
mümin yemeği ha-yatını devam ettirmek ve ibadetlerini
yapabilmek için yer. Kâfir
de hırs, şehvet ve
lezzeti taleb için yer. O zaman az da
olsa mümin doyar, fakat kâfiri çok da olsa
doyurmaz.»
«Hâniye'de
kerahetle ifade edilmiştir ilh...» Umulur ki, evceh olan birinci görüş, yani haram
ifadesidir.
Çünkü israftır. Ki Allahu Teâlâ da «İsraf etmeyin» buyurmuştur.
Allahu Teâeâ'nın bu
kavlinin
sübutu da, delâleti de kafidir.
Düşünülsün.
«Çok yemek
ilh...» Bunu Kuhistanî, Kermanî'nin
eşribe bahsine isnad etmiştir. T. de diyor ki, «Sarih
bununla ifade
ediyor ki, burada doy-maktan murad, şer'i doymaktan fazla olan değildir. Çünkü şer'i
doymak, midenin üçte birini doldurmaktır.
Buradaki doymaktan murad, mideyi ifsad kadar
yemektir.»
«Ancak orucunu sabahleyin kuvvetlendirme
kastı ile ilh...» Zahir şudur ki, buradaki istisna, sarihin
de tevilde
zikrettiğine binâen müntakidir. Zira eğer midesinin ifsad edilmesi zannına
galib olursa,
artık
mi-desini bozacak kadar ramazan için yemesi nasıl caiz
olur? Bununla be-raber
hastalanmaktan korkmuş olsa bile onun iftar etmesi
mubahtır. An-cak şöyle denilebilir: İfsattan
murad. çok zarar vermeyi
ziyadeleştirmeyen bir ifsattır. Zikredilen, bazı müteahhirin alimlerinin
istisnasıdır. Ni-tekim Tatarhâniye de böyle ifade etmiştir.
«Misafiri
utanmasın diye ilh...» Yani ihtiyacı kadar
yedikten sonra gelen misafirin utanmaması için
yemesi de haram değildir. Kuhistanî.
«Ve bunlara benzer ilh...» Mesela adam,
ihtiyacından fazla olarak istifra
etmek için yerse, Hasan
diyor ki, bunda bir beis yoktur. Hasan di-yor
ki, «Ben Enes bin Malik'i gördüm ki, çok çeşitli
yemeklerden ve çok
yerdi. Sonra da onu istifra
ederdi. Bu istifra etmesi de ona menfaat verirdi.»
Haniye.
«İbadet
yapmaktan ilh...» Yani farz olan
ibadeti ayakta kılmaktan zayıflayacak kadar yemeği
azaltmak caiz değildir. Ama eğer onu zayıf-latmayacak bir vecihle yemeği azaltırsa
o zaman o
mubahtır.
Dürrü Münteka.
«Terketmek daha efdaldir ilh...» Ki derecesi noksanlaşmaya ve bir de «İnkâr edenler ateşe
sunuldukları
gün, (kendilerine denir ki): «Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayettiniz.
bunlarla sefa sürdünüz, tü-kettiniz.» (Ahkâf: 20}
âyetinin hükmüne girmeyeler. Hasenatı çoğaltmak
için yemeğin
fazlasını tasadduk etmek efdaldir. Dürrü Münteka.
«Birkaç türlü
yemek yapmak israftır ilh...» Ancak, ibadetin kuvveti için veya peşpeşe
ziyafet vermesi
halinde israf değildir. Kuhistânî.
«Sünnet üzere
ilh...» Eğer besmeleyi yemeğe başlarken unutursa, aklına geldiğinde yemeğin başı
ve sonuna
bismillah desin. İhtiyar.
Bismillah denildiği
zaman sesini yükselt ki seninle beraber bulunan-lara da telkinatta bulunmuş
olasın. Ama
sonunda hamd getirirken onu yüksek sesle
getirme. Ancak, arkadaşları
yemeklerini
bitirmişlerse, o za-man yüksek sesle elhamdülillah denilebilir. Tatarhâniye.
Besmele, ancak yemek helâl olursa çekilir.
Ama sonundaki hamd. ister helâl olsun, ister hararn,
yapılır. Kınye,
T.
«Yemekten
evvel ve sonra elleri yıkamak ilh...» Yemekten evvel
el-leri yıkamak fakirliği yok
eder.
Mendille eli silinmez. Yemekten sonra yıkamak da kınanmayı nefyeder.
Ama yemekten sonra
yıkanmada
ye-meğin eserinin elden gitmesi için eller
kurulanır. El yıkamanın yemenin bereketi
olduğu söylenmiştir. Un yemekle de el yıkamada
bir beis yok-tur. Yemek için ağızı
yıkamak da elleri
yıkamak gibi sünnet midir? El-Cevap: Sünnet değildir. Şu kadarı var ki cünüp adamın ağzını
yıkamadan yemek
yemesi mekruhtur. Ama hayızlı kadın
bunun aksinedir, Dürrü Münteka. Bunun
misli Tatarhâniye'de de mevcuttur.
«Yemekten
evvel gençlere ilh...» Çünkü onlar
ihtiyarlardan çok yerler, ihtiyarlar
ise daha az yerler.
Dürrü Münteka.
«Yemekten
sonra ise yaşlılara ilh...» Zira Rasulullah, «Bizim yaşlı-larımıza saygı göstermeyen
bizden
değildir.» buyurmuştur. İşte bu da saygıdır. T.
BİR TETİMME -.
Tuzluk veya tabağı ekmek üzerine koymak mekruh-tur. Eli veya
bıçağı ekmekle
silmek de mekruhtur. Ekmeği sofraya bağlamak da mekruhtur.
Muhtar kavle göre, bir yere
yaslanarak veya
baş açık olarak yemek yemekte de beis yoktur. Ekmeğin ortasını
yemek ve
kena-rını bırakmak
veya kabaran yerlerini yemek diğer yerlerini bırakmak is-raftır. Ancak geri
kalanını yiyen olursa o zaman beis yoktur. Nasıl Ek-meğin içinden birisini tercih
etse, mekruh
değildir. Ekmek hazır olunca katığı beklememek, ekmeğe hürmet etmektir. Elinden yere düşen
lokma-yı yerde bırakmak da israftır.
Layık olan onunla yemeğe başlamaktır. Yemeğin ortasından yeme-mek,
kenarından yemek
sünnettir. Aynı yerden
yemek de sünnettir. Çün-kü hepsi bir yemektir. Ama bunun aksine bir
tabakta birkaç çeşit meyve
olsa, o zaman o meyvelerden dilediğini, dilediği yerden yer.
Çünkü o
birkaç
türlüdür. Buraya kadar saydıklarımızın hepsi ile asar varid
olmuş-tur. Sofraya otururken, sol
bacağı
yatırmak, sağı dikmek de sünnettir. Yemeği sıcak yememek ye koklamamak da
sünnettendir.
İkinci imamdan yemeği üflemede kerahet olmadığı, ancak, sesli bir şekilde üflemenin
mekruh olduğu
rivayet edilmiştir. Yemek zamanında susmak mekruhtur. Çünkü yahudilere
benzemektir.
Yemekte maruf ile konuşulur. Peygamber aleyhisselatü vesselam,
«Kim bir çanaktan
yemek yer ve
sonra o çanağı İyice temizlerse, çanak
ona, «Allah seni ateşten azad
etsin, çünkü sen
beni şeytandan
azad ettin» der.» buyurmuştur. Ahmed'in
rivayetinde «ça-nak ona istiğfar eder»
denilmiştir.
Yemeğe tuzla başlamak ve tuzla bitir-mek de sünnettendir. Hatta onda yetmiş derde şifa
vardır.
Yemekten sonra eli silmeden önce ve kâseyi yalamak da sünnettendir.
Bu bahsin tamamı
Dürrü Münteka,
Bezzâziye ve diğer kitaplardadır.
METİN
Ehli kısrak eşeğin
eti mekruhtur. Malik buna
muhalefet etmiştir. O eşeğin sütü ve insan pisliği yiyen
bir hayvanın sütü de mekruhtur. Kıs-rağın sütü ve devenin sidiği de mekruhtur. İmam Yusuf, tedavi
için kıs-rak sütü ve deve sidiğini içmeye icazet
vermiştir. İnsan pisliği yiyen
hay-van ile kısrağın
etini yemek
mekruhtur. Ancak pislik yiyen
hayvan, etinden o pis koku gidinceye kadar hapsedilir,
koku gittikten
sonra yenilir. Bu temizlenme
müddeti şöyle takdir edilmiştir: Ezher
kavle göre, tavuk
üç gün, koyun-keçi dört gün, deve ve sığır on gün
hapsedilir. Eğer bir hayvan, hem necaset, hem
de temiz yiyecekler
yese ve eti de kokmasa, o zaman
onun eti helâldir. Domuz sütü ile beslenen
bir
buzağının
etinin helâl olması gibi. Çünkü onun eti bozulmaz. Onun gıdalandığı şey de müstehlik
olmuştur.
Eti yenilen bir hayvan şarap içse, aynı
saatte kesilse, onun etini ye-mek
helâldir ama mekruhtur.
Zeylai, Vehbaniye Şerhi'nin av bahsi.
Hem erkek, hem de kadın için altın ve gümüş kaptan yemek ye-mek, su içmek ve yağ
sürünmek ve
kokulanmak mekruhtur. Zira hadis mutlaktır. Gümüş ve
altın kaşıkla yemek veya altın ve
gümüş
mille sürme çekmek
ve kullanmakta buna benzer sürme konulacak
altın veya gömüş kabın, altın ve
gümüş
çerçeveli ayna, altın ve gümüşten yapılan
alem ve hokkayı kullanmak da
mekruhtur. Yani
halkın örfüne
göre kullanılmak üzere yapıldığı işte kullanılması mekruhtur. Yoksa, mekruh değildir.
Hat-ta bir
adam yemeği altın bir kaptan başka bir
yere aktararak orada ye-se veya suyu
veya yağı
altın kaptan
evvela başına değil, eline dökmesi, eliyle başına sürmesi halinde bir beis yoktur.
Mücteba ve
diğerleri. Bu da Dürer'de tahrir edilenin ta kendisidir. Hıfzedilsin.
Kuhistanî ve
diğer birisi şunu istisna etmiştir: Savaşta altın ve gü-müşten yapılmış miğfer, zırh,
kolçak kullanılması mekruh değildir. Şim-diye kadar sayılan kerahetler
bedene ait olanlardır. Ama
bedenin
gayrısında sırf süs için altın ve
gümüşten kap, veya bir sedir yapmış
olsa, üzerine de ipek
sermiş olsa, onda beis yoktur. Belki selef bunu
yapmış-tır. Hülâsa. Hatta Ebû
Hânife, yüzü ipek olan
yastığa
yaslanmayı, üze-rinde yatmayı mubah kabul etmiştir. Nitekim ileride
gelecektir.
Bakır ve
tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur. Ama efdal olan, kabın toprak
olmasıdır. Peygamber
aleyhisselâtı vesselam, «Kim kaplarını topraktan yaparsa, onun evini
melekler ziyaret
eder.» buyurmuştur. İhtiyar.
Bakır, çam, billur ve akikten yapılan mezkûr şeyler
mekruh değil-dir. Şafiî buna akikte muhalefet
etmiştir.
Gümüşle süslenmiş bir kaptan su içmek, gümüşle süslenmiş eğere binmek, gümüşle
süslenmiş bir kol-tuğa oturmak helâldir. Şu kadarı var ki, gümüşle süslenmiş
bir su ka-bından su
içildiği zaman, ağzı gümüşe temas ettirmekten kaçınmalıdır. Bazı alimler tarafından eğere
binileceği zaman veya
eline böyle bir nes-ne aldığı zaman
yine gümüşle yere temas etmekten
kaçınmasının şart olduğu söylenmiştir.
Gümüş veya altınla çemberlenmiş bir kaptan
yemek, içmek mekruh değildir. Altın veya
gümüşle
çemberlenmiş bir sandalye, gümüş veya altınla çerçevelenmiş bir ayna veya
gümüş veya altınla
yazılmış bir mushafta mekruh değildir. Nasıl ki, kılıç veya
bıçak gümüşten veya altın-dan yapılmış
olsa, veya onların kabzasında altın veya gümüş olsa, ve-ya atın gemi veya üzengisi altın veya
gümüşten olsa,
elini altın veya gümüş üzerine koymazsa mekruh değildir.
Bir kumaşın altın veya
gümüşle süslenmesi de mekruh değildir.
Müctebâ'da
şöyle denilmektedir: «Gümüşle süslenmiş bir bıçak, hokka ve üzenginin
kullanılmasında beis yoktur.»
İkinci imamdan, bu sayılanların hepsinin mekruh olduğu rivayet edil-miştir. Bu hususta
imamlar
arasındaki ihtilaf gümüşle süslenmiş herhan-gi birşeyin
kulanılmasındadır. Ama gümüş veya
altın
yaldızlamaya
ge-lince, ulemanın icmaı ile bunun kullanılmasında beis yoktur. Burada gem ile
üzengi ve
diğerleri arasında fark yoktur. Çünkü,
yaldız helak olur. Onun rengine itibar
edilmez. Aynî
ve diğer
kitaplar.
Kâfirin velev
mecusî de olmuş olsa, «ben şu eti kitabi bir kimseden aldım» demesi kabul edilir ve o
et helâldir. «Ben onu bir mecusîden al-dım» demesi de kabul
edilir ve o zaman et haram olur. Bir
kimsenin
ha-beri ile de o reddolunmaz. Bu meselenin asıl kaidesi şudur: Kâfirin ha-beri fukahanın
icmaı ile diyanetle
ilgili meselelerde değil, muamelâtla
ilgili meselelerde makbuldür. İşte
Kenz'in
«Kâfirin helâl
veya haram hususundaki
sözü makbuldür» sözü bunun üzerine
hamledilir. Yani
mua-melat
hususundaki sözü makbuldür şeklinde anlaşılmalıdır. .Yoksa
Zey-laî'nin zannettiği gibi
mutlak helâl ve haramda sözü kabul edilir anla-mında değildir.
Kölenin -velev
cariye olsun- ve çocuğun sözü de
kabul edilir, he-diyede. Burada da
ister o çocuk
veya köle efendi
veya velilerinin baş-kasına veya
kendilerine hediye ettiğini haber
versinler, hiç
farketmez.
Yine çocuğun veya kölenin izinle haber verme sözü de makbuldür.
İş-te bu izin ister
ticaretle izin
olsun, ister binaya
giriş izni olsun. Bunu Sirac şöyle
kayıtlamıştır: «Eğer zannı galibe
göre onlar
doğru söylüyorlarsa». O zaman bir çocuk sabun veya benzeri
birşey almak istese, ona
satılmasında beis yoktur. Ama Üzüm ve helva gibi şeylerde
layık olan satmamaktır. Çünkü zahir
onun yalanıdır. Bu bahsin tamamı Sirac'tadır.
Kâfirin, fasıkın ve kölenin muamelâttaki sözü
makbuldür.
Çünkü bu çok vaki olmaktadır. Meselâ bir köle, kâfir veya fasık, «ben şu şeyin satışında
falan kimsenin vekiliyim» dese, zannı galibe
göre doğru söy-lüyorsa,
ondan alınması caizdir.
Nitekim
yukarıda geçti. Bu bahis hazr bahsinin
sonunda gelecektir.
İZAH
«Ehli kısrak eşeğin
eti mekruhtur ilh...» Ama yabani eşek bunun ak-sinedir. Ki, yabani eşeğin eti ve
sütü helâldir.
«Malik buna
muhalefet etmiştir ilh...» Bu ihtilaftan dolayı musannıf burada
haramdır dememiştir.
Minâh. Yani bu
delillere murarız bir de-lildir.
«Eşeğin sütü ilh...»
Çünkü o süt etten doğar, o zaman et haram olunca süt de haram
olur. Minâh.
«İnsan pisliği yiyen hayvanın
sütü de ilh...» Yani yalnız onu yerse ve eti kokarsa.
Vehbâniye
Şerhinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ'da,
«Mekruh olan insan pisliğini yiyen hayvan
şudur ki ona
yaklaşıldığı zaman ondan pis koku gelir. O zaman onun eti yenilmez,
sütü içilmez,
öküz ise ça-lıştırılmaz. Bu durumda iken onu satmak veya hibe etmek de mekruh-tur.» denilmiştir.
Bakkalı, onun terinin de necis olduğunu zimretmiştir.» Biz bunu zebaih bahsinde takdim ettik.
«Kısrağın sütü
ilh...» Musanniften naklen zebaih bahsinde takdim olundu ki, en
kuvvetli delile
binaen kısrak sütü içmekte beis yoktur. Çün-kü onu içmekte cihat aletini zayıflatma yoktur. Biz,
zebaih
bahsinde tak-dim ettik ki mutemed olan şudur ki imam, imameynin kavline dönmüş-tür. Ki
onların kavli
şudur: «At eti tenzihen mekruhtur.»
«Ebû Yûsuf,
tedavi için kısrak sütü ve deve
sidiğini içmeye icazet vermiştir ilh...» Hindiye'de şöyle
denilir: «İmameyn devenin idrarı ile at
etinin tedavi için yenilmesinde beis olmadığını
söylemişlerdir. Yine Ca-miü's-Sâğîr'de
de böyledir.» T.
Ben derim ki: Hâniye'de şöyle denilmiştir. «Adam tedavi için parma-ğına bir bağırsak taksa, Ebû
Hânife'den
mekruh olduğu rivayet edilmiş-tir. Ebû Yûsuf'tan da mekruh olmadığı rivayet edilmiştir.
Burada Ebû
Yû-suf eti yenilenin sidiğinin içilmesi
hususunda ihtilaf üzeredir. Ki, fakiri Ebûl Leys
Ebû Yûsuf'un
kavlini tutmuştur.»
«Ezher kavle
göre ilh...» Tecnis'ten naklen Vehbâniye şerhinde za-hiri rivayet
üzerine muhtar olan
da budur,
denilmiştir. Çünkü zahir bu müddet içersinde
onların temizlenmesi hasıl olur.
Bezzâziye'de:
«Tavuk sığır ve koyun hakkındaki geçen müddetler ancak leş yerlerse
şarttır Şu
kadarı var ki,
devede temizlenme müdde-ti bir ay,
sığırda yirmi gün, koyunda ise on gün
olarak
takdir edilmiştir.»
Yine Bezzâziye
sahibi şöyle demektedir: «Serâhsi
demiştir ki, en essahı takdir edilmemesidir.
Necaseti yiyen hayvan,
o pis koku gidinceye kadar
hapsedilmelidir.»
«Helâldir ilh...» İşte bundan dolayı fukaha demiştir ki, tavuğun ye-nilmesinde beis
yoktur. Çünkü
tavuk herşeyi yer
ve eti de bozulmaz. Peygamber aleyhisselatı vesselamın tavuk eti yediği rivayet
edilmiştir.
Tavuk üç gün hapsedilir rivayetine gelince, bu rivayet tenzihi
bir yol-ladır. Zeylaî.
«Çünkü onun
eti bozulmaz ilh...» Keza Zahîre'de de böyledir. Bu «muteber olan kokudur» kaidesine
muvafıktır. Şu
kadarı var ki, Haniye' de şu zikredilmiştir:
«Hasen, domuz sütü ile beslenen bir
buzağının
eti-nin yenilmesinde bir beis yoktur demiştir. İbni Mübarek de şöyle de-miştir: «Onun
manâsı şudur: Eğer domuz sütü ile beslendikten sonra
birkaç gün sonra ot yerse, o necaset yiyen
hayvan gibidir.»
