Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Fatih Sultan Mehmed Ve İstanbul’un Fethi

VAAZIN İLK BÖLÜMÜ

2   -  İSTANBUL’UN FETHİ (FETH-İ MÜBÎN)

          İstanbul, dünya  coğrafyasındaki konumu, tarihsel önemi, kara ve deniz ticaret yollarının üzerinde bulunması sebebiyle ekonomik bakımdan büyük önem taşıyordu. Peygamberimiz (s.a.s)'in hadis-i şeriflerinde de belirttiği gibi  çok önemli bir şehirdir.  İstanbul’un Anadolu’da ve Rumeli’de geniş topraklara sahip bulunan Osmanlı Devleti’nin elinde bulunması gerekiyordu. Çünkü devletin her iki yakadaki toprakları ancak bu suretle birbirine bağlanıyordu. Bu sayılan özelliklerinden dolayıdır ki;  birçok defa kuşatılmış ama bir türlü alınamamıştı. İstanbul’un (Kostantiniyye’nin) fethi dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olmuştur. İstanbul’un fethi ile bir çağ (Orta Çağ) kapanıp bir çağ (Yeni Çağ) açılmıştır. İslâm dinini dünyaya tanıtmak (Îlâyı-Kelimetullah) Allah ve Rasülü’nün Müminlere gösterdiği en yüce hedeflerden biridir. İslâm’ın ülkeleri fethetmekdeki hedefi imha değil ihyadır. İnsana insan gibi yaşama hakkı sunmak; onu dünyevî ve uhrevî saâdete kavuşturmaktır. Tüm insanlığa yardım  elini uzatmak, adaleti yaygınlaştırmak, zulmü ortadan kaldırmak ve İslâm’ın cihana yayılmasını sağlamaktır. İşte bu gayeye  ve hedefe ulaşmak için ecdâdımız zaferden zafere koşmuşlar, günlerce aylarca at sırtından inmemişler, bu gayret ve  çabalarının neticesinde de zaferler kazanmışlar ülkeler fethetmişlerdir. İstanbul’un fethi de bu zaferlerin en büyüğüdür. İstanbul; Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)'in hadis-i şeriflerindeki  müjdesine nail olmak için birçok kez kuşatılmış, fakat bir türlü fetih nasip olmamıştı. Zîrâ Peygamber (s.a.s) hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:   

لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ فَلَنِعْمَ اْلأَمِيرُ أَمِيرُهاَ وَ لَنِعْم الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ 

 “İstanbul elbette feth olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel bir komutan ve onun askeri ne güzel bir askerdir.”  

            II. Mehmed, İstanbul’u fethetmekle  Rasûlullâh (s.a.v.)’in iltifâtına mazhar olmuş bir sultandır. Bütün Müslümanlar bu müjdeye bu iltifâta  nail olabilmek için elinden gelen çabayı ve gayreti sarfetmişlerdir. Başta; Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)'i Mekke’den  Medine’ye hicret ettiği zaman, yedi ay evinde misafir eden Halid İbni Zeyd Ebâ Eyyüb el-Ensarî Hazretleri de bu seferlerde bulunmuş ve bugün O’nun ismi ile anılan “Eyüp” semtinde şehit olmuş ve bu semte gömülmüştür.  

            Sultan  Mehmet’in kalbine İstanbul sevdası çok ufak yaşta düşmüş, üstelik çocukluktaki  oyunları dahi, İstanbul’un fethi üzerine kurulmuştu. O’nun için İstanbul’un fethi, fetih planlarının en büyüğü ve zirvesi idi. II. Mehmet zaten bu şerefe nail olabilmek için can atıyor, geceleri uykuları kaçıyor, rüyalarına giriyordu, çünkü;  bu aşk ve şevkle büyümüştü  hamuru fetih ruhu ile birlikte yoğrulmuştu.  21 yaşındaki  genç Padişah Sultan Mehmet şöyle diyordu; “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni”. Bir kere Sultan Mehmet karar vermiş, azmetmiş, tevekkül etmiş, kendi üzerine düşen bütün vazifeleri yerine getirmişti. Çünkü tevekkül bunu gerektiriyordu. Heşeyden önce  karar vermek, bir işi yapmanın yarısı idi. Yüce Rabbimiz de Ayet-i Kerîme’de şöyle buyurmuştu.

  . . .        فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ 

“...Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”[1]

 

          Sultan Mehmet ne yaptığını bilen ve ne yapılması gerektiğini çok iyi hesaplayan, düşünen ve ona göre yapan bir insandı. O öyle bir devlet kurmak istiyordu ki; kuvvet ve kudretiyle zamanının ve geleceğin büyük işlerini başarabilecek azim ve kapasitede bir insandı. O çok geniş düşünüyor, büyük hayaller kuruyordu. “Dünyada tek  bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul’da cihanın payitahtı olmalıdır”[2] diyordu. Bu kararlılığı, azim ve hayalinden dolayıdır ki;  Bir gece hocası Molla Gürânî, Şehzâde Mehmed’in gece yarısı odasının ışığının sönmediğini gördü. Merak etti ve yanına girdi: 

“–Şehzâdem niye uyumadın?” dedi. O da:

“–Hocam, dersimi mütâlaa ediyordum..” karşılığını verdi. Hocası sordu:

“–Hangi dersi mütâlaa ediyordun?”

