BİRİNCİ BAB
İMAN VE İSLÂM'IN HAKİKAT VE MECAZ
OLARAK TARİFLERİ
BİRİNCİ FASIL
İMÂN VE İSLÂM'IN FAZİLETİ
ـ1ـ عن عُبادةَ بن الصامتِ ا‘نصارىِّ رضىَ اللّه عنهُ قال: قال رسولُ اللّه #
]مَنْ شَهِدَ أنْ َ إِلَهَ إّ اللّهُ وَحْدَهُ َ شَرِيكَ لَهُ، وَأنّ
مُحَمَّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ، وَأنّ عِيسى عَبْدُ اللّهِ وَرَسُولُهُ
وَكَلمتُهُ ألْقَاهَا إلى مَرْيمَ وَروحٌ منهُ، وَالْجَنَّةَ حَقٌ، وَالنَّارَ
حقٌ: أدْخَلَهُ اللّهُ الْجَنَّةَ عَلَى مَا كَان عَلَيْهِ مِنَ الْعَملِ[
أخرجهُ الشيخانِ والترمذى.وَفِى أخرى لمسلم ]مَنْ شَهِدَ أن َ إلَهَ إّ اللّهُ
وَأنَّ مُحَمَّداً رَسُولُ اللّهِ حرَّمَ اللّهُ تَعَالى عَلَيْهِ النَّارَ[.
1. (1)-
Ubade İbnu's-Sâmit el-Ensarî (radıyallahu anh) hazretleri demiştir ki: "Hz.
Peygamber aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına Allah'ın
bir ve şeriksiz olduğuna ve Muhammed'in onun kulu ve Resûlu (elçisi)
olduğuna, keza Hz. İsâ'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olup, Hz. Meryem'e
attığı bir kelimesi ve kendinden bir ruh olduğuna, keza cennet ve cehennemin
hak olduğuna şehâdet ederse, her ne amel üzere olursa olsun Allah onu
cennetine koyacaktır."
Müslim'in bir başka rivayetinde şöyle
buyrulmuştur:
"Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet ederse Allah ona ateşi haram
kılacaktır."
AÇIKLAMA:
İmana müteallik en câmi hadislerden biri
budur. Hadiste İslâm inancının temel prensipleri beyan edilmekten başka
belli başlı batıl inançlar da reddedilmiş olmaktadır:
1-
Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in risâleti: Bu İslâm inancının
birinci akidesi sayılabilir. Zira tevhid'e yani Allah'ın birliği inancına
İslâm dışında da rastlanabilir.
2- Tevhid inancı:
Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in peygamberliğine inancın en zarûri
gereği Tevhîd'dir. Yâni kâinatı yaratan, tedbir ve terbiye eden Bir'dir.
Herçeşit yardımcıdan, ortaktan müstağnîdir. Tevhid inancına prensip olarak
başka dinlerde ve hatta felsefî sistemlerde bile rastlanabilir. Ancak
İslâm'daki mutlak ve saf tevhid inancı başka hiçbir sistemde yoktur. Mutlak
tevhid inancı iddia eden Yahudiler bile, Müslümanlardan çok farklıdır:
Öncelikle Yahudileri düşünen onları kayıran millî bir ilâh düşüncesi galebe
çalar. İslâm ulûhiyete milliyet izâfe etmez. Allah âlemlerin Rabbi'dir: Her
millet, her canlı, her cansız bu "âlemler"e dahildir ve onun bir parçasıdır.
Hayrı ve şerri, güzeli ve çirkini, ateşi ve soğuğu, arzı ve semâyı büyüğü ve
küçüğü yaratan O'dur, tanzîm eden, terbiye eden O'dur.
Sonra Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur"
diyerek (Tevbe: 9/30) kaba bir üslubla tevhîdden uzaklaşırlar, iddia
ettikleri vahdaniyet inançlarını lekelerler.
3- Bu
hadiste, İslâm inancının üçüncü ana rüknü olan âhiret inancı da ifade
edilmekedir: "Cennet haktır, cehennem haktır."
4-
Hz. İsa'nın şahsiyeti: O'nun babasız yaratılışı, Yahudilerin Hz. Meryem'e
iftiralarına sebep olurken Hıristiyanların da, O'nun babasının Allah
olduğunu iddia etmelerine sebep olmuştur. Bir tarafta tefrit bir tarafta
ifrat.
İslâm, Hz. İsâ (aleyhisselam)'nın yaratılan
bir kul olduğunu te'yid ederek, hem Yahudilerin zina iftirasını reddeder,
hem de O'na "Allah'ın oğlu" diyerek ifrata giden Hıristiyanları.
Bu hadiste görüldüğü üzere, Hz. İsa
(aleyhisselâm) Allah'ın bir kelimesidir, yani "ol!" demesiyle oluvermiştir.
Yâ-Sin suresinin 82. ayetinde ifade edildiği üzere Allah birşeyin olmasını
dileyince "ol!" der, o şey hemen olur. O şeyin olması için "ol" emrinden
başka bir sebebe ihtiyacı yoktur. Normalde herşey yine irâde-i ilâhî ile
cereyan etmekte ise de bir kısım sebeplere bağlanmıştır. Aslında müsebbeb
dediğimiz neticenin hâsıl olması için sebep zarurî değildir. Allah,
müsebbeb'i, sebep perdesi olmadan da yaratır. Fakat, bu imtihan âleminde
vukuâta her seferinde bir sebep perdesi koymak âdetullah'tır, ilâhî
kanundur. Cenâb-ı Hak bu kanuna bağlı olmadığını Kur'ân-ı Kerîm'de muhtelif
âyetlerde ifade etmiştir.
