İslâm dini, bir taraftan evlenip huzurlu bir yuva kurarak toplumun temeli olan ideal aile ortamlarının oluşturulmasını tavsiye ederken, diğer taraftan aile mutluluğunun devamı ve iyi nesillerin yetişmesi için bu ortamın her türlü tehlikeden korunmasının gereğine işaret etmiştir. Bu tehlikelerin en başında da özel hayatın mahremiyetine yönelik müdahaleler gelmektedir.
Kâinatta her şey insan içindir¸ insan da Rabbi içindir.
İnsanın yaratılış gayesi Rabbini tanımak ve O'na ibadet/kulluk etmektir. Bu gayeyi gerçekleştirmek için de kendisi için yaratılan bütün her şeyi¸ bir emanet ve imtihan vesilesi görmesi, bütün ilahi nimet, lütuf ve ikramların hepsini Yüce Allah’ın (c.c) emir ve ölçüleri doğrultusunda kullanması insanın en önemli görevlerinden birisidir.
Peygamberliğin ilk yıllarıydı. Kutlu Elçi, çevresindeki insanları İslâm"a açıkça davet etmeye başlamıştı. Gece gündüz demeden kendisini dinleyen herkese Allah"ın gönderdiği mesajları anlatıyordu. Putlara tapan halkı, bir olan Allah"a çağırıyordu.
Fert ve toplum hayatının huzurlu ve düzenli bir şekilde devam edebilmesi için mutlaka yerine getirilmesi gereken temel ilkeler ve değerler vardır. İşte hayatın bu zorunlu ve vazgeçilemez ilkelerinden biri de “dürüst çalışma” ilkesidir.
İnsan diğer canlılara göre farklı yeteneklere ve üstün meziyetlere sahip olarak yaratılmıştır. Bu yetenekleri, akıl yürütme, fikir üretme, konuşma- yazma kabiliyeti, muhakeme ve mukayese yapabilme yetenekleri olarak sıralayabiliriz.
Yaratılışı gereği sosyal bir varlık olan insan için toplumsal hayat ne kadar önemli ve gerekli ise, bir toplum için de o toplumun çekirdeğini oluşturan, aile kurumu o kadar hayati bir öneme sahiptir.
Her nimet bir imtihan vesilesidir. Nimeti vereni hatırlamak ve ona teşekkür etmek, hem nimeti artırır hem de bereketlendirir. Nimeti vereni tanımamak ve nimetin asıl sahibini unutmak ise küfrân-ı nimet yani nimete karşı nankörlüktür. Allah Resûlü, insanın acziyetini, varlıklı hâlini, şükür edip etmeme durumunu çarpıcı bir misalle arkadaşlarına anlatmıştır.
Artık Müslümanların kendilerine özgü iki bayramı vardı. Ve bu bayramlar onları diğer inanç mensuplarından ayıran bazı ibadetlerle birlikte anılıyordu. Bu iki özel gün, iki özel zaman dilimine bitişikti; birincisi Ramazan ayına, diğeri de hac günlerine. Ramazan boyunca oruç tutup, namaz kılan, zenginse zekât ve fıtır sadakası verip fakirlerin sıkıntılarına çare olan, kısacası bir ayı ibadetle geçiren ve yaptığı güzel işlerle Allah’ın rahmetini ümit eden Müslümanlar, sevinmeyi hak etmişlerdi.
Sayılı günlerin ömrü ise azdır, hiç farkında olmadan gelir geçer. Ramazan da öyle oldu, daha dün başlamış gibi bugün bitti. Bu rahmet ve mağfiret günlerini değerlendirenlere ne mutlu.