Sultan Mehmet cevap vermeyip sustu.

Hocası çalıştığı dersi merak edip O’nun masası üzerindeki yığınla dolu evrâkı karıştırdı. Hepsi de İstanbul’un fethine ait projeler idi. O, fethin nasıl gerçekleşebileceğini plânlıyordu.

“--Hocası:

“–Bunlar nedir evlâdım?” deyince Fâtih, içinde gizlediği sırrı açıklamak zorunda kaldı. Hocasına:

“–Hocam! Yaptığım çalışmaların ne olduğunu söyliyeyim.” dedi.

Hocasının tebessüm ederek başını salladığını görünce devam etti:

“–Hocam! Bu iş uzun zamandır içimi yakıp kavurmaktadır. Düşünüyorum ki, tâ sahâbe-i kirâmdan beri defalarca kuşatılan ve mübârek ashâbın kanları ile sulanmış bulunan şu İstanbul (Kostantiniyye)  şehri niçin fethedilemiyor?.. O beldeyi fethetmenin yolu nedir?  İşte bu yüzden uykularım kaçıyor, sabahlara kadar plânlar yapıyorum…”Bu ifâdeleri dinleyen Hocası, küçük Mehmet’i son derece takdîr etti. Ayrıca O’nun bu işi başarabilmesi için gerekli haslet, meziyet ve seviyeye bir an evvel ulaşabilmesi yolunda da şu nasîhatte bulundu:

          “–Evlâdım! Bu büyük zafere nâil olmanı cân-ü gönülden arzu ederim. Lâkin ben, senin câhil bir sultan olmanı değil, âlim, adil ve firâset sahibi bir hükümdar olmanı isterim. Zaten Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’in müjdelediği o büyük şanlı fetih, mutlakâ âlim, âdil, dirâyetli ve daha birçok üstün meziyetlere sahip bir kumandan tarafından gerçekleştirilecektir. Dolayısıyla senin, maddî ve mânevî her türlü eğitimini tamamladıktan sonra o büyük fethe seferber olman, rûhumun en büyük emelidir…” 

          6 Nisan (26 Rebiülevvel) günü “Şahi” denilen büyük topun ateşlenmesiyle hücum başlamış ve topların gürültüsü ile Bizans şaşkına dönmüştü. Bizans, Osmanlı ordusu giremesin diye Haliç’e zincir germişti. Sultan Mehmed, 73 parça gemiyi karadan yürüterek Haliç’e indirdi. Bizanslılar Haliç’de gemileri görünce büsbütün şaşırmışlardı. Eli silah tutan herkes doğu Roma'nın müdafaasına çağırıldı... Sultan Mehmed tarafından döktürülen toplar cihanın en büyük silahları idi. Topların gürültüsü bile, Bizans halkının mânevî gücünü  kırıyor, onları perişân ediyordu. Akşemseddin çadırına çekilmiş Allah’ın huzurunda secdeye varmış, sürekli duâ ile meşguldü. Sultan Mehmed ise; namaza koyulmuş, namazda Kur’ân-ı Kerim’den; “...وَجَاهِدُوا فِي اللَّه (Ve CâhidûFillahi)  Âyetini okuyor ve şöyle duâ ediyordu: “Allah’ım, Senin gösterdiğin yolda, gösterdiğin din uğruna savaşan İslâm ordusunu koru, zafere ulaştır. Kostantiniyye’nin fethini göster. Sana sığındık, Sana bağlandık, bizi sevindir, düşmanlarımızı yerindir.”[3] 

         Ancak kuşatma uzamıştı. Kuşatmanın uzaması ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe yarattı. Bir kaç defa tekrarlanan büyük hücumlara rağmen şehrin alınması mümkün olmamıştı. Sultan Mehmed’in sabırsızlığı ve huzursuzluğu da artıyordu. Padişah, kumandanların ve alimlerin de bulunduğu bir Divan toplantısı düzenledi. Toplantıda cesaretlendirici bir konuşma yaptı. Vezirlerim, paşalarım, beylerim, hocalarım, silah arkadaşlarım fedakarlıklar gösterdiniz ve gösteriyorsunuz. Ancak sizden daha çok fedakarlık yapmanızı istiyoruz. Vezirler, paşalar dinledi, son söz hocalara bırakıldı.        Sizler ne buyurursunuz?  Onlar da fetihden vaz geçilmemesi yolunda fikir beyan ettiler. Son sözü Akşemseddin aldı:

          O: “Begüm bu kal’anın fatihi sen olasın deyü âlem-i şehzadelikte sana tebşir ettik” diyordu. Fakat bir türlü huzûra kavuşmayan Sultan Mehmed daha açık bir müjde haberini rica eder. Bunun üzerine derin bir düşünceye dalan  Akşemseddin: “Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola; izn-i Hüdâ ile bâb-ı zafer feth olup ezân sadâsı ile sûrun içi dola. Gün doğmadan Gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar” ifadeleriyle kat’î müjdeyi ve günü bildirdi. [4]   

          Kur’ân-ı Kerim’de İstanbul’un fethine işaret sayılan Sebe sûresinin 15. Âyeti; بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ(Beldetün tayyibetün) 857 Hicrî tarihinin Mîlâdî 1453 tarihine tekabül ettiğini ve bukelimenin ebced hesâbı ile İstanbulun Fethine işâret olduğunu Molla Câmi Hazretleri[5] açıklamıştı.

Ve Sultanın kararı Bizans için bir ölüm fermanı olarak çıktı:

“Salı günü sabah namazından sonra hücüm başlayacaktır. Tellallar çıkarılsın bütün efrada (askere) duyurulsun. Pazartesi günü herkes oruçlu olacak, topluca duâ edilecektir. Allah (c.c.) kararımızı hayırlı eylesin.[6]

Ve büyük gün geldi çattı. 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece kimsenin gözüne uyku girmemişti. Duâ’lar ediliyor, tekbirler getiriliyor, herkes birbiri ile helalaşıyor ve şöyle diyorlardı:

        “Hakkını helal et, Cennette görüşürüz.”

         29 Mayıs 1453 Salı gecesi Şahi” isimli topun atışı ile deniz ve karada  büyük taarruz  başladı. Osmanlı askerleri şehre fâsılasız saldırıyorlardı. Sultan Mehmed harb tertîbâtını şöyle almıştı: İlk olarak azapları ve ordusundaki Hıristiyanlar’ı surlara saldırttı. Osmanlı ordusunun en seçkin birlikleri surlara saldıran askerlerin arkasında düşmanın yorulmasını ve sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Saatler süren çatışmaların ardından Sultan Mehmed son darbeyi vurmak üzere yeniçerileri savaş meydanına sürdü. Binlerce askerini arka arkaya şehit veren Osmanlı ordusu karşısında Bizans’ın dayanma gücü kalmamıştı. Bizans, Bizans olalı daha böyle asker, böyle saldırı, böyle harp, böyle kararlılık, böyle azîm, böyle taktik görmemişti. Osmanlı ordusu şehre her taraftan saldırılıyor, çarpışmalar pür şiddet devam ediyordu. Savaş çok zor ve çetin geçiyordu, birçok şehid verildi. Çarpışmalar sırasında Bizans'ı koruyan surlar üzerinde kapatılması mümkün olmayan gedikler açılmaya başlamıştı. Surlar içerisine küçük sızmalar oluyor, ancak geri püskürtülüyordu. Bizans surlarına ilk defa Türk sancağını diken Ulubatlı Hasan olmuştu. Ulubatlı, Ok yağmuru altında kalenin burçlarına tırmandı, Türk sancağını surlara dikti ve oracıkta şehid oldu. Bundan sonra Topkapı surlarında Bizans bayraklarının yerini Türk bayrağı almıştı. Topkapı surlarına çıkan Türk askerlerini gören Bizanslılar haykırarak şehrin iç kısımlarına doğru kaçmaya başladılar. Şehrin savunması çökmüştü. Binlerce Türk askeri Tekbir-tehlil sesleri ve Allah ve Muhammed nidâları ile surlardan içeriye girmeye başladı. 1000 yıllık Şarkî Roma (Bizans) tarihe karışıyor; Türk cihan hakimiyeti’nin yeni ve parlak bir devri açılıyor; İslâm’ın sekiz asırlık mefkûresi gerçekleşiyordu. Büyük veli Akşemseddin Pâdişâhı ve gazileri, Pâdişâh da askerlerini Peygamberimiz (s.a.v.)’in müjdesine kavuşmuş olduklarından dolayı tebrik ediyorlardı. Nihayet büyük bir coşku ile şehre giriyorlar. Şehre girerken Büyük serdârın yanında emirlerinden,vezirlerinden, solaklarından, sipahilerinden, yayalarından başka, devlet ricâli, âlimler, hocalar, şeyhler, dervişler, kalenderler, erler ve bilhassa sağında ve solunda Ak Şeyh’le Ak Bıyık Sultan bulunmaktadır.[7]