Kınye'den naklen Vehbâniye şerhinde, domuz sütü ile beslenen bir buzağının
eti, eğer domuz
sütünü
içmesinden birkaç gün sonra kesilirse
helâldir. Yoksa helâl değildir.»
FER'İ BİR
MESELE: Ebussuud'da, Fukahanın ekserisine göre, ne-casetlerle sulanan ekinler ne
haramdır, ne de
mekruhtur.» denilmiştir.
«Helâldir ama mekruhtur ilh...» Bunun zahiri şudur ki,
burada ke-rahet tahrimendir. Bunun
üzerine
şarap içen bir hayvanla
necaset yiyen bir hayvanın ve
domuz sütü ile beslenen buzağı arasındaki
farka ba-kılsın.
«Hem erkek, hem de kadın için ilh...»
Hâniye'de: «Kadınlar zinetin dışında
yemekte, içmekte ve
vücuduna yağ sürmekte erkekler
menzile-sindedirler. Yalnız kadınlara atlas, ve ipek, altın, gümüş
ve inci takmak
ve giyinmekte beis yoktur.»
«Hadis
mutlaktır ilh...» Hadis şudur: Huzeyfe'den rivayet edilmek-tedir ki şöyle demiştir: Rasulullah
(s.a.v.) duydum ki, «İpek, atlas giyme-yiniz. Altın ve gümüş kaptan birşey içmeyiniz.
Altın ve gümüş
sahan-da yemek
yemeyiniz. Zira altın ve gümüş dünyada
onlara, ahirette de sizedir. «Bu hadisi
Buhârî, Müslim
ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Zeylaî'nin naklettiği daha başka birçok hadis vardır.
Sonra Zeylaî,
altın ve gümüş kapta yemek ve içmenin haram olduğu sabit olduğundan o zaman
altın ve gümüş
kaptan koku sürünmek de haramdır. Çünkü o da kul-lanma bakımından yeme-.< ve
içmek gibidir, demiştir.
«Kullanmak
buna benzer ilh...» Gümüş veya
altından olan sofra ve siniler veya altın veya gümüşten
bir ibrik veya bir leğende abdest al-mak, altın ve
gümüşten bir çıra yakmakta altın ve gümüşten
yapılmış bir sandalye üzerinde oturmak da bunlardandır. İşte bu sayılanlarda ka-dın ve erkek eşittir.
Tatarhâniye.
«Ayna
ilh...» Ebû Hânife diyor ki, aynanın halkası gümüşten olursa, beis
yoktur, ayna demir olduğu
takdirde. Ebû
Yûsuf da diyor ki, halkası gümüşten
olanda hayır yoktur. Tatarhâniye.
«(Yani ilh...»
Bu «yani» Dürer sahibinindir.
Bu husustaki kelâm ileride gelecektir. Müctebâ ve
diğerlerinin
ibaresi ise, «Yemeği eğer altın
bir kaptan başka yere naklederse» sözünden
başlamaktadır.
«Müctebâ ve
diğerleri ilh...» Nihâye ve Kifâye gibi. Nihâye ve Kifâye
sahipleri, zahire sahibinin
Camiü's-Sâğîr
şerhinden aynen şunu nakletmişlerdir: «Bazı alimler tarafından yağlanmanın sureti,
adam bir altın
veya gümüş kap alır, o altın veya gümüş kaptan yağı başından aşağıya
döker. Ama
eğer altın veya gümüş kaptaki yağa elini sokar oradan eliyle alır, sonra başından dökerse, o zaman
mekruh olmaz.»
Tatarhâniye'de, «Kâseden yemeği almak, ekmeği
üzerine koymak,
sonra yemekte bir beis
yoktur.»
cümlesi ilave edilmiştir.
Dürer'de
Tatarhâniye'nin bu ibaresine itiraz
edilmiştir: «Bu ibare al-tın ve gümüşten kaptan kaşıkla
alınarak yenilen
yemeğin mekruh olma-masını gerektirir.
Yine altın ve gümüş tabaktan eliyle alıp
yese layık olan
mekruh olmamasıdır. Sonra da denilmiştir ki, şu kadarı var ki
layık olan, bu rivayetle
fetva verilmemesidir.
Ki altın ve gümüşün kulla-nılma kapısı
açılmasın.»
«Dürer'de
tahriri edilenin ta kendisidir ilh... Zira Nihâye ve
Kifaye'-de olan üzerine yapılan itiraza
Dürer sahibi sarihin
işaret ettiği şekilde cevap vermiştir. Sarihin işaret ettiği
şudur: Halkın örfünde
hangi işte
kullanılmak için yapılmışsa, o işte kullanılması haramdır. Azmiye'de
de bunun üzerine
ikrar edilmiştir. Vanî'nin, Nuh Efendi'nin ve diğerlerinin kelâmlarının zahiri ise,
Dürer'in vermiş
olduğu cevabın
kabul edilmeme-sidir. Remli de şöyle
demiştir: «Yemeğin altın veya gümüşten
kaptan başka bir yere nakletmek, o altın veya gümüş kabı
ibtidaen kullanmak-tır. Yağı eliyle
altın
veya gümüş kaptan eliyle alıp sonra başına dökmek de halkın arasında yaygın
olan bir kullanma
şeklidir.»
Ben derim ki: Dürer'in haramlığı yapıldığı işte kullanılmasına bağlamasında bir görüş
vardır. Çünkü
eğer Dürer'in
dediği gibi kabul edil-se, yağ veya yemek kabından su
içse veya yıkansa, haram
olmamasını iktiza eder. Halbuki bununla beraber,
şüphesiz bu o kabı kullanmaktır. Metinlerin
mutlak ifadelerine
dahildir. Bu husustaki deliller de varididirler. Nihâye ve diğerlerinden naklen
takdim
ettiğimizin takririnde zahir olan şudur ki artık onun üzerine itirazlar
da varid olmaz: «Altın
veya gümüş olan kaba yemeği veya yağı koymak
caiz değildir. Çünkü o onu kati surette
kullanmaktır. Sonra o yağ veya yemek haram olan
kaba ko-nulduktan sonra onu orada menfaatsiz
olarak terketmek, malı
zayetmeyi gerektirir. O zaman onu yiyecek bir kimsenin
bulunması zaruridir.
Onu kullanan
veya yiyen adam, haram kaptan
kullanma niyetiyle değil, nak-letme
niyetiyle başka bir
kaba geçirse, mesela,
adam yağı evvela gü-müş veya altın kaptan eline alarak başını
yağlasa veya
yemeği altın
ve-, ya gümüş kaptan ekmeğin veya
başka bir kabın üzerine koysa, oradan yese, o
adam ne şer'an ne de örfen altın veya gümüş kabı kullanmış sa-yılmaz. Ama bunun aksine, ibtidaen
yağlanma veya yeme kastıyla o ye-meği veya. yağı oradan almış olsa, onu kullanmış olur. Onu ister
eliyle, ister
kaşıkla ister başka birşeyle kullansın. Çünkü onun kullanması, sür-meyi sürmedanlıktan
sürmenin mili
ile almaya benzer. Ama kullanılan,-aletin örfen yapıldığı işte kullanılıp
kullanılmamasında fark yoktur. Yoksa yağı almaktan
maksat, yağı avuca dökmek değildir.
Çünkü
yağı avuca
dökmek belli bir kullanmaktır. Belki yağı almaktan murad, yağ kabının ağzından eliyle
almaktır. Ki. nakil kastıyla almış
olabilsin. Nitekim Nihâye'den
naklen gecen ibare de bunu ifade
etmektedir. O
zaman İtabiye'den naklen,Tatarhâniye'de
olan ifadeye de münafi olmaz. Zira
Tatarhâniye
sahibi şöyle demiştir: «Gümüş bir yağdanlıkla başı yağlamak
mekruhtur. Yine,
ovucuna döker,
sonra başını veya sakalını
onunla meshederse, o da mekruhtur. İşte bundan gül
suyunun ibriğinden yağ-lanmanın hükmü zahir
olmaktadır. Çünkü ondan yağlanmak bazan
ibti-daen
yapılır, bazen de ele dökülür. Elden
sürülür. Bunların her ikisi de hem şer'an,
hem örfen
kullanmaktır. Ama
zamanımızda insanların bazı-sı bunu yanlış anlamaktadır. Ki,
ovucun üzerine
dökülmüş olsa,
o kul-lanma sayılmaz.
Onlar da burada sarihin kelâmının zahirinden
aldan-maktadırlar. Ben size Tatarhâniye'nin sarih ifadelerini naklettim. İşte bana zahir
olan budur.
Allah daha
iyisini bilir.
T. de kahve
fincanlarının, saatin altın ve gümüşten
kaplarının kul-lanılmasının haram olduğunu
söylemiştir. Bu da zahirdir. Biz yine T. Den naklen ileride bunu zikredeceğiz..
«Kuhistanî
ilh...» Zuhire'de: Fukaha diyor ki: Bu imameynin kavli-dir. Çünkü
savaşta ipeği
kullanmak, imama göre mekruhtur. Öyle ise buna kıyasla altın da mekruhtur. Sonra imameyn altın
ve gümüşten
oton miğfer ile zırhın ve kılıç süsünü
birbirinden ayırmışlardır. Sununla ayır-mışlardır
ki, ok altının
üzerinden kayar. Ama kılıcın
kabzası hiçbir şe-ye menfaat vermez. Ancak zinet için
olur, o da
mekruhtur.
«Kolçak ilh...» Altın
ve gümüşten yapılmış kolçak. Bu kolçak kelime-sini Kuhistanî
değil,
Tatarhâniye
zikretmiştir. Umulur ki Kuhistanî bunu
zırha dahil etmiştir. Çünkü zahir odur
ki
kolçaktan murad, savaşçının bilekleri üzerine koyduğu şeydir. Bu, zırha birlikte olabileceği gibi
müstakil de
olabilir.
«Kerahetler hecene ait olanlardır ilh...» Yani
altın ve gümüşün ha-, ram elması insan
vücudu
üzerinde
kullanılması halindedir. Yani gerek giymekte, gerek yemede gerek yazmada altın ve
gümüş kullanmak
ha-ramdır. Burada haramdan murad, bedene menfaati olandır. Şu
kadarı var ki o
zaman o kalem ve dividin
kullanılmasını şamil gelmez. Burada en güzel ifade Kuhistanî'de
olandır.
Zira Kuhistanî
sahibi şöyle demiştir: «istimal
kelimesi bildiriyor ki, yalnız süs için altın ve
gümüşten
kap
yap-tırmakta beis yoktur.»
«Süs için ilh...» Yani asla kullanılmayan.
«Belki selef bunu
yapmıştır ilh...» Bu, Hülasa'da
zikredilmemiştir.
Belki Muhit'ten naklen
Tatarhâniye'de
de zikredilmiştir.
«Hatta Ebû
Hânife mubah kabul etmiştir ilh...» Şu anda kelâm, kul-lanılmadan altı
ve gümüşten
kabın
yapılması hususundadır. Burada At-lastan yapılan da zikredilmiştir. O zaman buradan
vehmedilir ki
atlastan yapılan bir yastığın kullanılması
ve üzerinde uyunması helâl değildir.
Mu-sannif da
bu vehmi def için bu ibareyi getirmiştir.
«Nitekim ileride- gelecektir ilh...» Yani
elbise giyme faslında.
«Bakır ve
tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek
de mekruhtur ilh...» Bu Dürrü Münteka'da Müfid
ve Şur'a
isimli eserlere nisbet edil-miştir. Bazı alimler tarafından, sufr bakırın en iyisine
denilir,
denilmiş-tir.
Şur'a'nın şerhinde ise, sufr madeniyattan mürekkeb olan bir şeydir, bakır gibi,
denilmiştir.
Sonra burada mekruh olan bakır, kalaylanmamış
bakır ile kaydedilmiştir. İşte bu
kitap
üzerine, yazan
adamların bazısı şöyle demiştir. Yani
bakır kalaylanmazdan önce onda
yemek
mekruhtur.
Çünkü -onun içindeki pas yemeğe girer
ve çok büyük zararlara vesile olur. Ama ondan
sonra ise artık o pasın bir zararı yoktur.
Ben derim ki: Benim İhtiyar'da gördüğüm şudur: «Topraktan
yapı-lan kaplar daha efdaldir. Çünkü
onda ne israf,
ne de kibir vardır. Ha-diste, «Kim evinin kaplarını topraktan yaparsa, melekler onu
ziyaret eder,» denilmiştir. Bakır ve
kalaydan kaplar yapmak caizdir.»
Cevhere'de:
«Altın ve gümüş haricindeki kaplarda yemek ve içmek-te, menfaat görmekte bir beis
yoktur. Bu
kaplar ne gibi şeylerdir: De-mir,
tunç, bakır, kalay, ağaç ve çamurdu.»
«Mezkur şeyler
ilh...» Yani yemek, içmek, yağ ve koku sürünmek.
«Gümüşle süslenmiş bir kaptan ilh...» Altınla süslenmiş de gümüşle süslenmişin
hükmündedir.
Kuhistânî.
«Ağzını gümüşe temas ettirmekten ilh...» O
zaman o kaptan su içer-ken ağzını gümüş olmayan yere
koyması gerekir.
Herne kadar kullandığı zaman eli gümüşün üzerinde de olsa,
ağzı mutlaka
gümüşsüz yer
üze-rinde olacaktır. T.
«Eline ilh...» Hidâye, Cevhere, İhtiyar, Tebyin
ve diğer kitaplarda da bu şekilde tabir edilmiştir. O
zaman musannif
bu sözüyle Şurunbulâliye'nin de dikkat çektiği gibi Dürer'de olan
hükmün zayıf
olduğunu ifade
etmektedir.
«Eğere binileceği ilh...» Gurerü'l-Ahkâm'da: «Kur'an-ı Kerîm ve ben-zeri şeylerde
altın ve gümüşle
süslendiği zaman
onun tutulacak yerinde altın olmasından kaçınılmalıdır. Eğer ve benzerinde
oturma yerinden, üzengide ayak yerinden, kapta
ağzın temas edeceği yerin altın ve
gü-müş
olmasından kaçınılmalıdır. Yine tutulacak yerin altın veya
gümüş olmasından da kaçınılmalıdır
denilmelidir.»
Bunun benzeri
İzahü'l-lslâh'tadır. Yakında kılıcın demirinde, kabza-sında ve gemde
elin geleceği
yerin gümüş
olmasından kaçınılması ge-rektiği de gelecektir.
Velhasıl kaçınmaktan
murad, hangi
aza ile kulla-nıyorsa,
onu altın ve gümüşle temas ettirmemesi gerekir.
Öyle ise su
kabında kullanma
ağız ile
olduğu için elin değil, ağzın gelecek yerin gümüşlü olmamasından kaçınılmalıdır. Bundan
dolayı eğer üzengiyi gü-müş yerinden eliyle tutup taşırsa haram olmaz. Çünkü üzengi elle
kul-lanılmaz.
O zaman medar ağız üzerine değildir.
Zira sandalye ve eğerde ağzın geleceği
yerin
altın veya gümüş olmaması gerektiğini söylemenin bir manası yoktur. Sen anla.
Açıktır ki burada sözümüz gümüş veya altınla süslenmiş
bir eşya hususundadır. Yoksa,
doğrudan
altın veya gümüşten yapılan nesnenin hangi yolla
olursa olsun, kullanılması haramdır. Nitekim biz
bunu ileride
takdim ettik. Velev ki kullanan kişinin altın veya gümüş olan
nesne ce-sedi ile temas
etmese dahi. İşte bundan dolayı gümüş bir
buhurdanlık-ta koku yakmak haramdır.
Nitekim Hülasa
da bunu tasrih
etmiştir. Kah-ve fincanları veya saatin ve nargilenin su konulacak şişesinin altın
ve-ya gümüşten olması da buhurdanlık hükmündedir.
Herne kadar el veya ağzıyla temas etmese
dahi. Çünkü o
neye yapılmışsa, onda kullanılmak-tadır. Ama bunun aksine sigara ağızlığının bir
kısmının
gümüşten olma-sı, onu gümüşle süslenmiş eşya hükmüne sokacağından onda ağzın
te-mas edecek yerinin gümüş olmaması yeterlidir. Bu,
hepsi gümüş olana benzemez. Nitekim
fukahanın kelâmının sarihi de böyledir.
T. diyor ki: «Bir cemaat şeriat üzerine
cesaret getirerek zarf ve ben-zeri şeylerin kullanılmasının
mubah olduğuna
hükmetmişlerdir. O cema-at bunu ağızla kaçınmak olduğunu zametmektedirler.
Elin değmesinin de bir zararı yoktur diyorlar. İşte bu cemaatın bu cüreti çok
büyük bir ce-halettir.
Zira sofra,
yemek kabı ve benzerlerle le tutulan
cinsten değil-lerdir. Halbuki bunların kullanılması
da haramdır. Ebussuud'un şeyhin-den naklettiği, «Bilinsin
ki tercih edilen «Elle tutulacak yerin altın
veya gümüş olmasından kaçınılmalıdır»
sözüne göre gümüş bir tepsi üzerin-de kahve içmenin helâl
olması
uygundur» sözü de böyle bir cür'etin ifa-desidir. Çünkü makam muhteliftir. Hakkıyla
düşünülsün.
Ben derim ki: Sayıhanî de bunu fincanın hararetini gidermek için kullanılan gümüş kapla
zevk için
gümüşle süslenmiş bir kap arasında büyük fark olduğu sözüyle
reddetmiştir. Burada tepsiden
murad
finca-nın zarfıdır. Benim yanımdaki lügat kitaplarında «tepsi»
kelimesinin ma-nâsını
bulamadım.
Sonra T. şöyle
demektedir: «Şuna bakılsın ki, kap
eğer ağzın üze-rine konulmuyorsa, yani ancak
elle kullanılıyorsa,
çemberletilmiş divit gibi, onda da kullanırken elin gümüş üzerine gelmesinden
kaçınılmalı-dır? Bu araştırılsın. Fukahanın kılıç hakkında zikrettiklerinin
muktezası, elin altın ve
gümüşten
korunması şarttır. Okka ve benzeri şeylerde elini gümüş yer üzerine
koymamalıdır.»
Ben derim ki: İşte bu da sigara ağızlığı hakkında
takdim edilen hükmün benzeridir.
«Gümüş ve
altınla çemberlenmiş bir kap ilh...» Bunda hüküm, gü-müşle süslenmiş
bir kabın hükmü
gibidir.
«Çerçevelenmiş
bir ayna
ilh...» Kifaye'de şöyle denilmektedir: «Burada
çerçeveden murad, aynanın
etrafında olan
kısımdır, yoksa kadının eliyle tuttuğu
sapı değildir. Zira o, gümüş veya altın olursa,
fukahanın
ittifakıyla o tahrimen mekruhtur.»
«Elini koymasa
ilh...» Bu söz, üzengiye şamil gelmez.
Evlâ olan mu-sannifin burada «ayağını da»
kelimesini ilâve etmesiydi.
«Kumaşın süslenmesi ilh...» İleride gelecektir ki, altınla dokunan ku-maş eğer
dört parmak miktarı
ise helâldir.
«İkinci imamdan ilh...» Bu ifadenin zahiri şudur
ki, İmam Yûsuf'tan diğer bir rivayet daha vardır. O
rivayet Bezzâziye'de tasrihen zikredil-miştir. Kerahetin Muhammed'in kavli olduğu da zikredilmiştir.
