ـ1ـ عن الحارث بن سُويد قال: ]حَدّثَنا عَبْدُ اللّهِ بنُ مَسْعُودٍ رَضِىَ
اللّهُ عَنْه حَدِيثَيْنِ: أحَدُهُمَا عَنْ رَسُولِ اللّهِ #، وَاŒخَرُ عَنْ
نَفْسِهِ. فَقَالَ: إنَّ الْمُؤمِنَ يَرَى ذُنُوبَهُ كَأنَّهُ قَاعِدٌ تَحْتَ
جَبَلٍ يَخَافُ أنْ يَقَعَ عَلَيْهِ، وَإنّْ الْفَاجِرَ يَرَى ذُنُوبَهُ
كَذُبَابٍ مَرَّ عَلى أنْفِهِ. فقَالَ بِهِ هكَذَا بِيَدِهِ فَذَبَّهُ عَنْهُ.
ثُمَّ قَالَ: سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يَقُول اللّهُ أفْرَحُ بِتَوْبَةِ
عَبْدِهِ الْمُؤمِنِ مِنْ رَجُلٍ نَزَلَ في أرْضٍ دَوِيَّةٍ مُهْلِكَةٍ مَعَهُ
رَاحِلَتُهُ عَلَيْهَا طَعَامُهُ وَشَرَابُهُ فَوَضعَ رَأسَهُ فَنَامَ نَوْمَةً
فَاسْتَيْقَظَ، وَقَدْ ذَهَبَتْ رَاحِلَتهُ فَطَلَبَهَا حَتَّى إذَا اشْتَدَّ
عَلَيْهِ الجُوعُ وَالْعَطَشُ قَالَ: أرْجِعُ إلى مَكانِى الَّذِى كُنْتُ فِيهِ
فَأنَامُ حَتَّى أمُوتَ. فَوضَعَ رَأسَهُ عَلى سَاعِدِهِ لِيَمُوتَ
فَاسْتَيْقَظَ فَإذَا رَاحِلَتُهُ عِنْدَهُ عَلَيْهَا زَادُهُ وَشَرابُهُ.
فاللّهُ أشَدَّ فَرحاً بِتَوْبَةِ الْعَبْدِ الْمُؤمِنِ مِنْ هذَا بِرَاحلَتِهِ
وَزَادِهِ[. أخرجه الشيخان والترمذى.وزاد في رواية مسلم ثمَّ قال: اللَّهُمَّ
أنْتَ عَبْدِى وَأنَا رَبُّكَ، أخْطَأ مِنْ شِدَّةِ الْفَرَحِ.»الدَّوِيَّةُ«
الصحراء التى نبات فيها.
1. (949)-
Hâris İbnu Süveyd anlatıyor: "Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) bize
iki hadis rivayet etti. Bunlardan biri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)' dendi, diğeri de kendisinden. Dedi ki: "Mü' min günahını şöyle
görür: "O, sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde
oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise, günahı burnunun
üzerinden geçen bir sinek gibi görür" İbnu Mes'ud bunu söyledikten sonra
eliyle, şöyle diyerek, burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır.
Sonra dedi ki: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şöyle söylediğini duydum: "Allah, mü'min kulunun tevbesinden,
tıpkı şu kimse gibi sevinir: "Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız,
tehlikeli bir çölde, beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş
olduğu bineği ile birlikte seyahat etmektedir. Bir ara (yorgunluktan) başını
yere koyup uyur. Uyandığı zaman görür ki, hayvanı başını alıp gitmiştir. Her
tarafta arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bitap düşüp:
"Hayvanımın kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar uyuyayım" der. Gelip
ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine başını koyup uzanır. Derken bir
ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı ucunda hayvanı durmaktadır, üzerinde de
yiyecek ve içecekleri. İşte Allah'ın, mü'min kulunun tevbesinden duyduğu
sevinç, kaybolan bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu adamın sevincinden
fazladır."
