"Hacc,
kasdetme ve yönelme ma'nalarına gelir. Ancak, onu, mutlak kasd ve mücerret
yöneliş ma'nalarına hamletmek de doğru değildir. Hac, hususî bir zaman
diliminde, hususî bir kısım yerleri, yine bir kısım hususî usullerle ziyaret
etmeğe denir ki; senenin belli günlerinde, hac niyetiyle ihrama girip, Arafat'ta
vakfede bulunmak ve Kâbe'yi tavaf etmekten ibaret sayılmıştır. İhram haccın
şartı, vakfe ve tavaf ise onun rükünleridir.Her sene, dünyanın dört bir yanından
yüz binlerce insan, "Beytullah"a teveccüh edip, mübarek bir zaman dilimi içinde,
Sahib-i Şeriat tarafından belirlenmiş bazı mekânları... hususî bir kısım
usullerle ziyaret eder... vazifelerini yerine getirir ve günahlarından arınırlar
-ki böyle bir vazife "Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe'yi tavaf etmesi
Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır."- fermânıyla, İslâm'ın beş esasından biri
olarak gücü yeten herkese farz kılınmıştır.Hac, Müslümanlar arasında içtimâî
birliği te'sis ve tecelli ettiren öyle büyük ve öyle şümullü bir İslâm şiârıdır
ki, onun enginlik ve vüs'atini, küre-i arz üzerinde bir başka mekân ve bir
başka cemaatte bulup göstermek mümkün değildir. Kâbe, o derin ma'na ve
kudsiyetiyle, tâ Hz. Âdem ve onun yaratılışından önceki zamanlara gidip
dayanan.. ve daha sonra Hz. İbrahim'le, bilmem kaçıncı kez ortaya çıkarılıp
îmar edilen, millet-i İbrâhimiye ile irtibatlı, hakikat-ı Ahmediye'nin amânın
bağrında eşi, nûr-u Muhammedî aleyhisselâm'ın dölyatağı ve bütün semâvî dinlerin
kıblegâhı, eşsiz öyle bir tevhid ocağıdır ki, bu hususîyetleriyle ona denk,
Allah evi denebilecek ikinci bir bina yoktur.Her yıl, yüz binlerce insan,
Allah'a karşı kulluk sorumluluklarını yerine getirmek için, Hakk'a en yakın
olacakları bir zaman diliminde, bir zirve mekânda, edâ edecekleri ibadetlerin
menfezleriyle duygularını, düşüncelerini soluklar.. ahd u peymanlarını yeniler..
günahlarından arınır.. birbirlerine karşı sorumluluklarını hatırlar ve
hatırlatır, içtimâî, iktisâdî, idârî ve siyâsî işlerini, her yanıyla Hakk'a
kulluğu çağrıştıran bir ibadet zemininde, kalplerin rikkati, duyguların
enginliği ve İslâm şuurunun med vaktinde, bir kere daha gözden geçirip
pekiştirir; sonra da yepyeni bir güç, yepyeni bir azim, yepyeni bir şevkle
ülkelerine dönerler.Hepimiz hacca, biraz da, ruh ve duygularımızın kirlenmiş
olması mülâhazasıyla gider ve o güne kadar tanımadığımız farklı bir kapıdan,
ayrı bir ma'na âlemine açılıyor gibi yola revân olur ve geçeceğimiz yollara
sıralanmış şeâiri bir bir görür, duyar, enginliklerine iner.. ve ulu dağların
mehâbeti içinde gözümüzü, gönlümüzü dolduran bunca İslâm alâmeti karşısında,
daha yolda iken Kâbe ve haccetme ruhunun perde perde sıcak ve derin esintilerini
duymaya başlarız. Sonra da, gidip tâ en son noktaya ulaşıncaya kadar, otobüs
kanepelerinde, tren kompartımanlarında, gemi kamaralarında, uçak koltuklarında,
otel odalarında, misafir salonlarında, hatta çarşı ve pazarda hep o sımsıcak