Bu da bir-çok
yerlerde gördüğümün aksinedir.
Minâh'ın ibaresi de Hidâye ve di-ğer kitapların
ibaresi
gibiydi. Ebû Yûsuf, «Bu mekruhtur» diyor. Muham-med'in hem Ebû Hânife'nin
görüşüne,
hem de Ebû
Yûsuf'un görüşüne uygun olan kavilleri olduğu rivayet edilir.
«Hepsinin mekruh ilh...» «Yani, geçen bütün meselelerde
gümüş ve altınla süslenmiş veya
çemberlenmiş şeylerin kullanılması mekruhtur. Çünkü haberler mutlaktır. Zira" bir adam bir kabı
kullandığı zaman
o ka-bın bütün parçalarını kullanmaktadır. Ebû Hânife'nin delili
ise, Enes Bin
Malik'ten rivayet
edilen şu hadistir: Rasulullah (s.a.v.)'in su kabı çatladı:
Rasulullah da çatlayan
yerden
ayrılmaması için gümüş bir zencir taktı. Bu hadisi Buhârî rivayet
etmiştir. Ahmed'e Asım
el-Ahvel'den rivayet edilen şu hadis
delildir: «Ben Enes'in yanında
Rasulullah'ın kadehini gör-düm
ki onda bir
gümüş çember vardı.» Bu bahsin tamamı Tebyin'dedir.
«İhtilaf
gümüşle süslenmiş ilh...» Musannifin burada gümüşle süs-lenmişten muradı üzerinde
bir
parça gümüş olan
eşyadır. O zaman gü-müşle çemberlenmiş nesneyi de şamil gelir. En
açık olanı,
Ayni ve
di-ğerinin ibaresidir. Ayni'nin ibaresi
şöyledir: «İmamlar arasındaki bu ih-tilaf, halis gümüş
veya altın o!ma meselesindedir. Ama yaldızlamaya
ge-lince, bunun kullanılmasında icma ile beis
yoktur. Zira
yaldızlamada kullanılan altın veya gümüş istihlak edilmiştir. Onun
renginin altın veya
gümüş kalmasına da itibar edilemez.»
«Mecusiden aldım dese haram olur ilh...» Bunun
zahiri şudur ki, haramlık yalnız
meçusîden aldım
demesi ile sabit olur. Herne kadar mecusînin
kestiğini söylemese de.
Camlü's-Sâğîr'in
ibaresi de şöyledir: «Eğer bunun gayri olursa, o za-man ondan
yemek uygun
olmaz.»
Hidâye'de de denilir ki: «Bunun manâsı
şudur: Adam, etin bir müslüman
veya kitabî tarafından
kesilmediğini söylese, o zaman o yenil-mez.»
Tatarhâniye'de: «Camiü'l-Cevami'de: Kurban bahsinden
hemen önce, Ebû Yûsuf için delil olarak
şu vardır: Adam et almış olsa, sonra eti aldığı
adamın mecusî olduğunu bilse, eti geri vermek
istese, eti satan adam mecusî olduğunu kabul
etse, ama eti bir müslüman kestiğini söylese, o eti
yemek mekruhtur.»
Bu, şunu ifade
ediyor ki, yalnız eti satanın mecusî olması haram olmayı isbat eder. Satanın bilahare
helâlliği isbat etmesi halinde de eti yeme mekruhtur. O halde haber vermemesi halinde
mutlaka
haramdır.
«Bir kimsenin haberi ile de o reddolunmaz ilh...»
Hâniye'de: Müslüman bir et alsa ve
kabzetse,
güvenilir
müslüman ona o eti bir mecusinin kestiğini haber verse, o eti yemesi veya başkasına
yedirmesi layık
değildir. Çünkü adam ona onun aynının
haram olduğunu haber vermiş-tir. Haram da
Allah'ın hakkıdır. Bir kişinin haberi ile sabit
olur. Ama mül-künün batal olması, aynın haram olması
zaruretinden
değildir. O zaman onun mülkiyeti,
haramlıkla birlikte sabit olur. O zaman o eti bayiine
reddetmek de
mümkün değildir. Olmadığı gibi etin parasını vermemesi de mümkün
değildir. Çünkü
satışı ibtal etmemiştir.» Özetle.
«Asıl ilh...» Yani, haramlık ve
helâlliğin sabit olmasının aslı Musan-nifin bu kavli, Nihâye ve diğer
kitaplarda zikredilen soru ve cevabına işaret etmektedir. Sorunun hasılı şudur:
Bu mesele,
musannifin
gelecek diyanet işlerinde adalet şarttır sözüne aykırıdır. Çünkü helâllik ve ha-ramlık,
meselâ şu helâldir, şu haramdır diye haber vermek diyanetle
il-gilidir. Diyanetle ilgili şeylerde
de
adalet
şarttır. Adaletten muradda, razı
olunan bir müslümandır. Burada «Ben
onu kitabîden
aldım...» sözünün manâsı, yani bu helâldir veya haramdır demektir. Bunda da kâfirin
ha-beri mecusî
dahi olmuş olsa
makbuldür.
Bu sorunun
cevabı: Adamın «Ben satın aldım» sözü muamelâttan-dır. Onda helâllik
veya
haramlığın sabit olması da zımnîdir. Onun satın aldığı
şeklindeki sözü kabul edildiği zaman, onun
zımninde olan
da sabit olmaktadır. Ama gelecek mesele bunun aksinedir. Birçok şey vardır ki,
kasten sabit olmasa bile, zımnen sabit olur.
Menkul olan birşeyin vakfı ve tarlanın suyunun satışı
gibi. Bununla
Kenz'e olan cevap da izah edil-miş olmaktadır.
«Bunun üzerine
ilh...» Yani bu asıl üzerine. Bu cevaba Ayni ve Dürer sahibi sebkat
etmişlerdir.
Musannif da Aynî ile Dürer sahibine uy-muştur. Kenz sahibinin Kâfi ismindeki kitabındaki takriri de
buna delâlet
eder.
«Mutlak haram
ve helâlde ilh...» Kasdi olan şu helâldir veya şu ha-ramdır
sözlerine şamil gelmez.
«Efendinin
başkasına veya kendisine hediye
ettiğini haber versin, hiç farketmez ilh...»
Burada evlâ
olan efendi
değil, mevlâ diye tabir edil-mesiydi.
Minâh'ta söyle
denilmiştir: «Bir köle cariye veya çocuk birisine gi-derek. «Şunu
sana efendim veya
babam hediye
etti» dese, o adam on-ların sözünü
kabul eder ve alır.»
Camiü's-Sâğîr'de: «Cariye bir erkeğe, «Efendim beni sana hediye olarak gönderdi» dese, o adam o
cariyeyi alabilir. Çünkü, cariyenin efendisinin başka birşeyi hediye ettiğini
haber vermesi ile bizzat
kendi-sini
hediye ettiğini haber vermesi arasında
bir fark yoktur. Hediye hu-susunda bunların
sözlerinin kabul edilmesi, hediyelerin adeten çocuk veya
cariyelerle gönderilmesindendir.»
«Binaya giriş
izni olsun ilh...» Minâh'ta şöyle
denilmiştir: «Eve gir-me iznine
gelince, eğer küçük
oğluna,
kölesine giriş izni verirse, kıyasa göre kabul edilir. Ancak,
halk arasında cereyan eden
adete göre
bun-ların eve girmelerine mani olunmaz. İşte bundan dolayı da bunların eve
girmeleri
caizdir.»
«Siraç şöyle
kayıtlamıştır ilh...» Sonra da Siraç sahibi Minâh'ta olduğu- gibi, «Eğer görüşüne göre
onların doğru
söylediği galib değilse, onlardan o
haberi kabul etmek uygun değildir.
Çünkü adam
için iş
şüp-helidir.» demiştir.
İtkanî: «Çünkü
asıl odur ki çocuk veya
köle mahcurdurlar. Onların izni sonradan arız olmuştur. O
zaman iznin
isbatı şek ile caiz değildir. Biz
ancak güvenilir olduğu takdirde
kölenin selâmını kabul
ederiz. Çün-kü
bu muamelât haberlerindendir. Muamelât haberleri de diyanet ha-berinden zayıftır.
Din haberinde
sözü kabul ettiği zaman muamelâtla il-gili haberleri evleviyetle
kabul edilir.»
«Üzüm ve helva
gibi şeyler ilh...» Yani adeten çocukların sevip ye-dikleri şey.
Haniye.
Zahir onun
yalanıdır ilh...» Çocuk annesinin
paralarına muttali ola-rak onları şahsî ihtiyaçları için
alsa. Minâh. Mebsut'tan.
Bu husus bütün
çocuklarda zahir olmaz. Çünkü zenginlerin adeti, çocuklarına çok bol
vermektir.
Hatta onlara
nefislerinin arzu ettiği şeyi
almaları için para verirler. Fakirlerin çoğu da böyledir. T.
Ben derim ki: Burada hükmün medarı zannın galebesi
üzerinedir. O zaman böyle bir şeyle mübtelâ
olan kimse karinelere
bakmalıdır.
«Çünkü bu çok
vaki olmaktadır ilh...» O zaman muamelâtta adale-tin şart olması
çok çetinliklere
vesile olar.
Çünkü insan, iş yaptırması, herhangi
bir yerdeki vekillere göndermesi için
adaletin
şartlarını cami bir adamı çok az bulur.
Usulü fıkıh
kitaplarında beyan edildiği gibi
muamelât, üç türlüdür. Birincisi, vekâlet,
mudarebe ve
ticaretle izin
vermede olduğu gibi ken-disinde bir
ilzam olmayan muameledir. İkincisi, husumetlerin
cari oldu-ğu
haklar gibi kendisinde sırf ilzam olan muameleler.
Üçüncüsü, vekilin azli, mezun
kölenin hacri gibi bir yönden ilzam olan, bir yönden ilzam olmayan muamelelerdir. Çünkü onda
vekilin
üzerine uhdeyi ilzam edi-yorsun.
Hacrden sonra onun yaptığı akitler de fasittir. Bunda ilzam
da yoktur. Çünkü müvekkil veya efendi kendi .halis hakkında
tasarruf et-mektedir. O zaman onun
tasarrufu izin
gibi olmuş olur. O zaman birin-cisinde yalnız mümeyyizliğe itibar edilir. İkincisinde
adamda şehâdetin şartları aranır. Üçüncüsünde ise,
imama göre ya sayıları veya
adaletleri aranır.
Ama imameyn
buna muhalefet etmişlerdir. O zaman taayyün
eder ki burada muameleden murat
birinci
nevidir. Nitekim Azmiye de buna dikkat çekmiştir.
METİN
Diyanette haber veren adamın adil olması şarttır. Diyanet, insanla Allah
arasında müşterek olan
işlerdir. Mesela, suyun necasetinden ha-zer edildiğinde, o zaman o su ile abdest
alınmaz,
teyemmüm edilir. Eğer adil bir müslüman
haber vermişse. Adil, haram olduğuna inandığı fiili
yapmayandır.
Velev ki bu müslüman köle veya cariye
olsun. O zaman bir fâsık veya
mezkûr (adalet
veya fışkı bilinmeyen) bir kimse bir suyun necaseti ile haber verse, o zaman, araştırır ve kendi galib
zannına göre
amel eder. Eğer galip reyine göre su necis
ise onu dökerek teyemmüm eder. Eğer
galip reyi
adamın yalan söylediği üzerine ise, o zaman da hem o su ile abdest alır,
hem teyemmüm
eder. Hem abdest alıp hem teyem-müm etmesi ihtiyata daha
uygundur.
Cevhere'de: «Abdestten
sonra teyemmüm edilmesi ihtiyata daha uygundur.»
Ben derim ki: Bu haberin kâfir tarafından verilmesine gelince,
eğer kâfirin doğru söylemesi yalan
söylemesinden adamda daha galib
olursa, o zaman o suyu dökmesi daha güzeldir. Kuhistanî,
Hülâsa ve Haniye.
Ben derim ki: Şu kadarı
var ki, o suyu dökmezden evvel
teyemmüm etmiş olsa, teyemmümü caiz
değildir. Ama
fasıkın haberi bunun aksine-dir. Çünkü
fasıkın haberi burada ilzam etmeye salihtir.
Ama kâfir bunun
aksinedir.
Bir adil suyun
temiz, bir diğer adil de necis olduğu
haberini verse, o zaman o suyun
temizliğine
hükmedilir.
Ama kesilen hayvan bunun hilâfınadır.
Kapların temiz
veya pisliği, etin kesilmiş veya ölmüş olması hususun-da muteber olan,
zannın galib
olmasıdır. Eğer galib zannı kabın temiz-liği yolunda ise o zaman yine araştırır. Bunun aksine, eğer
galib zannı kabın pisliği veya pislik ve
temizliğinin eşitliği yolunda olursa, o zaman araştırmaz.
Ancak, susuzluk müstesna. Elbise, gelince, mutlaka
araştı-rılır.
Bir adam
velimeye çağrılsa, orada eğlence ve
müzik olsa, oturur ve yer. Eğer münkirat (eğlence ve
müzik) binada
ise. Eğer aynı sofrada ise, oturması lâyık değildir, yüz çevirerek çıkar.
Zira Cenab-ı
Allah, «Şeytan
sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber otur-ma.»
(En'am:
68) buyurmuştur. Eğer eğlence ve müziği men etmeye gü-cü
yetiyorsa, men eder. Yok eğer gücü
yetmiyorsa, sabreder. Eğer ta-nınmış,
örnek alınacak bir kimse değilse. Eğer. tanınmış, örnek
alınacak bir kimse ise ve men etmeye de gücü yetmiyorsa, oturmadan çıkar. Çün-kü onun oturması
dine hakaret anlamına gelir. İmamdan onun böyle bir sofrada oturduğu yolunda bir hikâye
anlatılmaktadır. Fakat bu olay, onun tanınıp kendisine
uyulacak, örnek alınacak bir kimse
olmasından
önce geçmiştir.
Davet edilen
adam önceden o yemekte eğlence ve müziğin olduğunu bilirse, orada asla bulunmaz.
İster o örnek
kimselerden olsun, ister ol-masın.
Çünkü davetin hakkını yerine getirmek ancak
davet
.yerine git-tikten sonra lazım olur. İbni Kemâl.
İZAH
«Diyanette ilh...» Yani sırf diyanetten olan şeyler.
Dürer. Böyle de-nilmesi, mülkün
ortadan
kalkmasını zımnında tutarsa, kaydından kaçın-mak içindir. Mesela bir
adil, bir karı koçanın aslında
süt kardeşi oldu-ğunu haber verse, haramlım sabit olmaz. Çünkü faidelenme mülkiyeti-nin zevalini
tazammun eder.
O zaman bu haberde hem adaletin hem de sayının birlikte bulunması şarttır. İtkanî.
Ama, birisi diğerine aldığı etin mecusî tarafından
kesildiğini haber vermesi, bunun aksinedir.
Çünkü haramın
sabit olması, mülkiyetin
ze-valini tazammun etmez. Nitekim biz
bunu takdim ettik. O
zaman, o
şe-yin haramlığı sabit olur. Çünkü
haramla mülkiyetin bir arada cemi cajzdir.
«Adil bir müslüman haber vermişse ilh...»
Zira fasık töhmetlidir. Kâ-fir ise, hükmü kendisi kabul
etmemektedir. O nedenle onun haberi bir müslümanı ilzam
için sabit sayılmaz. Hidâye.
«Velev kî bu
müslüman köle veya cariye olsun ilh...» Bu kavil, müslüman kelimesini
umumileştirmektedir.
Hülâsa'da : «Zina iftirasından dolayı ister had uygulansın,
ister uy-gulanmasın.»
«Fasık haber verse araştırır ilh...» Ama bu haberi âdil bir kimse . vermiş olsaydı o zaman yalan
ihtimali
düşerdi. Suyu ihtiyat için
dök-menin bir anlamı da kalmaz. Hidâye'de olduğu gibi.
«Mestur bir
kimse ilh...» Bu zahiri rivayettir.
Esah olan do budur. İmamdan mesturun adil gibi
olduğu da rivayet
edilmiştir. Nihâye.
<(Galib
zannına göre amel eder ilh...» Eğer zannında onun doğru söylediği
galib ise, teyemmüm
eder, suyla
abdest almaz. Eğer zannın-da onun
yalan söylediği galib ise, o su ile
abdest alarak
onun sözüne
iltifat etmez. Bu da hükmün cevabıdır.
Ama ihtiyata gelince, efdal olan o
su ile abdest
aldıktan sonra yine teyemmüm etmesidir. Tatarhâniye.
«İhtiyata daha uygundur ilh...» Çünkü araştırma yalnız
zannı ifade eder. O da hatayı
ihtimal eder.
Tatarhâniye.
«Cevhere'de
ilh...» Cevhere'nin kelâmı zannı üzere yalanın galib olması bahsindedir. O zaman,
metinde
olandan fazla birşey ifade et-mez. Sen
anla.
«Kâfir
tarafından verilmesine gelince ilh...» Çocuk ile kıt akıllı da
Tatarhâniye'de de olduğu gibi,
kâfir gibidir.
«Dökmesi daha güzeldir ilh...» O zaman bu vecihte kâfir
de fasık ve adaleti gizli olan
gibidir.
Hâniye'de şöyle denilmiştir: «Kâfirin temiz dediği su ile abdest alsa ve namaz kılsa.
namazı caizdir.»
«Ben derim ki: Şu kadarı
var ki ilh...» Musannif bu kavli
ibareler arasını bulmak için kullanmıştır.
Zira
musannifin biraz evvel takdim et-tiği ifade, kâfir ile
fâsıkın arasında fark olmamasını gerektirir.
Nitekim bizde
öyle dedik.
Şu kadarı var
ki Tatarhâniye'de şöyle birşey vaki olmuştur: «Adama, bir zımmî veya çocuk suyun
necis olduğu
haberini verseler, onun zannı galibi de onların doğru söyledikleri üzerine olsa, o
adama teyemmüm
etmek farz değildir. Belki müstahabtır.
Eğer teyemmüm etse, evvela su-yu
dökünceye
kadar o teyemmüm ona kâfi değildir.
Ama bunun aksine bir mestur
suyun necasetini
haber vermiş
olsa, o adam suyu dökmezden evvel de teyemmüm edebilir ve o teyemmüm ona kâfi
gelir.»
Ben, sarihin
Tatarhâniye'nin hamisinde kendi yazısı
ile musannifin «Belki müstahabtır»
sözü
üzerine şunu
gördüm: «Zahir olan, o adam ab-dest aldıktan sonra teyemmüm eder. Maba'dinin
delâleti ile, su bitinceye kadar böyle devam eder. Sen düşün. O zaman bu
cihette fâsık ile mes-tur
eşit olur.
Herne kadar musannifin zikrettiği cihetten muhalif de ol-sa. Zira Haniye ve Hülâsa'nın
ibaresi tafsilat vermeksizin suyu dökme-nin mendub
olmasını ifade eder. Ancak eğer
buna
hamledilirse, o zaman araştırılsın.» Sarihin
yazısı ile gördüğüm burada sona erdi.
Sen de
görüyorsun ki, sarih mütereddid olduğu bir
şey konusunda şerhinde kat'î olarak
hüküm
vermektedir.
Sonra ben Zahîre'de, zımmî ile fâsıkın
arasında iki cihetten fark olduğunu sarahaten
gördüm.
