Bu kök, mâna esas olmak üzere, muhalif
tarafın fikirlerini çürütüp kendi fikirlerini benimsetmek üzere
geliştirilen ilme ilm-i cedel denmiştir. Kendisine has prensipleri,
kaideleri vardır. Cedel ilmi mantık, fıkıh, hitâb, münazara gibi
muhtelif dinî ve gayr-ı dinî ilimlerle teması olan bir ilimdir. Asıl
maksadı, karşı tarafı çürütüp kendi fikrini benimsetme melekesinin
tahsilidir. İlmî, amelî hayatta pratik faydaları vardır. İbnu Haldun,
Mukaddime'de cedel'i: "Fıkhî mezhepler arasında olsun başka muhalif
gruplar arasında olsun cereyan eden münâzara âdabını bilmektir" diye
târif eder. Fıkıh mezheplerinden herbirinin, kendi görüşünün
haklılığını, muhalif tarafın görüşündeki isabetsizliği ortaya koymak
için gösterdiği gayret de bir nevi cedel sayılmıştır. Fukahanın
geliştirdiği cedel daha ziyade şer'î delilleri esas alır. Bu hususu ilk
sistemleştiren Hanefî fakihlerinden Fahru'l-İslâm Bezdevî merhum (V.
482/1089) olmuştur. Bunun cedeli daha ziyade nas, icmâ, istidlal gibi
edille-i şer'iyyeye dayanır.
Bu mevzuda isim yapan diğer bir şahsiyet
Rüknüddin el-Âmidî'dir (V. 515/1121). Âmidî, her ilimizde geçerli umumî
münazara prensipleri üzerinde durmuştur. el-İrşâd fi İlmi'l-Cedel adlı
eseri kendinden sonra gelen Nesefî vs. birçoklarına çığır olacaktır.
Ancak şunu da belirtelim ki, bu sâhada ilk eseri, fukahadan Ebu Bekr
Muhammed İbnu Ali el-Kaffâl'ın (v. 336/947) verdiği kabul edilir.
Cedel, doğruyanlış, hakbatıl demeden kendi
fikrini benimsetmeye, karşı tarafı çürütmeye yönelik bir gayeyi esas
alınca, inceleme mevzuu yapıp temas ettiği bir kısım meseleler,
prensipler (muğalata, safsata vs.), bâzı alimleri rahatsız etmiş ve bu
ilimle herkesin rastgele meşguliyetini uygun görmemişlerdir. Hatta şöyle
diyenler bile olmuştur:"
Sakın ha şu cedel denen şeyle uğraşmayın.
Bu, selef büyüklerinde yoktur. Onların inkırazından ve dâr-ı ukbaya
irtihallerinden sonra zuhur etmiş zamâne fantezisidir, fıkıhtan
uzaklaştırır, boş şeylerle meşgul ederek ömrün zayi olmasına sebep
olur, ruhlarda vahşet ve adâvet uyandırmaktan başka bir işe de yaramaz.
Bu bir kıyamet alâmetidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hadislerinde böyle haber verilmiştir vs..."
Bu çeşit uyarılara sıkca rastlanır.
Ancak şunu belirtmek gerek: İslâm
âlimleri, menfi fikirlerin benimsetilmesinde kullanılan bir kısım kaide
ve prensipleri hakkın müdâfaası ve tebliği için kullanma gereğine
inanarak ilm-i cedel mevzuunda gâfil kalmamışlardır. Hatta Kur'ân-ı
Kerim'de yer alan:
وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ
"Ey Muhammed! Rabbinin yoluna hikmetle,
güzel öğütle çağır, ONLARLA EN GÜZEL ŞEKİLDE TARTIŞ..." (Nahl 125)
âyetini de kendilerine delil yaparak doğrunun, gerçeğin ve hakkın izhârı
için, bu ilmi geliştirmişlerdir.
Günümüz sol dünyasının diyalektik adı
altında büyük bir itina ile üzerinde durduğu cedel mevzuunda en azından
dinin tebliğini gâye edinen insanların bîgâne kalmaması gerekir.