Müslim'in bir rivayetinde şu ziyâde var:
"(Sonra adam sevincinin şiddetinden şaşırarak şöyle dedi: "Ey Allah'ım, sen
benim kulumsun, ben de senin Rabbinim." [Buharî, Da'avât 4; Müslim 3,
(2744); Tirmizî, Kıyâmet 50, (2499, 2500).
AÇIKLAMA:
Tevbe, şer'î ıstılahta, çirkinliği sebebiyle
günah ameli terkedip, yaptığına pişman olmak ve bir daha dönmemeye
azmetmek, günah, şayet zulüm nev'inden ise, kulun hakkını iâde etmek veya
hak sahibinden helallik ve af talebetmektir.
Mamafih ulemâ tevbeyi "pişmanlık", "bir daha
günah işlememeye azmetmek", "günahtan uzaklaşmak" gibi değişik şekillerde
tarif etmiştir. Tevbeyi tarifte, bu üçünü birlikte şart koşan da olmuştur.
Tevbe mevzuunda şu hususun da bilinmesi gerekir. Allah nazarında tevbekâr
sayılmak için, bu söylenenlerin Allah'ın rızasını taleb maksadıyla
yapılması gerekir. Aksi takdirde mal veya sıhhat endişesiyle israf, içki
gibi günahların terki veya halkın ayıplamasından kurtulmak için bir kısım
çirkin işleri bırakmak tevbe sayılmaz, bu hususta âlimler ittifak ederler.
Bir de mücerred pişmanlık tevbe için yeterli değildir. Pişman olmakla
birllikte günahı terketmesi ve dönmemeye azmetmesi gereklidir. Bu nokta-i
nazardan, tevbeyi "pişmanlık" olarak tarif edenlerin aldandığı anlaşılır.
Tevbe ya küfürden, ya günahtan olur. Küfürden
tevbe edenin tevbesi kesinlikle makbuldür. Günahtan tevbe edenin tevbesi,
sıdk ile yapılırsa o da makbuldür. Kabulün manası, işlenen günahın
zararından kurtulmaktır. Tekrar o günaha dönmediği takdirde, işlememiş gibi
olur. Asinin tevbesi Allah'ın hakkına giren günahtan ise, onu, söylediğimiz
şekilde terketmesi kâfidir. Ancak bazıları için şeriat kaza ve kefâret
şartı koymuştur. Kul hakkına giriyorsa, hakkın hak sahibine ulaşması
şarttır aksi takdirde o günahın zararından kurtulamaz. Ancak hakkın ulaşması
için elinden geleni yaptığı halde hakkı sahibine ulaştıramadı ise Allah'ın
affedeceği ümid edilir. Zira Cenab-ı Hakk tabiatları değiştirir, günahları
hasenata çevirir.
Abdullah İbnu'l-Mübarek tevbe için başka
şartlar da ileri sürmüştür, der ki: "Nedamet etmek, bir daha dönmemeye
azmetmek, kul hakkını ödemek, farzlardan zâyi ettiklerini eda etmek, haramla
beslenen bedenden o maddeleri eritip yerine temiz maddeler gelinceye kadar
üzüntü ve kedere boğulmak; nefsine, günahın lezzetini tattırdığı gibi,
tâatın elemini tattırmak."
Tevbe ve istiğfar birbirine yakın dualardır.
Diğer duaların ve ibâdetlerin makbul olması için de önce tevbe ve
istiğfarla dua ve ibâdetlere başlanması tavsiye edilmiştir. Bazı büyükler:
"İstiğfarda mı bulunayım, tesbihat mı yapayım?" diye soru soranlara şu
cevabı vermiştir: "Kirli elbise, buhurdan ziyade sabuna muhtaçtır."