İşte Hz. İsa (aleyhisselâm) bunun müşahhas bir
örneğini teşkil eder. Hz. Meryem'de tecelli eden "ol!" emri ile Hz. İsa
(aleyhisselâm) babasız olarak yaratılmıştır.
Hz. İsa (aleyhisselâm) için "Allah'tan bir
ruh" denmesini de, "Ruh Rabbim'in emrindendir" (İsra: 17/85) âyeti
ışığında anlamak gerekir. Çünkü ruh'un yaratılışı "ol!" emrinin tecellisiyle
olmaktadır, sebep perdesi yoktur. Hz. İsâ (aleyhisselâm)'nın yaratılışı için
de diğer insanların tâbi kılındığı sebep çerçevesinin haricine çıkılarak
"ol!" emrinin tecellisi haber verilmiş olunca "Allah'ın Meryem'e üfürdüğü
bir ruh" tâbiri uygun düşer. Nevevî'nin kaydettiği üzere, İslâm âlimleri,
Hz. İsâ (aleyhisselâm)'ın Ruhullah veya Kelimetullah diye Allah'a
izafesi'nin sâdece teşrif yâni Hz. İsâ'nın şerefini belirtmek gayesi
güttüğünü belirtmişlerdir. Nitekim başka ayetlerde Nâkatullah (Allah'ın
devesi) ve Beytullah (Allah'ın evi) tâbirleriyle deve ve ev teşrîf için
Allah'a izâfe edilmişlerdir. Binâenaleyh, bu tabirlerle Hz. İsâ
(aleyhisselâm)'nın teşrîfi, O'nun ilahlaştırılmasına veya Allah'ın bir
parçası sayılmasına Kur'ânî bir delîl teşkîl etmez. Aksi takdirde bu
izafetten hareketle kâinatı da Allah'ın bir parçası görmek gerekir. Çünkü
herşey Allah'ındır, O'na izâfe edilebilir.
5-
Hadisin diğer bir hükmü, imanlı olarak kabre girildiği takdirde, büyük günah
işlemiş bile olsa, kulun ebedî olarak cehennemde kalmayıp, az da olsa
yaptığı hayır sebebiyle cennete gideceği inancıdır. Bu ifâdede büyük günah
işleyenler hakkında ileri sürülen ifrat ve tefrit fikirler reddedilmiş
olmakta, Ehl-i Sünnet inancına esaslı bir açıklık ve delil getirilmektedir.
"Her ne amel üzere olursa olsun Allah onu
cennetine koyacaktır" ifadesini
Nevevî "Netice olarak" diye tevil eder. Yâni, "yaptığı kötülüklerin cezasını
çektikten sonra, neticede cennete girecektir" demek oluyor.
ـ2ـ وعن أبى سَعيدِ
سَعْدِِ بن مالك بنِ سِنانٍ الخُدْرىِّ رضى اللّه تعالى عنهما أن النبي # قال:
]يَخْرُجُ مِن النَّارِ مَنْ كَان في قَلْبهِ مِثقالَُ ذَرَّةٍ مِن إيمانٍ[ قال
أبو سعيد ]فَمَنْ شكَّ فليقرأْ: إن اللّهَ يظلمُ مثقالَ ذرَّةٍ[ أخرجه الترمذى
وصححه.
2. (2)-
Ebu Sa'îd İbnu Mâlik İbni Sinân el-Hudrî (radıyallahu anh) hazretleri
demiştir ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse
ateşten çıkacaktır."
Ebu Sa'îd der ki: "Kim (bu ihbarın ifade
ettiği hakikatten) şüpheye düşerse şu ayeti okusun: "Allah şüphesiz zerre
kadar haksızlık yapmaz..." (Nisa: 4/40).
AÇIKLAMA:
Önceki hadisle ilgili açıklamanın son kısmında
temas edildiği üzere, Ehl-i Sünnet akidesine göre, bir kimse mü'min olarak
son nefesini verebildiği takdirde ebedî olarak cehennemde kalmayacaktır. Her
günahkâr mutlaka cehenneme gidecektir de denemez, çünkü Allah dilediğini
affeder. Affa mazhar olamayanlar günahı miktarınca cezasını çeker. Ancak,
mü'min idiyse, yeri ebedî cehennem değildir. Hadisi rivayet eden sahâbî, bu
müjdeli haberde tereddüde düşeceklere bir ayeti delil olarak göstermektedir.
ـ3ـ وعنه رضى اللّهُ
تعالى عنه قال: قال رسولُ اللّهِ #: ]مَنْ قَالَ: رَضِيتُ بِاللّهِ تَعاَلى
ربَّاً، وَبِا“سْمِ ديناً، وَبِمُحَمَّدٍ # رسُوً وَجَبَتْ لَهُ الجَنَّةُ[
أخرجه أبو داودَ.