Zamanımızda geliştirilen psikoloji, propaganda, reklâm gibi konuların
da, artık cedelin -geniş tutulması gereken- meşguliyet sahası içerisinde
mütâlaası şarttır. Bazı hadislerde cedele müteallik olarak gelen bir
kısım kötüleme ve yasaklamaların, zamanı öldürmeye veya dinî
teslimiyeti kırmaya müncer cidâl ve meşguliyetlerle te'vili şarttır.
اَللَّهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقّاً وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَاَرِنَا
الْبَاطِلَ بَاطًِ وَارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ
ـ1ـ عن أبى أمامة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَا ضَلَّ
قَوْمٌ بَعْدَ هُدَى كانُوا عَلَيْهِ إَّ أُوتُوا الجَدَلَ. ثُمَّ تََ:
مَاضَرَبُوهُ لَكَ إَّ جَدًَ بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُون[. أخرجه الترمذى
وصححه.
1. (1156)-
Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Bir kavm, içinde bulunduğu hidayetten
sonra sapıttı ise bu, mutlaka cedel sebebiyle olmuştur."
[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu
söyledikten sonra, delil olarak] şu âyeti okudu: "Onlar: "Bizim tanrımız
mı yoksa O mu daha iyidir?" dediler. Sana böyle söylemeleri, sırf
tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz münakaşacı bir millettir"
(Zuhruf 58). [Tirmizî, Tefsir, Zuhruf, (3250); İbnu Mâce, Mukaddime 7.]
AÇIKLAMA:
Hadis, kendilerine gelen hidayetle
istikamet üzere gitmeye başlayan milletler sonradan sapıttı ise, bu
sapmanın, peygamberin getirmiş olduğu dinî ta'limat (emirler, yasaklar;
iyikötü, hayırşer şeklindeki değer hükümleri gaybî ihbârât vs.)
hakkında yersiz münâkaşalara girmelerinden, aleyhte deliller getirmeye
kalkmalarından hasıl olduğunu belirtmektedir.
Din, mü'minlerden öncelikle teslimiyet
ister. İslâm dini de öyle. Esâsen Müslüman, lügat olarak teslim olmuş
demektir.
Ayet-i kerimenin, peygamberlerle bâtıl
yolda münakaşaya giren, öğrenmek ve ikna olmak için değil, inad ve inkâr
gayesiyle mucizeler taleb eden kavimleri sözkonusu ettiği
belirtilmiştir. Mamafih Kur'ân hakkında yürütülen inâd ve münakaşanın
maksûd olduğu, bunun da, herkesin kendi şahsî görüşlerini veya
şeyhlerinin fikirlerini öne çıkarmak ve üstün kılmak için Kur'ân'ın bazı
âyetlerini diğer bazılarıyla karşılaştırmak suretiyle tahrik edilip,
hakkın ortaya çıkmasının asla düşünülmediği hadiste, işte bu çeşit
tartışmanın kötülenip tahrim edildiği, hakkın izharı gibi faydalı bir
maksadla yapılacak münazaranın yasaklanmasının sözkonusu olmayacağı
hatta böylesi münâzaranın "farz-ı kifâye" olduğu belirtilmiştir.
ـ2ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ تَرَكَ
المِرَاءَ وَهُوَ مُبْطِلٌ بُنِىَ لَهُ بَيْتٌ في رَبَضِ الجَنَّةِ، وَمَنْ
تَرَكَهُ وَهُوَ مُحِقٌّ بُنِىَ لَهُ بَيْتٌ في وَسَطِهَا، وَمَنْ حَسَّنَ
خُلُقَهُ بُنِىَ لَهُ في أعَْهَا[. أخرجه الترمذى .
»رَبَضُ الجَنَّةِ« مشبهِ بِرَبَضِ المدينة، وهو ما حولها من العمارة .