         O esnada Türk bayrağını Topkapı surları üzerinde gören ve o andan itibâren “Fatih” unvanına hak kazanan II.Mehmed, Peygamber (s.a.v.)’in senâsına mazhar olmanın verdiği sevinçle, atından inip toprağa secde ve Allah’a hamd eyledi.[8]

        Bu mübarek beldeyi fethetmek için ecdâdımız âdetâ seferber olmuş, birçok defalar kuşatmışlardır. Ebû Eyyûp El-Ensârî Hazretleri de 75-80 yaşlarında olmasına rağmen, torunları tarafından atın üzerine bindiriliyor ve at üzerinde İstanbul’un fethi için geliyor ve bu esnada hastalanıp vefat adiyor. Bunun gibi Ensar ve Muhacirlerden birçokları İstanbul’un Fethi için gelmişler ve buralarda şehid olmuş ve buralarda kalmışlardır. Onlar Allah Resulü’nden duymuşlardı: “İstanbul mutlaka fethedilecektir...” diye. Onlar Allah Resulü’nün ifade ettiği bu güzel orduda bir nefer olabilmek ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmek için buralara kadar gelmişlerdi. Onlar hakkında Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde takdir eden, öven Âyet ve Hadisler mevcuttur. Ebû Eyyûp El-Ensârî Hazretleride; Medine’den kalkmış ve İstanbul önlerine kadar gelmiş, aylar, haftalar geçmiş fakat fetih müyesser olmamıştı. O, hasta yorgun ve bitkin bir halde ölümünü beklemekte idi. Hastalığı süresince, en çok tekrar ettiği söz: “Fetihten ne haber?” sözüydü. Nihayet ölüm ruhunu sarınca, ordu kumandanı soruyor: “Ey Allah’ın Peygamberinin Sahabesi, bir isteğin var ise yerine getirelim?” diyor. Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri de “Beni alın götürebildiğiniz kadar ileriye götürün. Hatta imkan varsa surların içine girin ve beni oraya gömün! Biz İstanbul’u fethetmek için geldik, ama bana nasip değilmiş. Bir gün Efendimizin  bu müjdesi mutlaka tahakkuk edecektir. Ben burada gömülü olayım. Yanı başımdan geçen İslam süvarilerinin kılıçlarının, kalkanlarının şakırtılarını işitmek hoşuma gider. Bırakın hiç olmazsa o leventlerin seslerini duyayım.”     

      Takvimler, 29 Mayıs 1453 tarihini, günlerden Salı gününü gösteriyordu. Fatih Sultan Mehmed öğle üzeri Topkapı’dan içeri girdi. Yerli halk yolun iki tarafına dizilmiş, fetih ordusunu alkışlıyor, çiçekler atıyorlardı. O sırada kalabalıktan bir Rum kızı çıktı. Elinde bir demet çiçek vardı. Padişaha verecekti, ama acaba padişah hangisiydi? Şu ihtiyarın Padişah olması lâzım diyerek çiçek demetini ona uzattı. O kişi Padişah değil Molla Gürânî hazretleri idi.  Molla Gürânî, Sultan Mehmed’i işaret ederek  çiçeklerin O’na verilmesini istedi. Sultan Mehmed, Padişah benim ama, onlar benim hocalarımdır. Çiçekleri onlara veriniz. Hocalarım , bu şehrin mânevî fâtihleridir. Ben onlar sâyesinde bu fethi başardım. Çiçekler O’nların hakkıdır hocalarıma veriniz diyordu. Bizans halkının tezâhürâtı ve alkışlar, Türk askerinin ezan ve tekbir sesleri arasında “Fâtih” ve “Roma İmparatoru” sıfatıyla Ayasofya’ya geldi. Mâbedde toplanmış olan kadınlı erkekli sayıları onbinleri bulan halk, başlarında büyük rütbeli rahipler olduğu halde, Doğu Roma Fâtihi’ni atının üzerinde, mabedin kapısında görünce ağlıyarak secdeye kapanıp zemini öptüler. Büyük Türk Hâkanı, onları sükûna dâvet etti. Sonra şu cümleleri söyledi: “Kalkınız! Ben, Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki, bu andan itibaren, artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda gazab-ı şâhânemden korkmayınız.”

       Bu olaya şâhit olan Hırıstiyan bir tarihçi şöyle tasvir etmektedir: Sultan, Ayasofya’nın önüne gelince atından indi... Patrik ve bütün halk yerlere kapanarak bol bol ağladılar. Fakat Sultan, onlara eli ile susmalarını işaret etti. İnsanlar sakinleşince Patrik’e: “Ayağa kalk! Ben, Sultan Mehmed, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve nede hürriyetiniz hususunda, benim gazabımdan korkmayınız” dedi...

        Fatih Sultan Mehmed, dünyanın bütün şehirlerinden üstün olan  ve 74 imparator tarafından müdafaa edilen ve Peygamber Efendimizin övgüsüne mazhar olan  bu muhteşem şehirde hüküm sürdü.