3. (3)-
Yine Ebu Sa'îd (radıyallahu anh) hazretleri der ki: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"Kim: ‘Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı,
Resûl olarak Hz. Muhammed'i seçtim (ve onlardan memnun kaldım)' derse cennet
ona vâcib olur".
AÇIKLAMA:
Bu hadisi de önceki hadislerdeki kayıt ve
şartlar çerçevesinde anlamak gerekir:
1-
Mü'min olarak kabre girmek.
2-
Hususî mağfirete mazhar olmadığı takdirde, kötü fiillerinin cezasını çekmiş
olmak.
Bu kayıtlara yer verilmediği takdirde başka
naslarla tesbit edilen prensiplere ters düşülür. İslâm'ın emirlerini yerine
getirenle getirmeyen arasında fark kalmaz.
Kimler imanlı olarak kabre girer, farzları
yapmayanların, yasaklardan kaçmayanların, lafla müslüman olduğunu söylediği
halde, İslâm'ın emirlerini yapmakta kibirlenenlerin, meselâ tesettür, miras
hukuku gibi bir kısım dinî emirleri "vakti geçmiş" veya "Araplar'a has"
telakkî edenlerin kabre imanlı olarak girme şansları ne kadardır? kesin bir
şey söylenemez.
Hadis, beşerî muâmelatta, bir kişiyi mü'min
kabul etmede asgari bir ölçü vermektedir. O yönden mühimdir. Ayrıca büyük
günah işleyenlerin uhrevî durumlarını açıklama meselesinde de önemli bir
prensip vazetmiş olmaktadır.
ـ4ـ وعنه أيضاً رضى
اللّه عنه قال: قال رسولُ اللّه #: ]إذا أسْلَمَ العَبْدُ فحَسُنَ إسْمُهُ
كَتَبَ اللّهُ لَهُ كلُّ حَسنَةٍ كَانَ أزْلَفَهَا، وَمُحِيَتْ عَنْهُ كلُّ
سَيئَةٍ كَانَ أزْلَفَهَا، وَكَانَ بَعْدَ ذلِكَ القصاصُ: كلُّ حسَنَةٍ بعشْرِ
أمثالها إلى سبعِمائةِ ضِعْفٍ، وَالسَّيئةُ بمثلِهَا إّ أن يتجاوَزَ اللّهُ
عنْها[ أخرجه البخارى تعليقاً، والنسائى مسنداً.ومعنى »أزلفها« قرّبها.
4. (4)-
Yine Ebu Sa'îd (radıyallau anh) hazretleri der ki: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"Bir kul İslâm'a girer ve bunda samimi olursa,
daha önce yaptığı bütün hayırları Allah, lehine yazar, işlemiş olduğu bütün
şerleri de affeder. Müslüman olduktan sonra yaptıkları da şu şekilde muâmele
görür: Yaptığı her hayır için en az on misli olmak üzere yediyüz misline
kadar sevap yazılır. İşlediği her bir şer için de, -Allah affetmediği
takdirde- bir günah yazılır."
AÇIKLAMA:
Tercümede geçen "bunda samimi olursa"
ifadesinin Arapça aslı "İslâm'ı güzel olursa"dır. Yani: "Kul Müslüman olur,
İslâm'ı da güzel olursa..." şeklindedir.
Âlimler, samimi olmayı (veya İslâm'ın güzel
olmasını) "itikad ve ihlâsıyla tam olması, zâhiren ve bâtınen İslâm'ın ferde
girmesi, ibadet sırasında Rabbinin kendisine yakınlığını hatırlaması, idrak
etmesi..." diye açıklamışlardır.
Buhârî'nın rivayetinde, geçmiş günahlarının
affedileceği belirtildiği halde hayırlarının da yazılacağı kaydı mevcud
değildir. Ancak hadisin Kütüb-i Sitte dışında gelen vecihlerinde de yukarıda
kaydedilen şekilde eski günahlarının affedileceği, hayırların hesaba
geçeceği tasrih edilir.
Buhârî'nin bu ziyadeyi kasden iskat ettiği
çünkü, kâfirken işlenen hayırların Allah'a yakınlık vesilesi olacağı
meselesini Buhârî'nin, başka kaideler açısından, müşkilatlı bulduğunu
söylemişlerdir. Ancak Nevevî ve Kadı İyâz bu yoruma katılmazlar. Nevevî şunu
söyler: "Gerçek olan, muhakkik ulemanın icma ettiği husustur: Kâfir, sadaka,
sıla-i rahm gibi hayır ameller işlemiş ise Müslüman olduktan sonra bu onun
hayırlar defterine yazılır, yeter ki Müslüman olarak da ölmüş olsun."
Kaidelere aykırılığı iddiasını da reddeden Nevevî "Bu iddia müsellem
(benimsenmiş) değildir. Çünkü, kâfirin dünyadaki amellerinin bir kısmı
muteber addedilmiştir. Mesela kefâretü'zzihâr bunlardan biridir.
Kafir, Müslüman olmazdan önce, bu kefâreti yerine getirmiş ise, Müslüman
olunca iade etmez" der.