2. (1157)-
Yine Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Kim haksız olduğu bir münakaşayı
terkederse kendisine cennetin kenarında bir ev kurulur. Haklı olduğu bir
münâkaşayı terkedene de cennetin ortasında bir ev kurulur.Kim de
ahlakını güzel kılarsa cennetin yüce yerinde bir ev kurulur." [Tirmizî,
Birr 58, (1994); Ebu Dâvud, Edeb 8, (4800); İbnu Mâce, Mukaddime 7,
(51); Nesâî, Edeb (6, 21).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyeti, müellif, Tirmizî'ye nisbet
ederse de Ebu Ümâme rivayeti Ebu Dâvud'da yer almaktadır. Tirmizî'deki
rivayet Ebu Ümame' nin değil Hz. Enes (radıyallahu anh)'indir. Ayrıca
mânada fark olmasa da lâfızlarda bazı değişiklik mevzubahistir.
Nesâî'deki rivayet Fadâle İbnu Ubeyd'dendir ve mânaca buna yakındır.
2- Hadis metninde geçen
رَبَض (rabad), bir şehrin
surlarının dışında yer alan evlere denir. Kelimesi kelimesine yapılacak
bir tercüme "...cennetin dışında" veya "banliyösünde" şeklinde olmalı
idi. Ancak, âlimler bununla bir teşbih yapıldığını, maksadın da dış
taraf (veya "kenar") olduğunu belirtir. Zîra Aliyyü'l-Kârî'nin Mirkâd'da
açıkladığı üzere, itikadımızca cennetin dışında, cehennemden başka bir
ikamet yeri mevcut değildir. Sadece Mûtezile'nin "el-Menziletü
Beyne'l-Menzileteyn" inancı vardır. Ehl-i Sünnet, hiçbir şer'î delile
dayanmadıkları için Mûtezile'yi bu görüşünden dolayı reddeder. Öyleyse,
hadisin devamından da anlaşılacağı üzere, bundan murad cennetin gözde
olmayan, geri planda kalan yeridir, kıyı, kenar kelimeleriyle de ifade
edilebilir.
Şu halde, mü'min şânına, imanına hiç
yakışmayan bâtıl bir iddiaya girer de bunu bir noktada bırakırsa Cenab-ı
Hakk lütfuyla buna bir mükâfaatta bulunuyor.
Haklı olduğu bir meselede iddialaşma ve
münazarayı bırakan, öncekinden daha büyük bir sevap alıyor. Bu sevap
kendisine mükâfaat olarak cennetin ortasında bir ev verilmesi şeklinde
ifade edilmiştir.
Böylece, haklı bile olunsa münâkaşanın
terkinde hayır olduğu ifade edilmiştir.
ـ3ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #:
المِِرَاءُ في الْقُرآنِ كُفرٌ[. أخرجه أبو داود .
3. (1158)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "Kur'an hakkında münâkaşa
küfürdür" [Ebu Davud, Sünnet 5, (4603).]
AÇIKLAMA:
Buradaki münakaşadan maksad Kur'an'ın
kelamullah olduğu hususunda şekke düşmektir. Bazı âlimler, buradaki
münakaşadan maksadın Kur'an kadim mi, hadis mi? diye yapılacak münakaşa
ile müteşâbih âyetleri üzerine yapılacak münakaşa olduğunu
söylemişlerdir. Bu münakaşalar en azından bir kısım hakikatlerin
inkarına ve dolayısıyla onların örtülmesine müncer olacağından
Resûlullah böyle bir ameli "küfür" olarak tavsif buyurmuştur. Ehl-i
bid'anın fikirleri dışında, haramhelâl gibi ahkâmın ortaya çıkması,
gâmız mânaların izhârı, ondaki hayat düsturlarının keşfi gibi müsbet
maksadlara mebni münâkaşa ve incelemelerin, tefsir faaliyetlerinin
-ehliyetli kimselerce yapılması şartıyla- müstahsen olduğu izah
gerektirmeyen bir husustur. Kur'ân'la ilgili bu çeşit mübâhaseler Sahâbe
devrinden beri olagelmiştir.
