ـ1ـ عن عبداللّه بن الزبير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قالَ: ]قَدِمَ ركْبٌ مِنْ
بَنِى تَمِيمٍ عَلَى رسولِ اللّه #. فقَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ:
أمِّرِ الْقَعْقَاعَ بنَ مَعْبَدِ بن زُرَارَةَ؛ وَقَالَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ: أمِّرِ ا‘قْرَعَ بنَ حَابس. قَالَ أبُو بَكْرٍ: مَا أرَدْتَ إَّ
خَِفِى. وَقَالَ عُمَرُ: مَا أرَدْتُ خَِفَكَ، فَتَزرَيَا حَتَّى ارْتَفَعَتْ
أصْوَاتُهُما. فنزلَ قولُهُ تعالى: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا َ
تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَىِ اللّهِ وَرَسُولهِ. إلى قولهِ َ تَرْفَعُوا
أصْوَاتَكُمْ حَتَّى انْقَضَتْ[. أخرجه البخارى والترمذى والنسائى .
1. (790)-
Abdullah İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Benî Temim
kabilesinden binekli bir grup Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
yanına geldiler. Hz. Ebu Bekir: "Ka'kâ' İbnu Ma'bed (radıyallahu anhümâ)'i
bunlara emir tayin etmesini, Hz. Ömer (radıyallahu anh) de Akra İbnu'l-Hâbis'i
emir tayin etmesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e söylediler. Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer'e çıkıştı ve: "Sen bana muhalefet etmek istiyorsun!"
dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh):
"Asla sana muhalefet etmeyi düşünmedim!" dedi.
Aralarında ithamlaşma oldu ve sesleri yükseldi. Bunun üzerine şu âyet nazil
oldu. (Meâlen):
"Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulü'nün
huzurunda (sözde ve işte) öne geçmeyin. Allah'tan korkun. Çünkü Allah
hakkıyla işiten, (her şeyi) bilendir. Ey iman edenler, seslerinizi
Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Ona, sözle birbirinize bağırdığınız
gibi bağırmayın ki siz farkına varmadan amelleriniz hoşa gidiverir"
(Hucurat, 1-2). [Buharî, Tefsir, Hucurat 1, 2, Meğazî 67, İ'tisam 5;
Tirmizî, Tefsir Hucurat (3262); Nesâî, Kazâ' 6, (8, 226).]
AÇIKLAMA:
Meâlde "öne geçmek" diye tercüme ettiğimiz
kelimenin âyetteki aslı takdimdir. Takdim "öne geçirmek" demektir. Dikkat
edilirse âyette öne geçirilen şey, yani mef'ul zikredilmeyerek mutlak
bırakılmıştır. Böyle olunca fiil lâzım mânasında fiilin kendisi kastedilmiş
olur ve Allah ve Resûlü'nün önüne takdim manasını taşıyan fiili asla
yapmayın demek olur. Mef'ul'un zikredilmemiş olması bir de tâmim manası
kazandırır. Yani hiçbir şeyi, hiçbir emri, ne kendinizi ne başkasını Allah
ve Resûlüne asla takdim etmeyin demek olur. Bu manayı kavramada bir başka
âyetin meâlini hatırlamamız gerekir: "Allah ve Resûlü bir işe hükmettiği
zaman, gerek mü'min olan bir erkek, gerek mü'min olan bir kadın için (ona
aykırı olacak) işlerde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah ve Resûlüne
isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır"
(Ahzâb, 36).
Öyle ise, Allah ve Resûlünü tenkit veya
onların beyânına uymayan tarzdaki her davranış, her fikir, her yorum, her
ileri sürülen şey, sadedinde olduğumuz âyetteki yasağı ihlâl, Rabb Teâla'nın
ifadesi ile "Allah ve Resûlü'nün önüne geçmek" olur.
Böyle bir davranışın neticesi, bir mü'min
için, kabullenebilmesi mümkün olmayan bir hüsrandır: "Amellerin boşa
gitmesi..."