Şu halde tevbe ve istiğfar için illa da günah
işlemiş olmak gerekmez. Allah'a dua vs. şekilde ibadet edecek olan kimsenin
buna "tevbe ve istiğfar"la başlaması, kirlerden temizlenmesi gerekir. Zîra
temizlerin duası daha çabuk icâbet görür. Nitekim Hz. Peygamber:
واللّه
إنِّى ََسْتَغْفِرُ اللّهَ وَاَتُوبُ اِلَيْهِ في الْيَوْمِ اكثَرَ من سبعينَ
مَرَّةً
"Allah'a kasem olsun, ben günde yetmiş kereden
fazla Allah'a tevbe ve istiğfar ederim" buyurmuştur.
Kulun tevbesi karşısında Allah'ın sevinmesi,
mutlaka affetmek azmini ifade eder. Hele rivayette olduğu gibi, bu İlâhî
sevinç, bir insanın duyduğu "delice sevinç"le ifade edilmişse, bu tevbeye
teşvikte, tevbenin makbuliyetini ifadede beliğ bir üslup, mukni bir metod
olmaktadır.
ـ2ـ وعن زِرِّ بنِ حُبَيْش قال: ]حَدثنا صَفْوَانُ بن عَسَّالٍ المُرَادِى
رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: قال رسولُ اللّه #: بَابٌ مِنْ قِبَلِ الْمَغْرِبِ
مَسِيرَةُ عَرْضِهِ أوْ يَسِيرُ الرَّاكِبُ في عَرْضِهِ أرْبَعِينَ أوْ
سَبْعِينَ سَنَةً، خَلَقَهُ اللّهُ تَعالى يَوْمَ خَلَقَ السَّمَواتِ وَا‘رْضَ،
مَفْتُوحٌ لِلتَّوْبَةِ َ يُغْلَقُ حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ مِنْ
مَغْرِبِهَا[. أخرجه الترمذى وصححه .
2. (950)-
Zirrü'bnü Hubeyş anlatıyor: "Saffân İbnu Assâl el-Murâdî (radıyallahu anh)
bize, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini rivayet etti:
"Mağrib cihetinde bir kapı vardır. Bu kapının
genişliği -veya bunun genişliği binekli bir kimsenin yürüyüşüyle- kırk veya
yetmiş senedir. Allah o kapıyı arz ve semaları yarattığı gün yarattı. İşte
bu kapı, güneş batıdan doğuncaya kadar tevbe için açıktır." [Tirmizî,
Da'avât 102, (3529).]
ـ3ـ ولمسلم عن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْه ]أنَّ النَّبىَّ # قالَ: مَنْ
تَابَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبِهَا تَاب اللّهُ عَلَيْهِ[ .
3. (951)-
Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Kim güneş batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse
Allah tevbesini kabul eder." [Müslim, Zikr 43, (2703).]
ـ4ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهما ]أنَّ رسولَ اللّه # قال: إنَّ اللّهَ
يَقْبَلُ تَوبَةَ الْعَبْدِ مَا لَمْ يُغَرْغِرْ[. أخرجه الترمذى وصححه .
4. (952)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Son nefesini vermedikçe Allah, kulun tevbesini
kabul eder." [Tirmizî, Da'avât 103, (3531); İbnu Mâce, Zühd 30, (4253).]
ـ5ـ وعن أبى موسى رَضِىَ اللّهُ عَنْه. ]أنَّ رسولَ اللّه # قال: إنَّ اللّهَ
عَزَّ وَجلّ يَبْسُطَ يَدَهُ بِاللَّيْلِ لِيَتُوبَ مُسِئُ النَّهَارِ،
وَيَبْسُطُ يَدَهُ بِالنَّهَارِ لِيَتُوبَ مُسِئُ اللَّيْلِ حَتَّى تَطْلُعَ
الشَّمْسُ مِنْ مَغْرِبِهَا[. أخرجه مسلم.»الْيَدُ« هنا: كناية عن العطاء
والفضل .
5. (953)-
Ebû Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Aziz ve Celil olan Allah, gündüz günah
işleyenlerin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Gece günah
işleyenlerin tevbesini kabul etmek için de gündüz elini açar, bu hal, güneş
batıdan doğuncaya kadar devam edecektir."