İbnu Hacer, Nevevi'yi haklı bulur ancak o,
neticeye bir başka yorumla ulaşır: "Kişinin Müslüman olunca, önceki
amellerinin sevab olarak yazılması bir lütfu ilâhidir, bu, onlardan önceden
sâdır olan amellerin kâfirken makbul olmasından dolayı değildir. Hadis,
işlenen amelin sevabının yazılacağını belirtiyor, o amelin makbul olduğuna
temas etmiyor. Kâfirken yapılan iyi amelin makbûl olma keyfiyeti İslâm olma
şartına bağlanmış olması da muhtemeldir: Müslüman olursa makbûldür, olmazsa
değildir. Bu görüş daha kavî'dir."
İbnu'l-Münîr, "iyi amelden dolayı küfür
hâlinde sevab yazılır" iddiasının kaidelere aykırı olduğunu belirtmiştir.
Çünkü, Kur'ân ve hadiste gelen naslar, "Kâfir, eski inancı üzerine ölürse,
sâlih amellerinden hiçbirisinin kendisine faydası olmaz, hepsi hebâen mensur
(faidesiz olarak) gider" diye kesin bir hükme varmıştır.
Hz. Aişe, İbnu Cüd'ân hakkında önceden yaptığı
hayırlı amellerin ona faydası olmayacak mı? diye sorunca Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "O, hiç bir zaman: "Rabbim, günahlarımı kıyamet
günü mağfiret buyur!" dememiştir." diye cevap vermiştir. Bu hadisten de,
mü'min olduğu takdirde önceki hayırlı amellerinden istifâde edeceği istidlal
edilir. İman olmadıkça, kâfirin hayırlı amellerinden istifâde edemeyeceği
istidlal edilir. İman olmadıkça, kâfirin hayırlı ameli makbûl değildir.
Ancak şu söylenebilir: Nasıl ki cennetin
mertebeleri var, cehennemin de var. İman derecelere şâmilse küfür de
derecelere sahiptir. Kâfir'in zalim ve sefihleri ile mazlum ve hayır
sâhipleri aynı derecede yer almayacaktır. Yerleri mekân ve mahal olarak
cehennemdir, fakat oradaki dereceleri, mevkileri, azabtan duyacakları
hisseleri, bir değildir, farklıdır.
ـ5ـ وعن أبى هريرة:
عبدالرحمن بن صَخر الدوسى رضى اللّهُ عنه أن رسول اللّه # قال: ]إذا أحْسَنَ
أحَدُكُمْ إسْمَه فكلُّ حسنةٍ يعملُها تُكْتَبُ لهُ بعشرِ أمْثالِها إلى
سبعمائة ضعْفٍ، وكلُّ سيئةٍ يعملها تُكتَبُ بمثلها حتى يَلقى اللّهَ تعالى[
أخرجه الشيخان.
5. (5)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden biri içiyle dışıyla Müslüman olursa,
yaptığı herbir hayır en az on mislinden, yedi yüz misline kadar sevabıyla
yazılır. İşlediği her bir günah da sâdece misliyle yazılır. Bu hâl, Allah'a
kavuşuncaya kadar böyle devam eder."
AÇIKLAMA:
Cenâb-ı Hakk'ın kullarına karşı rahmetinin,
mağfiretinin genişliğini ifade eden mühim hadislerden biri budur. Maamafih
aynı mâna ayet-i kerîmede de ifade edilmiştir: "Kim bir hayır yaparsa ona
on katı verilir, kötülük yapan da misliyle cezalandırılır." (En'âm:
6/160). Hayırların yediyüz misli artırılacağı şu âyette ifade edilmiştir:
"Mallarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak
üzere yedi başak veren tânenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat
verir. Allah'ın lütfu geniştir" (Bakara: 2/261).
İyi niyetle kulluğa yöneldiğimiz takdirde
Cenâb-ı Hak bizlere adaletle değil, mağfiretle muamele etmektedir: Bir suça
karşı bir günah, fakat bir hayra karşı en az on olmak üzere 700 misli ve
daha fazla sevap! Şühesiz bu, adâlet değil, lütuftur. Halbuki, Cenâb-ı Hak
dileseydi yapılan hayırlar için hiçbir şey yazmayabilirdi ve bu gerçek
adâlet de olurdu. Çünkü yapılan hayır, Allah'ın vermiş bulunduğu nimetlerin
karşılığı olamaz: Hayat, sıhhat, maddî imkânlar gibi nice nimetler vermiş,
istifade ediyoruz. Hava, su, güneş, yiyecekler vs. hep O'nun mülküdür. O'nun
mülkünü kullanıyoruz, onun mahlukâtında tasarrufta bulunuyoruz. Bunlara
karşı minnet, şükür ve kulluk borcumuz var. Yapılan hayırlar hiçbir surette
nimetlere bedel olamaz, borcumuzu ödeyemeyiz. Öyle ise, ibadetler, hayırlar
temelde geçmiş nimetlerin karşılığıdır. Gelecek nimetlerin yatırımı
değildir. Ancak Cenâb-ı Hak lütfuyla gelecekte ücret vâdetmiş, cennet
vâdetmiştir. Şu halde gelecek nimetler mahz-ı lütuf ve rahmettir.
Bu lütuf ve rahmetin büyüklüğü hayır amellerin
en az on misliyle yazılmasında kendini gösteriyor. İhlâsımız nisbetinde,
şartların ağırlığı nisbetinde Rabbimiz hayırları yediyüz ve hadsiz şekilde
katlıyacağını da belirtmiştir.