Fatih Sultan, Ayasofya’yı takdirle gezdi. Ezan okunmasını emretti. Kılıçla fethedilmiş olan hırıstiyanlığın bu en büyük mâbedinde ikindi namazını kıldı. Namazdan sonra, mâbedin camie çevrilmesini istedi. Ayasofya’dan çıkınca, şehrin belli başlı yerlerini ve imparatorluk saraylarını gezdi.

1 Haziran Cum’a günü Ayasofya’da ilk Cum’a namazı kılındı. Ayasofya en büyük Hıristiyan mâbedi idi fethin olduğu zamanlarda bile 800 rahip ve hizmetkârı vardı. Doğu Roma’nınmanevî fâtihi olan Şeyh Ak Şemseddin, Fatih Sultan Mehmed adına hutbeokudu. Böylece  “Hıristiyan’lığın en büyük ve en muhteşem kilisesi olan Ayasofya, camie çevirildi.”[9]

       Sultan Mehmed artık “Fatih” ünvânına hak kazanmıştı. Fatih, harap olmuş olan şehri yeniden îmar ettirdi. Anadolu’dan getirttiği halklarla şehrin nüfusunu çoğalttı. İstanbul’un fethi Türk-İslam dünyası ve medeniyeti için ne kadar mesûd bir hâdise idiyse Ortadoks milletler ve özellikle de Rumlar için çok memnuniyet uyandırmıştı. Zira Fatih adâletle ve çok müsamehakar davranıyordu. İstanbul’u Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti ilan eden Fatih, Kentte 1454’te Rumlar için bir patrik, 1461’de Ermeniler için bir patrik ve Yahudiler için bir hahambaşı atadı. Hırıstiyan Avrupa Haçlı seferlerine rağmen, Türklerden ziyade Bizanslılardan nefret ediyorlardı.

 

      Fatih, İstanbul’u fethetmiş, ordusunun başında İstanbul’a giriyordu. Bir derviş önüne fırlayıp atının yularına yapıştı:

      Padişahım! Dedi. Unutma sakın, İstanbul’u biz dervişlerin sayesinde fethettin.

      Fatih, hafifçe gülümsedi. Elini kılıcına atıp, yarıya kadar sıyırdı:

      “Baka derviş, doğru söylersin, ama şu kılıcın da hakkını unutma!”

Böylece büyük Fethin, duâ ve çalışmanın birleşmesiyle zor işlerin başarılabileceğini belirtmiş oldu.[10]

           Fatih Sultan Mehmed, Bursa subaşısı Süleyman Bey’i İstanbul subaşısı (emniyet müdürü), Hızır Beyçelebiyi’de İstanbul kadısı (hâkim) tayin etti ve 21 haziranda şehirden ayrılarak Edirne’ye hareket etti. Edirne’de halkın çılgın sevinç ve tezahüratı ile karşılandı. Ancak İstanbul’un îmar işi ile sıkı sıkıya ilgilendi. Şehrin daha bir asır geçmeden cihanın en kalabalık ve en büyük şehri hâline gelmesindeki şeref Fatih Sultan Mehmed’e âittir.  

           Fatih Sultan Mehmed, Arabistan ve İran’da devrinin ulemâsını tanır, onları kendi ülkesine getirmeğe çalışırdı. Kendi ülkesindeki ulemânın acem ve arap ulemâsı seviyesinde olmamasından muzdarip idi. Ancak Hocazade ile yabancılar karşısında övünürdü. Fetih’den sonra İstanbul’da 8 kiliseyi medrese haline getirdi, Ayasofya medresesini açtı. 1470’de kendi camii etrafındaki meşhur Sahn-i Seman medreselerini yaptırdı. Fatih, kendisi medreseleri bizzat denetler, dersleri dinler ve mükafat verirdi. İlim ve ulemâya büyük değer verirdi. Devrinin en büyük âlimleri Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Yeğen, Hızır Bey ve Hocazadedir. O devirde yetişmiş mümtaz ilim ve idâre adamlarının çoğu bunların talebeleridir.[11]

      İstanbul Hakkında Söylenenler:

      Busbeck; “Allah sanki burasını dünyanın payitahtı olsun diye yaratmış” der.

      Napoleon;  “yeryüzü bir hükümete âid olsa payitahtının İstanbul olması lâzım geldiğini söyler.”

      Meşhur Tarihci Hoca Sadettin Efendi; “Fatih Sultan Mehmed’in hediye ettiği bu şehrin sûrlarını gümüş kemere, kurşun kubbelerini denize yelken açmış gemilere benzetirken sûrları güneşi muhafaza eden kumandan, yıdızları da muhafız asker olarak düşünür; şehrin toprağını altınla müsavi sayar ve bu beldeyi imânın da karagâhı gösterir. İrfan sahiplerinin yurdu olan bu cennet beldeye girenlerin oradan ayrılmak istemediklerini belirtir.”[12]

      İstanbul’un Feth’i;

     1- Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü sağlanmış, Anadolu ve Rumeliye geçişler  kolaylaşmıştır.