Bun-lardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimizdir; ikincisi
ise, fâsıkta araştırmak vacib olduğu
halde zımmîde
ise müstahabtır.
Fâsıkın haberi bunun aksinedir ilh...» Yani fâsıkın
suyun necase-tini haber vermesinde adamın
zannı galibi
doğru söylemesinde ise teyemmüm eder ve o suyla abdest almaz
«İlzam etmeye
sâlihtir ilh...» Hâniye'de: «Zira fâsık müslüman üzerinden- şahitlik yapmakta şehâdet
ehlidir.
Kâfire gelince, o şehâdet ehli de-ğildir.»
Yani fâsıkın
müslüman üzerine şehâdetini Kadı kabul ettiği takdir-de Kadı'nın hükmü geçerli
olur,
bu hükmü
vermekle Kadı günahkâr bi-le olsa.
«Bir âdil
suyun temiz ilh...» Ben diyorum ki, «Hidâye sahibinin Kifâyetü'n-Müntehî isimli eserinden
Hidâye sarihleri
şunu nakletmişlerdir: «Birisi bir yemek yiyen topluluğun yanına varsa,
topluluktakiler onu da-vet etseler,
bir adil onların yedikleri etin bir
mecusî tarafından kesildi-ğini ve
içtikleri meşrubat içine de şarap kattıklarını
haber yerse, onlarda inkâr ederek helâl olduğunu
söyleseler,
adam onların haline bakar.Eğer onlar adil iseler onların
sözünü tutar. Eğer onlar
töhmetli
kimseler iseler oradan ne yer, ne de içer.
Eğer onların içinde iki tane doğru söy-leyen
varsa, onların
sözünü tutar. Eğer bir tane adil
varsa, o zaman ken-di reyinin galibiyle
amel eder.
Eğer reyi yoksa, o zaman yemesinde, iç-mesinde, abdest almasında bir
beis yoktur. Eğer adama iki
halden bi-risi
olduğunu doğru söyleyen iki köle
haber vermişse onların sözünü tu-tar. Çünkü dini
haberlerde hür
ile köle eşittirler. Ancak iki olan tercih edilir. Güvenilir bir köle
necis olduğunu
haber verse,
bir hür de temiz olduğunu söylese, o zaman
iki söz birbiriyle çeliştiği için araştırır.
Eğer iki işten birisine güvenilir iki hür haber verse, iki güvenilir köle de onla-rın tersi bir haber
verseler, o zaman hürlerin sözünü
tutar. Çünkü diyanet ve hükümde
hürlerin sözü hüccettir. Tercih
edilir. Eğer adama iki
şeyden birisine üç tane güvenilir köle haber
verse, tersini de iki gü-venilir
köle haber
verse, o zaman üç kölenin kavli ile amel eder. İkisin-den bir
şeyin bir erkek iki kadın
haber verse,
tersini de iki erkek haber verse, o zaman birincisini tutar.
Velhasıl bu meselelerin
cinsinde din iş-lerinde
hür ile kölenin sözü adalette ikisi de eşit
oldukları takdirde ha-berleri eşittir.
O zaman
evvela, hangisinin adedi fazla ise o tercih edilir. Sonra hangisi hükümlerde
hüccet ise o
tercih edilir,
sonra da araştır-makla tercih edilir.»
Bunun misli
Zahire ve diğer kitaplardadır.
Görülüyor ki fukaha iki haber arasında eşitlik ile muaraza
tahakkuk
ettikten sonra araştırmaya
itibar etmişlerdir. Burada kesilen et
ile su arasında hiçbir fark
yoktur. Düşün.
«Muteber olan
zannın galib olmasıdır ilh...» Ben diyorum ki, Zahire-i Burhaniye'de
zikredilenin
hasılı şudur.
Kaplarda eğer temizlik galib ise, içmek ve abdest
almak için zaruri ve ihtiyari hallerde
araştırılır. Yoksa, eğer necaset galib ise veya eşit ise, o zaman ihtiyari halde asla
araş-tırılmaz.
Zaruri halde
de abdest için değil, içme için
araştırır. Kesilmiş veya ölmüş hayvan hususlarında ise,
zaruri halde
mutlaka araştırır. İh-tiyari halde de
eğer etin ölmüş olması galib ise, veya ölmüş veya
kesil-miş hali eşit ise, o zaman araştırmaz.
Yine elbiselerde de zaruri hallerde mutlaka araştırır,
ihtiyari hallerde eğer temiz olması-galib
ise araştırır. Yok eğer temiz tarafı galib değilse veya eşitse,
araştırmaz.
Bunun da
hasılı şudur: Eğer temizliği galib ise, her iki halde de
herşeyde galibe itibarla araştırır.
Yoksa,
ihtiyari halde hepsinde araştır-maz.
Zaruri halde ise hepsinde araştırır. Ancak abdest
kafalarında değil. Çünkü abdestin halefi vardır ki bu da teyemmümdür. Ama setri avret, yemek,
içmek abdestin aksinedirler. Çünkü onların halefi
yoktur. Bunun misli, kitabın sonunda çeşitli
meseleler bahsinde de gelecektir. Bu izah-la,
musannifin kelâmında bilmece derecesine
ulaşacak
kadar veciz
oldu-ğu da zahir olmaktadır. Eğer musannif, «eğer ağleb zannı kabın
temiz-liği yolunda
ise mutlaka araştırır. Yoksa araştırmaz. Ancak abdestin
dı-şında zaruri hallerde araştırır.» deseydi,
daha kısa ve açık olurdu. Düşün. Evet öyle ama,
musannifin buradaki kelâmı,
Nuru'l-lzâh'a uyarak
kita-bı
salattan hemen önce, takdim ettiğine de muvaffıktır.
«Bir velimeye çağrılsa
ilh...» Velime düğün yemeğidir. Bazı
alimler tarafından da her yemeğe
velime
denilebileceği söylenmiştir. Timurtasî' den naklen Hindiye'de velime yemeğine icabet etme
hususunda
ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Ulemâdan bazısı, bu davet vacibtir, terkedilmez de-mişlerdir.
Umumu ise
sünnet olduğunu söylemişlerdir. Efdal
olan, eğer velime ise icabet etmektir. Eğer
düğün yemeği değilse, adam muhayyer-dir. Ancak icabet
efdaldir. Çünkü icabet etmekte müminin
kalbini sevin-dirmektedir. İcabet ettiği takdirde üzerine ne düşerse yapar. Efdali odur ki,
eğer oruç
değilse,
yemeği yemelidir.
Bidaye'de: «Davete
icabet etmek sünnettir. İster velime
olsun ister gayrı. Ama kendisini tanıtmak ve
cömertliğini
göstermek niyetiyle yapı-lan davetlere icabet etmek ise uygun
değildir. Bilhassa ilim
adamları için. Zira denilmiştir ki, bir adam bir
diğerinin çanağına elini koyduğu
zaman ona karşı
zelil olur.» T. Özetle.
İhtiyâr'da:
«Düğün
yemeği kadim bir sünnettir. İcabet
etmeyen gü-nahkâr olur. Zira Peygamber
aleyhisselam,
«Her kim davete icabet et-mezse, Allah
ve Rasulüne isyan etmiş olur.» buyurmuştur.
Eğer oruç ise, davete icabet eder, fakat yemek yemez, dua eder. Eğer
oruç değilse yemeği yer ve
dua eder. Ne icabet etse, ne de yese, günah işlemiş
olur, davet edene cefa etmiş olur.
Çünkü onu
çağıran adamla istihza etmiş-tir. Peygamber aleyhisselam, «Ben eğer bir deve baldırına davet
edilmiş olsam, ona yine icabet ederim.» buyurmuştur.»
Bunun
muktezası şudur: Velime müekked sünnettir. Ama diğer ye-mek ve davetler bunun
aksinedir. Hidâye
şerhleri velimenin vacibe ya-kın olduğunu tasrih etmişlerdir. Tatarhâniye'de
Yenâbî'den
naklen: «Eğer adam bir davete çağrılmış olsa, eğer o davet yerinde günah
ve bid'at
yoksa, icabet etmek vacibtir. Ama zamanımızda en eşlem yol
kaçın-maktır. Ancak yakinen bid'at ye
günahın
olmadığını yakinen bilirse, o zaman kaçınmaz.»
Zahir şudur ki
bu kavil, velime dışındaki yemekler
için anlaşılma-lıdır.
«Oturması layık
değildir Un...» Yani onun orada
oturmaması vacib-tir. İhtiyar'da: «Çünkü
eğlence
haramdır.
Davete icabet etmek sünnet-tir. Haramdan kaçınmak
daha evlâdır.»
Yine sofrada
bulunanlar gıybet ediyorlarsa, layık olan oturmamak-tır. Zira gıybet, oyun ve müzikten
günah
bakımından daha şiddetlidir. Tatarhâniye.
«Eğer aynı
sofrada ise ilh...» Vacib olan sarihin bunu musannifin gelecek, «eğer önceden bilirse»
sözünden evvel zikretmesiydi. Nitekim Hidâye
sahibi böyle zikretmiştir. Zira musannifin
«gücü
yetiyorsa» sözü, münkiratın sofrada değil
evde olması bahsindedir. O zaman musannifin buradaki
sözünde aşikâr bir iham vardır.
«Men eder ilh...»
Münkiri ortadan kaldırmak için men etmeye gücü yetiyorsa, men etmeye vacibtir.
«Sabreder ilh...» Yani kalbi ile inkâr etmekle birlikte sabreder. Zira Rasulullah
(s.a.v.), «Biriniz bir
münker
gördüğünde eli ile onu ortadan kaldırsın, eğer eli ile kaldırmaya gücü yetmiyorsa,
dili ile
ortadan
kaldırsın, eğer dili ile de ortadan kaldıramıyorsa, kalbi ile
buğzetsin. Bu da imanın en zayıf
derecesidir.» buyurmuştur. Yani, imanın en zayıf
halidir. Yani münkeri nehyedecek kimse,
onu
ortadan
kaldırmak için hiçbir yardımcı
bulamayacağı bir halde iken ancak böyle yapar. «T.
Davete icabet,
sünnettir. O zamda sünnet, bid'atla
beraber olsa da terkedilmez. Mesela ikâmesi
vacib olan
cenaze namazı gibi. Her ne kadar ağlayan kadın hazır olsa bile, yine de namaz terk
edilmez.
Musan-nif davete icabet sünnetini
vacibe kıyas etmiştir. Çünkü vacibe yakın bir sünnettir.
Zira onun
terki hakkında va'îd varid olmuştur.
Kifâye
İmamdan hikâye
ilh...» Yani, «Ben bir defa mübtela oldum.
Yani böyle bir yemeğe davet edildim,
gittim ve
sabrettim.» demiştir. İmamın söz
ettiği bu olay imamın örnek alınacak bir kimse
olmadığı
vakitte
ol-muştu. Hidâye.
«Önceden bilirse ilh...» 3u kavil ifade ediyor ki, geçen bahis, eğer yemeğin başına oturmadan önce
bid'ati
bilmemesi hususundadır.
«Orada asla bulunmaz ilh...» Ancak, eğlence ehlinin, kendisinin git-mesiyle, saygıdan dolayı
eğlenceyi
terkedeceklerini bilirse, o zaman git-mek üzerine vacib olur. İtken:.
«İbni Kemal iih...» Ben bunu İbni Kemal'de görmedim. Evet, bunu Hidâye
zikretmiştir.
T. diyor ki: «Bunda görüş vardır. En açığı, Tebyin'de olan ifade-dir. Zira tebyin
sahibi eğer davet
yerinde
münkirat varsa icabet etme:< lazım değildir demiştir.»
Ben derim ki: Şu kadarı
var ki bu, davetin başına hazır olmakla
son-rakinin arasındaki farkı ifade
etmemektedir. Tebyin'de,
bu ifadeden son-ra İbni Mace'nin rivayet
ettiği şu hadis nakledilmiştir:
«Hz. Ali buyurur-lar
ki: Ben bir yemek yaptım ve Rasulullah'ı davet ettim. Rasulullah
gel-diler, evde
suretler
gördüler, o zaman döndüler.»
Ben derim ki: Hadis şunu İfade etmektedir: Hazır
olduktan sonra do bid'ati görürse yine
rücu
edebilir. Ve şunu ifade ediyor ki, davet edilen yerde
münkirat varsa, asla icabet lazım değildir.
METİN
Sirâc'da: «Bu mesele
delâlet ediyor ki, bütün eğlence ve oyunlar haramdır. O münkiri ortadan
kaldırmak için de o oyunu yapanlardan izin almadan
içeriye
girer ve ortadan kaldırır.»
İbni Mes'ud
diyor ki: Gına kalbte nifakı bitirir,
naşı! su otu bitirirse.»
Ben derim ki: Bezzâziye'de: «Bütün çalgıların sesini dinlemek, kamışa vurularak
çıkan ses ve diğer
seslerin hepsini dinlemek haramdır. Zira
Rasulullah (s.a.v.), «Çalgıları dinlemek günahtır. Başında
oturmak
fısktır. Ondan zevk almak ise küfürdür.» Yani küfranı nimettir. Zira uzuv-ları yaratıldığı
şeylerin
dışında kullanmak küfranı nimettir. Vacib olan, böyle şeyleri dinlememek için çalgılardan
kaçınmaktır. Zira Peygamber (s.a.v.}'in çalgı seslerini duyduğu zaman parmakları ile kulaklarını
tıkadığı rivayet edilmiştir. Ama Arap şiirlerine
gelince, onda fısk varsa onu okumak ve dinlemek de
mekruhtur.
Hadisteki küfür kelimesi günahının büyük oluşunu ifade etmektedir.
Nitekim -İhtiyâr'da
böyledir. Veya ünü helâl bilerek ve zevk alarak dinlediğinde kâfir olacağını
ifade etmekte-dir.
Nihâyed'e olduğu gibi.»
BİR FAYDA:
Nevbet çalmak da geçen müzik aletleri gibidir. Eğer uyandırmak için çalarsa,
bir beis
yoktur. Nasıl ki
mesela üç vakitte su-run üç nefhasını hatırlatmak için çalsa, çünkü aralarında
münasebet
vardır. Mesela ikindiden sonra kıyamet nefhası için çalmak, yatsıdan sonra ölüm
nemasına, geçe yarıdan sonra da ölümden sonra dirilme nefhasına işaret için çalsa... Bu bahsin
tamamı benim
Mültekâ üzerin-deki talikatımdadır.
İZAH
«Mesele delâlet ediyor ki ilh...» Zira İmam Muhammed, çalgıların isimlerini
mutlak zikretmiştir. O
zaman oynamak,
eğlence nas ile haram-dır. Zira Peygamber (s.a.v.), «Müminin eğlencesi bâtıldır.
Ancak üç şeyde
değil: Atını terbiye etmek için -bir rivayette atı ile oynamak kendi yayı
ile ok atmak,
bir de hanımı
ile oynaması.]) duyurulmuştur. Kifâye.
İmamın
«mübtelâ oldum» sözü, oyun ve eğlencenin
haram olduğu-na delâlet eder. İtkanî. İbni
Kemal için bu
hususta bir kelâm vardır. Ve onun kelâmında da bir kelâm vardır. Müracaat et.
«İzin almadan içeriye girer ilh...» Çünkü onlar münkeri işlemekle hürmetlerini
düşürmüşlerdir. O
zaman onların
o hürmetlerini atmak ca-izdir. Nasıl ki şahitler zaninin
avretine bakabilirler. Zira zani
kendi nef-sine
yapılacak saygıyı
yırtıp atmıştır. Bu bahsin tamamı Minâh'tadır.
«İbni Mes'ud
ilh...» Sünen'lerde merfuen Rasulullah'tan (s.a.v.) şu lafızla rivayet edilmiştir: «Gına
kalbte nifakı bitirir.» Gayetü'l-Beyân'da olduğu gibi. Bazı alimler tarafından da, kafiyeler dizmek ve
fasih
konuş-mak için teganni ederse zarar yoktur, denilmiştir. Bazı alimler de
eğer yalnız kaldığı
zaman vahşeti
kendinden gidermek için teganni ederse beis yoktur demişlerdir. Serahsî
bu kavli
tutmuştur. Şeyhülislâm
da Hane-fî ulemasına göre bunların hepsinin
mekruh olduğunu zikretmiş,
«İnsan-lar arasında bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için ger-çeği boş sözlerle
değişenler...» (Lokman: 6) ayetini de deli!
getirmiştir. Bu ayetin tefsirinde «boş sözler»den
maksadın gına olduğu gelmiştir. Bazı sahabilerin söyledikleri rivayet
edilen şiirler de hikmet ve
mev'ize dolu
şiirler olarak yorumlanır. Zira «gına»
kelimesi nasıl bilinen isim olarak
verilirse,
bilinmeyene de
ıtlak olunur. Nitekim şu hadiste
olduğu gibi: «Her kim Kur'an ile teganni etmezse,
bizden
değildir.» Bu bahsin tamamı Nihâye ve
diğer kitaplardadır.
Kuhistanî
gınayı, sesi ferdid etmek, melodi ile
ve ritmik biçimde söy-lemek olarak tarif
etmiş ve
sözlerinin
devamında, «Bu kayıtlardan biri-si olmazsa, gına tahakkuk etmez» demiştir.
Dürrü
Münteka'da: «Bunun bu şekilde tarif etmesi bizim kitabımız-da bilinmemiştir.»
Ben derim ki: Fethu'l-Kadîr'in Şehâdet bahsinde, bizim bundan öğ-rendiğimiz bir kelâmdan sonra
şöyle denilmektedir: «Haram olan
te-ganni bir erkeğin sıfatını, hayatta
olan belli bir kadının
vasıflarını ve
in-sanı şarap içmeye tahrik edecek biçimde
şarabın vasıflarını anlatan, melodik
söyleyişler ve müslüman veya zımmiyi
hicveden sözlerdir ki, bu hicvetmede
de söyleyen adam
bizzat o
müslüman veya zımminin hicvini
düşünerek söylerse. Yok onu bir şiir
söyletmek veya
fesahat ve
bela-gatı öğretmek için hicvetmesi
haram değildir. Veya olmayan bir kadının vasfını
yapan teganni
de haram değildir. Veya
kokuları, çiçekleri, suları anlatan
bir şiir veya teganninin
men edilmesinin bir delili yoktur. Evet, bunları
bir çalgının yanında söylerse, o zaman yine imtina
edilir. Her ne kadar o
aletleri va'z ve hikmet şeklinde
anlatmış olsa da böyledir. «Özet-le. Bu bahsin
tamamı
oradadır.»
Mülteka'da: «Peygamber (s.a.v.)'den Kur'an okurken, cenazede,
sa-vaşa giderken ve vazederken
sesi
yükseltmenin mekruh olduğu rivayetedilmiştir. O zaman, vecd ve muhabbet
dedikleri türkü ve
gazelin
okun-masında sesin yükseltilmesine ne denilir? Dinde böyle bir şeyin aslı yok-tur.».
Şarih diyor
ki: Cevhere de şunu ilave etmiştir:
«Zamanımızın muta-savvıflarının yaptıklar: haramdır.