ـ6ـ وعن مُعَاذ بن جبل
ا‘نصارى رضى اللّه عنه قال: قال رسولُ اللّهِ #: ]مَنْ كَانَ آخِرُ كََمِهِ َ
إلَهَ إّ اللّهُ دَخَلَ الجَنَّةَ[ أخرجه أبو داود.
6. (6)-
Muâz İbnu Cebel el-Ensârî (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kimin (hayatta söylediği) en son sözü Lâ
ilâhe illallah olursa cennete gider"
AÇIKLAMA:
İslâm uleması, bu ve benzeri hadislerde
zikredilen "Lâilâhe illallah" tâbirinden maksadın kelime-i şehâdet olduğunu
belirtirler. Yani kişiyi kurtuluşa götürecek şey sâdece Allah'ın birliğini
te'yid değildir. Buna Muhammedu'r-Resûlullah cümlesi de dâhil olmalıdır.
Bunlar, birini diğerinden ayırmak mümkün olmayan bir bütün teşkil ederler.
Münâvî, ölüm anında, her çeşit dünyevî ve
nefsânî arzuların sönmüş olması sebebiyle, kelime-i şehâdeti teluffuzun
ihlâslı, içten gelerek olacağını, bu sebeple Allah tarafından kabul
göreceğini belirtir.
Bu çeşit müjdeli hadisler, ibadeti, tevbeyi
sona bırakmayı gerektirmez. Kulluk edebi her an samimi olarak Allah'a
ilticayı âmirdir. Ayrıca nasıl bir son bizi beklemektedir? Normal
yaşlanarak, şuuru yerinde olarak can verebilecek miyiz, yoksa beklenmedik
bir yaşta, hiç umulmadık bir anda mı ölüm yakalayıverecek? Günümüzde inanan
pekçok insan gençlik gafletiyle şeytanın bu iğvasına kapılır. İbadeti,
tevbeyi ihtiyarlığa bırakır. Son nefeste ihlâsla yapılacak tevbenin,
telaffuz edilecek kelime-i şehâdetin yetebileceği söylenir.
Bektaşivari sözlerle kendini oyalayan
nicelerinin umulmadık kazalara kurban gittiğini görmekteyiz.
Şunu da unutmamak gerekir, bu çeşit hadisler,
kişinin eksik bıraktığı ibadetler, kul hakkıyla ilgili günahlar sebebiyle
mâruz kalınacak azabtan garanti vermiyor. "Cennete gitmek" garantisi
veriyor. Ehl-i Sünnet akidesi, az da olsa, bir hayır yapan mü'minin,
cezasını çektikten sonra cennete gideceğini kabul eder. Mü'min olarak kabre
giren bir kimse ebedî olarak cehennemde kalmayacaktır.
ـ7ـ وعن أبى ذر: جُندب
بن جُنادةَ الغِفارىِّ رضى اللّه عنه أن النبى # قال: ]أتانى جبريلُ عليهِ السم
فبشَّرَنى أنهُ مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِكَ يُشْرِكُ باللّهِ شيئاً دخلَ
الجَنَّةَ. قُلتُ: وَإنْ زَنَى وإنْ سرَق؟ قال: وإن زنى وإن سرَق. قُلتُ: وإن
زنى وإن سرَق؟ قال: وإن زنى وإن سرَق. ثم قال في الرابعةِ: على رَغم أنف أبى
ذرّ[ أخرجه الشيخان والترمذى.»الرغم« الذل والهوان.
7. (7)-
Ebu Zerr (Cündeb ibnu Cünâde el-Gıfârî)
(radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Bana Cebrâil aleyhisselam gelerek "Ümmetinden
kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete
girer" müjdesini verdi" dedi. Ben
(hayretle)
"zina ve hırsızlık yapsa da mı?" diye sordum.
"Hırsızlık da etse, zina da yapsa"
cevabını verdi. Ben tekrar:
"Yani hırsızlık ve zina yapsa da ha!" dedim.
"Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da
yapsa!"
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
dördüncü keresinde ilâve etti:
"Ebu Zerr patlasa da cennete girecektir."
AÇIKLAMA:
Bu hadisin Buhârî'nin Kitâbu'l-Libâs'ta gelen
vechinde Ebu Zer Gıfarî (radıyallahu anh) hazretlerinin Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i ziyaret sırasında uyumakta olduğu belirtilir.
Binaenaleyh Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hadiste ifade buyurduğu
müjdeyi Cibrîl (aleyhisselâm)'den rüyasında almış olmalıdır.
Ebu Zer hazretlerinin ziyade hayreti ve tekrar
tekrar bu hayretlerini ifadesi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir
başka hadislerinden ileri gelmektedir. Orada: "Zâni, zina ettiği sırada
mü'min olduğu hâlde zina etmez, içki içen, içki esnasında mü'min olduğu
hâlde içki içmez..." buyurmuştur.