Tîbî der ki: "Hadiste yasaklanan
münâkaşadan maksad Kur'an-ı Kerim'in bazı âyetlerini, diğer bazı
âyetleriyle tekzibe kalkışmaktır. (Bu durumda böylesi kötü niyetlilerin
tahribini önlemek için) Kur'an-ı Kerim'deki birbirine muhalif gibi
gözüken âyetleri, selef akidesine muvafık gelecek şekilde te'lif etmek
maksadıyla gayret göstermek gerekir. Te'lif edilemeyecek âyetlerle
karşılaşılacak olursa (münakaşaya girmeyip, "bundan murad ne ise Allah
bilir" diyerek) Allah'a tevekkül etmelidir."
ـ4ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسولُ اللّه #: إنَّ
أبْغَضَ الرِّجَالِ إلى اللّهِ تَعالى ا‘لدُّ الخَصِمُ[. أخرجه الخمسة إ
أبا داود.»ا‘لَدُّ« الشديد الخصومة. »والخَصِمُ« الذى يخْصِمُ إخوانه
ويُحاجُّهم.
4. (1159)-
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın en ziyade buğzettiği erkek, şiddetli
düşmanlık yapan hasımdır." [Buharî, Ahkâm 34, Mezâlim 15, Tefsir, Bakara
37; Müslim, İlm 5, (2668); Tirmizî, Tefsir, Bakara, (2980); Nesâî, Kadât
33, (8, 247, 248).]
ـ5ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]خَرَجَ رسولُ اللّه #
وَنَحْنُ نَتَنَازَعُ في الْقَدَرِ فَغَضَبَ حَتَّى كَأنَّمَا فُقِئَ في
وَجْهِهِ حَبُّ الرُّمَانِ مِنْ حُمْرَةِ الْغَضَبِ. فقَالَ: أبِهذَا
أمِرْتُمْ؟ أمْ بِهذَا أُرْسِلْتُ إلَيْكُمْ؟ إنَّمَا أهْلَكَ مَنْ كاَنَ
قَبْلَكُمْ كَثْرَة التَّنَازُعِ في أمْرِ دِينِهِمْ وَاخْتَِفُهُمْ عَلى
أنْبِيَائِهِمْ[.زاد في رواية: عَزَمْتُ عَلَيْكُمْ أنْ َ تَنَازَعُوا
فِيهِ. أخرجه الترمذى .
5. (1160)-
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz kader hususunda
münâkaşa ederken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çıkageldi. Öylesine
kızdı ki, öfkenin hâsıl ettiği kızıllıktan, yüzünde sanki nar taneleri
ortaya çıkmıştı. Bize şöyle çıkıştı:
"Bununla mı emredildiniz, yoksa ben size
bunun için mi gönderildim. Bilin ki, sizden öncekileri, dinî
meselelerdeki münâkaşalarının çokluğu ve peygamberleri hakkında
düştükleri ihtilâfları helâk etmiştir."
Bir rivayette şu ziyade mevcuttur: "Kader
hususunda münâkaşa etmemeniz için yemin verdim." [Tirmizî, Kader 1,
(2134); İbnu Mâce, Mukaddime 10, (85).]
AÇIKLAMA:
İslâm dininin en ziyade münâkaşaya açık
olan prensibi kaderdir. Kader, kulun -hayır ve şer- bütün fiillerini
Allah'ın yarattığına, insanları yaratmadan önce ne yapacaklarını Levh-i
Mahfuz'da yazdığına, herşeyin, Allah'ın kazası, kaderi, irâde ve meşîeti
ile meydana geldiğine iman ve taata razı olup bunlara mukabil sevap
vaadettiğine, küfür ve masiyete râzı olmayıp bunlara karşı da ceza
vaadettiğine inanmaktır.