meltemlerin te'sirini hissederiz. Bu vasıtalara, bu yollara ne kadar alışmış ve
ne kadar kanıksamış olursak olalım; vasıtasına göre, saatler, günler ve haftalar
süren bu mavi, bu ruhânî, bu âhenkli, bu vâridatlı yolculuktan bir kurbet, bir
vuslat, bir güzellik, bir şiir, bir romantizim banyosu ala ala, ruhlarımıza,
asıl kaynağından gelen gücü kazandırmış, gönüllerimizi itmi'nân arzusuyla
şahlandırmış ve hususî bir âlemin namzedi olmuş gibi kendimizi, bütün bu
büyülü güzelliklere ulaştıracak sırlı bir kapının önünde sanırız. Bu kudsî
yolculuk ve yol mülâhazası, her zaman his dünyamıza öyle esbab üstü bir duyuş ve
bir seziş kabiliyeti bahşeder ki; bazen neşeyle tüten, bazen murâkebe ve
muhâsebe duygusuyla buruklaşan bir ruh hâletiyle, adeta kendimizi âhiretin
koridorlarında yürüyormuşçasına hep tedbirli ve temkinli hissederiz.Hac yolcusu,
evinden ayrıldığı andan itibaren, yol boyu, nefis ve enâniyeti hesabına iplik
iplik çözülür; kalbî ve ruhî hayatı adına da bir dantela gibi ibrişim ibrişim
örülür. Evet, insan bu ışıktan yolculuğundan en eski fakat eskimeyen, en ezelî
ama taptâze gerçeklerle tanışır ve hâlleşir.. ve hiçbir zaman unutamayacağı
edalara ulaşır. Hele, yapılan işin şuurunda olanlar için bu arzî fakat semâvî
yolculuk, ihtivâ ettiği vâridat ve hatıralarla daha bir derinleşir ve ebediyet
gamzetmeye başlar.. başlar ve güya semânın renkleri, hacıların sesleri gelir
hülyalarımıza dolar, ruhlarımızı sarar ve ömür boyu gönül gözlerimizde tüllenir
durur.Dünyada, Kâbe ve çevresi kadar, biraz hüzünlü de olsa, ama mutlaka füsunlu
daha câzip bir başka yer göstermek mümkün değildir. İnsan, onun hariminde her
zaman efsânevî bir güzelliğe şâhit olur ve herşeyi en olgun, en tatlı bir meyve
gibi koparır ve yer. Oralara yüz sürme tâli'liğini paylaşan ruhlar, ebediyen
başka bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve oraların öteler buudlu
câzibesini ömürlerinin gurûbuna kadar da asla unutmazlar."
Hacc, lügatte, (ziyarete) kastedmek mânasına gelir. Şeriat-ı garrâda: Beytu'l-Haram'ın
muayyen âdâba uygun olarak ziyaretine kasdetmektir. Daha sarih tarifiyle:
"Belirlenmiş vakitte Arafat'ta bir mikdar durduktan sonra, Kâbe-i Muazzama'yı
usûl-ü dairesinde tavaf suretiyle ziyaret etmekten ibarettir."
Hacc, İslâm'ın beş rüknünden biridir. İçtimâî ve siyasî yönü ümmet hayatında son
derece ehemmiyet arzeden bir ibadettir. İslâmiyet'in beynelmilellik hüviyetini
en yüksek mertebede ifade eden yegâne fırsattır. Hacc vesilesiyle dünyanın dört
bir tarafında yaşayan, dilleri, renkleri, örf, âdet ve kıyafetleri farklı
Müslümanlar, aralarındaki mekân uzaklığını, Allah'ın emrine uyarak kaldırıp
biraraya gelirler, tanışırlar, kaynaşırlar, sevişirler, birbirlerini öğrenerek
fikir birliğine ererler. Hakkıyla îfa edilen hacc ibâdeti Müslüman milletler
arasında tanışmayı sağlar, tanışma sevgiyi doğurur, sevgi ise dayanışma ve
yardımlaşmayı hâsıl eder.