Burada "el", Allah'ın ihsan ve fazlından
kinayedir. [Müslim, Tevbe 32, (2760).]
AÇIKLAMA:
Son dört hadis (950-953), günah işleyen
mü'minleri ümidsizliğe düşmekten kurtarıp tevbeye teşvik etme gayesine
matuftur. Cenâb-ı Hakk'ın her çeşit günahı affedeceğini ifade etmektedirler.
Üstelik tevbe için belli bir vakit de tayin edilmiş değildir. Gündüz de
gece de Allah'ın elleri açıktır. Kişi son nefesini verinceye veya insanlık
kıyametin en büyük alâmeti olan güneşin battığı yerden doğmasına kadar
hayatta kaldığı müddetçe Allah'ın tevbe kapıları açıktır. Ve bu kapı o kadar
geniştir ki, genişliği atlı kimsenin kırk veya yetmiş yılda ancak
katedebileceği bir mesafeye ulaşmaktadır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Allah'ın
rahmetinin bolluğunu, fazlının çokluğunu ve affının genişliğini ifâde için
bu mânevî mefhumları insan aklının anlayacağı maddî teşbihlere dökmüştür. Bu
uzaklıkları dünyevî ölçülere vurmak her halde câiz olmaz, tıpkı Allah'a el
izâfe edilmesi gibi. Allah'ın bizim gibi el sahibi olduğunu düşünmek,
لَيسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ veya
ولم يكن له كفواً احَدٌ gibi Allah'ın
eşi, benzeri, misli olmadığını ifade eden ayetlere ters düşer.
ـ6ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْه. ]أنَّ رسولَ اللّه # قال: كانَ فِيمَنْ
كانَ قَبْلَكُمْ رَجُلٌ قَتَلَ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ نَفْساً فَسألَ عَنْ
أعْلَمِ أهْلِ ا‘رْضِ. فَدُلَّ عَلى رَاهِبٍ فَأتَاهُ فقَالَ: إنَّهُ قَتَلَ
تِسْعَةً وَتِسْعِينَ نَفْساً، فَهَلْ لَهُ مِنْ تَوْبَةٍ؟
قَالَ: َ. فَقَتَلَهُ فَكَمَّلَ بِهِ مِائَةً، ثُمَّ سَألَ عَنْ أعْلَمِ أهْلِ
ا‘رْضِ فَدُلَّ عَلى رَجُلٍ عَالِمٍ فَأتَاهُ فَقَالَ. إنَّهُ قَتَلَ مِائَةَ
نَفْسٍ، فَهَل لَهُ مِنْ تَوْبَةٍ؟ فقَالَ نَعَمْ. وَمَنْ يَحُولُ بَيْنَكَ
وَبَيْنَ التَّوْبَةِ؟ انْطَلِقْ إلى أرْضِ كَذَا وَكذَا. فَإنَّ بِهَا نَاساً
يَعْبُدُونَ اللّهَ فَاعْبُدِ اللّهَ مَعَهُمْ وََ تَرْجِعْ إلى أرْضِكَ
فَإنَّهَا أرْضُ سُوءٍ، فَانْطَلَقَ حَتَّى إذَا انْتَصَفَ الطّرِيقَ أتَاهُ
مَلَكُ الْمَوتِ فَاخْتَصَمَتْ فِيهِ مََئِكَةُ الرَّحْمَةِ وَمََئِكَةُ
الْعَذَابِ. فَقَالَتْ مََئِكَةُ الرَّحْمَةِ إنَّهُ جَاءَ تَائِباً وَمُقْبً
بِقَلْبِهِ إلى اللّه تعالى. وَقَالَتْ مََئِكَةُ الْعَذَابِ: إنَّهُ لَمْ
يَعْمَلْ خَيْراً قَطُّ. فَأَتَاهُمْ مَلَكٌ في صُورَةِ آدَمِىٍّ فَجَعَلُوهُ
بَيْنَهُمْ. فقَالَ قِيسُوا مَا بَيْنَ ا‘رْضَيْنِ فَفِِى أيِّهِمَا كَانَ
أدْنَى فَهُوَ لَهُ، فَقَاسُوا فَوَجَدُوهُ أدْنَى إلى ا‘رْضِ التَّى أرَادَ
بِشِبْرٍ. فقَبَضَتْهُ مََئِكَةُ الرَّحْمَةِ[. أخرجه الشيخان.زاد في رواية:
فَلَمَّا كانَ بِبَعْضِ الطَّرِيقِ أدْرَكَهُ الْمَوْتُ فَجَعَلَ يَنُوءُ
بَصَدْرِهِ نَحْوَ الْقَرْيَةِ الصَّالِحَةِ فَجُعِلَ مِنْ أهْلِهَا .