İslâm uleması, büyük günahları
değerlendirirken Ebu Zerr (radıyallahu anh)'in hatırladığı bu ikinci hadisi
te'vil etmiş, öncekini esas almıştır. Yani zina eden kimse iman-ı kâmil
sâhibi olarak zina etmez demektir. Böyle te'vil edilmediği takdirde zâhirine
göre anlayıp Hâricî görüşü benimsemek gerekir ki; "Büyük günah işleyen kâfir
olur" demektir. Ulema büyük günah işleyene kâfir demez. "Günahkârdır, tevbe
ederse, Allah affedebilir" der. İmam-ı Âzam bu meselede imanla ameli ayrı
mütâlaa eder. İman, kalble tasdik, dil ile ikrardır. Bu oldu mu, amele
bakılmadan Müslümanlığına hükmolunur. Büyük günah işlese bile mü'mindir, her
an tevbe ile rücu edebilir. Önceki hadiste de ifade edildiği üzere son sözü
Lâilâhe illallah olduğu takdirde, günahlarından aff-ı İlâhiye mazhar olmasa
bile cezasını çektikten sonra yine de cennete gidecektir.
Hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bu kayıtlara yer vermeksizin nihâî durumu ifade etmiştir. Tebliğde bu tarz,
âsi kula ümid vermek ve onu tevbeye teşvik etmek gayesini güder.
Bu hadisin, bazılarına, fazla ümid vererek,
günaha sevkedeceği şeklindeki mütâlaayı yersiz buluruz. Çünkü kulluk edebini
idrâk eden bir insan Allah'ın affına güvenip günah işlemez. O edebi
takınamayan idraksize zaten söz te'sir etmez, hevâsının kurbanı demektir. Bu
hadis Buhârî ve Müslim'in ittifak ettiği en muteber, en sahih
hadislerdendir. Rabbülâlemin adına konuşan Resûlu Ekremimiz (aleyhissalâtu
vesselâm) hakikatten, hayırdan başka kelam etmez.
ـ8ـ وعن جابر بن
عبداللّهِ ا‘نْصَارِىّ رضى اللّه عنه قال: قال رسول اللّهِ #: ]ثِنْتانِ
موجَبتانِ. فقال رجل يا رسُولَ اللّه: ما الموجبتانِ؟ قال: من مَاتَ يُشْركُ
باللّهِ شيئاً دخل النَّارَ، ومَنْ مَاتَ يُشْركُ بِاللّهِ شيئاً دَخَلَ
الجَنَّةَ[ أخرجه مسلم.
8. (8)-
Câbir İbnu Abdillah el-Ensârî (radıyallahu
anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İki şey vardır gerekli kılıcıdır!"
Bir zat:
- Ey Allah'ın Rasûlü! gerekli kılan bu iki
şeyden maksad nedir? diye sordu: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam):
"Kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmış
olarak ölürse bu kimse ateşe girecektir. Kim de Allah'a hiçbir şeyi ortak
kılmadan ölürse o da cennete girecektir"
cevabını verdi"
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tebliğ
edeceği bir hakikatı beyan etmezden önce, bu hadiste olduğu gibi, dikkatleri
çekecek, merak uyandıracak, soru sorduracak bir üslub kullanırdı. Zihinler
böylece hazırlandıktan sonra esas hakikatın tebliğine geçerdi. Böylece
öğrenilen mesail unutulmayacak şekilde zihinlerde yer ederdi.
Bu gayenin tahakkuku için, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) çok farklı metodlara, tarzlara başvurmuştur.
ـ9ـ وعن أبى هريرة رضى
اللّه عنه قال: ]قلتُ يا رسُولَ اللّهِ: مَنْ أسْعَدُ النَّاسِ بِشَفَاعتِكَ
يومَ القِيَامةِ؟ قال: لقد ظننتُ أن يسألَنى عن هذا أوَّلُ منكَ لما رأيتُ من
حرصِك علَى الحديثِ: أسعدُ الناس بشفاعتى يوم القيامةِ: مَن قال َ إلَهَ إّ
اللّهُ خَالِصاً من قَلبِهِ[ أخرجه البخارى.
9. (9)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e
"Ey Allah'ın Resûlü, kıyamet günü senin
şefaatinle en ziyâde saadete erecek olan kimdir?" diye sormuştum. Bana:
"Hadis'e karşı sende olan aşkı görünce, bu
hususta senden önce bana bir başkasının sualde bulunmayacağını tahmîn
etmiştim" açıklamasını yaptıktan
sonra şu cevabı verdi:
"Kıyamet günü benim şefaatimle en ziyade
saadete erecek olan kimse, samimi olarak ve içinden gelerek ‘Lâ ilâhe
illallah' diyen kimsedir"
ـ10ـ وعن صُهَيْب بن
سنان رضى اللّه عنه. أنّ رَسُولَ اللّهِ # قال: ]عجباً ‘مْرِ المُؤْمنِ إنَّ
أمْرَهُ كلَّهُ له خيرٌ، ولَيس ذلك ‘حدٍ إّ للمؤمنِ: إن أصَابَتْهُُ سراءُ
شَكَرَ فكَانَ خيراً، وإن أصابتهُ ضراءُ صَبَرَ فكَانَ خيراً[. أخرجه مسلم.
10. (10)-
Süheyb İbnu Sinân (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurdular:
"Mü'min kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır!
Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum, sâdece mü'mine hastır,
başkasına değil: Ona memnun olacağı birşey gelse şükreder, bu ise hayırdır;
bir zarar gelse sabreder bu da hayırdır"
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mü'minde
bulunması gereken iki mümtaz sıfatı bu şekilde beyan etmektedir: Şükür ve
sabır. Sağlık, nimet, makam, evlad, başarı gibi hoşuna giden her neye mazhar
olursa bunu Allah'tan bilerek şükretmek gerekmektedir. Böylece, ucb, fakr,
istiğna gibi mazmum hallere düşmekten korunur. Hastalık, idbâr, musibet,
kaza gibi hoşa gitmeyen hâllerle karşılaşınca da bunun bir imtihan olduğunu,
bunlarla kendisini Rabbinin imtihan ettiğini düşünür, bağırıp çağırmaz,
kendisini düzeltmesinin yollarını arar.
ـ11ـ وعنْ أبى هريرة رضى
اللّه عنه: أنّ رَسُولَ اللّهِ # قال: ]وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ َ
يَسْمَعُ بى أحدٌُ من هذه ا‘مّة يهودىٌّ وََ نصرانِىٌّ ثم يموتُ ولم يؤمنْ
بالذى أُرسلتُ به إّ كانَ من أصْحَابِ النَّارِ[. أخرجه مسلم.
11. (11)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Muhammed'in nefsini kudret eliyle tutan zâta
yemîn ederim ki, bu ümmetten her kim -Yahudî olsun, Hristiyan olsun- beni
işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka
cehennem ehlinden olacaktır"
AÇIKLAMA:
1- Bu
hadis, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in gelmesinden sonra, daha
önceki bütün dinlerin neshedilip, hükümden kaldırıldığını açık bir şekilde
ifade eder.
2-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e inanıp-inanmamaktan dolayı
sorumluluk bunu işitmeye bağlıdır. Uzak ve ıssız yerlerde yaşayan ve bu
sebeple Risâlet-i Muhammediye'yi işitmeyenler sorumlu tutulamazlar. Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'de: "Biz elçi göndermedikçe kimseye azab etmeyiz" (İsra:
17/15) buyrulmaktadır.
Hadiste Yahudî ve Hıristiyanların be-tahsîs
zikri -Nevevî'nin belirttiği üzere- İslâm dininin bütün insanlığa şümulünü
tebârüz ettirmek içindir. Zira bunlar kitap sâhibi semâvî dinlerdir. "Öyle
olmalarına rağmen bu iki din mensubu İslâm'a girmekle mükellef olursa,
semâvî aslı tamamen kaybolmuş kitapsız din mensupları daha ziyâde dehâlete
mecburdurlar" denmiş olmaktadır.
ـ12ـ وعن وَهب بن
مُنبِّه ]وَقِيلَ له: أليسَ إلَه إّ اللّهُ مِفْتاحَ الجَنَّةِ؟ قال: بلى،
ولكن ليسَ مِفتاحٌ إّ وله أسنانٌ، فإذا جئتَ بمفتاحٍ له أسنانٌ فُتِحَ لك، وإّ
لم يُفْتَحْ لكَ[. أخرجه البخارى معلقاً.
12. (12)-
Vehb İbnu Münebbih'in anlattığına göre kendisine:
"Lâilâhe illallah cennetin anahtarı değil mi?
dendi de:
"Evet, öyledir ama dişsiz anahtar olur mu?
Dişleri olan anahtarın varsa kapın açılır, yoksa kapalı kalır, açılmaz"
cevabını verdi.
AÇIKLAMA:
Vehb İbnu Münebbih "diş" teşbihiyle, ibadet ve
dolayısıyla "zahmet"i kasdetmiştir. İbadet olmadan, zahmet çekmeden sâdece
lâilâhe illallah demekle cennete gidilemeyeceğini ifâde etmek istemiştir. Ne
var ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Lâilâhe illallah cennetin
anahtarıdır" buyurduğu gibi, yukarıda 7 numaralı Ebu Zerr hadisinde de
görüldüğü üzere bu kelimeyi samimiyetle benimseyen kimsenin de kurtuluşu söz
konusudur. Bazı şârihler, Buhârî'nin bu rivayeti koymakla "ölüm ânında
ihlâsla söylenen Lâilâhe illallah sözünün önceden işlenen günahları
affettireceğine işaret ettiğini" söylerler. Çünkü ihlâs, tevbe ve nedâmeti
müstelzimdir. Lâilâhe illallah'ın söylenmesi bu duruma alem olur.
Kişinin, nerede, ne zaman ve nasıl son
nefesini vereceği bilinmediği için, bu çeşit rivayetlerden hareketle,
"yaşlılık hâlinde yapılacak tevbe'ye güvenmek, günah amellerde ısrar etmek
doğru değildir. Kulluk edebine de yakışmaz.
En doğrusu, "dişi bulunmayan bir anahtarın,
hiçbir kapıyı açamayan düz bir çubuktan başka birşey olmaması" gibi amelin
refakat etmediği Lâilâhe illallah sözüyle de kurtuluşa erişilemeyeceği
düşüncesiyle hareket etmek, ibadetsiz vakit geçirmemektir.