Birinci Cihan Harbi sırasında çeşitli cephelerde Müslüman milletlerin,
birbirlerine silah çekmelerini, bâhusus İslâm'ın bayraktarı olarak küffârın
önünde cihad veren Osmanlılar'a karşı savaşmalarını, haccın terkedilmesi
sebebiyle aralarında zarurî olan tanışma ve dayanışmanın ihmâle uğramasında
gören Bediüzzaman, haccın ihmali "Düşmana milyonlarla İslâm'ı, İslâm aleyhinde
istihdama zemin ihzâr etti" dedikten sonra bu feci neticeyi şöyle tasvir eder:"
İşte Hind, düşman zannederek, hakikî pederini öldürmüş, başında oturmuş ağlıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçâre valideleri
olduğunu
بَعْدَخَرابِ الْبَصْرَة (iş işten
geçtikten sonra) anlıyor, ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da
bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.
İşte Âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti,
vâlide gibi saçlarını çekip âh-ı fîzar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl (yolculuk)
etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler
ettirildi.
فَاعْتَبِرُوا (Bundan ibret alın ey akıl
sâhipleri)."
Umre lügat olara ziyaret demektir. Istılahda muayyen âdab çerçevesinde, Kâbe'nin
ziyaretine denir. Umreye Haccu'l-Asgar da denmiştir. Bu sebeple hacc'a da
"el-Haccu'l-Ekber" denmiştir. Haccın yıl içerisinde, belli bir zamanı vardır.
Ayrıca Arafat'ta ve Müzdelife'de vakfe, şeytan taşlama gibi başka levâzımatı da
bulunduğu halde, umre sâdedir: Yılın her ayında yapılabilir. İhram, tavaf ve
sa'ydan ibarettir.
Umrenin hükmü hususunda, mezhepler farklı hükümlerde bulunmuştur. Şâfiî, Ahmed
İbnu Hanbel gibi ehl-i eser denen ulemaya göre vacibtir. Buharî de bu kanaate
tâbî olmuştur. Hanefî ve Malikîlere göre, nâfile bir ibadettir. Her görüş,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan menkul rivayetlere dayanır. Ebu Hanife
hazretleri Tirmizî'de gelen bir rivayeti esas alır:
اَتَى اَعْرَابِىٌّ النَّبىَّ # فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ اَخْبِرْنِى عَن
الْعُمْرَةِ أوَاجِبَةٌ هِىَ؟ فقَالَ: َ وِإنْ تَعْتَمِرُ خَيْرٌ لَكَ
"Bir bedevî gelerek Hz. Peygamber'e sordu: "Ey Allah'ın Resûlü, bana umreden
haber ver, o vâcib midir?" Resûlullah: "Hayır, ancak umre yaparsan senin için
hayırlıdır" buyurdu." Ayrıca Cibril hadisinde: "İslâm beş şey üzerine kuruldu"
dendikten sonra beş esas sayılırken "hacc" da zikredildiği halde umrenin
zikredilmemiş olması da, umreye sünnet diyenlere delil olmuştur.
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), Atâ, Ahmed İbnu Hanbel (rahimehümallah):
"Başkalarına vacib olsa bile Mekke halkına vacib değildir" demişlerdir. İbnu
Abbâs Kur'ân'da umrenin hacca mukârin olarak zikredildiğini söyler: "
وَاَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَة للّهِ
"Başladığınız hacc ve umreyi Allah için tamamlayın" (Bakara 196). Burada hacc ve
umre yan yana birlikte zikredilir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ): "Bir kere
hacc, bir kere umre herkese vacibtir" demiştir. Tahâvî, bu sözü "kifâye olan bir
vacib" diye te'vil eder.
Umrenin sünnet olduğuna kâil olan İmam-ı Âzam, senenin beş gününde umre yapmak
mekruhtur der:
1- Arafe günü, 2- Nahir (kurban bayarmının ilk) günü, 3, 4, 5- Eyyam-ı teşrik
(bayramın ikinci, üçüncü, dördüncü günleri). Bu mesele ile ilgili bazı ilâve
bilgileri 1165 numaralı hadisin açıklamasında kaydedeceğiz.