6. (954)-
Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren
bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir
râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi
için bir tevbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib: "Hayır yoktur!" dedi.
Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı.
Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya
devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi
öldürdüğünü , kendisi için bir tevbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim:
"Evet, vardır, seninle tevben arasına kim perde olabilir?" dedi. Ve ilâve
etti:
"- Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra
orada Allah'a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah'a ibadet
edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir
yer."
Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır
varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun
hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: "Bu adam tevbekâr olarak
geldi. Kalben Allah'a yönelmişti" dediler. Azab melekleri de: "Bu adam
hiçbir hayır işlemedi" dediler.
Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir
başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem
onlara: "Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa
daha yakınsa ona teslim edin" dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu
ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri
aldılar."
Bir rivayette şu ziyade var: "Bir miktar yol
gidince, ölüm gelip çattı. Adamcağız yönünü sâlih köye doğru çevirdi.
Böylece o köy ehlinden sayıldı." [Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46,
(2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621).]
ـ7ـ وفي أخرى: ]فَأوْحَى اللّهُ تَعالى إلى هذهِ أنْ تَبَاعَدِى، وَإلى هذِهِ
أنْ تَقَرَّبِى، وَقالَ: قِيسُوا مَا بَيْنَهُمَا[ .
7. (955)-
Bir diğer rivayette (aynı hikaye ile ilgili olarak) şöyle denmiştir: "Allah
Teâla beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de yaklaşmayı vahyetti,
sonra da: "Adamın geldiği ve gitmekte olduğu köylere uzaklıklarını ölçüp
kıyaslayın" dedi." [Buharî, aynı bab.]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bazı
ulvî hakikatlerin iyice anlaşılması veya hatırda yerleşip kalması gibi,
ta'limî (didaktik) ve başka çeşitli maksadlarla hikaye ve teşbihlerle
anlatmıştır. Bu üsluba, hadislerde sıkça rastlarız. Yukarıdaki rivayette
bunun en güzel örneklerinden birini görmekteyiz. Resûlullah, İsrâilî
diyebileceğimiz bu hikâyede pek çok yüce hakikatleri dile getirmektedir.
Hemen belirtmek isteriz ki, bir hikâye için isrâiliyattan demek, onun ihtiva
etiği hakikatleri, hikmetleri, incelikleri istiskal etmek, hafife almak
demek değildir. Hele, bunların verdiği dersleri Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) da beğenip, anlatmış, ibret nazarlarımıza sunmuş ise. Nitekim
حَدِّثُوا عَن بَنِى اِسْرَائِيل وََ حَرَجَ
"Benî İsrâil hikayelerinden anlatın, bunda
bir zarar yok" buyurmuştur. Zaman zaman, ashab'a israiliyyat anlattığı
rivayetlerde gelmiştir. Ancak, yine de muteber kitaplarımızda rastlanmayan;
bir başka ifade ile, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın anlatımından
geçerek nurlanmayan isrâiliyat karşısında ihtiyatlı olmak, hikmet dersi
veriyor diye hemen benimsememek gerekir. Aksi takdirde bir kısım hurâfelere
kapı açmak İslâm'ın nezâhetine, müsamahasına ters tüşmek ihtimalden uzak
değildir.