Âyette bu netice "farkında olmadan" kaydıyla
bildiriliyor. Yani Allah ve Resûlü'nün önüne geçildiği takdirde farkında
olmadan amelleri boşa gidebilecektir. Buradaki inceliğe müfessirler bilhassa
dikkat çekerler. Zira insan vardır, bilerek bid'atlara, dinin evamirine
karşı lâubaliliğe girer. Bunun hayırlı amelleri bilerek gidiyor demektir,
yâni bir kimse alenî küfre düşmüş olmaktadır. Ama bâzıları vardır, cehâleti,
lâubaliliği ve dinî meselelere gereken hassasiyeti göstermemesi sebebiyle
söz ve davranışlarının nereye varacağını hesab etmediği için, yaptığını
dindarlık bile zannederek hatalara düşer ve ameli, "farkında olmaksızın"
heba olur gider.
Şu halde ayet-i kerime, mü'minleri dinî
meselelerde dikkate, teyakkuza, hassasiyete, ilme, araştırmaya sevketmiş
olmaktadır.
Bu sebeple selef dediğimiz nesl-i emced her
meselede önce âyet ve hadis ne diyor onu aramışlar, burada bir sarâhat ve
hatta işâret bulmuşlarsa onun dışına çıkmamışlardır.
Ayetin nüzûlü için muhtelif hâdiseler sebep
gösterilmiştir. Sadedinde olduğumuz rivayet, huzur-u risaletpenâhide Hz.
Ömer'le Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'in bir münâkaşası sözkonusudur.
Rivayete göre, Hz. Ömer, vahyin gelmesinden sonra "amelim boşa gider"
korkusuyla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında âdeta fısıltı ile
konuşmuş, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Ne söylüyorsun?" diye
istifham buyurmadıkça sesini yükseltmemiştir.
Âlimler, buradan hareketle büyüklerin,
âlimlerin huzurunda onlar konuşmadan, sormadan konuşmamak gerektiğini bir
âdâb-ı İslâmiye olarak tesbit etmişlerdir.
ـ2ـ وعن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ في قوله تعالى: ]إنَّ الَّذِىنَ
يُنَادُونَكَ مِنْ وَرَاءِ الْحُجُراتِ أكْثَرُهُمْ َ يَعْقِلُونَ؛ قَالَ قَامَ
رَجُلٌ فَقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ: إنَّ حَمْدِى زَينٌ، وَذَمِّى شَينٌ.
فقَالَ رسولُ اللّه #: ذَاكَ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ[. أخرجه الترمذى .
2. (791)-
Berâ (radıyallahu anh), "Hücrelerin arkasından sana ünleyenler, herhalde
ekserisi aklı ermiyenlerdir..." (Hucurat, 4) mealindeki âyetle ilgili olarak
şu açıklamayı yaptı: "Bir adam kalkıp: "Ya Resulallah, benim övmem bir
yüceltme yermem de alçaltmadır" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Böyle yapmak Allah'a aittir" cevabını verdi." [Tirmizî, Tefsir, Hucurat,
(3264); Ebu Dâvud, Edeb 71,(4926).]
AÇIKLAMA:
Rivayette mesele çok muhtasar anlatılmıştır.
Aslı şudur: 790. hadiste açıkladığımız üzere, Hucurat suresi, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in huzurunda bulunma adabını teşrî buyurmuştur.
İlk âyetlerin inişine Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer arasında geçen bir münakaşa
kaydedilmiştir. Münakaşanın sebebi Temim heyetine seçilecek liderdir.
İşte, Hucurat suresinin dördüncü âyetinin
nüzulüne bu heyetin davranışı sebep olmuştur. Rivayete göre bunlar 70-80
kişi civarında bir grup olarak öğle vaktinde gelirler, mescide girerler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kaylûle denen öğle uykusunda idi.
"- Ey Muhammed yanıma gel, mufâhara yapacağız"
diye bağırırlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gürültüye uyanır ve
dışarı çıkar. Heyette bulunanlardan Akra İbnu Hâbis:
"- Ey Muhammed benim medhim zeyn, zemmim
şeyn'dir" der. (Yani kimi översem bu onun için bir süs, bir nişan olur,
böylece yücelir, saygı kazanır; kimi de kötülersem bu da onun için bir
çirkinlik olur, itibârını düşürür, alçaltır).Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"- Veyl sana (ne kötü konuştun), öyle olan
Allahu Teâla'dır, O'nun medhettiği yücelir, zemmettiği alçalır" buyurur.
Onlar Peygamberimize mufâhara teklif ederler.
Mufâhara, cahiliye örfünde mevcut bir gelenekti. Bir nevi edebî yarış idi.