Oraya gitmek
ve oturmak caiz değildir.» Peygamber'den (s.a.v.) rivayet edilen onun şiir dinlediğine
dair rivayet-ler gınanın haram olmadığına delâlet
etmez. Onun hikmet ve va'zı iştimal eden mubah
bir şiir
üzerine hamletmek caizdir. Peygamber (s.a.v.) in vecdettiğini
bildiren hadise gelince, o da
sahih
değildir. Nasru'l-Bazî türkü dinlerdi bu yüzden
şöyle azarlandı: «Gıyabetten daha hayırlıdır.»
derdi,
«Heyhat» denildi. Belki dinlemenin
zellesi halkı gıybet etmenin zellesinden
daha kötüdür.
Serî diyor ki:
«Vacidin kendini kaybetmesinde öyte bir hadde ulaşmalıdır ki, yüzüne kılıçla
vurulmuş olsa,
yine ondan bir ağrı duymaz. O zaman gerçek
vecd zahibidir.»
Ben derim ki: Uyun'dan
naklen Tatarhâniye'de: «Eğer
dinlenilen ses Kur'ân ve mev'ıza sesi ise,
caizdir. Eğer gına ise. ulemanın ittifakı ile
haramdır. Sofilerden her kim bunu helâl ederse, şu
kimselere helâldir der: Artık eğlenceden arınmış, takva ile bezetilmiş,
hastanın ilaca ihti-yacı gibi
artık o gınaya
muhtaç olana. Böyle bir gınanın altı şartı vardır: Bu gınanın yapıldığı
mecliste, tüysüz
oğlan olmaması, cemaatın
hepsi erkek olması, sonra burada toplanmalarının niyeti hak rızası
olmalı,
okuyanın niyeti yoksa ücret almak veya yemek yeme olmamalı,
toplantı yemek veya fetih
için olmamalı ve yerlerinden
kalktıkları zaman da an-cak mağlub
olarak kakımaları lazımdır ve
ancak doğru
olması müstesna vecd de izhar etmemelidir. Velhasıl
zamanımızda dinlemeye ruhsat
yok-tur. Zira
Cüneyd, kendi zamanında dahi dinlemekten
tövbe etmiştir.» Bu hususta sen
Feteva-yı
Hayriye'de
olan ifadeye bak.
«Nifakı
bitirir ilh...» Yani amelî nifakı bitirir.
«Fısktır ilh...» Yani taatten çıkmaktır. Aşikârdır ki eğlencenin
ba-şında oturmak onu dinlemektir.
Ayrıca dinlemek de günahtır. O zaman bu iki günah olmaktadır.
«Uzuvları
kullanmak ilh...» Sarih bu kavli küfrün küfran-ı nimet üze-rine ıtlak olunmasının sahih
olacağını
beyan için zikretmiştir. T.
«Parmakları ile
kulaklarını tıkadığı ilh...» Benim Bezzâziye ve Minâh'ta gördüğüm ise,
bu ifade, iki
kulağını
tıkadı, seklindedir.
«Mekruhtur
ilh...» ,Yani onların okunması mekruhtur. O zaman on-ların tegannisi ne
olur?
Tatarhâniye'de: Eğer şiirlerde fışkın
ve bir oğlanın zikri olmazsa, onları okumak mekruh
değildir.
Zâhiriye'de:
«Şiirdeki kerahetin anlamı şudur: Eğer insanı zikir ve
kıraatten alıkorsa mekruhtur. Yok
eğer alıkoymazsa,
o zaman beis yoktur.»
Tebyînü'l-Meharim «Şüphesiz bilinmelidir ki, haram olan şiir, kendi-sinde fuhuş veya bir
müslümanın
hicvi veya Allah ve peygamberi
yalan-lamak veya sahabeyi yalanlamak
veya nefsi
tezkiyeyi yalanlamak veya
içinde yalan zannedilecek derecede övgü
ve neseplere zarar getirecek ve
bir de, bir
tüysüz oğlan veya belli hayattaki bir kadının vasıflarını ifa-de eden şiirlerdir. Zira hayatta
olan belli bir
kadını belli bir tüysüz
oğla-nı, erkekler huzurunda vasfetmek
haramdır. Ama ölmüş bir
kadını veya belli olmayan bir kadını
vasfetmekte bir beis yoktur. Oğlanda
da hüküm böyledir. İnsanı
tahrik edecek bir şarabı
da vasfetmek, deyriyat, mey-haneyi methetmek, zımmî bu olsa hicvetmek
haramdır. İbni
Hümam ve Zeylaî'de de böyledir. Yanak ve zülüfleri,
boyun güzelliğini ve diğer ka-dın
ye oğlan
vasıflarını söylemek mubahtır. Bazı alimler
de bunda bir görüş vardır demişlerdir.
Maarifte:
«Diyanet ehline onları vasfetmek la-yık değildir. Layık olan arzu ve
şehveti galib olan
kimsenin
yanında ka-dının sayılan yerlerinin
inşad edilmesi caiz değildir. Çünkü
onun fikrini helâl
olmayan birşeye tahrik eder. Mahzura sebeb olan
da mahzurdur.»
Ben derim ki: Biz yukarıda
takdim ettik ki, herhangi birşeyde-delil getirmek için şiir söylemekte
zarar yoktur.
Beliğ teşbihler, güzel istia-reler için şiir söylemek de istişhad için söylenen şiir gibidir.
«Günahının
galiz oluşunu ilh...» Yani bu küfran-ı
nimet kelimesinin üzerine atıftır. Buna ancak
küfür
demenin manâsı günahın büyük olma-sıdır. H.
«Şurun üç
nefhasını ilh...» Bazı alimlerin görüşü budur. Halbuki meş-hur olan,
iki nefha vardır.
Birisi,
kıyametin başlangıcı için, diğeri de ye-niden
dirilme için. T.
«Aralarında münasebet vardır ilh...» Yani nefhalar
ile o üç vakitte birşey çalınması
arasında
benzerlik
vardır.
«İkindiden
sonra ilh...» Zira halk, ikindiden
sonra iş yerlerinden ev-lerine gelirler.
Yatsıdan sonra
uyku vaktidir. Ki bu da küçük ölümdür. Gece yarısından sonra ise kabirleri
gibi olan evlerinden iş
yerlerine
doğ-ru çıkarlar.
Ben derim ki: Bu ifade ediyor ki, çalgı aletinin kendisi bizzat haram değildir. Belki
onunla oyun
oynandığı için haramdır. Bu da ya onu din-leyen
veya onu çalan içindir. Zaten izafe de onu
bildirmektedir.
Görül-müyor mi ki, o âlete
vurmak, vuranın niyetine bağlı olarak bir defasında helâl,
bir defasında
da haram olur. Zaten işlere de
maksatlarına göre hükmedilir. İşte bunda onların ancak
kendilerinin
bilebileceği birçok maksatlarla aletleri kullanma konusunda tasavvuf büyüklerine
delil
var-dır. O
zaman sufîlere bu işten dolayı itiraz
eden kimse onların bereke-tinden mahrum olmamak
için acele etmemelidir. Çünkü onlar seçilmiş-lerin
efendileridir. Cenab-ı Allah bizi
onların
imdatlarına erdirsin, onların salih dua ve bereketlerini
bize nasib etsin.
«Bu bahsin
tamamı benim Mültekâ üzerindeki talikatımdadır ilh...» Zira
sarih, geceni İmam
Pezdevî'nin
Melaib isimli eserine isnad ettik-ten sonra, «Layık olan nevbet çalmak gibi hamam
borusunu
çalmanın da caiz olmasıdır. Hasen'den, düğünü ilan için def çalmağa
beis olma-dığı
rivayet edilmiştir. Sirâciye'de de, eğer zilleri
olmazsa, ve eğlence maksadıyla
vurulmazsa
denilmiştir.»
Ben derim ki: Ramazanda sahur için uyuyanları
uyandırmak için da-vul çalmak da
hamamın
borusunun
çalınması gibi mubahtır. Düşünülsün.
METİN
Bedenle arasında başka
giyecek olsa dahi ipekli giymek haramdır. Sıhhatli görüş budur. İmam-ı
Azam'dan gelen rivayete
göre ipekli cildle yani insan derisiyle
temas ederse giyilmesi haram olur.
El-Kınye'de: «imamın
bu görüşü belânın yaygınlaştığı
hallerde büyük bir ruhsattır» de-nildi.
İmam-ı
Azama göre; harb halinde giyilmesi de haramdır. İmameyne göre harp halinde giyilmesi
helâldir.
Haramlık erkekleredir.
Kadınlara değildir. Ancak kumaşın damgası gibi
birbirine bitişik olan dört
parmak kadarı helaldir. Bazıları «Bu dört parmak
açık olacaktır», bazıları ise «ne açık ne kapalı,
normal bir' şekil-ce olacaktın» demişlerdir. Sağlam mezhep görüşüne göre değişik yer-lerde olan
ipekli işlemeyi bir yerdeymiş gibi kabul etmek yoktur. Sa-rıkta olsun. Nitekim bu durum Kınye adlı
eserde genişçe bahsedilmiştir.
Orada bir sakır bahsedilir. Onun kenarı
Hz. Ömer'in parmaklarıyla
dört parmak
kadar ibrişimdir. Bu da bizim karışımıza muadildir. Buna
ruhsat verilmiştir.
Zeylaî'ye göre tellerle örülenler de dört parmak kadar olduğu takdir-de giyilmesi kullanılması
helâldir. Aksi
takdirde erkekler için helâl olmu-yor. El-Müctebâ adlı kitapta; «Sarıkta
iki veya daha
fazla yerlerde
bulu-nan ipekli nakışlar derlenmiş
yani bir yerdeymiş gibi kabul edilir»
denil-mektedir. Bazıları da «Hayır, kabul edilmiyor»
demişlerdir. Orada şu fet-va da yer almaktadır:
«Ebû
Hânife'den geldiğine göre üzerinde gümüş tellerden nakışlar bulunan bir
sarığın, bu nakışlar
üç parmak kadarsa, giyilmesinde beis yoktur. Eğer bu nakışlar altından
yapılmışsa giyilmesi
mekruhtur.
Bazıları «mekruh değildir» demişlerdir.»
Aynı eserde «İpek ile tarafları
örülmüş cübbenin giyilmesi de
mek-ruhtur» denilmektedir.
Müellif der
ki: Bu kerahetle bizim zamanımızdaki insanların
giymeyi adet ettikleri Basra mamulü olan
entarilerin kerahe-ti de sabit olmaktadır. Bu eserde
kumaşın enliliğinde yapılan nakışların ruhsatlı
olduğu
açıklanmaktadır. Derim ki: bunun ifade ettiği şudur: El-bisenin uzunluğundaki az miktar
mekruhtur.
Musannif der ki: Molla Husrev ve
Sadruş Şeria da bu görüştedirler. Fakat Hidâye ve
başka eser-lerdeki mutlak beyanlar bunu muhaliftir. Es-Sirac'cîa Siyer-i Kebir'den naklen:
«Kumaştaki ipek alametler
ve işaretler, ister küçük ister büyük
olsun, mutlaka helâldir.» Musannif
der ki: Bu
fetva daha önce dört par-mak ile kayıtlanan hükme muhaliftir ve bu fetvada bizim
zamanımızda
bununla müptela olanlar için büyük
bir ruhsat vardır.
Derim ki: Şeyhimiz «Ben zannediyorum ki, burada alem olarak geçen kelime sancak
mızrakların
uçuna bağlanan
şeylerdir. Çünkü böyle bir sancak büyük de olsa helâldir» demiştir. Yani büyük bir
parça ipekliden yapılmış olsa da helâldir. Çünkü bu, elbise değildir. İşte bu
tevil ile eser-ler
arasındaki değişiklik böylece halledilmiş olur. Dîbac denen saf ipek-ten
yapılmış cibinlik
kullanmada erkekler
için beis yoktur. Dîbac, arşı ve
argacı ipekten olan nesnedir. Vehbâniye
Şerhi.
Çünkü bu giyilen nesne değildir. Vehbâniye'nin sarihi bunu nezmen şöyle ifade etmişti':
İpekten
yapılmış cibinlikte uyumak caizdir.
Bu hüküm hem
Kınye'de, hem de Müntekâ'da yazılıdır. Halis ipekten yapılmış uçkur bağı da
mekruhtur.
Sıhhatli görüş budur. Bazıları «bunda beis yoktur.» demişlerdir
Halis ipekten yapılmış
kalensuva yani fes giymek de mekruhtur. Sa-rığın
altında kalsa bile ve
yakaya asılan
para cüzdanı da ipektense mek-ruhtur. Kınye.
İZAH
Bilmiş ol ki giyeceklerin bir kısmı farzdır. Bu, setr-i avreti sağlayan, sıcak
ve soğuktan koruyan
elbisedir. En uygunu
bu kisvenin pamuk, ke-ten veya yünden yapılmış
olmasıdır. Nitekim sünneti
seniyye böyledir.
Onun eteği baldırın yarısında
olacaktır. Yani yerlerde sürülmeyecektir. Kolların
yeni ise parmakların başına kadar olacaktır. Kolağazı ise bir karış olmalıdır.
en-Natf adlı eserde
olduğu gibi
nefis (çok kaliteli) ve hasis (kalitesiz) değil orta kaliteli kumaştan
olacaktır. Çünkü
işlerin en hayırlısı
ortancalarıdır. Bir de iki şöhretten yani son derece süslü ve son derece çirkin
davranışlardan
nehyedilmiştir.
Elbisenin bir
kısmı da müstahabtır. O da süs için,
Allah'ın nimetini izhar için edinilen
elbisedir.
Allah Resulü «Gerçekten Allah nimetini kulunun üzerinde
görmek istiyor» buyurur.
Elbisenin bir
kısmı do mubahtır. Bu, bayramlarda,
cuma günlerinde, toplantılarda süs için
giyilen
güzel elbiselerdir. Her vakit giyilmemektedir. Çünkü
bunların daimi şekilde giyilmeleri
gurur ve
kibire yol
açar. Çoğu zaman fakirleri kızdırır. Bundan sakınmak evlâdır.
Elbisenin bir
kısmı da vardır ki mekruhtur: Kibir için giyilen elbise gibi. Beyaz elbise giymek
müstahabtır.
Siyah elbise de böyledir. Çünkü siyah elbise
Abbasoğullarının alametidir.
Cenab-ı
Peygamber,
Mekkeye girdiği zaman başında siyah bir amame vardı. Yeşil elbise giymek sün-nettir.
Njtekim Eş
Şir'a adlı eserde böyle denilmektedir. Bunlar Mülteka ve şerhinden alınmıştır.
El-Hindiye'de Es-Sircciye'den naklen şu hüküm yer almaktadır
«Güzel elbise giymek mubahtır. Gurur için olmamak şartıyla.» yani daha önce nasılsa elbiseyi
giydiği zaman da aynı tavırda olmak
şartıy-la. Kürk giymek de mutad
giyimlerdendir. Bu kürkün
bütün yırtıcı hay-vanların derisinden
olmasında .beis yoktur. Ve tabaklanmış
ölü hayvan derisinden
veya boğazlanmış hayvan derisinden olsa
bile kürklerde beis yoktur. Bu hayvanların
tabaklanması
kesilmesidir. Muhit böyle diyor. Kap-lanların ve bütün yırtıcı hayvanların
derileri tabaklandıktan
sonra
kulla-nılabilir. Onlar seccade yapılabilir. Eğer takımı yapılabilir. El-Muntekit de böyle
yazar.
Erkekler için ayak sırtlarına kadar don giyilmesi mekruhtur. Attâbiye'de
bu hüküm yer almıştır:
Demir
çivilerle çivili ayakkabıların gi-yilmesinde de bir beis yoktur. Ez-Zâhîre adlı eserde
namazın
caiz olma-sına mani bir necaset bulaşmış olan bir
ayakkabının giyilmesi caiz mi-dir,
değil midir?
Cevab: Ebû
Yûsuf'un Kerâhiyet'inde, Said bin Cübeyr
hadisinde zikredilmiştir ki: O tilkilerden
yapılmış fes giyer,
fakat onunla namaz kılmazdı. Bu, Ebû Yûsuf'un bir hatasıdır.
Ben derim ki: Bu işaret eder ki, zaruret yokken bunu giymek caiz de-ğildir. Tatarhâniye.
Fakat sarih,
namazın şartlan bahsinde şunu söy-ledi: «Kişi, namaz haricinde necis bir elbise
giyebilir.» Bu fetva
El-Bahr da,
El-Mebsut'a nisbet edilmiştir.
«Zaruret hariç,
ipekli giymek haramdır ilh...» Nitekim ilerde gelecek-tir.
El-Muğrib adlı
eserde denildi ki: «Harir tabiri pişirilmiş ibrişim
de-mektir. Ondan edinilen, yani
kozadan çıkan ipekten yapılmış elbiseye de«harîr» denilmiştir.
Kınye'de dedi ki: ilh...» el-Kınye'nin naklettiği fetvayı Kınye hocası Bedî'den naklediyor. Fakat bu zat
diyor ki; «Bu Hânife'den bu fetvanın gelip gelmediğini araştırdım. Birçok
kitaplara baktım. Ancak
el-Muhit
sa-hibi Burhân'dan gelenden başkasını görmedim.»
Hâniye'de dedi ki: «Hülâsa şudur: Bu
fetva mezhebin nakli için ko-nulmuş metinlere ters
düşmektedir.
Bununla amel etmek ve fetva ver-mek
caiz değildir.»
«İmameyn harp
halinde ipekli giymek helâldir
dediler ilh...» Yani ka-lınsa, düşman silâhlarından
insanı
koruyorsa giyilmesi caizdir. Nitekim bu husus daha ileride gelecektir, ihtilâf erişi
ve argacı
ipekten olan
hak-kındadır. Sadece argacı
ipek veya sadece erişi ipek
olanlar, harp halin-de, icma ile
giyilmesi mubahtır. Nitekim bu hüküm Tatarhâniye'de yer almıştır ve ileride gelecektir.
«Ancak dört parmak kadar ilh...» İstisnası İbn Abbas'tan
gelen riva-yete binaendir. O rivayet
şöyledir:
«Resul-ü Ekrem katıksız ipekliden ya-pılan elbiseyi giymeyi yasakladı. İşaret ve elbisenin
argacı müstesnadır,saf ipek de aynı.»
Birde
Müslim'den gelen bir haber vardır. O
da şudur: «Resulü Ek-rem ipekliyi giymeyi
yasakladı.
Ancak bir, iki üç veya
dört parmak ka-dar ipekli ile süslenmiş
elbiseler bundan müstesnadır.»
Acaba burada «dört parmak kadar» olan kısım uzunluğuna
ve enli-liğine midir? Yani o ipekliden
yapılmış işaretin uzunluğu ve eninin dört parmaktan
fazla olmadığını mı yoksa sadece enini mi
kastediyor?
Uzun-luğu dört parmağı geçerse olur mu? Onların kelâmından insanın
zihnine ilk gelen
ikinci
görüştür. İkinci görüşü Sarihin kelâmından El-Havi Ez-Zâhidî'den gelen rivayet de takviye
etmektedir.
«Elbisenin alemi» onun süsü, deseni demektir.
Nitekim bu husus Kâmus'ta da bu şekilde
manâlandırılmıştır. Bundan katıksız ipekliden örül-müş veya
sonradan elbiseye dikilmiş desenler
kastedilmektedir. Onların kelâmının zahirinden
anlaşılır ki; onunla elbise kenarlarında
dikilenler
arasında fark yoktur.
İkisi de dört parmak ile kayıtlıdır. Ama İmam Şafiî burada
muhalefet etmiştir.