Bu inanç ilk bakışta mütenakız gibi
görülür ve bazı halli zor sorular getirir. Şöyle ki:
1- Her şeyi Allah önceden yazdı ise, kul
yaptığı amellerde mecburdur, bu durumda fiillerinden sorumlu olmaması
gerekir.
2- Allah râzı olmadığı şeyi niye yaratır?
3- Yazılan şey meydana geleceğine göre
çalışmanın ne kıymeti var? Böyle bir inanç insanı tembelliğe atmaz mı?
vs.
Sorular daha da çoğalabilir. Bunlara ilmî,
kesin cevap da bulmak zordur. Üstelik insan fıtratı, tabiatı gereği,
kader bahsi geçince bu sorları sorma ihtiyacı duyar ve ilgisiz kalamaz.
Biz burada teferruata girmeyeceğiz. Çünkü
kaderle ilgili müstakil bir bölüm gelecektir (4830-4846'ncı hadisler).
Burada iki noktaya temas edeceğiz:
1- Kader, İslâm'ın Allah inancının bir
parçasıdır. Kaderi reddetmek veya tereddütle karşılamak, Allah inancını
haleldâr eden bir durum getirir. Meselâ soralım:
Allah her şeyi ezelden bilmemiş olabilir
mi?
Allah her şeyin miktarını önceden takdir
etmemiş olabilir mi? Yani hâdisat, kâinatın ahvâli tesadüflere bağlı
olarak mı cereyan etmektedir?
Cevabımız "Evet!"se kader var demektir,
"Hayır"sa Allah inancımız sakat demektir.
2- Kader Allah inancımızı ilgilendirdiğine
göre gaybî umûra girer, gayb sâdece tasdik edilir, mahiyetini kavramakla
ne mükellefiz, ne de kâdiriz. Gayba iman mü'minin ana vasıflarından
biridir.
3- Kul olarak biz, Allah'a karşı, bize
bildirilen vazifelerden sorumluyuz. Bu vazifeler nelerdir, açıkca
belirtilmiştir. Emirler, yasaklar, mübahlar vs. Öyle ise, kul olarak
sorumlu olduğumuz vazifelere dikkat etmeli; ne dereceye kadar yaptık,
neleri yapmadık, niçin yapmadık, eksikleri nasıl telâfi ederiz,
mükemmele nasıl ulaşırız?... gibi.
Durum böyle olunca, Allah söz konusu
olduğu zaman "inandım!" deyip geçilecek kader meselesiyle -vazife
kılınmadığı halde- uğraşmak, halledemiyeceğimiz yükün altına kendimizi
atmak, ama öbür tarafta iktidarımız dâhilinde olan ve yapmakla da
mükellef olduğumuz vazifeleri bırakmak, herhalde sağlıklı olmayan marazî
bir durum olsa gerektir ki bu da mü'minlik, kulluk edebiyle hiç
bağdaşmaz. İşte bu sebeple olacak ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kader üzerine münâkaşa edenlere kızmış ve: "Sizi bu konuda münâkaşa
etmemeye mecbur ediyorum (veya yemin veriyorum)" demiştir.
Şu halde, bu mevzuda en sağlıklı yol
"inandım" deyip, imanın getirdiği vazifeleri yapma hususunda gayret
sarfetmektir. Öyle ise kaderle uğraşmak "emredileni terkedip,
emredilmeyen şeyle meşgul olmak" veya hesabı olan işi bırakıp, hesabı
olmayan işe girişmek ve böylece sorumluluğu katlamaktır.
Ve, şimdiye kadar hiç kimse, kader
hususunda Kur'an'ın bildirdiği çizginin dışında tatminkâr bir çözüm
getiremediğine göre şimdiden sonra da getiremeyecektir.