Taraflar şâirlerini, hatiplerini ileri sürerler, yarıştırırlar, derece
alanlara mükâfaatlar verirlerdi. Derece alan sadece şâir ve hatipler olmaz,
onların mensup olduğu kabileler de yücelir, iftihar ederlerdi. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"- Ben şiir ile gönderilmedim, mufâhara ile de
emrolunmadım!" diye cevap vermiş olmasına rağmen onlara:
"- Pekiyi!" der. Bu ara toplanan kalabalığın
huzurunda mescidde mufâhara yapılır.
Önce Temimliler, sonra Müslümanlar hutbeler
irâd edip şiirler okudular. Sonra da Müslümanlar aynı şeyi yaptı. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) adına hutbeyi Sâbit İbnu Kays, şiiri de
Hassân İbnu Sâbit (radıyallahu anhümâ) okumuştu.
Neticede Temimliler adına Akra İbnu Hâbis:
"- Vallahi bilmem bu ne iştir? Hatibimiz hutbe
irad etti, ama onlarınki daha güzel hutbe okudu. Şâirimiz şiir okudu,
onlarınki daha güzel şiir inşâd etti. (Bu din hak olmalıdır)" dedi ve
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yaklaşarak:
"- Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yok,
Sen de Allah'ın elçisisin!" dedi.
Şu hâlde sadedinde olduğumuz rivayet bu
vak'ada cereyan eden bir konuşmadır.
ـ3ـ وعن أبى نضرة قال: ]قَرَأ أبُو سَعيد الْخُدْرِىُّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ؛
وَاعْلَمُوا أنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللّهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ في كَثِيرٍ مِنَ
ا‘مْرِ لَعَنِتُّمْ وَلكِنَّ اللّهَ حَبَّبَ إلَيْكُمْ ا“يَمانَ. قَالَ هَذَا
نَبِىُّكُمْ # يُوحى إلَيْهِ، وَخِيَارُ أئمَّتِكُمْ لَوْ أطَاعَهُمْ في
كَثِيرٍ مِنَ ا‘مْرِ لَعَنِتُوا . فَكَيْفَ بِكُمْ الْيَوْمَ؟[ أخرجه الترمذى
وصححه .
3. (792)-
Ebu Nadra (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ebu Said el-Hudri (radıyallahu
anh): "Bilin ki, içinizde Allah'ın Peygamberi bulunmaktadır. Eğer O, birçok
işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma düşerdiniz. Ama Allah size
imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; küfrü, fıskı ve isyanı
da size iğrenç göstermiştir.." (Hucurât, 7-8) mealindeki âyeti okudu ve
şöyle söyledi:
"- İşte bu kendisine vahyolunan
peygamberinizdir (aleyhissalâtu vesselâm). Peygamberin uyması melhuz olan
kimseler de -ki âyette "size uymuş olsaydı" diye zikredilenler- sizlerin en
hayırlı imamlarınız olan Ashâb'dır. Dünkü durum öyle olunca bugün hâliniz
nedir?" [Tirmizî, Tefsir, Hucura, (3265).]
AÇIKLAMA:
Ashâbın ileri gelenlerinden biri olan Ebû Said
el-Hudri (radıyallahu anh), muhatabı olan Tâbiin'e Kur'an ve sünnete çok
sıkı sarılmaları gereğini Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a hitab eden
bir âyeti delil göstererek ifadeye çalışmıştır.
Âyet-i kerime, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in övgüsüyle de en hayırlı nesil olduğu tahakkuk eden Ashâba
birçok meselede uymayı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlar
için felâkete gitme olarak değerlendirmiştir. Şüphesiz bu, vahyin geldiği
veya vahyin gelmesi muhtemel olan meselelerde idi. Nitekim, Bedir esirlerine
yapılacak muamelede Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) istişâre etmişti,
tercih ettiği görüş sebebiyle şiddetli itaba mâruz olmuştu.
Ebu Said el-Hudrî (radıyallahu anh),
muhataplarına hayırlı nesle uymak böyle tehlikeli mahzurlu bir ihtimal
olursa, sahâbeden sonra gelen nesillere uymanın daha büyük bir tehlike
ihtimali taşıyacağına dikkat çekiyor.
Şu halde, bu rivayet dahi, dinî meselelerde
behemahal âyet ve hadise göre hareket etme gereğini mü'min için en selâmetli
yolun bu olduğunu teyid etmektedir.