Yukarıdaki hikâyeye gelince, bu, gerçek bir
vak'anın hikâyesi olabileceği gibi, hikâyede mündemiç olan hakikatlerin ders
verilmesi için anlatılmış edebî bir parça da olabilir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın tebligatında, bir kısım lisânî ve örfî
klişelerden, atasözlerinden istifade etmiş olması normaldir. Bu durumlarda
hikâyede geçen hâdisenin gerçekten vukua gelmiş olup olmadığına bakılmaz,
asıl mühim olan onun vermek istediği mesajdır. Mamafih bazı şârihlerimiz, bu
vak'anın fiilen vukuunu kabul etmiş görünmekte ve hâdise kahramanının
öldürdüğü yüzüncü kişinin "rahip" olmasından hareketle, vak'anın Hz. İsa
(aleyhisselam)'dan sonra cereyan etmiş olacağını belirtmektedirler. "Zira,
derler, ruhbanlık, nass-ı Kur'ân'la sabittir ki, Hz. İsa'dan sonra ihdas
edilen bir müessesedir." Burada atıfta bulunulan nass, Hadid sûresinin 27.
âyetidir.
Hadiste mevcut olan hakikatlere gelince, bizce
mühim olan birkaç tanesine dikkat çekeceğiz:
1- Tevbelerin makbuliyeti: Bizzat Kur'ân
ayetleriyle açık şekilde belirtilmiştir ki, tevbe edildikten sonra bütün
günahlar affedilebilecektir. Dinimizin en büyük günah addettiği "şirk"ten
tevbe edilip tevhide rücu edilmesi halinde, o da affedilecektir. 949'uncu
hadiste belirtildiği üzere küfür ve şirkten tevbenin makbuliyetine
kesinlikle iman gerekmektedir.
Şirkten sonra en büyük günah haksız yere cana
kıymaktır. Kur'ân-ı Kerim böyle bir cinayeti "bütün insanların katline
denk" bir cürüm ilân eder (Maide 32) Bu rivayette, Resûlullah, bu çeşit
cürümden yüz tane işleyene bile, sıdk ile tevbe ettiği takdirde, affedilme
ümidi vermektedir. Hikâyede, râhibin öldürülüş sebebi, katilin diğer
cinayetlerinin sebepleri ve vicdanî katılığı hakkında bir bilgi vermektedir.
Böylesine haksız ve ucuz cinâyetlerine rağmen bir caninin affı ve hem de
sırf tevbeye niyet ve azmetmiş olması sebebiyle affedilmiş olması, İslâm'ın
tevbe telâkkisini ortaya koymakta, Cenab-ı Hakk'ın kulları karşısındaki
rahmetinin derecesini ifade etmektedir. İslâm uleması, mutlaka
affedildiğine, günahsızlığına inanmayı büyük günah addettiği gibi, ye'si de
yani affedilmeyeceğine inanmış olmayı da büyük günah addeder. Mü'min, günahı
ne kadar çok ve ne kadar büyük olursa olsun onun affedilebilir olacağına,
aff-ı İlâhî'nin her şeyden büyük olduğuna inanmakla mükelleftir, bu inanç
mü'minlik edebinin gereğidir. Ye'se yer yoktur.
Sağduyu sahibi hiçbir kimse bu hadisten
hareketle, "insan hayatının ucuzluğu" veya "nasıl olsa af var" telakkisiyle
günaha teşvik gibi mugalatalara düşmez. Çünkü hadisin vürud gayesi tevbeye
teşviktir, günaha değil, 949 numaralı rivayette, mü'minin günah
karşısındaki edebi belirtilmiştir: "Günaha düşmekten, üzerine dağ
düşecekmiş gibi korkmak." Yine aynı rivayette Allah'ın tevbe edenlere karşı
affetme durumu belirtilmiştir: Issız çölde herşeyinin yüklü olduğu kaybolmuş
bineğini bulan insanın sevinciyle sevinmek. Ve de bir atlının yetmiş yıl
yürümekle katedebileceği genişlikte, kıyamet anına kadar kapanmamak üzere
açılan bir tevbe kapısı.