Çünkü Şâfiîler
süsü dört parmakla kaydetmişlerse de etrafının her memlekette
galib adete göre
takdir edilmesini ter-cih etmişlerdir. Yani bir memlekette
dört parmaktan daha fazla olmak üzre
elbiselerin yakalan
süslenmekte ise yine caizdir. Bize göre alem
yani işaret hem yakalara takılan,
armaları, hem de elbiselerde, kullanılan desenleri kapsamaktadır. Buna perdeler ve yenlerin
etrafına,
cübbenin yakasına işlenenler, ilikler ve kumaştan yapılan düğmeler de dahildir. Nitekim
bunlar ileride
gelecektir. Tercih edilen
görüşe göre eesih püskülü de buna dahildir. Tabi eni dört
parmaktan fazla
olmamak şartıyla. Don ve şalvarın
bağ yuvarı (uçkur) da böyledir. Abanın
omuzla-rındaki
ve sırtındaki, hamamda giyilen ve
satrançlı desen peştemal ve şaşın etrafındaki
desenler de ister iğne ile süslenmiş ister
dokunurken konmuş olsun sarığın etrafında saçak olarak
eklenmiş olsun, bütün bun-larda beis yoktur. Eğer
enleri dört parmağı geçmiyorsa
uzunluğu dört
parmağı geçse de yine beis yoktur. Aynı şekilde bir elbiseyi bir parça ipekle
yamamakta da beis
yoktur. Ama ipekliden kılıf yapmak böyle
de-ğildir.
El-Hindiye'de: «Eğer
ipeği cübbeye bir kılıf yaparsa bunda bir beis yoktur.» Çünkü ipekli burada
tabidir. Eğer
içi veya dışı ipekli ile kaplama yapılırsa bu mekruhtur. Çünkü hem ipekli hem de diğer
madde burada kastedilmektedir. Sarahsî'nin Muhit'inde de böyle hükmedilmektedir. El-Kudurî
şerhinde Ebû
Yûsuf'tan gelen rivayet şöyledir: «Ebû Yûsuf feslerin iç kısmını ipekliden yapmayı
mekruh
görmüştür.»
Buna göre eğer
cübbenin yakası bu gün olduğu gibi
dört parmakta daha enli ise onun üstünde bir
parça keten bezi dikilmişse onu giymek caiz olur. Çünkü ipekli-elbisenin ortasına
girmiş oluyor.
Dikkat!
«Tercih edilen görüşe göre değişik yerlerde olan ipekli
desenler bir yerde imiş gibi kabul
edilmezler
ilh...» Ancak
bir hattı ipekli, biri de baş-ka maddeden olursa ve hepsi ipekli gibi görünürse o zaman
caiz
değil-dir. Nitekim El-Havî'den bu
husus gelecekte zikredilecektir. Bunun ge-rektirdiği şudur:
İpek ile bezenmiş desenlenmiş
nakışlı elbiseyi giymek helâldir,
eğer her nakış dört parmak kadar
değilse. Eğer hepsi bir araya geldiği zaman dört parmağı geçerse bu yine helâldir, eğer hepsi
ipekli
görünmezse.
Düşün!.
T. Dedi ki: «Altın
ve gümüşten yapılan değişik desenlerin
hükmü de böyle midir? Yazılsın.»
«Yine Onda
ilh...» Kınye'deki bu kayıttan sonra Necmu'l-Eimme: «Dört parmakta ölçü parmakların
normal heyeti
olur. Selefin parmaklan esas alınmaz.» demiş, sonra
Kirmânî'nin «Parmaklar yayılmış
olacaktır», sonra da Karabîsî'nin «Yayılmış parmakların
miktarından sakınmak daha evlâdır»
sözüne işaret etmiştir.
«Aksi takdirde kişi yani erkek için
helâl değildir ilh...» sözü Zeylaiden
erkek kaydı olmaksızın
zikredilmiştir. Ez Zeylaî'nin bu sözüne «bu ziynetten
değildir» şeklinde itiraz edilmiştir. Zahire
göre
: Burada kadın-larla ilgili hüküm erkekler gibidir.
Ben, derim ki: Burada dikkat edilmelidir. Çünkü
Kâmûs'ta yer aldı-ğına göre; nüye kendisiyle
süslenilen şeydir.
Şüphe yoktur ki altın ile dokunmuş elbise
süs eşyasından sayılır. Biz daha önce
El-Hâniye'den rivayet ettik ki kadınlar,
ziynet haricinde, altın ve gümüş kaplardan
ye-me, içme,
yağlanma hususlarında akidlerde
erkekler gibidirler. Kadınlar için dibaceyi, ipekliyi, altın ve
gümüşü ve
diğer incileri süs olarak kul-lanmakta bir beis yoktur.
El-Hidâye'de: «Erkek
çocuklara altın ve ipekli giydirmek mekruhtur» deniliyor. Bunun hükmü ilerde
gelecektir. el-Kınye'de:
«Altın
ile dokun-muş, arma, kadınlar için zararlı değildir. Erkeklere gelince
ancak dört
parmak kadar olursa zararı yoktur. Fazla olursa mekruhtur» denilmek-tedir.
E!-Müctebâ'dan
ilh...» rivayet edilen görüş hususunda ikinci yoru-mun mezhebin zahiri
olduğunu
daha önce
öğrenmiştin.
«Eğer sarıkta nişan varsa ilh...» sözüyle bu aynı
manaya geldikle-rinden dolayı tekrar edilmiş sayılır.
«O altından
olursa mekruhtur ilh...» sözüne gelince; el-Kınye'de de-nildi ki; «Sanki
bu yüzüğe itibar
edilerek söylenmiştir.»
Yine el-Kınye'de
fes hakkında da: «tercih
edilen görüşe göre dört parmak kadarı caizdir.»
denilmektedir. İmam
Muhammed'den
gelen bir rivayette «caiz değildir,
tıpkı ipeklide olduğu gibi» denilmiştir.
Ben derim ki: Altınla
desenlenmiş kumaş hakkında konuşma gele-cektir.
«İpekli ile kaplanmış cübbe giymek mekruhtur ilh...» sözüne gelin-ce; bu, ammenin
üzerinde
bulduğu
fetvanın gayrisidir. Çünkü el-Hidâye'de
Zahîre'den nakledilmiştir ki:
İpekli ile kaplanmış
şeylerin giyilmesi fakîhlerin ammesi katında
mutlaktır. et-Tebyîn'de Esmâ'dan rivayet edi-liyor.
«Tayaîisî bir
cübbe çıkarmıştı. Üzerinde de bir karış
kadar kisrevânî ipekten bir koltuk eki vardı.
Onun iki
yakası da o ipekle işlenmişti.O dedi ki: «İşte bu Resulullâh'ın
cübbesidir. Peygamber bu
cübbeyi giyiyordu ve bu cübbe Âişe kalındaydı. O vefat edince onu ben aldım. Biz hasta-lar olarak
onu yıkayarak suyunu içiyoruz. Hastalar bununla şifa buluyor.»
Hadisi imam
Ahmed ve Müslim rivayet ettiler. Fakat Müslim'de «Şibr»
'(karış) ibaresi yoktur.
el-Hidâye'de Allah'ın resulünden gelen bir hadis
şöyledir: «Peygamber ipekli ile yakaları süslenmiş
bîr cübbe giyiyordu.»
Molla Husrev ve Sadrüş-Şerîa'nın bu hükmü
kesin olarak ifade ettikleri gibi,
İbn Kemal ve
Kuhistânî de kesinlikle bunu böyle
ifade etmişlerdir. et-Tatarhâniye'de
Cemu'l-Cevami'den bu nakledilmiştir.
«Fakat
Hidâye'nin ve başka kaynakların mutlak zikretmeleri
buna ters düşmektedir ilh...» sözüne
gelince; bu sadece eninin dört parmakla
kayıtlanmasıyla ilgilidir.
Bazan denilir
ki, «Mutlak, mukayyedin üzerine hamledilir.» Nitekim usul
kitablarında bu husus
serahaten belirtilmiştir. Yani hüküm ve ha-dise birse mutlak mukayyedin üzerine hamledilir.
Bununla
beraber me-tinler çoğu kez meseleleri kayıtlarından sıyrılmış olarak zikrederler.
Dü-şün.
Fakat
kaynakların bu yaptıkları delillerin ıtlakına
uygundur. Bu ise zamanın insanlarına
daha
şefkatli gelir. Ta ki bunlar fisk ve isyana gir-mesinler.
«Bu daha önce
dört parmakla kaydedilme
hükmüne muhaliftir ilh...»
sözüne gelince;
evet, bu metinlere açıkça muhaliftir ve buna yönelmiş-tir. Sarihin
«ben derim»
ifadesiyle beyan ettiği kanaata gelince, bu cid-den
uzak bir görüştür. Tatarhâniyye'de «Nakşı
ipekli
olan veya yakaları kenarları ipekli ile işlenmiş elbiseyi giymekte, fakîhlerin
umumu katında beis
yoktur. Fakat
bazı kimseler burada muhalefet etmişlerdir.» denilmek-tedir.
Hişâm, Ebû Hânife'nin
elbisesindeki çiçek
dört parmak kadarsa o elbisenin giyilmesinde bir beis görmediği rivayet edildi.
Şemsu'l-Eimmetis-Serahsî şöyle der: «Elbisedeki
desen ipekli ise onu giymekte beis
yok-tur.
Çünkü çiçek elbiseye tabidir.» Ve Serahsî takdir konusunda yani dört parmakla
takdir hususunda
herhangi bir
şey söylememiştir. Binaenaleyh onların sözleri giyilen
elbiselerin desenleri ile ilgilidir.
Yoksa sancak olan bayrak hususunda değildir. Eğer bu böyle
olmazsa elbise ile kayda hiç bir manâ
kalmaz. Tabaiyyet
nedeninin de manasız kaldığı ortadadır.
Tatarhâniyye'de şu husus yer almaktadır:
«Kadınlar hakkındaki hükümden sözetmeye gelince; alimlerin
am-mesi onlar için halis ipekliyi
giymek helâldir
dediler. Bazıları da helâl değildir, dediler. Çiçeği ipekli
olanın giyilmesine gelince:
Bu ibareden
insanın zihnine ilk gelen şey «mutlak ipekten yapılmış çiçekli elbisede
beis yoktur»
hükmü ancak kadınlar hakkındadır. Eğer bu sabit
olursa o zaman herhangi bir çatışma ortada
kalmaz.
Bununla ibareler arasındaki tevfîki yani uyumu sağlamak daha güzeldir. Aksi takdirde
bunlar iki
rivayet olurlar.
«Bu daha
sahihtir ilh...» sözü el-Kınye'de
Şerhu'l-İrşâd'dan alın-mıştır.
Et-Tatarhâniye'de ise: «ipekli uçkurda kerahet yoktur. Çünkü o yal-nız giyilmez» denilmektedir.
El-Camiussağır Şerhi'nde: «Bazı meşayihler, erkekler için Ebû Hânife
katında ipekli uçkurda beis
yoktur» derler.
Sadruş-Şehid: İmameyn katında böyle bir uçkur kullanmak
mekruhtur» dedi. Düşün.
«Böylece fes
de mekruh olur ilh...» Molla
Miskîn, Musannifin kita-bın sonundaki «Değişik
Meseleler» bahsinde: «Feslerin giyilmesinde be-is yoktur,» diyor.
Molla. Miskîn burada çoğul tabiri
kullanıyor.
«Bu ise ipekli, altınlı gümüşlü, ketenli, siyah, kırmızı bütün fesleri kapsamakta-dır.»
Fakat zahir şudur ki; güvenilir olan burada zikredilen hükümdür. Çünkü bu tam yerinde, açıkça
söylenilmiştir, umumdan alınmamıştır. T.
el-Fetâvâ'l-Hindiyye'de
şu hüküm yer almaktadır: «Erkekler için ipek-ten, altından, gümüşten veya
dört
parmağından daha fazla büyük ipek parçası veya altın ve gümüş
dikilmiş ketenden yapılmış
fesi giymek
mek-ruhtur.» İşte bununla «takiye» veya
«arakiye» denen ve başa giyilen ter-liklerin
hükmü de
bilinmiş oluyor. O da ipekli ile nakışlanmışsa
nakışla-rından birisinin dört parmaktan
fazla olması halinde helâl değildir, daha az ise
helâldir. Eğer bütün nakışlar dört parmaktan
fazlaysa yine giyil-mesi helâldir. Çünkü zahir mezhebe göre değişik nakışlar birmiş gibi sayılmazlar.
«İnsanların boynuna
omuzuna v.s., astıkları keselere gelince
ilh...» Kişinin beraberinde astığı kese
ipekli olursa mekruhtur. Cebe konulan veya evde
duvara asılan mekruh değildir. Bu
kayıd ile
asılmayan
kese-ler bu hükümden çıkmış olur. Bunun açıklanmasında zahir olan şudur:
Asılmak
giymeye
benzer, bunun için haram olur. Çünkü
bilindiği üzere haramlar babındaki şüphe yakına
ilhak edilmiştir. er-Remlî.
Zahir şudur ki;
asılan keseden maksad hamail diye
tabir edilen mus-ka keseleridir. Çünkü bunlar
boyunlara asılır. Fakat para kesesi öyle
de-ğildir. Onu cebine koyar, asmaksızın
kullanırsa beis
yoktur.
Ed-Durru'l-Münteka'da: «İpekli seccade üzerinde namaz kılmak
mek-ruh değildir, çünkü haram olan
giymektir» denilmektedir. Sair şekillerde ondan yararlanmak ise bu hükmün dışındadır, haram
değildir.
Nitekim cevhere üzerinde namazda olduğu gibi Kuhistanî ve başka alimler de bunu kabul
ve ikrar
etmişlerdir.
Ben derim ki: Bununla çokça sorulan teşbih ipinin
hükmü de bilin-miş olur. Bu
hıfzedilsin.
«O giymektir»
sözüne gelince; hükmen bu böyledir.
Çünkü El-Kınye'-de: «İpekli yorganın
kullanılması caiz değildir. Zira o giymenin bir çeşididir» denilmektedir. Burada
saatin ipi yani
bağlandığı ip
de ele alınmalı-dır. Çünkü kişi saati
bağlıyor ve onu elbisesinin iliğine asıyor. Bunun
hakkında hüküm
nedir? Zâhir'e göre o da teşbihin ipi gibidir. Düşün.
Anahtarların,
terazlerin, divitin ipi de aynıdır.
İpekli kâğıtlarda yazmak, mushaf,
dirhem ve para
keseleri kapların kapatıldığı örtü, içinde
elbise-ler konan bohça ve giymeksizin
veya giymeye
benzemeksizin kullanılan, yararlanılan diğer ipekli nesneler hep aynı hükmü tabidir. Yani caizdir.
El-Kınye'de «Bir dellâl ipekli elbiseyi
omuzlarına atar, satışa çıka-rırsa kollarını geçirmedikçe
caizdir.» denilmektedir:
Aynu'l-Eimmeti'l-Karâbîsî der ki:
«Bu meselede meşayih arasında ' farklı görüşler vardır.
Birincisinin
yani helâl olmasının izahı, elbiseyi
omuza atma ancak onu yükleyip götürmek için
olur,,kullanmak için değil. Böylece yararlan-mak
için kastedilen giyime
benzemez. Düşün.
El-Kınye'de nakledildi ki:
«İpekten sargı bezleri kullanmak mekruhtur.»
Zahire göre bundan maksad, bedenin üzerine veya
bedenin bazı
parçalarına sarılanlardır. Ama elbiseler
için bohça olarak kullanılanlar burada
kastedilmemektedir. Dü-şün.
METİN
Yarayı ipekli ile bağlamakta ihtilâf
edilmiştir. el-Müctebâ'da hüküm böyledir.
Yine el-Müctebâ'da:
«Kişi ipekli ile evini süsleyebilir.» denilir. Altın
ve gümüş kaplarla süsleyebilir, fakat
tefahur
kastedilmeksizin. El Kınye'de: «Fakihler için uzun bir sarık sarmak, geniş elbiseler
giymek daha
güzeldir»
deniliyor. Yine el-Kınye'de: «Göze, göz ağrısı gibi bir özür sebebiyle ipekliden olan siyah
bir eşarp bağlamada beis
yoktur.» denili-yor.
Ben derim ki: Göz ağrısı da bir mazerettir. el-Vehbâniyye Şerhi'nde el-Müntekâ'dan alınarak
«Gömleğin ilikleri ile
düğmeleri ipekliden olur-sa beis
yoktur. Çünkü ilik ile düğme
gömleğe
tabidirler»
denilmektedir. et-Tatarhâniyye'de
es-Siyeru'l-Kebir'den naklederek şöyle
denildi:
«İpekli ve
altından düğmelerde beis yoktur.» Yine
aynı kitabta Muhtasaru't-Tahâvî'den
naklen:
«Kumaşın deseni gümüştense mekruh değil, altından yapılmışsa mek-ruhtur»
denilmiştir. Fakihler
ise, «Bu müşküldür. Zira şeriat yakalarını nakşedilmesine ruhsat vermiştir.
Bu nakışlar bazan
altından
olabilir» de-mişlerdir.
ipekliyi yastık veya
döşek yapmak, onların üzerinde uyumak helâl-dir. İmameyn, İmam Şafiî ve
İmam Malik «Haramdır» dediler. El-Mevâ-hib'te yer
aldığı gibi bu görüş daha sıhhatlidir.
Ben derim ki: Buna dikkat edilsin. Fakat bu hüküm
meşhurun hilâfınadır. İpekliden entari veya
kaftan yapmak
icmaen mekruhtur. Bu Si-râc'dan nakledildi.
Gümüşün
üzerinde oturmak icmâ ile haramdır. Mecmâ Şerhi.
Erişi ipekli, argacı
keten, pamuk, yün gibi başka maddeden
olan bir elbise giymek helâldir. Çünkü
elbise ancak dokunmakla elbise olur. Dokuma
ise ancak argaç ile olur. Binaenaleyh
onda argac
asgari itibara alınır, eriş nazara alınmaz.
Ben derim ki: el-Mevahib'den naklen Eş-Şurunbulâliye şöyle dedi: «Erişi ipekli olup da el-Attabî gibi
erişi
görülenin
kullanılması mekruh-tur.» Bazılarına
göre mekruh değildir. Bunun benzeri
el-İhtiyâr'da yer almaktadır.
Ben derim ki: gizli değildir ki itibar yönünden tercih argace verilir. Nitekim el-Azmiyye'den böylece
öğrenildi.
Hatta El-Müctebâ'da şunlar yer alıyor: Meşayihin çoğu bunun hilâfına fetva
verdiler.
El-Mecmâ' Şerhi'nde «hazz» deniz koyunlarının yünüdür,
denildi. Ben derim ki, bu hüküm onların
zamanında idi.
Şu anda ise el-Hazz, ipek çe-şididir. İpekliden
yapıldığı takdirde kullanılması haram
olur. Burcundî ve Tatarhânî bunu ifade ettiler. Dikkat edilsin!
Sadece harpte bunun aksi helâldir. Eğer kalınsa,
onunla düşmandan korunmak mümkünse.'Eğer
ince ise harpte de haramlığı icmâ iledir. Çün-kü
faidesi yoktur. Sirâçtan nakledilmiştir.
Hepsi ipekli olana gelince... Harpte imama göre
mekruh, İmameyne göre değildir.