Ancak bu ve benzeri hadislerin kullanılma yer
ve durumlarını da bilmek gerekir: Ömrünü gafletle geçirenlerin, bir lütf-u
ilâhî olarak âniden intibaha ve tevbeye geldikleri zaman, eski günlerin
hacâleti altında ezilerek ye'se düşmemeleri için bu çeşit tebşîrata
ihtiyaçları vardır. İntibaha gelen gâfil ve günahkârların bu çeşit teselliye
olan ihtiyaçlarının şiddetinden olacak ki pekçok hadis ve ayet bu meseleye
yer verir ve gönüllerine serinletici su serper:
"Ey Muhammed, de ki: "Ey kendilerine kötülük
yapıp aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu
Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü o bağışlayıcıdır, merhametlidir"
(Zümer: 39/53).
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sıdk
ile tevbe eden kimsenin, annesinden doğduğu gün gibi günahlardan
temizleneceğini ifâde etmekten başka, Cenâb-ı Hakk'ın, tevbe edenin tevbesi
sebebiyle, her eşyası üzerinde bulunan bineğini çöl ortasında kaybeden
kişinin çaresizlik içinde bîtap düşüp uyuduğu esnada yanına gelen bineğini
uyandığı sırada başucunda bulunca sevincinden ağzından çıkanı bile
tartamayıp: "Ey Allah'ım sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim!"
demesi anındaki kadar sevindiğini ifade eder.
Kur'ân-ı Kerîm, intibaha gelen günahkârları
psikolojik şoktan kurtarmak için tesellide daha da ileri bir ufuk gösterir,
önceden işlenen günahların sevaba çevrilebileceğini müjdeler:
"....Tevbe eden, inanıp sâlih amel
işleyenlerin kötülüklerini, iyiliklere çevirir, Allah bağışlar ve merhamet
eder" (Furkan: 25/70).
Evet burada günahların silinmesi, yok
farzedilmesi mevzubahis değil, Rahmet-i ilâhiyenin bir başka mertebede
tecellisi söz konusu: İşlenen günahların sevaba dönüşmesi.
Ulema ayet-i kerîme'ye başka açıklamalar da
getirmiş ise de, Râzi'nin kaydettiği dört te'vilden biri de bizim yukarıda
kaydettiğimiz mânadır. Bu mânayı esas alan Saîd İbnu'l-Müseyyeb ve Mekhûl,
görüşlerine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretlerinin rivayet ettiği şu
hadisi de delil olarak zikrederler: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bir kısım kimseler günahlarının çok olmasını
temennî edecekler!" buyurmuştu.
"Bunlar kimlerdir?" diye sordular. Şu cevabı
verdi:
"Onlar Allah'ın seyyiatlarını sevaba tebdil
ettiği kimselerdir."
Bir başka hadiste şöyle anlatılır:
"Adamın birine kıyamet günü küçük günahları
gösterilir ve hesaba çekilir. Adamcağız
"büyük günahlarım da ortaya çıkacak
mahvolacağım" diye düşünürken Gaffâru'z-Zünûb:
"Şu kulumun işlediği her kötülüğe karşı bir
hasene yazın" diyecek. Beklenmeyen bir lütuf karşısında adam tamaha
kapılacak ve
"Benim büyük günahlarım da vardı, onları
göremiyorum, keşke onlar da ortaya çıksa da karşılığında haseneler verilse"
diyecek."
Bu sözleri söylerken Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) o derece güler ki arka dişleri bile görülür."
ـ13ـ وعن عبداللّهِ بن
مَسْعودٍ الهذلى رضى اللّه عنه، وسأله رجلٌ ماالصراطُ المستقِيمُ؟. قال:
تركَنَا مُحمَّدٌ في أدناهُ وطرَفُه في الجنّةِ، وعن يمينه جَوادُّ، وعن يساره
جوادُّ وثَمّ رجالٌ يَدْعُونَ مَنْ مرَّ بهم، فمنْ أخَذَ في تلكَ الجوادِّ
انتهَتْ بِهِ الى النّارِ، ومَنْ أخَذَ علَى الصّراطِ المسْتَقِيم انْتَهى بهِ
إلى الجَنَّةِ، ثُمّ قرأ ابنُ مسعود: »وَأنَّ هذا صِراطِى مُسْتَقِيماً
فَاتَّبِعُوهُ وَ تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ.
اŒية«. أخرجه رزين»والجواد« جمع جادة، وهى: الطريق.
13. (13)-
Abdullah İbnu Mes'ud el-Hüzelî (radıyallahu anh)'nin anlattığına göre, bir
adam kendisine
"Sırat-ı müstakim (doğru yol) nedir?" diye
sordu. Ona şu cevabı verdi:
"Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm), bizi
sırat-ı müstakimin bir başında bıraktı. Bunun öbür ucu ise cennete
ulaşmaktır. Bu ana yolun sağında ve solunda başka tali yollar da var.
Bunlardan her birinin başında bir kısım insanlar durmuş oradan geçenleri
kendilerine çağırıyorlar. Kim bu dış yollardan birine sülûk ederse yol onu
ateşe götürecektir. Kim de sırat-ı müstakîme sülûk ederse o da cennet'e
ulaşacaktır." İbnu Mes'ud bu açıklamayı yaptıktan sonra şu ayeti okudu:
"İşte bu benim sırat-ı müstakimimdir, buna uyun. Başka yollara sapmayın,
sonra onlar sizi Allah'ın yolundan ayırırlar...." (En'âm: 6/152)