Evet buraya kadarki hadislerle ifade edilmek
istenen Cenab-ı Hakk'ın tevbeler karşısındaki affetme durumuyla ilgili
hakikati, bu sonuncu hadis bir başka yönden bir başka belâgatla ifade
buyurmaktadır.
Rabbimiz! Günahlarımızdan tevbe ediyor, af ve
rahmetine iltica ediyoruz, kabul eyle, bir daha dönmemekte güç ve kuvvet
ver!
2- Mü'min için niyet ve azmin amelden üstün
olduğu: Mücrimin affına sebep olan iki şey gözükmektedir:
a) Tevbe,
b) Azim, yani tevbenin gereği olan amele
tevessül. Rivayette, mücrim, affedilme imkânının olduğunu, ancak iyilerin
arasında yaşayarak ibadette bulunmak gereğini öğreniyor. Hikâyenin, tevbe
meselesini açıklama nokta-i nazarından en beliğ yanı bizce burasıdır: Yüz
kişiyi öldüren kimse, henüz ibadet etmiş, hayır işlerde bulunmuş bile değil;
sadece azmini ortaya koymuş, tevbe ve hayır yoluna girmiş, fakat daha hedefe
varmadan, yarı yolda hayatını kaybetmiş. Ancak, affı için bu azim kâfi
gelmiş. Ya hedefe ulaşsaydı!
Resûlullah
نِيَّةُ الْمَُؤْمِنِ خَيْرٌ مِنْ عَمَلِهِ
"Mü'minin niyyeti amelinden üstündür"
buyurmaktadır.
3-Tevbe ve hayır amelde acele etmek: Rahmet ve
azab meleklerinin mesâfe ölçmeleri çok manidar bir husustur. Rivayette,
hedefe, iyiler diyarına bir karış daha yakınlığın adamcağızı kurtardığı
ifade edilmektedir.
Ya birazcık daha gecikseydi?
Ölüm habersizce geldiğine göre tevbe ve hayra
tevessülde yarını ve hatta "az sonra"yı beklememelidir!
4-Çevrenin insan üzerindeki etkisi: Bu
rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hususa da dikkat
çekmektedir. Alim kişinin ağzına koyduğu şu cümle, içtimâî muhitin insanın
iyi veya kötü davranışlarındaki rolünü ifade etmede mühimdir: "Falan
memlekete gitmelisin. Zira orada Allah'a ibadet eden kimseler var... Bir
daha kendi memleketine dönmeyeceksin, zîra orası kötü bir yer." Hadisin bir
başka vechinde: "Yaşamakta olduğun kötü köyden çıkacaksın" demiştir.
Alimler, bu hadisten hareketle, bir kısım kötü fiiller işleyen kimsenin,
bundan kurtulmak isteyince bir başka yere gitmesinin, günahı işleme
sırasındaki ahvâlini tevbekâr olunca değiştirmesinin gereğine dikkat
çekerler. Böylece kötülüğe iten hâtıralar, alışkanlıklar, kötülükte yardımcı
olan kimseler, içtimâî bağlar koparılmış, terkedilmiş olur.
5- Bu rivayette âlim kimsenin âbid kimseye
üstünlüğünü de görmekteyiz. Zira caninin müracaat ettiği birinci şahıs bir
rahiptir, menfi cevap vermiştir, bu da onun hayatına mal olmuştur. İkinci
kişinin "alim" olduğu belirtilir, o hakimane cevap vermiştir ve caniyi
kurtarmıştır.