      2- Karadeniz ile Akdeniz deniz ticaret yollarının konturolü Osmanlılar’a geçmiştir.

      3-  Osmanlı Devleti’nin başkenti Edirne’den İstanbul’a taşınmıştır.

      4-  Osmanlı Devleti yükselme dönemine girmiştir.

      5- Osmanlı toprakları arasında sürekli  karışıklık  çıkaran bir fitne yuvası ortadan kaldırılmış oldu.

      6- Osmanlı Devleti İslâm dünyasında büyük bir  şöhret ve itibara kavuşmuşması bakımından çok önemlidir.    
      İstanbul’un Feth’inden sonrası için anlatılanlar: (Adâlet- İnsanlık- Huzur, Örnekleri)

       Allah’ın Gazabına Uğrasınlar

        İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, umûmî bir afv îlân etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Fâtih, şehrin içinde gezerken derinden gelen bir inilti işitmişti:

- “Bu inleyen adamı bulup bana getirin” diye emir verdi. Gidenler, üstü başı pejmürde, saçı sakalı uzamış ihtiyar bir keşiş bulup, hapsedildiği yerden çıkarıp huzura getirdiler. Padişah:

- “Bu ne haldir, sizi neden hapsettiler?

- “Şevketlüm, muhasara başlayınca, Kostantin bu fakiri huzuruna çağırdı. Şehri Türkler alacaklar mı? Diye sordu. Fakir de samimi olarak, gördüklerime, okuduklarıma istinat ederek, maalesef evet, alacaklar dedim. Beni doğru sözümden ötürü hapsetti. Fakat işte siz şehri fethediniz, sözümü fikrimi teyit ettiniz.” dedi.  Fâtih:

- “İstanbul bizim elimizden çıkacakmı?” diye sorduğu zaman, bir müddet düşündükten sonra keşiş:

- “Bu güzel şehrin düşmanı çoktur. Fakat hale, duruma bakarak şehrin uzun zaman sizin elinizde kalacağını söyleyebilirim. Vaktaki sizin aranızda da fesat artar, şahsî menfaat ön planda düşünülmeye başlanır. Elindeki malları yabancılara satanlar çoğalır ve yabancılardan medet umanlar artar. O zaman İstanbul sizin elinizden de çıkar” dedi. Fâtih, ellerini yukarı kaldırıp açarak:

- “Dilerim Allah’tan ki, bunlar Allah’ın kahrı gazabına uğrasınlar.” Diye dua etti.[13]

        Adalette Fazilet

         Fatih Sultan Mehmed, Fatih cami’ini yaptırıyordu. Caminin mimarı işinin ehli olan Rum İpsalanti idi. Mabed yapılırken kullanılacak mermer sütunları Rum usta İpsilanti kısa kestirmişti. Rum usta, bu sütunları yaparken mîmariye uygun olması için Fatih'in dediği şekilde değil de, kendi düşüncesi doğrultusunda kestirmişti.
Bunu gören Fatih Sultan öfkelendi ve caminin estetiğini bozmak için böyle yaptığını düşünerek Rum ustanın  elini kestirdi. Eli kesilen Rum İpsilanti, Sultan Fatih'den davacı olmak için kadı Sarı Hızır Efendi'ye giderek müracaatta bulundu. Sarı Hızır Efendi,  Allah’dan başka hiç kimseden korkmazdı. Dürüst ve adil idi. Mahkeme günü geldi, Kadı Hızır Efendi tarafları huzuruna çağırdı, davacı ve davalıyı ismen çağırarak huzuruna aldı. Önce içeriye giren İpsilanti usta gelip ayakta durdu. Arkadan mağrur bir eda ile içeriye giren Fatih Sultan Mehmed, oturun falan diyen olmadığı halde geldi suçlu sedirine oturdu. Hızır kadı, onun padişahlığına bakmadan; Davacı ayakta durmaktadır, siz suçlusunuz, oturmanız olmaz, burası adalet yeridir. Ayağa kalkınız diye ihtar ederek padişahı ayağa kaldırdı. Kadı Hızır tarafları dinledi, Anlaşıldı ki Fatih Sultan haksızdı ve kararını verdi:
Kısas'a kısas yapılacak. İpsilanti ustanın elini kestiren Fatih'in de eli kesilecekti. Fatih büyük bir teslimiyette hükme razı oldu ve "şeriatın kestiği parmak acımaz" diyerek cezaya boyun eğdi.  Rum usta; kararı duyunca çok şaşırdı. Herkes üzgündü, araya vezirler girdi alimler girdi etme gel şu davadan vazgeç padişahın elinin kesilmesi doğru değildir. İpsilanti usta rahatsız oldu. Oda padişahın elinin kesilmesini istemiyordu. Yeniden kadıya müracaat etti:

-  “Ben davamdan vaz geçtim. Padişahın eli kesilmekle benim elim yerine gelmez. Yalnız bana ve çocuklarıma yetecek kadar tazminat verilsin. Yalnız bana ve çocuklarıma yetecek kadar tazminat verilmesini istiyorum”, dedi. Hızır Kadı, tarafları tekrar huzura aldı:

-  “İpsilanti usta davasından vazgeçip yalnız tazminat istediğine göre, kendisi ile ailesi ve iki çocuğunungünlük nafakaları tutarı elli liradır. Bu parayı hayatlarının sonuna kadar vermeye, ayrıca ustanın eli kesilmiş çolak olmuş, cemiyet içinde itibârı sarsılmıştır.İtibarının iadesi için bir defada 100.000 lira tazminat vermeye mahkum edilmiştir. Buyurun çıkın,” demiştir. Fatih’in iaşe bedeli ve tazminat ile beraber Rum ustaya 150.000 lira verdiği, ayrıca bir ev yaptırdığı rivayet edilir.

Mahkeme böylece sonuçlandıktan sonra Fatih Sultan Mehmed, tekrar içeri Kadı Hızır Efendi’nin huzuruna girmiş ve ona:

-       “Bak Sarı Hızır , ben padişahım diye iltimas yoluna gidip adaleti ihlal ettiğini görseydim, “belindeki kılıcı göstererek” başını bununla uçuracaktım,”deyince Sarı Hızır da:

-“Sen de padişahım diye kararlarıma muhalefet edip mahkemenin huzurunu bozmaya ve adaletin kutsiyetini ihlal etmeye kalksaydın “oturduğu minderi kaldırıp altındaki hançeri göstererek” ben de bunu senin kalbine saplıyacaktım,” diye cevap vermiştir.[14]

      Siftah Ettim:

Fatih Sultan Mehmed, bir gün yiyecek maddelerinin kalitesini ve fiyatlarını konturol etmek için tebdil-i kıyafet ederek çarşıya çıktı. Bir dükkana girdi. Selam verdikten sonra:

-       “Yarım batman yağ, yarım batman bal ve yarım batman peynir veriniz...” dedi. Bakkal yarım batman yağı tartıp parasını hesap ettikten sonra:

-       “Ağam diğer isteklerinizi de karşı komşudan alınız. Zira onun malı daha kalitelidir. Hem de komşum daha siftah etmedi” dedi. Padişah ikinci dükkana varıp oradanda yarım batman bal alınca bu bakkal da:

-       “Allah’a şükür olsun ağam ben siftahımı yaptım. Hem de çocuklarımın nafakasını çıkardım. Bundan sonrası kârdır. Komşumsa daha siftah etmedi...” dedi. Padişah:

-       “Bu milletteki bu ahlaî istikamet yok mu, ona dünyalar fethettirir. Milletin ahlâkına zarar getirenleri Allah kahretsin,” demiştir.

 

         Devleti Osmaniye, kılıç ve kalemin gölgesinde yükseldikçe yükselmiş, üç kıta, yedi devlette at koşturmuş ilayı kelimetullahı her bir yana ulaştırmışlardı...

 

        Fatih Sultan Mehmet Han'ın ölümü

Fatih Sultan Mehmed, 27 Nisan 1481'de İstanbul’dan ayrılmış sefere gidiyordu, hasta idi. Gebze yakınlarındaki Tekirçayırı veya Hünkarçayırı denilen yere geldiğinde hastalığı şiddetlendi. Fatih Sultan’ın ayağı ağrıyordu. Doktorla tedavi etmeye çalıştılar fakat, ağrıyı kesecek çare bulamadılar. Son çare olarak Larî Acemî (Yakub Paşa) Fatih Sultan’ı tedavi etmekle görevlendirildi. Larî Acemî Fatih Sultan’ın doktoru olarak görevlendirilince bir müddet Müslüman olmadı, ancak daha sonra Müslüman olmuş ve vezirlikle ödüllendirilmiştir.         Hekim Yakub, yahudi dönmesidir, İtalyan veya Venedik ajanıdır. Hekim Yakub         Fatih’i tedavi etmek için şerâb-ı fariğ (acıyı gideren şerbet) denilen ilaç içirdi. Ancak ilacın dozunu biraz artırdı. İşte bu ilacı içmesi üzerine Sultan Fatih birkaç saat içinde hayatını kaybetti.