Âyette, kötü durum olarak tercüme edilen
kelimenin aslı anet'dir. Bu yorgunluk, halsizlik, günah, helâk gibi mânalara
gelir.
ـ4ـ وعن أبى جبيرة بن الضحاك رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]فيناَ بَنِى سَلِمةَ
نزَلتْ هذِهِ اŒيةُ، قَدِمَ عَلَيْنَا رسول اللّهِ # وَلَيْسَ فِينَا رَجُلٌ
إَّ ولَهُ اسْمَانِ أوْ ثَثَةٌ. فَجَعَلَ رسولُ اللّهِ # يَقُولُ: يَا فَُنُ.
فَيَقُولُونَ لَهُ: يَا رسولَ اللّهِ إنَّهُ يَغْضَبُ من هذَا اسْمِ. فنزلَتْ:
وََ تَنَابَزُوا بِا‘لْقَابِ بِئْسَ اِسْمُ الْفُسُوقُ بَعْدَ ا“يمَانِ[ أخرجه
أبو داود والترمذى .
4. (793)-
Ebu Cebîre İbnu'd-Dahhâk (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir âyet, biz Benî
Selime hakkında nâzil oldu. Şöyle ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) bize geldiği vakit herkesin mutlaka iki veya üç adı vardı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu adlarından biriyle: "Ey falan!" diye
bir kimseyi çağırınca kendisine:
"- Ey Allah'ın Resûlü! O, bu isimle
çağırılınca, kızar" diye ikaz ediyorlardı. İşte bu durum üzerine şu âyet
indi:
"Ey iman edenler, bir kavm diğer bir kavm ile
alay etmesin. Olur ki (alay edilenler Allah indinde) kendilerinden (yani
alay edenlerden) daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları (eğlenceye almasın).
Olur ki onlar (eğlenceye alınanlar) kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi
kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra
fasıklık ne kötü addır. Kim (Allah'ın yasak ettiği şeylerden) tevbe etmezse,
onlar zalimlerin ta kendileridir" (Hucurât, 11). [Tirmizî, Tefsir, Hucurat
(3264); Ebu Dâvud, Edeb 71, (4926).]
AÇIKLAMA:
Ayet-i kerime mü'minlerin tesmiye âdabını
tesbit etmekte ve bir mü'minin diğer bir mü'mine hoşlanmayacağı bir isim
veya lakabla çağırmamasını emretmektedir. Aynı meseleyi kadınlar için tekrar
etmesi, meselenin te'kidi manasını da taşır.
Tesmiye üzerine yeterli açıklamayı daha önce
yaptığımız için burada tekrar etmiyeceğiz (113-120. hadisler).
ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قولهِ تعالى: ]وَجَعلْنَاكُمْ
شُعُوباً وَقَبَائِلَ لِتعَارَفُوا. قَالَ: الشُّعُوبُ الْقَبَائِلُ الْكِبَارُ
العِظَامُ، وَالْقَبَائِلُ: الْبُطُونُ[. أخرجه البخارى .
5. (794)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), "Ey insanlar! Doğrusu biz, sizleri bir
erkekle bir kadından yarattık. Sizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki,
birbirinizi kolayca tanıyasınız.." (Hucurât, 13) ayetinde geçen şuub'u
"büyük kabileler", kabâil'i de kabilenin alt bölümü olan boylar olarak
açıklamıştır.
Dilimizde bu kelimelerin kesinlik kazanmış
karşılıkları mevcut değildir. Bu sebeple Türkçe meallere bakılınca farklı
kelimelere rastlanabilir.
Burada mühim olan İslâm'ın farklı ırklara
bakış tarzıdır. Âyet-i kerime bunu tesbit etmektedir. Ayete göre ırk
şe'niyeti inkâr edilemeyen ilâhî irâde ile ortaya çıkan bir realitedir.
Hiçbir ırk diğerine üstünlük iddia edemez.
Irk meselesi her devirde çok şen'î zulümlerin
işlenmesine, masum kanların dökülmesine sebep olan bir vak'adır. Muhâbere ve
münâkale vasıtalarının gelişmesiyle daralıp şehirleşen, aileleşen insanlık
için gelecekte de bu meselenin canlılığını, insanları meşgul eden ana
meselelerden biri olma vasfını koruyacağı muhakkaktır.