6- Bizden öncekilerin şeriatıyla amel: Bu
rivayet vesilesiyle Kadı İyaz'ın sunduğu bir açıklama, bizden öncekilerin
şeriatıyla amel meselesine açıklık getirdiği için kaydetmede fayda
görüyoruz: "Bu hadise göre, tevbe, katl günahına karşı da fayda
vermektedir, diğer günahlara karşı fayda verdiği gibi. Gerçi bu rivayet,
bizden öncekilerin şeriatını aksettirmektedir ve bizden önceki şeriatle
amel, ihtilaflı bir konudur. Ancak bu mesele ihtilâflı hususlara girmez.
Zira, ihtilâf, önceki şeriatte yer aldığı halde bizim şeriatımızda onun
te'yidine dair beyan gelmemiş ahkâmlarla ilgilidir: (Öyle bir hükme bizim de
uymamız gerekir mi, gerekmez mi?) Şayet onu teyid edici bir hüküm bizde
gelmiş ise o, bizim de şeriatımız olur, bu hususta hiçbir ihtilâf mevcut
değildir. Tevbe meselesinde birçok âyet ve hadisler varid olmuştur: "Allah
kendisine şirk koşulmasını elbette affetmez, bunun dışındaki günahları
dilediğinden affeder" (Nisa, 48). Keza bu hususta hadis de çoktur. Ubâde
İbnu's-Sâmit'in müttefekun aleyh olan ve: "...Bu günahlardan birini
işleyenin durumu Allah'a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse cezalandırır"
şeklinde biten hadisi bunlardan biridir." İbnu Hacer ilave eder: "Bu hükme
eski ümmetlere nisbetle Muhammed ümmetinden "yüklerin hafifletildiği"
prensibinden de ulaşılır. Kâtilin tevbesinin makbul olması onların
şeriatında yer alan bir esas olursa, bunun bizde de bitariki'l-evlâ (hayda
hayda) yer alması gerekir."
ـ8ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]إنَّ رسولَ اللّه # قالَ: كُلُّ بَنِى
آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ[. أخرجه الترمذى .
8. (956)-
Hz.Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İnsanoğlunun herbiri hatakârdır. Ancak hatakârların en
hayırlısı tevbekâr olanlarıdır." [Tirmizî, Kıyâmet 50, (2501); İbnu Mâce,
Zühd 30, (4251).
AÇIKLAMA:
Burada hatakârlık bütün insanlara teşmil
edilmiştir. Şu halde beşerî fıtratta, asıl olan hatakârlıktır. Masumiyet
asıl değildir. Alimler, peygamberleri de bu hükme dâhil ederek, kaziyeyi
onlar hakkında: "küçük günah" diye kayıtlamışlardır. Onlardan sâdır olduğu
rivayet edilen bazı "zellât" ise Allah'a isyân kasdı olmaksızın husule gelen
hata ve nisyan (unutma) olarak değerlendirilmiştir. Hatakârlık beşerin umumi
vasfı olunca, hadis, "insanların en hayırlısı tevbe ile masiyetten kaçarak
ibadet ile Allah'a iltica edenlerdir" demiş olmaktadır.
Peygamberler dışında hiç kimsenin ma'sumiyet,
yani hatalara ve günahlara karşı korunmuş olma iddiasının kabul
edilemiyeceğine bu hadis delil olmaktadır.
Bu hadiste ifade edilen hatakârlıkla,
Hıristiyanların aslî günah inancını karıştırmamak gerekir. Bu hadisin
gayesi, kişiyi kibirden, ücubdan koruyup kulluğa, tevbeye sevketmektir,
tevbenin ehemmiyetini ifade etmektir ve de insanın fıtraten hata yapmaya
olan meyil ve zaafına dikkat çekmektir. Hıristiyanlar ise, Hz. Adem'den
tevarüs edilen mevrus bir günaha inanırlar. Kişi, Hıristiyan olmadıkça,
vaftiz olmadıkça bu günahtan kurtulamaz.