ـ6ـ وعن ابن المسيب قال: ]بَيْنَمَا رَسُولُ اللّه # جَالِسٌ في أصْحَابِهِ
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم وَقَعَ رَجُلٌ بِأبِى بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ
فآذَاهُ فَصَمَتَ عَنْهُ أبُو بَكْرٍ، ثُمَّ آذَاهُ الثَّانِيَةَ فَصَمَتَ
عَنْهُ ثُمَّ آذَاهُ الثَّالِثَةَ فَانْتَصَرَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ فقَامَ رسولُ اللّه #. فقَالَ أبُو بَكْرٍ أوَجِدْتَ عَلىَّ
يَارسُولَ اللّهِ؟ قالَ َ؛ وَلكِنْ نَزَلَ مَلَكٌ مِنَ السَّمَاءِ
يُكَذِّبُهُ بِمَا قَالَ لَكَ. فَلمَّا انْتَصَرْتَ ذَهَبَ المَلَكُ
وَقَعَدَ الشّيْطَانُ فَلَمْ أكُنْ ‘جْلِسَ إذَا قَعَدَ الشَّيْطَانُ[.
أخرجه أبو داود .
6. (1161)-
İbnu'l-Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ashâbının (radıyallahu anhüm) arasında otururken, bir adam Hz.
Ebu Bekir'e hakaretâmiz sözler sarfederek cefa verdi. Ancak Hz. Ebu
Bekir (radıyallahu anh) adama karşı sükût etti. Adam ikinci sefer aynı
şekilde hakaret ederek eziyet verdi. O yine sükût etti. Adam üçüncü
sefer de eziyet verince Hz. Ebu Bekir (adama hak ettiği cevabı vererek)
intikamını aldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
hemen kalktı. Hz. Ebu Bekir:
"Ey Allah'ın Resûlü, yoksa bana darıldınız
mı?" diye sordu.
"Hayır" dedi. "Ancak semadan bir melek
inmiş, sana söylediklerini tekzib ediyordu. Sen intikamını alınca melek
gitti, şeytan oturdu. Bir yere şeytan oturdu mu ben orada duramam." [Ebu
Dâvud, Edeb, 49 (4896, 4897).]
AÇIKLAMA:
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh),
bidâyette havassın yolu olan azimeti ihtiyar ederek, kendisine yapılan
hakarete cevap vermiyor. Ancak üçüncü sefer hakarete mâruz kalınca
dayanamayıp mukâbele ederek intikamını alıyor. Ayet-i kerimede Cenâb-ı
Hakk: "Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim
affeder ve barışırsa, onun ecri Allah'a aittir" (Şurâ 40) buyurur, Keza:
"Eğer ceza vermek isterseniz size yapılanın aynıyla mukabele edin.
Sabrederseniz and olsun ki bu, sabredenler için daha iyidir" (Nahl 126)
buyurulmuştur. Şu halde, Cenab-ı Hakk, yapılan kötülüğe misliyle
mukabele etmeye izin veriyor, ancak sabrın daha hayırlı olacağını
belirtiyor. Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) başlangıçta -havas
mertebesinde olanlara has olan- azimet tarikini, yani sabrı ihtiyar
etmekle daha hayırlı bir davranışta idi. Cevab vererek intikam alınca,
daha hayırlıyı bırakarak avam tabakası için câiz olan bir davranışa yer
verdiği için Resûlullah'ın aksülamelinde (reaksiyon) ifadesini bulan bir
kayba maruz kalmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Hz. Ebu Bekir'den sıddıkiyet mertebesine muvafık mükemmel
davranışın devamını arzu etmekte idi.
Azimet yolu, avama da açıktır. Büyüklerin
yoluna sülûk, küçüklere de büyüklük kazandırır.
ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما أنَّهُ قال: ]َتُمَار أخَاكَ
فإنَّ المِرَاءَ َ تُفْهَمُ حِكْمَتُهُ، وََ تُؤمَنُ غَائِلَتُهُ، وََ
تَعِدٌ وَعْداً فَتُخْلِفهُ[. أخرجه رزين .
7. (1162)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Kardeşinle münâkaşa etme, zîra münâkaşanın hikmeti anlaşılmaz,
sıkıntısı eksik olmaz, tutamayacağın bir vaadde de bulunma." Rezîn
ilavesidir.