Mültekâ zahire
göre galib
hangisi ise ona itibar edilir. Ez-Zâhidî'nin Hâvî'sinde şu hüküm yer almaktadır: Zahiri
kısmı ipekli olan veya
bir hattı ipekli, bir hattı da hazdan olan mekruhtur. Tercih edilen görüşe göre
değişik
yerlerde olanların bir yerdeymiş gibi sayılmaması-dır. Ancak kumaşın bir hattı ipekli bir
hattı da başka
bir mâdenden olursa ve hepsi ipekliymiş gibi görünürse o zaman
itibar edilir. Ama
sa-rıktaki desen gibi her hat ayrı ayrı görünürse
mezhebin zahirine göre bir aradaymış
gibi itibar
edilmez. Şeyhimiz
de bunu kabul etti. Ben de derim ki: Daha önce bildin ki tercih edilen
görüşe
göre itibar
zahire değil ar-gacadır. Dikkat ediniz.
Usfur veya zaferan ile boyanmış kırmızı, sarı
elbiseler
erkekler için mekruhtur. İbarenin
ifadesi şu:
Kadınlar için
mekruh değildir. Diğer renk-leri giymekte beis yoktur.
el-Müctebâ,
el-Kuhistânî ve Ebû'l-Mekârim'in
En-Nikâye Şerhi'nde şu hüküm vardır: Kırmızı
elbise
giymekte beis yoktur.»
Bunun ifade
ettiği manâ, buradaki kerahetin kerâhet-i tenzihiyye olmasıdır. Lakin et-Tuhfe'de
«haram»
olduğuna dair serahat vardır. Ve bu serahet de ifade eder ki kerahet,
tahrimiyyedir.
Musannif böyle idi.
Ben derim ki: Şurunbulâlî'nin bu hususta telif ettiği bir risale vardır. O risalede sekiz görüş
nakletmektedir. Onlardan bazılarına göre müstahabtır.
Mutlak olarak erkek altın ve gümüş takı
takamaz. Ancak
gümüşten yüzük, kemer ve süslenmiş kılıç kullanılabilir. Çünkü
bunlarda süs
astedilmemektedir. El-Müctebâ;da şu hükümler vardır: «Ortası
ipekliden olan bir kemer kullanmak
helâl değildir.»
Bazıları helâl olduğunu söylediler, eğer eni dört parmağa yetişmezse.
Kemerde demirden,
bakırdan veya kemikten
bir halka bulunursa ke-rahet yoktur.
İncinin hükmü ise
ileride gelecektir.
Kişi ancak gümüş yüzük
kullanır. Zira gümüş yüzük kullanıldı
mı başka maddelere ihtiyaç
kalmaz.
Binaenaleyh
taş vesaire başka maden-lerden yüzük yapmak haramdır.
Es-Serâhsî «Yeşim ve akik
taşlarından
yüzük yapmak veya edinmek caizdir.» dedi. Molla
Husrev bunu daha da umumîleştirdi:
Altın, demir,
bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden
yüzük edinmek haramdır. Çünkü daha
önce
ancak gümüşten
yüzük edi-nilebileceği geçmiştir.
Yüzük olarak
onları kullanmasının keraheti sabit olduktan sonra bunların
yani bu maddelerden
yapılan
yüzüklerin satılması da imalinin de keraheti sabit
olur. Çünkü imal ve satmakta caiz
olmayan bir şeye
yar-dım vardır. Caiz olmayana götüren her şey caiz değildir. Bunun tamamı
El-Vehbâniye
şerhindedir.
Yüzük
konusunda halkanın gümüşten olmasında
itibar edilir. Kaşın önemi yoktur. Kaş, taştan,
akikten,
yakuttan veya başka maddelerden olabilir. Bu taşlara altın
çiviler de çakılabilir. Taş daim
sol elin içinde tutulur. Bazıları sağ elin içinde
tutulur demiştir. Ancak sağda takılması
rafizlerin
alametinden
olduğundan bundan sakınmak lazımdır. Kuhistanî ve başkaları.
Derim ki: Umulur ki bu daha önceydi;
fakat geçti; dikkat ediniz.
Yüzük kaşına kişinin
isminin veya Allah'ın isminin nakşedilmesi
ca-izdir. Bir insanın şekli veya
bir
kuş resmi yapmak
caiz değildir.» Muhammed Resulullah» yazmak da caiz değildir. Yüzük bir
miskalden daha ağır olmayacaktır.
Sultan ve kadı
ve zengin kişiler gibi ihtiyaç sahihleri
hariç mühür edinmeyi terketmek
efdaldir.
Kişi sallanan dişini altınla değil belki gümüşle
takviye eder. İmam Muhammed ikisini de caiz
görmüştür.
Altından burun
edinebilir. Çünkü gümüş kokutur.
Çocuğa altın ve ipek giydirmek mekruhtur. Çünkü
giyilmesi ve içilmesi haram olanın giy-dirilmesi de içirilmesi de haramdır.
Abdest sonrası
kurulanmak için veya sümkürmek, terini silmek gibi ihtiyaç için bir mendil
bulundurmak
mekruh değildir. Ama tekebbür (sük-se ve caka satmak) için
olursa mekruhtur.
Bir şeyi
hatırlamak için parmağa bağlanan ip veya
yüzük mekruh değildir. Hasılı kibir için işlenen
her şey
mekruhtur, ihtiyaç içinse mekruh olmaz. İnâye.
EK:
El-Müctebâ'da şu hüküm yer almaktadır:
«Mekruh olan nazar-lık yani
muska, Arapça'dan
gayriyle
yazılandır.»
İZAH
«Yarayı ipekle
bağlamakta ihtilâf edilmiştir. ilh...» Hindiye'de şu hü-küm yer almaktadır:
«İpekliden
yapılmış uçkurlu elbisenin giyilmesi ih-tilaflıdır.».
«İttifakla mekruhtur» da denilmiştir. Yaralara sarılan sargı bezi de
böyledir. Dört parmaktan daha
küçük olsa bile. Çünkü o başlıbaşına bir asıldır.
Timurtaşî'de böyle kaydedilmiştir. T.
«Evini ipekli
kumaşlarla süslemek caizdir ilh...» el-Fakîh Ebû Cafer, es-Siyer Şerhi'nde «Evlerin
duvarlarını
nakışlı keçelerle örtmekte beis yoktur. Eğer bunu
yapan süslenmeyi kastetmişse bu
mekruhtur» diyor.
el-Ğıyâsiye'de: «Kapı
üzerinde perde sarkıtılması mekruhtur» denil-mektedir. İmam
Muhammed,
«Es-Siyer-u'l-Kebir»inde bunu açıkça
belirt-miştir. Çünkü bu, ziynet ve kibirdir.
Hülâsa tekebbür görüntüsü olan herşey mekruhtur. Eğer
ihtiyaç ve zaruret için yapılırsa
mekruh
olmaz. Tercih
edilen görüş de budur. Hin-diye.
Bu ibarenin
zahiri: Eğer sadece süs içinse,
kibir ve fahr bahis konu-su değilse mekruh olur. Fakat
el-Hindiyye
bu hükümden sonra ez-Zâhi-riyye'den buna ters düşen bir şey naklediyor. Dikkat ediniz.
BİR UYARI:
Bundan şu
hüküm çıkar: Şenlik günlerinde yayılmakta olan ipekli sergiler, altın ve gümüş kaplar
kullanılmadıkları takdirde ve eğer bun-larla tefahur kastedilmiyorsa
yalnız sultanın emrini yerine
getirmek için olursa caizdir. Fakat mum ve kandillerin
gündüz yakılması böyle
değil-dir. Bu caiz
olmaz, çünkü malı
zayi etmektir. Ancak hakimin
bunları yak-madığı takdirde cezalandırmasından
korkan bir kişi bunları yakabilir. Nerede münkerleri kapsıyorsa onlara da caizdir.
Şehadetler
kitabında
geçti ki, bir emirin gelmesi için
seyretmek üzere çıkmak sahiciliğin red-dedilmesi için
sebebtir.
Çünkü onu karşılamak bir sürü münkerleri, şer'an inkâr edilen hareket
ve fiilleri
kapsamaktadır. Kadın ve erkek karışık-tır. Öyleyse bu daha evlâdır.
Dikkat ediniz!
«Fakihler için uzun sarık bağlamak daha güzeldir
ilh...» Bunun ne-deni alimler bunu bu şekilde adet
ettikleri içindir. Eğer başka bir mem-lekette
alimler uzun sarıkla değil de başka şeyle tanınıyorlar,
tazim gö-rüyorlarsa ilim makamını izhar bakımından
bunu yapacaktır. Bir de ama-menin
uzatılmasının
nedeni alimler bilinsin de onlardan dinî emirler
so-rulsun içindir. T.
«El-Kınye'de şu hükümde vardır ilh...» ifadesi
şöyledir: «Sürekli
ka-ra bakmak, göze zarar verir.
Karlı bir
yolda giderken bir kişinin gözle-rinin
önüne ipekliden siyah bir peçe sarması,
bağlaması
helâldir,
bunda beis yoktur. Ben derim ki,
ağrıyan göz daha evlâdır. Yani ona da bağlıyabilir.»
Et-Tatarhâniye'de şu hüküm vardır: «İhtiyaç
içinse onu giymekte
be-is yoktur denilmektedir. Çünkü
Abdurrahman bin
Avf ve Zübeyr bin Avvam'dan rivayet edildiğine göre
ikisinde de şiddetli uyuz
vardı.
Resulullah'dan ipek giymek için
izin istediler. Peygamber
kendilerine ipekli elbi-se giymek
hususunda izin
vermiştir.»
Ben, derim ki: ez-Zeylâî, gelecek fasıldan hemen önce serahaten Cenab-ı
Peygamber'in bu iki
sahabiye
mahsus bir özellik olarak bu ruh-satı verdiğini kaydediyor. Düşün.
«Şeriat kifâfa ruhsat vermiştir ilh...» sözünün izahı: Kifâf, gömleğin el ayası kadar olan yerdir. Bu da
bedenin kavşak
yerlerinde koltukların-da veya etek kenarlarında olur. Muğrib.
T. de şöyle
denilmiştir: «Hz. Peygamberden onun koltukları ipekli ile kaplanmış bir cübbe
giydiği
nakledilmiştir. Bu rivayette altın ve gümüş zikredilmemiştir.
Düşünülsün ve yazılsın.»
Ben derim ki: Buradaki güçlüğün izahı zahire göre şudur: Elbisedeki desen veya
yamanın elbisede
bulunmasının
helâl oluşu az ve tâbi olu-şundandır.
Kastedilmediklerinden dolayı helâldir. Nitekim
fakîhler bunu
açıkça söylemişlerdir. Altın, gümüş ve desen ve yamanın ipekli olabile-ceklerine ait
ruhsat,
ipekliden başka maddelerden yapılmasının da ruh-satı demektir. Çünkü aralarında müsavat
vardır. Aralarında farkın bulunmaması daha önce
dört parmak altından örülmüş elbisenin mubah
olma-sı hükmü
de teyid etmektedir. Elbiseyi altın ve gümüşle yamalanmış kab da böyledir.
Düşün.
Burada varid
olan kapalılık El-Müctebâ'da amamenin (sarığın) nakşi hususunda bahsi
gecen
hükmün üzerine de varid olur.
«İpekten
yastığa yaslanması ilh...» İpekten yapılmış yastığın
helâl olması Resulullâh'tan rivayet
edilen şu hadisten
dolayıdır: «Peygamber ipekli bir yastık üzerine oturdu.»
İbn Abbâs'ın sergisi üzerinde ipekli bir
yastık vardı. Rivayet ediliyor ki; Enes (Allah ondan razı
olsun) bir
ziyafete gitti. Ve ipekten yapılmış bir yastık
üzerinde oturdu. Burada ipeklinin üzerinde
oturmanın onu
ha-fife almak manâsına olduğunu, onu
tazim mahiyetinde bulunmadığını
ha-tırlamak
gerekir.
Böylece üzerinde şekiller olan bir sergide oturmak gibi oluyor.
Minâh Sirâc'tan.
«Ve dedi ki ilh...» Deniliyor ki: Ebû Yûsuf ipekli
yastık ve döşek hu-şunda Ebû
Hânife ile beraberdir.
Başka bir görüşe
göre İmam Muhammed'le beraberdir.
«Mevâhib'de
olduğu gibi ilh...» sözüne gelince,
onun benzeri Dürerü'l-Bihârde de vardır.
El-Kuhistânî
der ki: '«Meşayihin çoğu bu
görüş-tedir.» Nitekim bu görüş
«El-Kirmanî'de de
zikredilmiştir. Bunun benzeri İbn Kemâl'den de nakledilmiştir.
«Lakin bu meşhurun hilafıdır ilh...» diyor.
Eş-Şurunbulâlî'de şu ibare vardır: «Derim ki:
Bu, sıhhatli
olmakla beraber muteber ve meşhur olan metin şerhlere aykırıdır.»
«İpekliyi
kaftan kılmaya gelince ilh...»
tarzındaki sözde gecen disâr, «şiar»
denilen elbisenin
üstündekidir.
Şiar ise disârın altında ve bedene temas
eden elbisedir. Demek ki disâr, bedenle
teması
olmayan, şiar da bedenle teması olan elbiselerdir. Disâr aynı
zamanda iki elbise arasında
olana denir; görünmese dahi. Ancak eğer astar gibi veya iki elbise ara-sında konulmuş pamuk, yün
gibi bir durum
ise hüküm değişir. Nitekim daha önce El-Hindiyye'den bunu
aktardık.
«Bu icmâen mekruhtur ilh...» sözüne gelince; her ne
kadar El-Muhît sahibinin «deriyle
temas eden
ancak haram olur.» dediği geçmişse de bunu nazarı
itibare almamıştır. Çünkü bu kavil zayıftır.
Onun için «icmaen
bu mekruhtur» demiştir.
«Bu icmâen haramdır ilh...» sözüne gelince, bunun
nedeni şudur: Bu tam manasıyla istimal
etmektir, kullanmaktır.
Zira altın ve gümüş giyil-mezler. Zeylâî.
Ben derim ki; Sarih burada haram kelimesini kullanmıştır. Bundan önce de «mekruhtur» demiştir.
Onun bu iki
görüşü ihtilaf şüphesinden ileri gelmektedir. Çünkü el-Muhit sahibinin İmamdan
naklettiği
görüş ibn Abbâs'tan da nakledilmiştir.
Düşün.
EK :
İmam ile iki öğrencisi arasındaki bahsi geçen ihtilâf aynı zamanda ipekli perde hususunda da, o
perdenin kapılara
asılması konusunda da caridir.
Nitekim el-Hidâye'de bu yer almıştır. Böylece
ipekli bir
örtüyü çocuğun beşiğine koymak da mekruh değildir. Biz daha önce ipekli
yor-gan
örtünmenin
mekruh olduğunu söyledik. Çünkü yorgan
bir nevi libas-tır. Fakat ipekli seccade
üzerindeki namaz
böyle değildir. Çünkü
ipekli kumaşın giyilmesi haramdır, fakat ondan
yararlanmak haram olmaz.
Ben derim ki: Bunun ifade ettiği şey şudur: Eğer kibir ve fürur
ve: şilesi olmuyorsa, ipekli
kumaştan
abdest mendili
kullanmak caizdir. Çünkü mendil giyim
değildir. Ne hakikaten, ne de hükmen giyim
eşyası-dır.
Fakat yorgan hükmen giyinme kapsamına
girer. Uçkur ve yara bezle-ri hükmen giyimdir.
Düşün.
Lakin
el-Hamevî, Haddâdî'nin El-Hamiliye
şerhinden nakletti ki, «er-kekler için ipekli üzerinde
namaz kılmak mekruhtur.»
Ben derim ki; birinci görüş daha kuvvetlidir. Zira üzerinde oturmak, uyumak veya namaz kılmak
arasında hiç bir fark yoktur, düşün. Yorgan ve asılı
kese meselesinden ve benzerinden şu hüküm
çıkar: Dizlerin üze-rine yemek yediği anda peşkir
gibi yayılan .elbiseyi
damlayan yemekten, yağdan
koruyan kumaş peçeteler ipekli olursa mekruhtur. Çünkü bu da bir nevi giyilen
libas gibidir. Amme
dilinde şöhret
bulmuştur ki bununla ipeklinin kıymetsizliği kastediliyor. Bu da yastık gibi üzerinde
oturulan yaygı
gibi burada herhangi bir giyim bahis
konusu değildir. Çünkü uçkur meselesinde,
sargı bezi meselesinde
ipekli bundan daha kıymetsiz sa-yılıyor. Bununla beraber mekruhtur.
Öyleyse burada da mekruh olması gerekir. Düşün.
«Argacı ipekli olmayan bir elbise ilh...»
isterse argacı en azını, veya
en fazlasını teşkil etsin, isterse
elbiseyle eşit
olsun, giyilmesinde mahzur yoktur. Bir görüşe göre giyilmez, ancak argıcı ipekliden
fazla ise giyilir.
Fakat sahih olan birinci görüştür. Nitekim el-Muhît'te yer almış-tır. Kuhistanî
ve
başkaları da bunu kabul etmişlerdir. Dürrü-Müntekâ.
«Kumaş ancak örülmekle elbise olur. Örülmek ise
argaçla olur. Öy-leyse elbisede argaca
itibar
edilir, erişe değil ilh...» sözü şu gerekçeden ileri
geliyor: Bilinmiştir ki hükümde ibret, illet
vasıflarının
en sonuncu-sudur. Kifâye.
«Attâbî gibidir ilh...» Bizim zamanımızda atlas tabir edilen
kumaş ile ipek pamuktan imal edilen
elbise de metinde geçen el-Attâbî
gibidir, yani mekruhtur.
«Bunun benzeri
el-İhtiyârda da yer almaktadır ilh...» Zira İhtiyar sa-hibi: «El-Attâbî
gibi argacı
görülen elbise
ipekli ise bir görüşe göre mek-ruhtur. Çünkü gözlerin gördüğü şekilde ipekli
giymiştir ve bunda gurur vardır. Bir görüşe
göre de mekruh değildir. Argacına
itibar edilir» der.
«Ben derim ki ilh...» Bilmiş ol ki metinler
mutlaka erişi ipekli, ar-gacı başka maddeden olan
elbisenin
giyilmesinin helâl olduğunda ittifak,
etmişlerdir. Musannifin ibaresinde olduğu gibi. Bu
aynı zamanda İmam Muhammedi'n el-Camiussağîr'inde
de böyle
yer almıştır. Meşayih bu meseleyi
iki sebebe bağlamışlardır.
Birisi, sarihin daha önce söylediğidir.
Ve bu aynı zamanda el-Hidâye'de
de zikredilmiştir. İkincisi, İmam Ebû Mansur
el-Maturidi'den nakledilendir. O da şudur: «Argaç
elbisenin
za-hirinde görülür. Birinci neden mutlaka argaca itibar edilir şıkkını nazarı itibare alır.
Sanki argaç madenin son vasfıdır. Nitekim bu durum daha önce geçti. İkinci neden argacın gözle
görüldüğüne
bakar. Binaenaleyh birinci nedene
binaen el-Attabi ve benzerini giymek
caiz olur.
İkinci ne-dene
binaen, Hidâye Şerhlerinin de zikrettikleri
gibi, mekruhtur. Ez-Zeylaî'nin takririnde
«burada kapalılık vardır» deniliyor.»
Metinlerin
ıtlakının zahiri birinci delili nazari itibare almaktan ileri
geliyor.
Bunun için el-Hidâye'de
bu konudan
sonra «itibar argacadır. Ni-tekim bu durumu daha önce açıkladık»
denilmektedir.