Aşıkpaşa-zâde Tarihinde de, Fatih’in ayağındaki ağrı anlatılırken, kan alındığını ve kendisine “Şarab-ı fariğ”  verildikten sonra vefat ettiğini yazar. İşte Âşık Paşazade`nin beyitlerinde Fatih Sultan Mehmed’in ölümü:

"Tabipler şerbeti kim verdi Hân`e

O Hân içti şerâbı kâne kâne

Ciğerin doğradı şerbet o Hân`un

Hemin dem zari itti yâne yâne

Didi: "Niçün bana kıydı tabipler?"

Boyadılar ciğeri canı kâne

İsabet itmedi tabip şerâbı

Tımarları kamu vardı ziyâne

Tabipler Hân`a çok taksirlik itti

Budur doğru kavil düşme gümâne!"

Açıklaması:

"Tabipler Sultan`a içeceği verdiler

O Sultan da içeceği doya doya içti

İçecek o Sultan`ın ciğerini parçaladı

Derhal acı ve ızdırap içinde kıvranmaya başladı

"Tabipler bana neden kıydılar?" dedi

Bütün ciğerini, yüreğini kana boyadılar

Tabibin verdiği içecek sağlık getirmedi

Onların yetiştirilmesi için yapılan gayretler de boşa gitmiş oldu

Tabipler Sultan`a karşı çok kusur işlediler

Doğru söz budur, hiç şüpheye düşme!"

 

       Burada olayın suçlusu olarak özellikle tabipler gösteriliyor. Fatih’in birçok tabibi vardı. Bunlardan dördü İranlı, biri Türk, biri Arap, biri de yahudi asıllı Larî Acemî (Yakub Paşa) idi. Çünkü kastedilen içeceğin “Şarab-ı fariğ”’in Fatih Sultan’a Yakup Paşa tarafından bizzat verildiği Âşık Paşazade tarihinde yazılıdır. Burada özellikle Sultan Fatih`in ağzından söylenen: "Tabipler bana neden kıydılar?" sözü yapılan işlemin bir tedavi değil cana kıyma olduğunu açıkça vurgulamaktadır.

       Tarihçi Franz Babinger`in görüşü Fatih`in ölümünün bir zehirlenme olduğu görüşündedir. Babinger, zehirleme olayının arkasında Venediklilerin olduğunu iddia etmektedir.[15] Allah-u Âlem...      
       Fatih Sultan; asrının en büyük adamı, Osmanlı hükümdarlarının en ünlüsü, çağ açan, çağ kapayan, ikisi imparatorluk olmak üzere, büyük ve  küçük on yedi devlet ve 200’den fazla şehir fetheden Fatih Sultan Mehmet Han, 1481 yılının 3 Mayıs günü Gebze civarındaki Sultan çayırı mevkiindeki otağında 49 yaşında vefat etti. Fatih’in ânî ölümü, asla tabiî bir hadise gibi karşılanmadı. Büyük bir buhran meydana getirdi. Ama artık çağ açıp çağ kapayan bir deha Fatih Sultan yoktu. Avrupada Hıristiyan aleminin bütün kiliselerinde çan çalınıp, şükür duaları yapıldı.   

                                                                                          HAFIZ İLHAMİ TEMEL

                                                                                 MEDİNE CAMİİ BAŞ İMAM-HATİBİ

                                                                                      ÜMRANİYE / İSTANBUL



[1] - Âli İmran, 159

[2] -Türk Cihan Hakimiyeti Tarihi Mefkûresi C,2,S,80

 

[3] - Türk Cihan Hakimiyeti Tarihi Mefkûresi C.2, S.54-55

[4] - Türk Cihan Hakimiyeti Tarihi Mefkûresi C.2, S.54-55

[5] - Asıl adı Abdurrahman bin Nizamüddin Ahmed’dir. Daha çok Molla Câmî olarak tanınan Mevlânâ Câmî, 1414’te İran’ın Cam kasabasında doğdu, 1492 yılında Herat’ta vefat etti.

[6] - Osmanlının Manevî Dünyası, C,2; S,289

[7] - Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, S,227, Sâmiha AYVERDİ

[8] - Büyük Osmanlı Tarihi 1.C, S.227, Yılmaz ÖZTUNA,

[9] - Büyük Osmanlı Tarihi 1.C, S.229-30-31, Yılmaz ÖZTUNA

[10] - Osmanlının Manevî Dünyası, C,2; S,296

[11] - İslam Ansiklopedisi C,7; S, 534, M.E.B.YAY.

[12] - Türk Cihan Hakimiyeti Tarihi Mefkûresi C.2, S. 67-68-69

[13] - Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi, S, 52-53, Tahsin ÜNAL, Osmanlının Manevî Dünyası, Şaban KALAYCI,  C,2; S, 325-26

[14] - Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi, S, 50 - 52

[15] - Bilinmeyen Osmanlı,S,94-95, Prf.Dr.A.AKGÜNDÜZ, Doç. Dr.Said ÖZTÜRK;  Ahmet Varol www.vahdet.com.tr

 

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.05 saniye 14,842,816 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024