«El-Müctebâ'da
meşayihin ekserisi onun hilâfına fetva vermiştir
der ilh...» El-Müctebâ'nın ibaresi
harfiyyen
şudur:
«Ancak erişi
ipekli, argacı pamuklu olan bir elbisenin giyilmesi ca-izdir. Eğer karışık
iseler ve ipekli
görünmüyorsa. Bizim bu zamanımızda et-Attabî,
Şusterî ve Kutbî gibi ipekli,
elbisenin yüzünde ise,
o vakit bu
elbisenin giyilmesi mekruhtur. Çünkü mutakebbir
ve mağrurların elbise-lerine benzemiş
olur. Ben
derim ki: Lâkin meşayihin ekserisi bunun hila-fına (fetvâ
vermişlerdir.»
«Ben derim ki, bu onların döneminde idi ilh...» El-Hazz, deniz koyu-nunun
yünüdür, durumuna
gelince, Tatarhâniye'de denildi ki: «El-Hazz, bir hayvanın ismidir. Onun
derisi üzerinde haz olur yani
yün olur ve bu
ipekli cümlesinden değildir.»
Bu hükümden
sonra şunu söyledi: «El-İmam
Nasiruddin, «Bizim za-manımızda el-Haz. su
hayvanının tüylerinden yapılır» dedi.
«Bunun aksi sadece harp halinde helâldir ilh...»
sözüne gelince, meselenin özeti üç vecih
üzerinedir:
Tatarhâniye'de
dedi ki: «Argacı ipekli olmayan, erişi ipekli
olanın harp halinde giyilmesi mubahtır.
Yani böyle olmayanlarla Argacı ipekli, erişi başka maddelerden
yapılmış elbiseye gelince, o, icmaen
ancak harp halinde giyilebilir, o durumda mubahtır.
Argacı ve erişi ipekliden olana gelince, harp
halinde onun
giyilmesi konusunda mezhep imamlarımız
ve , alimlerimiz arasında ihtilaf vardır.»
«Harp halinde»
kaydının zahirinden anlaşılıyor ki harple meşgul
ol-ma vakti burada
kastedilmektedir. Lâkin el-Kuhistânî'de «Ve İmam
Muhammed'den rivayette askerler için harp
halinde bu tür
elbisenin giyil-mesinde bir beis yoktur. Asker harp hazırlığıyla meşgul olduğu
zamanda ipekli giyebilir. Düşman gelmemişse dahi. Fakat bununla namaz kılmaz. Ancak
düşmandan korkarsa
namaz da kılabilir.» denilmektedir.
«Eğer ince olursa ilh...» Bilmiş ol ki; ipeklinin giyilmesi
zaruret ol-maksızın mutlaka caz değildir.
Binaenaleyh
erişi başka maddeden, arga-cı ipekli kumaştan yapılan bir elbisenin giyilmesi Harp
halinde
zaruret-ten ötürü mubahtır. Zaruret
burada iki çeşittir: 1 - İpekli kumaşın ih-tişamıyla
düşmanı
korkutmak. Bu onun parlaması demektir. 2 - Silahın tesirini
zaif düşürmesi. İtkanî.
Bu durumda
elbise ince olduğu takdirde, zaruret tamamlanmaz. Bi-naenaleyh İmam-ı Azam
iki
arkadaşının icmaı ile giyinmesi haram olur.
«İmama göre harpte ipekli giymek mekruhtur ilh...» Çünkü zaruret en azıyla defedilir. O da sadece
argacı ipekliden olan karışık bir elbise-dir.
Çünkü parlaklık onun görünen kısmıyla
ilgilidir. İpekli de
onun gö-rünür
kısmında bulunmaktadır. Silahın zararı ise onunla defedilir. Karı-şık
maddelerden
yapılan elbiseler ise,
hernekadar hükmen ipekli iseler
de onlarda eğirme şüphesi
vardır ve o yüzde
yüz ipekli olanın altında olur. Zaruret böylece
en az olanla defedilmiş olur. Binaenaleyh en yük-
seğe gidilmez. Eş-Şa'bî'nin rivayet ettiği, eğer sıhhatli ise, mahlutun üze-rine hamledilir.
İtkanî.
«İmameyn'in
hilafına ilh...» Et-Tatarhâniyye'de
dedi ki: «İmameyn katında harp halindeyken
ipekli
giyilmesi eğer kalınsa ve silahların
za-rarın! defediyorsa mekruh değildir. Eğer inceyse, silahların
zararını
de-fetmeye elverişli değilse icmaen
giyilmesi mekruhtur.»
Ben, derim ki: Hülâsa İmam
katında katıksız ipekliyi
harp halinde giymek de kayıtsız,.şartsız mubah
değildir.
Ancak argacı ipekliden ola-nın
giyilmesi mubahtır. Eğer o da kalın ise.
İmameyn katında
ise harp halinde, kalın olmak şartıyla, bu iki cins
kumaş giymek mubahtır. İnce olduğu takdirde
bunun
mekruhluğunda ihtilaf yoktur. Anla ve
Eş-Şürunbu-lâli'deki hüküm hakkında
düşün.
«Ben ipekli ile başka
bir maddenin karışımından argacı olan hakkın-da bir hüküm görmedim ilh...»
sözüne gelince,
bunu Şeyhi Er-Remlî'nin
haşiyesinden
almıştır. Onun ibaresinin tamamı şudur: «Sonra ez-Zâhidî' nin El-Hâvîsi'nde gördüm
ki elbisenin değişik yerlerinde bulunan çiçek-lerin derlenmesi alametiyle kıyas edilmiştir.
Elbiselerin galibi «el-haz» denlen madde gibi
ipeklinin gayrisinden olana gelince,
bunda bir beis
yoktur.
Giyilebilir. Bizim bu nakledilen
bahsimize muvafık geldi. Allah'a hamdolsun.»
Sonra
El-Havî'nin sarih tarafından
zikredilen ibaresini nakletti ve o ibareye herhangi bir ekleme de
yapmadı. Onun
için sarih «bizim şeyhi-miz de bunu kabul etmiştir» dedi. Sarih, El-Mültekâ ile ilgili
şerhinde de şöyle
sözüyle cevap verdi:
«Sonra helâl ve haram bir araya geldiğinde kaidesi bahsinde el-Eş-bâh'da gördüm ki:
Bunu «kaplar
meselesi»ne ilhak
etmiştir. Durum bu olursa elbisenin argacındaki ipek tartı bakımından
diğer
maddelerle eşit veya
onlardan daha az ise helâl olur. Ben bundan fazlasını eklemem.»
İki cevap arasında
fark vardır. Çünkü El-Eşbâh'da eşitlik halinde elbiseyi giymenin
helâl olduğu
hususu açıkça belirtilmiştir. Er-Remlî'nin söylediği -ki Sarih de ona tabi olmuştur- bu hükümde
sükût
etmesidir. Yani ne helâl, ne de haram
şeklinde bir fikir belirtmemektedir. El-Birî, ez-Zâhidî'nin
daha önce geçmiş olan ibaresiyle de cevap vermiştir:
Ben derim ki: Ez-Zâhidî'nin ibaresi argacın ipekli üzerindeki
galebesini nazarı itibare almaktan
meydana gelen zayıf kavle binaendir.
Ni-tekim bunu daha önce söyledik.
Binaenaleyh bu cevap için
elverişli
de-ğildir. Düşün.
«Zahirî,
dağıtılmışların cemedilmemesidir,
ancak onun bir hattı ipek-li, bir hattı da başka
maddelerden imal
edilmişse ilh...» sözüne
gelince, ben derim ki: Hattan maksat erişteki
uzunluğuna
hatlar değildir. Çünkü elbisenin erişi nazarı itibara alınmaz. İsterse
hepsi ipekli olsun.
Hattan maksat
argaçtan olan enli hatlardır. Hattan maksat bu olduğuna göre geçmiş meselenin
başka bir cevabı ortaya
çıkmış oluyor. Denilir ki,
elbisenin argacı ipekli ile başka
maddelerle karışık
ise fakat hepsi ipekliymiş gibi görünürse onu giymek
mekruhtur. Eğer her birisi kendi hüvi-yetiyle
görünürse,
tıpkı süs için yapılan işlemler gibi, mekruh değildir. Çünkü mezhebin zahiri
dört
parmağa
yetişmeyen çiçeklerin bir yerdey-miş gibi sayılmamasıdır. Bana
görünüyor ki bu cevap
daha öncekinden daha güzeldir. Burada düşün.
«Derim ki, sen bildin'ki ibret zahire değil,
argacadır ilh...» sözü el-Hâvi ile onun şeyhinin
yazdıklarına bir istidrâktır. Zira El-Hâvî, şeyhinin görüşünü tekrar ediyor.
Çünkü şeyhinin
«zahiri ipekli olan mekruhtur» sözü
zahiri itibare alın-dığı takdirdedir. el-Attâbî've
benzeri elbiselerin kerahetine
ve zahire iti-bar etmek üzere bina edilmiştir. Fakat tercih edilen, daha
önce de
geç-tiği gibi, bunun aksidir. Bu cevapta bizim açıkladığımıza bir red olamaz. Çünkü zahirin
itibara alınmaması ancak
eriş meselesindedir. Bizim geç-miş
kelâmımız ise argaç hususunda idi.
«Zahire binaen ilh...» sözü râcih olan zahire binaen
demektir. Yoksa rivayetin zahiri burada
kastedilmemektedir. Nitekim sarih zahir
ke-limesini mutlak şekilde
zikrederse rivayetin zahirin
kastetmiş demektir. Fakat burada racih kastedilmiştir. Düşün.
«Kırmızı elbiseyi
giymekte beis yoktur ilh...» sözüne gelince, El-Mülteka'da yer aldığı gibi bu söz
İmam'dan rivayet edilmiştir.
«Anlaşıldığına göre kerahet tenzihidir
ilh...» Çünkü «mahzuru yok-tur» sözü çoğu zaman terki evlâ
olan için kullanılır. Minâh.
«et-Tuhfe'de
ilh...» Tuhfe'den maksad Tuhfetu'l-Mülûk adlı kitabtır. Minâh.
«Tuhfe'nin
ibaresinden bu kerahetin tahrimî olduğu anlaşılıyor ilh...» sözüne gelince;
eğer onun
hilafına bir serahat
kendisiyle muâraza et-mezse (çatışmazsa) bu söz, kabul
edilebilir.
Camiu'l-Feiâvâ'da denir ki: «Ebû
Hânife, Şafiî, Malik dediler ki, esfaranla boyanmış
bir elbise
giymek caizdir.»
Âlimlerden bir
cemaat ise «tenzihi olmak
suretiyle mekruhtur» dediler.
Müntehâbu'l-Fetâvâ adlı kitabda er-Ravda sahibi «Erkek
ve kadınlar için kırmızı ve yeşil
elbiseyi
giymek kerahetsiz
caizdir» demektedir.
El-Hâvî
Ez-Zâhidî'de şu hüküm yer almaktadır: «Erkekler için asfaran ve zaferanlı ve vars denilen
boyayla
boyanmış ve kırmızı boyalı elbise
giyilmesi mekruhtur. İsterse ipekten veya
başka
maddelerden olsun,
onun boyasında kan olduğu
takdirde. Eğer kan yoksa giyilmesi mekruh
değil-dir.
Bunu birçok kitaptan nakletti.»
Mecmâü'l-Fetâvâ kitabında şu hüküm
vardır: «Kırmızı elbise giymek mekruhtur.» Bazı alimler
katında mekruh
değildir. Bir görüşe göre «eğer kan
kırmızı ite boyanmamışsa mekruhtur.
Çünkü bu
necasetle karıştırıl-mıştır.»
El-Vakîat adlı kitapta da bunun benzen zikredilmiştir. Eğer «el-bakım»
denilen ağaç boyası ile
boyanmışsa mekruh
değildir. Eğer ceviz kabuklarıyla bal
rengine boyanmışsa onu giymek icmaen
mekruh olmaz.
İşte bu nakiller el-Müctebâ, el-Kuhistânî
ve Ebu'l-Mekârim'in şerhinde
nakledilip de
zikredilenlerle beraber keraheti tahrimiyye .hükmüne kar-şı çıkmaktadırlar.
Eğer keraheti tahrimiye
necis boya ile
boyanan elbi-se üzerine hamledilmezse veya başka bir tarza hamledilmezse bu
böyledir.
«Bu hususta
Şurunbulâli'nin bir risalesi vardır ilh...» kavline gelin-ce, Şurunbulâlî o risaleye
«Tuhfetu'l-Ekmel ve'l-Humâm el-Muadder li-Beyani Cevâzi Lübsi'l-Ahmer» adını vermiştir. Orada
bir
çok nakiller zik-retmiştir. O nakillerden bizim
daha önce zikrettiklerimiz de vardır. Ve Şurunbulâlî;
«Kesinlikle haramlığı ifade eden bir nassa rastlamadık» di-yor.
«Ancak kırmızı
elbisenin giyilmesinin nehyedildiğini bu şekilde gör-dük: Bu da giyenin zatıyla
kaim
olan bir
nedenden ileri geliyor. O da
ka-dınlara veya yabancılara kendisini benzetme veya tekebbür
etmek içindir. Bu illet ortada yoksa kerahet niyetin
ihlasıyla kalkar. Çünkü bu Al-lah'ın nimetini
izhar etmek içindir. Kerahetin arız olması
necasetle bo-yanmaktan
ileri geliyor. O da onu yıkamakla
zail olur.
«Biz İmam-ı
Azam'ın kırmızı giymenin caiz olduğuna dair nassını ve ibahasına dair
kesin delili
bulduk. O ad
ziynet edinmek hususundaki mutlak
emirdir. Müslim ve Buhârî'de bunun
gereğini
buldur.
Bununla haramlıkla .kerahet ortadan kalkar. Belki Allah Resulüne uymak
kabilinden kırmızı
giymenin müstahablığı sabit olur.»
Kim ki bu
hususta daha fazla malumat istiyorsa
adı geçen risaleye baksın.
Ben, derim ki: El-Sirac,
El-Muhit, El-İhtiyâr.
El-Münteka, Ez-Zâhire ve başkaları gibi kitabların çoğu
kerahet
üzerinde durmuşlardır. Allame Kasım
bununla fetva vermiştir. 6z-Zâhidî'nin El-Hâvî'sinde
«Başta yani
başa kırmızı sarmakta kerahet olmadığında icma var» denilmektedir.
«Bunlardan
biri de: Kırmızı giymenin müstahab
olduğudur ilh...» sözünü sarih
Kastalânî'den
nakletti ki, söze dahil değildir. Belki bu sözü. daha
önce zikrettiğimiz gibi Şurunbulâlî
söylemiştir.
«Erkek altın ve gümüşle kayıtsız şartsız süslenemez ilh...» ister harp hali ister
başka durumlarda
olsun bunları
süs için kullanamaz.. T.
Zırhın veya miğferin harpte altın ve gümüşten olmasının cevazına gelince, bu, daha önce
belirttiğimiz
gibi, İmameyn'in sözüdür. Kılıçların
aslında olduğu gibi takımlarının süsü de onların
süsü cümlesinden sayı-lıyor. Şurunbulâlî.
«Onunla kılıcını süslemek
ilh...» Şart. kılıcın gümüşlenmiş yerine eli-ni koymamaktadır.
Gureru'l-Efkâr'da dedi ki: «Yüzük,
kemer, kılıcın süsünün gümüşten olabileceklerine
dair ruhsat
özel olarak gelmiştir.»
«Gümüş yüzük
edinmek ise, süs için olmamak şartına bağlıdır, ilh...» Anlaşıldığına göre burada
maksat
yalnızca yüzüktür. Çünkü kılıcı ve ke-meri gümüş ile işlemekten maksat,
yüzükten farklı
olarak süslenmek-tir, başka birşey değil. Kifâye'de bulunan ifadeler de buna delâlet et-mektedir.
Çünkü Kifâye'de şöyle denilmektedir: «Müellifin: «ancak yü-zük ile» ifadesi,
süslenmek maksadını
gütmemesi
halindedir. İmam
El Mahbûbî ise
şunu zikretmiştir: Eğer gümüş yüzüğü kibir için takarsa, ilim adamları bunun
mekruh
olduğunu zikretmişlerdir. Yok, maksadı yüzük edinmek ve benzeri başka bir maksat olursa
mekruh olmaz,
demişler-dir.» Fakat daha sonra geleceği üzere yüzüğe
muhtaç olmayan bir
kim-senin
yüzük takmaması daha evlâdır. Bu
ibarenin zahirinden anlaşılıyor ki süs
için, kibir için
olmamak şartıyla,
yüzük takmak mekruh değildir.-Bunun
tamamı ileride gelecektir. Düşün.
»Müctebâ'da
ortası ipekliden olan bir kemerin kullanılması helâl değildîr.
Bir görüşe göre helâldir
denildi ilh...»
ibaresine gelince, el-Mücteba'da: «kil
(denildi» kelimesi yoktur. Belki
birinci görüş için
bir kitabe, ikinci görüş için ise başka birine işaret etmektedir. Birincinin iktizası
şudur: Onu
herhangi bir
şeyle takdir etmemek yani dirhem
bakımından ister fazla, ister az olsun helâl değildir.
Metinlerin
gümüş hususundaki yorumlarının zahiri de budur. El-Hâvî el-Kudsî adlı kitabta: «Ancak
dirhem kadar olan yüzük,
kemer ve kılıç müstesnadır.» denilmektedir. İşte bunun gibi bütün
ibareleri mutlaktır. Fakat el-Kınye'de: «İki halkası
gü-müşten olan bir kemerin kullanılmasında eğer
az ise beis yoktur. Çok olduğu takdirde beis vardır»
denilmektedir.
Ez-Zâhiriyye'de de Ebû Yûsuf'tan gelen rivayette;
«Gemlerin deri-den yapılmış sicimlerinin etrafına
ve kemer
sicimlerinin etrafına gümüş takmakta beis
yoktur. Hepsini veya çoğunu gümüşten
yapmak mekruh-tur» denilmektedir. Düşün.
«Ancak gümüş yüzük takar ilh...» hükmü ise İmam Muhammed'in El-Camiussağîr'deki ibaresidir.
Fakat gümüş kemer takılmaz. Ama kemer-de demir ve bakırdan bir halka varsa onun kullanılması
mekruh
değildir., Nitekim daha önce bu hüküm geçti. Acaba kılıcın hilyesi de
böyle midir? Bunun
için müracaat etmek gerekir.
Ez-Zeylâî dedi ki: «Halk, gümüşten
yapılmış yüzüğün takılmasının caiz olduğunda eserler varid
olduğuna
inanır. Allah Resulünün gümüş-ten bir yüzüğü
vardı. Vefat edinceye kadar
parmağındaydı.
Sonra Ebû Bekr ve Ömer vefat edinceye kadar bu yüzüğü taktılar. Sonra
Hz.
Os-man'ın parmağındaydı ta ki bir kuyuya
düşünceye kadar. Hz. Osman bu-nu bulmak
için büyük
bir mal sarfetti, fakat bulamadı.» İşte sahabeler
arasında o andan itibaren ihtilâf ve karışıklık çıktı.
Ta ki Osman şehid edilinceye kadar...
«Başka maddelerden yüzük edinmek haramdır ilh...» Çünkü Et-Tahavî, İmran bin Husayn
ve Ebû
Hureyre'ye varan
bir senedle rivayet edi-yor
ki: «Resûlullâh (S.A.V.) altından olan
bir yüzüğü
yasakl |